Kapitalizm ve Haya

Kapitalizm ve Haya

Halihazır toplum düzenlerinde bozukluk diye gördüğümüz olguların çoğu aslında basit bir etkene dayanıyor.İnsanların ar ve haya duygularının kaybettirilmesi.

Kapitalistik toplum yapısı ile insanların ar ve hâya duygularının kaybettirilmesi anısında ilişki bulunduğu kanısındayım. Kadınların iş hayatına girmeleri, onlardaki bu duyguların büyük ölçüde törpülenmesi ile ilişkilidir. İtiraz etmekte aceleci davranmayın.

Kendinizi 19. yüzyılda, yüzlerce erkek işçinin çalıştığı bir fabrikada düşünün. Şimdi, bir kadın olarak o fabrikada çalışmak zorunda kaldığınızı farzedin. Acaba neler hissederdiniz? Sizi bu işe zorlayan sebeplere nasıl kahretmezdiniz? Bir takım tanımadığınız adamların yanında, fabrikaya ilk adımı attığınız anda ayaklarınız nasıl birbirine dolaşmazdı? Nasıl bir utanç ve sıkıntı içinde kalırdınız?

Her şeyi ekonomik sebebe dayandırmak günümüzde kolaylaşmıştır. Kadın işçilerinde, birtakım ekonomik zorunluklar karşısında çalışması gerektiğini, dolayısıyla yeni şartların öngördüğü ahlâk, namus ve haya anlayışına uymak zorunda bulunduğunu, bunun hayatın akışı içinde tabiinin tabiisi bir olay olduğunu, aksi takdirde yaşama imkânımızın elimizden alınmış olacağını söylemek bugün kolayın kolayı.

Demek istiyorum ki, ar ve haya hakkında ki telakkilerimiz değişmiş bulunuyorsa ve dün hayaya aykırı saydığımız bir olgu bugün gündelik tavır ve davranışlarımızın arasında yer almışsa, dün öyleyken bugün böyleyse, bunu ekonomik gerekçelerin arkasına sığınarak izah edebilirsiniz. Esasen halen bütün sosyal araştırma enstitüleri bizi buna inandırmak için harıl harıl çalışıyorlar. Bir uçtan sosyologlar, bir uçtan ekonomistler, bir uçtan psikologlar, bir başka uçtan antropologlar, bizi mevcut şartların tabiiiğine inandırmak için gecelerini gündüzlerine katmışlar. Fakat bütün bu gayretlerin arkasındaki niyet nedir? Insanları bir yerlere yönlendirmek için değil mi?

Bugün plaja üzerinizdeki donla girince kınanıyorsunuz da, ondan farkı olmayan mayoyla girince tabii karşılanıyorsunuz. Sokağa pijamayla çıkamıyorsunuz, çünkü herkesin size güleceğini biliyorsunuz. Örtünmekse, ikisinde de örtünmek. Fakat hayır, siz, örtünmenin zorunluluğuna değil, giyinmenin zorunlu olduğuna inandırılmışsınız. Kim inandırmış? Bir kaç tekstil tüccar ya da imalatçısıyla moda örgütleri değil mi?

Diyeceksiniz ki, mesele gene gelip dayandı ekonomik gerekçeye. Sermayedarların daha çok kâr edebilmek uğruna kadın işçi çalıştırmak istemeleri, tekstil tüccarlarının daha çok mal satabilmek için pijamanın yatarken giyilmesi gerektiğine bizi inandırmış bulunmaları, kökeninde, kapitalist dizge ile bağıntılıdır. Ama halen gözümüzde dine dayanarak bazı şeyleri açıklamak “bilim dışı” sayıldığından, bizler yüksek bilim adamlarının söylediklerine itibar etmek zorunda bırakıldık

Mevcud hayazsızlığın kılıf hazırlayanlar ve onu meşrulaştıranlar da onlardır.

Bugün Amerika’da« Avrupa'da ilgili enstitüler cinsel konular üzerine harıl harıl ''bilimsel” araştırma yaptıkları iddiasındadırlar. Ancak, bu araştırmaya konu olanların, hazırlanan anket sorularına cevap verenlerin büyük bir kısmım fahişelerin teşkil ettiğini çoğu kez farketmiyoruz bile. Ne var ki, milyonlarca kadının fahişelerin cevaplarına göre yönlendirildikleri de vakıadır.

Hayâ ile ilgili olarak gündelik hayat kesitinden bir anekdot aktarmak istiyorum: Bir işportacı, kalabalık bir meydanda, çevresine bir müşteri yığını toplamıştı. Bu işportacının müşterileri sadece kadınlardan ibaretti. Bir taburenin üstüne çıkmış, bir elinde bir kadın donu, öteki elinde bir sütyen, bayrak gibi sallayarak bunların batık gemilerin malları olduğunu ve “reklam fiyatına” sattığım bağırarak anlatmaya çalışıyordu.

Kadınlarsa yerde kabarık bir küme teşkil eden bu iç çamaşırlarını alıyorlar, ölçülerine uygun olup olmadığını deniyorlar, renk ayrımı yapıyorlar, beğenirlerse alıyor, parasını ödeyip gidiyorlardı.

Çarşıdan ayrılırken, herkesin gözü önünde yapılan bu alış verip manzarası beni düşündürmeye başladı. Önce, meydanlarda yapılan bu iç çamaşırı alışverişini kimsenin yadırgamadığını düşündüm. Sanırım böylesi bir alışverişi orada bulunanlar arasında benden başka yadırgayan yoktu. Her gün rastlanan olağan manzaralardan biri sayılıyordu. Yani kadınları herkesin içinde, herkesin gözü önünde alacağı donu, giyeceği iç çamaşırını vücuduna ölçüp biçip satın alması kimsenin umurunda değildi. Bu umursamazlık bana korkunç geldi. Bu “korkunç'' kelimesini kullanmamsa bu gün aramızda bulunan pek çoğuna şaşırtıcı gelecektir. Bunun neresi korkunç diye soranlar çıkabilecektir.

Manzara, günümüz toplum hayatının gündelik enstantanelerinden olduğu için bu manzaradaki gayri tabiiliğe kanıksanmıştır, kanıksandığı için de tabii sayıl maktadır.; Ama beni düşündüren husus, insanların nasıl olup da, ar ve hâyâ duygularını böylesine yitirebildikleri ve ona böylesine kayıtsız kalabildikleri idi.

Bugün bize ‘Afrika vahşileri’nin çırılçıplak yaşadıkları hususu ilkellik diye öğretilmektedir.Fakat bir dakının,sokak ortasında don satılmasına,üstünde ölçüp biçmesine ne ad verildiği söylenmemektedir.

Eskiden… (Evet, bu kelimeyi yazar yazmaz cümlenin devamından bir an için vazgeçtim. Çünkü “Eskiden..." diye başlayan birinin bağnaz bir tutucu olduğu hususundaki yaygın kanaatin ne anlama geldiğini biliyorum. Başkalarının hakkında besleyecekleri bu tür bir kanaati önemsediğimden değil, fakat bu kanaatin içinde de bir yanlışlık bulunduğunu, o yanlışlığı düzeltmek gerektiğini düşündüğüm için bir an duraksadım. Eski güneşlerin daima iyi olduğunu savunan biri olmadığımı belirtmek ihtiyacım hissettim.)

Evet, eskiden, bir kadının, değil sokak ortasında iç çamaşırı satın alması, onu uyuyor mu, uymuyor mu diye üstünde prova etmesi; çamaşırının yanlışlıkla bile olsa bir başkası tarafından görülmesi yahut görülme ihtimalinin mevcudiyeti, o kadın için ömür boyu taşıyacağı bir utanç vesilesi olurdu. Ne var ki, halen işler yukarda değindiğimiz manzaraya dönüşmüştür. Bılinçaltından, bu işlerin uygarlığın icaba tından olduğunu düşünenlerin sayısı da az değildir.

Gerçekten de, bu işte “uygarlığın'' parmağını aramak büsbütün yersiz değildir. İnsanların kafa yapısı çok değişmiştir. Bir şairimiz: “Utanırdı burnunu göstermekten sütninem / Kızımın gösterdiği kefen bezine mahrem” diyordu. Böylesine uçurumlarla ölçülebilecek bir dönüşüm olmuştur kafalarda.

Dönüşümün kökeninin insanların ar ve hâyâ duygularından başlatıldığında kuşku yok. Üstelik halen Batılılaşmadan yana oyunu veren ve Batılı hayat tarzını günlük yaşantısına sindirdiğini ve öyle yaşadığını sanan kimseler arasında bir soruşturma yapsanız, şaşırtıcı cevaplarla karşılaşabilirsiniz.

Nitekim bu konuda, hukuk fakültesini bitirmiş, halen devlet dairesinde yüksek bir görevde çalışan bir kadından aldığım cevap şuydu; “Batılılaşmak demek kadınların çalışma hayatına katılması demektir.

Şimdi ben çalışıyorum,eğer çalışmasa idim, ev kadını olsa idim, akşam kocam eve gelince o gün yorulduğunu söylese oflayıp puflasa buna inanırdım, fakat şimdi kocaların gündüz çalışmalarından dolayı yorulduklarına inanmıyorum. Artık akşam eve geldiklerinde oflayıp puflayarak bize hiçbir şeyi yutturamazlar Batılılaşmakla en azından, erkeklerin yorgunluk iddialarının bir yutturmaca olduğunu ispat etmiş olduk’’’

Bir başkası ise (ki o da kadındı ve şimdi sözünü ettiğim kadınla tıpa tıp aynı statüde idi) şöyle diyordu *Şimdi artık biz de cenaze törenlerine gidebiliyoruz. Bir arkadaşımızın yakını öldüğünde onun cenaze törenine katılabiliyoruz. Batılılaşmak bize kadınların da cenaze törenlerine katılabileceğini öğretti. Az şey mi bu?’’

Diğer bir cevap (ve gene çalışan bir kadından); "Batılılaşmak demek erkeklerle eşit olmak demektir. Bıı gün erkekler başı açık dolaşabiliyorsa, kadınlar da başlarını açabiliyorlar. Ben bir ‘feministim.’ Batılılaşmak, bence, kadın haklarını savunmaktır." Vs. vs.’’

Bütün bunların kulaktan kapma şeyler olduğunu ve Batı ile Batı fikriyatının özü ve mahiyeti itibariyle ancak magazin seviyesinde bir ilişkisi bulunduğunu kabul etsek de, bu sözlerin arka planında bir yaşama tarzının gizlendiğini göz ardı edemeyiz.

Biberin kimyasal bileşiminde ne var bilmem. Ama birisi (bir uzman) dese ki, biberin muhteviyatında şekerli maddeler var, inanırım.

Ama kafası ve damağı şeker denince tatlı şeylere çağrışım yapan biri, hemen buna itiraz edebilir. İtirazı da gayet açık ve anlaşılabilir bir şeydir. Biber acıdır, şekerse tatlı. Öyleyse nasıl olur da biberin içinde şekerli maddeler bulunabilir.

Bu gün çoğumuzun, hatta hemen bütün dünyanın kafası, Batı uygarlığı denilince, damağımızın şeker denince tatlı maddeler çağrıştırması, salgı bezlerimizin ona ayarlanarak salgı çıkarması gibi çağrışımlarda bulunuyor. Kafalarımız ona göre şartlandırılmıştır.

Batı uygarlığı denilince en çok telaffuz edilen kelimelerin arasında ‘insanca yaşamak’ “insanca     hayat    sürmek”       gibi ibarelerin geçtiğini görüyoruz. İnsanca yaşamaksa, iyi giyinip kuşanmak, karnını iyi doyurmak, kısaca karnı tok sırtı pek deyişiyle eş anlamlı olmuş. Ama bununla kalmıyor tabii. Yüksek Sosyeteden biri için insanca yaşamak, her gün kuaföre gitmek, manikürünü, pedikürünü ihmal etmemek anlamına gelebilir.Kenarın dilberi de, insanca yaşayabilmek için buralara gitmek gerektiğine inanarak öyle yapmaya özenir. Bugün, mahalle aralarına yerleşmiş kuaförlerin çokluğu dikkatinizi çekmiyor mu?

Diyeceğimiz şudur: Bu gün günlük hayatımızın teferruatları arasında sayılan pek çok şey, bize yüksek fikirler adına kabul ettirilmiştir Bir kadın, bir erkeğin saatlerce saçlarıyla oynamasına nasıl müsaade edebilir, bunu ben bilemem. Ama yolumun üstündeki kuaförde günün her saatinde saçını taratmak ya da düzeltmek için bekleşen kadınları görüyorum.

Bu iş, bu kadınlara nasıl kabul ettirildi? Esnaf arasında kozmetik ticareti özel bir alan haline gelmiştir. Bir kozmetik dükkânında alışveriş yapan bir kadın kendini nesneleştirmek için çaba gösterdiğini aklına bile getirmekten uzaktır.

Bu iş kadınların süslenme hususundaki masum meraklarından, içgüdülerinden farklı ve kadınlarda haya damarının çatlamasıyla ilgili bir olay.

Batı uygarlığını maniküre, pediküre indirgediğim için beni küçümseyebilecek “büyük bilim adamlarının” yaşadığı bir ülkede bulunduğunu biliyorum. Onlar, Batı uygarlığı “bilimsel zihniyetle'' eşanlamlıdır deseler de ben bu uygarlığın aynı zamanda “manikür uygarlığı” olduğunu söylemeye devam edeceğim. Çünkü manikür bu uygarlığın görünmeyen usaresi arasındadır. Bu uygarlığı, onun özsuyundan (usaresinden) ayırıp düşünmeye kalkışırsanız, elinizde posası kalır. Biz şimdilik, haya duygumuzu inciten pek çok olgunun uygarlık gibi “yüksek fikirlerin’’himayesinde bize kabul ettirildiğine değinmekle yetinelim…

 

Rasim Özdenören,Yumurtayı Hangi Ucundan Kırmalı
Devamını Oku »

Türkiye’ye Laikliğin İthali

Türkiye’ye Laikliğin İthali

Tanzimat sonrası Türk siyasi düzeninde bütün hukuki kurumlar tepeden inme getirilmiştir. Laiklik kurumunun getirilmesi de, öteki kurumlar da aynı yolu izlemiştir.

Laiklik kavramının, İslâmın toplum ve siyaset yapısında yer alması esasen söz konusu değildi. Bu kurum, Batı toplumu gibi dinin ayrı bir sulta (kilise), siyasal gücün ayrı bir sulta (devlet) halinde birbirinden ayrı, hatta birbirine karşı, birbirinin yerine göz dikmiş iki ayrı toplumsal sulta olarak yer aldığı ülkelerde söz konusu olabilirdi.

Laiklik, Batıda tarihî gelişmenin seyri içinde bir ‘‘kurum” niteliğinde belirirken Türkiye’de böyle bir gelişme izlenmemiştir Bu bakımdan, Türkiye’ye laikliğin ithali iki şekilde ele alınabilir:

1-Doğrudan doğruya, şeklen, Batı siyasal ve toplumsal yapısına benzemek adına getirilmiş bir kurum olarak düşünülebilir.

2-Türkiye'de, devletin karşısında Batıda olduğu gibi teşkilatlı bir din kurumu (kilise) olmadığından, devletin halkın dinî faaliyetini kendi denetimi altına almak istediği düşünülebilir. Bu son husus, Türkiye’de laiklik kurumunun Batıya göre farklı anlaşıldığının vurgulanması bakımından önemlidir.

