Mesele Sol Elle Yemek Değil,Anlamadın mı?



Aslında bu başlıkta sol kesimin bir takım İslamî meseleleri gündeme getirerek bizim gündemimizi belirlemeye yönelik bir atıf vardır. Biz de iştahla bu meseleleri gündemimiz yapabiliyoruz. Elbette bu sol kesimin amacı spesifik bir meseleyi gündeme getirerek sadece oraya odaklanmak değildir. Tek tek gündeme getirilen bu meselelerle İslamî değerleri veya bir takım kuralları törpülemek, aşındırmak ve onların üzerinden zihinlerde İslam’la ilgili şüpheler bırakmaktır. Ne var ki, bir takım Müslümanlar bu tip konuları gündemlerine alınca biz de yazmak zorunda kalıyoruz.

Diyanet’in bir fetvasını sol kesimin gazetelere taşımasıyla ortaya çıkan tartışmanın etkisi midir, bunu bilemem, ama 07. Şubat 2018 tarihli Yeni Şafak’ta “sol elle yemek ahkam mı, adap mı?” adıyla Kemal Öztürk tarafından bir yazı kaleme alındı. Bu yazıya cevaben bir şeyler yazmak istedim.

Yukarıdaki başlığı attım, bununla hem sol kesimin amaçlarına vurgu yapmak hem de Müslümanları uyarmak istedim. Meramı böyle anlatabildim doğrusu. Yazının amacına gelince mesele dinî olanla olmayanı ayırt etmek olduğu anlaşılıyor, ancak sonuca bakıldığında yazarın niyetini bilemem ama sünnetin altını boşaltmak gibi bir durumla karşı karşıya kalıyoruz. Daha da ilginci başlıkta sol elle yemek meselesi olmasına rağmen içerikte konunun mahiyetine doğrudan odaklanılmamasıdır. Belli ki, kültürel unsurların dinileşmesine vurgu yapılmaktadır, ancak çürük ile sağlam elmalar aynı torbaya konmaktadır. Aşağıda buna temas edeceğim.

Sayın Öztürk’ün siyasî ve sosyolojik olarak ufuk açıcı tahliller ortaya koyduğunu teslim etmek gerekir. Çok nadir salt dinî olan konulara girmektedir. Bu yazı da onlardan biri. Üzülerek ifade etmeliyim ki, yazı sıkıntılarla dolu. Sıkıntı, meselelerin yerli yerine konulmamasıdır. Belki de konu bütünlüğü düşünüldüğünde tek isabetli cümlesi şu: “Fıkıh usulü, hadis usulü, tefsir usulü gibi uzmanlık isteyen alanlara girmek istemem. Bu alanda çok nitelikli hocalarımız, bilim adamlarımız var. Bize laf söylemek düşmez.” Ama bu cümle dahi, onca laftan sonra değerini kaybetmiş gözüküyor.

Sayın Öztürk’ün deyişiyle küçük yaşta bizlere en çok öğretilen dini ve kültürel kuralları bir hatırlayalım (Sağ tarafta parantez içinde yazılanlar bana aittir):

-Sol elle yemek yenmez. (Mekruh)
-Ayakta su içilmez. Oturarak, üç yudumda içilir. (Caiz, evla olan oturarak içmek)
-Ayakta çiş yapmak günahtır. (Caiz, önemli olan idrara dikkat etmektir)
-Tabakta yemek bırakılmaz, arkadan ağlar. (Mekruh-israf olursa haram, arkadan ağlama kültürel motif)
-Çocukken ‘Sübhaneke, Elham, İhlas’ ezberlemek çok sevaptır. (Sünnet, namaz kılacak kadar ezberlemek farz)
-Gece ıslık çalmak şeytan işidir. (Hurafe)
-Akşamları tırnak kesmek günahtır. (Hurafe)
-Yemekte konuşulmaz. (Adab)
-Ayak ayak üstüne atılmaz. (Adab)

Bunlar daha okula başlamadan, evimizde anne babamızın bize ilk öğrettiği şeylerdi. Sanırım bunların büyük kısmını biz de çocuklarımıza öğrettik. Aslında bunların tümü, sosyokültürel yaşamımızı düzene sokmak amacıyla yapılan şeyler. Lakin en büyük hata, bunları yapmanın ‘günah’ olduğunu, hatta ‘büyük günah’ olduğunu söylemek olmuştur sanırım. Bugün çocuklara öğretilen ve hayatımız boyunca büyük hassasiyet gösterdiğimiz çoğu yasağın günahla, sevapla bir ilişkisi yoktur aslında.Ayakta su içmenin, tabakta yemek bırakmanın, gece ıslık çalmanın günah olduğuna dair bir ayet olmadığı gibi, sağlam fıkhi altyapısı da yoktur.

Şimdi buraya kadar zikredilen hususlarda ilk bakışta bir problem yok gibidir. Ama vardır. Biraz yakından bakarsak şunları görürüz: Burada sünnet, adab ve hurafe olan hususlar aynı şekilde değerlendirilmiş, araları ayırt edilmemiştir. Dolayısıyla sünnet olan davranışla hurafe olan davranış eşitlenmiş, o şekilde değerlendirme yapılmıştır. Bu bir cinayet olmasa bile ciddi bir bilgi eksikliğidir.

Diğer taraftan bu yasakların günahla sevapla ilgisinin olmadığı vurgulanmıştır. Burada da ciddi bir bilgi eksikliği vardır. Evet çoğunun günahla sevapla ilgisi yoktur, ancak bütün bunlar sol elle yemek üzerinden dillendirilmektedir. Mesela sağ elle yemenin sevapla ilgisi yok mudur? Kasıtlı terketmenin günahla alakası yok mudur? İşte tam da bu noktada “günah” nedir, sorusu gündeme gelmektedir. Halkın ya da ebeveynlerin burada zikredilen hususlara “günah” denmesi tamamen pedagojiktir. Çocuğa eğitim verilirken mekruhtur demek yerine günahtır demenin daha eğitici olduğu düşünülmüştür. Onun için bu hususlar günah olarak telakki edilmiştir. Zamanla halk algısında bu “günah” olgusu sanki büyük günahmış gibi telakki edilmiştir. Eğer gerçekten böyle düşünülüyorsa yanlış yapılıyor demektir.

Oysa burada günah, mekruhun karşılığıdır. Mesela namazı terkin veya zekatı terkin karşılığı olan günah söz konusu değildir. Sol elle yemek mekruh ise sağ elle yemek de sünnettir. Sünnete ittiba da derecesine göre fazilettir, sevaptır. Buradaki sevap da namaz kılma, zekat verme sevabı anlamında değildir. Diğer hususlara gelince evet çoğunun günahla sevapla ilgisi yoktur. Dediğimiz gibi çoğu adab veya hurafedir.

Burada şu ifade dikkat çekmektedir: “Ayakta su içmenin, tabakta yemek bırakmanın, gece ıslık çalmanın günah olduğuna dair bir ayet olmadığı gibi, sağlam fıkhi altyapısı da yoktur.”

Ayakta su içmek, yemek israf etmek ile gece ıslık çalmanın eşit olarak zikredilmesi manidardır. Zannederim yazarın zihninde sağ elle yemek ile gece ıslık çalmak da aynı türden şey olmalıdır. Çünkü konu zaten sol elle yemek meselesi. Oysa bunlar aynı değildir. Dediğimiz gibi biri sünnet veya adab, diğeri ise hurafedir. Yazarın zihninde bir şeyin günah olmasının sanki Kur’an’daki bir nehyi işlemek anlamına geldiği gibi bir düşünce vardır. Çünkü -hurafeler bir yana- diğer davranışların Kur’an’da aranması bunun işaretidir. Günahın dereceleri vardır ve hepsi Kur’an’da olmak zorunda değildir. Ayrıca haram olsa dahi bunu da sadece Kur’an’da aramak yanlış olur.

Son ifade en azından Kur’an’la yetinilmediğini de ortaya koymaktadır. Fıkhî altyapıyı aramak güzel bir yaklaşımdır. Herhalde bundan kastedilen fıkhın da dayandığı hadisler, sünnet olmalıdır. O zaman soralım: Sol elle yemenin, ayakta su içmenin, yemeği, dökerek israf etmek anlamında tabakta yemek bırakmanın fıkhî bir alt yapısı yok mudur? Gece ıslak çalmanın veya akşamları tırnak kesmenin fıkhî altyapısı olmayabilir, ama diğerlerinin fıkhî bir altyapısı gerçekten yok mudur? Bir şeyin mekruh olması fıkhî bir altyapı sayılmayacak mıdır? Hatta bir şeyin adab olması (tersi tenzihi kerahat olması) fıkhî bir altyapının varlığını göstermez mi? Bir davranışın fıkhî altyapısının olması için o davranışa farz veya haram mı denmesi gerekir?

Burada adap meselesinde bir hususu hatırlatmak gerekir: Adabın Hz. Peygamber’den sadır olan ve daha sonra kültürel olarak oluşan tarafı vardır. Hz. Peygamber’den sadır olan kısmına sünnet-i zevaid denir. Bağlayıcı değildir. Kültürel olarak oluşan kısmı ise zaten bağlayıcı değildir. Yukarıda zikredilen ayak ayak üstüne atmak kültürel olarak oluşan bir adaptır. Kur’an’ı yere koymamak, bel üstünde tutmak da, ezan okunurken doğrulmak, ayakları kıbleye uzatmamak da böyle bir adaptır. Peki adabın bu pozisyonu onu terketmeyi gerektirir mi? Elbette adabın değişebilen ve değişmesine gerek olmayan tarafları vardır. Eğer adabın, manevî olarak mü’minin ruhuna, kişiliğine olumlu katkısı varsa neden değiştirilsin ki?!

Önemli olan adabın yerini bilmektir. Yani bu davranış, adaptır o kadar. Ne sünnettir, ne vacip ne de farzdır. Adaba vacip muamelesi yapılmamalıdır. Ancak şu da var ki, edebin bir medeniyetin gelişmesinde, ruhların incelmesinde önemli bir işlevi vardır. Dolayısıyla adap ile huırafe karıştırılmamalıdır. Hurafenin mü’mine hiçbir faydası yoktur ve hurafenin aklı esir alan bir yanı da vardır. Ama adap öyle değildir. O halde adabı, sünneti, hurafeyi aynı karede bir araya getirmek doğru mudur?

Devam edelim: Şu cümleye katılmamak mümkün mü?:

“Sorunumuz ayeti, hadisi, fıkhı, hukuku mantık olarak kavramayıp, ezberlemekten geliyor. Kur'an-ı Kerim’ın neredeyse her sayfasında “akletmiyor musunuz?” diye sormasına dikkat etmeyen zihin, sadece şekli şeylere odaklanıyorsa orada sorunumuz var demektir.” Doğrudur, akletmek gerekir. Ancak akletmeden evvel doğru bilgilere sahip olmak gerekmez mi? Doğru bilgilere sahip değilsek neyi nasıl akledeceğiz? Bu yazı, bunun güzel bir örneğini teşkil etmiyor mu?

Şu cümleler ise meselelerin neden karıştırıldığını ele verir gibidir:

“Bu arada İslam din adamlarının özel ve dokunulmaz statüsüne karşıdır. Yani ruhban sınıfı yoktur. Bu yüzden bu konularda tek merci imiş gibi davranan, kendinden başka herkesi suçlayan, hurafelere esir olmuş sözüm ona ‘hocalara’ uyarsanız, sonunda ya sidik içersiniz ya da yanmayan kefen alır kazıklanırsınız.”

Öyle anlaşılıyor ki, bazı “hocalar”ın söylemleri üzerinden bu değerlendirmeler yapılmış. Yazı tepkisel yani. Ben de o hocaların aşırılıklarına örnek verebilirim. Mesela bu “hoca”, bir vaazında takkeyi öyle savunmuş ki, bunu dinleyen eyvah der, yandık! Bir vacip terkediliyor imajı ortaya çıkmış! İşte yanlış olan budur. Takke olsa olsa bir adaptır, o kadar. Bunu abartmanın anlamı yoktur.

Zaten bu aşırılığa bir başkası çıkmış, “işte bid’at böyle bir şeydir diyerek” takkenin hepsine karşı çıkmıştır. Burada bazı kesimlerin birbirine olan tepkilerinin meseleyi nerelere götürdüğü ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla akl-ı selim olanlar bu tepkiselliklerde taraf olmak yerine meseleleri olduğu yere koymalıdırlar. Adaletin gereği de budur.

Bir de başlıkla ilgili bir noktaya temas edelim: Başlık ““sol elle yemek ahkam mı, adap mı?” Burada ahkamdan adaptan ne kastediliyor acaba? Şu ifadelerin sonundaki cümle bunu ortaya koyuyor: “Adabı muaşeret sınıfında yer alacak birçok kuralın yapılmaması için zaman içinde günahla ilişkilendirilmesi, bu kuralın dini bir vecibe ya da kural haline gelmesine neden oluyor.

Hacca giden herkes görmüştür ki, bizim için şiddetle yasaklanan Kur'an-ı Kerim'i yere koymak, kıbleye doğru ayak uzatmak, namazda saçını, başını düzeltmek başka mezhepler için son derece normaldir ve günah da değildir. Kültürel olmasına rağmen, dini kurala dönmüş bu davranış şekillerini yapmayan biri, günahkar olarak görülür. Tıpkı kültürel giyinme tarzının dini kurallar haline getirilmesi gibi. Bugün tarikatlar arasında cübbe, şalvar, sarık, çarşaf giymenin dini bir vecibe gibi anlaşılması bundandır. Tüm bunlar bir ahkam (dini kural) değil, adap meselesidir.”

Anlaşılan o ki, ahkam dinî kuraldır. Yani terkinde günaha girilen şeydir. Yani farz veya en azından vaciptir. Oysa ahkam bu değildir. Burada problem şudur: Verilen örnekler gerçekten adab ile ilgilidir. Ama yazının başlığını oluştuıran sol elle yemek böyle bir şey midir? Mesela sol elle yemek çarşaf giymek gibi midir? Sol elle yemek cübbe giymek gibi midir?

Sağ elle yemek kuvvet itibariyle cübbe gitmenin üstünde sayılmaz mı? Allah Resulu cübbe giymiş, ama bir tavsiyede bulunmamış. Ama sağ elle yemiş, sağ elle yemeyi de tavsiye buyurmuştur. Bu, bir fark sayılmaz mı?

Son olarak yazarımız “sol elle yemekten daha çok dikkat edilecek konular” başlığı altında şunları söyler: “Biz Müslümanların hassasiyetlerine bir bakın. Sol elle yemeye gösterilen tepki ve duyarlılık, nedense haram yemeye, yalan konuşmaya, iftira atmaya gösterilmiyor?”

Amenna. Doğru. Ama ben şunu tercih ederim: Sağ elle yemek sünnettir, ama yalan konuşmak haramdır. Yalan söylemeye daha bir özen göstermek gerekmez mi? Bir sünnet ile bir farz karşı karşıya getirmeye gerek var mı? Her ikisini de yapmakta ne sakınca var?

“Neden çocuklara ‘Subhaneke’yi ezberletmek için harcadığımız zamanın yarısını, dünyanın en güçlü sosyal düzen metni olan, Peygamber Efendimizin (SAV) Veda Hutbesi’ni öğretmek için harcamıyoruz?”

Ben olsam şöyle derim: Sübhaneke güzel bir tespihtir. Çocuklarımıza manasını öğretelim. Bunun yanında veda hutbesini de kavratmaya çalışalım. Sübhaneke duası ile veda hutbesi birbirine aykırı şeyler mi? Onları karşı karşıya getirip mukayese yapmanın ne anlamı, ne faydası vardır?

“Müslümanlar olarak sol elle yemeye gösterdiğimiz hassasiyeti bilim, fikir, matematik, teknoloji, adalet ve ahlak konularında da göstersek, İslam dünyasının sırtı yere gelmez.”

