Kabir Azabı Hakkında Bir Hadis ve Değerlendirmesi

Kabir Azabı Hakkında Bir Hadis ve Değerlendirmesi

Hz. Aişe anlatıyor: Yahudi bir kadın kendisinden dilenmek için gelmiş ve kabir azabından bahsettikten sonra “Allah seni kabir azabından korusun” de­mişti. Hz. Aişe Allah Resûlü’ne (s.a.v.) “İnsanlara kabirlerinde azap olunur mu?” diye sordu. Allah Resulü (s.a.v.) “Evet, kabir azabı (vardır)” buyurdu. Ardından Hz. Aişe şöyle demiştir: Bundan sonra Allah Resûlü’nün (s.a.v.), sonunda kabir azabından Allah’a sığınmadığı hiçbir namazını görmedim.(Buhari,Cum’a,hd.no.986,988 999,991,996,998,Cenaiz,1283,Bed’ulhalk,2964;Müslim,Kusuf,499,1501,1502;Tirmizi,Cum’a,514)

Bu rivayet hakkında şu yorumlar yapılmıştır: “Yahudi bir kadın” ifadesi, baş­ka bir rivayette ‘iki Yahudi kadın’ olarak geçmektedir. Bu kadınların isimleri tes­pit edilememiştir. Bu kadın veya kadınlar ona kabir azabından bahsetmişlerdi. Rivâyetlerdeki farklılıklara rağmen, Âişe söylediklerine inanmamış, ancak Allah Resulü (s.a.v.) -bir rivayete göre vahiy inmesi sonucu-, başka bir rivayete göre doğ­rudan doğruya kadının söylediğini teyit ederek kabir azabından Allah’a sığınmıştır.

Kıssanın başka bir rivayetinde, Yahudi bir kadın Hz. Aişe’den (r.anhâ) gör­düğü iyiliğe karşılık kendisine “Allah seni kabir azabından korusun” diye dua etmişti. Bunun üzerine Hz. Âişe (r.anhâ) efendimize “Ey Allah Resulü! Kabir­de azap var mıdır?” diye sormuş, O da “Kıyamet gününün azabı dışında azap yoktur” diye cevap vermişti. Bu olaydan bir zaman sonra günün ortasında çık­mış ve cemaata olanca sesiyle şöyle nida etmişti: “Ey insanlar! Kabir azabın­dan Allah’a sığının. Çünkü kabir azabı haktır!” Bu rivayetlerin hepsinde Allah Resûlü’nün (s.a.v.) kabir azabının hükmünü Medine’de iken öğrendiği yönünde bir bilgi mevcuttur. Ancak bu su götürür bir bilgidir. Çünkü kabir azabıyla ilgiliolarak zikredilen “Sabah akşam azaba arzedilirler”(Mümin,46) ayet-i kerimesi Mekke döneminde nazil olmuş ayetlerdendir. Bunun tevili ancak şöyle yapılabilir ki,Allah Resulü (s.a.v.) inkar edenlerin ve müşriklerin kabir azabına maruz kalacakl arı konusunu bilmesine rağmen, tevhid ehlinin bu azaptan nasipdâr olacaklarını bilmemekteydi. Bilâhare vahiy yoluyla kendisine bildirildi. Hadiste ayrıca kabir azabının bu ümmete mahsus olmadığına dair de delâlet söz konusudur.

Bütün bunların yanında kabirde azap ve nimetin varlığını gösteren birtakım ayetler de vardır. Bunların delaleti kat’i olmasa da hadislerle birlikte düşündüğümüzde kabir azab veya nimetine işaret olabileceğini söylemek mümkündür. Bir ayette “Firavun ve adamları sabah-akşam ateşe atılırlar. Kıyametin kopacağı günde denilir ki; Firavun hanedanını ateşin en şiddetlisine sokun.” buyurulur. Buna göre kıyamet kopmadan önce de yani kabirde de azap vardır. Peygamber Efendi­miz (s.a.v.) “Allah, iman edenlere bu dünya hayatında ve ahirette, o sabit sözlerinde daima sebat ihsan eder.”(İbrahim,27) ayetinin kabir nimeti hakkında indiğini açıklamıştır.(Buhari,Tefsir,14)
Bütün bu deliller kabir azabını isbat etmektedir. Ehl-i Sünnete göre kabir azabı haktır. Bu hususta Kitab ve Sünnetten birçok delil olduğu anlaşılmaktadır. Allah Teâla’nın cesedin bir kısmına bir nevî hayat iade ederek ona azab vermesi aklen imkânsız değildir. Şeriat da bunu haber verdiğine göre kabul etmek gere­kir. Hâricilerle Mu’tezile’nin büyük bir kısmı ve Mûrcie taifesinden bazıları kabir azabını inkâr etmişlerdir. Ehl-i Sünnete göre azabı ölen kimsenin ya bütün ce­sedi yahut cesedinin bir kısmı görecektir. Allah her şeye kâdirdir. Ölen kimseye yerinin gösterilmesi mü’min için in’am ve ikram, kâfir için azabdır.