Gerçekten Diyanet İşleri Başkanlığının kurulması ve bunun diğer hükümet organları gibi teşkilâtlandırılması, bu son düşünceyi doğrular niteliktedir. Bu sonuç laiklik sisteminin gelişmesine âmil olan mantığa aykırıdır. Çünkü Batıda devlet, kiliseyi kendi otoritesine karşı, kendi otoritesine zıt ve muhalif ayrı bir otorite olarak kabul ve tasdik ederken, Türkiye’de teşkilâtlı bir dinî otorite mevcut olmadığından, devlet, dinî faaliyeti kendi kontrolü altına almıştır, denebilir. Durumun, laiklik kavramının temel esprisine, temel mantığına aykırı düşen bir siyasal yapı sergilediği açıktır.

 

Rasim Özdenören,Yumurtayı Hangi Ucundan Kırmalı
Devamını Oku »

Bilim Adı Altında Yapılan İşler

Bilim Adı Altında Yapılan İşler

‘Yıllarca önce Türkiye'de boyalı basının öncülerinden olan gazetede ekmek yemenin insanları gerizekalı yaptığını ileri süren bir habere rastlamıştım. Haberde haliyle "gıda uzmanlarına'' konuyla ilgili görüşlerine de yer veriliyordu, Türkiye ekmeğin çok yendiği bir ülkedir malûm. Ama böyle bir haberin arkasında Saklı olan niyet ne olabilirdi? Acaba bizlere daha az ekmek yedirmekle buğdaydan edilecek tasarrufu bir başka ülkeye ihraç atmak mı? Yoksa faraşa buğday yarine fasulye mi sattırmak?Yahut da ekmek yiyen insanlarımıza geri zekâlı oldukları hususunda bir aşağılık duygusu mu aşılanmak isteniyordu?

Bir başka haberde, tanınmış bir hastahanenin çocuk psikiyatristi bu doktor "Oyuncaksız büyüyen çocuklar, kişiliksiz ve geri zekâlı büyüyor’’ iddiasında bulunuyordu. Haberin teferruatında Türkiye'nin ünlü" oyuncak sanayicilerinden biri ile yapılmış bir de mülakat yer alıyor, bu mülakatta oyuncak sanayicisi, adı geçen doktorun tavsiyeleri doğrultusunda oyuncak ürettiklerini belirtiyordu.Gene tababetle sanayinin işbirliğine tipik bir örnek ile karşı karşıya bulunduğumuz kuşkusuz. Kendi çocukluğumu hatırlıyorum. Bizim oyuncaklarımız yoktu. Oyuncaksız büyüdük. Belki şimdi iddiasını zikrettiğimiz doktor da bizim gibi oyuncakaız büyümüştür. Şimdi bunlara bakarak bizim hepimizin kışıliksiz ve geri zekâlı olduğumuza mı hükmedelim'?

Oysa oyuncak firması sahibesi ile sözü geçen doktorun ne kadar açıkgöz oldukları belli değil mi? Ve gelir düzeyi yerinde olduğu için ekmeği az, fakat katığı fazla yiyen bir kısım vatandaşların “Üstün zekalarını’’ ispat etmek için oyuncak sanayicisi Fatoş hanımın ürettiği oyuncakları satın almak için girişecekleri yarışı, onların zekâ seviyesi ile ölçmeye kalkışırsak acaba nasıl bir manzara ile karşılaşırız?

Türkiye'de bir doktorla bir oyuncakçı arasındaki “bilimsel işbirliğini"» kapitalist ülkelerle kapitalist olmaya özendirilen ülkelere de teşmil ederek olaya bakarsak dünya çapında oynanan  emperyalist oyunun mahiyetini kavramamız kolaylaşır, Kapitalizmin, zengin olduğu için az ekmek yiyen, dolayısıyla çok zekâlı olan insanları fakir ülkelerin çok ekmek yedikleri için az zekâlı olan insanlarına ürettikleri her türlü “oyuncağı” satabilme için işte böyle “bilimsel” yöntemler uyguluyorlar.

Sözümüzün başına dönerek konuyu bağlayalım: Halen dünyaya hakim kılman üretim mekanizmasında, ihtiyaç duymadığınız bir mal, önce sizin için ihtiyaç haline getiriliyor, bunun için bilim adına her türlü şarlatanlık kullanılıyor; o şey sizin için ihtiyaç haline getirilince onunla ilgili bir kurumsallaşma ortaya çıkıyor, neticede insanlar o kuramların esiri haline getiriliyor. Bu husus kapitalizmin elementer iktisat kitaplarında: “Her arz kendi talebini doğurur” diye “bilimsel” kalıplara da dökülür, bir vecize ve bir kaide halinde.

 

Rasim Özdenören,Yumurtayı Hangi Ucundan Kırmalı
Devamını Oku »

Rasim Özdenören-Müslümanca Yaşamak Adlı Kitabından Alıntılar

Rasim Özdenören-Müslümanca Yaşamak Adlı Kitabından Alıntılar

Müslüman tek boyutlu, yalınkat bir hayat ortamında yaşamıyor bugün: kendine silah çekmiş bir düşmanla karşı karşıya bulunaydı, işi kolaydı. O takdirde, hedefini açıkça seçebilirdi.

Oysa bu gün yeryüzünde yaşayan Müslümanların çoğu henüz nasıl bir konumda yaşadığının bile bilincinde görünmüyor. O genel olarak içinde yaşadığı İslamdışı düzene uyum sağlama çabası içinde bulunuyor. Bir bakıma farkında olmaksızın İslamdışı hayat tarzıyla İslâmî olanı telif etme kaygısına düşmüş görünüyor. Bu kaygı bile, aslında, henüz Müslüman olduğunu unutmayanlar için söz konusudur. Diğerleri böyle bir kaygı taşımaktan da uzak duruyor.

----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

Hikmetle bakan göz için ,harika'nın ötesindeki harikayı gizleyen perde de bir harikayken, hikmetsiz göze her harika bir perdedir.

Birine perdeler harika görünürken ,ötekine harikalar perde olur.

---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

Kendi meselemizi tartışma konusu ederken,münazara usulü içinde yani sadece iki şık mevcutmuş,başka bir şık yokmuş gibi, yaklaşmaktan kaçınmamız gerektiğine inanıyorum.İfrad,ve tefrid arasında kalan başka sonsuz ihtimallerin mevcut bulunduğunu dikkatten kaçırmadan ve neyi amaçladığımızı kesin olarak yaklaşımlarımız düzenlenmelidir.Münazara usulü,zihin idmanı olarak tavsiye edilse bile,mesele çözümünde kötü bir yöntem olarak kabul edilmelidir.

----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

Üstün insan nazariyesinin insanın nefsaniyetini kışkırtmada,ona benliğini hatırlatmada ''ben de benim'' demesinde,kısacası müşekkel bir kibir abidesi haline gelmesinde şeytanca bir etkisi bulunduğu kuşkusuzdur.''Seçilmiş''olan bir kendisidir,gerisi ya bit,ya tahta kurusu..

Dünyaya bir misyonla gönderildiğine inanan insan,aklına koyduğu ''misyon''u boyuna hatırlatmak için çaba gösterirken tuhaf bir cilvedir,önemli bir hususu unutuyor;kul olduğunu.

 

Rasim Özdenören,Müslümanca Yaşamak
Devamını Oku »

Haberî sıfatlar ve itikadımız

Haberî sıfatlar ve itikadımız

Özellikle gençler arasında hayli yoğun bir şekilde tartışılan meselelerden biri haberi sıfatlar. Kısaca, "Kuran ve Sünnet'te Allah Teala'nın müteşabih sıfatları cümlesinden olduğu haber verilen hususlar" olarak tarif edebileceğimiz bu sıfatlar hakkında ne düşünmeli, onlara nasıl inanmalıyız? Allah Teala'nın eli, yüzü, gözü, inmesi, gelmesi... gibi nitelemeleri okuduğumuzda/dinlediğimizde aklımıza ne gelmeli? Anlaşılan o ki, bir kesim, bu sıfatlara, nasslarda geldiği gibi iman edilmesi ve tevile gidilmemesi gerektiğini söylerken, diğer bir kesim, bu türlü sıfatların tevil edilmesi gerektiğini söylüyor.

Bu meseleyi somut varlıklar alemine indirerek anlamlandırmaya ve bir yere oturtmaya çalışmak beyhude bir çabadır

Aslında meseleyi temelden ele aldığımızda kendiliğinden bir sonuca ulaşmamız mümkün. Şöyle ki: Allah Teala'nın varlığı 'zorunlu' olduğundan, O'nun varlığıyla ilgili hiçbir hususu insanın ya da insan gibi 'yaratılmış' bir varlığın varlığına benzeterek, onunla kıyas ederek anlamaya çalışmak doğru değildir.
Zira insan, bir var ediciye muhtaç olduğu için, bir var ediciye muhtaç olmadan (yani 'zorunlu olarak') var olmayı ancak akli önermeler sonucu kavrayabilir, imanî bir teslimiyetle içselleştirebilir. Bu meseleyi somut varlıklar alemine indirerek anlamlandırmaya ve bir yere oturtmaya çalışmak beyhude bir çaba olmaktan ileriye geçemez. Zira insan algısı, 'zaman ve mekân' düzleminde, onlarla bağlantılı ve onlara bağımlı olarak çalışır. Oysa Allah Teala zamandan da, mekândan da münezzehtir. O, sadece bu ikisinden değil, bir halden başka bir hale, bir mekândan başka bir mekâna geçmekten, değişmekten, birtakım organ ve azalardan mürekkep olmaktan ve havadisin (sonradan meydana gelen şeylerin) kendisine hulul etmesinden... de münezzehtir. Zira bütün bunlar mahluklara mahsus sıfat ve özelliklerdir.

İnsanın öfkelenmesi ile Allah'ın öfkelenmesi benzer şeyler değildir

Şu iki noktaya bilhassa dikkat etmek gerekir:

1. Haberî sıfatlar söz konusu olduğunda aklımıza el, ayak, göz, yüz... gibi 'organlar' gelmemeli. Yani 'Allah Teala'nın eli' ifadesinden, O'nun bir organı bulunduğu düşünülmemeli. Bunun bir 'sıfat' olduğu unutulmamalı.

2. Haberî sıfatlar söz konusu olduğunda, gazap, rıza gibi sıfatlar da bulunduğu unutulmamalı.

Aynı kelimelerle ifade ediliyor olmak dışında benzerlik yoktur

Bu ikinciler, ilk sırada zikredilenleri nasıl anlamamız gerektiğini ortaya koymada anahtar olabilir. Zira hiç kimse, Allah Teala'nın gazaplanmasını insanın veya bir başka mahlukun 'kızmasına/öfkelenmesine' benzetme hatasına düşmez. Açıktır ki bunlar insana mahsus fiiller/hallerdir ve belli bir şekilde dışa vurulurlar. Biz bir insanın öfkelendiğini nefes alış-verişinden, yüzünün aldığı şekil ve renkten, davranışlarına arız olan halden anlarız. Oysa bu hallerin hiç birisini Allah Teala'ya izafe etmek caiz değildir. Allah Teala'nın 'gazaplanması' ile insanın 'gazaplanması' arasında aynı kelimeyle ifade ediliyor olmak dışında hiçbir benzer nokta bulunmadığı gibi, 'Allah'ın eli, yüzü'... ile 'insanın eli, yüzü...' arasında da aynı kelimeyle ifade edilmek dışında benzerlik yoktur. Aynı durum 'Allah'ın ilmi' ile 'insanın ilmi' arasında da mevcuttur. İnsanın ilmi 'sonradan elde edilen' bir birikim iken, Allah Teala'nın ilmi böyle değildir. O, olanı olmadan önce bilir ve O'nun bilgisi, bizim için 'geçmiş, şimdi ve gelecek' olan durumları/şeyleri aynı şekilde ihata eder. Bizim geçmiş, şimdi ve gelecek hakkındaki ilmimiz ise his, tecrübe, müşahede, tahmin ve habere bağlıdır. Olayların meydana gelmesi O'nun ilminde bir artışa yol açmaz; zira O'nun ilmi mutlaktır. Artış ise ancak eksik olan şey için söz konusudur.

Haberî sıfatlar konusunda izlenmesi gereken tutum, onların varlığına iman edip, mahiyet ve keyfiyetleri hakkında bir şey söylememek, bunun bilgisini Allah Teala'ya havale etmektir. Bu sebeple İmam Ebu Hanife, mesela Arş'ı istiva meselesinde el-Vasıyye'de şöyle demiştir: Allah Teala Arş'ı, ihtiyacı ve üzerine yerleşmesi/mekân tutması söz konusu olmaksızın istiva etmiştir.' (Burada Arapça metindeki bir baskı hatasının yol açtığı çeviri yanlışlığı, özellikle Arapça bilmeyen gençleri tehlikeli yollara sevk etmiştir. Çağdaş Dünyada İslamî Duruş'ta bu noktaya dikkat çekmiştim.)

Selef'in tutumu bu olduğu gibi, İmam Malik, eş-Şâfi'î ve Ahmed b. Hanbel'in tavrı da budur. İmam el-Eş'arî'den nakledilen iki görüşten biri de bu merkezdedir.[1]

Burada hassas bir nokta var: Haberî sıfatların ilmini Allah Teala'ya havale etmek ve bunu 'tenzihi vurgulayıp teşbihten sakınarak ve keyfiyeti nefyederek' yapmak da bir tür tevildir. İşârâtu'l-Meram sahibinin de el-Mevâkıf'tan naklen belirttiği gibi bu, icmalî tevildir. Zira buradaki 'el'den, 'göz'den, 'yüz'den... herkesin bildiği ve söylendiğinde akla başka bir şeyin gelmediği anlamların kastedildiğini söyleyen yoktur. Yani Ehl-i Sünnet'ten hiç kimse, 'Buradaki 'el', bildiğimiz organın ismidir; dolayısıyla kastedilen odur' dememiştir.

İmam el-Eş'arî'den gelen iki görüşten diğerine ve İmam el-Mâturîdî'ye göre ise burada tafsilî tevile gidilir. Müteahhirun'dan çoğunun benimsediği bu görüşün gerekçesi şudur: Eğer bu kelimeler makul ölçüler içinde anlamlandırılmazsa, manası bilinmeyen ve muhatap tarafından anlaşılmayan kelimeler olarak nitelendirileceklerdir. Oysa bunların hem zahirine hamledilmeyen, hem de makul biçimde tevili mümkün olmayan kelimeler olması mümkün değildir. Şu halde onları delile dayalı olarak makul şekillerde tevil etmek gerektiği açıktır. Onları buna sevk eden en önemli gerekçe, teşbih vartasına düşülmesini engellemektir. Okumuş-yazmış insanların bile 'el', 'yüz'...dendiğinde bilenen/zahir manaları anladığı bir zaman ve ortamda avamın bunları nasıl algılayacağı meselesi gerçekten önemlidir. Ancak burada unutulmaması gereken nokta şudur: Tevil edilen mana kelimenin aslıyla yakın ilişkili olmalı, Arap dilinde kullanımı bulunmalı ve yapılan tevilin kesinlik ifade ettiği iddia edilmelidir.

İşte bu, Selef ile Müteahhirun'u birbirine yaklaştıran, daha doğrusu iki tavır arasında büyük bir farklılık bulunmadığını söylememizi mümkün kılan ve dahi günümüzde yaşanan ayrışmayı ortadan kaldırmamızı sağlayabilecek noktadır...