Ben olsam şöyle derim: Tarihte bilim, matematik alanında gelişmeler sağlayan Müslümanlar sünnete de dikkat etmişlerdir. Sağ elle yemeyi niçin bilim, matematik, teknoloji alanındaki gelişmelerin karşısına koyuyoruz? Sağ elle yemeyi alışkanlık yapan ve sünnete ittiba ettiğini düşünen bir mü’min bilim üretemez mi? Teknoloji geliştiremez mi? Yazarın sidik içiren veya yanmaz kefen satan “hocalar” dedikleri de tam tersini yapıyor. Diyorlar ki; bırakın bilimle, teknoloji ile uğraşmayı… Onlara harcanan paralar boşa gidiyor… Siz takke, şalvar giymeye, sarık takmaya bakın, kandil geceleri şu kadar rekat namaz kılın, aman aksatmayın! Başka şeye de gerek yok! Dolayısıyla yazarın ifadeleri böyle bir anlayışa tepkisellik izleri taşıyor.

O halde bizim aynı yanlışa düşmememiz gerekir. Bir dvranışın hükmü neyse o davranışa o şekilde muamele etmeliyiz. Adapsa adap; sünnetse sünnet, vacipse vacip, haramsa haram, farzsa farz, mekruhsa mekruh, müstehapsa müstehap gibi…Adabı, sünnet; sünneti, farz, mekruhu haram telakki etmek Peygamber’i örnek almak da değildir.

Prof.Dr.Yavuz Köktaş
Devamını Oku »

İsrailoğulları olmasaydı, et kokmayacak mıydı?



Islamoğlu, Buharî'de Kur’an'a aykırı gördüğü -ama esasen muhtemelen zahiri tecrübe ve akla aykırı olan bir Buharî hadisi vardır. Bunu da Buharî'de sahih senedli bir iftira olarak ballandıra ballandıra anlatmaktadır. Bu hadis şöyledir: Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur; "Eğer İsrailoğulları olmasıydı, et kokmazdı...” (Buhârî, Enbiyâ, 2)

Peki, gerçekten bu hadis akla ve tecrübeye aykırı mıdır? Hadîsin zahirinde tabii olan etin bozulup kokmasının kaynağı, İsrailoğullarına nispet edilmektedir. Hadîsin zâhirî etin tabiatında bundan önce bozulma olmadığını göstermektedir. Bu hadisin zahiridir. Ama hakikati değildir.

Oysa meselenin aslı şudur: ”Allah İsrailoğullarına bıldırcın eti ve kudret helvası gibi büyük nimetler vermiştir. Ancak İsrailoğulları buna karşılık Allah'a şükretmek ve onlardan infak etme yerine cimrilik ederek iddihar etmeyi tercih ettiler. Bu durum hadîste belirtildiği gibi ifade edilmiştir.”

Görüldüğü gibi esasen Hz. Peygamber çok veciz bir şekilde, bir cümleyle İsrailoğullarınının tabiatını,karakterini anlatmış ve bunun üzerinden bize mesajını vermiştir.Bunun yadırganacak,akla,Kur'an'a aykırı görülecek ne tarafı vardır?!

Prof.Dr.Yavuz Köktaş – Modern Zamanlarda Hadisi Savunmak,syf;227-228
Devamını Oku »

Bir milyon hadis sayısı hadislerin uydurma olduğunun en büyük delilimidir?




İddia şu ki, muhaddislerin, eserlerini oluştururken 600.000 hadîsten, 1.000.000 hadîsten seçim yaptıkları ifade edilmektedir. Bu kadar hadis olmaz. Bu durum hadislere el atıldığına, onların uydurma olduğuna, hadislerin güvenilmez bir tarihe sahip olduğuna işarettir.

İslamoğlu'na göre hadislerin sayısı konusunda Ebu Davud çok ciddi bir emek vermiştir. Bundan anlıyoruz ki 4500 ile 6300 arasında bir hadis var. Peygamberimizin ağzından çıkan Yaklaşık 6600 civarında olan söz sonraları kaç oluyor? 1 milyon oluyor. Bir söz ki kaynağında 6000 iken vardığı yerde 1 milyona nasıl ulaşır? Evet böyle söylüyor ve bununla hadis tarihi hakkında bir şüphe doğurmayı amaçlıyor.

Esasen İslamoğlu, Üç Muhammed adlı eserinde bu durumun sebepleri üzerinde isabetle durmuş, ama her nedense sonraları bunu unutmuş ve hadislerden şüphesinin temeline bunu da yerleştirmiştir. Gerçi akademisyen Kırbaşoğlu'nun bunda tesiri var mıdır, bilemiyorum. Çünkü o da hadislerin fazlalığını problem görmüş, hatta Hz Peygamber'in 23 yıllık hayatını hadis sayısıyla çarparak-bölerek bize matematikten de haberdar olduğunu göstererek (!) yapmıştır. En önemlisi de böyle bir iddianın müslümandan sadır olması, daha şaşırtıcı olan, meslekten hadisçi olanlardan çıkmasıdır. Bir oryantalistin çok rahat söyleyebileceği böyle bir iddiayı müslü-manın sahiplenmesini anlamak mümkün değildir. Şimdi bu mesele üzerinde kısaca durmak isityorum.

Şu bir gerçek ki, muhaddislerin hafızalarında ve ellerindeki yazılı vesikalarda bulunduğu belirtilen yüzbinlerce hadîs, tarihî süreç içerisinde hadîslerin sayısının ulaştığı boyutu gözler önüne sermektedir. Ancak hadîs sayısındaki bu artış ve muhaddislere nisbet edilen yüksek rakamlar, yanlış anlamalara sebep olmaktadır. Hâlbuki bu rakamlar tarîklerin ve tabakaların artması, hadîs kitaplarında birtakım fayda ve zaruretlerden dolayı hadîslerin tekrar edilmesi gibi sebeplerin yanısıra, tamamen izâfîlik arzeden hadîs sayımındaki farklı metotlardan da kaynaklanmaktadır.

Hadîslerin tanımı ve sayımında farklı ölçülerin kullanılmış olması, sonuçta hadîslerin sayısını da etkilemiştir. Bu bakımdan hadîslerin sayısı ile alâkalı verileri, ilk önce hadîs sayımı noktasından ele alma gereği vardır. Hadîslerin sayımı konusuna geçmeden önce hadîsin tanımı ve kapsamı üzerinde durmamız yerinde olacaktır.

Muhaddisler arasında yaygın olan kanaate göre hadîs terimi, Hz. Peygamber'in sözleri, fiilleri, takrirleri, ahlâkı ve şemâili ile ilgili bilgilerin yanı sıra aynı zamanda sahâbe ve tâbiûna izafe edilen haberlerdir, şeklinde ifade edilmektedir. Söz konusu tanımdan da anlaşılacağı gibi, Hz. Peygamber'in yalnız sözleri değil, onun fiilleri, olaylar karşısında takındığı tavrı, vasıflan, ahlâk ve şemâili de hadis ilmi içerisinde ele alınmış ve bütün bunlar hadîs olarak mütalâa edilmiştir. Resûlullah'ın fiilleri onun sözü değildir.

Bunlar sahabeye aittir. Sahâbiler, Hz. Peygamber'in ya bir fiilini, ya bir takririni veya ahlâkını yahut da şemâilini anlatmış ve her biri bu haberleri kendilerine ait lâfızlarla nakletmişlerdir. Onların Hz. Peygamberin çeşitli yönleriyle anlatmaları sonucunda ortaya çıkan bu lâfızlar da hadîs kapsamına dâhil edilmiştir. Öte yandan bazı muhaddisler tarafından hadîsin kapsamı daha da genişletilerek Hz. Peygamberin peygamberlikten önce söyledikleri ve yaptıkları da bu çerçeve içine alınmıştır.

Diğer taraftan bazı muhaddislerin beyanına göre hadîs, yalnız Hz. Peygamberim söylediği sözler, yaptığı fiiller ve tasvip ettiği davranışlar manasına gelirken, muhaddislerin çoğunluğunun katıldığı görüşe göre ise, Hz. Peygamber ve aynı zamanda sahâbe ile tâbiûn sözleri, fiilleri, hukukî kararları ve tasviplerinden oluşmaktadır. Ancak Hz. Peygamber'in hadîsleri için "merfû"', sahâbe sözleri için "mevkûf" ve tâbiûn sözleri için de "maktû"' terimleri kullanılmak süreriyle aradaki fark belirtilmek istenmiştir. Hadîsin ne olduğu ve nelerin hadîs kapsamına girdiği hususunda birden fazla tanım ve yaklaşım mevcuttur. Bu tanım ve yaklaşımların değişik olması hadîs sayısı bakımından birbirinden farklı sonuçlar doğurmaktadır. Dolayısıyla hadîs sayıları ve sonuçları söz konusu edildiğinde ileri sürülen fikirlerin kim tarafından, hangi maksatla söylendiğini bilmek ayrıca önem kazanmaktadır.

Hadîslerin sened, metin, mevzû' ve sıhhat bakımından nasıl sayıldığı ve sayılabileceği hususlarında değişik uygulamalar ve görüşler bulunmaktadır. Nitekim metni aynı fakat senedi farklı olan bir hadîsi, bazı âlimler tek bir hadîs sayarken, bazıları da her bir senedi, ayrı ayrı hadîsler olarak değerlendirmişlerdir. Diğer taraftan muhaddislerin ezberinde olan hadîslere dair sayılar zikredilirken kimi zaman mevzûlar göz önünde bulundurulmakta, kimi zaman da hadîsin metni kastedilmiş olabilmektedir.

Bir râvinin rivâyet ettiği hadîslerin sayısı verilirken, bazen mükerrer rivâyetler bu sayıdan çıkarılmakta, bazen de o sayıya dâhil edilmektedir. Öte yandan kimi âlimler, kitaplardaki "muallâk" hadîsleri dikkate almazlarken, kimileri de onları ayrı birer hadîs olarak değerlendirmektedir.

Hadîs sayımı konusunda sözü edilen görüşleri inceleyebilmek ve oldukça İzafî olan bu konu hakkında yorum yapabilmek için hadislerin sayımında kullanılan bu farklı ölçüleri incelemek gerekmektedir.
Bir hadîs sened ve metinden oluştuğuna göre, hadîs sayımında her ikisi de vazgeçilmez unsurdur. Senedi aynı olduğu halde metinleri farklı hadîsler bulunabileceği gibi, metinleri aynı olduğu halde senedleri farklı hadîsler de bulunmaktadır. Hatta kimi zaman metni aynı olan bir hadîsin birbirinden farklı pek çok senedinin olduğu görülmektedir.

İşte bu gibi durumlarda hadîs sayımı konusunda farklı değerlendirmeler yapılmakta ve değişik sonuçlar ortaya çıkmaktadır. Aym şekilde sahâbe sonrası senedleri çoğalan hadîsler olduğu gibi, sahâbe tarîklerinin çokluğu ile de meşhûr olmuş bir hayli hadîs bulunmaktadır.
Fakihler hadîs sayımı konusunda muhaddisler gibi düşünmediklerinden hadîslerin sayısı hakkında verilen rakamlarda her iki grup arasında görüş farklılığı mevcuttur. Hadîsçilere göre, lâfız, mana ve vâkıa aynı kalsa da râvi olan sahâbi değiştikçe, o rivayet ayrı bir hadîs sayılır. Fıkıhçılara göre ise durum böyle değildir. Onların hadîs sayımı konusundaki tutumlarını Abdülaziz b. Şah Veliyyullah ed-Dihlevî (ö. 1824) şöyle açıklamaktadır:

"Fakihlerin örfünde durum değişiktir; onlara göre itibar manayadır. Mana aynı olduğu müddetçe hadîs daima tektir. Bazı fazlalıklar asıl mana ile beraber olduğu müddetçe sayıya dâhildir. Manayı değiştirmeyen bu fazlalıklar sayıyı da değiştirmez. Fakihler, faide temin eden kısma; "medâr-i hükm" olan bölüme bakarlar o kadar. Bakışları istinbâttır, onunla neticeye varırlar."

Ahmed b. Hanbel'in bir milyon, Ebû Zur'a er-Râzî'nin yedi yüz elli bin hadîs ezbere bildikleri hakkındaki rivâyetlere rağmen, bugün elimizde bu sayılara nispetle çok az hadîsin bulunduğunu söyleyerek itiraz edenlere karşı Abdülhay el-Kettânî'nin (ö. 1962) verdiği cevap, farklı hadîs tarîklerinin, hadîslerin sayısına etkisini ortaya koymaktadır: "Bu büyük rakamlardan maksatları, sünneti, ashâb ve tâbiûnun asarını kapsayan rivayetlerdir. Yahut da onlar bununla hadîsin çeşitli rivayet yollarını kastediyorlar ve her bir tarîki bir hadis sayıyorlardı. Bazen hadîs bir tane olur da rivayet yolları, lâfızlarının farklılığı ve onu rivayet edenlerin çokluğu bakımından bir tek hadîs yüz hadîs sayılır. Çünkü onlar, 'Biz bir hadîsi yirmi yoldan (vecih) yazmazsak onu tanıyamayız' derlerdi." Görüldüğü gibi senedi ya da metni farklı olan hadîslerin, aynı hadîs mi, yoksa muhtelif hadîsler mi sayılacağı konusunda değişik görüşler bulunmaktadır.

Özetlemek gerekirse hadis sayısının artışında şu etkenlerden bahsetmek mümkündür:

a. Hadîsin tanımı: Merfu, yani Hz Peygamber'e ait hadisler hadis tanımına dahil olduğu gibi sahabe ve tabiun söz ve filleri de hadis tammına dahildir. Bu durum otomatik olarak hadis sayısını artırmaktadır. Muvatta'ya bakıldığında üçte biri merfu, üçte ikisi mevkuh ve maktu hadistir.

b. Hadîs tarikleri: En önemlilerinden biri budur. Metin aynı olmakla birlikte farklı olan isnadlar ayrı birer hadis olarak sayılmaktadır. Bir metin 10 sahabiden nakledildiğinde bu hadis 10 hadis olarak sayılmaktadır. Oysa metin birdir. Hatta diğer tabakalarda değişen ravi sayısına göre de hadis sayısı artabilmektedir. Bu da doğal olarak hadis sayısının fazla olmasına sebep olmaktadır.

c. Hadîslerin sıhhati: Bahse konu olan 1 milyon hadis içerisinde sadece sahih ve hasen olanlar yoktur. Hatta daha fazlası zayıf, çok zayıf ve mevzu hadistir. Ki, bunların çoğu kitaplarda nakledilme-miştir. Muhaddisler ravilerini tanımak için onları bellemiş, ancak çoğunu rivayet etmemişlerdir.

d. 1 milyon hadise bakıp hadisçilerin "sürekli konuşan bir peygamber" arzu ettiklerini iddia edenler vardır. Buna göre peygamberin bu kadar konuşması mümkün değil. Öyle olsun, mümkün değil! Peki ne kadar arzu eder bu beyefendiler "mümkinat" için? Anlaşılan o ki, 6000 hadis makul bir rakam. Demek ki, Peygamber'in ne kadar konuşması gerektiğine de artık biz karar veriyoruz. Bir İznik konsili gibi konsil oturumları yapıp karar almadığımız kaldı?!! Bir peygamber bu kadar konuşur mu, diye lüzumsuz soru soranlar önce hadisin tanımına neyin dahil olduğuna bakmalıdır. Hadîs, söz, fiil ve takrirden oluşmaktadır.

Yani sahabenin gördükleri de hadis kapsamındadır. Dolayısıyla Hz. Peygamber her zaman, sürekli konuşmamakta, konuştuğundan daha fazla belki de bir davranışta bulunmakta, bu da bize rivayet formunda nakledilmektedir. Buna göre konuşma olarak hadis muhtemelen 6000'ten de azdır. Bunun tespitinin yolu spekülasyon değil, çok ciddi bir araştırmadır. Ama takdir edilir ki, bunun tam tespiti çok zor bir iştir.

e. Son olarak şunu da ifade edelim ki, mevcut hadis kitaplarındaki hadislerin tekrarlarını çıkarırsak elimizde kalan sahih veya hasen hadislerin sayısı tahminen 8-10 bini geçmez. Bu da çok normal bir sayıdır. Ama kesin bir sayı tespit şu aşamada çok zordur.

