İnsan: Hükümdar, Yırtıcı Hayvan,Hınzır





Bilin ki,“Birinci Bölüm”de anlattığım üç nefis için en iyi örnek şudur! Değişik üç canlı bir yerde toplanmış»bunlardan biri hükümdar, biri yırtıcı hayvan, diğeri de do­muzdur. Bunların hangisi gücüyle ötekileri yenerse, onun sözü geçer. Bu örneği göz önüne alan kimse bilmelidir ki; nefis bir cevherdir, cisim değildir. Onda cismin güçleri ve arazları yoktur. Nitekim bu kitabın baş tarafında bunları açıkladık, öyleyse, nefsin birleşmesi ve kaynaşması, cisim­lerin birbiriyle olan birleşme ve kaynaşmasından ayrıdır.

Bu üç nefis birleşince tek ve aynı şey olur. Bununla birlikte onlar farklılıklarını korur ve güçler de biri diğe­rinden bağımsız olarak, sanki biri diğeriyle birleşmemiş- çesine faaliyete geçer. Yine kendi başına varlığını sürdüre­mez ve ayrı bir gücü yokmuş gibi tamamıyla iç içe girmez ve yüzeyleri birbirine iyice temas etmez. Aksine, kimi du­rumlarda tek ve aynı şey, kimi durumlarda da güçlerden birinin heyecanlı ve sakin olmasına göre değişik şeyler olurlar.

Bu yüzdendir ki bazılarına göre nefis tektir ve onun birçok güçleri vardır. Bazılarına göre de o, öz bakımından tek, araz ve konu bakımından çoktur. Bu husus üzerinde durmak kitabımızın amacını aşar ve ilerde yeri gelince bu konuda bilgi verilecektir. Şimdilik bu görüşleri benimse­menizde bir sakınca yoktur. Bu nefislerin kimisi yaratılış­tan üstün ve iyi eğitilmiştir, kimisi de yaratılıştan bayağı ve eğitilmemiş olup, eğitimi kabul etme kabiliyeti yoktur. Kimisi de eğitilmemiştir; fakat eğitilebilir ve iyi eğitilmiş olan birine boyun eğer.

Yaratılıştan eğitilmiş üstün nefis, düşünen nefistir. Eğitilmemiş ve eğitilmeyi kabul etmeyen nefis de, hayvani nefistir. Eğitilmemiş olan ve eğitilmeyi kabul eden ve ona boyun eğen nefis ise, kızgın nefistir. Eğitimi kabul etme­yen hayvanı nefsi ıslah etmemiz için Yüce Tanrı özellikle bize bu kızgın nefsi vermiştir. Eskiler bu üç nefis konusun­da insanı güçlü bir hayvana binip av için köpek veya parsı yedeğinde götüren kimseye benzetirler. Bunlar arasında hayvanı ve köpeği eğiten ve onlara yön veren insandır. Hayvan ve köpek yolda giderken, avlanırken veya herhangi bir şey yaparken insana uyarlar. Bu üçü arasında rahat bir yaşayış ve âhenkli bir durum bulunduğunda şüphe yoktur. Çünkü insanın arzuları rahatça yerine getirildiğinden, atı­nı istediği gibi ve istediği yere kadar koşturur; köpeğini de aynı şekilde salıverir. Kendisi inip dinlendiği zaman onla­rı da dinlendirir ve onlara yiyecek ve içecek vermesi bakı­mından üzerine düşeni yapar. Düşmanlarına karşı koru­ma gibi, onların öteki ihtiyaçlarını sağlar. Burada hayvani nefis üstün gelirse, üçünün de durumu kötüleşir ve insan diğer ikisine oranla zayıf kalır; at binicisine itaat etmez ve ona galebe çalar. Hayvan uzakta bir ot görünce, ona doğru fena şekilde koşar, yoldan çıkar; vadiler, uçurumlar, diken ve ağaçlarla karşılaşır, onlara dalar, kendisi de binicisi de bu durumda türlü felâket ve sıkıntılara uğramış olur.

Aynı şekilde köpek de sahibine boyun eğmez, uzakta bir av görünce veya bir şeyi av sanınca, ona doğru koşarsa, biniciyi de atını da çeker ve hepsi birlikte kat kat kötülük ve zarara uğrar.

Eskilerin verdikleri bu örnek, nefislerin durumunu ve Yüce Allahın insana lütfettiği ve ona yerleştirdiği, onun hizmetine sunduğu, insanın diğer iki gücün emrine uya­rak ve yönetimi ihmal ederek Yüce Yaratanına isyan ile kaybettiği nimeti göstermektedir. Oysa diğer iki güç,insana boyun eğmeli ve onun emirlerini yerine getirmelidir.

Dolayısıyla Yüce Allahın yönetimini ihmal eden, onun verdiği nimeti yitiren ve kendisindeki bu güçleri başıboş bırakan insandan, durumu daha kötü olan kimse var mı­dır ? Bu durumda yönetici yönetilen olmakta, hükümdar köle olmakta, kendisi de boyun eğdiği güçlerle birlikte tehlikelere uğramakta ve yok olmaktadır. Şeytan ve ib­lislere uyarak halk içerisinde böylece rezil olmaktan Ulu Tanrıya sığınınız. Burada, sadece bu güçlere ve onun du­rumlarına işaret etmiş olduk. Allah’tan bizi korumasını ve bu nefisleri olgunlaştırmamız için yardım etmesini dile­riz. Böylece iyi işlerimizin amacı olan, bizi büyük kurtulu­şa ve sonsuz nimetlere ulaştıran Allah’ın itaatinde olalım.

Filozoflar, düşünen nefsin yönetimini ihmal edip şeh­vete boyun eğen kimseyi, elinde güzellik yönünden, altın ve gümüşle değerlendirilemeyecek kadar kıymetli bir ya­kut bulunan ve onu yanmakta olan ateşe atarak onun ki­reçleşmesine ve ondaki yararların yok olmasına sebep olan kimseye benzetirler. Şimdi öğrenmiş bulunuyoruz ki, dü­şünen nefis, kendi değerini bilir ve Yüce Tanrı katındaki mertebesini iyice anlarsa, bu söz konusu güçleri eğitmek ve yönetmek hususunda onun halifeliğini hakkıyla yerine getirir. Allah’ın vermiş olduğu güçle onun katında kendi­sine ayrılmış olan şeref ve yüceliğe erişir, hayvani ve öfke­li nefse boyun eğmez. Düşünen nefis, bizim öfkeli nefis olarak nitelendirdiğimiz kızgın nefsi ıslah eder, kendisine iyice boyun eğdirerek eğitir. Sonra hayvani nefsi, heyecan­landığı ve şehvetlere yöneldiği vakitlerde onunla bastırır; öfkeli nefsi, hayvani nefsi eğitmede kullanır, hayvani nef­sin isyanına karşı ondan yardım görür. Çünkü bu öfkeli nefis, eğitilmeye elverişli olup belirttiğimiz gibi ötekini bastırmaya gücü yeter. Hayvani nefis ise, eğitilmemiş ve eğitmeye elverişli de değildir. Düşünen nefis, Eflâtunun şu sözleriyle ifade ettiği şeydir:

‘Düşünen nefis eğilme ve yumuşaklık bakımın

dan altın gibidir. Hayvani nefis ise, sertlik ve katılık bakımından demir gibidir.”

Bir vakit iyi bir iş yapmak istesen, öteki güç de seni zevke ve istediğin şeyin aksine doğru çekse, şiddetle ve gu        rurla hareket eden öfke gücünden yardım gör ve onunla hayvani gücü ez. Bununla beraber o seni yener, sonra da sen pişmanlık ve hoşnutsuzluk duyarsan, demek ki, doğru yoldasın. Kararından vazgeçme. Onun tekrar seni alt et­mesinden sakın. Böyle yapmazsan ve sonunda zafer senin olmazsa, sen ilk filozofun (Aristo’nun) dediği gibi olur­sun:

“İnsanların çoğu güzel işleri sevdiklerini ileri sürerler, fakat sonra da bu konuda onların üstün olduklarını bil­dikleri hâlde, zahmete katlanmadıklarını, dolayısıyla ra­hatlık ve tembellikten hoşlanıp yenildiklerini görüyorum.

Öyleyse sabır zahmetine katlanmayınca, tercih ettikleri vc üstün olduğunu bildikleri şeyi nasıl tamamlayacaklarını öğrenme yolunda sabır göstermeyince, onlarla güzel işleri sevmeyenler arasında bir fark olmaz.”

Kuyuya düşen bir körle gören bir kimse örneğini ha­tırlayalım. Tehlikede olma yönünden ikisi de aynıdır. An­cak kör olan kimse, bu konuda daha çok özürlüdür.

Bu davranış kurallarıyla istenilen mertebeye ulaşan ve bunlar sayesinde anlattığımız faziletleri kazanan kim­senin görevi başkalarını eğitmek ve Allah'ın kendisine bahşetmiş olduğu şeyleri hemcinslerine iletmek olmalıdır.



İbn Miskeveyh-Ahlak Eğitimi

Devamını Oku »

İnsan Akile ve Mefkeret Kuvvetlerinin Çalıştırılması ile Tekamül Eder



Her insanda iki âkile kuvveti vardır. Birisi dimağda diğeri de kalbdedir. Demek ulemânın, akıl dimağdadır, yok efendim akıl kalbdedir şeklin­deki ihtilafları mücerred sûret ve lafzî nizadan ibarettir. Demek iki görüş de haktır.

1-İnsan ve hayvanlarda olan nefs-i nâtıkanın göz, kulak, burun, el gibi aletleri vasıtasıyla görmek, işitmek, koklamak ve tutmaktan ibaret akıl dimağdadır. Dimağa aksedip sûretlenen nakışlar ve İlmî meselelere his ve hareket cihetiyle ilm-i muamele denilir. Bu ilim beden ve azalara aid bölümse, ona ilm-i zâhir denilir. Eğer aynı ilim, aynı hislerle ve idrakle kalbe, ruha aid ise ona da iim-i bâtın denilir. Kalb-i İnsanînin âkile küvetinin aynasında her iki cihetle ilim sûretlenirse yahud ilham olarak bilinirse, ona da ilm-i mukâşefe ve ilm-i hakîkat denilir.

Nefs-i nâtıka maddenin dış tarafını zâhiri duyuları ile hissettiği gibi hiss-i müşterek, vehmiyye, mutasarrıfa, hayaliyye yahud musavvire ve hâfize kuvvetlerinin vasıtasıyla maddenin iç tarafını idrak eder. Ancak in­sanın bâtınî duyuları daha mükemmeldir. Bu duyularla nefs hissedip id­rak ettiği eşyanın aleyhinde olduğuna inanırsa onu defeder; lehinde ol­duğuna inanırsa onu celbeder. Defetmek gazab kuvvetiyle, celbetmek şehvet kuvvetiyledir. Bu kuvvetler fen, matematik, fizik, tarih gibi ilimlerin tekrarlanması yahud tecrübe, çevre ve muhit vasıtasıyla çalışıp kemil bu­lur. Ciddi çalışmak yani muharrike kuvvetini müdrike kuvvetinin emri al­tında çalıştırmak sûretiyle insan maksadlarına kavuşur.

Tavuk bâtınî his­teriyle çaylak ve doğan kuşundan, kuzu kurttan korktuğu gibi, insan da yalnız kaldığı zaman, cinden, şeytandan, vehmî kuvvetinde resimlenmiş efsanevi cisimlerden korkar; suçlu olduğu vakitte polis ve bekçiden kor­kar. Bu korku mutasarrıfa kuvvetinin yahud vehmî kuvvetinin ters çalış­malarıyla meydana gelir. Bu korkuyu yenebilmek için âkile kuvvetini ça­lıştırmak isteyenin, istiâze ve dualara çok önem vermek şartıyla kâmil insanın eli altında olması lazımdır. Çünkü insan yalnız kaldığı zaman hissettiği korkunun, vehimden mi, yoksa cin ve şeytanlardan mı olduğu­nu ayırt edemez. Ancak kalbdeki âkile kuvveti çalışırsa insan bu tuzak­lardan kurtulmuş olur, *“Ey Rabb'im! Korkaklık ve cimrilikten San'a sığınırım.” şeklinde istiâzeler, hadîs-i şeriflerle emrolunmuştur. Korku ve cimrilik olduğu müddetçe insan hak ve hakîkatleri göremez, dolayısıyla vehmin tuzağında kalır. Ebû Cehil gibiler vehmin zehirinden dolayı Habîb-i A'zam'ın azametini ve yüce ahlakını, risâletini görmediler. Nitekim*“...(Habîbim) Onları Sana bakar gibi görürsün, halbuki onlar (Seni) görmezler.” [El-A'râf 198] mealindeki ayet-i kerîme bu hakîkati tasrih etmiştir.

2-Kalbdeki rûhânî âkile kuvvetidir. Bu kuvvetin mahalli kalbdir. Yukarıda tarif ettiğimiz zâhirî ve bâtınî duyularla bunun alâkası da yok­tur. Zira kalbdeki âkile kuvvet müstakil olarak yaratılmıştır. Doğrusu dimağdaki akıl yahud nefs, nefs-i nâtıkanın kızı olduğu gibi, bu da ruhun oğludur. Bu kuvvet, maddenin ötesini idrak etmeye kabiliyetlidir. Bu kuv­vet merhamet sıfatıyla karaciğerde, şefkat sıfatıyla dalakta, muhabbet ve aşkıyla da akciğerdedir. Nitekim İmam Buhâri'nin rivayet ettiği hadîs-i şerifte de:

*“Şübhesiz akıl kalbdedir, merhamet karaciğerde, şefkat ve esirge­yiş dalakta, nefâset (nefsin aşk ve muhabbeti) akciğerdedir.” buyrulmuştur. Hazreti Ömer ve emsali gibi zevat, bu aklın kuvvetiyle Peygam­ber'e baktılar, risâletini sezdiler, ona iman ettiler. Hatta siyer kitabında meşhurdur ki, Hazreti Ömer'in akciğerlerindeki aşk ve muhabbetten do­layı yanıklık kokusu ağzından hissedilirdi.

Beyazıd-ı Bestâmî bir gün cemaatine: "Kim beni görürse, dünyada kalb gözüyle, ahirette de maddi gözüyle Allah'ı görecektir." demiştir. Kendini bilmez bir âlim itiraz babından: "Ebû Cehil Peygamberi gördü, lâkin kendisi ne dünyada kalbiyle ne de ahirette gözüyle Allah'ı görme­yecektir." deyince derhal Beyazıd: “...(Habîbim) Onları Sana bakar gibi görürsün, halbuki onlar (Seni) görmezler.” mealindeki ayeti okumakla onu susturmuştur.

Birinci aklın tarifi: Akıl, insanın dimağında fıtraten mevcud bir mele­kedir. Allah Teâlâ onu her insana emanet olarak vermiştir. Ki insan da onunla nazarî ve İlmî meseleleri idrak etsin. Aslında bu idrakle insan hayvandan ayrılır. Çünkü hayvandaki sevk-i tabiî ile adlandırılan idrak kâmil değildir ve akıl da değildir, vehimdir, fakat sûreten vehmî kuvvetle­ri insanın müdrike kuvvetine benzerdir. Evvelden de demiştik ki, insanın dimağında idrak aleti olarak şerbet gibi mündemiç vehim ve idrak vardır.

İnsanın bu idrakine işareten:*“Akıllı odur ki tevazu ile nefsi alçalır. Ve ölümden sonraki (azabdan sakın­mak, cennet nimetlerini kazanmak gibi) şeyler için çalışır.” buyrulmuştur.