[1] Kemâluddîn el-Beyâdî, İşârâtu'l-Meram, 187-8. (1)
*
Teşbih/tecsim inancının yayılma eğilimi göstermesi üzerine

Soru: “Ehl-i Sünnetin selef uleması müteşabihatı tevil etmemiştir. El, yüz, istiva gibi v.s. müteşabihatı örnek verebiliriz, veya İmam-ı Malik‘in “İstiva malum, keyfiyeti meçhul, ona iman vaciptir” dediği gibi. Lakin halef uleması ise müteşabihatı tevil yoluna gitmiştir. Selef ve halefin bu kabil tavrı birbirine muhalefet etmek demek midir?”
Cevap: Müteşabihatın tevili konusunda soruda dile getirilen tespit doğrudur. Selef‘in yakîn ve teslimiyeti, müteşabihata tevilsiz iman etme konusunda herhangi bir problem çıkmasını engellemiştir. Ancak zamanla Ümmet fertlerinin iman ve yakîninin zayıflaması ve teşbih/tecsim inancının yayılma eğilimi göstermesi üzerine müteşabihatın, akla, muhkem nasslara ve Arap dili kurallarına aykırılık teşkil etmeyecek tarzda tevili kaçınılmaz olmuştur. Halef uleması (müteahhirun) bunu yaparken de, müteşabihata tevilsiz imanın asıl olduğunu da belirtmiştir.

Söz gelimi İbn Teymiyye, İmam Mâlik‘in o sözünü şöyle anlamıştır: “İstiva malumdur” demek, “istiva” fiilinin sözlük anlamı malumdur” demektir. Şu halde Allah Teala‘nın Arş‘a istivası da bu anlamı ifade eder. İmam Mâlik‘in “İstivanın keyfiyeti meçhuldür” sözü ise, Allah Teala‘nın Arş‘a –sözlük anlamıyla– istivasının “nasıl” olduğunu bilemeyiz demektir. Oysa İmam Mâlik‘in “İstiva malumdur” derken, “istivanın sözlük anlamı malumdur” değil de, “Allah Teala’nın bir fiili olarak istiva malumdur” demek istemediğini nereden biliyoruz? Şurası kesin ki, Allah Teala‘nın, “anlamı malum bir fiili nasıl işlediğini  bilemeyiz” demektense, “Allah Teala’nın, bir fiili nasıl işlediğini bilemeyiz” demek tenzihe daha uygundur…(2)
*
Mâturîdî Vs Ebu Hanife

İmam el-Mâturîdî’nin itikadî/kelamî çizgisiyle İmam Ebu Hanîfe’ninki arasında fark bulunduğu, kendini “Selefî” olarak ifade eden bazı kardeşlerimiz tarafından ileri sürülen bir iddia. Buna göre İmam Ebu Hanife, Allah Teala’nın “el”, “yüz” gibi sıfatlarını tevilsiz kabul ederken, İmam el-Mâturîdî bu sıfatlar hakkında tevil yapıyor; dolayısıyla bu noktada İmam Ebu Hanîfe’den ayrılıyor. Bu iddia doğrultusunda ortaya şöyle bir durum çıkıyor kaçınılmaz olarak: İmam Ebu Hanîfe’nin itikadî/kelamî çizgisi İmam el-Mâturîdî tarafından devam ettirilmemiş, bilakis çarpıtılmış, saptırılmıştır…

Evet, İmam Ebu Hanife, el-Fıkhu’l-Ekber’de şöyle der: “Allah Teala’nın, Kur’an’da da zikrettiği gibi eli, yüzü, nefsi vardır. Allah Teala’nın Kur’an’da zikrettiği “el”[1], “yüz” [2], “nefis” [3] gibi şeyler O’nun keyfiyetsiz sıfatlarıdır. “O’nun eli, kudretidir veya nimetidir” denemez. Çünkü bunda sıfatın iptali vardır. Bu (türlü teviller) Kaderiye’nin ve Mutezile’nin görüşüdür. Ancak (şöyle denir:) O’nun eli, keyfiyetsiz sıfatıdır. (Aynı şekilde) O’nun gazabı ve rızası da O’nun keyfiyetsiz sıfatlarından iki sıfattır…”[4]

İmam el-Mâturîdî’ye gelince, neşredilen iki eseri, Kitâbu’t-Tevhîd ve Te’vîlâtu’l-Kur’ân’da –ki ikincisinin neşri devam ediyor– haberî sıfatların tevilini ihtiva eden nakillere yer verdiği görülüyor. Her ne kadar Kitâbu’t-Tevhîd’de haberî sıfatlarla ilgili detaylı bahisler mevcut değilse de, İmam el-Mâturîdî’nin konuyla ilgili tavrını net olarak görmemize yardım eden pasajlar da yok değildir.

Söz gelimi Arş’a istiva meselesindeki tavrı şudur: İstiva Kuran’da zikredilmiştir. Ama Kur’an’da hiçbir şeyin Allah Teala’nın benzeri olmadığı da zikredilmiştir. Dolayısıyla Allah Teala, fiil ve sıfatında başka bir varlıkla benzeşmekten yücedir. İstivanın tevili konusunda söylediklerimizin kesin olduğunu iddia etmeyiz. Zikrettiğimiz tevillerden başkası da söz konusu olabilir; bize ulaşmamış bulunan ve benzeme gerektirmeyen başka bir ihtimal de mevcut bulunabilir. Biz, Allah Teala’nın murad ettiği neyse ona iman ederiz. Kuran’da zikredilen “rü’yet” ve diğer bütün hususlar hakkında aynı şey geçerlidir. Aslolan, bu hususlarda Allah Teala ile mahlukat arasında bir benzeşme bulunmadığını söylemek ve zikredilen hususların şu veya bu anlama geldiği konusunda kesin konuşmaksızın, Allah Teala ne murad etmişse ona iman etmektir.[5]

Te’vîlât’a gelince, neşredilen ciltler içinde haberî sıfatlarla ilgili tavrını araştırdığımızda şunu görüyoruz:

“Nefis”le ilgili olarak şöyle der: “Allah sizi nefsinden sakındırır.” Bu ayetteki “nefsinden” ifadesinden maksadın “ukubetinden” olduğu söylenmiştir. “Cezasından” olduğunu söyleyenler de olmuştur. Kişi bir başkasına, “Seni falan kimseden sakındırırım” der. Kastettiği, o kimseden gelecek ceza ve büyük sıkıntıdır. Buna göre “Allah sizi nefsinden sakındırır” ayetindeki “nefis”ten maksat Allah Teala’nın nefsinden (zatından) gelecek olan “ceza ve azap”dır. Çünkü onu verecek olan Allah Teala’dır, başkası değildir.”[6]

Kur’an’da geçen “vechullah” (Allah’ın yüzü) ifadesi hakkındaki tavrı ise şudur: Bu tamlama hakkında gelen, “Allah’ın zatı, Allah’ın yüzü, Allah’ın rızası, Allah’ın kıblesi, Allah’ın rızasını aradığınız ibadetler… gibi tefsir ve tevilleri zikreder ve fakat kendisi herhangi bir tercih ve yorumda bulunmaz.[7] Tefsirin ilerleyen ciltlerinde konuyla ilgili tavrını netleştirmemizi sağlayacak açıklamaların yer alacağını söyleyebiliriz.

İki imam arasındaki benzer ve farklı noktaların tespitinde şunu görmemiz lazım: İmam Ebu Hanife, haberî sıfatların “keyfiyetsiz” olarak kabul edilmesini esas almaktadır. Bu noktaya yaptığı vurgu son derece önemlidir. İmam Ebu Hanife, “Allah’ın eli” dendiğinde insanda veya bir başka canlıda bulunan ve “el” diye ifade edilen organın anlaşılmaması gerektiğini ısrarla vurgulamaktadır. Yani “Allahın eli” ile insan veya başka canlıların eli arasında, isim benzerliği dışında hiçbir ortak nokta mevcut değildir. “Yedullah”ın (Allah’ın eli), bizim anlam dünyamıza ait çağrışım sınırları içinde “el” olarak düşünülmesi İmam’ın kabul etmediği bir tutumdur ve buradaki “bilâ keyf” (keyfiyetsiz olarak) kaydı, –Beyâzîzâde’nin de altını çizdiği gibi [8]– “icmali tevil”dir. Aynı durum, İmam tarafından “istiva”nın, “Arş’a ihtiyacı ve istikrarı olmaksızın” kaydıyla verilmiş olmasında da açıkça görülmektedir. Dolayısıyla İmam Ebu Hanîfe’deki bu “icmal”, İmam el-Mâturîdî’de yerini –kesin tayine gitmeyen bir– tafsile bırakmıştır.

 

Milli Gazete – 27 Aralık 2008

[1] 3/Âl-i İmrân, 73; 48/el-Feth, 10; 57/el-Hadîd, 29.
[2] 28/el-Kasas, 88; 55/er-Rahmân, 27.
[3] 5/el-Mâide, 116.
[4] İmam Ebû Hanîfe, el-Fıkhu’l-Ekber (İmam-ı Azam’ın Beş Eseri içinde), 59.
[5] İmam el-Mâturîdî, Kitâbu’t-Tevhîd, Fethullah Huleyf neşri, 74; B. Topaloğlu neşri, 114.
[6] İmam el-Mâturîdî, Te’vîlâtu’l-Kur’ân, II, 286.
[7] Bkz. Te’vilât, I, 216.
[8] Bkz. İşârâtu’l-Merâm, 187.
***
(1) http://www.timeturk.com/tr/makale/ebubekir-sifil/haberi-sifatlar-ve-itikadimiz.html
(2) https://ebubekirsifil.com/okuyucu-sorulari/muhtelif-meseleler-2/
(3) https://ebubekirsifil.com/gazete-yazilari/maturidi-versus-ebu-hanife/

 

Ebubekir Sifil
Devamını Oku »

Modernliğin Kadın Figürü Üzerinden İnşası


Modernliğin Kadın Figürü Üzerinden İnşası



 







 

Özellikle Kilise Babalarının kadına dair marjinal görüşleri, fıtrata ters tutum ve davranışları, cinsel alandaki yaratılış gerçekliğine aykırı kısıtlamaları ve bundan doğan kültürel yapı, kadını bir başka uca savurarak feminizmin ve kadın haklarının ortaya çıktığı mücadele sürecini tetiklemiş, modernliğin kadın üzerinden okunmasında etkili olmuştur.

' Modernliğin, kadın özgürlüğü, kadın giyimi ve kadının top­lumsal hayatta aldığı role göre belirlenmesi dine tepkinin bir so­nucudur. Şöyle ki, Yahudilik ile Hristiyanlık gibi aslı itibariyle semavi olan büyük dinlerin bozulmasından sonra oluşturdukları olumsuz kadın imajı tepkiye sebep olmuştur. Özellikle Kilise Ba­balarının kadına dair marjinal görüşleri, fıtrata ters tutum ve dav­ranışları, cinsel alandaki yaratılış gerçekliğine aykırı kısıtlamaları ve bundan doğan kültürel yapı, kadını bir başka uca savurarak feminizmin ve kadın haklarının ortaya çıktığı mücadele sürecini tetiklemiş, modernliğin kadın üzerinden okunmasında etkili ol­muştur. İşte yaratılış gerçekliğine aykırı (fıtrat dışı) bu tür tutum­lara karşı gelişen tepkisel tavır, “modern kadın” figürünün doğ­masına zemin hazırlamıştır. Ancak kadınlar, haklarının peşinden koşarken bir başka aşırılığın kurbanı olmuş ve ev dışındaki bütün etkili güçlerin sömürdüğü bir varlığa dönüşmüştür.

Sonuç olarak denilebilir ki tarihî süreçte Yahudilik ve Hris- tiyanlığın ezdiği kadın, bugün modernliğin öğüten gücü karşı­sında bir başka kayboluşu yaşamaktadır. Aradaki fark ise önceki konumuna isyan eden kadının modern görüntüsünü benimse­miş olmasıdır. Ailenin iki kurucu unsurundan birisi hatta birin­cisi olan kadının bu yeni hâli sadece ailedeki konumunu değil bütünüyle sosyal dokuyu etkilemiştir.

Bu tespitten sonra konunun daha açıklığa kavuşması için iki dinin kadına bakışma göz atabiliriz.

Yahudilikte sabah ibadetinde, “Rabbim, beni kadın yaratma­dığın için sana şükürler olsun.” şeklindeki dua kadına yaklaşımı göstermesi açısından yeterlidir.(Ö. Faruk Harman, “Kadın”, XXIV, İstanbul 2001, s. 84.)

Hristiyanlıkta ise kadın, yasak meyveyi Hz. Âdem’e yedi­rip insanın cennetten kovulmasına ve insan neslinin günahkâr olmasına sebep olan, bu ilk işlenen günahla sadece şehveti değil günahı da dünyaya sokan, erkeği mahveden, baştan çıkaran bir varlık olarak kabul edilmiştir.(Harman, 85.)

Evliliğin zorunlu bir kötülük olarak görülmesi, kadının me­lekleri baştan çıkarmak ve insan soyunu kötülüğe itmekle öz­deşleştirilmesi de bu savrulmada önemli rol oynamıştır. St. Augustin’in (ö. 430) kadınları kötülük dolu, kıskanç, kararsız ve tu­tarsız, bütün tartışmaların, kavgaların ve haksızlıkların kaynağı olarak takdim etmesi ve karı-koca arasındaki cinsel ilişkiyi bile günah olarak görmesi zamanla cinsel patlamaya dönüşmüştür. Katolik kilisesinin nikâh töreninde okunan duada, ‘Günahla düşmüşüm annemin karnına, günah işlemiş annem bana gebe kalırken” denilmesi bu anlayışın ürünüdür.(Harman, 85-86)

Evlilikte bile cinsel birleşmenin günah sayılması evlilikten uzaklaşmaya sebep olmuş, II. yüzyıldan itibaren kendilerini baki­re olarak yaşamaya ve kiliseye hizmete adayan kutsal bakireler ku­rumu ortaya çıkmış, bunları, kadın münzeviler izlemiş ve böylece kadın manastırları oluşmuştur. Manastıra kapanan rahibeler te­mizlik sembolü olan Hz. îsâ’nın eşleri olmayı arzulamaktadırlar.(Harman, 86.)

Ortaçağ Hristiyan dünyasında kadın ve evlilik kötülenmiş, Macön Konsili’nde (585) kadının ruhunun olup olmadığı tartı­şılmış, XII. asırdan itibaren Batıda büyücü ve cadı avı başlamış, pek çok kadın cinlerle ilişkisi olduğu iddiasıyla yakılmış veya suda boğulmuştur. Ortaçağ boyunca Hristiyan dünyada, özel­likle de kilise muhitinde yaratılış hikâyesinin temel alınarak bü­tün kadınların insanoğlunun düşüşüne sebebiyet verdiği kabul edilmiş ve kadın düşmanlığı perçinlenmiştir.(Harman, 86.)

Din içinde oluşan bu kadın karşıtlığı, feminist hareketleri tetiklemiş ve büyük mücadeleler sonucunda devre dışı bırakılan di­nin ardından günümüzde kadınların sosyal hayatta erkeklerle eşit şekilde yer alabildikleri bir sonuca ulaşılmıştır. Evlilikte bile cinsel ilişkinin günah sayıldığı, bakire kalmanın yüceltildiği, Hz. İsa’nın eşi olabilmek için cinsellikten uzak duran kızların kutsandığı yapı, büyük ölçüde cinselliğin serbestçe yaşanabildiği yeni bir dünyaya doğru savrulmaya sebep olmuş, bir aşırılık diğerini doğurmuştur. Bugün Batı dünyasında bastırılmış arzuların isyan ettiği cinsel pat­lamanın arka planında bahsi geçen inanç ve tutumların bulundu­ğu çok kuvvetle muhtemeldir. İnsanın en zayıf olduğu dürtünün şehvet olduğu ve bu alandaki disiplinsizliğin her türlü fesadın kay­nağını oluşturduğu, kadın-erkek arasındaki mesafenin neredeyse tamamen kaldırıldığı bir dünyanın inşa edildiği dikkate alınırsa yaşanan problemin kaynağı ve ciddiyeti daha iyi anlaşılabilir.