Prof.Dr.Yavuz Köktaş – Modern Zamanlarda Hadisi Savunmak,syf:218-223
Devamını Oku »

Buharî, Müslim'in; Müslim Buharî'nin hadislerine güvenmemiş midir?



İslamoğlu'nun, konuşmalarına bakıldığında belli ki, Buharî ile bir alıp veremediği var. Özellikle Buharî'yi bertaraf etmek için yoğun çaba sarfediyor. Sahih senedli iftira olur mu derken Buharî'den örnek veriyor. Hatta bir münasebetle Buharî'nin, Sahih'ini kendisinin yazmadığını ileri sürüyor. Ona göre Buharî'den yıllar sonra yazılmış. Tabii ki, böyle olunca insanlar onun hadisleriyle oynamış intibaını veriyor. Buna cevap vermeye gerek yok! Malumdur ki, Buharî, kendi hayattayken eserinin kontrollerini yapmış ve kitap vucüda gelmiştir. Bundan daha da ilginci, hadis tarihi söz konusu olduğunda cehaletini ortaya koyan bir iddiadır. Şimdi ona bakalım:

Diyor ki: Sahih isimli eserler var. Bunların başında Buharî'nin Sahih'i gelir. Müslim'in, İbn Hibban'ın Sahihleri var. Ama bu sahihlik iddiası bu eserleri derleyen insanların içtihadıdır. Yani Buharî'nin Sahih'indeki hadislerin sahih olması, kendi kritelerine göredir. Müslim de öyle. Buharî'nin sika dediği ravilerden 420 küsürüne talebesi Müslim güvenilmez demiş ve onların hadislerini kitaplarına almamıştır. Talebesi Müslim'in güvenilir dediği 600 küsür raviye ise hocası Buharî güvenilmez demiştir. O zaman güvenilmenin kriteri ne? İctihadîdir. O halde bir hadisin sahih olması, ona sahih diyene göredir. Yoksa Efendimizin dudaklarından döküldüğü anlamına gelmez.

Şu bir gerçek ki, hadislerin sıhhati meselesi ictihadidir, bu doğrudur. Ama bu doğruyu Sahih hadis kitaplarının çok da bağlayıcı olmaması bağlamında söylemek şüpheleri artırmaktadır. Bu, Kur'an ve sünnetten hüküm çıkarmanın ictihadî olduğunu söylemeye benzer. Bunu demeye gerek var mıdır? Bunu bilmeyen mi vardır? Elbette ki, ictihad olacaktır. Bu durumda müctehidin dışındaki insanlar ya bu içtihada tabi olacak ya da kendileri de ictihad edecek seviyede iseler bağımsız ictihadda bulunacaklardır.

Hadîste de durum aynıdır. Ya bağımsız olarak hadislerin sıhhatini belirlemek suretiyle ictihad yapılacak ya da yapılamıyorsa bir muhaddisin içtihadına uyulacaktır. Bunu bir yana koyarak yukarıdaki iddiayı özetleyelim. Buna göre Müslim, Buharî nin 420 küsür ravisine; Buharı de Müslim’in 600 küsür ravisine güvenilmez demiştir. Eğer böyleyse iş vahim!!

Peki gerçekten öyle midir?

Meselenin aslı şudur: Müslim'de olmadığı halde Buharî'nin münferiden rivayette bulunduğu rical sayısı 430 küsürdür. Bunlardan haklı veya haksız, az veya çok haklarında tenkit söz konusu olan ravi sayısı 80'dir. Buharî'de olmadığı halde Müslim'in münferiden rivayette bulunduğu ravi sayısı ise 620'dir. Bunlardan haklarında tenkit bulunanı 160'dır. Haklarında tenkit olanlardan, Buharî'nin münferiden rivayette bulunduğu kişilerin çoğu, kendi hocalarıdır. Onları görmüş, onlarla oturmuş, hallerini bilmiş, hadislerine muttali olmuş, sahih rivayetlerini vehimli rivayetlerinden temyiz edebilmiştir. Halbuki, böyle ravilerden Müslim'in münferiden rivayette bulunduğu kişilerin çoğu tabiiler ve önceki dönemlerin insanlarıdır. Şüphesiz insan görüp tanıdığı hocasının hadisini, görmediği insanların rivayetlerinden daha iyi bilir. (Kemal Sandıkçı, Sahih-i Buhari Üzerine Yap,lan Çalışmalar, s. 16.)

Şimdi buradan şu sonuçlar çıkar:

1. Bir kere Buharî ve Müslim mukayese yapılmakta; buradan da hangisinin daha üstün olduğu ortaya çıkarılmak istenmektedir. Buna göre Buharî'de şöyle böyle hakkında tenkit bulunan ravi sayısının Müslim'inkinden az olduğu ortaya çıkmaktadır. Bu da tabii ki, Buharî'nin ravi açısından Müslim'den üstün olduğunu gösterir.

2.  Verilen rakamlar da meselenin anlaşılmadığını gösterir. 420 küsür rakamı Müslim'in rivayet etmeyip olmayıp sadece Buharî'nin rivayette bulunduğu ravi sayısıdır. Bunlardan 80'i haklı veya haksız hakkında laf edilmiştir. Yani eleştirilen ravi sayısı 420 değildir. 600 küsür rakamı da Buharî'de olmayıp sadece Müslim'in nakilde bulunduğu ravi sayısıdır. Bunlardan tenkide konu olan ravi sayısı da 160'dır. Yani eleştirilen ravi sayısı 600 değil, 160'dır.

3. Bunlardan daha önemlisi ise yukarıdaki ifadelerin Buharî  ve Müslim in birbirlerinin ravilerine güvenilmez demekle ilgisinin bulunmadığıdır. Müslim, Buharî'nin 420 ravisine, hatta 80 ravisine güvenilmez dememiştir. 420 raviden mak-sad, sadece Buharî'de olan, Müslim'de olmayan ravi sayısıdır. Aynı şekilde Buharî, Müslim'in 600 ravisine, hatta 160 ravisine güvenilmez dememiştir. 600 raviden maksad, sadece Müslim'de olan, Buharî'de olmayan ravi sayısıdır. Şimdi sadece Buharî'de var diye 420 raviye güvenilmez denilebilir mi?

Aynı şekilde sadece Müslim'de var diye 600 raviye güvenilmez denilebilir mi? Böyle şey olabilir mi? Buharî'nin eleştirilen 80 ravisini de Müslim değil, cerh- ta'dil alimleri eleştirmiştir. Meseleyi böyle ortaya koymak gerekir. Evet, Buharî'de de Müslim'de de tenkide uğrayan raviler vardır. Bunu Buharî ve Müslim'in de dahil olduğu cerh-ta'dil alimleri yapmıştır. Bu durum aslında ne kadar objektif olunduğunu gösterir.

Buharî'de dahi olsa raviler tenkit edilebilmektedir. Bir de "güvenilmez" ifadesi de problemlidir. Sanki "güvenilmez" ise hadisi alınmayacak adam iması verilmektedir. "Güvenilir"in teknik tabiri sikadır. Bir ravi sika değilse, saduk olabilir, ki, hadisi alınabilir ya da zayıf olabilir ki, bunun da hadisi yazılabilir, yani destek almaya müsait demektir. Buharî ve Müslim'in ravileri de böyledir. İçlerinde yalancı veya çok zayıf olan ravi yoktur.
Prof.Dr.Yavuz Köktaş – Modern Zamanlarda Hadisi Savunmak,syf:216-218
Devamını Oku »

Siz hadisleri inkar mı ediyorsunuz?



Ateş olmayan yerden duman çıkmıyor anlaşılan! Bu soru bir röportajda Islamoğlu'na sorulmuş ve şu cevabı vermiştir: "Hadîs konusunda ne toptan süpürüp atan ne de toptan süpürüp alan bir tavrı doğru görmüyorum. Adam kalkıyor diyor ki; "Bana 500 tane de ayet okusan nafile, Buhari çökerse İslam çöker". Müslüman bunu nasıl söyler? Bunu söyledikten sonra hala nasıl müslüman kalır? Mesela siz de Buhari okurken benim gibi şu rivayete rastlasanız, ne yaparsınız:

"Bir yoldan geçerken maymunlar sürüsüne rastladım. Maymunlar toplanmışlar, içlerinden bir maymunu zina ettiği için recm ediyorlardı. Orada durdum ben de onlarla birlikte taş atmaya başladım."

Allah aşkına, siz olsanız bu rivayet karşısında ne dersiniz? Hayvanlar sorumlu mu? Maymunlar nikah mı kıydırıyormuş ki, o maymun zina etmiş? Ne zamandan beri hadler hayvanlara da uygulanmaya başlamış? Bu nasıl akıl, bu nasıl rivayet? Böyle dedik diye "hadis ve sünnet düşmanı" olmakla, Hz. Peygamber'! devreden çıkarmakla itham ediliyoruz. Bu bize yapılan haksızlık değil mi? İftira değil mi?"

İslamoğlu'nun toptan süpürücü olmadığını söylemesi zevahiri kurtarmak içindir.

"Kur'an'ı Anlama Yöntemi" adlı kitabında hadisin temellerini kendince sarsmak için elinden gelen şüpheleri ortaya atıyor, sonra ardından "benim hadisleri inkar ettiğimi söyleyenlere hakkımı helal etmem" mealinde laflar ediyor. Aynen tarihsek! fikirlere hem de Fazlur Rahman'ın tıpkısının aynısıyla kapıldığı halde ısrarla tarihselci olmadığını söylemesi ve tarihselcileri de "Allah, 7. asırda hükmünü verdi, şimdi hüküm vermek sırası bizde" diyerek ağır eleştirmesi gibi.

Tarihselcilerin yerinde olsam İslamoğlu'na okkalı bir cevap vermek isterdim. Ne yani, derdim; "sen de hırsızlık cezası, miras taksimi vs. konularda gaye, amaç, maksad önemlidir ve Allah hedef gösterdi, bunlar makaside göre değişebilir diyorsun, sonra da bizi, şarilik yapmakla itham ediyorsun! Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu!"Neden böyle bir cinlik gösterisi yapıyor?

Niyet okuyacak halim yok! Fakat yer yer verdiğimiz görüşlerine bakıldığında hadislerle arasının iyi olmadığı kolayca anlaşılır. Muhtemelen tepkilerden korktuğu için böyle yapmaktadır. Hadîslerin Kur'an'a arzına vurgu yaptığı malumdur. Ancak Kur'anla tıpatıp aynı olan hadisleri kabul etmek zaten sorun değildir. Nihayetinde bu hadisler ilave bilgi, açıklama, helal veya yasaklar içermemektedir. Bunları kabul etmek hadisleri toptan süpürmemek anlamına gelmemektedir.

Görüldüğü gibi İslamoğlu'nun Buharî takıntısı bu örnekte de depreşmişe benzemektedir. "Buharî çökerse İslam çöker" anlayışına "bu nasıl Müslümanlık?" dediğine göre Buharî olmasa da İslam baki kalır demeye getirdiği açıktır. "Buharî çökerse İslam çöker" şeklinde dile getirilen ifade Buharî'nin önemini vurgulamak için söylenen mübalağalı bir ifadedir. Bir başkası bunu "sahabe çökerse İslam çöker" hatta "Ebu Hureyre çökerse İslam çöker" yahut mezhep imamları çökerse İslam çöker" şeklinde de ifade edebilir.

Burada anlatılmak istenen şey bellidir. Hadîs, ashap ve müctehid imamlar dini anlama konusunda oldukça önemlidirler. Aksi takdirde sadece Kur an değil, mesela İhlas suresi tek başına elimizde kalsa İslam'ı anlamaya yeterlidir; aynı şekilde Asr suresi İslam'ın kuşat cılığını anlatmaya yeterlidir. Böyle dense herhalde bunlardan diğer sure ve ayetlere ihtiyacın olmadığı kastedilmemektedir. Başka hiçbir hadis olmasa da sadece Cibril hadisi elimizde olsa; başka hiçbir hadis olmasa da sadece "haram da bellidir, helal de..hadisi elimizde olsa dinin temel umdeleri ifade edilmiş olur. Bunlar hep birer vurgu, dikkat çekme, mübalağa ifadeleridir.

Evet, İslam bir bütündür. Bir insan kalp, bevin, kulak, burun, göz, dil, kol ve bacaklarla bir bütündür. Şüphesiz kalbi ve beyni olup da burun, kulak, göz, kol ve bacakları olmavan bir insan da insandır, hatta uzun bir süre de yaşayabilir, ama artık o insan kamil ve ma'ruf bir insan değildir. İslam da elbet sadece Kur'anla baki kalır, ama artık kolu kanatı kırılmış bir kuş gibi yahut yukarıda tavsif ettiğimiz üzere bir insan gibidir. Dolayısıyla sadece Kur'an diyerek İslam budur demek, sadece bedene bakarak yahut sadece ruha bakarak "insan budur" demeye benzer. Böyle bir şey olmaz. Bunları bir tarafa koyup meseleye baktığımızda Soner Duman'ın anlatımıyla şunları söylemek mümkündür:
Buharî (Fezâilü's-sahabe, 56), Amr b. Meymûn'dan şunu nakleder: "Câhiliye döneminde, bir grup maymunun zina eden bir maymunu recmetmek üzere bir araya geldiklerini gördüm. Onlar taş attılar, ben de onlarla birlikte taş attım."

Buharî'de geçen bu rivayet özellikle günümüzde çeşitli açılardan itirazlara konu olmuş, iş bununla da kalmayıp topkeyün Buharî'nin ve onun nezdinde bütün hadis kitaplarının güvenilirliği ciddî bir biçimde sorgulanmıştır.

Bu rivayet ile ilgili yaptığım araştırmalar sonucu edindiğim mülahazalarımı belirteceğim:

• Bu rivayet, Buharî tarafından ne Hz. Peygamber (s.a.v.)'e ne de ashab-ı kirama isnad edilmiş değildir. Rivayette yer alan olayın kahramanı Amr b. Meymun, hicri 74 yılında vefat etmiştir. Aslında câhiliye ve İslam dönemini görmüş olmasına rağmen peygamberimizi göremediğinden sahabe kapsamına dahil değil, klasik tabiriyle "muhadramûn" kapsamındadır.

• Buharî bu hadisi, bir hüküm çıkarma meyanında değil hadiste câhiliyyeye ilişkin bir bilgi verildiği için "eyyamü'l-câhiliyye" başlığı altında ele almıştır. Nitekim Kurtubî bu konuda şöyle demiştir: "Şayet bu rivayet sahih ise Buharî'nin buna yer vermesi Amrîın cahiliye dönemine ilişkin zanmnı onaylamak anlamında değil yalnızca Amr'ın cahiliye dönemine yetişen birisi olduğunu ifade etmek içindir." (el-Câmiu li Ahkâmil-Kur'ân, 1,442)

•  Amr b. Meymun, câhiliyede şahit olduğu bir olayı -şayet böyle bir olay gerçekten yaşanmışsa- tamamen kendi kurgusu / tasavvuru/algısı ile anlatmıştır. Zira hayvanlar arasında (özellikle de maymunlar arasında) kavga, mücadele, birbirine vurma, taş, meyve vb. şeyler atma sıklıkla görülen bir durumdur. Muhtemelen Amr b. Meymun da gözleri önünde cereyan eden bir çiftleşme sonrasında maymunlar arasında meydana gelen bu olayı kendi kurgusuyla bu şekle dönüştürerek anlatmıştır.

•Hayvanların dince mükellef olmadığı, hayvanların fiiline sevap, günah bağlanmadığı, dolayısıyla onların çiftleşmesine nikâh ya da zina denilemeyeceği ittifakla kabul edilen bir husustur.

•Amr bin Meymun'un gördüğünü kendi yorumlarıyla bu şekilde anlatmış olmasına gerek klasik dönemde gerekse günümüzde özellikle ehl-i hadis içinden çeşitli itirazlar yöneltilmiştir.