İkinci aklın tarifi de şöyledir: Akıl, bedenin haricinde dimağa akse­den bir cevher-i nûrânîdir. İnsanın nefsinin aynasına, yani müdrikesine aksederse insan gerekli ilimleri, fen ve sanatın inceliklerini kavrar. Kalbe aksederse mezkur sezgiyle birlikte her bir zerreden ayrı ayrı ibretler alır.

Şu halde,*“Sîzler birisinin aklının ukdesini bilmeden onun müslümanlığını tastam beğenme­yin.” mealindeki hadîs-i şerîf de aklın bu mertebesine işaret etmiştir. Aslında bu aklın kemli, latîfeler yükselip kalb makamına ulaştıkları za­man tezahür eder. Bu aklın oluşunun alâmeti de özü konuşmak ve sözün birleşmesidir. Bu akıl sahibi ümmî de olsa âlim de olsa, yüzde doksan dokuz sözü gayrına tesir eder, hatta kalbinden çıkan şimşekler nefsin tüm arzularını yakıp yok eder.

*“Tedbir gibi akıl yoktur. Haramdan sakınmak gibi vara yoktur. Gü­zel ahlak gibi haysiyet ve şeref yoktur.” buyrulmuştur. Tîbî: «Tedbir­den maksad, akl-ı matbû'*»; Kayseri Isa: «Rûhânî hataradır.»» dediler.

Yani hadis şârihleri bu tedbirden maksad, beden şehrine tam hâkim olan akıldır demek istiyorlar. Nitekim bu hüküm şu hadîs-i şeriften anlaşılmıştır:

*“Tam akıllı odur ki, tevazu ile nefsi alçalır ve ölümden sonraki (azabdan sakınmak, cennet nimetlerini kazanmak gibi) şeyler için çalışır. Aciz de odur ki nefsini hevâsına tâbi kıldığı halde Allah'tan iyi maksadları arzular." buyrulmuştur. Bu hadîs-i şerîften, tedbirin önemi, acizlik ve tembelliğin zararları da anlaşılmaktadır.

DİMAĞ VE KALBİN MÜDRİKELERİNDE İLMÎ MESELELER SÛRETLENİR

Çalışmak, tecrübe, tekrarla dimağ ve kalbin âkile ve müdrike kuvvet­lerinde İlmî meseleler sûretlenir; tıbkı bir aynada insanın aksi sûretlendi-ği gibi. Herkes birin ikinin yarısı olmasını, bir şeyin varlığı ve yokluğunu, var ise var olanın kadîm ve hâdis olmasını her iki itibarla garîzi aklıyla bilir. Zâhirî veya bâtınî duyularıyla zârûrî olarak sezilenleri idrak eden bir insan, akıl sahibidir demektir. Bu akıl -kayd deveyi kaçmaktan menettiği gibi- sahibini şer ve fenalıklardan meneder. Demek akıl nefsin kelepçe­sidir. Her şey akla muhtaç ise, akıl da tecrübeye muhtacdır, onunla ço­ğalır. Tecrübeler veya tekrarlar azalırsa akıl da azalır. Bu sûretle çoğa­lan akla akl-ı iktisâbî denilir. Binaenaleyh tecrübe aklın aynasıdır; mümâreset kurucusudur; zaman ve imkan ise onun değerlendiricisidirler.

Tecrübeye binaen kazanılan iktisâbî aklın semeresi fikirdir. Zâhirî ve bâtınî duygular haricinde nefs-i nâtıkada sûretlenen İlmî meseleler fikir­dir, akıl değildir. Zira akıl, dimağa nazaran nefsin, kalbe nazaran da ruhun ilmi kazanmasına alettir. Fikirse aklın ayırt edici mümeyyize kuv­vetidir. Şu halde akıl yalnız hissedilenleri zorluksuz; fikir ise hem hisse­dilenleri hem de meşhûdâtı zorluğa katlanarak tertib ve tedriçle idrak eder. Bu izahtan fikirle akıl arasındaki fark anlaşılmıştır, ister mahalli dimağ ve ister mahalli kalb olan âkile kuvvetinin çalıştırılmasında birçok usuller vardır. En mühimlerini aşağıda beyan ediyoruz. Bu usullerin tat­bik edilmesiyle fen, sanat ve ilmî meseleler dimağda sûretlenir.

1-Aklın birinci tavrında yani birden yedi yaşa kadar iradesi olma­dığından idraki zayıftır, dolayısıyla her gördüğü sûretten müteessir olur.

Bu devrede vehmî ve hayalî sözlerle çocukları korkutmamak şarttır. En doğru mukaddimelerle gücüne göre çok az, tek tek cümlelerin telkiniyle dimağ çalışır. Ve telkin edilen kelimeler bir karikatür olarak çocukların dimağında resimlenir. Öyleyse çok faydalı sözleri telkin etmek lazım. Özellikle korkutmamak, vesvese verici her olaydan korumak şarttır. Aksi takdirde vehmî ve hayalî sûretler, efsanevi hikayeler dimağda yerleşir. İnsan büyüdükten sonra da onun tesirinden kurtulamaz. Bu hikmete binaendir ki Rasûl-u Muhterem: “İlk olarak yavrularınıza “Lâ ilâhe İllallah"ı öğretin.” buyurmuştur. Bunda iki hik­met var:

a-Bu mübarek kelimeyle şeytan vesvese verici hisleri istila edemez. Dolayısıyla çocuk büyüdükten sonra ya kalbinde hiç vesvese ve korkak­lık yoktur, ya da hasbe-i beşer olsa da azdır.

b-Bu kelimenin manası: "Allah'tan başka tesir verici, öldürücü, kor­kutucu, kurtarıcı maksad, gaye, tapınak yoktur. Öyleyse izni olmaksızın hiçbir şey aleyhte veya lehte tesir edemez." Bu mana çocuğun dimağın­da yerleşti mi, korkaklık onda tesir etmez, zihni saf kalır, ileride günah işlemez. İşte bu hikmete binaendir ki, hatta gayrı müslim bile, doğan çocuklarını salih bir zâtın yanına götürerek sağ kulaklarında ezanı, sol kulaklarında ikâmeti okuttururlar. Umulur ki çocuklara musallat olacak cinler, şeytanlar kaçar ve vehmî kuvvetleri de bilahare akla galebe çalmaz.

2-Her şeyden müteessir olan akıl, yedi yaştan itibaren on dört veya- hud on beş yani erginlik yaşına kadar kendisinde mevcud nizâ' kuvve­tine binaen his ve müşahede ettiği her şeyde sebeb ve hikmetleri, işin neticesini anlamak ister. Hâfize kuvveti yavaş yavaş çalışır. Bu sırra binaendir ki çocuklar, bayağı büyük adam kadar itirazda bulunurlar. Bu devrede dimağın çalışması için çocuklara, her bir ilmin başlangıcı, az öz konuları telkin edilir. Kur'ân’ın kısa sûreleri, ayetleri ve en mühim ilmî meselelerini hafızalarına nakşetmekle hafızaları çalışır. Bu İlk öğretimde hayalleri zayıflatmak ve hâfize kuvvetlerini çalıştırmaya önem vermek lazımdır. Aksi takdirde hayalî kuvvet güçlenir, iradelerini zayıflatır. Bu takdirde idrak ve sezgi kabiliyetleri ölüverir. Bu iki devrede bedenî eği­timlerinde, oyun meydanlarında onları serbest bırakmak gerekir. Çünkü beden bununla kemil buluyor. Ancak fıtratlarındaki kabiliyetlerinin hangi mesleğe daha fazla meyilli veyahud hangi İlme kabiliyetli olduklarını kontrol ve teşhis etmek lazımdır, ilm-u terbiyet-il-etfarde bu konu çok mühimdir. İleride bu hususta az geniş malumat verilecektir. Bu devrede şunları öğretmek lazım:

a-Kelime-i şahadet, "Âmentü" manası, çok az ve öz Itlkadî mesele­ler, çocuk ilmihali öğretilir. Zemahşerî diyor ki: Birgün babasını döven birisini gördüm; kınadım ve ona bağırdım. O da şöyle dedi: Bırak üstad, küçüklüğümde o beni edeblendirmedi, bunun için onu büyüklüğünde ben edeblendireceğim, buna mecburum.

b-Kur'ân'ı öğretmek... Fransalı Levy diyor ki: Kur'ân'ı Arabca olarak okumakta göz merceğinin tedavisi olduğu gibi layıkıyla telaffuz edilmesi de dildeki peltekliği gideriyor. Bu meziyet hiçbir dilde yoktur.

c-Ahlak, İslâmî edeb ve siyer ilimlerini kısaca öğretmek lazımdır.

d-Vatan ve muallimlerin sevgisine sebeb olabilecek, tarihten kısa maceraları öğretmek;

e-Devlet ricâlinin sevgisini de öğretmek gerek. Bu esnada ayrıca çocuğun kabiliyeti, neye meyilli olduğu kontrol edilir. Artık en çok meyli neye ise onunla dimağının açılması şübhesizdir.

3-On dört - on beş yaşlarından itibaren çocuklardaki şehvet ve gazab kuvvetleri kemiyetten keyfiyete geçer, hayal zayıflar, müdrike ve âkile kuvvetleri, hatta muharrike kuvveti fiile geçer. Yirmi bir yaşına kadar bunlar tastam tekâmül eder. Bu devrede gittikçe hâfize zayıflar. İrade kuvveti ve muharrike fiile geçmekle akıl, haricî müessirlerin tesirin­den kendini kurtarmak ister. Evvelki devrelerde terbiye ne kadar kuvvet­liyse burada o kadar güzel semereler verir.

4-Daimi bir işte veya ilimde çalıştırmak kaydıyla hâfize ve zâkire, musavvire ve hads kuvvetlerinden faydalanarak bu devrede çocuklara birçok şeyleri ezberletmek lazımdır. Burada dimağın çalıştırılmasında en büyük vesile, yumurta, kuru üzüm gibi gıdalarla bedeni beslemek ve birçok ilmî meseleleri tekrar ezberlemek şartıdır. Sanatta ise tecrübe, ilimde ise tatbikat da şart koşulmuştur. Yani işi nazarîde bırakmayıp öğrenilen meseleleri fiilen tatbik etmek gerekir. Arab şairi şöyle der:

*''Âfatsız olarak kişinin ömrü uzarsa

Günler onu tekrarlamakta akla fayda verir.''

Demek istiyor ki herhangi bir hastalık veya sakatlık olmaksızın ömür uzadıkça ilmî meselelerin tekrarında zaman akla değer kazandırır.

5-Fiilî tatbîkatlarla bilgiyi artırmak için tecrübelere başvurmak lazım­dır. Arabcadan bir şiir:

*''Görmez misin ehline akıl ne büyük ziynettir

Amma ve lâkin aklın tamamı uzun tecrübelerledir.''

Yani tecrübelerle tatbik, aklı çoğaltır demek istiyor.

6-On dört - onbeş yaşlardan İtibaren hatta on iki yaştan itibaren ço­cukların tecrübeli ihtiyarların ilmiyle amel edip âlimin sohbetini dinleme­leriyle dimağları çalışır. Aslında bunun gibi dimağ çalıştıracak hiçbir vesile yoktur. Nitekim bir hadîs-i şerîfte de şöyle buyrulmuştur:

*“Âlimlerden sorun, büyüklerle oturun, hikmeti bilenlerle de istişare ederek danışın."

7-On dört - on beş yaştan yirmi bir yaşına kadar gazab ve şehvet kuvvetlerini terbiye ile dizginlemek şartıyla dimağ çalışır. Hukema demişlerdir ki: “En zeki insanda bu iki kuvvet en fazladır.” Öyleyse insanı en yüksek yerden en aşağı mertebeye düşüren gazab ve şehvet kuvve­tidir. Öyle ya gazabın aşırısı kan dökmektir; bu hapiste çürüttürür. Şehvetin aşırısı nefsi alabildiğine salıvermektir; bu da ya tımarhanede ya da hastahanede öldürtür.

8-Keskin aklın yuvası sıhhatli bedendir. Öyleyse sıhhati korumak da ayrı olarak dimağı çalıştırır.

9-Müzakere, mütâlaa ile dimağı çalıştırmak gerekir. Müzakere, samimi arkadaş bulup onunla kitabı sayfa sayfa ikişer üçer kere dinle­mek ve dinletmektir. Müzakere ezberlemek ve mütâlaadan daha güzel­dir.

10-Tembellik, usanç ve bunalım zamanlarında başkalarıyla konuş­mak ve iradeyi tahrik etmek lazımdır. Bununla dimağın güzelce çalışma­sında hukema ittifak ettiler. Zinhar! Müzakereciler biri erkek biri dişi olmasın, bu beladır.

11 -Açık hava, vakti muayyen programla değerlendirmek, müzik ve edebiyat da aşırı olmamak şartıyla dimağı çalıştırır.

12-Ana baba, muallim ve üstadların nasihat ve telkinlerinden öfke­lenmek dimağın çalışmasına engeldir.

13-Lezzetlere dalmamak, yemek içmek ve havalanmakta vasat hale riayet etmekle dimağ çalışır.

Buraya kadar anlatılan şartlar, dimağdaki âkile kuvvetinin çalışması için lüzumlu şartlardır. Bu şartlara ne kadar riayet edilirse o kadar dimağ çalışır. Bundan sonra anlatacağımız şartlar ise kalbdeki âkile kuvvetinin çalıştırılmasının şartlarıdır. Aslî maksad ilim de değil, dimağı çalıştırmak da değil; bunlar hep vesilelerdir. Aslî maksad, kalb aynasının yüzündeki lekeleri silmekle hak ve hakikatleri müşahede etmektir.

14-Büyük ve küçük günahlardan ibaret fısk ve isyanı terk etmektir. Bunların arzusu bile yüreğin içerisinde dolaşırken, kalbi insaniyenin âkile kuvveti müteessir olur. Toprak maddi göze girmekle ne kadar tesir ediyorsa, fısk ve isyan da kalbin âkile kuvvetini o kadar mutazarrır kılar. Aslında ilm-i nâfi* kalb-i İnsaniyenin âkile kuvvetinde resimlenir. Onun için Rasûl-u Muhterem bizlere öğretmek babında şöyle dua ederdi:

*“Ey Allah'ım! Yaşarmaz gözden, doymaz mideden, korkmaz kalb- den, faydasız ilimden San'a sığınırım. Allah'ım nefsime takvâsını ver ve onu temizle. Sen onu temizleyicilerin en hayrlısısın. Sen Velî'si ve Mevlâ'sısın.” buyurmuştur. Ayrıca şöyle buyurur:

*“İlim ikidir: Kalbde bir ilim vardır; işte ilm-i nâfi' (en fayda verici) de bu ilimdir. Öbür ilim de dil üzerindedir. İşte bu da Allah Teâlâ'nın Âdem oğulları üzerindeki hüccetidir.” Bu hadîs-i şerifteki "faydalı ilim"den maksad, kalb-i insaniyenin içinde yani âkilesinin aynasında resimlenen sûretlerdir. Bu süratlenen ilim, kimisine yazı satırları gibi ya­hud karikatür gibi şekil olarak görülür. Bazılarına her iki sûrette de görü­lür. Ancak bu ilim satırlardan değil, göğüslerden göğüslere, kaibden kalblere naklolunur. Nitekim birçok zevat:

“İlim göğüste olandır. Satırlardan olan ilim ilim değildir.” demişler­dir. Bu manada: * “Allah Teâlâ göğsüme neleri akıtıp döktüyse, şübhesiz ki Ben de onu Ebî Bekr'in göğsüne akıtıp döktüm.” mealindeki haber vârid olmuştur. Bundan dolayı ehii hadis bu habere mevdû' dediler. Bu haber mevdû1 ise de guğüsten göğüse gelen ilim başka delillerle müsbettir. Her nasıl olursa olsun bu ilme ilm-i mükâşefe denilir; takvâdan başkasıyla müşa­hede edilmez. Demek birinci şartı takvâdır. Takva büyük ve küçük günahları terk etmekten ibarettir.