Geldiğimiz noktada kadın-erkek eşitliğine yapılan vurgu, hayatın her alanında kadın istihdamı, kadın özgürlüğü ve çağ­daş görüntüsü modern kültürün öne çıkardığı ve başardığı ko­nulardan birisidir.

Bütün dinlerin kadın-erkek beraberliğini meşru kılan tek yol olarak nikâhı belirlemiş olmalarına rağmen insanın kendi bedeni üzerinde özgürce karar verebilmesi ve seksin (seks hizmeti, seks işçiliği) ekonomik faaliyet alanına çekilmesi, bu bağlamda yargı ifade eden zina vb. gibi dinî engellere takılmadan kadın bedeni üzerinden serbest bir cinsellik düzeni kurulması modern dünya­nın öne çıkan özellikleri arasındadır. Bunun aile üzerinde etkile­rinin olumsuz şekilde devam ettiğini söylemek bile söz israfıdır.

Ülkemizde modernleşmenin kadın figürü üzerinden nasıl okunduğu aşağıda ele alınacaktır.

III- MODERNLEŞMENİN TÜRKİYE'DEKİ SONUÇLARI

Modernleşme, çok boyutlu bir arka plana sahip olsa da ül­kemizde daha çok son dönem Osmanlı aydınlarıyla Cumhuriyet elitlerinin öne çıkardığı ileri teknolojiye ulaşma hedefli Batılı­laşma / Çağdaşlaşma projelerinin genel adı olarak kabul edilir. Bu bağlamda modernleşmenin teknolojik ilerlemeyi ifade ettiği aşikârdır. Sebep-sonuç ilişkisi bakımından Türkiye modernleş­mesini şu başlıklar altında ele almak mümkündür:

A- İSLAM'IN KİLİSE KÜLTÜRÜ ÜZERİNDEN OKUNMASI

Batı tecrübesini olduğu gibi Türkiye’ye taşıma projesinin mimarı olan aydınların en dikkat çeken tutumları İslam’ı kilise kültürü üzerinden okumaları ve Yahudi,özellikle Hristiyan geleneğinin ortaya çıkardığı sorunların İslam’da da var olduğu ön kabulüyle hareket etmeleridir.

Değişim sürecinin hızlandığı ve radikal adımların atıldığı dönemlerde Türk modernleşmesi ya da çağdaşlaşmayı çalıştığı alan itibariyle siyasi, hukuki, iktisadi, askerî, teknolojik, dinî vs. açılardan değerlendiren araştırmacılar vardır. Bu onun çok boyutluluğunu gösterir. Ancak modernleşme ya da çağdaşlaşma ideolojisinin temel tezi, “din terakkiye mânidir” şeklinde ifade edilen klişe cümlede saklıdır. Bu ifade genel anlamda dinin, ge­lişmenin önünde engel oluşturduğu dolayısıyla onun yön verdiği gelenek içinde kalarak çağdaşlaşmanın, muasır medeniyet sevi­yesine ulaşmanın teknolojik gelişmeleri yakalamanın imkânsız­lığı üzerine kuruludur. Bu da etkili çevrelerde dine ve dinî olana karşı negatif bir tavrın gelişmesine sebep olmuştur.

Bunda son dönem Batıcı Osmanlı aydınlarının faaliyetleri, Cumhuriyet Türkiye’si üzerinde Batılı güçlerin modernleşme yönündeki operasyonlarının ve etkili araçlarla zihinler üzerinde kurduğu egemenliğin etkisi olsa da Müslümanların da kendileleri doğrultusunda oluşturabildikleri örnekliklerinin olmayışı ve etkin bir aktör olarak dünya sahnesinde yer alamayışlarını tesirinin bulunduğunu belirtmek gerekir.

Modernleşme projesi olarak Batının bilim ve tekniğine sa­hip olmak gerektiği yönünde iki tutum öne çıkmıştır. Bunlardan birincisi özellikle Osmanlının son döneminde çok etkili olan Batıcı aydınların tutumudur. Onlar, İslam âleminin teknolojik bakımdan Hristiyan Batı dünyasından geri kalışım indirgemeci bir yaklaşımla dine bağlamışlar ve dinin hayatla irtibatının ke­silmesi amacıyla ciddi çalışmalar yaparak Batılılaşmanın zorun­luluğu üzerinde durmuşlar, bu sürecin de önünü açmışlardır. Bu tez Cumhuriyet Türkiye’sinin resmî ideolojisi olarak benim­senmiş, bu doğrultuda bir zihniyet inşası hedeflenmiş, devletin temel kurumlan bunu sağlayacak ve koruyacak biçimde yapılan­dırılmıştır.

Doğal olarak bu tezin oluşmasında, teknolojinin, Batı toplumlarında kilisenin bilim karşıtı duruşuna rağmen gelişebilmiş olmasının etkisi vardır. Batıcıların İslam’a karşı geliştirdikleri benzer yaklaşım İlahi dinin de bu açıdan suçlanmasına sebep olmuştur.

İkincisi, Osmanlının son dönemindeki İslamcıların Batı­lılaşma yanlılarına karşı savundukları “Batının tekniğini alıp dinî değerlerin korunması” yönündeki tezlerinin çok fazla tu­tarlı olmadığı, teknolojinin kendi kültürünü de transfer eden ve yepyeni bir yaşam biçimi dayatan özelliğe sahip bulunduğunun görülmesiyle anlaşılmıştır. Hatta teknolojinin dine doğrudan etkisine bakılırsa Arnold J. Toynbeenin isabetle belirttiği gibi bilim ve onun ürettiği teknoloji modern dünyada dinin yerini almış, putlaştırılmış, oluşan zenginlik ve güç dinden soğuma sonucunu doğurmuştur. (Arnold J. Toynbee, Tarihçi Açisından Din (trc. İbrahim Canan), İstanbul 1978,syf;251-254-267)

Bu iki açıdan bakıldığında teknolojinin din ile bir ilgisinin var olduğu hatta aralarında bir gerilimin yaşandığı, diğer bütün sonuçların değerlendirilmesine buradan başlanması gerektiği söylenmelidir. Ancak dinin bilime ve dolayısıyla teknolojik gelişmelere engel olduğu yönündeki Batıcı aydınların iddiası kilise-bilim ilişkisi açısından tarihî bir gerçeklik olsa da İslam açısından sanaldır ve bir geçerliliği yoktur. Çünkü modern teknoloji evren­deki sebep-sonuç ilişkilerini belirleyen İlahi kanunların maddeye uygulanmasından doğmuştur ve bu kanunları koyan da bizzat Allah’tır. Müslüman düşüncesinde bunlara kevnî âyetler denir.

Bunun dinle bir çelişkisi olamaz. Kur’ân-ı Kerîm evrendeki mü­kemmel denge ve düzenle ilgili olan bu kanunlara işaretle yetine­rek insanlardan bu bilinçli tasarımın araştırılmasını talep eder.(Furkân (25), 2; Kamer (54), 49; Rahmân (55), 5-7; Mülk (67), 3.) Çünkü evrendeki düzenin incelenmesi Allah’a götürecek yollar­dan birisidir. Kâinattaki varlıkların yaratılışı ile işleyişindeki mü­kemmel uyum ve düzeni gören sağduyulu herkes bu yolla Allah’a ulaşabilir. Tersinden bu denge ve düzenin bozulması hâlinde kim böyle bir yaratma fiilini başarabilir? sorusuna cevap aranması da Allah’ı bulmaya götüren bir yol olabilir. Nitekim birçok âyette bu noktaya vurgu vardır.(Bkz. Kıyâme (75), 8-9; İnsân (76), 8-10; Tekvîr (81), 1-14; İnfitâr (82), 1-9; İnşikâk (84), 1-5). Kur’ân-ı Kerîm insana bu gerçekleri gö­rebilecek idrak kabiliyetleri (basâir) verildiğini,(En‘âm (6), 104.) sağduyusunu koruması ve peşin fikirli, inatçı olmaması hâlinde bunları göre­bileceğini söyler.(Müddessir (74), 16) Bu sebeple fizik, kimya, matematik, astronomi, tıp gibi konusu madde olan ilimlerle uğraşmak İslam toplumunda farz-ı kifâye (toplumsal vecîbe) olarak kabul edilmiş, uğraşı alanı­nın değeri bakımından dinî-dünyevi ilim ayrımına gidilmemiş­tir, her iki alan da aynı hükme tâbi kılınmıştır. Sonuçta her ikisi de Allah’ın ilmidir. Bilginin teknolojiye dönüştürülmesi insan ba­şarısı olsa da o kanunu koyanın Allah olması Ona şükrü gerekti­rir ve îlahi bir lütuf olduğundan sadece insanın hizmetinde, onun işini kolaylaştıracak şekilde kullanılmayı zorunlu kılar.

Modern dünyanın, bilgiyi maddeye uygulayarak geliştirdiği göz kamaştırıcı teknolojiyle -ki dini bir kenara bırakacak kadar Batıcıları büyüleyen, hipnotize eden de budur- insana hiçbir çağda görmediği ölçüde maddi refah sağladığı söylenebilirse de dini ve ahlakı ihmali, maneviyatı devre dışı bırakması, zihinle işgal edip bambaşka bir kölelik ve sömürü düzeni oluşturması tabii-fıtri dengeleri altüst etmesi, neredeyse bütünüyle geleneksel yaşam biçimi ve düşünce tarzını değiştirmesi hatta bizzat ken­disinin yeni bir din hâline gelmesi sebebiyle içinden çıkılmaz sorunlar ürettiği ortadadır.

Bugün Müslümanların teknolojik açıdan geri kaldıkları bilinmektedir. Bunun tek sebepli olarak izahı güçtür. Matta az önce de işaret edildiği üzere geri kalışın dinle irtibatlandırılması tamamen sorunlu bir yaklaşımdır. Bununla birlikte başta Ab­dullah Cevdet, Beşir Fuad, Kılıçzâde Hakkı, Baha Tevfik, Tevfik Fikret ve Celâl Nuri olmak üzere Batıcıların önde gelen isimleri yazdıkları birçok yazıda, geri kalış konusundaki temel tezlerini din ve Osmanlı’nın mevcut içyapısı üzerine kurmuşlar, bunun yegâne çözüm yolunun da âbâb-ı muaşeret kuralları da dâhil olmak üzere bütünüyle Batının taklit edilmesi, Asyalı kafala­rın Batılılaştırılması olduğunu dile getirmişler, kendi yazdık­ları dışında din aleyhinde ve özellikle İslam karşıtlığında sınır tanımayan ne kadar Batılı yazara ait kitap varsa Türkçeye ka­zandırmışlardır. Hatta bunlardan bazıları girdikleri kompleks sonucu o derece ileri gitmişlerdir ki mesela Abdullah Cevdet Avrupa’dan damızlık adam ithal edip neslin ıslahını, Hüseyin Cahit Yalçın da Arap harflerinin atılıp Latin harflerine geçilme­sini bile önermişlerdir. Batıcıların din karşıtı bu tür fikirlerine ve tercüme ettikleri eserlerdeki iddialarına karşı oldukça tutarlı ve nitelikli cevapları içeren çalışmalar yapılmış ve İslam klasik­lerinin bir kısmı Türkçeye çevrilmiştir. Bu hususta aktif rol oy­nayanlar arasında Ali Suâvi, İngiliz Kerim Efendi, Ahmed Mi- dhat, Harputlu Hoca İshak Efendi, Ömer Hilmi Efendi, Cevdet Paşa, İsmail Ferid, Harpûtîzâde Mustafa, Şehbenderzâde Ahmed Hilmi, İsmail Fennî, Said Halim Paşa, Ahmed Naim, Mehmed Akif, Elmalılı Hamdi Yazır, ö. Ferit Kam, M. Ali Ayni, Ahmet Hamdi Akseki, Mümtaz Turhan, Ali Fuat Başgil sayılabilir.(1)

Batı tecrübesini olduğu gibi Türkiye’ye taşıma projesinin mimarı olan aydınların en dikkat çeken tutumları İslam’ı kilise kültürü üzerinden okumaları ve Yahudi, özellikle Hristiyan ge­leneğinin ortaya çıkardığı sorunların İslam’da da var olduğu ön kabulüyle hareket etmeleridir. Bu ön yargının oluşmasında Ba­tıda eğitim görmelerinin ve İslam’ı, ana kaynaklarından okuyup anlayabilecek yeterlilikte bir donanıma, birikime, metodolojiye sahip olamayışlarının etkisi büyüktür.(2)

Batıcılar, Batıdaki gelişmelere paralel olarak Müslüman dünyanın içinde bulunduğu sorunların aydınlanma felsefesinin zihniyetiyle aşılabileceğini savunmuşlar ve bu yönde gayret gös­termişlerdir. Bunun temelinde yatan sebep, İslâm’ın modernliğe meydan okuyucu tavrı sebebiyle ciddi bir engel, önemli bir so­run ve gerçek bir tehdit olarak algılanıp buna göre tutum geliş­tirilmesidir. Dolayısıyla zaman içinde İslam’ı değersizleştirmeye yönelik projelerin devreye sokulup bu yolda etkili araçların kul­lanılmasının ana sebebi budur. Bu süreç hâlâ devam etmektedir.

Batıcıların faaliyetlerinin en dikkat çeken yönü İslam’ı mo­dernliğin ürettiği kavramlarla yeniden tanımlayıp beşerileştir­mek, dinin alanını tekrar belirlemek, böylece içi boşaltılmış, hayatla bağları koparılmış, Hristiyanlığa benzer, her şeyiyle tar­tışılabilir bir din oluşturmaktır. Bazı ilahiyatçıların, modernitenin meydan okuması karşısında takındıkları kompleksle Batı dünyasının otantik olmayan kendi dini metinlerini anlamak için ürettikleri bazı yöntemleri (mesela tarihselcilik) Kur’ân-ı Kerime uygulama çalışmaları, zaman zaman modernist zihni­yetle ayetlerin tefsiri, bazı sahih hadislerin inkârı bu değirmene su taşımaktan başka bir işe yaramamıştır.

İslâmî hükümlerin, kavramların, temel ilkeler doğrultusun­da üretilen kültürel formların tabii ortamından soyutlanarak, dışarıdan bir bakışla ve bugünden yola çıkarak tarih inşa etme (anakronizm) tutarsızlığına aldırmadan ideolojik okumalara tâbi tutulması, istismar edilmesi, Müslümanların hâkim zih­niyetini asla yansıtmayan birtakım itici uç örneklerle ya da din hakkında nefret uyandıracak figüranlarla gündem oluşturup İslâm’a karşı linç politikası izlenmesi modernlik projelerinden birisi olarak hep devrede olmuştur. Bu bağlamda Batı dünya­sında İslam’ın, terör ve şiddetle özdeşleştirilmesi, bunun aracı olarak da cihâdın gösterilmesi, hadd cezalarının barbarlık ola­rak nitelendirilmesi, kadın üzerinden yapılan hücumlar en fazla başvurulan yol olarak öne çıkmaktadır. Ülkemiz aydınları da oryantalizmin gönüllü müritleri olarak aynı paralelde aceleci ve hızlı bir refleksle Allah-âlem, din-dünya, dünya-ahiret, din-bilim, din-kadın ilişkisini kurarken özellikle Batılıların ürettiği paradigmaları kullanarak din ve dinî olanı mahkûm etmede kararlı bir tavır takınmışlar ve buna da devam etmektedirler. Özellikle irtica, gericilik, yobazlık, tutuculuk, orta çağ karanlığı, laikliğe aykırılık gibi yaftalarla oluşturulan dogmatik tavırla da tartışmanın önüne setler çekilmiştir. Batının ülkemizdeki proje yürütücülerinden oluşan medyanın kampanyaları da bu konuda etkili olmuştur.