İbn Kuteybe, bu rivayete yönelik olarak ileri sürülen itiraza cevap verirken, bunun tamamen Amr b. Meymun'un kendi zihinsel çıkarımı olduğunu, yoksa maymunların kendilerinin böyle bir şeyi haber vermelerinin söz konusu olmadığını, onlar hakkında zinanın da söz konusu olmayacağını belirtmiştir. (Tevilü muhtelefil-hadis, s. 255-256)

İbn Abdilberr bu rivayet ile ilgili olarak "ilim ehlinin bir grubuna göre maymunlara zina izafe etmek ve onların had cezası uyguladığını ileri sürmek münker bir durumdur" diye belirtmiştir, (el- Istîâb, IH, 1206)

Modern dönemde ehl-i hadisin önde gelen simalarından Elbânî de bunun şu açılardan münker bir durum olduğunu belirtmiştir: Bir maymunun zina ettiği nasıl söylenebilir? O maymunun daha önceden başka bir maymunla evli olduğunu nereden bilebiliriz? Hayvanların birbiriyle nikâhlı olduğu söylenebilir mi ki? Farz edelim ki bunların hepsi mümkün, peki Amr b. Meymun, maymunların taşlamasının bu sebeple olduğunu nereden bilebilir ki?

Sonuç:

•Söz konusu rivayet Buharî'nin hüküm çıkarmak veya içeriğini tasdik etmek için değil, câhiliye dönemine yetişmiş olan bir şahsa dair bilgi vermek üzere aktardığı bir rivayettir.

•Bu rivayette anlatılan olay tamamen ravi tasavvur ve tasarrufuna dayanmaktadır.

• Bu rivayette anlatılan olayı saçma, akıl dışı bulmak veya akla uygun bulmak sonuçta bir inanç meselesi değildir.

•Olayın kendisinin saçma ya da akıl dışı olduğu varsayılsa bile, bu durum, kişisel tecrübesini kendi yorumlarıyla aktaran Amr b. Meymun'un sorunudur. Buna yer veren Buharî'nin güvenilirliğini zedelemez. Siz, "ben havada uçuyorum" diyen birinin sözünü başkasına "filan kişi havada uçtuğunu söylüyor" diye aktardığınızda yalan söylemiş olmazsınız, havada uçuyorum diyen kişinin hezeyanını "sahih" bir şekilde aktarmış olursunuz. Vallahu alem.(1)

Prof.Dr.Yavuz Köktaş-Modern Zamanlarda Hadisi Savunmak,syf:326-330

Dipnotlar:

(1)- İbn Abdilberr "zina ve recim" hükmünü maymunlara isnat ettiği için bu rivayetin sahih olmadığım, şayet sahih ise, bunların maymun kılığına girmiş cinler olduğunu belirtmiştir. Humeydi de bunun asıl Buharî'nin nüshalarında bulunmadığını bildirmiştir. Ancak, İbn Hacer, bu gibi tereddütlere mahal olmadığını, kendisinin Buharî'nin nüshalarının çoğunluğunu gördüğünü ve hepsinde bu rivayetin yer aldığım söylemiştir. Ayrıca şunu da ifade etmek mümkündür: Rivayette yer alan "zina-recim" kavramlarının maymunlar hakkında kullanılmış olması, -benzetme yoluyla -yapılan mecaz bir ifadedir. Dolayısıyla, bu ifadelerden maymunların mükellef oldukları, zina yapmaları onları mesul edeceği, cezasının da recim olduğu hükmü çıkarılmaz. Öyle anlaşılıyor ki, kıssayı anlatan Amr b. Meymun, kıssayı daha da süslendirmek, muhatapların hayretlerini arttırmak, zina suçunun cezasının ne kadar adil ve fıtri olduğunu belirtmek için, maksadını mecaz yoluyla, insanlar için kullanılan aynı kavramları kullanmayı uygun görmüştür. Bununla demek istemiştir ki; zina olarak ifade edilen suç o kadar çirkindir ki, maymunlar bile buna tahammül etmezler. Keza recim cezası o kadar uygundur ki, maymunlar gibi hayvanlar bile yabancı bir maymunla yatması durumunda onu recm eder.
Devamını Oku »

İplerin koptuğu an: Namaz



Şimdi aktaracaklarımıza acaba fikir denilebilir mi? Fikir deni­len şey bu kadar basit, bu kadar delilsiz, bu kadar tarihinden ko­puk olabilir mi? Artık bu iddia dalaletin zirvesini temsil ediyor, diyebiliriz. Bu iddia; iddia edenlerin niyetlerini açık bir şekilde ele veriyor. Hadîse, hadis imamlarına duyulan nefretin tavan yaptığı anlaşılıyor. Bunlara nefret duyuluyor duyulmasına da, üstüne üst­lük, göreceksiniz elin gavuru baş tacı yapılıyor yine. İmamlarımızın, muhaddislerimizin kitapları güvenilir değil, ama göreceksiniz oryantalistin kitabı hem de tek başına tek hüccet olarak öne sürülüyor.

Bir hadis tâ baştan itibaren mesela 10 hadis kitabında kaydediliyor, ama bu beyefendiler (!) için hiçbir anlamı olmuyor, bir türlü güven duyamıyorlar, ama göreceksiniz İslam'a düşmanlık besleyen oryan­talistin bir kitabı başka hiçbir desteği olmaksızın, en ufak bir zan, şüphe beslemeksizin tek başına dinin kaynağı oluveriyor! Tam bir rezalet! Esasen böyle iddiaları burada ele almaktan, kaale almaktan utanıyorum. Sırf gençliğe zerk edilen bu zehirleri temizleme adına bu satırları kaleme alıyorum.

Önce İslamoğlu ne diyor bakalım: "Düne kadar, eee namazın rekatını kim öğretti; namaz nasıl kılınır onu kim öğretti; işte hadis olmazsa olmaz; ideolojik hadisçiliğin bir de böyle sallaması var, anlatabiliyom mu? Hayır, bu namaz, peygamberden peygambere ne­siller boyu intikal etti; Hz İbrahim'den beri de tüm peygamberler üzerinden Yahudi nesilleri de bu peygamberi uygulamayı nesilden nesile aktardılar; biliyorlardı, yapıyorlardı; bugün iş patladı; internet çıktı, sahtekârlık bozuldu; şimdi Yahudileri kendi ibadethanelerinde namaz kılarken görüyor millet! (Bakara, 83) Allah Beni İsrail'den söz aldı; Beni İsrail namazı kılıyor yani, bunda garip bir şey yok ki!"

Bu anlayışı teyiden başkaları da devreye girmiş, namaz ahka­mının hepsinin Kur'an'da olduğunu söylemiştir. Buna göre namaz ahkamının tamamı elbette ki Allah tarafından tayin edilmiştir ve bunların tamamı Resulullah'a Kur'an ile bildirilmiştir. Resulullah, namazla ilgili Kur'an ahkamını tatbik etmiştir. Dolayısıyla namazın hiçbir rüknü Resulullah tarafından tayin edilmiş veya bu rükünler O'na Kur'an dışı vahiyle bildirilmiş değildir. Namaz rükünlerinin tamamı Kur'an ile bildirilmiştir. Bu nedenle namaz ahkamının ta­mamını Kur'an'da bulmamız mümkündür. Bu ayetlere göre, namazı belli vakitlerde (sabah, öğle, ikindi, akşam ve yatsı) kılmak, namaz öncesinde abdest almak (su yoksa teyemmüm yapmak) veya gere­kiyorsa boy abdesti almak (gusül), namaza niyetle kıbleye (Mescid-i Harama) doğru yönelmek, tekbir getirmek, kıyamda durmak, Kur'an'dan kıraat yapmak, rüku etmek, secdeye kapanmak ve kade-i ahire yapmak Kur'an'm emrettiği şart ve rükünlerdir.

Evet, bir parantez açıp Kur'an'da geçtiği ifade edilen bazı rukunları ele alalım. Namazın vakitlerine değinmeyeceğim. Nihayet Kur'an'daki ifadeler üçe de beşe de muhtemeldir ve sünnet üç ih­timalini sıfırlayarak beş vaktin olduğunu beyan ediyor. Ve sünnet olmadığında namaz vakitlerinin beş olduğunu söylemek asla müm­kün olmayacaktır! Diğerleri niyet, tekbir ve kade-i ahiredir. Şunu hemen ifade edelim ki, namazın önceki ümmetlere de farz kılındığı noktasında hiçbir problem yoktur. Hatta kıyam, ruku, secde, kıraat gibi temel hususlar hepsinde ortaktır. Şimdi örneklere bakalım.

Mesela niyetle kıbleye yönelmek: "Bakara/144: [Ey Peygamber!] Biz senin [belki bir vahiy gelir ümidiyle] yüzünü sık sık göğe çevirip durduğunu görüyoruz. [Artık gönlün rahat olsun]; işte şimdi seni memnun edecek kıbleye yöneltiyoruz. Bundan böyle [namaz kılar­ken] yüzünü Mescid-i Harâm'a [Kâbe'ye] çevir."

Burada kıbleye dönmek açıktır, ancak niyet bu ayetin neresin­de?

Bakara/150: "Evet, nereye gidersen git; yüzünü/yönünü Mescid-i Haram tarafına çevir. [Ey Müminler!] Siz de her nerede olur­sanız olun, yüzünüzü/yönünüzü Mescid-i Haram tarafına çevirin. Böylece şu halkın içinde -hakikati çarpıtmaya şartlanmış olanların sırf inattan dolayı ileri geri konuşmaları hariç- kimsenin kıble husu­sunda size karşı kullanacakları bir delili kalmasın."

Burada da kıbleye dönmek var, ancak niyet yoktur! Niyet için başka nassa gerek vardır. O nerde?!

Tekbir getirmek: İsra/111: "[Ey Peygamber!] "Bütün övgüler, hiçbir çocuk edinmeyen ve hükümranlığında hiçbir ortağı bulunma­yan, acze düşmediği için herhangi bir yardımcıya da muhtaç olma­yan Allah'a mahsustur" de ve [bütün bu kemal sıfatlarıyla muttasıf olan] Rabbinin en yüce olduğunu ilan et. (kebbirhu tekbira)"

Yani tekbir getirerek Allah'ı yücelt! Peki bunun namaza başlar­ken tekbir getirmekle ilgili olduğunu nereden çıkarıyoruz? En ge­nel anlamıyla tekbir Allah'ın büyüklüğünü temaşa ettiğimiz her bir olay için getirilir, diyebiliriz. Namazda tekbir sünnetle sabittir. Şunu söylemek de mümkündür: Allah genel olarak tekbiri buyurmuş; Resulullah da onu hem namaza hem de başka ibadetlere uygulamıştır. İşte bu da sünnetin uygulayarak beyan fonksiyonunu ortaya koyar.

Kade-i ahire: Al-i İmran/191: "Nitekim onlar kâh ayakta iken, kâh oturur vaziyette iken, kâh yatar hâlde iken (kıyamen ve kuûden ve ala cunubihim) Allah'ı anarlar; göklerin ve yerin yaratılışı hak­kında düşünürler ve "Rabbimiz!" derler, "Sen bu kâinatı boş yere yaratmadın. Sen yüceler yücesisin. Bizi cehennem ateşinden muha­faza buyur!"

Bu ayet en genel anlamıyla herhalde Allah'ı zikretmeyi ve kai­natı tefekkür etmeyi vurgulamaktadır. Bu ayetin doğrudan namazla ilgisi yoktur. Şayet namazla ilgisi olsaydı, yan üzere yatmak da na­mazın farz veya rukunlarından biri olurdu. Bütün bunlar maalesef Hz. Peygamberim sünnetinin fonksiyonunu ortadan kaldırmak için yapılan zorlama yorumlardır. Buna neden başvurulduğunu anla­mak mümkün değildir! Hep söylüyoruz; sünnet olmaz ise Kur'an'a kırk takla atlatılarak oradan hükümler çıkarılır ve Kur'an haşa mas­karaya çevrilir. Buna gerek var mıdır?

Şimdi diğer bir konu hakkındaki iddiaları görelim. Rekat sayı­lan hangi ayetle düzenlenmiştir?

'Rekatı, 'rüku' demektir. Namazda 'rüku' yapmayı emreden Kur'an, bunun kaç kez tekrarlanacağını yani namazların rekat sayılarını da elbette ki belirlemiştir. Kur'an'ın rekat sayılarını bildiren ayeti/formülü şudur; "Namazı ikame edin (dosdoğru kılın) ve ze­katı verin ve rükû edenlerle birlikte siz de rükû edin." (Bakara 43)

'Namazlarınızı rüku edenlere tabi olarak kılın' anlamına gelen bu ayet tüm namazların rekat sayılarını belirleyen ve öğreten Kur'ani bir buyruk/formüldür. Hatta bu buyruk, sadece rekat sayılarını de­ğil tüm namaz ahkamının tatbikatını öğreten bir formüldür. Allah Teala, namazların kaç rekat olduğunu ve nasıl kılınacağını mümin­lere böyle bildirmiştir. Kur'an'ın bu amaçla kaynak gösterdiği adres (verdiği link) ümmetin fiili tatbikatıdır. Hedef adres bir metin veya söz değil her gün beş vakit namaz kılan cemaatin canlı uygulaması­dır. Kur'an bize şunu telkin etmiş olur: 'Ey Müminler! Namazların rekat sayılarını mı öğrenmek istiyorsunuz? Camilerdeki cemaate uyarak (rüku edenlerle birlikte rüku ederek) namaz kılın. Böylece otomatik olarak rekat sayılarını öğrenin. Hatta tüm namaz ahkamı­nın tatbikatını, namazların kılınma biçimini de...'

Namazların kılın­ma biçimi asırlar öncesinden günümüze Kur’an'ın bu formülü (üm­metin bu mütevatir tatbikatı) sayesinde intikal etmiştir. Resulullah kaç rekat ve nasıl namaz kıldı ise bu mütevatir intikal sayesinde biz müminler de öyle kılarız. Camilerde cemaatle kılınan farz namaz­lar, hem namazların rekat sayılarını bildiren ve hem de namazların kılınma biçimini bize öğreten mütevatir tatbikattır (sünnet). Bizler, resimli namaz hocası kitaplarına ve/veya hadislere dayanarak değil Kur'an'ın bu ayetine dayanarak yani 'rüku edenlerle birlikte rüku ederek' namazlarımızı eda ederiz. Böylece namazların rekat sayıları dahil kılınma biçimini fiili tatbikatla öğrenmiş oluruz.

Bu durumu şu örnekle izah etmeye çalışalım: Hiçbir İslami bilgisi olmayan bir gayrimüslim bugün Müslüman olsa ve nasıl namaz kılacağını sorsa ona şöyle deriz: "Bir grup mümin beş vakit namazı daima camide topluca kılar, sen de git topluca namaz kılan bu müminleri taklit ederek abdest al ve onlarla birlikte namaza dur, onlar ne yapıyorsa sen de aynısını yaparak onları taklit et (rüku edenlerle birlikte rüku et). Böylece namazı kılmış olursun. Cemaatle kılınan bu namazlarda hiç kıraat yapmasan bile olur. Çünkü kıraati zaten tüm cemaat adına imam yapar. Zamanla bazı ayetleri ezberlersen bilahare sen de tek başına namaz kılabilirsin." Bizim bu önerimizi tatbik eden bir insanın namazı ile namazlarımız arasında rekat sayıları bakımından her hangi bir fark olabilir mi?

Görüyorsunuz, bir gayr-i müslim camiye gittiğinde namazın nasıl kılındığını öğrenmiş olacak. Çünkü rukuya gidenlerle birlikte rukuya gidiniz, ayeti var. Yani bu gayr-i müslim camiye gitmezse namazı öğrenemeyecek mi? "Ben evimde kılmak istiyorum, nasıl namaz kılacağım?" dediğinde biz ona caminin yolunu mu göstere­ceğiz? Hz. Peygamber zamanında her mü'min camiye geldi de na­maz kılmayı öyle mi öğrendi? Peki Hz. Peygamber hangi camide namazı öğrendi? Öyle ya! Önce kendisinin bu namazı öğrenmesi la­zım ki, başkalarına da öğretebilsin! O zaman nerde öğrendi namazı?