Öyle anlaşılıyor ki, kabir azabı haktır. Kur’an’da kabir azabını ifade eden açık ve kesin bir ayet yoktur. Aynen bunun gibi kabir azabının olmayacağını belirten bir ayet de bulunmamaktadır. Kabir azabı pek çok hadiste sarahaten ortaya konulmuştur. Bir gerekçe veya te’vil ile bunu inkar eden dinden çıkmaz. Ama bu kişinin kendi kültürüne yabancılaşacağı açıktır.

Neden böyle bir inanç Kur’an’da vurgulanmamıştır veya milyarlarca yıl önce ölen ile şimdi ölen açısından adl-i ilahi gerçekleşmiş olur mu, şeklinde aklen kabir azabına yöneltilen tenkitler vardır. Bunun yanında kabir azabının ruha mı bedene mi yapılacağı, bedene de yapılacaksa, onun çürüyüp yok olacağı şeklin­de itirazlar da var. Kur’an’da vurgulanmamasını bir kenara koyarsak -ki, çok şey sünnetle sabittir- diğerlerine şu şekilde cevaplar verilmiştir:

a-İster mümin ister kafir olsun, başına ne gelirse günahlarının affına sebep olacaktır. Bela, musibet, hastalık, sıkıntı gibi şeyler insanların günahları­nın hafiflemesine sebep olmaktadır. Bir mümin bu dünyada günahkar olarak yaşar, fakat başına gelen musibetler onun günahlarının azalmasına sebep ola­caktır. Kabir de çektiği azaplar da yine günahlarına kefaret olup onları siler. Aynen bunun gibi Allah adili mutlak olduğu için kafir kullarının başına gelen musibetler de cehennemdeki azaplarının azalmasına sebep saymaktadır. Aynı günahı işleyen ve kafir olan iki kişiden biri musibete uğrasa diğeri uğramasa, musibete uğrayanın azabı diğerine göre hafifleyecektir. Kafir cehennemde sonsuza dek kalacağı için cennete giremeyecek, ama ister bu dünyada isterse kabir de çektiği sıkıntı ve azaplardan dolayı cehennemdeki azabının şiddeti hafifleyecektir. Bu sebeple kabir de çok kalıp çok azap çeken, az kalıp az azap çekene göre daha kötü olmayacaktır. Belki de ahirette bu durumunu öğrenin­ce çok memnun olacaktır.

b-İnsanların hayatı ve geçirdiği zaman birimleri aynı değildir. Mesela, birkaç dakikalık rüyada günler, aylar ve yıllar geçmiş gibi geliyor. Bazen de yeni yatıp kalkmış gibi bir gecenin nasıl geçtiğini fark edemiyoruz. Bunun gibi kabre erken giren bir insan, Ahirette yeni kalkmış gibi olabilir. Bir diğeri ise birkaç sene kabir de kalır, ama binler sene kalmış gibi azap çekebilir. İşte kabre erken veya geç gitmek kişiye, günahına ve durumuna göre değişebilir. Allah orada da uyku ve rüyada olduğu gibi bir durum yaratabilir.

c-Azabın şiddeti değişik olabilir. Bir volt ile milyon voltun derecesi bir olmadığı gibi, mum ateşiyle güneş ateşi de bir değildir. Kabirde de herkesin durumuna göre ayrı ve çeşitli azaplar olabilir. Kabire geç giden birisi çok kısa zamanda şiddetli azap ile, erken giden birisi kadar ceza çekebilir.

d-Ölüm yokluk değildir. Daha güzel bir alemin kapısıdır. Nasıl ki, toprak altına giren bir çekirdek, görünüşte ölüyor, çürüyor ve yok oluyor. Fakat gerçekte daha güzel bir hayata geçiş yapıyor. Çekirdek hayatından ağaçlık hayatına geçiyor.

Aynen bunun gibi, ölen bir insan da görünüşte toprağa giriyor, çürüyor ama geçekte berzah ve kabir aleminde daha mükemmel bir hayata kavuşuyor.

Beden ile ruh, ampul ile elektrik gibidir. Ampul kırılınca elektrik yok olmuyor ve var olmaya devam ediyor. Biz onu görmesek te inanıyoruz ki, elektrik hala mevcuttur. Aynen bunun gibi, insan ölmekle ruh vücuttan çıkıyor. Fakat var olmaya devam ediyor. Cenab-ı Allah Ruh’a münasip daha güzel bir elbise giydirerek, kabir aleminde yaşamını devam ettiriyor.

Bu sebeple Peygamberimiz (asm),
“Kabir ya cennet bahçelerinden bir bahçe, ya da cehennem çukurlarından bir çukurdur.”(Tirmizî, Kıyamet, 26)

buyurarak, kabir hayatının varlığını ve nasıl olacağını bize haber veriyor.