İslam’ın Oryantalizmin etkisiyle oluşturulan kargaşa ortamı­nın en önemli yan etkisi, Müslümanca düşünme biçimi önünde engel oluşturarak İslâm’ın modern dünyaya sunacağı imkânlara fırsat tanımamış olmasında ortaya çıkmıştır. Bunun oluşturduğu korkuyla modernlikle çatışan ve tepkiye sebep olan değerler, il­keler, davranış kalıpları, hayat tarzındaki ayrıntılar ya mahkûm edilmiş ya da modernleştirilmiştir. Bunun için kavramların ge­lil netiğiyle oynanması da en kötüsü olmuştur. Geleneksel aileye bakışın da bu açıdan eleştirilmesi ve yadırganması, küçümsenmesi, bozulmada etkili bir güç olarak kendisini göstermiştir.

Modernistlerin, “dinin sabit bir inanç sistemi olarak, ka­çınılmaz biçimde sürekli değişen-gelişen hayatın ihtiyaçları­nı karşılama imkânından mahrum olduğu, dolayısıyla dinin sahasının genişlemesinin hayatı donduracağı, gelişmeye engel oluşturacağı” yönündeki argümanları, dinin alanının ibadetler­le sınırlandırılması ve günlük hayattaki yapıp-etmelerin bizzat insan tarafından belirlenmesi şeklinde pratiğe dökülmüş, ki­lise kültürünün en etkili gücü bu tezde kendisini göstermiştir.

Çağdaş Cumhuriyet ideolojisiyle birlikte özellikle “kamusal alan-özel alan” ikileminin estirdiği fırtına sonucu, bir taraftan camilerin kapısının arkasına kadar açık olduğu teziyle dine saygılı bir devlet portresi çizilirken diğer taraftan kamusal alana gökyüzünün karışmaması ilkesinden taviz vermeme adına, dini hatırlatan, onu görünür kılan en küçük bir sembole, geçici bile olsa dinin kokusunun hissedildiği basit bir düzenlemeye dahi tolerans göstermeyen, çevreden merkeze doğru ilerleme ham­lesine sert tepki veren, dini sınırlandıracak kadar da Tanrının iradesine ortak olmuş, demir yumruklu bir devlet aygıtı devreye sokulmuş, devlet buna göre yapılandırılmıştır. Ancak devlet po­litikalarının desteğe ihtiyaç duyduğu hâllerde Cuma namazla­rında bu doğrultuda okutulan hutbeler, özel alan-kamusal alan ayırımının çıkarlar söz konusu olduğunda dikkate alınmadığını göstermektedir. Verginin kutsiyetine dair hutbeler bu konuda örnek olarak zikredilebilir. Uzun zaman kurban derilerinin ne­reye verileceğini belirleyen devlet tavrı da ibadete müdahalenin ötesinde, İslami vakıf ve derneklerin bu yolla güç kazanmasının engellenmesini amaçlamıştır. Bu durum devletin ideolojisini koruma uğruna birçok açıdan çelişkili tutumları göze aldığını gösteren en önemli örneklerdendir.

Bütün bu gerçeklere rağmen Batıda kiliseyi devre dışı bırakan ve tüm dünyayı etkisi altına alan modernleşme süreciyle Cumhuriyet dönemi Türkiye’sinin politikalarının paralellik arz ettiği görülür. Ülkemizdeki modernleşme yanlılarının çabalarına bakıldığında Batıdaki kilise yerine caminin, Hristiyanlık yerine de İslam’ın konulduğunu söylemek hatalı olmaz. Aydın kesimin bu uğurdaki büyük çabası, çok kısa zamanda etkisini göstermiş ve en azından kendisini Batılı olarak tanımlayan bir Türkiye doğmuştur.

Cumhuriyetin ilk dönemlerinde belirlenen çağdaşlaşma he­defi doğrultusundaki projeler, dinin yön verdiği Osmanlı gelene­ğine karşı bir tepki anlamı taşıdığı için öncelikle çatışan ve yeni ideolojiyi baskın çıkaran bir ortam oluşturma yoluna gidilmiş, dinî değerler istikametinde gelişen ve dinin toplumsal hayatta görünürlüğünü sağlayan kültürel formlar itici hâle getirilmeye çalışılmıştır. Özellikle radikal Batılılaşma yanlıları yahut serbest değişimi savunanlar ile buna karşı değerlerden kopuk değişime direnenler arasında ortaya çıkan ilericilik-gericilik ayrımında din-bilim, dindarlık-dinsizlik, ulema-aydın, molla-bilim adamı, hoca-öğretmen, doktor-üfürükçü, mektep-medrese, çarşaf-mini etek gibi modernleşme sürecinde yeni ile eski kurum ve değerle­rin karşı karşıya getirilmesi yaşanan problemin temel dinamik­lerine ve amaca götürecek yöntemlerin kodlarına işaret eder. Özellikle eski eğitim kurumlarının mesela medreselerin masaya yatırılması, âlimlerin eleştirilmesi tesadüfi değildir. Yetişen yeni neslin zihnine nakşedilmeye çalışılan aydın ya da ilerici bilim adamı, gerici ve yobaz molladan veya âlimden farklı olarak vah­yin / dinin / dogmaların (!) karanlığından aklın-bilimin aydın­lığına çıkmış olan insandır ve yeni neslin bu bilinçte yetişmesi hedeflenmektedir. Bu, kiliseye karşı gelişen ve başarı kazanan hümanist-pozitivist-materyalist zihniyetin ülkemizdeki görün­tüsünden başka bir şey değildir.

Çağdaşlaşma ideolojisinin Cumhuriyet Türkiye’sinde yer­leşebilmesi için dinî renkli görünürlüğün engellenmesi gere­kiyordu. Bunun için taşıyıcı aktörler, gericilik, yobazlık, irtica vs. gibi tanımlanmamış ve dogmatik nitelik yüklenen kavram­lar üzerinden yaptıkları operasyonlarla birçok dinî fikir ya da teklifin doğmadan yok edilmesini sağlamışlar, insanların dinî yaşantısından neredeyse utanacakları bir ortam için bütün güçlerini kullanmışlardır. Bu projenin en önemli taşıyıcısı olarak ilköğrenimden yükseköğrenime kadar tüm okullarda kanunla güvenceye alınan inkılap tarihi dersleri geçmişi yok sayma, değersizleştirme, modernliği yüceltme ideolojisine hizmet edecek araç olarak tasarlanmıştır. Hâlâ bu ideoloji doğrultusunda hare­ket edilmektedir.

Etkili araçların da yardımıyla modernist-aydın kesim ya da Cumhuriyet elitleri, kabullerine yükledikleri mistik hava ya da dogmatik tavır ile itiraza bile yer bırakmadan modern yaşam biçimini yüceltmekle kalmayıp etkili araçların da yardımıyla bunu dayatma yoluna gitmişlerdir. Bu bağlamda dindar kesimin karar mekanizmalarına sahip merkezlere yaklaştırılmaması, bu­ralardan uzak alanlarda tutulması, çevreden merkeze ilerleme­nin önüne geçilmesi, dindarların taleplerinin engellenmesi, bu mümkün değilse asgari seviyede tutulması temel hareket nokta­sı olarak belirlenmiştir. Muhafazakâr-dindar birisinin bakanlık, yüksek mahkeme üyeliği, müsteşarlık, genel müdürlük, mülki amirlik, belediye başkanlığı, emniyet müdürlüğü gibi stratejik önem taşıyan bir göreve seçildiği ya da tayin edildiği durum­larda ilk yapılan, dindarlığına vurgu yaparak bu yönde oluşa­bilecek tercihlerin önünü baştan kesmek olmuştur. Bunun için laikliğe bakışı, haremlik-selamlık konusu, kadın eli sıkma, içki içme, eşinin başının açık olması gibi çağdaşlık kriterlerini dev­reye sokarak basit bir yöntemle zihniyet tespiti yapılıp ona göre tavır geliştirilerek bir yandan uyarma diğer taraftan sindirme yoluna gidilmiştir. Mesela yakın zamanlarda Cumhurbaşkanın­ca ataması yapılan yüksek bir bürokratın evinde televizyon ol­madığı yönünde yapılan yayınlar, atamayı yapan cumhurbaşka­nının “evinde hem de uydu anten var” şeklindeki savunması; bir bakanın eşinin çarşaflı olduğu yönündeki yayınlar üzerine adı geçen bakanın eşiyle basının karşısına geçip böyle olmadığını göstermesi hafızalardaki tazeliğini koruyan sadece iki örnektir Çok ilginçtir birkaç yıl önce askerî hastanede yatan bir sanatçıy ziyaret etmek isteyen TC Başbakanının eşi başörtülü olduğu içil engellenebılmiştir. Bu süreç bugünlerde resmî çevrelerde belli ölçüde zayıflaşa da medya gibi etkin güçlerin hamleleriyle hâlâ devam etmektedir.

Böyle bir tavır doğal olarak İslam’ı kendi değerler bütünlü­ğü içinde sağlıklı bir yöntemle ele alma, İslam’la modernitenin sağlıklı bir ortamda karşılaşmasının imkânını ortadan kaldırdı­ğı gibi gelenek içinde insan unsurundan kaynaklanan ve bugün de belli ölçüde etkisi devam eden bazı olumsuzlukların gözden geçirilerek ayıklanmasına yönelik çabaları baltalamaktadır. So­nuçta gelenek-modern gerilimi ve bu alanda oluşan karmaşa ülkemizin enerji kaybına sebep olmakta ve faturayı tüm halk ödemektedir. Benzer süreçlerin diğer Müslüman ülkelerde de yaşandığını belirtmeliyiz.

Aydın kesimin zihniyetini, İslam dini hakkındakı bilgilerini özellikle kilise kültürünün zihinlerinin şekillenmesindeki etkilerini yazılarının yanı sıra elektronik ortamda yer alan görüş ve konuşma­larından bile anlamak mümkündür. Mesela bir TV kanalında seçim beyannamesini değerlendiren ve aynı zamanda akademik unvanının zirvesinde bulunan bir partinin Genel Başkan Yardımcısı toplantının cuma namazı ile aynı saate gelmesini eleştirenlere verdiği cevapta: “Si­yasal yaşam ile özel yaşamı birbirine karıştırmamalıyız. Bu tartışma­yı doğru bulmuyorum. Sıkıntısı olan varsa cumayı kaza yapsın. Her namazın kazası vardır”[http://www.ensonhaber.com/hursit-gunes-cumayi-kaza-yapsinlar- izle-2011-04-22.html]. şeklindeki ifadeleriyle hem modern zihni­yetin “din bireyseldir, vicdan işidir, kamuya taşınamaz” dogmasının pratiğini göstermiş hem de dinin kilise kültürü üzerinden ve Batılı paradigmalarla nasıl okunduğunu ortaya koymuştur. Yine bir başka öğretim üyesinin bir yazısında İslam’a göre padişahın yetkisinin Tanrı’dan gelmiş olduğunu, padişahın idari yetkisini şartsız Tanrı’dan al­dığını söylemesi (Osman Okyar, “19. Yüzyıl Osmanlı Çağdaşlaşmasında Politikanın Yeri”, Liberal Düşünce, 11/7, Ankara 1997, s. 65,66.)

Cumhuriyet aydınının İslam’a yaklaşımında kilise kültürünün ne derece etkin olduğunu gösteren iyi bir örnektir. Bu yaklaşım, Hristiyanlıktaki Tanrı adına hareket eden, din ve dünya­yı yöneten din adamları (ruhban) sınıfının İslam’da da var olduğu ön yargısından kaynaklanan bilgisizliğin ifadesidir. Hâlbuki İslam sadece yönetim ilkelerini belirlemiş, uygulamasını ise zaman-mekânın ihtiyaçlarına göre insanlara bırakmıştır. Bu prensipler de evrensel karakter taşır. Daha da önemlisi yönetim İlâhi değil beşeridir. Her bir yönetici yaptıklarından dolayı sorgulanabilir, gerektiğinde görevden azledilebilir, ispatlanmış olan süistimallerinden dolayı cezalandırı­lır. Bunun da ötesinde bizzat Hz. Peygamber İslâm’da ruhbanlığın bulunmadığım beyan buyurmuş,(Dârimî, "Nikâh”, 3; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, VI, 226....) bu yönde çabası olanları açıkça uyarmıştır. (msl. bk. Kasas (28), 77; Buhârî, “Savm”, 51, 55, "Nikâh”, 89, “Edeb”, 84; Müslim, "Sıyâm”, 182,192.)

Kaldı ki İslam'ın, ruhbanlıkla bağdaşmayacağım göste­ren çok önemli esasları vardır. Mesela Hz. Peygamber vahiy alsa da(Kehf (18), 110; Fussılet (41), 6.) bir beşerdir, aldığı vahye o da tâbidir.(Ahzâb (33), 2.) Bunu insanlara okur, onları güzel ahlakla donatır, kitabı ve hikmeti öğretir.(Bakara (2), 129; Âl-i îmrân (3), 164; Cuma (62), 2.) İnsanlar üzerinde zorlayıcı bir yetkisi yoktur, o sadece hatırlatıcıdır.(Gâşiye (88), 21-22.) Bir beşer olarak kişisel taleplerine itiraz edilebilir,(3)insan olarak tercihlerinde hataları olabilir.(4)

Bu ve benzeri kesitler ülkemizdeki bazı aydınların İslam’la ne kadar ilgili olduklarını göstermeye yeter örneklerden sadece ikisidir. Tutumlarına bakılırsa “bu yıl hacc kurban bayramına denk geldi” diyecek kadar dine ilgisiz ve bu yüzden bilgisiz de olsalar dinî bir konuda hüküm vermeye herkesten daha yetkili olduklarını da düşünmektedirler. Bu tutum, dinin alanını da­raltma refleksinin yansımasından başka bir şey değildir.