15-Zikir,salavat, dua ve istiâzelere sarılmakla kalb çalışır. Nitekim ayet-i kerîmede:*“Ben'i anın ki Ben de sîzi rahmetimle anayım...” [El-Bakara 152] buyrulmuştur. En çok kalbî zikir fayda verir.

16-Sırrı muhafaza etmekle kalb çalışır. Yani olur ki insan zikrettiği zaman Muhabbet, Şevk, Rıza, Kabz, Bast, Mahuv, Sahuv, Heybet, Uns, Fena, İntifâ', Levâmi', Tevâli', Levâih, Revâih, İstinar, İstitar gibi haller nasib olur. İşte bunları gizlemek şartıyla terakki olunur. Bunlar beşaret içerisinde ehli olmayandan gizlemek şartıyla işaretle ifade olunurlar. Okuyucu bu kelimelerin manalarını bizden isteyebilir. Bu takdirde Ma- sum-u Rabbânî'nin diliyle SER BİDEHEM SIR NEDEHEM "Kelle veri­rim sır vermem." denmiştir ki, sâlik ya mahremdir ya mahrumdur vesse­lam. Ashab da bu ilmi sarahaten rivayet etmediler. Evvelden beyan et­miş olduğumuz zâhir ve bâtın ilimlerinden ibaret ilm-i muamelenin için­de gizlediler bunu... Fakat var olmasına şu hadîs-i şerif de işaret etmek­tedir: *“Nur kalbe girdiği zaman kalb genişler.”

17-Şeriat ilimlerinin tayin ettiği ameli işlemekle kalb çalışır.

*“Her kim öğrendiği ilmiyle amel ederse, Allah Teâlâ onu bilmediği ilimlere mirasçı kılar.” buyrulmuştur.

18-Kula ve Allah'a karşı kemâl-i samimiyetle riyazet etmekle kalb çalışır.* “Her kim kırk gün samimiyetle saflık ederse, Allah Teâlâ da kalbinde hikmet çeşmeleri fışkırtır; dili üzerinde akar.” buyrulmuştur.

19-Münkirlerin telkinlerinden, dahilî ve haricî vesvese ve efsanevi şeylerden sakınmakla kalb çalışır. Hadîs-i şerifte de:*“Sana şübhe vereni terk et, şübhe vermeyene yönel.” buyrulmuştur.

Netice-i meram, dimağ ve kalbdeki âkile kuvvetlerinin çalıştırılması için ehli tasavvuf, fıkıhçılar, tefsirci ve hadisçiler muayyen yollar, usuller, ortaya koymuşlardır. Bu yolların bir kısmının özetlerini “İnsan ve Vazife­si" adlı eserimizde beyan etmişizdir. Bu eserde ise apayrı bir yol takib ediyoruz. Şöyleki bir genç buraya kadar bu eseri okur, nefsânî, aklî ve kalbi hislerini çalıştırır, dînî meselelerini araştırır. Burada Allahtan uma­rım ki kat'î bir sûretle okuyucu yazarından daha fazla kendini tanımış olur, öyleyse aklına şu soru gelir: Bedenî, rûhî, ferdî ve ictimâî vazifele­rim nedir? Tatbîkâtım nasıl olmalıdır? İşte bundan sonra eserin sonuna kadar bu vazifeler beyan olunur, Tevfîk ve inayet Allah'tandır.

İsmail Çetin - Mufassal Medeni Ahlak,dilara yay.,syf.181-189
Devamını Oku »

İnsanın Hakikatinin Tarifi



İnsanın hakîkatini ulemâ şöylece tarif etmişlerdir:

İnsan haraketli, diri, ulvî ve nûrânî bir cisimden ibarettir. Görülen bu bedenin heykelinden muhaliftir. Su gülde, yağ zeytinde, ateş tuğlada nüfuz ettiği gibi, ruh da bu cesedde sereyan ve cevlan eder. Kendisi değişmeye tefessüh etmeye salahiyetli değildir. Mutlak sûrette cismânî heykelde tasarruf eder. Alet ve edevatlarının tefessüh etmesi halinde bedenden ayırılır. İşte bu ayrılış ölümdür. Demek ölüm insan için aslî ve ebedî hayatının başlangıcıdır. İmam Râzî ve İbnu Kayyim bu tarifi tercih etmişlerdir. Binaenaleyh ruh o nûrânî cevherdir.

İnsanın hakîkati ruhtur; madde âleminden hariç veya dahil olmayan nûrânî bir cisimdir; maddî cisim değildir; bedene bitişik veya ayrı da de­ğildir. Ancak tasarruf ve tedbiriyle bedeni idare ederse, insan bu idare sayesinde diridir; irtibatını keserse ölüdür. Binaenaleyh ruh kendisi gü­neş, beden yer küresi, nefs aralarına girmiş kesâfetli bir bulut gibidir. Kesâfetin zeval bulmasıyla ruh güneşten daha parlak görünür. Bu tarif da­ha meşhurdur. Nitekim İmam Gazâlî başta olmak üzere birçok ehli ta­savvuf, felsefeciler, Kerrâmiyyeden birçoğu, ehli mukâşefe ve İmam Râğıb İsfehânî'nin kabul ettikleri tarif de budur. İmam Râğıb İsfehânî şöyle demektedir:

İnsan, ins kelimesinden müştak, cin ve meleğe muhalif, birbiriyle kaynaşıp buluşan, görüşen ve tabiatiyle medenî bir varlıktır. Şerefli ve idrakli olduğu için ona ins denilmiştir. Şu halde insan beden ve ruhtan mürekkeb, ruh ve bedenden ibaret müstakil bir hakîkattir. insanlar birbi­rine muhtacdırlar. Hayvanlar gibi tek başına yaşayamadığı için de kendi­si belalara maruz, gayet nazik ve gayet zayıftır.

*“...İnsan son derece zayıf olarak yaratılmıştır.” [En-Nisâ'28] mealindeki ayet-i kerîmeye binaen insan ağır bela­lara dûçar olurken aciz kalır ve kendisi ebnâ-i cinsine muhtacdır de­nilmiştir. Bununla beraber kendisinde bir ilim, bir fikir, zenginlik ve güç bulduğu zamanda da haddini aşan ve Cenâb-ı Hakk'ın hukukuna te-cavüz edendir insan.*“Şübhesiz İnsan kendini ihtiyacsız gördüğü zamanda tuğyan eder.” [El-Alâk 6-7] mealin­deki ayet-i kerîmede bu hakîkat tasrih edilmektedir.

İmam Mâverdî diyor ki: İnsan beden ve nefs cihetiyle şerre, ruhu ci­hetiyle de hayra meyledicidir. Cüz'î iradesini şerre uzatırsa, Allah onu şer işlemesine, hayra uzatırsa hayr işlemesine sevk eder. Demek insan nefsi cihetinden şerli, ruhu cihetinden hayrlıdır. Onun hayr ve şer irade­lerine göre Allah Teâlâ da iki yol ona açmıştır. Artık,*“Biz onu (hayr ve şer olmak üzere) iki yola da ilettik.” [El-Beled 10] mealindeki ayet-i kerîme bu hakîkati tasrih etmiştir.

Her şey kendi sûretiyle diğer cinslerden ayrıldığı gibi, insan da hissî olan bedeniyle diğer hayvanlardan, akıl ve ruhuyla da şeytandan, nefsi itibarıyla da meleklerden ayrılır. Nitekim şekil itibarıyla bir bıçak, kavun ve karpuzdan ayrılır; cam da sertliğiyle sudan ayrılır. Demek insan her­hangi bir hayvandan tekâmül etmiş değildir. Bir cihetten birçok mahlukla ortak ve müşterek olsa da, diğer taraftan birçok özellikleri ile hepsinden ayrıdır. Her ne kadar insan da hayvan gibi beden cihetiyle toprak, su, ateş ve havanın özlerinden yaratılmış ise de insan ruhu cihetiyle üstün ve seçkindir, ayrı ve ebedîdir. Çünkü insanın bedeninin cemada, tüyle­rinin nebata, nefsinin hayvana, ruhunun meleğe benzeyişi, insanın bun­lardan birisinden oluşunu ve bunlar gibi olmasını göstermemektedir. Demek insan yalnız bunlardan birisi değil bilakis hepsidir. İşte bu özel­likle insan yer yüzünün hâkimiyetini kazanmaktadır. Demek insan hep­siyle beraber olduğu için hâkimiyeti kazanmıştır; hepsinden ayrı olduğu için de yer yüzünde halîfelik makamına layık olmuştur. Nitekim bu mana­ya işareten:

*“...Muhakkak ki ben çamurdan bir insan yaratacağım. Artık onun hilkatini tamamlayıp içerisine Ruhum'dan üfürdüğüm zaman kendi­si için derhal secdeye kapanın.” [Sâd 71-72] mealindeki ayette beyan olduğu vecih üzere insanların aslı olan Âdem Peygamber'in bedeni topraktan tamamlandıktan sonra Cenâb-ı Hakk ona Kendi kudretinden yaratmış olduğu ruhu da İçerisine üflemiştır, ona can vermiştir. Âdem ve evladı bu ruhla, akılla, idrak ve iradeyle bütün mahluktan ayrılmıştır,işte bu hayat hayvanda olmadığı için İmam Fahreddîn Râzî de birçok felsefe­ciler gibi “Hayvanda hayat yoktur." demektedir.

Bu hikmete binaendir ki insanın beden ve ruhuna zarar vermeyen hayvanların eti nebat gibi, in­sanlara helal ve meşru olmuştur. Bundan dolayı insan hayvandan gıda­yı almaya cevaz bulmuştur. Eğer hayvanın hayatı da insan hayatı gibi ol­saydı, ondan gıda alması caiz olmayacaktı. Mantıkçıların: "İnsan, hayvân-ı nâtıktır, yani düşünen ve konuşandır." demelerinde iki mana kasdolunmaktadır. Bu manayı bilmeyenler insanı hayvan sandılar.

a-Mantıkçılar bu tarifte hissi ve bedeni cihetiyle boyu bosu dimdik, tırnakları enli, derisi açık, güler yüzlü gibi manaları kasdetmişler.

b-Mantıkçılar, aklî ve manevi olan ruh cihetiyle de idrak, fikir, rivayet, konuşkanlık ve sair manaları kasdetmişlerdir.

Ne fayda ki son zamanda insanın içindeki rûh-i hayvânî ve rûh-i İnsanîyi birbirinden tefrik edemeyen bazı ehli ilm-i tabakat-ul-ard mese­leyi karıştırmışlardır; mantıkçıların tarifinin mücerred sûretini almışlardır. İnsan ve hayvan arasındaki sûrî benzerliği ele alarak “İnsan maymun­dan terakkî veyahud maymun insandan tedennî etmiştir." demektedirler. Ve buna aid hayli deliller serdetmişlerdir. Halbuki görüşleri, insanın hakîkatini bilmekten aciz kalmıştır. Demek insan müstakil yaratılmıştır. Beden cihetiyle de, his, irâdî hareket, gazab ve şehvet kuvvetinden iba­ret hayatı yüklenicidir. Nefs bakımından hayvanla beraberdir. Nitekim hekimler de buna rûh-i hayvânî demişlerdir. Bu ruh bedeni aydınlatan ve enerjinin kemiyetleşmesinden ibaret bir cevherdir. Uyku zamanında bedenin zâhirinden, ölüm zamanında da bedenin bâtınından dahi alâkasını keser. Bu bakımdan ona nefs denilmiştir.

Şeyh İsmail Bursevî'nin tasrih ettiğine göre bu, nefs-i nâtıkadan başkasıdır. Ruhun hakîkatini idrak edemeyenler buna nefs-i nâtıka demişlerdir. Halbuki nefs-i nâtıka nihayet nefstir, ruh değildir. Eski felse­feciler de: “Rûh-i İnsanî zâtı itibarıyla maddeden mücerred, bedene muğayir, cesedde mutasarrıf bir cevherdir; beden onun zuhuruna alet ve vasıtadır; kendisi usta, beden onun aletleridir; bu ruh ancak ene ile tabir olunur." demişlerdir.

Rûhânîler de buna rûh-i melekî ve ulvî, öbürüne de nefs-i süflî ve rûh-i süflî demişlerdir. Kanaatim şu ki, bu iki ruh çay ve su yahud süt ve yağ gibi birbirine mündemiç ve çokça irtibatlı ve bitişik olduğundan birbi­rinden tefrik edilmiyor. Fakat gerçek şu kİ insanda iki ruh vardır: Birisi rûh-i İnsanîdir, ötekisi rûh-i hayvânî yani nefstir. Nitekim İmam Rabbânî'nin buyurduğu gibi latifeler aslına kavuşmadığı müddetçe rûh-i insânî ondan fark edilmiyor. Nefs-i nâtıkanın ise makamı süflidir. Melek merte­besinden üstün olan rûh-i İnsanîyi idrakten aciz kalmaktadır. İnsan, la- tîfeleri henüz yerinden kıpırdanmadan evvel bu hakîkati idrak edemiyor.

Allah Teâlâ bir kısım mahlukunu dünya hayatı için yaratmıştır; hay­vanlar bu kabildendir. Bir kısmı yalnız ahiret için yaratmıştır; melekler bu kabildendir. Bir kısmı da her ikisine yararlı olarak yaratmıştır; insanlar bu kısımdandır. Tenâzu', tenâsül, bedenî şehvet ve sair kuvvetlerle insan hayvanla eşit, melekten ayrıdır. Akıl, ilim, idrak, sıdk, vefadariık ve bir tek Allah Teâlâ'ya ibadet etmekle insan meleklerle eşittir. Bunlarla hayvan­dan ayrılır. Nefsin hilesi ve isyan etmek arzusunda insan, şeytanla eşit­tir; enerji harcamakla da cinle eşittir. Bu gibi itibarlarla insan dünyada yer yüzünün hâkimiyetine, hilâfetine, ahirette de cennet veya cehenne­me girmesine salahiyetlidir. Nitekim Ayet-i kerîmede bu hakîkate işaret olarak şöyle ihtar olunmaktadır:*“Sizi başı boş yarattığımı mı sanıyorsunuz?..” [El-Mu'minûn 115] "Ey insan sen başı boş bir hayvan değilsin, mükellef ve vazifeli bir memursun." demektir.

Hayrete şâyandır ki Ferid Vecdi gibi birçok Arab âlimleri ve birçok Türk âlimleri de Darwin'in nazariyesine aldanarak ayet ve hadisleri tevil etmişlerdir. İnsanın hayvandan tekamül ettiğini ileriye sürmüşlerdir. Hat­ta bu fikri Mevlâna Celâleddîn Rûmî'ye isnad ederler. Halbuki Mevlânâ' nın ve Erzurumlu İbrahim Hakkı Efendi'nin ibarelerinde bunların anla­dıkları gibi bir mana yoktur. Mevlânâ'nın ibaresinde "İnsan nefs-i nebatî, nefs-i hayvânî, ahlak, huy ve manevi sûretler cihetiyle maymuna ben­zer." denilmektedir. İbrahim Hakkı'nın ibaresinde ise “Nebattan insana cins-i yakın hurma ağacı, madenden insana yakın mercan cinsi, hayvan­dan insana yakın maymun cinsidir." denilmektedir. Nitekim cins-i karîb yani yakın cins diye tabir etmektedirler. Cins-i karîb, asiî cins demek de­ğildir. Darwin ve Lamark'ın görüşlerini Mevlâna Celâleddîn Rûmî'ye ve İbrahim Hakkı Efendi Hazretleri'ne dayandırmak korkunç bir hatadır. İşte dehşet!