İmanlı bir insan iyileşmeyen bir hastalıktan ölürse şehittir. Böyle şehitlere manevi şehit diyoruz. Şehitler ise kabir hayatında serbest dolaşırlar. Kendilerinin öldüğünü bilmezler. Sanki yaşadıklarını zannederler. Sadece daha mükemmel bir hayat yaşadıklarını bilirler. Nitekim Peygamberimiz (asm) şöyle buyurur:
“Şehit ölüm acısını hissetmez.”(bk. Tirmizî, Cihâd, 6; Nesâî, Cihâd, 35; İbni Mâce, Cihâd, 16; Dârimî, Cihâd, 7)

Kur’an-ı Kerim de şehitlerin ölmediği bildirilir. Yani kendilerinin öldüğünün farkında değillerdir. Mesela iki adam düşünün. Rüyada çok güzel bir bahçede beraber bulunuyorlar. Biri rüya olduğunu bilir. Diğeri ise rüya olduğunun farkında değil. Hangisi daha mükemmel lezzet alır? Elbetteki rüya olduğunu bilmeyen. Rüya olduğunu bilen, şimdi uyanırsam şu lezzet kaçacak diye düşünür. Diğeri ise tam ve gerçek lezzet alır.

İşte normal ölüler, öldüklerinin farkında olduğu için lezzetleri eksiktir. Halbuki şehitler öldüklerini bilmediğinden aldıkları lezzet tamdır.(sorularlaislamiyet.com)



Yavuz Köktaş - Günümüz Hadis Tartışmaları
Devamını Oku »

Kabir alemi nedir?

“Ve o nefy ve yolculuk ise, âlem-i ervâhtan, rahm-ı mâderden, sabâvetten, ihtiyarlıktan, dünyadan, kabirden, berzahtan, haşirden, Sırattan geçer bir uzun sefer-i imtihandır.(Sözler,35)”

sırrınca kabir alemi, insan için ebet yolculuğunda mutlaka ki uğranılması gereken bir istasyon, bir duraktır. Bir başka ifade ile bir salondur, bilhassa bir bekleme salonu.

Ruhlar aleminden bu aleme gelen insan, ömrünü tamamladığı zaman ilk olarak berzah alemi dediğimiz kabir alemine intikal eder. Haşir meydanına çıkmadan önceki ilk durak kabir alemidir.
“İnsanlar öldükten sonra, ruhları başka makamlara gider. Cesedleri çürüyor,” sırrınca kabir alemi bir ara hayat tarzıdır.

Ruh yaşamaya devam ediyor, ancak ceset çürümüş. Ceset çürüdüğü için bu dünya hayatının şartlarına sahip değiliz. Yani kabirde bu dünyadaki gibi bir hayat sürmemiz mümkün değil. Ruh bu dünyayı hem biliyor, hem de berzah aleminden görebiliyor, ama bu dünyadaki gibi yaşama sahip olamıyor. Aynı şekilde ceset çürümüş ve haşir meydanındaki cesedimiz de inşa edilmemiş olduğundan, yani haşir meydanına çıkmadığımız için ruh süratine ve hayal hareketine sahip olan yeni cesedimizi de giymemişiz. O zaman kabir hayatı tam olarak haşir sonrası hayatımızın şartlarını da taşımıyor demektir.

Bu noktada, ruh bir ölçüde akıbetini görüyor, ahiret şartlarını idrak ediyor, nereye gideceğini biliyor, ama o hayat gibi yaşayamıyor. Çünkü ahiret şartlarına uygun cesedi yok. Zaten ahiret şartları da tam olarak oluşmamış. Haşir meydanına çıkmamış, ahiretteki ebedi hayatında kendisine eşlik edecek olan yeni cesedi ile bir araya gelmemiş.

Demek ki kabir hayatı ruh için bu dünya cesedinin kaybedildiği, ahiretteki cismin de eline geçmediği tam bir ara hayat tarzı. Zaten berzah alemi denmesi de buna işaret ediyor.

Bir misal ile açıklarsak:

Diyelim ki bir süreliğine Almanya'ya misafirliğe gittiniz. Orada size verilen vize süresince gezdiniz ve ziyaretlerde bulundunuz. Sonra memlekete geri dönüyorsunuz. Asıl vatanınız olan ülkenize avdet ediyorsunuz. Köln hava alanına gittiniz ve gümrükten geçtiniz, dış hatlar servisinde ülkenize dönmek için uçağınızı beklemeye başladınız. İşte sizin asli vatanınıza dönmek için beklediğiniz salon bir ölçüde kabir alemine işaret eder. Gümrükten geçmeniz ise ölüme. Ölüm yolu ile ahiretin ilk salonuna giriyorsunuz. Nasıl ki o hava alanı veya istasyon o ülkenin bir parçası, siz daha uçağa binmediniz. İşte onun gibi kabir alemi de bu dünya şartlarının bir parçası. Evet gümrükten geri dönüş olmadığı gibi, kabir alemindeki gümrük salonundan da dönüş söz konusu değil. Uçağınız geldiği zaman asli vatanınıza doğru yola çıkacaksınız. Elbette ki bu bekleme salonunda da bir süre bekleyeceksiniz.

Sual: Kabir alemi “Cennet bahçelerinden bir bahçe veya Cehennem çukurlarından bir çukur” olarak tanımlanmış. Bu ne demektir?