Günümüz Türkiye’sinde din ile ilişkinin cami dışına taşma­ması ülküsünü hâkim kılmak için kendilerini görevleri sayanların zihniyetinde dik kut çeken hususlardan bitişi genel anltunda din ile bir sorunlarının olmadığı, temel problemin İslam olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü Yahudilik bir ırk dinidir ve diğer in sanlara kapalıdır. Hı istîyanlığın insanlığa verecek bir şeyi yoktur, İslam ise gerçek anlamda çağa meydan okuyan dinamik bir yapıya sahiptir. Hu sebeple diğer dinlere karşı saygılı davranış İslam söz konusu olduğunda esirgenmekte, din ve dini olana karşı çok güçlü bir duyarlılık gösterilmekte, bezdirme politikası izlenmekledir. Esasen bu Batı politikalarının lürkiye deki yan­sımasıdır. Mesela bazı yıllarda ramazan ayında her hangi bir resmî kurumun idarecisi iftar saatine bağlı basit bir düzenleme yaptığında basında kıyametler kopmuştur. En tabii hak olarak okulda namaz kılan birkaç öğrenci resimleriyle birlikte manşet lere çekilerek linç edilmiş, cuma namazına giden öğrencilerin görüntüleri haber programlarında ve gazetelerde yayınlanarak kendileri ve öğretmenleri hedef hâline getirilmiştir. (http://www.youtube.com/watchivsXJdXUDlebus)Bu okulla­rın gerici kuşatma altında bulunduğu yönünde yorumlar yapı­larak, namaz kılmanın skandal olduğu vurgulanmıştır. Bu ha­berleri ihbar kabul eden ilgili savcılık okul idarecileri hakkında soruşturma açmıştır .(http://www.milliyet.com.tr/2007/06/02/guncel/agun.html)

Namaz kılan öğrenci avına çıkan bir TV muhabiri okulda namaz kılmanın hukuken engeli bulunmama­sına rağmen “okulda namaz kılınamayacağı” fetvasıyla okul mü­dür yardımcısını uyarmıştır.(http://www.youtube.com/watchivslF82qlxieWA)

Kore ve Japonya’da düzenlenen 2002 Dünya Kupasına katı­lan A Milli Futbol Takımında cuma namazı kılmak isteyen fut­bolcular yazılı ve görsel medyada kıyasıya eleştirilmiştir. Aynı şekilde Ramazanda oruç tutan futbolcular günlerce televizyon programlarında tenkit edilmişlerdir. Oysa bir dönem ülkemi­zin bir takımında futbol oynayan Musevî bir oyuncu hamur­suz bayramı dolayısıyla maça çıkmayı reddettiğinde geleneksel Türk hoşgörüsünden hareketle takdirkâr ifadeler kullanılmıştır. İlginçtir ramazan ayında oruç tutan oyuncular yüzünden bir futbol takımının performansının düştüğünü belirten bir futbol yazarı ve TV yorumcusu Kur ân daki bir hadisten!” hareketle futbolcuların oruç tutmaması gerektiği yönünde bir içtihat! bile yapmıştır. Herkesin kendisine ait tercihlerine saygı gösterilirken İslam söz konusu olduğunda bir çifte standart geliştirildiğini görmek için özel bir incelemeye bile gerek yoktur. Bununla her an karşılaşmak mümkündür.

Bir dönemler hacc ve umre görevi için kutsal topraklara gi­denlerin sayısı artmaya başladığında ülkenin döviz kaybını gün­deme getirenler, tatil için Batıdaki merkezlere akın edenleri, bir öğle yemeği için Avrupa ülkelerine seyahat edenleri unutmuşlar­dır. Basına yansıdığı kadarıyla umreye giden bir başbakana bir general hakaret edip meydan okumuş,(http://videonuz.ensonhaber.com/izle/osman-ozbek-in-erbakan-a-kufrettigi-o-anlar)umre dönüşü Başbakan gereğinin ifası için Genel Kurmay Başkanına yazı yazmış, cevap olarak adı geçen general bir üst rütbeye yükseltilmiştir. Malezya ziyareti sırasında camide namaz sırasında namaz takkesi giyen TC Başbakanı bu sebeple gazetelerdeki köşe yazılarına konu ol­muş ve kıyasıya eleştirilmiştir.

Yakın zamanda kutlu doğum haftası ihtifallerinde bazı programlarda ilahi söyleyen küçük çocukların ortaya çıkması askeri darbeye davet sebebi sayılmış ve meşruiyeti için zemin hazırlama yarışına girilmiştir. Oysa benzer yaştaki çocukların TV’lerde düzenlenen müzik yarışmalarmda olumsuz görüntü­lerle boy göstermesi başarı sayılmış, çağdaş bir faaliyet olarak takdirle karşılanmıştır.

Yakın zamana kadar ülkemizde eğitim-öğretim sorunları me­sela üniversiteye giriş sınavlarındaki farklı puan uygulaması hep imam-hatip liseleri odaklı tartışılmıştır. Genel kanı, bu tür tedbir­lerle bu okul mezunlarının sınırlı kontenjan ayrılan İlahiyat Fakül­telerine girmelerinin sağlanması onun dışındaki okullara girişle­rinin engellenmesidir. Bunun gerçekleşmesi için de bütün meslek liselerinin olumsuz şekilde etkilenmesi bile göze alınmıştır.

Aynı şekilde YÖK’ün farklı fakülteler arasındaki geçişe es­neklik getireceği yönündeki haberlerin 04.03.2010 tarihli gazete ve TV’lerde “İlahiyat Fakültesine gir Tıp Fakültesinden mezun ol” şeklinde verilmesi oldukça manidardır.

18.01.2011 tarihli gece haberlerinde Türkiye’nin en bü­yük haber kanallarından birisi polis meslek liselerine bütün lise mezunlarının girebilmesini konu alan düzenlemeyi sadece İmam-Hatip Lisesi mezunlarına özgüymüş gibi takdim etmiş ve konunun özü ancak haberin en son kısmına sıkıştırılan bir bilgi kırıntısından anlaşılabilmiştir.

Bütün bunlar kilise kültürünün oluşturduğu refleksle gün­lük hayatta dinin görünürlüğünü sağlayan sembollerin ya da tu­tumların engellenmesi için geliştirilen projenin zikredilen basit ve herkes tarafından bilinen örnekleridir.

Görüldüğü üzere Türkiye’de etkili basın, Batılılaşma hedef­lerinin önünü açmak için modern yaşam tarzını yüceltmek, ülke insanının gündemine sokmak ve yaygınlaştırmak, buna yönele­cek eleştiri veya tehditleri sindirmek üzerine yapılandırılmış, dinî değerlerin görünürlüğünü sağlayacak pratiklerin ya da kültürel formların kıyasıya eleştirilmesi ve yok sayılması,itici şekilde kurgulanarak gösterilmesi yoluna gidilmiştir. Mesela güçlü bir spor kanalının sürekli olarak saatlerce plajda voleybol oynayan bikinili iki kadının maçını naklen yayınlamasının, filmlerde statüsü yük­sek kadınların modern görünümlü olanlardan, hizmetli kadın­ların ise başörtülülerden seçilmesinin başka bir anlamı olamaz. Batılı yaşam biçimini tercih edenlerin yüceltildiği, dindarların ise cahil ve geri kalmışlık görüntüsüyle sahnelendiği, hoca ve dindar kesimin horlandığı, küçümsendiği film ve tiyatro sahnelerinin bi­linçli bir projenin parçası olduğu inkâr edilemez. Bu tür hayat tar­zını ve zihniyet dünyasını dayatan medya araçlarının gelişmesine paralel olarak bu yöntem devam etmektedir.

Ülkemizde İslamı kilise kültürü üzerinden okuma projelerinin öyle büyük etkisi olmuştur ki bugün ilericiliğin ifadesi olarak geliştirilen “Müslüman Aydın” tiplemesi neredeyse kabul görmüştür. Oysa “aydını” ortaçağ dininin / vahyinin karanlığın­dan rasyonel aklın ve pozitivist bilimin aydınlığına çıkan düşü­nürü tanımlayan ve kiliseye tepkiyi ifade eden bir kavramdır. Bu açıdan "Müslüman ile Aydın” yan yana gelemez. Müslüman açısından vahiy» nefsin ve cehaletin sürüklediği karanlıktan ay­dınlığa çıkaran bir özellik taşır.(Bakara,257-Maide,16-İbrahim,1,5- Ahzab 43-Hadid 9-Talak 11)Ayrıca ortaçağ Müslüman açı­sından karanlık değil Batıyı da aydınlatan bir ışık çağıdır.

B- MODERN KADININ İNŞASI VE TOPLUMUN DÖNÜŞÜMÜ

Modernliğin, sembol olarak kadını seçmesine paralel olarak Cumhuriyet Türkiye’si de aynı yönde çaba sarf etmiş, muhafa­zakâr kesimle Batıcılar arasındaki en gergin ilişki de bu alanda yaşanmıştır. Batıcıların kadınlara çeşitli hakların verilmesi ve dinî makamların bu konuya karışmamaları yönündeki talepleri bu alandaki çatışmaya işaret eder.

Türkiye’de toplumsal sorunların oluşumunda ve bunlara üretilen çözüm önerilerindeki dinamik tartışma ve mücadele ortamı hâlâ modernlik-gelenekçilik geriliminin devam ettiği­ni göstermektedir. Uzun süre gündemi meşgul eden başörtüsü tartışmaları ve millî eğitim politikalarının önemli bir kısmının İmam-Hatip Liseleri üzerinden tartışılması bu konunun sıcaklı­ğını ve hassasiyetini göstermesi bakımından önemlidir.

Cumhuriyetin ilk yıllarında, Türkiye’de modernleşmenin en uygun yolu olarak ‘kıyafet dili’ kabul edilmiş, bu yönde güçlü çaba sarfedilmiştir.Kadın giyimindeki değişim ve erkeklerin şapka giymesine yönelik çalışmalar bu açıdan önemli bulunmuştur. İstanbul'un en ünlü terzilerinin, yöneticileri ve eşlerin giydirmek için seferber olmaları, (Cumhuriyet ve Kızılay balolarında Batılı kıyafetler içinde şıklık yarışma girmeleri, küçük dereceli memurların aldıkları Sümerbank kıyafet yardımına maaşlarının bir bölümünü de ekleyerek, 'Cumhuriyet Şıklığını’ temsil etme çabaları, modanın çağdaşlaşma sürecindeki rolünün en basit örnekleri olarak gösterilebilir.(Emine Koca-Fatma Koç, “Güzellik Yarışmalarının Türkiye’deki Moda Bilincinin Oluşumuna Etkileri”, Acta Turcica, 2/1 Ocak 2010, s. 263.)

Cumhuriyet döneminde modern Türkiye, kadın figürü üze­rinden inşa edilirken millî dava olarak kabul edilen “Türk Mo­dası imajıyla çağdaş giyim tarzını tercih etmiş kadınlarla Batı dünyasına, “kafes arkasında haremde yaşayan Türk kadınının ne kadar şık ve zarif olduğu” mesajının verilmesi hedeflenmiş, bu yolla modernliğin ölçütlerinden olan kadın özgürlüğünün sağlanması, kadının cehaletten, erkek himayesinden kurtarıl­ması, erkek ile eşit noktaya getirilmesi yolunda sarf edilen büyük gayrete dikkat çekilmek istenmiştir. Modern kıyafetlerin uyumu ve farklı şekilleri hususunda çıkarılan kıyafet dergileri yönlendi­rici işlev görmüşlerdir.(Ş. Karlıklı-D. Tozan, Cumhuriyet Kıyafetleri, İst. 1998, s. 153’ten naklen Emine Koca-Fatma Koç, “a.g.m.”, s. 264, ayrıca bk. 267,271.)

Bu bağlamda modernleşmeyi kadın güzelliği üzerinden ser­gilemenin, kadının cazibesinin tahrik edici biçimde sunulması­nın en pratik aracı “güzellik yarışmaları” olmuştur. Bu yarışma­lar kadın özgürlüğünün bir göstergesi sayıldığı gibi bu anlayışın geniş kitlelere yayılmasının bir basamağı olarak da görülmüştür. Daha sonraları defileler, moda ve spor müsabakaları, ayrıca rek­lam sektörü ve görsel araçların yaygınlaşmasıyla müzik küple­rindeki görüntüler ve sinema endüstrisi gibi kitlelere hitap eden etkinliklerin de eklenmesiyle bu yarışmalardaki mesaj daha da güçlenmiştir. Sonuçta bu tür araçlarla bir yandan kadın bede­ninin güzelliği ve baştan çıkarıcı cazibesi sergilenirken diğer taraftan erkek zihni üzerinde bilinçli oynamalarla doğulu güzel­lik anlayışı, tarzı, zevki, beğeni ölçütlerinin değiştirilerek bütün bunların Batılı kadın tipine göre belirlilik kazanması için zihni­yet dünyası üzerinde bir bütün hâlinde operasyonlar yapılmıştır. Bu noktadan da geçmişle bağlantının bütünüyle koparılması he­deflenmiştir. Çağdaş Türk kadınının da artık güzelliğini sergile­mek, çağdaş normları yakaladığını ispat etmek için gerektiğinde bu yarışmalara katılıp mayo giymekten bile çekinmeyerek ulusal bir görev yapmanın onurunu taşıyacak bir zihniyete sahip olma­sı gerektiği sürekli canlı tutulmuştur.(Bk. Emine Koca-Fatma Koç, 264,267,271.)

1888 yılında 350 aday ile Belçika’da düzenlenen modern za­manın ilk güzellik yarışmasıyla başlayan sürecin Türkiye’deki ilk uygulaması 1929*da Cumhuriyet Gazetesi tarafından yapıl­mıştır. 125 adayın katıldığı ön elemeden 48 aday çıkmış ve 60 kişilik büyük jüri tarafından Feriha Tevfık birinci seçilmiştir. İkinci güzellik yarışması yine Cumhuriyet Gazetesi tarafından 9 Ocak 1930 tarihinde düzenlenmiştir. Oluşan bazı tepkilere kar­şı 13 Ocak 1930 tarihli Cumhuriyet Gazetesinde asırlardan beri bir nevi esaret mahkûmu olan Türk kadınlığının özgürlüğünü iade edecek bu fırsatın değerlendirilmemesinin günah olacağı­nı vurgulayan bir bildiri yayımlanmış ve nihayet 1932 yılında Belçika’da düzenlenen uluslararası güzellik yarışmasına katılan Keriman Halis dünya güzeli seçilmiştir. Bundan tam 20 yıl son­ra (1952) da İtalya’nın Napoli kentinde yapılan Avrupa güzellik yarışmasında Günseli Başar birinci olmuştur. Keriman Halis’in birinciliği organizatörler ve katılımcılar açısından iki taraflı bir başarı sayılmıştır. Yarışmayı düzenleyenler, bu sonuçla Batılı ol­mayan kadınların da Batılı kadınlar gibi giyindiğinde onlar ka­dar hatta onlardan daha güzel, şık ve çekici olabileceği mesajını vermişler, bu yöndeki tercihler övgüye değer bulunarak teşvik edilmiştir. Nitekim daha sonraki yıllarda yapılan güzellik yarış­malarında “en iyi kostüm yarışması” da yapılmıştır. Eski Fran­sız başbakanlarından Edouard Herriot, Aralık 1933’de Paris’te verdiği bir konferansta, Türkiye’de peçe takmayı, çarşaf giymeyi yasaklayan hiçbir yasa olmamasına karşın Türk kadınının çağdaş giyım-kuşamı tercih ettiğini anlatmış, ayrıca 1927 yılında kadınların hâlâ peçe taktıklarını, ancak kadının çalışma yaşa­mında erkeğin yerini alması yönünde başlatılan seferberliğin bu eski âdete büyük bir darbe indirdiğini ve Türk kadınlarının yavaş yavaş örtülerini çıkarmaya, tayyör giymeye başladıklarını hatırlatmıştır. Bu ifadeler az önceki tezi güçlendirmektedir. Türk modernitesi ise Batı dünyasına ülke kadınının modernleşmede kat ettiği düzeyi ve Batılı kadınlardan farksız hâle geldiğini ka­nıtlamada bir argüman olarak kullanmıştır. Nitekim bu başarı! ulusal bir sevince dönüşerek Keriman Halise Atatürk tarafından “Ece” soyadı verilmiş, Cumhuriyet Gazetesi de konu ile ilgili özel baskı yaparak onu Batılı güzellerle kıyaslamıştır. Bu aşama­dan sonra “dünya güzeli” unvanıyla Keriman Halis, halkın ilgisi ve sevgisini kazandıracak faaliyetler ve dönemin modasını yan­sıtan modern giysileriyle özellikle şehirli kadınların idolü hâline getirilmiştir.(age-s. 263 vd. ve buradaki kaynaklar.)