Bu ayetin geçtiği Bakara Suresi, medeni bir suredir. Acaba Mek­ke'de "rukuya gidenlerle birlikte rukuya gidiniz" ayeti nazil olmuş muydu? Mekke'de namaz kılındığına göre nasıl kılmıyordu? Bilin­diği kadarıyla Mekke'de cami yoktu, bireysel namaz vardı. Bu du­rumda sahabe namaz kılmayı nasıl öğrendi?

Bunun yaranda şayet ruku edenlerle ruku ederek namazı mütevatir olarak öğreneceksek, namazla ilgili pek çok mesele daha var. İmamlık, cemaat, namaz tamamlama, saf düzeni, ezan vb. Bunları da ruku edenlerle birlikte öğreniyoruz. Bunları kabul edeceksek, sünnetle gelen uygulamayı kabul etmiş olacağız. O halde bu durum mütevatir sünneti kabul ediyoruz anlamına mı geliyor? Mütevatir sünnete evet, haber-i vahide hayır yani. Ancak şu iddiayı dile geti­renler, mütevatir dahi olsa hiçbir şeyin sünnetle tayin edilmediğini söylüyorlar. Onlara göre -yukarıda denildiği gibi- namaz ahkamının hepsi Kur’an'da vardır. Bir tarafta mütevatir uygulamadan namazı öğrenmek; diğer tarafta her şeyin Kur'an'da olması. O zaman karar vermeliler; her şey Kur'an'da var mı? Yoksa Kur'an'ın bazı emirleri­nin nasıl yerine getirileceğini sünnetten de öğreniyor muyuz?

Eğer sünnetten de bir şeyler öğreniyorsak peki biz "Resulullah'a itaat edin" ayetine bakarak Kur'an'da olmayan ahkamı öğrenmek istedi­ğimizde neden hop oturulup hop kalkılıyor? Siz "rukuya gidenlerle rukuya gidin" ayetine bakarak, uygulamaya başvuruyorsunuz ve ahkamı öğreniyorsunuz. Biz "Resule itaat edin" ayetine bakarak ah­kamı öğrendiğimizde size ne oluyor Allah aşkına?! Burada şu örneği versek; ezan mesela; ezanı dinin bir hükmü kabul edebilecek mıyız.?

Kur'an'da yok! Sünnetle sabit ve mütevatir olarak gelmiş! Ezanı ka­bul edersek, dine ilavede bulunmuş olmayacak mıyız? Ezanı red­dedersek, mütevatir bir uygulamayı inkar etmiş olmayacak mıyız?

Bazen ne diyeceğimi bilemiyorum! Ben kalkmış neye cevap ve­riyorum! Namazı nerden öğreniyoruz? Bunu ispat etmeye çalışıyo­ruz. Enerjimizi bu tip şeylere mi harcayacaktık? Ümmetin ihtilafsız hallettiği şeylerle ümmeti yeniden meşgul etmenin bizi rıza-ı ilahi­ye yaklaştıracağını mı zannediyoruz? Yazıklar olsun bize! Namazı bile kendi ideolojilerimize kurban etmişiz! Neden? O kadar sırıtıyor ki, nedeni? Çünkü namaz sünnet savunucularının elinden alınma­sı gerekir. Sünnetin beyanı olarak namaz orada durduğu müddet­çe hadissiz sünnetsiz yapamayacağımız açıktır. O halde ne yapıp yapıp namazı da Kur'an'a bağlayıp Peygamberle sünnetle bağını koparmamız gerekir. Anlayış bu işte! Ancak olmuyor! Bir taraftan namazın bütün ahkamıyla Kur'an'da olduğunu söyleyeceksiniz; ol­mayınca "ruku edenlerle ruku ediniz" diyerek mütevatir sünneti adres göstereceksiniz.

Böylece rekatların Kur'an ile farz kılındığını söylemiş olacaksınız ve böylece ümmetin bütün sorunlarını çözmüş olacaksınız. Yazık! Aklıma gelmişken şunu söylesem; namaz için ca­miye gitmek şart bunlara göre; yani farz. Eğer "ruku edenlerle bir­likte ruku etmemiz" emredilmişse cemaatle namaz farz olmaktadır. Peki bu iddiayı dillendirenler, namazlarım cemaatle mi kılıyorlar? Nitekim İbn Hazm de aynı şekilde düşünmüş ve tek başına namazın geçerli olmadığını söylemiştir.

Şimdi bunlar cemaatle kılmadıkları namazları nasıl değerlendiriyorlar? Şayet şöyle diyorlarsa; biz cami­de namazı öğrendik, artık sonradan ferdî olarak evde de kılabiliriz. İyi de bunu nerden çıkarıyorlar? Ayet ve emir açık. "Ruku edenlerle ruku edin." Öğrendikten sonra evlerinizde kılabilirsiniz, şeklinde bir mana burada yok! Bu manayı verirsek, Kur'an'ı hevamıza uydu­ruyoruz, anlamına gelmez mi? Sırf hadisleri reddetmek için kendi­nizi büyük bir külfetin altına sokuyorsunuz. Sokuyorsunuz sokma­sına da sonra da buna riayet ediyor musunuz onu da bir Allah bilir!

Şu hususu burada ifade etmeliyim: Evet, namaz kadim bir ibadettir. Bütün peygamberlerde bu ibadet vardır. Kur'an, bunun temel rukunlarına değinmiştir. Ancak vakit, rekat ve diğer ayrıntıları Kur'an'da yoktur. Allah Resulu bu kadim ibadeti Yahudileri görerek yahut -olmadı ya!- onların sinagoglarına giderek öğrenmedi. Ceb­rail (a.s), Peygamberimize geldi ve geçmiş ümmetlerde de bulunan bu namazı bugün kıldığımız şekilde vakitlerini ve rekatlarını da tam olarak tayin ederek öğretti. Bir anlamda ehl-i kitapta da olan bu iba­detin aslını-esasını göstermiş oldu. Çünkü ehl-i kitabın bu ibadeti de tahrif etme ihtimalleri yüksekti. Dolayısıyla bunu yahudilere bağla­manın ne manası var Allah aşkına!

Şimdi gelelim bu iddianın daha ileri boyutuna. İslamoğlu'nun kısmen değindiği boyuta. Yahudilerden namazın alınması boyutu­na. Herhalde bunlar ekip olarak çalışıyor. İddia şöyle:

Kur'an'da namaz kılınmasına yönelik bir emir genelde şu şekil­de karşımıza çıkar: "... O namazı kılın ve o zekâtı verin." (Müzzemmil, 20)

"es-Salah" kelimesinin başında gelen "el" takısı, mâ'rifelik (be­lirlilik) ekidir. Muhataplar tarafından zaten bilinmekte olan şeyler için kullanılır. Bu ayeti okuyan başta peygamber olmak üzere tüm müslüman tıpkı oruç örneğinde olduğu gibi "o namazı kılın" derken Allah'ın hangi namazdan bahsettiğini çok iyi anladılar. Ve böylece ehl-i kitab'ın kılmakta olduğu şekliyle namazı kılmaya başladılar. Kudüs'e (Beyt'ul Makdis'e) dönerek namazlarını kılmaları bunun delilidir. Çünkü o zamanlar ehli kitap Kudüs'e dönerek namaz kı­lardı. "O namazı kılın" emri, Kudüs'e doğru dönme emrini de içinde barındırdığı için zaten bilinen bu hususla ilgili bir ayet inmemiştir. Günümüzde Rabbinik Yahudilik'te namaz vakitleri ve rekât dağlımı şu şekildedir:

Brochos, Sabah 2 Rekat

Shacharit, Öğle 4 Rekat

Ashrei, ikindi 4 Rekat

Ma'ariv, Akşam 3 Rekat

Shema, Isha'a 1 Rekat

(Nisiyat Kapayim): Başlarken elleri kaldırmak

('amidah): Kıyam. Eller salınmış vaziyettedir.

(Breikhah): Rükû, her rekâtta bir defa yapılır.

(Qidah): Secde, her rekâtta iki defa yapılır. (Ben ABRAHAM- SON, a.g.e, s. 9-11 Resimler aynı kaynaktan alınmıştır.)

Ehl-i Kitab'ının kıldığı beş vakit namazın bugün bile, yatsı dışın­da, bizim kılmakta olduğumuz namaz ile birebir örtüştüğü açıktır. Yatsı namazındaki farklılığın sebebi ise ayrı bir araştırma konusu olmalıdır.

İddia böyle! Sırayla gidelim:

1-"Salat'taki el takısı, namazın bilindiğini gösterir. Onun için Müslümanların kıldığı namaz ehl-i kitabın kıldığı namazdır. Müslümanlar o dönemde ehl-i kitab'ın kılmakta olduğu şekliyle namazı kılmaya başlamışlar!" Bu iddianın temeli Ben Abrahamson'un kita­bına dayanmaktadır. Bu kitap olmasa böyle bir iddiayı temellendir­mek de mümkün olmayacaktı! Ona aşağıda değineceğiz.

Bir kere salattaki el takısı, evet, namazın bilindiğini gösterir, an­cak bu namaz o dönemdeki ehl-i kitabın namazı değildir. Bu namaz, Kur'an'da peygamberleri döneminde her ümmet için var olduğu malum olan namazdır. Ehl-i kitapta kırıntılar kalmış olabilir. Ayrıca eski ümmetlerde olsa bile namazda birkaç değişikliğin yapılmasına mani hiçbir şey yoktur.

Diğer taraftan Hz. Peygamber, ehl-i kitaptan bu namazı nasıl öğrenmiştir? Mekke'de ehl-i kitap yoktu. Ayrıca yu­karıdaki iddiada Müslümanların ruku edenlerle ruku ederek nama­zı öğrenecekleri geçmekteydi. Burada ise ehl-i kitaptan öğrenerek.(1) Peki Müslümanlar sinagoga, havralara giderek mi namazı öğrendi­ler? Ya da Müslümanlar değil de Hz. Peygamber, "durun, ben bir gideyim, öğreneyim, size anlatırım" mı demiştir? Hz. Peygamber'in böyle bir yolculuğa çıktığı veya bir yahudiyle karşılaşıp ondan namazı öğrendiği bilinmemektedir.

Yine bırakın ehl-i kitabı, müşrik­lerin bile salatadan bahsediliyor. Bu salata Hz. İbrahim'den kalma olduğu söylenebilir. Niye Yahudilere gidiyoruz ki?! Yoksa müşrik­lerin namazında bir problem mi var? Ya da onlar putperest de onun için onların namazına gerek mi yok?! Gerçekten hazır yanıbaşında bu salat varken Hz. Peygamber niçin bu namazı taklid etmek iste­memiş? Varsa yanlışları düzeltebilirdi. Nitekim, cahiliyeden redde­dilenler olduğu gibi tashih edilenler veya aynen baki kılınanlar da vardı. İş çetrefelleşti. Soru şu: Bu kadar saçma sapan bir çetrefelliğe gerek var mı? Namazı Cebrail'den mi öğrenmek daha kolay yoksa ehl-i kitaptan mı? Cebrail'in öğrettiği namazda muhakkak geçmiş ümmetlerde olan temel rukunlar vardır. Ancak bu temel rukunların bile mevcut ehl-i kitapta tahrife uğramadığı ne malum?!

2-O dönemin ehl-i kitabının salat adıyla geçen namazı kıldık­larını nerden biliyoruz? O namaz -şayet namaz ise- tahrife uğramış olamaz mı? Ehl-i kitap çoğu şeyini bozdu, değiştirdi de namazı mı muhafaza etti? Ya da şöyle diyelim: Doğrusuyla yanlışıyla bazı şey­leri muhafaza ettiler. Hz. Peygamber, onların yaptıkları hareketin doğru ve yanlış olduğunu nerden bilecektir? Hani "Kitap nedir, iman nedir?" bilmiyordu. O halde ancak ve ancak Allah ona söy­leyecek de öyle bilecektir. Fakat Allah'ın Kur'an'da salata mevcut, yaşayan ehl-i kitaptan öğrenilebileceğine dair en ufak bir işareti yoktur. Şayet ehl-i kitaptan öğrendiğini söyleyeceksek bile o zaman Kur'an dışı bir vahiyle Hz. Peygamber'in yönlendirildiğini kabul et­mek durumundayız. Aynen kıble olarak Kudus'e dönmekte olduğu gibi. Ama bir taraftan asla Kur'an dışı vahiy olduğunu kabul etme­yeceksiniz, diğer taraftan ise Kur'an'ın emriyle Hz Peygamber'in salatı ehl-i kitaptan öğrendiğini iddia edeceksiniz, Kur'an'da böyle bir emir veya yönlendirme olmadığı halde! Olacak şey değil!

3-Şimdi gelelim esas meseleye. Bir yazar ve bir kitap. Tüm inançlar bu kitaba bağlanmış! Bu kitap neyin nesi? Hiç önemli değil! Kitabın amacı ne? Hiç önemli değil! Yazdıkları doğru mu? Hiç önem­li değil! Bu kitap tek bir kitap ve bunu destekleyen tarihsel ve dinî bir kaynak var mı? Hiç önemli değil! Bu kitap bizim haber-i vahide benziyor, hatta daha beter! Çünkü haber-i vahidlerin senedi var, bu kitabın ise senedi yok, ancak 3000 yıl öncesi bir ibadetten bahsedi­yor! Hiç önemli değil! En azından Tevrat'ta, yoksa Talmud'da böyle bir salata işaret olsa! Yok, ama hiç önemli değil! Bu kitapta bile yatsı namazının rekatı tutmamış. O zaman biraz şüphe etmek gerekmez mi? Hayır, hayır, hiç önemli değil! Ama hadislerde birazcık şüphe olsa elimizin tersiyle itiyorduk! Ama Kur'an zanna uymayı yasaklı­yor diyerek, hadisleri reddediyorduk?

Abrahamson'un kitabında da bir şüphe beliriverdi. Neden buna zan diyerek onu reddetmiyoruz?

Evet, bu kitap değerli meslektaşım Yrd. Doç Dr. Süleyman Tu- ran'ın bana verdiği bilgiye göre İslam'ın yahudilikten devşirildiğini ispatlamak amacıyla yazılmış! Hakikaten yatsı namazı hariç bütün şekilleri, hal ve hareketleri tam olarak uydurulmuş! Yatsı namazı­nın rekatının farklı verilmesi herhalde çok sırıtacağından olmalıdır. Yani olay "bu kadar da olmaz!" dedirtecek cinsten!! Herhalde bu kadar farklılık göze batmaz ve insanlar ciddi anlamda İslam'ın Ya­hudilikten teşekkül ettiğini kabul ederler diye düşünülmüştür.

Mesele şudur: "Tevrat'ta yer alan bilgilere göre, dönemin çev­re kültürlerinde olduğu gibi, eski İsrail toplumunda da ibadetin te­melini kurban kültü oluşturmuş; bilhassa İbrani ataları döneminde ibadet, ferdi tarzda Tanrı'ya sunulan adak, takdime ve dua şeklinde yerine getirilmiştir. Geleneksel Yahudiliğe göre II. Mabed'in Roma­lılar tarafından yıkılmasıyla birlikte (MS 70) Mesih'in ortaya çıkıp Süleyman Mabedi'ni tekrar inşa edeceği ve tüm Tevrat hükümlerini yeniden hayata geçireceği güne kadar, kurban ibadeti askıya alınmış durumdadır. Eski İsrail dininde Mabet, kurban ve kohenlik uygu­laması merkezi konuma sahipken, II. Mabedin yıkılmasıyla birlik­te Yahudi dini hayatı, sinagog, Tevrat ve rabbiler etrafında gelişme göstermiştir. Mabette kohenler aracılığıyla yerine getirilen kurban ibadetinin yerini, sinagoglarda rabbiler eşliğinde icra edilen Tevrat çalışması ve dua (tefila) almıştır.