Cevap: Ölümden sonraki hayatımız izafi bir mahiyet taşır. Kişi kabirde ameline göre bir yaşam sürer. Ömrünü küfür ve isyan ile geçirmiş bir kişi elbette ki, kabir alemine girdiği zaman hayatının neticesini görür. Yani Cehennemde ebedi bir zahmet ve sıkıntıyı haber alır. Bir ölçüde Cehenneme uzanan hayatı ile karşı karşıya gelir. Ve bu akibetin neticesi bulunduğu berzah hayatını Cehennem çukuruna çevirir.

Öte yandan ömrünü itaat ve ibadetle geçirmiş, musibetlere sabretmiş, daima Allah'a şükretmiş bir mümin insan da, Rahmet-i İlahiyenin ihsanı ile kabre girdiği zaman Allah'ın ebedi rahmetini görür ve tüm hissiyatı ile Cennete müştak olur. Bir ölçüde gideceği yer olan Cenneti müşahede eder. Veya hazret-i Üstadın tabiri ile, müminler “Cennet bağlarını sinema gibi görüp temâşâ ederler.” İşte bir mümin kulun bu müşahededen aldığı lezzet de hiç kuşkusuz kabri bir Cennet bahçesine çevirir.

Bu dünyada bile Abdülkadir-i Geylani gibi büyük evliyalar Cennet ve Cehennemi müşahede ettikleri gibi, imtihan dünyasından ayrılmış bir kul da ebedi alemlerin ilk durağı olan kabirden ebedi alemleri müşahede edebilir.

Sual:Kabir hayatı bir ölçüde ruhi bir hayat gibi gözüküyor. Yani dünya cismi çürüyor, ahiret cismi de haşirden sonra insana verilecek. Bu nedenle kabirde tam olarak cismani olmayan bir hayat yaşanacak. Kabirde insan azaba uğrayacak deniliyor. Peki cisme sahip olmayan ruh nasıl azap çeker? Ruhu dövmek, ruhu parçalamak, ruhu yakmak mümkün olmadığına göre bu nasıl bir azap türü olacak?

Cevap: Kabir azabı haktır.Çünkü bu konuda birçok sahih rivayet var. Ancak bu azabın mahiyeti bizce meçhuldür. Yani orada nasıl bir azap var olduğunu bilmiyoruz. Bu azabın dünyada ve ahirette çekilecek azap tarzında olmadığı açık. Çünkü insan bu dünyada cism-i dünyevisi ile birlikte sıkıntıya maruz kalır. Cehennemde ise cism-i uhreviyesiyle birlikte sıkıntı çekecek. Kabirde ise ruhi veya yarı cismani bir hayat yaşandığına göre çektiği sıkıntı ve azap da bir ölçüde ruhi olacaktır. Azabın bizzat kendisinden çok, azabın haberi ile azaba uğrayacaktır.

Şöyle ki:

Şimdi bir insana “Üç gün sonra öleceksin veya üç gün sonra başına büyük bir musibet gelecek” dense bu kişi aldığı haberin tesiri ile çok büyük bir sıkıntı çeker. Bir ölçüde azabın haberi azabın kendisinden daha fazla sıkıntı verir. Ya da musibetin mukaddimesi musibetten daha beterdir. Bu noktada kabre giren bir inançsız kişi ebedi cehennem azabına uğrayacağını haber alsa ve tam olarak öğrense. Bu bilginin insana vereceği sıkıntı belki de azabın kendisinden daha çok tesir eder. İşte kabir azabı böyle bir azaptır.

Belki de kabir azabı ekseriyetle müminler içindir. Nasıl ki dünyevi musibet ve belalar mümin insanın günahlarını temizler, öyle de kabirde çekeceği sıkıntı, günahları nedeniyle duyacağı utanç ve nedamet ölümden sonra kalan günahlarını temizler de, haşir meydanına günahsız çıkar. Bu yönde sahih rivayetler ve haberler olduğu unutulmasın.

Hadislerde kabir alemi ile ilgili bazı hususlar yaşayan insanları ikaz etmek için söylenmiş. Ölümü hatırlatmak, insanları iman ve itaat konusunda ikaz etmek için Resul-u Ekrem kabir alemine ait bazı hallerden bahsetmiş. Yoksa dünya cihetine bakarak yorum yapmak, sanki kabirde yaşanan bazı haller dünya şartlarında görülecek ve bilinecek diye bir fikre kapılmak meselenin yanlış anlaşılmasına yol açar.

Sual: ölüm sonrası insan defnediliyor. Ruh tekrar ölmüş olan cesede iade ediliyor mu?

Cevap: Bu konuda bazı İslam alimleri ruhun tekrar cesede döndüğünü ifade ediyorlar. Bu durum daha çok kabir azabı ile ilgili. Zira bazı alimler kabir azabının ruh ve cesedin her ikisine birden tatbik edildiğini söylüyorlar. Ancak Risale-i Nurdaki ifadelere baktığımızda durumun böyle olmadığını görüyoruz. “İnsanlar öldükten sonra, ruhları başka makamlara gider. Cesedleri çürüyor...” ifadesi bu hakikate işaret eder. Bu nedenle çürüyen cesede ruhun dönmesi söz konusu değil. Şayet kabirde “Cesetle birlikte bir hayat olduğu fikri ortaya atılırsa”, “O zaman tam olarak itaat etmiş, imanla kabre girmiş bir mümin de cesedi ile birlikte zevk yaşar” gibi bir sonuç ortaya çıkar ki, bu durum pek de hikmete uygun gözükmüyor.