Daha sonraları uluslararası güzellik yarışmalarına Türk kız­ları katılmış ve belli aralıklarla birinci olmuşlardır. Aynı yön­deki operasyonlar hâlâ devam etmektedir. Mesela Almanya’nın başkenti Berlin’de doğup büyüyen 25 yaşındaki Türk kızı Sıla Şahin Türk kızları içinde ilk olarak erkek dergisi Playboy a soyu­narak verdiği çıplak pozlarıyla ilgili olarak muhafazakâr Alman yorumcu Richard Herzinger, Sıla’nm verdiği pozların, genç göç­men kadınların kültürel geçmişinden sıyrılarak Alman yaşam tarzına yaklaştığının göstergesi olduğunu ileri sürmüştür.(http.//www.nethaber.com/video/2702/sila-ailesini-sucladi.html erişim: 20.04.2011)

Ai­lesiyle çatışma hâlinde olan Sıla, Almanya’da en çok satan der­gilerden TV Digital tarafından 2011 yılının en iyi pembe dizi oyuncusu seçilerek ödülünü almış, verdiği demeçte de mutluluğunu dile getirerek kendisiyle ilgili projeler İçin sabırsızlandığını belirtmiştir.

Bugün geldiğimiz noktada artık kızlarımız Batılı güzellik formlarının birer taşıyıcısı olarak sadece güzellik yarışmaları, defileler, podyumlar, reklam araçları ve spor müsabakaları gibi özel faaliyet alanlarında değil aynı zamanda sokaklarda da çağ­daş kıyafetleriyle, Batılı modacıların belirlediği saç modelleriyle, makyajlarıyla, üzerlerindeki etkileyici parfümleriyle çağdaş Ba­tılı kadından geri kalmayan görüntüleriyle modern Türkiye’nin yeni yüzü olmuşlardır. Bu konuda hemen hemen her köşe başın­da yer alan ve kadın bedeninin güzelliği üzerine faaliyet göste­ren profesyonel güzellik salonları, estetik operasyon merkezleri, güzelliği konu alan TV programları, kadın dergileri kendilerinin hizmetindedir, özellikle sürekli göz önünde bulunan sinema yıl­dızları, spor dünyasındaki şöhretli aktörler, modern müzisyen­ler, mankenler, modacılar, tasarımcılar, reklam sektörü ve görsel medyadaki aktörler, yarışma programlarındaki sorularla öne çı­karılan ve idealize edilen isimlerden oluşan rol modellere özenti, güzelleşme üzerine kurulan ekonomi sektörü de “modern kadın zihniyetinin kalıcılığını sağlayan önemli araçlardır. Sonuçta mo­dern kodların tanımladığı özgür, erkek ile eşit, kocasına mahkûm olmayan, itiraz edebilen, kendine güvenen, toplumsal alanın her yerinde rol alan, tam anlamıyla birey tanımına uygun kadın tipine ulaşılmıştır. Karma eğitim ve iş hayatındaki etkin kadın istihdamı ile de kadın-erkek arasındaki mesafe kalkmış, kadının ekonomik özgürlüğüne kavuşmasıyla da yepyeni bir aile hayatı doğmuştur.

Modern kültürün kadın özgürlüğünü ve çağdaşlaşmayı onun giyimi üzerinden ölçtüğünü bilmeyen neredeyse yoktur. Nitekim yakın zamana kadar Türkiye’nin sürekli gündeminde olan başörtüsü sorununa yaklaşımda bunun izlerini görmek mümkündür. Müslüman açısından başörtüsü dinî bir vecibenin yerine getirilmesi ve dolayısıyla özgürlüğün simgesi iken seküler Batıcı aydınlar açısından tutsaklığın sembolü olarak görülerek çağdaş Türkiye’nin görüntüsüne yakıştırılamamıştır. Bu kabu­lün motive ettiği faşizan tutum ülkeyi uzun süre meşgul etmiştir. Bu zihniyeti en iyi yansıtan örnek Azerbaycan’ın başke Bakü’nün merkezî noktalarından birisinde örtüsünü atan kad heykelidir. Bu heykelin adı Âzâd (özgür) Kadın’dır ve örtüsünü çıkaran kadının özgürlüğüne kavuştuğunu resmetmektedir. Aslında tersinden tesettürlü kadının esaretini sembolize etmekte­dir. Nitekim bu zihniyetin Türkiye’deki örneği bunu açıkça ifade etmektedir. Bir partiye mensup kadınlar, 03 Mart 2010 tarihinde Mersin’de hilafetin kaldırılışının yıldönümünü kutlamaları sı­rasında “Aydınlık Türkiye İçin Kara Çarşafları Yırtın” sloganıyla çarşaf yırtmışlar, hatta bir kadın sembolik olarak üzerine aldığı çarşafı çıkarıp yere atarak öfkeyle çiğnemiş, kadınları özgürlüğe davet etmiştir. Bu da göstermektedir ki başörtüsü karşıtlığının sebebi de onun Batılılaşmaya / çağdaşlaşmaya bir tepki şeklin­de algılanarak modern yaşam biçimi önünde engel görülmesindendir. Aslında çağdaş kadının inşasında önemli bir yere sahip olan hatta dindar kızları bile belli ölçüde dönüştüren modern üniversitelere girmeye bile bu görüntünün engel olması oldukça ilginçtir. Dindarlık sembolleriyle çağdaşlaşmanın olmayacağına dair bir tepkidir.(5)

Kadın üzerinden kışkırtılan cinselliğin ve serbest cinsel yaşa­mın post-modern dönemde hem bireysel özgürlük kapsamında gö­rülmesi hem de ekonominin alanına dâhil edilmesiyle oluşan ilişki­ler ağı modern toplumun ana karakterini oluşturan temel paramet­relerden birisidir. Seksin ekonomik faaliyet olarak görülmesinden sonra da haber doğruysa kayıt dışı / merdiven altı fuhuş yapanların vergi açısından maliye tarafından takibata alınması ilginçtir.(http://www.khaber.com.tr/haber/guncel/maliye-hayat-kadinlarinin-pesinde-33623.html erişim: 28.10.2013)

Modern kapitalizmin ağında olmaktan son derece mutlu olan çağdaş Müslüman kesimin de bu yapıya çabuk adapte olduğunu söylemeliyiz. Tesettür defileleriyle Hz. Peygamber’in örtülü çıplak(Müslim,Libas,125) ifadesine aldırmadan diktikleri kıyafetleri pazarlayarak Müslüman sosyeteyi üretebilmeleri son derece takdire şayan bir başarıdır!

Tesettürün kadın özgürlüğü önünde bir engel oluşturduğu ve mahremiyet anlayışının gericilik olarak sürekli işlendiği bir dö­nemin zihinsel arka planında modernlik paradigmaları vardır. Bu da ailede ve toplumda kadın-erkek eşitliği, kadın üzerinden kışkırtılan cinsellik ve bu alandaki gevşeme ya da serbestlik, ka­dın bedeninin sömürüldüğü ve kadın mahremiyetinin kaldırılıp gözlerin beğenisine sunulduğu, bir başka ifadeyle gözün beden­deki sınırının kalktığı bir yapının egemenliğini ifade etmektedir. Kadım beceri ve üretkenliğinden yararlanmadan daha çok evin sıkıcı ortamından ve koca baskısından kurtarmayı hedefleyen toplumsal projeler sonucu kadın, tüm toplum kesimlerinin sömü­rüsüne açık bir figüre dönüşmüş durumdadır. Bu bağlamda ge­leneksel kadın tipinin giyimi ve rolleri değersizleştirilirken yeni bir kadın imajı oluşturulmaya çalışılmakta ve “yeni kadın” yücel- tilmektedir. Bundan dindar çevrelerin bile etkilendiğini, İslâmî kıyafet defilelerinden, tesettür içinde bile kadın bedeninin çeki­ciliğini ortaya koyacak giysi tasarımlarından anlamaktayız. Bu zihniyetle üretilen elbiseye karşı klasik kıyafet isteyen genç kızlara söylenen “siz anne pardesüsü mü istiyorsunuz” şeklindeki ifadele­riyle psikolojik baskı ve sindirme politikası dahi izleyenler ortaya çıkmıştır. Bu söz, herhâlde dindar kızları gericilikle, çağdışılıkla suçlamanın müslümancasıdır.

Kur’ân-ı Kerîm, bedenin sergilenmesini, baştan çıkaran ve kışkırtan yönünü merkeze alarak sömürüye alet edilmesini tas­vip etmemektedir. Gizlenen (mahrem) beden zinetinin sadece karşı bedeni örten bir elbise indirildiğini, insanın bedeni üzeri deki giysinin örtünme için yeterli olmadığını, buna takva / iffet dokusunun kazandırılması gerektiğini de ifade eder. Elbisenin indirildiğine yapılan vurgu da çıplaklığın yaygınlaşmasının or­taya çıkaracağı felakete işaret eder:

Ey Âdemoğulları! Size hem avret mahallinizi örtecek hem de güzel görünmenizi sağlayacak elbiseler bahşettik. Hayırlı olan var ya işte o takva elbisesidir. İşte bunlar Allah ın kulluğunuzu ölçtüğü sembollerindendir (âyât). Umulur ki bu öğüdü ciddiye alırlar. Ey Âdemoğulları! Şeytan, ana babanızı, avret mahallerini açıp utandırmak için elbiselerini soyarak cennetten çıkmalarına vesile olduğu gibi sizi de ayartıp açılıp-saçılmanızı sağlayarak böyle bir belaya düşürmesin! Çünkü o ve avanesi, sizin onları göremeyeceğiniz yerlerden sizi görürler ve fark ettirmeden size gelirler. Biz, şeytanları, inanmayanlara dost kıldık.”(Araf,26-27)

Ayetten anlaşıldığı kadarıyla elbisenin gerektiği şekilde be­deni örtmemesi, örtse bile ona yön verenin iffet olmaması hâlin­de aile düzeninin korunamayacağına çok güçlü bir işaret vardır.

C- İTHAL ÇÖZÜMLER YA DA ÇÖZÜMSÜZLÜKLER

Türk modernleşmesindeki en büyük sancı, sosyolojik ve psi­kolojik şartlar dikkate alınmaksızın doku uyuşmazlığına rağ­men dayatmacı bir yöntemle çözüm olarak Batılı paradigmala­rın, kurumların, zihniyet dünyasının olduğu gibi veya oryantalist söylemin sorgulanmaksızın ithalinde yaşanmıştır. Bu yolda yüzlerce yıllık rafine olmuş ve dinin değerleri doğrultusunda ilmek ilmek örülmüş gelenek hedef alınarak değersizleştirme politikaları devreye sokulmuştur.

Batılılaşma yönündeki tercihle birlikte resmî olarak stratejik önem taşıyan eskiye ait ne varsa çağdaşlaşma adına Batılı olan­larla değiştirilmiştir. Bu bağlamda hukuk reformu çerçevesinde şer‘î hukukun ilga edilerek Batılı kanunların iktibası, sosyo-kül- türel hayatta devrimlerin devreye sokulması, eğitim sisteminin modern Batılı değerlere göre şekillendirilmesi zikre değer uygu­lamalardır. özellikle harf devrimi, kılık-kıyafet devrimi, şapka kanunu, hilafetin kaldırılması, eğitim-öğretim faaliyetlerinin yanı sıra hayatın bütün alanlarını kuşatacak biçimde laiklik ide­olojisinin devreye sokulması, maneviyata karşı seküier kültürün yüceltilmesi, görgü kurallarına varıncaya kadar Avrupa’yı tak­lit ve benimsetme çabaları çağdaş medeniyet! seviyesine ulaşma hedefine giden yolun açılması için gerekli görülen en önemli fa­aliyetler olarak dikkat çekmiştir.

Türkiye’deki değişimin örgüsüne bakıldığında çağdaşlık yanlısı entelektüel kesim, dünyadaki evrilmenin de rüzgârını arkasına almak suretiyle akademik ve popüler çalışmalarla ve modern iletişim araçlarının güçlü desteğiyle Osmanlının son döneminde ortaya çıkan Batıcı aydınların doğrudan yapmak isteyip de başaramadıkları Türkiye yi dönüştürme hamleleri­ni, kavramların genetiğiyle oynayıp düşüncelerine masum bir görüntü vererek toplumumuzu ikna etmiş gözükmektedirler, îkna olmayanlar da yaratılan! seküier kutsallar, çağdaş dog­malar ve klişe cümlelerle bastırılmaktadır. Bunun oluşturduğu ürkeklik sebebiyle ülkemizin aile de dâhil aktüel sorunlarına üretilen neredeyse bütün çözüm arayışlarında Batılı kodlar kullanılmaya çalışılmakta, melez kavramlar merkeze alınmak­ta, ailenin bütün aşamalarında geçerli olan değerler dizisi bir yana bırakılmakta, bu da çözümden ziyade çözümsüzlükleri beslemektedir.

Gençliğimizin, bütün zevk alanlarında yaratılan idollerle kuşatıcı ve egemenliği altına alıcı hatta boğucu bir kültürel sarmal içine sokulduğu gözlemlenmektedir. Üniversite eğitiminin dönüştürücü özelliği, sinema, tiyatro, müzik, sporun bütün alanlarından oluşturulan yıldızlar ve bunların sürekli gündemde kalmasını sağlayan görsel ve yazılı medyadaki programlar, açık hava ve salon program­ları, yarışmalar ve tartışmalarla idol hâline getirilen modeller bu noktada etkili araçlar olarak öne çıkmaktadırlar. Çocukların bile odalarında bu yıldızların posterleri, ağızlarında isimleri, arkadaşıy­la sohbetlerinde konuları gündemlerini oluşturmaktadır. 14 yaşın­da bir kızın Ramazan programında bir ilahiyat profesörüne “Duva­rıma Justin Bieber posteri asıyorum, günah mı?” diye sorduğu soru, herhangi bir konserde popüler bir ses sanatçısını gören gençliğin ta­parcasına kendinden geçtiği anları görmek aslında başka söze hacet bırakmayacak açıklıkta her şeyi anlatmaktadır.

Görüldüğü gibi yönünü Batıya çevirmiş ve kızlarımıza Batıdan erkek getirilerek neslin ıslahını savunacak kadar kendi kültürüne yabancı ve Batı hayranı son dönem Osmanlı Batıcılarının Projesi, Cumhuriyet Türkiye’sinde popüler kültür araçları ve toplum mü­hendisliği ile günden güne etkisini hissettirmektedir. Bireysel ha­yatta Batılı yaşam tarzına adapte olmak bir yana kurumsal olarak da modern Batının kendi sorunlarına ürettiği çözümler ülkemiz­deki benzer problemlere uygulanmakta, doku uyuşmazlığına bakıl­maksızın çözüm diye dayatılan uygulamalar daha büyük sorunlara sebep olmakta, işin içinden çıkılmaz hâle dönüşmektedir.

D- "DİNSELLEŞTİRİLEN MODERN YAŞAM" VE ENTELEKTÜEL ÇELİŞKİ: DOGMATİK MODERNİZM

Ülkemizde modernizmin temsilcileri dogmatik karakterli yeni bir din üretmişlerdir.

Müslüman açısından din hayatın merkezindedir. İlişkilerini din belirler. Din olarak İslam, insanlığa verilen en son şanstır.