Nitekim*“Muhakkak Allah Teâlâ Âdem'i onun (Âdem'in) sûreti üzerine yaratmıştır.” mealindeki hadîs-i şerîfteki zamir Âdem aleyhisselâm'a râci'dir; bu takdirde hadîsin manası şöyledir: “Allah Teâlâ Âdem'i herhangi bir mahlukun sûretinde de­ğil, bilakis Âdem'i insan sûreti üzere yaratmıştır.” Goril sûretinde değil ha... Aynı hadîsin,* “Muhakkak Allah Teâlâ Âdem'i Rahman'ın sıfatı üzerine yaratmıştır.” mealinde­ki diğer rivayetinde ise, sûret sıfat manasındadır. Binaenaleyh insan başka bir hayvan sûretinde olmadığı gibi -sümme hâşâ- Allah sûretinde de değildir demektir. Burada yanılmış mutasavvıfların görüşleri de reddolunmaktadır. Ayaa!.. Mahluk Hâlık'a benzer mi? Şimdi, "Zeyd âlimdir." cümlesinde, Zeyd'in ilmi Allah'ın ilmine benzer mi? Sermedî bir varlık mümkün bir varlığa benzer mi ki sûretten zâhirî manası kasdolunsun? Hayret!.. İnsan diğer hayvana benzemediği gibi Hâlık da ona benzemez vesselam.

Her iki hadîsin manası şöyledir: Allah Teâlâ Âdem ve oğul­larını ahsen-i takvim olan insan sûretinde yaratmıştır. Sonra Kendi sıfatı olan İlmi'nden, Kudreti'nden, İradesi'nden, Görme ve İşitmesi'nden bir cüz insana vermiştir. İnsanın hayatı boyu ömrü hududlu olduğu gibi, ilmi, kudreti, hülâsa bütün sıfatları da hududludur. Allah ise hududsuzdur. Öyleyse Hâlık ile mahluk birbirinden ayrıdır. Seyyid Şerîf kuddise sırruh ne güzel demiş; “İnsan-ı kâmil cüz'î, küllî, kevnî ve İlâhî âlemleri kendi zâtında toplayan bir hakîkattir. İnsan ruhu ve aklı itibarıyla tüm kitabları kuşatan "Umm-ul-Kitab", kalbi itibarıyla "Levh-i Mahfuz", nefsi itibarıyla yazar, siler, tertemiz, yüksek ve şerefli bir sayfadır. Bedenî, rûhî, itikadî taharete muvaffak olmayan onun sırrını bilemez. Yüce âlemleri kuşatan bir varlıktır insan...” diye tarif etmiştir. Bu tarife binaen deriz ki, müdrike, ferâsetli, mülhem kuvvetleriyle insan nefs-i nâtıkası cihetiyle de şerefli olarak yaratılmıştır. Binaenaleyh insandaki rûh-i hayvânî ve nefsi, hay­van âleminden yine çok üstündür. Yani insanda iki üstünlük var; nefs iti­barıyla hayvana benzer amma insanın nefsi, hayvanın ruhundan üstün­dür, şereflidir. Rûhî cihetiyle ise asla hayvana benzemez; meleklere benzer ve onlardan da üstündür. Nitekim ayet-i kerîmede şöyle buy­rulmuştur:

"Biz Âdem oğullarını üstün bir izzet ve şerefe ulaşmış olarak ya­rattık. Onlara karada, denizde taşıtlar verdik. Onlara güzel güzel rızklar verdik ve onları yarattığımızın birçoğundan cidden üstün ve şerefli kıldık.” [El-isrâ' 70] Bu ayet-i kerîmede Âdem oğullarının güzel bir sûrette, nefs cihetiyle de olsa çok olgun bir mizaca mutedil bir kâmete malik olarak yaratılmasına tasrih vardır, insan aklıyla, nutkuyla, okuyup yazmasıyla temâyüz etmektedir. Geçim vasıflarını bulabilmelerinden, sa­natlara kabiliyetlerinden ve saireden münbais kılınmıştır insan... ibnu Abbas radıyallahu anh diyor ki: “insan yemeğini eliyle alır, ağzına yük­seltir. Bu sezgi ve seçkinlik insanlara yeterlidir. Ayaal. insandan başkası şimdiye kadar bir baltayı yapabilmiş mi?..

İNSANIN CİSMÂNÎ VE RÛHÂNİ HALİNE CANLI MİSAL

İnsan mahiyeti ve zâtı hakkında hukemâ birçok misaller vermişler­dir. Çünkü insanın zâtı ve hakîkati; aklı, ruhu, cismânî, maddi ve ma­nevîyi birleştiren bir hakîkattir. Burada o hakîkati bilmek, iç hisleri bilmek ve her bir hissinin mukabilinde -ileride beyan edeceğimiz- güzel ahlakı bilmek için bu temsili yazıyoruz. Nitekim İmam Râğıb İsfehânî'nin eserle­rinde, insan hakîkatini bildirmek için vermiş olduğu bir temsildir.

İnsan büyük âlemi kuşatan küçük bir âlem olduğu için beden cihe­tiyle kendisi bir şehir gibidir. Öyle bir şehir ki surları güzel bina edilmiş, binaları muhkem, sokakları plânlı ve muntazamdır. Mahalleleri taksimli, farklı birçok süslerle ziynetlenmiş ve yapılmıştır. Bu nizam ve intizamlı olan şehirde iskan edilmiş vatandaşlar vardır. Meskenler, evler, mahal­leler onlara taksim edilmiştir. Oralarda su mecraları nice çeşmeler var­dır. Sokaklarında kanallar ve nehirler vardır. Sokakları muntazam, ayrı­ca mahallelerinde sanayi çarşısı yapılmıştır. Envâi çeşit sanatçılara dük­kanlar tevzi edilmiştir. Bunlardan bir kısmı çalışmakla öğrenmiş, iş veren ustalardır. Diğer bir kısmı da yeni öğrenim çağında şâkirdlerdir. Öbür ta­rafında birçok işçiler, ayrı ayrı meslekleriyle çalışırlar.

Her birinin vazifesi ayrı ayrıdır; kimisi memur, kimisi amirdir. Bunlardan bazıları doğru olarak namus dairesinde, diğer bazıları da hıyanetle çalışıp vakit geçirirler. O şehre bir idareci vali tayin edilmiştir ki bu yürektir. Valinin de ayrıca ve­zirleri, yardımcıları, postacıları, muhabirleri, hazinedarları, tercümanları ve katibleri vardır; bunlar hepsi dimağdadır. Valinin tayin olunduğu şe­hirde, bedende sair vatandaşlar da vardır. Bazıları hayrlı, diğer bazıları şerlilerdir. Aralarında birçok muhalefetler, muvafakatlar vardır. Davalar, nizâ'lar, cinsî temâyüller ve sair istekleri vardır. Bunlar asabî damar ve hücrelerden ibarettir. Böylece ruh ve bedenden ibaret her bir insan şeh­rinde sanatçılar, menfaatleri celbedip kendine çeken cazibe, cezbolu- nan gıdayı toplayan ve zabteden mâsike, onu da hazmeden hâzime, ya­ramayanı ifraz edip dışarıya atan dâfia, bedeni besleyecek gâziye ve çoğaltacak nâmiye kuvvetlerinden ibaret nefs vardır. Bunlardan her biri birer fabrika gibi muayyen nizam ve intizamla çalışıyor. İçlerinde gazab kuvveti vardır. Ayrıca her birinde musavvire kuvveti, yani plân yazan ve tatbîkâta hazırlık yapan bir kuvvet vardır. En büyük fizik, kimya, hendese ilmi kemâliyle musavvire kuvvetinde fıtraten mevcuddur.

Vali akıldır, menbaı ve dairesi kalb, tatbik yeri ve amirlik dairesi de dimağdır; sağ veziri mefkeret kuvvetidir; postacısı muhayyile kuvvetidir; meskeni dimağın ön kısmıdır. Muhayyile korkunç bir kuvvettir; telsizdir, telefondur, radyodur, lâboratuarcıdır, siyasetçidir, iktisadadır ve daha neler neler.

Aklın muhabirleri beş duyulardır. Bunların daireleri, göz, kulak, el, dil ve burun duyularıdır. Doğrusu bunların asabî damarlarını birleştiren ve merkezleştiren hiss-i müşterektir. Hiss-i müşterek, muhayyileden daha az vazife görmüyor. Aklın hazinedarı, dimağın son köşesinde yani beyincik içerisinde hafıza kuvvetidir; tercümanı, nâtıka kuvveti olan dil­dir. Kâtibe kuvvetinin âleti eldir. Bu şehirde ikâmet eden vatandaşlar, bir milyondan geçkin asabî damarlardır; üç yüz bini hayrı, üç yüz bini şerri emrederler ve isterler. Diğer kısımları bazan şerre bazan da hayra mey­lederler. Bazan da diğerleri ile amir ve yardımcı olurlar. Bunlar hazır kıta gibidir.*“Sultan yer yüzünde Allah Teâlânın gölgesidir.”; diğer rivayette “Sultan yer yüzünde Allah'ın kamçı­sıdır; onunla kullarını edeblendirir.” mealindeki hadîs-i şerîflerin işa­retine binaen vali kendini helak edici ahlaktan temizlerse, rahatlıkla in­san şehrinde hükmünü icra eder; milleti de ona itaat eder.

Aksi takdirde büyük amir olan vali, Allah'a itaat etmediği takdirde beden şehrinin içerisindeki râiye de ona isyan ederler. Yani akıl kendini küfür, fısk, is­yan ve nifak gibi hastalıklardan temizlediği zaman, kendisi Allah Teâlâ' nın gölgesi olur. Nefsin onları kuşatmış olduğu asabî damarlar ve beden hücrelerinin akla itaat etmeleri mecburidir. Çünkü melek dimağın içinde­ki beynin zarlarına,*“Allah Teâlâ'ya ve O'nun Rasûlü'ne itaat edin ve sizden olan amirlere de itaat edin.” [En-Nisâ' 59] mealindeki ayetin emrlerini yazar. Nitekim bir devlet idarecisi de Allah'a itaat ederse, melekler milletinin kalblerinde aynı emri yazarlar. Aksi takdirde anarşi ve isyan başlar. Nitekim bu manaya işareten,* “İnsanlar hükümdarlarının dîni üzerindedirler.” hadîs-i şerîfinde hüküm buyrulmuştur. Yani bir devlet adamı Allah'a âsi olursa, milleti de ona isyankârlık yapar. Bir beden şehrindeki akıl da Allah'a isyan etti mi, beden içindeki umum damarlar ona isyan ederler. Bunalımın kaynağı budur. Demek ki insanlar meliki­nin dîni üzerindedir; âsi ise âsiler, velî ise velîler olurlar.

İç duyuların hepsi aslını unutmuş veyahud fıtratı üzerine kalan aklın dîni üzerlndedirler. Gölge sahibini güneşin âfatlarından koruduğu gibi, sultan da milletini, akıl da beden şehrini âfatlardan korurlar. Tabiîdir ki akıl şuurlu, sultan adaletli olduğu zaman böyledir. Aksi takdirde sultan bir gedâya, akıl da nefse esir olursa, şehir harab olur. Kan hücreleri ve cihaz aletleri birbirine girer, mikroplar çiftleşir, hastalıklar galebe çalar ve sıhhat elden gider. İntihar bundan meydana gelir. Soralım: Müslü­man bir âlim hiç intihar etmiş mi?.. Sonra küfür diyarına bakalım; gayrı müslimlerden âlimleri, ya vahşet halinde dağ başında ya da intihar et­miş ipte buluruz. Nedir intihara götüren onları? Allah akla ve bütün amir­lere, Dâvûd aleyhisselâm'a ve ondan sonraki tüm hükümdarlara şu emri vermektedir:

“Ey Dâvûd Biz seni yer yüzünün halîfesi kıldık. O halde sen de (Allah Teâlâ’nın tayin buyurmuş olduğu hüküm ve) hakla insanlar arasın­da hüküm et. Sakın hal Nefsin hevasına uyma...” [Sâd 26] Bu ayetin hükmü ve emri tüm amirleredir. Ve bu ayette iki büyük fayda vardır:

a-Allah Teâlâ'nın beyan etmiş olduğu kanunla hükmetmek, yani iyi­lik yapanı mükafatlandırmak, kötülük yapanı da susturmak, zalimlere ce­za vermekten ibaret adalet faydasıdır. Adaletle yer gök devam etmekte­dir.

b-Hiçbir sûrette nefsin hevâsına uymamak faydasıdır. Eğer bir amire nefsin hevâsı hâkim olursa, amirin memleketinde nefs hâkimdir demek­tir. Binaenaleyh Allah Celle Celâluh'un tayin etmiş olduğu hükümden başkasıyla hükmeden amir, inkara binaen -yani Allah'ın hükmünü kifa­yetsiz görüp- nefsin hevâsıyla hükmederse kafirdir. Akıl da öyledir. Yok Allah'ın hükmünü kifayetsiz görmez ve görmediği halde Allah'ın hükmü­nü icra etmezse amir, fâsık ve zalimdir. Milleti hükmüne razı değilse böy­ledir; razı ise milleti de onun gibidir. Şimdi biraz evvel nakletmiş olduğu­muz “İnsanlar meliklerinin dîni üzerindedirler.” mealindeki hadîs-i şerîfin manası anlaşılmıştır.

Akl-ı müstakim de beden şehrinde bir padişahtır. Allah Teâlâ'nın tayin etmiş olduğu hak ve adaletle hükmeder, hevâ-i nefsine uymazsa mutlak huzura sahib olur. Hâkim ve vali gibi zulmetmekle de Allah Teâlâ'nın gölgesinden yani emir ve itaatinden çıkarsa huzuru kaybediverir ve birçok belalara dûçar olur. İnsanların bir kısmı amir ve işveren, diğer bir kısmı memur ve işçi mutî' olduğu gibi, beden şehrinde de azalar ve duyular bir kısmı amir, diğer kısmı da memurdurlar. Her iki gruptan bazısı diğerine denk yahud daha üstün veyahud daha aşağıda olduğu gibi, Allah Teâlâ nefsin memurlarını da öylece yaratmıştır. Allah, aklı nef­sin emri altında çalışmaktan korusun. Demek eşitlik yoktur. Bazı insanlar memur, bazıları da amirdirler; kimi fakir kimisi zengindirler. Her nerede olursa olsun Allah'a itaat etmeye mecburdur insan. Nitekim “Kimi derece derece diğer kiminden üstün kıldık ki, bir kısmı diğer bir kısmını iş adamı etsin.” [Ez-Zuhrûf 32] mealindeki ayet-i kerîmede bu mana tasrih olunmaktadır.