Kabir alemindeki hayat, “Belki, cesed ruhun hânesi ve yuvasıdır, libası değil. Belki ruhun libası, bir derece sabit ve letâfetçe ruha münâsip bir gılâf-ı latîfi ve bir beden-i misâlîsi vardır. Öyle ise mevt hengâmında bütün bütün çıplak olmaz, yuvasından çıkar, beden-i misâlîsini giyer.(Sözler, 478 )” ifadesi doğrultusunda ne tam maddi, ne de tam ruhi olmayan tamı tamına bir ara hayattır. Ruhun misali bedenle yaşadığı, dünya hayatından uzak ama tam kopmuş değil, ahiret hayatına yakın ama tam elde etmiş değil. Bir ara hayat, bir berzah hayatı.

Aynı şekilde “hattâ ölmüş evliyaların çoklarının ervahlarını cesed-i misaliyle dünyaya
gönderen bir Hakîm-i Zülcelâl,” ifadesi de misali bir hayata işaret eder.

Son söz Hazret-i Üstad'ın(Bediüzzaman):

“Hem, mevt ve eceli âlem-i berzaha giden ve âlem-i bekàda olan ahbablara visâl ve mülâkàt mukaddimesi olarak gösterir. Ehl-i dalâletin nazarında bütün ahbabından bir firâk-ı ebedî telâkkî ettiği ölüm yaralarını böylece tedâvi eder. Ve o firâk, ayn-ı likà olduğunu ispat eder.

Hem, kabrin âlem-i rahmete ve dâr-ı saadete ve bâğistân-ı Cinâna ve nuristân-ı Rahmâna açılan bir kapı olduğunu ispat etmekle, beşerin en müthiş korkusunu izâle edip, en elîm ve kasâvetli ve sıkıntılı olan berzah seyahatini, en leziz ve ünsiyetli ve ferahlı bir seyahat olduğunu gösterir. Kabir ile ejderha ağzını kapatır, güzel bir bahçeye kapı açar. Yani, kabir ejderha ağzı olmadığını, belki bâğistân-ı rahmete açılan bir kapı olduğunu gösterir.(Sözler, 580)”


www.saidnursi.de
Devamını Oku »

Ebu Hanife - Fıkhu-l Ekber Tercümesi



Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla

Tevhidin aslı, buna îman etmenin en doğru yolu şudur: Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, öldükten sonra dirilmeye, kadere, hayrın ve şerrin Allah'tan olduğuna, hesap, mizan, cennet ve cehenneme inandım, bunların hepsi de haktır, demek gerekir.


Yüce Allah, sayı yönüyle değil, ortağı olmaması yönüyle birdir. O, doğurmamış ve doğurulmamıştır. O'na hiçbir şey denk değildir. O yarattıklarından hiç birine benzemez. İsimleri, zatî ve fiilî sıfatlarıyla daima var olmuş ve var olacaktır.

Allah'ın zatî sıfatları; hayat, kudret, ilim, semi, basar ve irâde sıfatlarıdır. Fiilî sıfatlar ise, tahlik (yaratma), terzik (rızık verme), inşa (yapma), ibda (örneksiz yaratma) ve sun' (san'atla yaratma) ve diğer fiilî sıfatlardır.

Allah, sıfatları ve isimleri ile var olmuş ve var olacaktır. O'nun isim ve sıfatlarından hiçbiri sonradan olma değildir. O ilmiyle daima bilir, ilim O'nun ezelde sıfatıdır. O kudretiyle daima kadirdir, kudret O'nun ezelde sıfatıdır. Kelâm ile konuşur, kelâm O'nun ezelde sıfatıdır. Yaratması ile daima haliktır, yaratmak O'nun ezelde sıfatıdır. Fiili ile daima faildir, fiil O'nun ezelde sıfatıdır. Fail Allah'tır, fiil ise O'nun ezelde sıfatıdır. Yapılan şey, mahlûktur. Yüce Allah'ın fiili ise mahlûk değildir. Allah'ın ezeldeki sıfatları mahlûk ve sonradan olma değildir. Allah'ın sıfatlarının yaratılmış ve sonradan olduğunu söyleyen, yahut tereddüt eden veya şüphe eden kimse Yüce Allah'ı inkâr etmiş olur.