Dinin özünde de evrensellik ve süreklilik özelliklerine uygun biçimde bu dinamizm vardır. Batı modernizminin odağında da din vardır. Roma da devlet dinine dönüştüğü andan itibaren Hristiyanhk ile yüzyıllar boyunca başı dertten bir türlü kurtu­lamayan insanlık, Aydınlanma zihniyetiyle birlikte dini devre dışı bırakmayı başarmış ve yepyeni bir zihin inşa etmiştir. Daha çok kiliseye tepki olarak doğan din karşıtlığı gittikçe diğer din­leri, özellikle tslamiyeti de hedef alan bir projeye dönüşmüştür. Kilise dininin olumsuz hatıraları, oryantalizmin İslam karşıtı politikaları sonucu teknolojinin de gücüyle Müslüman dün­ya üzerinde bilinçli oynamalarla seküler alanları genişletmeyi başarmıştır. Sonuçta mabet dışında dini renk bulunan, sembol karakteri taşıyan, inancı görünür kılan ne varsa ona karşı pe­şin bir tepki oluşmuştur. Bu tutum bizim ülkemize daha sert bir şekilde sirayet etmiştir. Ülkemizde modernleşme projelerinin mimarı olan Batıcı Aydınlar dinî içerik taşıyan ya da ilgisi bulu­nan bütün kültürel formlara tepki vermekle kalmamışlar, tepe­den inmeci yaklaşımla çağdaş yaşam tarzının kökleşmesi hatta neredeyse din hâline gelmesi için bütün çabayı göstermişlerdir. Mesela şehit cenazelerinde askerî bandonun Polonyalı Chopin in bestesini çaldığı Eylül 2012’deki bir şehidin cenaze töreninde “şehidi tekbirlerle uğurlayalım” diyerek susturan dönemin Kül­tür Bakanının tepkisi dikkat çekmiştir.()

Yine resmî törenlerde dahası Diyanet İşleri Başkanlığının en önemli etkinliklerinden olan Kutlu Doğum programlarında bile saygı duruşu süresince Amerikan kültürüne ait ağıt müziğinin çalınması bir gelenek hâlini almıştır. Bir Anadolu kasabasında peygamberini anmaya gelen insanları, ölen büyüklere ve şehit­lere bu müzikle saygı duruşunda bulundurma zulmü hâlimizi anlatmaya yeter iyi bir örnektir. Onların ruhu için bir Fatiha okunması, onların rahmetle yâd edilmesi, dualarla hatırlanma­sı yerine Batılı bir tarz olarak saygı duruşunda bulunulması ve Hristiyan-Amerikan ağıt müziğinin ikame edilmesi, şehit cena­zelerinde Chopin bestesinin yankılanması gelenek-modernlik zihniyetini anlama açısından gerçekten manidardır!

Din karşısında yüceltilen seküler kültür ve seküler kutsallar İslamın tark edilmesini engellemekte, onun değerlerini, ilkeleri­nin yön verdiği kültür ve medeniyeti perdelemektedir. “Bu çağda bu kafa” gibi klişe dogmalarla âdeta dinin temel umdeleri daha baştan mahkûm edilerek gündeme getirilmesi bile engellenmek­tedir. Din içindeki her konunun çağdaş kabullerin terazisinde değerlendirilerek eleştiriye tâbi tutulabilmesi ancak dinî de­ğerler merkeze alınarak modern kabullerin tenkit edilememesi onun dogmatik bir hüviyet kazandığının göstergesidir.

2013 yılı Kasım ayının ilk haftası içinde Türkiye’nin günde­mine oturan üniversite yurtlarında kız-erkek karışık ikametin dindarlık ölçütleri açısından bir sorun olduğunu dile getirenlere karşı çağdaş yaşam tarzını savunanların demokratik kazanım­lar, bireysel tercihler, özgürce yaşam gibi referanslarına bakıldı­ğında modernlik ya da çağdaşlığın yeni bir inanç hâlini aldığını söylemek mümkündür. Modern yaşam biçiminin hem bu şekil­de yüceltilmesi hem de tartışılmasının engellenmesi yönünde dogmatik bir duruşun sergilenmesi bu düşünceyi haklı kılan bir özellik arz etmektedir.

Modern dünyanın oluşturduğu kavramların yön verdiği ha­yatı merkeze alarak dinî değerleri tartışma konusu yapıp dışarı­dan bir bakışla gericilik, tutuculuk gibi yaftalarla değersizleştir-me yoluna gidilmesi, gerektiğinde Islami kavramların modernitenin yoğurduğu zihniyet dünyası doğrultusunda tanımlanarak ele alınması da çağdaşlığın dine tahakküm eden yeni bir inanç formu olduğuna işaret eder. Mesela başörtüsünün bir Fransız giysisi olan türbana dönüştürülerek tartışma alanına çekilmesi, ilahiyat çevrelerinde bazı ilim adamlarının modernlikle çelişen Kur ân ahkâmını otantik olmayan kutsal metinlere uygulanan tarihselcilik üzerinden okumaları bu konuda örnek olarak zik­redilebilir.

(1)-Şükrü Hanioğlu, “Batılılaşma", DİA, İstanbul 1992, V, 148-152; Mehmet Akgül, Türk Modernleşmesi ve Din, Konya 1999, s. 63-66. Bu iki çalışma Türkiye’nin modernleşme / Batılılaşma macerası hakkında oldukça kıy­metli bilgi vermektedir.
(2) İslam hukukunun yetersizliği, Müslümanların içtihat kapısını kapattık­ları, birtakım hile-i şer'iyyelerle Allah’ın emir ve yasaklarının ters yüz ettikleri şeklindeki oryantalistlerin iddialarını doğru kabul ederek ya dini dışlayan ya da dinde reform isteyen Türk aydınlarının fikirleri şayan-ı dikkattir. Konuyla ilgili iddialar ve değerlendirmeleri için bk. Saffet Köse, Çağdaş İhtiyaçlar ve İslam Hukuku, İstanbul 2004, s.9-42.
(3-) İbn Mâce, “Talâk”, 29; Nesâî, “Kudât”, 28; Dârimî, “Talâk”, 15; Tahâvî, Şerhu Me'âni’l-Asâr (nşr. Muhamed Zührî en-Neccâr), Beyrut 1399, III, 82; ajnlf., Şerhu Müşkili'l-âsâr (nşr. Şuayb el-Amaût), Beyrut 1415/1995, XI, 194.
(4)İbn Sa‘d, et-Tabakûtii l-kübrâ (nşr. İhsan Abbâs), Beyrut 1388/1968, II, 15; III, 567; Hakim, el-Müstedrek, Kahire 1417/1997, III, 524, nr. 5872-5873; Halebî, es-Siretü'l-Halebiyye, Beyrut 1400, II, 393,
(5)Burada bir hususa daha işaret etmek gerekirse Kur’ân-ı Kerîm’de hiçbir ihtimale açık kapı bırakmayacak şekilde başörtüsünün farz olduğu anlaşılabilirken (Nûr, 24/ 31; Ahzâb, 33/ 59) ve dolayısıyla din özgürlüğü çerçevesinde ele alınması gerekirken ona karşı bir tavrın gelişmesinin sebebi bu açıdan anlaşılabilir bir durumdur. Ancak bazı ilahiyatçıların Kur’ân’da başörtüsünü farz kılan bir emrin bulunmadığı yönünde bir görüşü savunmalarının bir izahı yoktur, öte yandan başı açık olanların başını örtenlerden psikolojik baskı hissettikleri gerekçesiyle başörtüsüne karşı çıkan ve yasaklanmasını savunan kalem sahipleri yanında idari mekanizmada en katı biçimde bu yasağı uygulayanlar başörtülülere fiilî baskı yaparak müthiş bir çelişki içine düşmektedirler. Güya hissedilen baskı temel alınarak fiilî baskıyı meşrulaştırma...

-------------------------
Prof.Dr. Saffet Köse-Genetiğiyle Oynanmış Kavramlar ve Aile Medeniyetinin Sonu

 




 





 



 


Devamını Oku »

Bayram

Bayram
Ve bayram. Bugün ,dünya yüzündeki bütün müslümanlar, şehirler içinde, bizzat , şehirler ve ülkeler arasında da bütün ulaştırma vasıtalarıyla birbirlerine uğrayarak , geçirilen bir aylık orucun üstün insana mahsus nimetlerini kutlayacaklar. Bir müslümanın eli öbür müslümanın eline, onun eli de başka bir müslümanın eline, böylece bütün müslüman eller birbirlerine kenetlenecek, horasanla kaynaşmışcasına kaynaşacaklar ve bütün müslüman dünya, kopmaz, yıkılmaz bir bina kuracak.Evlerden evlere barış taşınacak, muştu götürülecek, yüzleri Kur'an neşesi saracak. Her müslüman , Kur'andan bir ayet gibi kalbini öbür müslümanlara götürücek.İşte bu eşsiz bayram yalnız bizimdir.

Bütün yıl müslümanlığın yıpranması için çalışanlar bile bu bayramın güçlülüğü karşısında ondan uzak duramıyacaklar, katılacaklar bizim bayramımıza.Bayram onları bile kavrıyacak, kuşatacak.

Ah , ne olurdu , hiç olmazsa bayramımızı bize bıraksalardı.

Bayram ki , taştan değil, rüzgar çizgilerinden değil, yaprak hışırtısından değil, bir tarih ilhamından, müslümanların aydınlık gönüllerinden gelen bir şuur hafifliğidir, geliyor ve bizi ak çeşmelerin ışığıyla dolduruyor.

Bakıyorsunuz, sabahleyin ufkun doğu kesimi kızarırken bütün müslümanlar camileri doldurmuş, güneşin doğuşunu bekliyorlar. Sonra güneş bir mızrak gibi çıkıyor ve zamanın kalbine bayram nişanını, işaretliyor. Toplar atılıyor ve namaz sarıyor vücutları ve ruhları.

Ve imam mü'minlerin arasında yükseliyor, bir tarafında sanki cennet, öbür tarafında adeta cehennem, hutbesini bütün insanlığa okuyor.

Bu , hutbe islama çağrıdır. Çelik ve beton arasında boğulan insana bir hürriyet çağrısıdır bu hutbe.

Hürriyetin ancak kurtuluş içinde bir anlam ifade edeceğini ilan eden evrensel bir bildiridir bu hutbe.

Vücuda olan tutsaklıktan , zamana olan tutsaklıktan,maddi manevi putlar korosuna olan tutsaklıktan kurtuluşa açılan bir çağrı kapısıdır bu hutbe.

Kur'an'dan bir yaprak, havada bir sancak gibi sallanır, işte size bayram hutbesi.

Bayram namazından sonra toplumdan alınan güçle yüklü olarak evlere dönülür. Evlerde bekleyen çileli ömrün hayat arkadaşı ve evlerin bin renkli çiçekleri çocuklar.İşte bugün bir tatlı söz işitmek için hayatın bütün ağırlığını paylaşmayı göze alan çileli eşler ve anneler,, ve evlerin canlı bayramları çocuklar.

Ve evlerden evlere bir barış armağanı, bir muştu haberi gibi gönderilen çocuklar.

Ve her vakit namazından sonra yalnız bayram günleri kılınan namazlara mahsuz namaz sonu tekbirleri.Sanki bayram tertemiz bir mendil ve beş vaktin tekbirleri de onun ölümsüz düğümleri. Kalbin aydınlık mühürleri tekbirler.

Evlerden evlere taşınan armağanlar.Evleri doldurup taşıran armağanlar.

Topraktan yükselen bir mehtap,bayram akşamları.

İşte ulu geçmişten elimizde bir bu bayramlar kaldı. Onlara sıkı sarılalım da hiç olmazsa bu son peygamber armağanını olsun elden kaçırmıyalım.

Bu şuur içinde kutlu olsun bayramlarınız müslümanlar.!

Sezai Karakoç(Sütun)
Günlük Yazılar 2

-------------------------
Devamını Oku »

Oruçta Acıkır

Oruçta Acıkır

Oruç hiç gecikmeden, yolunu şaşırmadan, tam saatinde, dinç ve genç, tarihin dinamizmini de özünde gaybın üfleyişi gibi taşıyarak geldi. Mademki geldi, onu iyi tanımak gerek.Oruç boş bir çerçeve olarak veya bir mevsim gibi sadece tabiatın bir parçası olarak gelmedi. Tarihin bir parçası olarak geldi.

Dolu geldi. Kendindekini boşaltacak. Giderken de dolu gidecek. Dolu gitmeli.

Her yılın orucu, büyük Oruç kitabına, sabırla ve meleklerin üslubuyla işlenmiş bir sayfa, bir yaprak gibi eklenir

Taşların, ağaç kovuklarının, toz zerrelerinin bile, en keskin bir hafızayla şahitlik yapacağı büyük Hesap Gününde, şüphesiz, Oruç Kitabı, en büyük şahitler arasında, dosyasında en çok belge bulunduran suç ve sevap araştırıcıları arasında görünecektir.

Demek ki , oruç , çağımıza , göklere mahsus nişanlarla donanmış büyük ve yetkili bir şahit olarak geliyor ve geldi.

Siz sanmayın ki, oruçta yalnız siz susar, siz acıkırsınız. Oruç da susar oruç da acıkır. Çünkü: Oruç da canlıdır. Sizin gibi. Hatta sizden fazla. Çünkü: onda, ölümün eriteceği et ve kemik de yok. İnsan, sağken bile ölümle karışıktır. Biz hayatla ölümün karıştığı bir terkibiz. Sağken, hayat, ölüme baskındır ve ölümü kullanır. Sonra yaşlandıkça, ölüm güçleri yavaş yavaş artar ve ölüm yüzdesi hayat yüzdesinin üstüne çıkar bir gün. İşte o gün ölmüşüzdür; ölüm hayatı kullanmaya başlamıştır. Toplum yaşayışında da böyle. Ecel olarak gelen ölüm, bu hayat - ölüm çatışmasını kesin bir sonuca bağlar. Ama oruç yüzde yüz olarak diri saf olarak diridir. Net diridir, insan gibi brüt olarak diri değil.

Bizden daha canlı, daha cıvıl cıvıl olan bu gök varlığı orucun susadığı su , acıktığı yemek nedir öyleyse ?

Şairin şair için dediği:

Cins şaire mahsus yiyecekler

Deniz yosunlar? mavilik meduzalar?

tarzında

Oruca, gök şahidi oruca mahsus besinler,

Yükseltilen dualar, derinleşen secdeler,

Kur'an sesiyle aydınlanan ikindiler,

Allah adıyla diriltilen geceler

diyebiliriz belki.

Evet, Oruç da susar, oruç ta acıkır. Orucun susadığı ve ab-ı hayat gibi kanamadığı su, " Kur'an sesi ", acıktığı " namaz ", örtündüğü " merhamet ", kuşandığı giyindiği, Allah'ın adının yükseltilmesi yani " cihat "tır.

Ve orucun da iftarı vardır. Oruç müminin kalbinde iftar eder. Onun sofrasında, işte saydığımız, göğe mahsus yiyecekler bulunur. Yalnız insan orucu özlemez, oruç ta insanı özler. Ramazan ayı gelince, sıla-i rahm edenler gibi, meleklerin bile önünde eğildiği insana koşar. Oruç, insana acıkır ve koşar gelir.

Oruç geldi, öyleyse oruca yiyecek taşımalı, su sunmalı, orucun lambasını yakmalı, örtüler atmalı üzerine ki, geldiğinden daha zengin gitsin. Verdiğinden daha çok alsın. Yanına gideceği eski oruçlara katacağı, söyleyeceği çok şeyler bulunsun. Çağımız Müslümanlarının portresini eski çağ müminlerinin portrelerinin yanına çizecek ya, bizim öyle bir portremizi çizsin ki, ilerde gün olur ki, o portreyi bize gösterirler, utanmayalım ondan o zaman.

Oruç geldi, ondan bize ölümsüz bir şeyler katılacak demektir. Giderken, bizden de ona ölümsüzleşecek bir kaç şey katılmalı.
Sezai Karakoç-Günlük Yazılar 2 (Diriliş yay.)
Devamını Oku »