Günümüzde de uygulandığı şekliyle sabah, ikindi ve akşam olmak üzere günde üç vakitten oluşan düzenli ibadet, tercihen sinagogda bir kısmı ferdi bir kısmı en azın­dan on kişiden oluşan cemaat (minyan) eşliğinde İbranice okunan dualar halinde icra edilmektedir. Yahudi ibadetinin büyük bir kısmı oturarak ve ayakta yerine getirilmekle birlikte, duanın belli yerle­rinde rukuya benzer bir şekilde ayakta ya da oturarak eğilmek su­retiyle (buna günümüzde görüldüğü gibi kıyamda biraz sallanarak yapılan hareket diyebiliriz) bir nevi yarı secde yapılmaktadır. Tam secde düzenli ibadette yer almayıp bilhassa Mabet döneminde Ke­faret gününde (yom kippur) uygulanmıştır. Günümüzde ise Aşke- naz Ortodokslar tarafından Yeni yıl ve Kefaret günü ibadetlerinde; Karailer tarafından ise düzenli ibadetin bir parçası olarak uygulan­maktadır." (Bk. Salime Leyla Gürkan, Yahudilik, İstanbul: İsam Yayınları, 2015, ss. 192-203.)

Salat denilen ibadet bu bahsedilen duadır ve mevcut, yaşayan Yahudilikte namazın olmadığı anlaşılmaktadır. Belki de namazı da tahrif etmiş, onu bu duaya çevirmişlerdir, Allah bilir! İşte Ben Abra- hamson, İslam'ın Yahudilikten hareketle oluşturulan bir din olduğu iddiasını kanıtlamak üzere yukarıda zikredilen hususları çarpıtarak, yani "namaz bu dua rituelinden alınmıştır" diyerek bir benzetme yoluna gitmektedir. Şimdi bize ne oluyor Allah aşkına?! Hadîse nef­ret duymak için Peygamber size ne yaptı, bu ümmetin alimleri size ne yaptı Allah aşkına?!

Prof.Dr.Yavuz Köktaş-Modern Zamanlarda Hadisi Savunmak,syf:316-326

Dipnot:

(1)- Ehl-i kitap deniliyor, ancak maksat Yahudilerdir. Abrahamson da Yahudilikte bunun olduğunu söylüyor. Mesela neden Hıristiyanlar da böyle bir ibadet yok! Hıristiyanlar Peygamberimizin dönemine daha yakın! Hatta Musa'ya da iman etmiş bir topluluk! Kur'an her peygamberde namaz olduğunu söylediğine göre Hz. Isa da namazı öğretmiş olmalıdır. Ama neden Hıristiyanlar da bu ibadet yok! Muhtemelen namazı ihmal ettiler, unuttular ya da tahrif ettiler. Yahudilerden bu namaz aynıyla (!) geliyor, ama Hıristiyanlar da bırakın aynı olmayı aslı bile yok!
Devamını Oku »

İslamoğlu ve Tarihselcilik



'İslamoğlu, Kur'ana olması hasebiyle tarihselci olamaz. Acaba gerçekten öyle mi? Önce “Maksad eksenli okuma” dediği şeye üç örnek verir. Sonuncusu hırsızlık cezasıdır. Sorular sorar. Cezanın kendisi mi, maksad mı diye... Ardından bu cezayı Kur’an’ın ihdas etmediğini söyler. Hz. Peygamber in geleneksel cezayı olabilidiğince sınırladığını ifade eder. Mesela seferde bu cezanın uygulanmayacağını buyurmuştur. (Not: Ona göre Hz. Peygamber, şari olamazdı, haram koyamazdı, Kur’an’a ilave bir hüküm getirmezdi. Sadece Kur'an'da olanı uygulardı. Allah, Kur’an'da cezadan umumi bir şekilde bahsediyor, ancak Hz. Peygamber, Kur’an’ı sınırlıyor. Oldu mu şimdi? Ne haddine değil mi ya!!)

Ve ardından “vahyin cezalandırmada maksadı suçluyu değil, suçu mahkum etmek ve caydırıcılıktır” diyerek şu açıklamayı yapmak zorunda kalır: "Bu okuma biçimi tarihselci okuma biçimi değil, makasıtçı okuma biçimidir. Tarihselci şöyle düşünür. Allah sözünü söylemiş, teşriini yapmıştır. Teşrii sırası bize gelmiştir.

Bu, Allah'ın kelamını tarihe mahkum etmektir. Kur’an'ın hükümlerini indiği zaman ve mekanla sınırlayan bu anlayış Kur'an’ı mehcur bırakmanın bir türüdür. Makasıtçı anla-yış, Allah'ın muradının tekil lafız ve hükümlerde değil, o lafız ve hükümlerin hedeflediği maksatlarda olduğunu savunan anlayıştır?“(bk.Kur’an’ı Anlama Yöntemi,s.273)

İlerleyen sayfalarda konuya tekrar döner. Çeşitli örnekler verir. Kölelik ve cariye mesela. Ona göre Kur’an bunu kaldırmayı hedefledi. Bir iki nesil içinde kaldırılabilirdi. Buna rağmen Müslümanlar bunu kaldırmadı ve asırlardır köle ve cariye edinmeye devam ettiler. (Not: Peygamberiyle ashabıyla, 19. asra kadar ümmet ya bu işi yapmak istedi ama beceremedi ya da yapmadı, çünkü mesajı anlayamadılar. Var mı bunun başka Türkçesi!!)

Devam edelim. Çok eşlilik ve kadın hakları da aynı... Mesela Allah mirasta kadına ikiye bir pay verirken bunu mutlak had olarak takdim etmemiştir. Bunu bir başlama noktası olarak ele almış ve muhataplarına zımnen teşri yönünü göstererek ”bu yönde ilerleyin" demiş olmaktadır. Yani Kur'an parantezi açmış, ama kapatmamıştır.Bu istikamette ilerleyen Kur’an'ın hedeflediği maksada varır. Hemen buraya da dipnot düşmüş ve Kur’an’ı tarihin tozlu sayfalarına gönem tarihselcilerle özdeşleştirilmemesini tenbih eylemiştir. Buna göre onun anlayışı şudur: Rabb'imiz bize adeta Kur’an ile şöyle seslenmektedir. Ben bunları evrensel ve dinin değişmez sabiteleri olarak söyledim. Bundan sonra yapacağınız bütün teşriiler bunu ışığında. bunlara aykırı olmayacak şekilde olmalıdır.(bk.Kur’an’ı Anlama Yöntemi,s.381-383)

Şimdi bunlara ne demeli? Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu mu yoksa çocuk mu kandıryorsun, demeli?! Belli ki, tarihselcilik ile yan yana görülmek istemiyor. Ancak maksatçıyım demek, seni tarihselcilikten ayrıştırıyor mu? Verilen örneklere bakılırsa hep maksad, yani mesaj esas alınmış, buna uygun yeni teşriilerin yapılacağını söylemiştir. Peki tarihselciler farklı bir şey mi söylüyor? Hırsızlığa verilen cezada tarihselciler ”burada önemli olan bu cezayı vermekteki gayedir" diyorlar. Gaye mesela caydırılıcık ise ona göre uygun cezalar takdir edilebilir. İlla da şekilsel olarak elin kesilmesi evrensel olarak savunulamaz. Kölelik konusunda da aynı şeyi söylüyorlar. Allah'ın muradı, maksadı köleliği kaldırmaktı. O dönemde bu gerçeldeştiril(e)medi.

Şimdi bunu gerçekleştirip Allah’ın maksadını yerine getirmeliyiz. Miras meselesi de aynı. Zaman değişmiş, farklı durumlar ortaya çıkmıştır. Buna göre miras olayı yeni duruma uygun olarak Allah'ın gaye ve maksadı ışığında yeniden ele alınmalıdır. Tarihselciler Kur’an'daki hükmü reddetmiyorlar. Var diyorlar, ancak o tarihi şartlarla ilgili bir düzenlemedir, diyorlar. Evet, İslamoğlu bunlardan farklı bir şey mi söylüyor? Mesela miras taksimiyle ilgili taksim ”başlama noktasıdır" diyor. Kur’an hedef gösterdi, o noktada ilerleyeceğiz, diye ekliyor. İlerledik ve günümüz şartlarında eşit olması gerektiği kanaatine vardık. Bu makasıtçılık mı oluyor? Tarihselcilik olmuyor mu? Zaten tarihselcilerin tarihi delillerinden en önemlisi Şatıbî ve makasıt düşüncesi değil midir?

Bir de "Ben (Kur'an), bunları evrensel ve dinin değişmez sabiteleri olarak söyledim" demez mi? Ne demek bu şimdi? Anlayan var mı? Neleri böyle söyledin? Miras taksimi, cezalar, kölelik meselesini mi? Eğer böyleyse bunların evrensel ve değişmez sabiteler olarak söylenmesi ne demek? Yani bu hükümler değişmez mi? Ama değiştiriyorsun, maksat ve hedefler doğrultusunda... Yoksa evrensel ve değişmez sabitelerden kastın gaye, maksat ve mesaj mı? Eğer böyleyse tarihselcilerden ne farkın var Allah aşkına?

Sen, dünyayı kör, insanları sersem mi zannediyorsun? İslamoğlu, düpedüz tarihselcilik yapıyor. (Not: Bilemiyorum, acaba bir farkı var mı? Niye bu telaş içinde? Tarihselciliği topyekun bir metot mu kabul etmiyor? Kabul ediyor da hükümlerin hepsine uygulanmasından mı endişe ediyor?

Mesela tesettür, faiz vs. Nerde duruyor tam olarak anlamak mümkün değil. Tarihselciler ise bu noktada daha açık. İman, ahlak ve ibadet dışında her şey tarihsel, o kadar)
Yapsın, ona diyeceğimiz yok! İyi de yaptığı halde niye tarihselcileri kötülüyor, hem de ağır bir şekilde... Tarihselcilerin yerinde olsam ben ona diyeceğimi bilirdim. Ama ben tarihselci değilim! Susuyorum.

Prof.Dr.Yavuz Köktaş-Modern Zamanlarda Hadisi Savunmak,syf:251-253
Devamını Oku »

''Allah Sarhoş Oluncaya Kadar İçki İçenin Kırk Sabah Namazını KabulEtmez'' Hadisi Hakkında




“Sarhoş oluncaya kadar içenin Allah kırk sabah namazını kabul etmez, damarlarında içkiden bir şey bulunarak ölen cahiliye ölümü ile ölmüştür.”(Abdurrezzak,hd.no.17071)

“Şarap içenden Allah kırk gece razı olmaz, ölürse kafir olarak ölür, tevbe ederse Allah tevbesini kabul eder.”(Müsned,27475) Senedi hasendir.

Bunları “şarap içmeyi helal görürse” şeklinde anlamak lazımdır. Ya da “kişi o hale öyle alışıyor ki so­nunda küfre düşmesine ramak kalıyor, dolayısıyla küfre düşmesinden korkulur” şeklinde yorumlamak da mümkündür. Ayrıca şaraplarla ilgili bu tehditler şarap içmenin haram ve de ne kadar çirkin bir bir şey olduğunu ve meselenin ciddi­yetini ortaya koymaktadır.

“Kişi sarhoşluk veren bir şey içerse Allah kırk gün namazını kabul etmez.”(Taberani,el-Mücem-ul Kebir,VII,183,hd.no.6672) Senedde adı geçen Yezid b. Abdulmelik, metruk bir ravidir. Yahya b. Main’den bir rivayette onun hakkında “la be’se bih” de dediği nakledilir ki, bu tabiri o makbul raviler için kullanır. Benzer bir hadîsi Ahmed b. Hanbel nakletmiştir.

Yu­karıdaki hadîsin devamı olarak onda şu ifadeler yer almaktadır: “Tevbe ederse Allah tevbesini kabul eder. Tekrar içkiye dönerse Allah yine kırk gün namazını kabul etmez. Tevbe ederse Allah tevbesini kabul eder. (Ravi der ki: Üçüncü- sünde mi dördüncüsünde mi söyledi bilmiyorum. Ardından şöyle buyurdu:) Tekrar içkiye dönerse Allah’ın üzerine onu cehennem içeceklerinden içirmesi hak olur.”(Müsned,2,176) Bu uzun bir hadîstir. İlginçtir, hadîsi nakleden Abdullah b. Amr’a “Senden bana ‘İçki içenin tevbesini Allah kırk gün kabul etmez.’ hadîsi ulaş­tı.” denmesi üzerine o, Hz. Peygamber’den yukarıdaki hadîsi duyduğunu ifade etmiştir.

Bu rivayet gösteriyor ki, konuyla ilgili hadîs yanlış anlaşılmış, Abdul­lah işin doğrusunu, yani “kişinin tevbesini değil, namazını kabul etmeyeceğini”naklederek yanlış manayı düzeltmiştir. Bu hadîsin sahih olduğu belirtilmelidir.

Bu hadîsin zahiri, içki içenin kırk gün kıldığı namazın kabul edilmeyeceğini göstermektedir. Şüphesiz içkiden sakındırmada ortaya konulan sert bir ifadedir. Özellikle içki içip Allah’ın huzuruna yönelmekten sakındırıyor. Sanki bir anlam­da “Bir an içtiğiniz içkinin vucüddan temizlenmesi kırk günü alır, bu bedenle namaza yaklaşmayın!” denmek isteniyor. Ancak herhalde bu, “Kırk gün hiç na­maz kılmamış gibi sayılır.” anlamına gelmez. Belki mezkûr hadîsi “Kişinin bu şekilde namaz borcu üzerinden düşebilir, ancak namazın sevap ve faziletindenmahrum olur.” şeklinde anlamak daha uygun olur. Tevbeye gelince Abdullahb Amr’ın da düzelttiği gibi kişi içkiden tevbe ettiği anda Allah tevbesini kabul eder. Son ifadeler gösteriyor ki, tevbelerden sonra tekrar içkiye dönülmesi Allah’ın gazabını üzerimize çekmesine neden olan önemli bir husustur.



Yavuz Köktaş-Günümüz Hadis Tartışamaları

Devamını Oku »

Sünnetin Kuran-ı Kerim'i Beyanı

Sünnetin Kuran'ı Beyanı


....Beyan yetkisi,Kuran ve Sünnet­ bütünlüğünü sağlamak için son derece önemli bir konudur. Bu çerçevede Hz. Peygamber’in Kur’ân karşısındaki görevlerini dörde ayırmak mümkündür. Bunlar içinde be­yan görevi, ayrı bir önemi haizdir. Şimdi bu görevleri ve bunlar içinde beyan görevini görelim:


1-Tebliğ:

Tebliğ, Hz. Peygamber’in birinci görevidir. Allâh’tan aldıklarını olduğu gibi insanlara aktarmak durumundadır. İlgili âyet­ler şöyledir:

“Ey Peygamber! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yap­mazsan, O’nun verdiği peygamberlik görevini yerine getirmemiş olur­sun. Allâh, seni insanlardan korur. Şüphesiz Allâh, kâfirler topluluğu­nu hidâyete erdirmeyecektir. ” (Mâide, 67)

“Peygamberin üzerine düşen, ancak tebliğdir. Allâh, sizin açıkladı­ğınızı da, gizlediğinizi de bilir” (Mâide, 99)

Burada tebliğ edilmesi gerekenler, başta Kur’ân olmak üzere Hz, Peygamber’e vahiy (dîn) olarak indirilen her şeydir.


2-Beyan:

Bu görevi beş açıdan ele almak mümkündür:



a-Mücmel (kısa kısa olan) âyetleri açıklamak:

Namaz, oruç, zekâtla  ilgili âyetlerin geniş bir şekilde açıklanması gibi. Mesele anlaşılıyor diye üzerinde fazla dumak istemiyoruz. Yoksa bu husus, Allâh Resûlü’nün en önemli beyan görevidir. Bu açıklamalar olmasa Kur’ân’ın bize emrettiklerini nasıl yerine getireceğimiz meçhul  kalırdı. Bir örnek vermek gerekirse Allâh, “'zekât veriniz” buyuruyor. Konuyla alakalı başka bir nas da yoktur. Allâh, abesle iştigal etmez. Bu emrin muhakkak yerine getirilmesi gerekir. Aksi takdirde zekât veriniz, emri havada kalır. Peki, nasıl zekât ve­receğiz; ne kadar vereceğiz? Şayet sünneti kabul etmezsek buna aklımızla karar vereceğimiz açıktır. Akıl da değişken olduğuna göre, bir sürü görüş ortaya çıkacaktır. En basiti, günümüzde ar­tık “zekât malın kırkta biri değil, kırkta otuz dokuzudur” diyen­ler de türemiştir. İşte bunun için sünnete şiddetle ihtiyaç vardır. İhtilafları sona erdiren bir özelliği de söz konusudur. Aynı şeyi namaz veya diğer ibadetler için de düşünebiliriz.

b-Müşkil (anlamı kapalı) âyetleri açıklamak:

Bakara Sûresi, 238:

“Orta namaz”ı, Hz. Peygamber -farklı rivâyetler olmakla birlikte ağırlıklı olarak- “ikindi namazı” olarak açıklamıştır.