Kur'ân-ı Kerîm, Allah kelâmı olup, mushaflarda yazılı, kalplerde mahfuz, dil ile okunur ve Hz. Peygamber'e indirilmiştir. Bizim Kur'ân-ı Kerîm'i telaffuzumuz, yazmamız ve okumamız mahlûktur fakat Kur'ân mahlûk değildir. Allah'ın Kur'ân'da belirttiği Musa ve diğer peygamberlerden, firavn ve İblis'ten naklen verdiği haberlerin hepsi Allah kelâmıdır, onlardan haber vermektedir. Allah'ın kelâmı mahlûk değildir, fakat Musa'nın ve diğer yaratılmışların kelâmı mahlûktur. Kur'ân ise Allah'ın kelâmı olup, kadîm ve ezelîdir

Allah bir şey (varlık)'dir, fakat diğer şeyler gibi değildir. O'nun varlığı cisim, cevher, araz, had, zıd, eş ve ortaktan uzaktır. O'nun Kur'ân'da zikrettiği gibi eli, yüzü ve nefsi vardır. Allah'ın Kur'ân'da zikrettiği gibi el, yüz ve nefs gibi şeyler, keyfiyetsiz sıfatlardır. O'nun eli, kudreti veya nimetidir denilemez. Zîra bu takdirde sıfat iptal edilmiş olur. Bu, Kaderiyye ve Mutezile'nin görüşüdür. O'nun elinin, keyfiyetsiz sıfat olması gibi, gazabı ve rızası da keyfiyetsiz sıfatlarından iki sıfattır.

Allah, eşyayı bir şeyden yaratmadı. Allah, eşyayı oluşundan önce, ezelde biliyordu. O, eşyayı takdir eden ve oluşturandır. Allah'ın dilemesi, ilmi, kazası, takdiri ve Levh-i Mahfûz'daki yazısı olmadan, dünya ve âhirette hiçbir şey vaki olmaz. Ancak onun Levh-i Mahfûz'daki yazısı, hüküm olarak değil, vasıf olarak yazılıdır. Kaza, kader ve dilemek, O'nun nasıl olduğu bilinemeyen sıfatlarındandır. Allah, yok olanı yokluğu halinde yok olarak bilir, onun yarattığı zaman nasıl olacağını bilir. Var olanı, varlığı halinde var olarak bilir, onun yokluğunun nasıl olacağını bilir. Allah ayakta duranın ayakta duruş halini, oturduğu zaman da oturuş halini bilir. Bütün bu durumlarda Allah'ın ilminde ne bir değişme, ne de sonradan olma bir şey hâsıl olmaz. Değişme ve ihtilâf, yaratılanlarda olur.

Allah'ın "Allah Musa'ya hitap etti.''(Nisa,164)âyetinde belirttiği gibi. Musa Allah'ın kelâmını işitti. Şüphesiz ki Allah, Musa ile konuşmasından önce de, kelâm sıfatı ile muttasıftı. Yüce Allah yaratmadan da ezelde yaratıcı idi. Allah, Musa'ya hitap ettiğinde, ezelde sıfatı olan kelâmı ile konuştu. O'nun sıfatlarının hepsi, mahlûkların sıfatlarından başkadır. O bilir, fakat bizim bildiğimiz gibi değil. O kadirdir, fakat bizim gücümüzün yettiği gibi değil. O görür, fakat bizim görmemiz gibi değil. O işitir, fakat bizim işittiğimiz gibi değil. O konuşur, fakat bizim konuşmamız gibi değil. Biz uzuvlar ve harflerle konuşuruz. Oysaki Allah, uzuvsuz ve harfsiz konuşur. Harfler mahlûktur, fakat Allah'ın kelâmı mahlûk değildir.

Allah insanları küfür ve îmandan hâli olarak yaratmış, sonra onlara hitap ederek emretmiş ve nehyetmiştir. Kâfir olan; kendi fiili, hakkı inkâr ve reddetmesi ve Allah'ın yardımını kesmesiyle küfre sapmıştır. İman eden de kendi fiili, ikrarı, tasdiki ve Allah'ın muvaffakiyet ve yardımı ile îman etmiştir.

Allah Âdem'in neslini, sulbünden insan şeklinde çıkarmış, onlara akıl vermiş, hitap etmiş, îmanı emredip, küfrü yasaklamıştır. Onlar da onun Rabb olduğunu ikrar etmişlerdir. Bu, onların îmanıdır. İşte onlar bu fıtrat üzerine doğarlar. Bundan sonra küfre sapan bu fıtratı değiştirip bozmuş olur. İman ve tasdik eden de fıtratında sebat ve devam göstermiş olur.

Allah, kullarının hiç birini îman veya küfre zorlamamış, onları mü'min veya kâfir olarak yaratmamıştır. Fakat onları şahıslar olarak yaratmıştır. İman ve küfür kulların fiilleridir. Allah, küfre sapanı, küfrü esnasında kâfir olarak bilir. O kimse daha sonra iman ederse, imanı halinde mü'min olarak bilir, ilmi ve sıfatı değişmeksizin onu sever.

Kulların hareket ve sükûn gibi bütün fiilleri hakikaten kendi kesbleri (kazançları)'dir. Onların yaratıcısı ise Yüce Allah'tır. Onların hepsi Allah'ın dilemesi, ilmi, hükmü ve kaderi ile olur.