Bazısı amir ve iş verici, bazısı memur ve işçi olmak sûretiyle kaynaşmak ve birleşmek meydana geldiği gibi nefs-i nâtıkanın da beden şehrindeki misali öyledir. Her zayıfın her kuvvetlinin emri altına girmesi ve emrine itaat etmesi gerekir, fakat hıyanetsiz. Her amir yahud işverenin de Allah Teâlâ'nın vermiş olduğu ölçüyle hareket etmesi gerekir. Yani her hakkı hak sahibine vermekle zulmü terk etmesi lazımdır. Mesela şehvet kuvvetinin ve gazab kuvvetinin aklî kuvvete tes­lim olmaları şarttır. Aklî kuvvetin de her hal ve kârda İslam dîninin huku­kundan faydalanması ve onun nuruyla nurlanması mecburidir. Böylece olursa beden şehrinde sıhhat ve adalet tezahür eder; zülüm, cefa, keder ve huzursuzluk ortadan kayboluverir. Ferdlerin göğüslerinde bu hal dai­mi olursa, her ferdin kalbi diğerine meyleder; kalbler birleşirler; haliyle toplum yekpâre haline gelir, nefret yerini sevgi işgal eder; sevgi de yar­dımlaşmayı, dayanışmayı, tanışmayı meydana getirir ve akıl topluma hâ­kim olur, iyilik yapanlar çoğalır.

Ashâb-ı kiram tek tek nefslerini ıslah ederek kalblerini birleştirdiler. Az bir toplum olmalarına rağmen kalblerindeki sevgi sayesinde tüm dünyaya hâkim oldular. Şahidleri şu ayet-i kerîmedir:

*“(Dünyada aklı selîme İtaat ettikleri için ahirette) Biz onların göğüslerin­deki kini söküp attık. (Ahirette de öylece yapacağız. Onlar) Kardeşler ha­linde karşı karşıya tahtları üzerindedirler.” [El-Hicr 47] buyrulmuştur. Demek takva üzerinde kalbleri birleşenlerin hali böyledir; Allah Teâlâ kalblerindeki nefreti söküp atıverir. Beldelerde yukarıda beyan olunan hayrlı ve ehli takva olduğu gibi, diğer taraftan da şehirlerde yaramazlık yapan fitne ve fesad ehlinden de meydan boş kalmaz. Gerek insî ve ge­rekse cinnî şeytanlar takva sahihlerine saldırdığı gibi beden şehrinde de nefsin behime kuvvetinin hevâsı, hırs, hased ve sair istekleri, akıl ve mefkeret kuvvetini bozarlar, fitneye düşürürler. Âdetullah böyle olagel­miştir; her şeyi zıddıyla yaratmıştır, nefs ve ruhu da birbirine zıd olarak yaratmıştır.

*“Böylece Biz her peygambere de (Sana olduğu gibi) insan ve cin şeytanlarını böylece düşman yarattık. Onlardan kimi kimine bir­takım yaldızlı, aldatıcı telkinde bulunurlar...” [El-En'âm 112]

*“Böylece her şehir ve kasabada oraların âsilerini, günahkârlarını, o yerlerde hilekârlık yapsınlar diye büyük (tanınmış) adamlar ya­rattık ki fitneyi çıkarsınlar...” [El-En’âm 123] mealindeki ayet-i kerîme­lerde beyan olduğu üzere her şehirde fitne çıkarıcı âsiler vardır. Onun gibi insan şehrinde de gizli nefsin gizli hileleri vardır. Elbette aklı selîme düşecek büyük vazife Allah'ın emrlerini bilmek ve tatbik etmektir. Zira şeytanlar asabî damarların kötü hislerini tahrik etmek için nefsle irti­batlıdırlar; böylece yoldan çıkarmaya çalışırlar. Nitekim melek de aklı selîmle irtibat kurar, o da hayrlı asabî damarları hayra tahrik eder. En akıllı insan odur ki Allah'ın indirmiş olduğu hükümle hükmeder ve nefsin hevâsından sakınır.

*“Allah Telâ'nın indirdiği (hüküm) ile aralarında hükmet. (Habîbim şerli­lerin) Heva ve heveslerine uyma, Seni de fitneye düşüreceklerin­den korun.” [El-Mâide 49] mealindeki ayet-i kerîmedeki hüküm yalnız Pey­gambere mahsus değildir. Bu emr her akla ve akıl sahibine, her valiye, her ferde şâmildir. Demek tüm şerlilerin şerrinden korunmak farzdır. İşte cihad budur. Zavallı zayıf bazı mü'minler, cihadı yalnız kılıç sallamaktan ibaret biliyorlar. Halbuki en büyük cihad, nefsin hevâsından sakınmaktır; onun beden şehrinde ve umum şehirlerde hükümran olmasına engel olmaktır,*“(Habîbim) Heva ve hevesini kendine tapınak olarak tutanı görüp bildin mi?..” [El-Câsiye 23] mealindeki ayet-i kerîmeyi Peygamberimiz okuduktan sonra: “Gerçekte Allah Teâlâ yer yüzünde ona tapınılacak hevâ-( nefsten daha fazla gazaba uğra­mış bir tapınağı yaratmamıştır.” buyurmuştur, insî ve cinnî şeytanlar birisinin kalbini istila ettikleri zaman, kalbi istila edilmiş kimse derhal gaf­lete düşüp Allah Teâlâ'nın zikrini unuttuğu gibi, hevâ-i nefs de aklı selîmin beden şehrini istila ederse, ona Allah Teâlâ'nın hükmünü, ahiret âlemini unutturur.

Bir valiye düşmanların tecavüzü anlarında müsâlemet, sulh ve barışı temin etmek vacib olduğu gibi, aklı selîmin de kötü arzuların hakkından gelemediği zaman barışı temin etmesi vacibdir, farzdır. İşte cihadın başlangıcı bu noktadandır. Müsâlemet ve sulh za­manlarında meyil ve muhabbet etmekten sakınmak gerekir. Valinin hıyanet edenlere karşı ahdini bozması ve zalimlerin kafalarını ezmesi vacib olduğu gibi aklı selîmin de nefs baş kaldırdığı zaman sulhu boz­ması ve nefsinin arzularını kesmesi farzdır. Böyle zamanlarda padişah­ların müsamaha göstermeleri layık olmadığı gibi, nefs şiddetli olarak hırsı, hasedi, tûl-i emeli ve sair fena huyları arzuladığı takdirde kuvvetini kesmesi ve onu susturması farzdır, şarttır, yani iman şartıdır. Netice-i meram aklı selîmin on dokuz düstûru vardır. Her bir düsturu ile nefsin on dokuz arzusunu keser. Tamamen muvaffak olursa bir milyonu geçkin asabî damarlar müdrike kuvvetinin emri altına girer. Onun için özellikle bu iki kuvveti beyan edelim. Tevfîk Allah'tandır.

İsmail Çetin - Mufassal Medeni Ahlak,dilara yay.,syf.140-157

Önceki yazı için bkn:http://ilimcephesi.com/insanin-hakikatini-bilmekte-6-fayda-vardir/
Devamını Oku »

İnsan Ne Kadındır - Ne de Erkek


İnsan ne kadındır ne de erkek. İnsan bu ikisidir.

İnsanın bir yüzü dişi, bir yüzü erkektir. Dişilik yüzü merhameti, sanatı, nezaketi, zerafeti, taşımayı, doğurmayı, yenililiği, sürekliliği, ölümsüzlüğü hatırlatırken,
erkek tarafı hükmetmeyi, yönetmeyi, savaşmayı, mücadeleyi, yok etmeyi, ölümü, fedakarlığı, karşılıklıksız vermeyi, çalışmayı, bitip tükenmek bilmeyen bir enerjiyi, gücü, iktidarı ve dehşeti simgeler.

Bu ikisi medeniyeti oluşturur. Medeniyeti oluşturan bu ikisinin birleşimi, mücadelesi, çekişmesidir.

Toplumda dişilik yön ağır bastığında medeniyette incelik gözükürken, erkek yön ağır bastığında savaş, talan, güç, oluşum, zorluk ortaya çıkar.

Toplumların yeni oluştuğu, medeniyetin yeni kurulduğu dönemlerde erkek yön ağır basar. Zamanla dış tehditler azaldığında, insanlarda dişilik yön ağır basmaya, zerafet ve sanata yönelme baş gösterir.

Bu değişim, medeniyetlerin inceldiği ve zirveye ulaştığı dönemdir.

Bu dönemdeki erkekler bile dişileşmiştir. Metroseksüel erkekler bu dönemde ortaya çıkar. Kadınsı zevkler ve algı ön plandadır.

Bu dönemde zevkü sefa yaşanır. Lale devri olur…ama aslında bu durum yıkımı da beraberinde getirir.Çünkü denge bozulmuştur.

Denge dişilik ve erkekliğin eşit konumlarda olmasıdır. Birinin güç kazanması veya baskın çıkması yıkımı getirir.

Dişi medeniyetler, erkek medeniyetler tarafından talan edilir, iğfal edilir, gasp edilir, yok edilir. Erkek medeniyetler, dişi medeniyetinin ihtişam, güç, zerafat ve güzelliğine kapılır. Buraya sahip olmak için saldırır. Hakim olur. Ama aslında burayı güzlleştiren dişi medeniyet olduğundan bir süre sonra o güzelliği bulamaz.

Bütün büyük uygarlıklar, dişilikte kemale ulaştığında aslında zevale de yaklaşmış olmaktadırlar.

Ibrahim Halil Er Hoca
Devamını Oku »

İnsan




Âdemoğlunun yaratılışı ne acâiptir! Yaratıcı onda ne enteresan defineler saklamıştır. Hevâsına tâbi olmazsa, bir melektir. Kesâfet onu kaplamazsa latîf bir mânâdır. Gaybın ilginç sırlarını saklayan ve bütün ilimleri kendinde toplayan bir hazînedir. Nûr ve zulmet dolu bir kaptır. İçinde, ruh gelininin ağyârın gözlerinden sûret örtüleri ile gizlendiği bir kalıptır. Kader, onun güzelliğini “Biz onları üstün kıldık”meclisinde, “Biz Âdemoğlunu şereflendirdik" elbiseleri içinde meleklere gösterir. Ondaki akıl, onun yaratılışının Şehâdet âleminden olduğuna bir işârettir. Sûret sedefleri, vücûd/varlık denizinde, ilim gemileriyle yakın nûrunun kemâle ermesi için ruh incileri taşır. Böylece o, rûh rüzgârı sâyesinde müşâhede “Cezâyiri”ne/adasına ulaşır.

Onun içindeki akıl sultânı ile hevâ sultânı, birbiriyle savaşmak ve dövüşmek için göğüs fezâsı meydanında karşı karşıya gelir. Nefis, hevâ sultânının en has askerlerinden iken, rûh, akıl sultânının en şerefli asker- lerindendir. İşte o esnâda hüküm müezzini onlar arasında şöyle nida eder:

“Ey Allâhu Teâlâ’nın süvârîleri! Atlarınıza binin! Ey Allâh’m askerleri! Hazır olun!”
“Ve siz, ey hevânm askerleri! Öne çıkın!”

Onlardan her biri kendi tarafının zafer kazanmasını arzu eder. Hasırlına gâlip gelmek için var gücüyle savaşır.

Tevfîk gayb lisânıyla şöyle der:

“Gâlibiyet benim yardım ettiğim tarafın sancağına bağlı olacaktır. Benim yardım ettiğim kimse dünyâda da âhirette de saîd/mutlu olacaktır. Ben kiminle berâber olursam, onu “Sadâkat makâmına/Sâdıklar meclisine” ulaştırıncaya kadar ondan ayrılmam.”

Tevfîk, Hakk’m velîsine koruyup gözetme gözüyle baktığı bir hüsn-i nazarıdır.

Ey oğul! Akla tâbi ol; o seni en büyük saâdet yolundan götürür. Nefsinden ve hevândan ayrıl. O zaman “aceb”i (Hakk’ın muhteşem işlerini) görürsün.

Ruh gaybî ve semâvîdir. Nefis yeryüzü toprağına âittir.

Latîf kuş, kesâfet yuvasından inâyet kanatlarıyla yücelik ağacına uçar. Kurbiyet dalında yuva yapar. Şevk dilinin nağmeleriyle şakımaya başlar. Ünsiyet nedîmi/arkadaşı ona kur yapar. Hakikat mücevherlerini marifetin kucakları arasından toplar. Kesîf kuş, vücûdunun karanlık kafesinde mahsur kalır. Kalıplar fenâya erince, geriye kalplerdeki sırlar kalır.

Cenâb-ı Hak eğer senin kalbine bir kere nazar edecek olsa, orayı kendi makâm-ı arşı derecesine yükseltir. Oraya ilmin hakikatlerini hediye eder. Orayı ma‘rifet sırlarının hazînesi yapar. İşte o zaman akıl gözüne ezelî cemâl görünür. Hudûs (sonradan olma) özelliği taşıyan her şeyden yüz çevirirsin. Sır gözün, kalp aynanda melekût âlemlerinin adamlarıyla karşılaşır. Ayetlerin hakikatlerini keşfetme/öğrenme meclisinde, fetih gelinleri sır/ gönül gözüne tecellî eder. İşte o zaman himmet levhanda mevcûdat yansımalarının izleri yok olur gider.

Ey insanoğlu! Aydınlık akıl, üstadların her türlü karanlıkta kullandığı bir fenerdir. Sâf/tertemiz fikirler ma'rifet erbâbının delilidir. Zanlar birbirine karıştığı zaman kadîm inâyet, yakîn yüzünün üzerindeki şüphe perdesini aralar. Deliller yetersiz kaldığında yetişen irâde, bâtıl fikirleri ortadan kaldırır.



Dilaver Gürer , Abdulkadir Geylani(Risaleler)
Devamını Oku »

İnsan Eşref-i Mahlûkattır



"Andolsun ki biz, âdemoğullarının üstün bir izzet ve şerefe mazhar kılmışızdır. Onlara karada ve denizde taşıyacak (vasıtalar) verdik. Onlara güzel güzel rızıklar nasib ettik. Onları, yarattığımız şeylerin birçoğundan cidden üstün kıldık" (İsra. 70).

Bil ki bu ayetin maksadı, Allah'ın insana verdiği o yüce ve kıymetli nimetlerinden bir diğer çeşidini dile getirmektir. Bunlar, sayesinde insanların başka varlıklardan üstün kılındığı nimetlerdir. Allah Teâlâ bu ayette, dört nimet zikretmiştir:

İnsan Ruhunun Önemi

Birinci Nevi: Bu "Andolsun ki biz, âdemoğullarının üstün bir izzet ve şerefe mazhar kılmışızdır"ayetinin anlattığı husustur. Bil ki insan ruh ve bedenden mürekkeb bir cevherdir. Binâenaleyh insanın ruhu, süflî âlemde (dünyada) mevcut bulunan en kıymetli rûh, bedeni de yeryüzündeki en kıymetli maddedir. İnsanın ruhundaki bu kıymetliliği şöyle izah edilir: İnsan ruhunun (nefsinin), üç asıl kuvveti vardır: Gıda alma (yeme), büyüme ve üreme. Canlıların ruhlarının, ister zahirî, ister bâtını olsun, iki kuvveti vardır: Birisi, hissetmeleri diğeri ise ihtiyarî olarak hareket etmeleridir. Binâenaleyh bu beş kuvvet, yani gıda alma, büyüme,üreme, his ve hareket, insan ruhu (nefsi) için de vardır. Ama insan ruhuna bunlardan başka bir kuvvet daha verilmiştir. Bu da, eşyanın hakikatini olduğu gibi idrâk eden, anlayan akıl kuvvetidir. Bu kuvvet, kendisinde marifetullah nurunun tecellî ettiği, Allah'ın kibriyasının ışığının parladığı bir kuvvettir. Bu kuvvet, mahlûkât aleminin ve emirlerin sır ve hikmetlerine muttalî olan, Allah'ın yaratıklarındaki çeşitli ruh ve maddeleri olduğu gibi anlayan bir kuvvettir.