Bakara, 187:

Burada beyaz iplikle siyah iplikten kastedilenin, gecenin siyahlığı ile gündüzün aydınlığı olduğu Hz. Peygamber tarafından açıklanmıştır.

Hûd, 114 ve İsrâ, 78:

“(Ey Muhammedi) Gündüzün iki tarafında ve gecenin gündüze ya­kın vakitlerinde namaz kıl. Çünkü iyilikler kötülükleri giderir. Bu, öğüt alanlar için bir öğüttür”

“Güneşin dönmesinden, gecenin kararmasına kaçlar namaz kıl. Fec­rin Kurân’ını (fecir vakti okunan Kur’ân’ı) ikame et (yerine getir)! Çün­kü fecrin Kurân’ı şâhidlidir.”

Bu âyetlerde namaz vakitleriyle ilgili buyruklar vardır. Ancak bir kapalılık da söz konusudur. “Âyetler, namazı uç vakitle sınırlıyor” di­yenler vardır. Âyet ve hadîsleri bir bütün olarak değerlendirdiğimizde şu sonuçlar ortaya çıkar:



a-Âyetler hem üç vakte hem de beş vakte muhtemel gözüküyor.

Bu âyetlerde sadece üç vakit namaz geçiyor demek mümkün de­ğildir. Onun kadar kuvvetli bir şekilde beş vakit sabittir diyen­ler de vardır. “Güneşin zevâli” gibi bazı kelimeler buna imkân veriyor. Ama dediğimiz gibi farklı da yorumlanabiliyor. Dola­yısıyla sırf bu âyetlerden yola çıkarak üç vakti, beş vakte tercih ettirecek sarîh bir durum söz konusu değildir,

b-Bir âyet yoruma açıksa ve kelimeleri bir kaç manaya muhte­melse, galiba en güzel yol, Kur’ân’ın ilk müfessirinin beyan ve uygulamalarına müracaat etmektir. Mezkur ayetlerde İfa­de edilen durumları Allah Resûlü, günün beş vakti olarak be­lirlemiştir.

c-Umûmîlik ifade eden âyetleri tahsîs etmek:

En’âm, 82:

Bu âyet inince ashâb kaygılanmış ve Resûlullâh’a giderek “hangi birimiz nefsine zulum (haksızlık) bulaştırmaz ki!” diye sormuştur. Bu­nun üzerine Hz. Peygamber âyetteki zulmün Lokman (a.s.)’ın oğluna söylediği gibi şirk olduğunu açıklamıştır.(Buhari,Müslim ve Tirmizi)

Mâide, 3:

“Meyte”, umumî bir hükümdür. Hz. Peygamber, “Denizin suyu  temiz, kendiliğinden ölmüş hayvanının eti helâldir”(Ebu Davud,Tirmizi ve Nesai,Hadis sahihtir) buyurarak âyetin  hükmünü tahsîs etmiştir. Bu tahsisi “Hem size hem de yolculara faydaolmak üzere (faydalanmanız için) deniz avı yapmak ve onu yemek size helâl kılındı” âyeti de destekler. Zira “deniz avı” umumî bir ifadedir. “Meyte”yi de içine alır. Ancak kara hayvanları denize düşüp ölse “deniz hayvanları” içinde yer almazlar. Deniz hayvanları sadece denizde yaşayanlardır.

Mâide, 6:

“Ey îmân edenler! Namaza kalktığınız zaman yüzlerinizi dirseklerinize kadar ellerinizi yıkayın; başınıza da mesh edin ve topuklarınıza | kadar ayaklarınızı da (yıkayın).”



Âyette geçen “namaza kalktığınız zaman” ifadesi, abdestli olunsun veya olunmasın her namaz kılınacağı zaman abdest alınmasını gerekli kılar. Hz. Peygamber’in bu noktadaki uygulamaları görülmeden başka türlü de anlaşılmaz. Bu noktada, Hz. Peygamber’in beyanlarının öne­mi ortaya çıkar. Hz. Peygamber, abdestsiz olanın abdest alması gerek­tiğini ortaya koymuştur. Abdestli olanın abdest alması ise başka bir gü­zelliktir, ama vâcib değildir. Yani bir abdestle birkaç vakit namaz kıl­mak caizdir.(Buhari,Vudu,57;Tirmizi,Taharet,60) Hadîslere karşı çekinceli davranan bazıları bile Hz. Pey­gamberin bu yöndeki uygulamalarım esas almıştır. Zira belki de bu, insanlara her namaz için abdest almak zor gelecektir!

Bu âyette Resûlullâhin bir başka beyanı daha vardır. Aslında “müşkil ifadeleri açıklama” kısmında zikretmek daha isabetli olurdu. Yinede ifade edelim ki, âyette ayaklan yıkamakla ilgili bir kapalılık vardır Şî‘a, ayakları mesh etmeyi esas almıştır. Âyette bu kesin değildir. Bir o kadar, ayaklan yıkamak da vardır. Bu noktada, Hz. Peygamberin söz ve uygulamalarına bakmaktan başka çare yoktur. Tevâtüre ulaşan na­killerden anlıyoruz ki, ayakları yıkamak esastır.

d-Mutlak ifadeleri takyîd etmek, sınırlamak:

Nisâ’, 11:

“...Bütün bu paylar, ölenin yapacağı vasiyetten ve borçtan sonra­dır."

Âyette vasiyet, mutlak olarak zikredilmiştir. Buna göre kişi diledi­ği kadar vasiyet edebilir. Ancak Hz. Peygamber vasiyeti malın üçte bi­riyle sınırlamıştır.(Buhari,Vasaya,2,3;Müslim,Vasiyet,5,6,7,8)

e-Âyetlerdeki hükmü te’yid etmek. Burada Resûlullâh’ın görevi, âyetlerde söz konusu olan hükümleri vurgulamak, pekiştirmek­tir. Bu tip hadîsler de oldukça fazladır. Burada ayet ile hadisler bir bütünlük içindedir.


3-Tezkiye:



Tezkiye, Allâh Resûlü’nun mü’minleri ahlâken yücelt­me, kemâle erdirme ve nefs terbiyesine yönlendirmeyle alakalı görev ve rehberliğidir. İlgili âyetler şöyledir:

“O, ümmîlere, içlerinden, kendilerine âyetlerini okuyan, onları te­mizleyen, onlara kitâbt ve hikmeti öğreten bir peygamber gönderendir. Hâlbuki onlar, bundan önce apaçık bir sapıklık içinde idiler” (Cum’a, 2)

“And olsun, Allâh, mü’minlere kendi içlerinden; onlara âyetlerini okuyan, onları arıtıp tertemiz yapan, onlara kitâb ve hikmeti öğreten bir peygamber göndermekle büyük bir lütufta bulunmuştur. Oysa onlar, daha önce apaçık bir sapıklık içinde idiler.” (Âl-i İmrân, 164)


4-Kur’ân’da bulunmayan hükümler koymak:

Daha önce ilgili âyetleri vermiştik. Burada acaba Hz. Peygamber “müstakil olarak mı hü­küm, yoksa belirli bir âyete bağlı olarak mı hüküm koyar?” şeklinde bir küçük tartışma vardır. Cumhûr ulemâ müstakil; Şâtıbî ise bağımsız de­ğil, belirli bir âyetin tahtında hüküm koyacağını kabul etmiştir. Esasen, Kur’ân’ın Resûlullâh’a itâat edilmesi gerektiği konusundaki vurgusu, onun bağımsız hüküm koyucu olmasını gerekli kılmaktadır. Tabii burada bağımsız oluş, Allâh’tan bağımsız veya Kur’ân’la alakasız oluş değildir. Elbette Kur’ân merkezli bir bağımsızlıktır. Zira Kur’ân’ı vahyeden Allâh, Kur’ân dışında da vahyetmektedir. Ancak Şâtıbî büyük ihtimalle hadîsin subûtu konusundaki zannî durumları dikkate alarak, Hz.  Peygamber’in hüküm koyuculuğunu Kur’ân’a bağlamak istemiştir. Bu  da belki Kur’ân’a aykırı olabilecek birtakım haber-i vâhid durumlarına  karşı Kur’ân’ın hükmünü garantiye almak içindir. Aslında buna gerek  yoktur. Zaten Kur’ân’a aykırılık varsa bu hadîsle amel edilmez. Onun  için böyle bir teoriye de gerek yoktur. Bize göre, tartışma sonuç itibariyle aynı kapıya çıkmaktadır. Tartışma, kısaca lafzîdir; zira Hz. Peygamber ister bağımsız hüküm koysun ister belli bir âyetin açılım ve beyanı şeklinde hüküm koysun herkes Allâh Resûlü’nün verdiği hükümleri kabul etmektedir. Bu hükümlerin teorik olarak nasıl değerlendirileceği o kadar da önemli değildir.

Şunu da ifade edelim ki, Allâh Resûlü’nün verdiği her bir hüküm, neredeyse Kur’ân’daki ilgili âyetin açılımı şeklindedir. Bazı evlilikleri mi yasaklıyor; zaten nikâhı harâm olanlar Kur’ân’da sayılmıştır. Bazı  hayvanların etinin yenilmesini mi yasaklıyor; konuyla alakalı zaten âyet  vardır. Namazla ilgili, hac, zekâtla ilgili hükümler mi koyuyor; bunların esası zaten Kur’ân’da vardır.

Burada bir noktaya işaret etmek gerekirse, Allâh Resûlü’nün yasakladıklarını ikiye ayırabiliriz: Tahrîm maksadıyla yasakladıkları ve te’dîb (daha iyiye yönlendirme) maksadıyla yasakladıkları. İlkine harâm; ikin cisine mekrûh demek mümkündür. Şüphesiz, âhiretteki sonuçları itibariyle aralarında fark olsa bile mü’mine yakışan her iki tür yasaktan da uzaklaşabilmektir.

Şimdi, Hz. Peygamber’in bu yönüne dair bazı örnekler verelim:

Bir erkeğin, bir kadını halası veya teyzesiyle aynı nikâhta birleştirmesinin yasaklanması. (Buhârî, Ebû Dâvûd, Tirmizî)

Köpek dişli yırtıcı hayvanlarla pençeli kuşların etlerinin yenmesinin harâmlığı. (Müslim, Ebû Dâvûd, Nesâî)

Eşek etinin tahrîmi. (Buhârî, Müslim)

Fıtır sadakasının vâcib olması. (îbn Mâce)

Nineye mirastan pay verilmesi. (İmâm Mâlik, Ebû Dâvûd, Tir- mizî)

Kadınların özel hallerinde namaz kılmayıp oruç tutmaması, son­radan sadece orucu kaza etmesi. (Buhârî, Müslim)

Mut’a nikâhının haramlığı. (Müslim)

Dövme yaptırmanın harâmlığı. (Buhârî, Müslim, Ebû Dâvûd)

Kadınlarla tokalaşmanın harâmlığı. (Buhârî, Müslim)

Kadınlarla halvet halinde olmanın yasaklanması. (Buhârî, Müs­lim, Tirmizî)

Erkeklere ipek giymenin harâmlığı. (Nesâî, Ahmed b. Hanbel)

Kadınların koku sürünerek erkeklerin yanına gitmesi. (Tirmizî, Ebû Dâvûd)

Kadınların kaşlarını inceltmesi. (Buhârî, Müslim, Ebû Dâvûd)

Kadınların saçlarını deve hörgücü gibi topuz yapması. (Müslim)

Kadınların dar ve şeffaf giyinmeleri (erkeklerin de). (Müslim)

Sol elle yemenin yasaklanması, (mekrûh). (Müslim)

Bir şâhid ve yeminle hükmetmek. (Ebû Dâvûd, Tirmizî, İbn Mâce)



Yavuz Köktaş - Kurana Aykırı Görülen Hadisler (insan yay.)

Devamını Oku »

Sünnetin Delil Oluşuna İtirazlar'a Cevaplar

Sünnetin Delil Oluşuna İtirazlara Cevaplar




"Bu itirazları dört noktada toplamak mümkündür:


a-Şöyle denilmektedir: “Dîn kat’î olmalıdır. Sünnet ise zannîdir. Kur’ân’da ise zan ve şüphe yoktur. Allâh “Bu kitapta asla şüphe yoktur.” buyurmaktadır. Ayrıca Kur’ân zanna uymayı da yasaklamıştır.”

Öyle anlaşılıyor ki, burada epey bir mesele, iç içe sokulmuştur. Belli  ki kat’îlikten tevatür kastedilmektedir. Buna göre,Kur’ân mütevâtirdir ve sübûtu kat’îdir. Sünnet ise âhad haberdir ve sübûtu zannîdir. Bura­ya kadar doğrudur. Bundan sonra gelen hüküm cümleleri ise oldukça problemlidir. Sünnet, zannî olduğu için Kur’ân ona uymayı aslında ya- i saklar. İşte bu noktada, “her zan (kastettiğimiz gâlib zandır) ifade edenin uyulmaması gereken şey olduğu” tespiti sorgulanmalıdır. Bir kere Kur’ân’ın yasakladığı zan, hakîkat, kesin bilgi, vahiy karşısındaki zandır. Böyle bir zan, hakîkat karşısında hiçbir şey ifade etmez. Dolayısıy­la îmân ve tevhîd konularında zannın yeri yoktur.

Diğer taraftan, Kur’ân’ın sübût yönünden kat’î olduğu söylene­bilirse de delâlet bakımından her zaman kat’î değildir. Bazı âyetlerin delâleti zannî olabilir. Ayetin zannî olması, muhtemel birkaç anlamı­nın bulunduğu manasına gelir. Bu itibarla, onun muhtemel manaların­dan birisi tercih edilip uygulanırsa bu uygulamanın zannî olduğu, do­layısıyla bâtıl olduğuna hemen karar verilemez. O halde, delâleti zan­nî de olsa biz nasslara uymakla mükellefiz. Bir şekilde nassları anlama­da gayret sarfetmeli, yani ictihâd etmeli, ardından oluşan gâlib zanna göre amel etmeliyiz.



Bu noktada özetlemek gerekirse, zannîlik-kat’îlik açısından metin­ler dört türlüdür:

1-Delâleti ve şubûtu kat’î metinler

2-Subûtu kat’î ama delâleti zannî metinler

3-Subûtu ve delâleti zannî metinler

4-Subûtu zannî ama delâleti kat’î metinler



Birinci şık, mütevâtir nasslarla ilgilidir. Burada zannîlik söz konusu değildir. İkincisi, gelişi itibariyle mütevâtir ama mana açısından zannî­lik ifade eden nasslardır. Bunlar da aynı şekilde âyet veya hadîs olabi­lir. Burada zandan maksad, nassın birkaç manaya gelişidir. Müctehid ictihâd ederek bir mana tespit etmeye çalışır ve onunla amel eder. Üçün- cüsü, haber-i vâhid olan nasslarla ilgilidir. Bunlar, her yönüyle zannî­lik ifade eder. Ancak bu zannîlik onlarla amel etmeye engel teşkil et­mez. Biraz daha ihtiyatlı olmakla birlikte müctehid ictihâd eder, gâlip zan oluştuğunda onunla amel eder. Dördüncüsü de haber-i vâhidlerle ilgilidir. Burada mana itibariyle kat’îlik söz konusudur. Bu tür kat’iyet arz eden manada az hadîs bulunmakla birlikte, mesele yine ictihâd ko­nusudur. Müctehid, önce gelen haberin subûtu konusunda bir kanaa­te ulaşır; ardından manasıyla amel eder. Dolayısıyla zan, hiçbir zaman nassla amel etmeye engel değildir. Zandan kastımız da gâlip zandır.