Taatların hepsi, Allah'ın emri, muhabbeti, rızası, ilmi, dilemesi, kazası ve takdiri ile vacip kılınmıştır. Masiyetlerin hepsi de Allah'ın ilmi, kazası, takdiri ve dilemesi ile olmakla beraber, rızası ve emri değildir.

Peygamberlerin hepsi de (salât ve selâm olsun) küçük, büyük günah, küfür ve çirkin hallerden münezzehtir. Fakat onların sürçme ve hataları vâki olmuştur. Hz. Muhammed, Allah'ın sevgili kulu, resulü, nebisi, seçilmiş tertemiz kuludur. O hiç bir zaman puta tapmamış, göz açıp kapayacak bir an bile Allah'a ortak koşmamıştır. O, küçük büyük hiç bir günah işlememiştir.

Peygamberlerden sonra insanların en faziletlisi, Ebû Bekr es-Sıddîk, sonra Ömer el-Fârûk, sonra Osman b. Affân Zû'n-Nûreyn, daha sonra Aliyyu'l-Murtaza'dır. Allah hepsinden razı olsun. Onlar doğruluk üzere, doğruluktan ayrılmayan, ibâdet eden kimselerdir. Hepsine sevgi ve saygı duyarız. Hz. Peygamber'in ashabının hepsini sadece hayırla anarız.

Bir müslümanı, helâl saymaması şartıyla, büyük günahlardan birini işlemesi ile kâfir sayamayız. Bu durumdaki bir kimseden îman ismini kaldıramayız, ona gerçek anlamda mü'min deriz. Bir mü'minin kâfir olmamakla beraber günahkâr olması caizdir.

Günahlar, mü'mine zarar vermez demeyiz. Keza günah işleyen kimse Cehennem'e girmez de demeyiz. Dünyadan mü'min olarak ayrılan kimse, fasık da olsa Cehennem'de ebedî kalacaktır, demeyiz.

Mürcie'nin dediği gibi, iyiliklerimiz makbul, kötülüklerimiz de affedilmiştir, demeyiz. Fakat kim bütün şartlarına uygun, müfsit ayıplardan uzak amel işler ve onu küfür ve dinden dönme gibi şeylerle boşa çıkarmaz ve dünyadan mü'min olarak ayrılırsa şüphesiz Allah onun amelini zayi etmez, bilakis kabul eder ve ondan dolayı sevap verir, deriz.

Allah'a ortak koşmak ve küfür dışında, büyük ve küçük günah işleyen, fakat tevbe etmeden mü'min olarak ölen kimsenin durumu Allah'ın dilemesine bağlıdır. Dilerse ona Cehennem'de azap eder, dilerse affeder ve hiç azaba uğratmaz.

Herhangi bir amele riya karıştığı zaman, o amelin ecrini yok eder. Keza ucüb (kendi amelini üstün görmek) de böyledir.

Peygamberlerin mucizeleri ve velîlerin kerametleri haktır. Ancak, haberlerde belirtildiği üzere İblis, Firavun ve Deccal gibi Allah düşmanlarına ait olan, onların şimdiye kadar vukua geliş ve gelecek hallerine mucize de, keramet de demeyiz. Bu, onların hacetlerini yerine getirmedir. Zîra, Allah, düşmanlarının ihtiyaçlarını, onları derece derece cezaya çekmek ve sonunda cezalandırmak şeklinde yerine getirir. Onlar da buna aldanarak azgınlık ve küfürde haddi aşarlar. Bunların hepsi de caiz ve mümkündür.

Yüce Allah, yaratmadan önce de yaratıcı, rızıklandırmadan önce de rızık verici idi. Allah, âhirette görülecektir. Mü'minler Allah'ı Cennet'te, aralarında bir mesafe olmaksızın, teşbihsiz ve keyfiyetsiz olarak baş gözleriyle göreceklerdir.

İman, dil ile ikrar, kalp ile tasdiktir. Gökte ve yerde bulunanların îmanı, îman edilmesi gereken şeyler yönünden artmaz ve eksilmez, fakat yakın ve tasdik yönünden artar ve eksilir. Mü'minler, îman ve tevhid hususunda birbirlerine müsavidirler. Fakat amel itibarıyla birbirlerinden farklıdırlar. İslâm, Allah'ın emirlerine teslim olmak ve itaat etmek demektir. Lügat itibariyle iman ve islâm arasında fark vardır. Fakat islâmsız îman, îmansız da islâm olmaz. Onların ikisi de bir şeyin içi ve dışı gibidirler. Din ise; iman, islâm ve şeriatlerin hepsine birden verilen isimdir.

Biz, Yüce Allah'ı kendisini kitabında tavsif ettiği bütün sıfatlarıyla gerçek olarak biliriz. Hiçbir kimse Allah'a, O'nun şanına lâyık şekilde hakkıyla ibâdet etmeye kadir değildir. Fakat insan ancak Allah'ın kitabında, Resulünün bildirdiği ölçüde Allah'a ibâdet eder.

Bütün mü'minler; marifet, yakîn, tevekkül, muhabbet, rıza, korku ve ümit ve iman konusunda birbirlerine müsavidirler. Bu konuda imanın dışındaki hususlarda birbirlerinden farklıdırlar.