Bu kuvvet, kutsi cevherlerin ve ilahî mücerred ruhların aşılaması ile meydana gelir. Bu kuvvet şeref ve fazilet bakımından nebatî ve hayvani olan o beş kuvvete nisbet edilemez. Durum böyle olunca, insan ruhunun (nefsinin), bu âlemde mevcut olan en şerefli ruh olduğu ortaya çıkar. Aklî kuvvetin faziletleri (üstünlükleri ) ile maddî kuvvetlerin noksanlıklarını bilmek istersen, bizim bu kitapta,"Allah göklerin ve yerin nurudur" (Nur.35) ayetinin tefsirinde yazdığımız şeyleri iyi düşün.Biz, orada aklî kuvvetlerin, maddî kuvvetlerden daha üstün ve yüce olduğunu anlatmak için,yirmi izah yaptık. Binâenaleyh bunları tekrar etmenin manası yok.

İnsanın Bedeninin Önemi

İnsan bedeninin, âlemdeki bütün maddelerden daha kıymetli olduğunu izah hususunda müfessirler, ayetteki, "Andolsun ki biz, âdemoğullarını üstün bir izzet ve şerefe mazhar kıldık"buyruğunu tefsir için, çok çeşitli faziletler (üstünlükler) zikretmiş ve şunları söylemişlerdir:

1) Meymûn b. Mihran, İbn Abbas (r.a)'ın, bu ayet hususunda "insan hariç, herşey ağzıyla alır yer, insan ise, eliyle alır yer" demiştir. Şöyle bir hâdise anlatılır: Harun Reşid'in yanında bir sofra hazırlanmış ve halife kaşık istemiş. Sofrada bulunanlar içerisinde İmam Ebû Yusuf da bulunmaktadır. Bunun üzerine Ebu Yusuf ona: "Hak Teâlâ'nın, "Andolsun ki biz,âdemoğullarını üstün bir izzet ve şerefe mazhar kılmışızdır" ayetinin tefsiri hususunda ceddin (atan) İbn Abbas (r.a)'dan: "Biz insanlara, sayesinde yemek yiyecekleri eller vererek, onu şereflendirdik" şeklinde bir açıklama rivayet edilir" dedi. Bunun üzerine Harun Reşid kaşığı bırakıp, elleriyle yemeğe başladı."

2) Dahhâk, bu ayete: "İnsana konuşma ve eşyayı birbirinden ayırdetme özelliği vererek, onu kerim kıldık" manası vermiştir ki, bu sözün özü şudur: Birşeyi tanıyan kimse, ya onu bildiğini başkasına bildirmekten acizdir, yahut da onu bildirmeye muktedirdir. Birinci ihtimale gelince,insan hariç, bütün canlıların durumu böyledir. Çünkü onun içinde bir elem veya lezzet meydana geldiğinde, o bu şeyleri tam olarak ve yerli yerinde anlatmaktan âcizdir. İkinci ihtimale gelince, bu insanın halidir. Çünkü insanın başkasına, tanıdığı, bildiği, hissettiği herşeyi anlatması, ona vâkıf olması ve onu çepeçevre kuşatması mümkündür. Binâenaleyh onun bu tür anlatımlara muktedir olması, nâtık (konuşan varlık) oluşundan kastedilen şeydir.

Bu izaha göre dilsiz insanın da bu vasfa dâhil olduğu ortaya çıkar. Çünkü o, kalbindekini ve kafasındakini bizzat dili ile başkasına anlatmaktan âciz ise de, onun bunu işaret, yazma ve benzeri yollarla anlatması mümkündür. Bu özellik, papağanda bile yoktur. Çünkü her nekadar bazı şeyleri söyleyebiliyorsa da, herşeyi tam ve mükemmel bir biçimde anlatıp söyleme gücü yoktur.

3) Atâ bu ayete, "Boyunu boşunu uzatmak, (dik yürütmek suretiyle) insanı şereflendirdik"manasını vermiştir. Bil ki bu söz tam değildir. Çünkü ağaçlar, insandan daha uzun ve diktir.Atâ'nın burada, "İnsanın aklî, hissî ve harekî kuvvetlerinin mükemmel olmasının yanısıra,boyunun da uzun olması" şeklinde bir kayıt koyması gerekirdi.

4) Yine Atâ bu ifadeyi, "Ona en güzel bir bünye vererek" diye tefsir etmiştir. Bunun delili, "O size suret verdi, hem suretlerinizi (şekillerinizi) de güzel yaptı" T(egâbûn,3) ayetidir. Allah Teâlâ, insanın yaratılışından bahsedince, "Suret yapanların en güzeli olan Allah'ın sânı ne yücedir"{Müminûn. 14) buyurmuştur. Yine o, "(Biz) Allah'ın boyası ile (boyanmışızdır),Allah'dan daha güze! boyası olan /cim?"(Bakara. 138) buyurmuştur. İstersen insanın herhangi bir uzvunu, mesela gözünü ele al: Cenâb-ı Allah gözbebeğini siyah olarak yaratmış,sonra o siyah noktayı, gözün akı ile kuşatmış, o akı da, kenarların siyahı ile kuşatmış, sonra da bu kenarları, göz kapaklarının akı (açık rengi) ile kuşatmış, sonra da göz kapaklarının beyazının üstünde iki siyah kaş yaratmış, bu iki siyah kaşın üstünde, ak alnı halketmiş, sonra da bu ak alın üzerinde siyah saçları yaratmıştır. Bu tek şey, sana bu konuda bir misal olsun.

5) Bazı kimseler, insan oğluna verilen en büyük şerefin, Allah'ın ona yazı yazma kabiliyetini vermesi olduğunu söylemişlerdir. Bu hususta sözün Özü şudur: İnsanın, istinbata (hüküm çıkarmaya-fikir yürütmeye) yarayacak, kafasındaki bilgisi az ve yetersizdir. Ama insan bir bilgi ortaya koyup, onu kitaplara yazdığında, bir diğeri gelip o yazılan şeyden istifade ettiğinde ve kendisindeki bilgiyi de buna kattığında ve bu iş böylece ard arda sürüp gittiğinde, her sonra gelen, öncekilerin bilgi ve tecrübelerine yeni birçok şeyler kattığında, ilim çoğalır, fazilet ve bilgi kuvvetlenir. Aklî araştırmalar ve şer'î (dinî) gayeler, en mükemmel noktasına ve zirveye ulaşır. Bunun böyle olmasının, ancak yazı ile mümkün olacağı herkesin malumudur. İşte bu mükemmel üstünlükten ötürü, Hak Teâlâ, "Kalem ile (yazmayı) öğreten Rabbinin adıyla oku.O, insana bilmediği şeyi öğretti" (Alak. 3-4) buyurmuştur.

6) Bu âlemdeki maddeler, ya basit, ya mürekkeb (bileşik) olurlar. Basit olanlar toprak, su, hava ve ateştir. İnsan, bunların dördünden de istifade eder. Toprak, bizim için tıpkı eğitip büyüten, bağrına .basan bir ana gibidir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Sizi ondan yarattık, yine ona döndüreceğiz ve bir kere daha (dirilişte) ondan çıkaracağız" (Tahâ, 55) buyurmuştur. Allah Teâlâ, yeryüzünü bize nisbetle birtakım isimlerle isimlendirmiştir: Bunlar, yatak, beşik, döşek gibi isimlerdir. Suya gelince, biz insanların, içme, çiftçilikte kullanma gibi, sudan elde ettiğimiz faydalar açıktır.

Hem Cenâb-ı Hak, içinden taptaze etler çıkarıp yiyelim, takınacağımız süz eşyaları çıkaralım ve gemilerin sularını yara yara gidişinden istifade edelim diye, denizleri de bizim emrimize vermiştir. Havaya gelince, bu bizim hayat kaynağımızdır. Eğer rüzgârların esişi olmasaydı, o pis kokular tamamıyla bu mamur (meskûn) yerlere hâkim olurdu. Ateşe gelince, yiyeceklerimiz ve içeceklerimiz onun sayesinde pişer, kaynar ve olgunlaşır. Ateş, karanlık bir gecede adetâ güneş ve ayın yerini tutar. Yine o, soğuğun zararını da bertaraf eder (bizi ısıtır). Nitekim şâir,

"Kim kışın bir meyve isterse, bilsin ki kışın meyvesi, ateşidir" demiştir.

Mürekkeb maddelere gelince, bunlar ya ulvî (semavî) tesirler, ya madenler, ya bitkilerdir.Hayvanlar ve insanlar, bu şeylere hükümran gibidirler ve bunlardan istifade ederler. Yine bunlar her çeşidi ile onların hizmetine sunulmuştur.

Binâenaleyh bu alem, tamamen ya ma'mur bir belde gibi, yahut da bütün menfaat ve iyilikleri insan için olan, hazır bir han,karargâh gibidir. İnsan o hanın, hizmet edilen reisi, itaat edilen padişahı gibi; diğer canlılar da, insana nisbette, onun köleleri gibidirler. Bütün bunlar, insana, Allah tarafından büyük şeref ve faziletin verilmiş olduğuna delalet eder. Allah en iyi bilendir.



Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/538-541
Devamını Oku »

Üç insan tipolojisi



 

Çok genç yaşta üç karakterde insan tipolojisi nazarlarıma takılmaya başladı. Sonraki yıllarda farklı karakterler de dikkatimi çekti ama bahsedeceğim bu üç insan tipolojinin evrensel tipolojiler olduğuna bulunduğum uluslararası ortamlarda da şahitlik ettim. Buradaki evrensellik değer atfetme manasında değil, tüm farklı ırklarda da mevcut olduğuna vurgu yapmak içindir.

Birincisi. Eleştirmeyi mizaç hâline getirmiş ve insanda sanki eleştirmek için yaşayan varlık hissi uyandıran insan tipi. Çevrelerinde pek sevilmeyen, girdikleri her ortamda niza çıkaracak konu bulmakta zorluk çekmeyen cinsten “Bay Muhalefet” kişiler.

İlk tanıştığınız insanlarla ortak noktaları keşfetmek ve müşterekler üzerinden muhatabınızı anlamaya çalışmak daha sürdürülebilir bir ilişki için önemlidir.

Bunlar ise ihtilaflı konuları tesbitle işe başlarlar. Muhataplarını zora sokmak, rencide etmek bunlara özel bir haz verir. Tartışma çıkartıp yenme psikolojisi hâkimdir. Yendik dedikleri kişileri ballandıra ballandıra anlatmayı çok severler.

Her şeye muhalefet ederek farklı ve üstün olduklarını düşünürler. Etraflarındakileri aşağılamayı bir marifet bilirler. Kendileri allame, muarızları ise bilgi ve hikmet fukarası!

Genelde indirgemeci, genellemeci ve de subjektiftirler. İnsanlar çoğu zaman bunların yaralayıcı dilinden kurtulmak için karşılarında susmayı tercih ederler. Bunlar ise yeni bir zafer kazanmanın hazzına gark olurlar.

İkincisi. Bu sınıfa giren insan karakteri ise, ortada durmayı bir değer sanan neme lazımcı tipler. Kendisini hep sağlama almaya çalışan, riskin olduğu yerde durmayan, dünyevî maslahatlarını her daim önde tutan kendilerince çok akıllı insanlar.

Doğruluğuna inandıkları bir meselede risk varsa objektif olma bahanesiyle tarafsız kalmayı tercih ederler. Bu tarafsızlık bir kanaate ulaşamamanın sonucu değil, vardığı kanaatin bedelini ödeyememenin bir gereğidir.
Bunların sabit fikirleri yoktur. Siyasi ve ideolojik olarak durdukları yeri değiştirmekte zorlanmazlar.

Reel politik, dünyanın kahrolası gerçekleri ve indi maslahat yorumları meşrulaştırılamazları meşrulaştırabilir. Hayatı ideallere göre yorumlamak ve ideallerle buluşturarak yaşamak yerine idealleri reele feda etmeyi gerçekçi olmak diye tanımlarlar.

Bunların sık kurdukları cümlelerden birisi de; “Siz hâlâ orada mısınız?”dır. Bedeli ödenmiş, muhakemesi ve muhasebesi yapılmış bir fikri dönüşüm değildir bu cümlede anlatılmak istenen. Reel olana teslim olmamanın üstünü örtme çabasıdır.

Üçüncüsü. Bu kesim insanlar ise, bal arısı gibidirler. Her biri kendi kapasitesine göre farklı çiçeklere konarak yapacakları bala öz toplarlar. Zorlukları iş yapmamaya gerekçe göstermek yerine zorluklara rağmen iş üretmeyi beceren kişilerdir bunlar. Çevrelerine güven vermeyi ve bulundukları ortamlarda sinerji üretmeyi bilirler.

Gerektiğinde eleştiren ama eleştirmeyi daha iyisini bulup amele dökmek için yapan insanlardır bunlar. Bunların sayısı azdır. Hasbidirler. Amatör ruhla profesyonel iş yaparlar. Bunlara iş verdiğinizde arkanıza dönüp bakma gereği hissetmezsiniz.

Merhum Necip Fazıl üstadın “Gençliğe Hitabe”sinde dillendirdiği bir kıvamdır bu üçüncü karakter: “Kim var!”diye seslenilince, sağına ve soluna bakınmadan, fert fert “ben varım!” cevabını verici, her ferdi “benim olmadığım yerde kimse yoktur!” duygusuna sahip bir dava ahlâkını pırıldatıcı bir gençlik...

Eleştirmek kolay, tarafsız kalmak mümkün ama yol göstermek zordur. Yıkmak kolay, işten kaçmak bir tercih ve fakat inşa etmek ise zordur. Zoru başaranların kıymetini bilmek gerek..
Türkiye 16 Nisan halk oylamasıyla yeni bir merhaleye geçti. Bunun etkilerini yakında daha net göreceğiz. Sistem ne kadar iyi olursa olsun nihayetinde insan faktörüne dayanır. İnsan iyi olunca sistem çok daha iyi sonuç verir. Siyasette, eğitim ve bürokraside emanet âdil ve liyakat sahibi, kök değerlere bağlı insanlara teslim edilmelidir.

Prof.Dr.Serdar Demirel
Devamını Oku »

İnsanın bütün harekât ve ef’âli yazılıyor



Bismillahirrahmanirrahim

Ey arkadaş! İnsan da başıboş, serseri, sahipsiz bir hayvan değildir. Ancak, onun da bütün harekât ve ef’âli yazılıyor, tesbit ediliyor. Ve a’mâlinin neticeleri hıfzediliyor ki, muhasebe-i kübrâda ona göre derece alsın. Hülâsa, her güz mevsiminde yapılan tahribat, gelecek bahar mevsimlerinde gelen yeni misafirler için yer tedarik etmek ve bir nevi terhis ve izinlerdir.

Ve keza, bu âlemde tasarruf eden Sâniin öyle bir kitab-ı mübîni vardır ki, ne küçük ve ne büyük, o kitapta yazılıp hıfz edilmemiş hiçbir şey yoktur. O kitabın maddelerinden âlemde görünen yalnız nizam ve mizan maddelerine bak:

Evet, görüyoruz ki, herhangi muvazzaf bulunan birşey, vazifesinden terhis edilmekle daire-i vücuttan çıkarsa, Fâtır-ı Hakîm onun çok suretlerini levh-i mahfuzlarda tesbit eder. Ve tarih-i hayatını, tohumunda ve neticesinde nakşeder ve pek çok gaybî ayinelerde ibkà eder. Meselâ, bir şecere, meyvesiyle hâmile olduğu gibi, tohumu da meyveyle hâmiledir. Demek, ağacın bünyesinde semeresi mevcut olduğu gibi, tohumunda da semere mevcuttur. Ve keza, vücuttan çıkmış pek çok şeyler, insanın kuvve-i hâfızasında mevcut kalır.

