Tekâmüliyye Mezhebinin Tahlil,Tesbit ve Tenkidi



Allah Teâlâ insanı yaratmıştır; ilk yarattığı insan Adem Peygamber'e beraber Tevhid dînini de bildirmiş, dînin icab ettiği ahlakı, amel ve ibadeti ve itikadı sınırlandırmıştır. Ancak her bir peygamberin zamanında muayyen şeriatleri bildirmiştir. Tevhid müstesna olmak üzere zaman zaman peygamberlere şerit ahkâmı değişik sûretlerde bildirmiştir. Son Peygamber'e mükemmel bir din bildirmekle vahye son vermiştir. Artık son Peygamber'e göndermiş olduğu dînin hükümleri hakkında bugün, yarın ve dün mefhumunu kaldırmıştır. Demek din birdir, o da İslam dînidir, başkası hiç.*“Muhakkak Allah nezdinde din İslam'dır...” [Âl-i imrân 19]

Bazı felsefî münkirler şöyle derler: "insanın aslı maymundur, Âdem değildir. Sonra birçok asıldan tekâmülü olmuştur; en nihayet bu mükemmel sûrete varmıştır." Daha ileriye gidenler de şöyle derler: "Taş devrinin başında insanın içinde korku, hayal, bir öcü efsanesini çıkarmışlar; sonra o efsanevi ve hayalî belirsiz ismi ve manayı kendilerine ma'bud etmişlerdir. Her bir kavim kendi efsanesinden mütevellid bu manayı hayalinde canlandırdığı gibi kendine bir ma'bud edinmiş ve ona tapmıştır. Sonra tevhid meselesini çıkarmışlardır." derler.

Önce bu görüşü ele alalım. Bu mezheb veya fikrin aslı İngiltere'de tezahür etmişse de daha evvelden Lamark, Mayyh, Veiten ve emsalleri Fransa'da bu meseleyi ele almışlardır, fakat umuma intikal edememişlerdir. Bilahare 1882 civarında İngiltere'de Darwin, Charl, Rupert cesaretlenerek: "İnsan maymundan türemedir." demişlerdir. Ancak bunların içerisinde bu görüşle Darwin meşhur olmuştur. Onun aleyhinde ve lehinde bir çok deliller îrâd edilmiştir. Hatta müslümanlardan dahi Ferid Vecdi gibi zevat bile Darwin'in fikrine meyletmişlerdir.

Özellikle Lamark: "Kainattan hiçbir nevi' veya cins kendi hali üzerinde bâkî değildir; zamana, mekan ve imkana göre sürekli olarak halden hale âdetten diğer âdete naklolunurlar. İş böyle olunca hayatın rengi haliyle değişir. Şübhesiz insan da bu değişmenin içindedir ve istihâlâta maruzdur. Binaenaleyh zaman, mekan ve imkanların devamı, çeşitli ahlakı ve ameli meydana getirir.

Bu ihtilaflardan dolayı insandaki ahlak da haliyle amel ve âdet gibi değişir. Çünkü her bir ferd veya nevi', tabiatin ona verdiği imkanla başkasından nefsini korur; yararlıyı avlar, yaramayanı bırakır; böylelikle her ferd kendi hayatını devam ettirir. Çünkü hayatın aslı maddedir. Maddenin değişmesiyle hayat, hayatın değişmesiyle de ahlak, tabiat ve âdetler değişir." demektedirler.

Bunlara göre ahlak diye bir şey yoktur demektir. Ancak her ferd kendi hayatını devam ettirmek için gayrını avlar. Şu halde insan hem avcı hem avdır. Acaba maddenin aslı hayattır deseydi, tabiî kanuna verdiği hükmü Allah Teâlâ'ya isnad etseydi, av zaruri bir şeydir deseydi, sonra avın kötü ve iyi taraflarını bildirseydi iyi olmaz mıydı? Halbuki istisnasız her ilim Hâlık'ın varlığına ve birliğine delildir. Ulûhiyet-i Mutlaka'yı inkar etmesine ilmi alet etmeseydi daha iyi olmaz mıydı?.. Şimdi onların ortaya koymuş oldukları tabiî kanunlarını tahlil edelim, sonra da hatalı taraflarını isbat etmekle vicdan sahihlerine havale edelim.

Son felsefeciler dînin ne olduğunu bilmemişlerdir. Onun için fikirleri isbat-ı Hâlık'a sirayet edeceği yerde heva ve heveslerinden dolayı inkâr-ı Hâlık'a sirayet etmiştir. Onlara göre din, her bir milletin kendilerine tahsis ve tayin ettikleri kanundur. Bundan dolayıdır ki her biri kendi hislerine göre bir din çıkarmaya çalışmıştır; önceki fikirleri tenkid etmiştir. Nihayet tenkidleri, İlâhî dînin inkarına da vesile olmuştur.

Inkara en kuvvetli buldukları delil, İnsanın ebedî bir varlık olmadığını ileriye sürdükleri görüşleridir. Onun için tüm bataryalarını insanın hayatına yöneltmişlerdir. Şu halde onların fikirlerini tesbit ve tahlilden evvel dînin hakîkatini ve insanın ebediyetini beyan edelim ki aşağıdaki fikirleri zihnimizi kaydırmasın. İnsan ebedî bir varlıktır. Din, Seyyid Şerîf'in tarif ettiği gibi akıl sahihlerine kendi ihtiyarlarıyla tatbik etmeleri için Allah Teâlâ'nın sevk etmiş olduğu kanundur. Beşerin bu kanunda hiçbir müdahalesi yoktur. Bu kanun da itikad, ibadet, ahlak ve muamele kısımlarında toplanır.