İmâm Şâfi’î’in bu meselede ortaya koyduğu bir akıl yürütme vardır ki oldukça aydınlatıcıdır. Ona göre kat’î bir delîlle harâm olan şey zan­nî bir delîlle mübâh olabilir mi? Olabilir. Eğer mahkemede iki şâhid, birinin bir adam öldürdüğünü söylerse o kişiye kısas uygulanır. Adam öldürmek, kat’î delîllerle harâmdır. İki şâhidin şâhidliği ise zannî bir durumu ifade eder. Zira bunların yalan veya yanlış şâhidlik etmeleri muhtemeldir. O halde niçin bu şâhidliği kabul edip harâm olan bir şe­yi mübâha çeviriyoruz? Çünkü iki kişinin şâhidliğini kabul etmeyi Allâh emretmektedir. Bunun gibi haber-i vâhid de lsa, bunları nakleden râvîlerin yalan veya yanlışlık yapma ihtimali de olsa Hz. Peygamber’in söz ve davranışlarına uyomakla mükellefiz. Çünkü ona uymayı bize Allâh emretmektedir.
b-En’âm Sûresi 38. âyetinde Allâh “Biz Kitâb’da hiçbir şeyi eksik bırakmadık. ” buyurmaktadır. Dolayısıyla sünnete ihtiyaç yoktur.

Bu âyeti okuyanlar, Hz. Peygamber’e itâatle ve ona beyan yetkisi­nin verilmesiyle ilgili âyetleri de okumalıdır. Bu âyetleri okuyan sahâbe şeksiz Hz. Peygamber’e uymuş, ilk âyete dayanarak Hz. Peygamber’e uymayı reddetmemiştir. O halde,

En’âm Sûresi’nin âyeti doğru anlaşıl­malıdır. Bir kere âyet, sünnete uymamakla ilgili olarak inmemiştir. Ayrıca bu âyeti mutlak olarak alırsak, iki şeyle çelişir: Biri, akılla. Akıl, her şeyin Kur’ân’da olmadığına hükmeder. İkincisi, Kur’ân’la. Kur’ân’da “Bilmiyorsanız zikir ehline sorun.” âyeti geçmektedir. Demek ki, her şey Kur’ân’da yoktur. O halde, burada maksat -bazı cüz’î meseleler ol­sa da- Kur’ân’da her şeyin değil, esasen genel ilkelerin ve temel pren­siplerin bulunduğudur. Diğer taraftan, “hiçbir şeyi eksik bırakmadık” derken kastedilen; îmân, tevhîd, âhiret ve nübüvvet konularıdır. Son olarak, kitapta hiçbir şey eksik değilse kitaptan Levh-i Mahfûz’u anla­mak da mümkündür. Orada gerçekten her şey kayıtlıdır. Hangi ihtimal olursa olsun âyet kesinlikle sünnete uymamakla ilgili değildir.
c-“Tek bir vahiy vardır. O da Kur’ân vahyidir. Allâh vahyedecek- se onu Kur’ân’ına alır. Başka türlü neden vahyetsin?!”

Bu anlayış, Allâh’ın, elçileriyle tek bir şekilde konuşması gerekti­ğinden yola çıkmaktadır. Bir anlamda Allâh’ı tek bir şekilde konuşma­ya, iletişim kurmaya icbar etmektedir. Allâh’ın nasıl konuşacağına biz nasıl karar verebiliriz? Onu nasıl icbar edebiliriz?! Şûrâ Sûresi’nin 51. âyetinde Allâh, insanlarla üç türlü konuşabileceğini buyurmuyor mu? Allah’ın Kur’ân dışında da vahiy gönderebileceğinin üzerinde biraz da­ha duralım.

Kur’ân dışında Allâh vahyetmiştir. Bunun delili de yine Kur’ân’dır.

Örnekler:



1-Kıble olayı: Meşhur kıble meselesinde Allâh, şöyle buyurur:

“Biz, senin yüzünü çok defa göğe doğru çevirip- durduğunu gö­rüyoruz. Şimdi elbette senin hoşnut olacağın kıbleye çevireceğiz. Artık yüzünü Mescid-i Harâm yönüne çevir. Her nerede bulu­nursanız, yüzünüzü onun yönüne çevirin. Şüphesiz, kendilerine kitap verilenler, tartışmasız bunun Rablerinden bir gerçek (hak) olduğunu elbette bilirler. Allâh, yaptıklarınızdan gafil değildir.” (Bakara, 144) Hz. Peygamber, önceleri Mescid-i Aksâ’ya doğ­ru namaz kılıyordu. Peki, Mescid-i Aksâ’ya dönmekle ilgili bir emir Kur’ân’da var mıdır? Yoktur. O halde, Hz. Peygamber bu emri nereden almıştır? Burada akla “İctihâdla oraya dönmüş olabilir.” şeklinde bir düşünce gelebilir. Bu, ihtimal dışıdır. Şa­yet ictihâdla oraya dönmüşse ictihâdla Mescid-i Harâm’a da dö­nebilirdi. Oysa, “Yüzünü göğe doğru çevirip durmaktadır’’Yani Mescid-i Harâm’a dönmeyi istemekte, ama dönememekte­dir. O halde, Mescid-i Aksâ’ya dönüşü de kendiliğinden olma­mıştır. Sadece bu örnek bile Allâh’ın Kur’ân dışında kalbe ilka etmek süreliyle Hz. Peygamber’e ileti gönderdiğini ortaya koy- maktadır.



2-Tahrîm Sûresi nde geçtiğine göre (3. âyet) Hz. Peygamber, eşle­rinden birine bir sır söyler. Ancak hanımı bunu saklayamaz. Allâh ise bu durumu Peygamberine haber verir. İşte âyet: “Hani Peygamber, eşlerinden birine, gizli bir söz söylemişti. Fakat eşi, o sözü (başkasına) haber verip Allâh da bunu peygambere bil­dirince, Peygamber bunun bir kısmım bildirmiş, bir kısmından da vazgeçmişti. Peygamber, bunu ona (sim açıklayan eşine) ha­ber verince o,‘Bunu sana kim bildirdi?’ dedi. Peygamber, ‘Bu­nu bana, hakkıyla bilen ve hakkıyla haberdar olan Allâh haber verdi dedi. Konumuzu ilgilendiren nokta ise şu: Bu sırrı ha­ber verme olayı Kur’ân’da yoktur.



3-Bakara Sûresi, 239. âyette geçtiğine göre Allâh "... Bilmediğiniz şeyleri size öğrettiği şekilde Allâhı (namazınızda) anın! buyu­ruyor. Bize öğretilen şekil Kur’ân’da yoktur. Bütün bunlar Allâh’ın, Kur’ân’ın dışında Hz. Peygamber’e vahyettiğini göste­riyor. Bununla birlikte bu vahiy, Kur’ân vahyi gibi değildir. O zaman ikinci meseleye geliyoruz:

Öyle anlaşılıyor ki, vahiy, Kur’ân vahyinden ibaret değildir. Kur’ân vahyi özel bir vahiydir, ancak vahiy Kur’ân ile sınırlı değildir. Zira va­hiy, bir tür iletişimdir. Allâh, çeşitli şekillerde kullarına vahyeder, on­larla iletişim kurar. Kur’ân vahyi bu iletişimin en özel olanıdır. Bir anlamda Allâh’ın izniyle Cebrâîl tarafından yazılması istenilen vahiy­dir Kur’ân vahyi... Vahiy kâtiblerine yazdırılmayan vahiy, demek ki Kur’ân vahyi değildir. Şayet vahiy kelimesine takılıp kalınırsa ve va­hiy illa da Kur’ân için geçerli olmalıdır denilirse şu söylenebilir: Al­lâh anlara vahyeder, bazı kullarına vahyeder, yani bir tür iletişim ku­rar. Bunlar, Kur’ân’da geçer. Hepsinin mahiyeti farklıdır. Biri içgüdü, diğeri ilham olsa da “vahiy” kavramıyla ifade edilmiştir. Dolayısıyla, manaları farklı da olsa bu tür iletişimler için vahiy kelimesini kullan­mak mümkündür. Neye ne dediğimizi bildikten sonra vahiy kelimesi­ni Allah’ın her türlü iletişimi için kullanmak mümkündür. En azından Kur’ân’da buna bir engel olduğunu ifade eden hiçbir şey yoktur. Yani, “Sadece Allah’ın Kur’ân’da vahyettiklerine vahiy denir, onun dışında­ki iletişimler için vahiy kelimesi kullanılmaz.” diye Kur’ân’dan bir âyet bulmak söz konusu değildir. Elbette ki Kur’ân dışındaki iletiler Kur’ân vahyi gibi değildir. Ancak bunlar da bir tür iletişimdir. Dediğimiz gi­bi, Kur’ân vahyi bizzat yazıya geçirilen ve “Bu, Kur’ân’dır” denilen va­hiydir. Allâh’ın Hz. Peygamber’le de Kur’ân dışında iletişim kurma­sı mümkün bir şeydir. Ayrıca vahyin çeşitli şekillerde olabileceğini de Kur’ân’dan öğreniyoruz.

Şûrâ Sûresi 51. âyette Allâh şöyle buyurur:

“Allâh bir insanla ancak vahiy yoluyla veya perde arkasından konu­şur. Yahut da bir elçi gönderir de izniyle ona dilediğini vahyeder. Şüp­hesiz ki O çok yücedir, hüküm ve hikmet sahibidir. ”

Bu âyetten vahyin üç türlü olabileceği anlaşılıyor. Kur’ân vahyi üçüncü tür vahiy ile, yani bir elçi vasıtasıyla nâzil olmuştur. Hatta bu­rada Allâh’ın “peygamberle” değil de “insanla” demesi de not edilme­si gereken bir durumdur.

Bu noktada vahiy kelimesinin zihin karıştırdığı vurgulanmalıdır. Onun için ulemâ, vahyi ikiye ayırıp Kur’ân’a metluv; sünnete gayr-i metluv vahiy demişlerdir. Özetle bu noktada şu dört hususu vurgula­mak gerekir:

1-Bizzat Cebrâîl, Hz. Peygamber’e bazı şeyleri öğretmiştir.

2-Allâh, Cebrâîl vasıtasıyla Hz. Peygamber’i bazı tuzaklara karşı uyarmıştır. Hz. Peygamber’le bir tür iletişim kurmadan bunun gerçekleşmesi imkânsızdır.

3-Allâh, geçmiş veya gelecek gayba dair, kıyâmet alametleriyle il­gili bazı bilgileri Hz. Peygamber’e bildirmiştir. Bunlar bir-iki ta­ne de değildir. Pek çoktur. Bunların hepsi uydurma olmadığı­na ve Allah’ın elçilerine gaybını bildirmesi mümkün olduğuna göre Hz. Peygamber, Kur’ân dışında bilgiler almış demektir.

4-En önemlisi de tecrübesiyle, meleke-i nübüvvet ile Hz. Peygam­ber birtakım uygulamalarda bulunmuştur. Bu uygulamalar, Al­lâh tarafından tenkîd edilmemiştir. Dolayısıyla bunlar Allâh’ın kontrolündedir ve O’nun onayından geçmiştir. Sadece bu se­beple dahi mezkûr uygulamalar, bizim için örnektir. Çünkü, şa­yet bunlar örnek konusu olmasalardı, Allah tarafından tenkîd edilirlerdi. Zira Kur’ân’da hatalı uygulamalarından dolayı Hz. Peygamber’in Allâh tarafından uyarıldığını biliyoruz.
d-Hadîsler de Kur’ân gibi uyulması gereken şeyler olsaydı, on­lar da Kur’ân gibi yazılırdı. Hz. Peygamber, Kur’ân’dan başka şeyle­rin yazılmasını yasaklamıştır. Bu da uyulması gerekenin Kur’ân oldu­ğunu gösterir.”

İlginçtir! Bu örnekte sünnete uymayı reddetmek için hadîslerden delîl getirilmiştir. Bu çifte standartlık bir yana, Hz. Peygamber’in ken­disinden Kur’ân dışında bir şey yazılmasını yasakladığına dair ifade­ler doğrudur. Ancak İlmî dürüstlük adına bunun yanında Hz. Peygam­ber döneminde hadîslerin yazıldığı, Allâh Resûlü’nün buna izin verdi­ği vâkıası da dikkate alınmalıdır. Konuyla ilgili pek çok delîl olup on­ları burada zikretmeye gerek yoktur. Bir delîli alıp diğerlerini görmez­likten gelmek, İlmî bir tutum olamaz. Mesele, bu iki grup delilden bi­rini tercih etmek olursa kesinlikle hadîslerin yazıldığına dair hadîsleri tercih etmek gerekecektir. Çünkü bu hadîsler, oldukça fazla ve çeşitli­dir. Oysa yasak hadisi, bir sahabîden nakledilmiştir. Hal böyle olsa da İlmî olan tavır, her iki grup hadîsi anlamaya çalışmaktır.

Acaba yasak hadîsindeki yasaklık mutlak mıdır? İzin verildiğine gö­re mutlak değildir. O halde yasaktan ne kastedilmiştir? Bu konuda çe­şitli te’vîller ileri sürülmüştür. İzin hadîsleri yasak hadîsini nesh etmiş­tir. Bu durumda Allâh Resûlü’nün bir dönem de olsa sözlerini yasak­ladığı anlamı çıkar ki isabetli değildir. Abdullah b. Amr gibi yazı bilen­lere yazma izni vermiştir. Abdullah’ın dışında da yazı yazanlar olmuş­tur. İzin neden bir kişiye has olsun ki?! Aynı anda hem yasağın hem de iznin bir gerekçesi olmalıdır. Büyük ihtimalle Hz. Peygamber, Kur’ân sahifeleriyle karışmasın diye sözlerinin Kur’ân sahifelerinin kenarına yazılmasını yasaklamıştır. O dönem Kur’ân’ın muhafazasına büyük ih­timam gösteriliyor, her türlü tedbir alınıyordu. Belli ki, vahiy kâtibleri veya özel mushafı olanlar, yazdıkları Kur’ân sahifelerinin kenarına Hz. Peygamberden duydukları bazı şeyleri hemen not ediyorlardı. Bunun ileride sıkıntılara yol açabileceğini düşünen Allâh Resûlü, buna mani olmak istemiştir. Bunun dışında dileyen, yazabilen onun sözlerini istediği yere kaydedebilecektir.

Son olarak şunu sormak gerekir: Bir şeyin delîl olması, yazık olmasına mı bağlıdır? Yazılı olmayan şeyler, delîl olmaz mı? Bir şeyin delil olma şartı, yazı olamaz. Zira sözü yazan âdil biri değilse, o sözün yazılması bir mana ifade etmez. Diğer taraftan, mesela, namazı ele alalım. Bütün şartlarıyla birlikte Resûlullâh’m bunu yazdırdığına dair bir bilgiye sahip değiliz. Şimdi, namaz kılmayacak mıyız? Allâh Resûlü, “Beni nasıl görüyorsanız öylece kılınız.” demiştir. Namaz, nesilden nesile böyle aktarılmıştır. Ne olacak şimdi?! Yine Kur’ân naklinde de bi­rinci derecede ezberde olana itibar edilmiştir. Acaba Kur’ân, sırf ya­zıldığı için mİ bizler için delîl oluyor, yoksa yüzbinler nesilden nesile onu ezberden naklettiği için mi? O dönemin yazı çeşidini düşündüğü­müzde gerçekten zorlukları var; onun için, gelişmiş ve (nokta ve hare­ke açısından) nispeten değişmiştir. Elbette yazı, çok önemli bir takviye unsurudur; ancak birinci derecede Kur’ân’ı muhafaza eden, ezberdir.

Yavuz Köktaş - Kuran'a Aykırı Görülen Hadisler(İnsan yay.)
Devamını Oku »