İşte bu misallerden hıfz ve hafîziyet kanunu ne derece ihatalı olduğu anlaşıldı. Evet, bu mevcudatın sahibi pek büyük bir ihtimamla mülkünde cereyan eden herşeyi taht-ı hıfz ve muhafazasına almıştır. Ve hâkimiyetinin muhafazası için sonsuz bir dikkati vardır. Ve rububiyetinde tam bir intizam ve saltanat vardır ki, ednâ bir hadiseyi, âdi bir hizmeti yazar ve yazdırır.

İşte bu derece ihatalı, ihtimamlı bir hıfz kanunu, elbette âlem-i âhirette yapılacak bir divan-ı muhasebata bakar. Şu muhafaza kanunu, bütün eşyada câri olduğu gibi, mahlûkatın en eşrefi olan insana da şâmildir. Çünkü, insan Cenâb-ı Hakkın rububiyetine ait şuûnat ve ahvâline şahittir. Ve mahlûkatın cemaatleri içinde, Allah’ın birliğine dellâldır. Ve mevcudatın tesbihatına müşahit ve hilâfet-i kübrayla tekrim ve teşrif edilmiştir.

İnsan bu keramete, bu şerefe nail olduğu halde, kendisini başıboş ve gayr-ı mes’ul zannetmesin. Onun da divan-ı muhasebatta pek karışık hesapları vardır. Ondan kurtulduktan sonra, müstehak olduğu yere gidecektir.(Mesnevi-i Nuriye/Lâsiyyemalar)

Bediüzzaman Said Nursi
Devamını Oku »

İnsan ise şecere-i hilkatin zîşuur meyvesidir



ÜÇÜNCÜ NOKTA:

ﺍِﻥْ ﻛُﻨْﺘُﻢْ ﺗُﺤِﺒُّﻮﻥَ ﺍﻟﻠَّﻪَ ﻓَﺎﺗَّﺒِﻌُﻮﻧِﻰ ﻳُﺤْﺒِﺒْﻜُﻢُ ﺍﻟﻠَّﻪُ


Madem kâinatta hüsn-ü san'at, bilmüşahede vardır ve kat'îdir. Elbette risalet-i Ahmediye (A.S.M.), şuhud derecesinde bir kat'iyyetle sübutu lâzım gelir. Zira şu güzel masnuattaki hüsn-ü san'at ve zînet-i suret gösteriyor ki: Onların san'atkârında ehemmiyetli bir irade-i tahsin ve kuvvetli bir taleb-i tezyin vardır. Ve şu irade ve taleb ise; o Sâni'de, ulvî bir muhabbet ve masnu'larında izhar ettiği kemalât-ı san'atına karşı kudsî bir rağbet var olduğunu gösteriyor.

Ve şu muhabbet ve rağbet ise, masnuat içinde en münevver ve mükemmel ferd olan insana daha ziyade müteveccih olup temerküz etmek ister. İnsan ise, şecere-i hilkatin zîşuur meyvesidir. Meyve ise, en cem'iyetli ve en uzak ve en ziyade nazarı âmm ve şuuru küllî bir cüz'üdür. Nazarı âmm ve şuuru küllî zât ise, o San'atkâr-ı Zülcemal'e muhatab olup görüşen ve küllî şuurunu ve âmm nazarını tamamen Sâni'in perestişliğine ve san'atının istihsanına ve nimetinin şükrüne sarfeden en yüksek, en parlak bir ferd olabilir.

Şimdi iki levha, iki daire görünüyor. Biri: Gayet muhteşem, muntazam bir daire-i rububiyet ve gayet musanna', murassa' bir levha-i san'at... Diğeri: Gayet münevver, müzehher bir daire-i ubudiyet ve gayet vâsi', câmi' bir levha-i tefekkür ve istihsan ve teşekkür ve iman vardır ki, ikinci daire bütün kuvvetiyle birinci dairenin namına hareket eder.

İşte o Sâni'in bütün makasıd-ı san'atperveranesine hizmet eden o daire reisinin ne derece o Sâni' ile münasebettar ve onun nazarında ne kadar mahbub ve makbul olduğu bilbedahe anlaşılır.

Acaba hiç akıl kabul eder mi ki: Şu güzel masnuatın bu derece san'atperver, hattâ ağzın her çeşit tadını nazara alan in'amperver san'atkârı, Arş ve Ferşi çınlattıracak bir velvele-i istihsan ve takdir içinde, berr ve bahri cezbeye getirecek bir zemzeme-i şükran ve tekbir ile perestişkârane ona müteveccih olan en güzel masnuuna karşı lâkayd kalsın ve onunla konuşmasın ve alâkadarane onu resul yapıp, güzel vaziyetinin başkalara da sirayet etmesini istemesin? Kellâ! Konuşmamak ve onu resul yapmamak mümkün değil.

ﺍِﻥَّ ﺍﻟﺪِّﻳﻦَ ﻋِﻨْﺪَ ﺍﻟﻠَّﻪِ ﺍﻟْﺎِﺳْﻠﺎَﻡُ ٭ ﻣُﺤَﻤَّﺪٌ ﺭَﺳُﻮﻝُ ﺍﻟﻠَّﻪِ ﻭَﺍﻟَّﺬِﻳﻦَ


Sözler - 232
Devamını Oku »

İnsan,iman ile âlâ-yı illiyyîne çıkar...

Bismillahirrahmanirrahim


Yirmi Üçüncü Söz


Şu Sözün iki Mebhası vardır.


بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ
لَقَدْ خَلَقْناَ اْلاِنْسَانَ فِىۤ اَحْسَنِ تَقْوِيمٍ - ثُمَّ رَدَدْنَاهُ اَسْفَلَ سَافِلِينَ - اِلاَّ الَّذِينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ



Birinci Mebhas



İmanın binler mehâsininden yalnız beşini, Beş Nokta içinde beyan ederiz.


BİRİNCİ NOKTA



İnsan, nur-u iman ile âlâ-yı illiyyîne çıkar, Cennete lâyık bir kıymet alır. Ve zulmet-i küfür ile esfel-i sâfilîne düşer, Cehenneme ehil olacak bir vaziyete girer. Çünkü, iman, insanı Sâni-i Zülcelâline nisbet ediyor. İman bir intisaptır. Öyle ise, insan, iman ile insanda tezahür eden san’at-ı İlâhiye ve nukuş-u esmâ-i Rabbâniye itibarıyla bir kıymet alır. Küfür o nisbeti kat’ eder. O kat’dan, san’at-ı Rabbâniye gizlenir. Kıymeti dahi yalnız madde itibarıyla olur. Madde ise, hem fâniye, hem zâile, hem muvakkat bir hayat-ı hayvanî olduğundan, kıymeti hiç hükmündedir.


Bu sırrı bir temsille beyan edeceğiz. Meselâ, insanların san’atları içinde, nasıl ki maddenin kıymetiyle san’atın kıymeti ayrı ayrıdır. Bazan müsavi, bazan madde daha kıymettar; bazan oluyor ki, beş kuruşluk demir gibi bir maddede beş liralık bir san’at bulunuyor. Belki, bazan, antika olan bir san’at antikacıların çarşısına gidilse, hârika-pîşe ve pek eski, hünerver san’atkârına nisbet ederek, o san’atkârı yad etmekle ve o san’atla teşhir edilse, bir milyon fiyatla satılır. Eğer kaba demirciler çarşısına gidilse, beş kuruşluk bir demir bahasına alınabilir.


İşte, insan, Cenâb-ı Hakkın böyle antika bir san’atıdır. Ve en nazik ve nazenin bir mu’cize-i kudretidir ki, insanı bütün esmâsının cilvesine mazhar ve nakışlarına medar ve kâinata bir misal-i musağğar suretinde yaratmıştır.


Eğer nur-u iman, içine girse, üstündeki bütün mânidar nakışlar, o ışıkla okunur. O mü’min, şuurla okur ve o intisapla okutur. Yani, “Sâni-i Zülcelâlin masnuuyum, mahlûkuyum, rahmet ve keremine mazharım” gibi mânâlarla, insandaki san’at-ı Rabbâniye tezahür eder. Demek, Sâniine intisaptan ibaret olan iman, insandaki bütün âsâr-ı san’atı izhar eder. İnsanın kıymeti, o san’at-ı Rabbâniyeye göre olur; ve âyine-i Samedâniye itibarıyladır. O halde, şu ehemmiyetsiz olan insan, şu itibarla bütün mahlûkat üstünde bir muhatab-ı İlâhî ve Cennete lâyık bir misafir-i Rabbânî olur.


Eğer kat’-ı intisaptan ibaret olan küfür, insanın içine girse, o vakit bütün o mânidar nukuş-u esmâ-i İlâhiye karanlığa düşer, okunmaz. Zira, Sâni unutulsa, Sânie müteveccih mânevî cihetler de anlaşılmaz, adeta başaşağı düşer. O mânidar âli san’atların ve mânevî âli nakışların çoğu gizlenir. Bâki kalan ve gözle görülen bir kısmı ise, süflî esbaba ve tabiata ve tesadüfe verilip, nihayet sukut eder. Herbiri birer parlak elmas iken, birer sönük şişe olurlar. Ehemmiyeti yalnız madde-i hayvaniyeye bakar. Maddenin gayesi ve meyvesi ise, dediğimiz gibi, kısacık bir ömürde, hayvânâtın en âcizi ve en muhtacı ve en kederlisi olduğu bir halde, yalnız cüz’î bir hayat geçirmektir. Sonra tefessüh eder, gider. İşte, küfür böyle mahiyet-i insaniyeyi yıkar, elmastan kömüre kalb eder.

Ayet Meali:

1)
“And olsun ki, Biz insanı en güzel bir şekilde yarattık. Sonra da onu en aşağı seviyeye indirdik-ancak iman eden ve güzel işler yapanlar müstesna.” Tîn Sûresi, 95:4-6.


Bediüzzaman Said Nursî


(Sözler-Yirmiüçüncü Söz)
Devamını Oku »

Ey insan! Eğer yalnız Allah'a kul olsan...



Bismillahirrahmanirrahim


İkinci Mebhas

İnsanın saadet ve şekavetine medar Beş Nükteden ibarettir.



İnsan ahsen-i takvimde yaratıldığı ve ona gayet cami’ bir istidat verildiği için, esfel-i sâfilînden tâ âlâ-yı illiyyîne, ferşten tâ Arşa, zerreden tâ şemse kadar dizilmiş olan makamâta, merâtibe, derecâta, derekâta girebilir ve düşebilir 1 bir meydan-ı imtihana atılmış, nihayetsiz sukut ve suûda giden iki yol onun önünde açılmış bir mu’cize-i kudret ve netice-i hilkat ve acube-i san’at olarak şu dünyaya gönderilmiştir. İşte, insanın şu dehşetli terakkî ve tedennîsinin sırrını Beş Nüktede beyan edeceğiz.


BİRİNCİ NÜKTE

İnsan, kâinatın ekser envâına muhtaç ve alâkadardır. İhtiyâcâtı âlemin her tarafına dağılmış; arzuları ebede kadar uzanmış. Bir çiçeği istediği gibi, koca bir baharı da ister. Bir bahçeyi arzu ettiği gibi, ebedî Cenneti de arzu eder. Bir dostunu görmeye müştak olduğu gibi, Cemîl-i Zülcelâli de görmeye müştaktır. Başka bir menzilde duran bir sevdiğini ziyaret etmek için o menzilin kapısını açmaya muhtaç olduğu gibi; berzaha göçmüş yüzde doksan dokuz ahbabını ziyaret etmek ve firâk-ı ebedîden kurtulmak için, koca dünyanın kapısını kapayacak ve bir mahşer-i acaip olan âhiret kapısını açacak, dünyayı kaldırıp âhireti yerine kuracak ve koyacak bir Kadîr-i Mutlakın dergâhına ilticaya muhtaçtır.

İşte, şu vaziyette bir insana hakikî mâbud olacak, yalnız, herşeyin dizgini elinde, herşeyin hazinesi yanında, herşeyin yanında nâzır, her mekânda hazır, mekândan münezzeh, aczden müberrâ, kusurdan mukaddes, nakstan muallâ bir Kadîr-i Zülcelâl, bir Rahîm-i Zülcemâl, bir Hakîm-i Zülkemâl olabilir. Çünkü, nihayetsiz hâcât-ı insaniyeyi ifa edecek, ancak nihayetsiz bir kudret ve muhit bir ilim sahibi olabilir. Öyle ise, mâbudiyete lâyık yalnız O’dur.

İşte, ey insan! Eğer yalnız Ona abd olsan, bütün mahlûkat üstünde bir mevki kazanırsın. Eğer ubûdiyetten istinkâf etsen, âciz mahlûkata zelil bir abd olursun. Eğer enâniyetine ve iktidarına güvenip, tevekkül ve duayı bırakıp, tekebbür ve dâvâya sapsan, o vakit iyilik ve icad cihetinde arı ve karıncadan daha aşağı, örümcek ve sinekten daha zayıf düşersin; şer ve tahrip cihetinde dağdan daha ağır, tâundan daha muzır olursun.

Evet, ey insan, sende iki cihet var: Birisi, icad ve vücut ve hayır ve müsbet ve fiil cihetidir. Diğeri, tahrip, adem, şer, nefy, infial cihetidir. Birinci cihet itibarıyla arıdan, serçeden aşağı, sinekten, örümcekten daha zayıfsın. İkinci cihet itibarıyla dağ, yer, göklerden geçersin. Onların çekindiği ve izhar-ı acz ettikleri bir yükü kaldırırsın. Onlardan daha geniş, daha büyük bir daire alırsın. Çünkü sen iyilik ve icad ettiğin vakit, yalnız vüs’atin nisbetinde, elin ulaşacak derecede, kuvvetin yetişecek mertebede iyilik ve icad edebilirsin. Eğer fenalık ve tahrip etsen, o vakit fenalığın tecavüz ve tahribin intişar eder.

Meselâ küfür bir fenalıktır, bir tahriptir, bir adem-i tasdiktir. Fakat o tek seyyie, bütün kâinatın tahkirini ve bütün esmâ-i İlâhiyenin tezyifini, bütün insaniyetin terzilini tazammun eder. Çünkü şu mevcudatın âli bir makamı, ehemmiyetli bir vazifesi vardır. Zira onlar mektubât-ı Rabbâniye ve merâyâ-yı Sübhâhiye ve memurîn-i İlâhiyedirler. Küfür ise, onları âyinedarlık ve vazifedarlık ve mânidarlık makamından düşürüp, abesiyet ve tesadüfün oyuncağı derekesine ve zevâl ve firâkın tahribiyle çabuk bozulup değişen mevadd-ı fâniyeye ve ehemmiyetsizlik, kıymetsizlik, hiçlik mertebesine indirdiği gibi; bütün kâinatta ve mevcudatın âyinelerinde nakışları ve cilveleri ve cemâlleri görünen esmâ-i İlâhiyeyi inkâr ile tezyif eder.

Ve insanlık denilen, bütün esmâ-i kudsiye-i İlâhiyenin cilvelerini güzelce ilân eden bir kaside-i manzume-i hikmet ve bir şecere-i bâkiyenin cihâzâtını cami’ çekirdek-misal bir mu’cize-i kudret-i bâhire ve emanet-i kübrâyı uhdesine almakla yer, gök, dağa tefevvuk eden ve melâikeye karşı rüçhâniyet kazanan bir sahib-i mertebe-i hilâfet-i arziyeyi, en zelil bir hayvan-ı fâni-i zâilden daha zelil, daha zayıf, daha âciz, daha fakir bir derekeye atar ve mânâsız, karma karışık, çabuk bozulur bir âdi levha derekesine indirir.