Yüce Allah, kullarına karşı lütufkârdır, adildir, kulun hakettiği sevabı lütfuyla kat kat fazlasıyla verir. Kulunu, adaletinin icabı olarak işlediği günahtan dolayı cezalandırır. Keza kendisinden bir lütuf olarak bağışlar da.

Peygamberlerin (salât ve selâm olsun) şefaati haktır. Peygamberimizin (s.a.) şefaati, günahkâr mü'minler ve onlardan büyük günah işleyip cezayı haketmiş olanlar için hak ve sabittir.

Kıyamet günü amellerin mizanla tartılacağı hususu haktır. Hz. Peygamberi'in havzı haktır. Kıyamet günü hasımlar arasında iyilikler alınarak kısas ve hesaplaşma olması haktır. İyilikler bulunmadığı takdirde kötülüklerin atılması hak ve caizdir.

Cennet ve Cehennem hâlen yaratılmıştır, ebediyen de fâni olmayacaklardır. Huriler ebediyen ölmezler. Yüce Allah'ın cezası da, sevabı da ebedîdir.

Allah dilediğini kendisinin bir lütfü olarak hidâyete ulaştırır. Dilediğini de adaletinin gereği olarak sapıklığa düşürür. Allah'ın sapıklığa düşürmesi, hızlânıdır. Hızlanın mânâsı ise, Allah'ın razı olacağı şeylerde onu muvaffak kılmayıp, yardımını kesmesidir. Bu, Allah'ın adaleti gereğidir. Keza, Allah'ın günahkârları isyanları sebebiyle cezalandırması da adaleti icabıdır.

Şeytan, mü'min kuldan imanını baskı ve cebirle alır, dememiz doğru değildir. Fakat kul îmanı terkederse, Şeytan da onun imanını alır, deriz.

Kabirde Münker ve Nekir'in sualleri haktır. Kabirde ruhun cesede iade edilmesi haktır. Bütün kâfirler ve asi mü'minler için kabir sıkıntısı ve azabı haktır.

Âlimlerin, Allah'ın sıfatlarını Farsça (Arapça'dan başka bir dille) söylemeleri caizdir. Fakat yed=el kelimesi, Allah'ın sıfatı olarak Farsça söylenemez. Fakat Farsça olarak Rûyi Hüdâ=Allah'ın yüzü demek caizdir. Allah'ın yakınlık ve uzaklığı, mesafenin uzunluk ve kısalığı ile değil, keramet ve zillet mânâsındadır. İtaatli olan kul, Allah'a keyfiyetsiz olarak yakın, âsi kul ise keyfiyetsiz olarak Allah'tan uzak olur. Yakınlık, uzaklık ve yönelmek, yalvaran kula racidir. Keza Cennet'te komşuluk ve Allah'ın önünde bulunmak da keyfiyetsiz şeylerdir.

Kur'ân-ı Kerîm, Allah'ın Resulüne (s.a.) indirilmiş olup, mushaflarda yazılıdır. Kelâm mânâsında Kur'ân âyetlerinin hepsi de fazilet ve büyüklük bakımından birbirine müsavidir. Fakat bazısında zikir ve zikredilen fazileti bahis konusudur. Âyete'l-Kürsi buna misaldir. Burada zikredilen Allah'ın yüceliği, azameti ve sıfatlarıdır. Bu âyette hem zikir, hem de zikredilenin fazileti olarak iki fazilet bir araya gelmiştir. Bu kısmında ise sadece zikir fazileti vardır. Kâfirlerin kıssalarında olduğu gibi. Bu âyetlerde zikredilenin bir fazileti yoktur, çünkü zikredilenler kâfirlerdir. Keza Allah'ın isim ve sıfatlarının hepsi de azamet ve fazilette müsavidir, aralarında farklılık yoktur.

Hz. Peygamber'in anne ve babası İslâm gelmeden önce öldüler. Kasım, Tâhir ve İbrahim Allah Resulünün oğulları, Fâtıma, Rukiyye, Zeynep ve Ümmü Gülsüm de kızları idiler.

İnsan tevhid ilminin inceliklerinden herhangi birinde güçlükle karşılaşırsa, sorup öğreneceği bir âlim buluncaya kadar, Allah katında doğru olana inanması gerekir. Böyle bir kimseyi arayıp bulmakta gecikmesi caiz değildir. Bu hususta tereddüt edilerek beklemek mazur görülmez. Eğer tereddüt ederek beklerse, kâfir olur.

Mîrac haberi haktır. Onu reddeden sapık bir bid'atçi olur. Deccal'in, Ye'cüc ve Me'cüc'ün ortaya çıkması, güneşin batıdan doğması, Hz. İsa'nın gökten inmesi ve sahih haberlerde bildirilen kıyamet alâmetlerinin hepsi de haktır.

Yüce Allah, dilediğini doğru yola hidâyet eder.

Kaynak:Mustafa Öz - İmam Azam'ın 5 Eseri,

Marmara Üni.İlahiyat.Fak.Vakfı - 2 Mayıs 1981
Devamını Oku »