Elhasıl: Nefs-i emmâre, tahrip ve şer cihetinde nihayetsiz cinayet işleyebilir. Fakat icad ve hayırda iktidarı pek azdır ve cüz’îdir. Evet, bir haneyi bir günde harap eder, yüz günde yapamaz.

Lâkin, eğer enâniyeti bıraksa, hayrı ve vücudu tevfik-i İlâhiyeden istese, şer ve tahripten ve nefse itimattan vazgeçse, istiğfar ederek tam abd olsa, o vakit يُبَدِّلُ اللهُ سَيِّاٰتِهِمْ حَسَنَاتٍ (“Allah onların kötülüklerini iyiliklere çevirir.” Furkan Sûresi, 25:70.) sırrına mazhar olur. Ondaki nihayetsiz kabiliyet-i şer, nihayetsiz kabiliyet-i hayra inkılâb eder. Ahsen-i takvim kıymetini alır, âlâ-yı illiyyîne çıkar.

İşte, ey gafil insan! Bak Cenab-ı Hakkın fazlına ve keremine: Seyyieyi bir iken bin yazmak, haseneyi bir yazmak veya hiç yazmamak adalet olduğu halde, bir seyyieyi bir yazar; bir haseneyi on, bazan yetmiş, bazan yedi yüz, bazan yedi bin yazar. Hem şu Nükteden anla ki, o müthiş Cehenneme girmek ceza-yı ameldir, ayn-ı adldir; fakat Cennete girmek mahz-ı fazldır.



Bediüzzaman Said Nursî

(Sözler-Yirmiüçüncü Söz)
Devamını Oku »

İnsan bir çekirdeğe benzer



Bismillahirrahmanirrahim


İKİNCİ NÜKTE



İnsanda iki vecih var.

Birisi,
enâniyet cihetinde şu hayat-ı dünyeviyeye nâzırdır. Diğeri, ubûdiyet cihetinde hayat-ı ebediyeye bakar.

Evvelki vecih itibarıyla öyle bir biçare mahlûktur ki, sermayesi, yalnız, ihtiyardan bir şa’re (saç) gibi cüz’î bir cüz-ü ihtiyarî; ve iktidardan zayıf bir kesb; ve hayattan, çabuk söner bir şule; ve ömürden çabuk geçer bir müddetçik; ve mevcudiyetten çabuk çürür küçük bir cisimdir. O haliyle beraber, kâinatın tabakatında serilmiş hadsiz envâın hesapsız efradından nazik, zayıf bir fert olarak bulunuyor.

İkinci vecih itibarıyla ve bilhassa ubûdiyete müteveccih acz ve fakr cihetinde, pek büyük bir vüs’ati var, pek büyük bir ehemmiyeti bulunuyor. Çünkü, Fâtır-ı Hakîm, insanın mahiyet-i mâneviyesinde nihayetsiz azîm bir acz ve hadsiz cesîm bir fakr derc etmiştir tâ ki, kudreti nihayetsiz bir Kadîr-i Rahîm ve gınâsı nihayetsiz bir Ganiyy-i Kerîm bir Zâtın hadsiz tecelliyâtına cami’ geniş bir âyine olsun.

Evet, insan bir çekirdeğe benzer. Nasıl ki o çekirdeğe kudretten mânevî ve ehemmiyetli cihazat ve kaderden ince ve kıymetli program verilmiş; tâ ki toprak altında çalışıp, tâ o dar âlemden çıkıp, geniş olan hava âlemine girip, Hâlıkından istidat lisanıyla bir ağaç olmasını isteyip, kendine lâyık bir kemâl bulsun. Eğer o çekirdek, sû-i mizacından dolayı, ona verilen cihâzât-ı mâneviyeyi toprak altında bazı mevadd-ı muzırrayı celbine sarf etse, o dar yerde, kısa bir zamanda, faidesiz tefessüh edip çürüyecektir.

Eğer o çekirdek, o mânevî cihâzâtını, فَالِقُ الْحُبِّ وَالنَّوٰى nın emr-i tekvînîsini imtisal edip hüsn-ü istimal etse, o dar âlemden çıkacak, meyvedar koca bir ağaç olmakla, küçücük cüz’î hakikati ve ruh-u mânevîsi büyük bir hakikat-i külliye suretini alacaktır.

İşte, aynen onun gibi, insanın mahiyetine, kudretten ehemmiyetli cihazat ve kaderden kıymetli programlar tevdi edilmiş. Eğer insan, şu dar âlem-i arzîde, hayat-ı dünyeviye toprağı altında o cihâzât-ı mâneviyesini nefsin hevesâtına sarf etse; bozulan çekirdek gibi, bir cüz’î telezzüz için, kısa bir ömürde, dar bir yerde ve sıkıntılı bir halde çürüyüp tefessüh ederek, mes’uliyet-i mâneviyeyi bedbaht ruhuna yüklenecek, şu dünyadan göçüp gidecektir.

Eğer o istidat çekirdeğini İslâmiyet suyuyla, imanın ziyasıyla, ubûdiyet toprağı altında terbiye ederek, evâmir-i Kur’âniyeyi imtisal edip cihâzât-ı mâneviyesini hakikî gayelerine tevcih etse; elbette âlem-i misal ve berzahta dal ve budak verecek ve âlem-i âhiret ve Cennette hadsiz kemâlât ve nimetlere medar olacak bir şecere-i bâkiyenin ve bir hakikat-i daimenin cihâzâtına cami’, kıymettar bir çekirdek ve revnakdâr bir makine ve bu şecere-i kâinatın mübarek ve münevver bir meyvesi olacaktır.

Evet, hakikî terakki ise, insana verilen kalb, sır, ruh, akıl, hattâ hayal ve sair kuvvelerin hayat-ı ebediyeye yüzlerini çevirerek, herbiri kendine lâyık hususî bir vazife-i ubûdiyetle meşgul olmaktadır. Yoksa, ehl-i dalâletin terakki zannettikleri, hayat-ı dünyeviyenin bütün inceliklerine girmek ve zevklerinin her çeşitlerini, hattâ en süflîsini tatmak için bütün letâifini ve kalb ve aklını nefs-i emmâreye musahhar edip yardımcı verse, o terakki değil, sukuttur.

Şu hakikati, bir vakıa-i hayaliyede şöyle bir temsilde gördüm ki: Ben büyük bir şehre giriyorum. Baktım ki, o şehirde büyük saraylar var. Bazı sarayların kapısına bakıyorum; gayet şenlik, parlak bir tiyatro gibi nazar-ı dikkati celb eder, herkesi eğlendirir bir cazibedarlık vardı. Dikkat ettim ki, o sarayın efendisi kapıya gelmiş, itle oynuyor ve oynamasına yardım ediyor. Hanımlar yabanî gençlerle tatlı sohbetler ediyorlar. Yetişmiş kızlar dahi çocukların oynamasını tanzim ediyorlar.

Kapıcı da onlara kumandanlık eder gibi bir aktör tavrını almış. O vakit anladım ki, o koca sarayın içerisi bom boş, hep nazik vazifeler muattal kalmış, ahlâkları sukut etmiş ki, kapıda bu sureti almışlardır.

Sonra geçtim, bir büyük saraya daha rast geldim. Gördüm ki, kapıda uzanmış vefadar bir it ve kaba, sert, sakin bir kapıcı ve sönük bir vaziyet vardı. Merak ettim, niçin o öyle, bu böyle? İçeriye girdim. Baktım ki, içerisi çok şenlik. Daire daire üstünde, ayrı ayrı nazik vazifelerle saray ehli meşguldürler. Birinci dairedeki adamlar, sarayın idaresini, tedbirini görüyorlar. Üstündeki dairede kızlar, çocuklar ders okuyorlar. Daha üstünde hanımlar, gayet lâtif san’atlar, güzel nakışlarla iştigal ediyorlar. En yukarıda efendi, padişahla muhabere edip halkın istirahatini temin için ve kendi kemâlâtı ve terakkiyâtı için, kendine has ve ulvî vazifelerle iştigal ediyor gördüm. Ben onlara görünmediğim için, yasak demediler, gezebildim.

Sonra çıktım, baktım. O şehrin her tarafında bu iki kısım saraylar var. Sordum. Dediler: “O kapısı şenlik ve içi boş saraylar, kâfirlerin ileri gelenlerinindir ve ehl-i dalâletindir. Diğerleri, namuslu Müslüman büyüklerinindir.”

Sonra bir köşede bir saraya rast geldim. Üstünde “Said” ismini gördüm. Merak ettim. Daha dikkat ettim, suretimi üstünde gördüm gibi bana geldi. Kemâl-i taaccübümden bağırarak aklım başıma geldi, ayıldım. İşte, o vakıa-i hayaliyeyi sana tabir edeceğim. Allah hayır etsin.

İşte, o şehir ise, hayat-ı içtimaiye-i beşeriye ve medine-i medeniyet-i insaniyedir. O saraylar, herbirisi birer insandır. O saray ehli ise, insandaki göz, kulak, kalb, sır, ruh, akıl gibi letâif ve nefis ve hevâ ve kuvve-i şeheviye ve kuvve-i gadabiye gibi şeylerdir. Herbir insanda herbir lâtifenin ayrı ayrı vazife-i ubûdiyetleri var. Ayrı ayrı lezzetleri, elemleri var. Nefis ve hevâ, kuvve-i şeheviye ve gadabiye, bir kapıcı ve it hükmündedirler. İşte o yüksek letâifi nefis ve hevâya musahhar etmek ve vazife-i asliyelerini unutturmak, elbette sukuttur, terakki değildir. Sair cihetleri sen tabir edebilirsin.



Bediüzzaman Said Nursî

(Sözler-Yirmiüçüncü Söz)
Devamını Oku »

İnsanın zaafında büyük bir kuvvet var

Bismillahirrahmanirrahim

DÖRDÜNCÜ NÜKTE


İnsan, şu kâinat içinde pek nazik ve nazenin bir çocuğa benzer: Zaafında büyük bir kuvvet ve aczinde büyük bir kudret vardır. Çünkü, o zaafın kuvvetiyle ve aczin kudretiyledir ki, şu mevcudat ona musahhar olmuş. Eğer insan zaafını anlayıp, kàlen, halen, tavren dua etse ve aczini bilip istimdad eylese, o teshirin şükrünü eda ile beraber, matlubuna öyle muvaffak olur ve maksatları ona öyle musahhar olur ki, iktidar-ı zâtîsiyle onun aşr-i mişârına muvaffak olamaz. Yalnız, bazı vakit lisan-ı hâl duasıyla hasıl olan bir matlubunu, yanlış olarak kendi iktidarına haml eder.

Meselâ, tavuğun yavrusunun zaafındaki kuvvet, tavuğu arslana saldırtır. Yeni dünyaya gelen arslanın yavrusu, o canavar ve aç arslanı kendine musahhar edip, onu aç bırakıp kendi tok oluyor. İşte câ-yı dikkat, zaaftaki bir kuvvet ve şâyân-ı temâşâ bir cilve-i rahmet...

Nasıl ki, nazdar bir çocuk, ağlamasıyla, ya istemesiyle, ya hazin haliyle matluplarına öyle muvaffak olur ve öyle kavîler ona musahhar olurlar ki, o matluplardan binden birisine bin defa kuvvetçiğiyle yetişemez. Demek zaaf ve acz, onun hakkında şefkat ve himayeti tahrik ettikleri için, küçücük parmağıyla kahramanları kendine musahhar eder. Şimdi, böyle bir çocuk, o şefkati inkâr etmek ve o himayeti itham etmek suretiyle, ahmakâne bir gururla, “Ben kuvvetimle bunları teshir ediyorum” dese, elbette bir tokat yiyecektir.

İşte, insan dahi, Hâlıkının rahmetini inkâr ve hikmetini itham edecek bir tarzda, küfran-ı nimet suretinde, Karun gibi اِنَّمَاۤ اُوتِيتُهُ عَلٰى عِلْمٍ yani “Ben kendi ilmimle, kendi iktidarımla kazandım” dese, elbette sille-i azâba kendini müstehak eder.

Demek, şu meşhud saltanat-ı insaniyet ve terakkiyât-ı beşeriye ve kemâlât-ı medeniyet, celb ile değil, galebe ile değil, cidal ile değil, belki ona onun zaafı için teshir edilmiş, onun aczi için ona muavenet edilmiş, onun fakrı için ona ihsan edilmiş, onun cehli için ona ilham edilmiş, onun ihtiyacı için ona ikram edilmiş. Ve o saltanatın sebebi, kuvvet ve iktidar-ı ilmî değil, belki şefkat ve re’fet-i Rabbâniye ve rahmet ve hikmet-i İlâhiyedir ki, eşyayı ona teshir etmiştir.

Evet, bir gözsüz akrep ve ayaksız bir yılan gibi haşerata mağlûp olan insana bir küçük kurttan ipeği giydiren ve zehirli bir böcekten balı yediren, onun iktidarı değil, belki onun zaafının semeresi olan teshir-i Rabbânî ve ikram-ı Rahmânîdir.

Ey insan! Madem hakikat böyledir. Gururu ve enâniyeti bırak. Ulûhiyetin dergâhında acz ve zaafını, istimdat lisanıyla; fakr ve hâcâtını, tazarru ve dua lisanıyla ilân et ve abd olduğunu göster.
Ve حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ de, yüksel.

Hem deme ki: “Ben hiçim; ne ehemmiyetim var ki, bu kâinat bir Hakîm-i Mutlak tarafından kasdî olarak bana teshir edilsin, benden bir şükr-ü küllî istenilsin?”

Çünkü, sen çendan nefsin ve suretin itibarıyla hiç hükmündesin. Fakat vazife ve mertebe noktasında, sen şu haşmetli kâinatın dikkatli bir seyircisi, şu hikmetli mevcudatın belâğatli bir lisan-ı nâtıkı ve şu kitab-ı âlemin anlayışlı bir mütalâacısı ve şu tesbih eden mahlûkatın hayretli bir nâzırı ve şu ibadet eden masnuâtın hürmetli bir ustabaşısı hükmündesin.

Evet, ey insan! Sen, nebatî cismaniyetin cihetiyle ve hayvanî nefsin itibarıyla sağîr bir cüz, hakir bir cüz’î, fakir bir mahlûk, zayıf bir hayvansın ki, bütün dehşetli mevcudat-ı seyyâlenin dalgaları içinde çalkanıp gidiyorsun. Fakat muhabbet-i İlâhiyenin ziyasını tazammun eden imanın nuruyla münevver olan İslâmiyetin terbiyesiyle tekemmül edip, insaniyet cihetinde, abdiyetin içinde bir sultansın; ve cüz’iyetin içinde bir küllîsin; küçüklüğün içinde bir âlemsin; ve hakaretin içinde öyle makamın büyük ve daire-i nezaretin geniş bir nâzırsın ki, diyebilirsin: “Benim Rabb-i Rahîmim dünyayı bana bir hane yaptı. Ay ve güneşi o haneme bir lâmba; ve baharı, bir deste gül; ve yazı, bir sofra-i nimet; ve hayvanı bana hizmetkâr yaptı. Ve nebâtâtı o hanemin ziynetli levazımatı yapmıştır.”

Netice-i kelâm: Sen eğer nefis ve şeytanı dinlersen, esfel-i sâfilîne düşersin. Eğer hak ve Kur’ân’ı dinlersen, âlâ-yı illiyyîne çıkar, kâinatın bir güzel takvimi olursun.

Bediüzzaman Said Nursî

(Sözler-Yirmiüçüncü Söz)

Devamını Oku »