Diğer ulemâya göre din, sabit kanundan ibaret olduğu için şeriat; onunla yaşamak mecburiyeti olduğundan amel, ibadet, ahlak; insanlar ihtiyârı ile onu inanıp kabul ettiği için İslam; kalben ve rûhen inanılması farz olduğu için de iman kelimeleriyle ifade olunur. Demek ki bu kelimelerin hepsi eş anlamlarda kullanılmaktadır. Avâmın rahatlıkla öğrenmesi için bu kanunun hükmü, Allah Teâlâ'ya nisbetle din, Peygamber'in beyanına nisbetle millet, tefsir ve izah bakımından müctehidlere nisbetle mezheb kelimeleriyle ifade olunmaktadır.

Maamâfih felsefecilerin tarif ettiğimiz dinden haberleri olmamıştır. Şimdi tekrar onların mezhebine dönelim.
Darwin, Lamark ve benzerlerinin, fikirlerini üzerine tesbit ettikleri dört kaideyi tesbit ve tayin edelim. Bunların ileriye sürmüş oldukları birçok kitablarının özeti, bekânın tenâzuu, intihâb-ı tabiî veya istifâ, mutabakat ve muvafakat ile birlikte virâset kelimelerinde toplanmaktadır.

a-Bekânın tenazuu; tabiî kanunla her ferd, hatta her nevi' ve cinsin, yer yüzünde kendi cinsini çoğaltmak ve hayatını devam ettirmek için kuvvet harcamasıdır. Bu gücü harcamasıyla her ferd başkasına zarar verse bile, tabiî kanunlar onu nizâ' ve keşmekeşe mecbur kılar. Bundan dolayı cinsler varlığını devam ettirmek için gayrına tecavüz etmek mecburiyetindedir.

Demek oluyor ki dünya hayatı mücerred bir anarşiden, avcılık ve zulümden ibarettir. Kendileri de zulümden nefret ettikleri halde böyle demekle dünyanın avcılık ve zulümden ibaret olduğunu itiraf etmektedirler. Hem insanı sevmek iddiasında, hem de öldürmek iddiasındadırlar. Bu tenâkuz onlara kâfi gelmez mi?.. Aklı selîme havale.

b-İntihâb-ı tabiî veya istifâ kanununu ortaya koymaktadırlar. Yani tenâzu' kanununun neticesi ve semeresi olan kapmak, yakalamak, avlamak ve seçmek, yararlıyı almaktan ibarettir. Her ferd bu kanunla en yararlıyı, kapar, seçer, avlar; yaramayanı yahud en kuvvetliyi bırakır. Diğer ifadeyle her ferd kendisinden zayıf ve daha kuvvetsizi helak eder; yaramayanı ve kuvvetliyi bırakır; bundan dolayı cins ve ferdler terakki eder, demektedirler.

Bunlar, Allah'ın kudretinden habersizdirler. Allah'ın, kudretinden, icad ve idam hatlarından mahluka uzanan iki hükmü vardır:*El basıt ismiyle tecellî ederken mahlukunu var eder ve yaşatır;* El Kâbıd ismiyle tecellî ettiği zamanda mahlukunu hasta kılar ve yok eder. İcad hattında olan kudretin sebeblerinin adı tevâfuk, idam hattındaki sebeblerin adı tehâluftur. Gül ile diken aynı kökte olduğu gibi, tevâfuk ve tehâlufun sevk-i merkezi olan kudret de birdir. Tabiî kanun dedikleri ise, Allah'ın kudretinin icrasından ibarettir. Hayret!.. Hâkimsiz bir kanunun icrasına nasıl inanıyorlar?!.

c-Mutabakat kanunudur. Yani, her ferdin gıdayı temin etmekte ve ona ulaşmakta kendisinde bulunan sebeblerdir. Bu sebeblerle her ferd, gıdayı ve hayatın devamını temin eder. Şübhesiz bu kanunun icra edilmesi ferdler arasında bir çok ihtilâfa yol açar. Mesela aslan tırnağıyla ve köpek dişiyle kendisine yem olanı parçalar; bu parçalamak onların ahlakıdır. Parçalamak imkanı yani tırnak ve diş olmasaydı, parçalayamazdı.

Binaenaleyh aslan tabiat kanununun ona vermiş olduğu imkanıyla hayatının devam etmesine muvafık olur. Çünkü keskin diş ve tırnağı otu yemesine muhaliftir. Farazâ bir aslan uzun bir müddette tırnak ve dişini kullanmaktan menolunursa, hayatının devamı için dişi ve tırnağı küçülecek, bağırsakları uzayacak. Tabiat kanunu bunu ona yaptırır ki, hayatının devamında en yararlıyı kapmaya ve seçmeye muvaffak olsun. Binaen aieyh ahlak, sinir damarlarının bir nev'î çalışmasının keyfiyetinden ibarettir.

Bu imkan nereden aslana geliyor? Aslan kendi hayatına devam etmek için doğduğu andan itibaren imkanları nasıl seçiyor? Kendisine yem veya gıda olabilecek hakkında ilhamı nereden alıyor? Düşünülmez mi?.. Eğer ezelî inayet olmasa ve ona havadan, oksijenden kuvveti veren olmasa, kendisi nasıl hayatını devam ettirebiliyor? Eğer Allah Teâlâ mahlukunun havadan veya yer küresindeki olan rızktan El-Kâbıd ismiyle imdad hattını keserse, bağırsakları uzun olsa bile ne fayda. Et yemek kabiliyetinden ot yemek kabiliyetine nasıl muvaffak olur? Ya insanda ne pençe ne de köpek dişi var; hangi imkanla hem otu yer, hem de eti yer? Sonra sinir damarlarına gelen kuvvet kendisinde mevcud ise nasıl zeval buluyor?

Ayaa! insan kendi varlığını İdare etmekten aciz iken şuursuz hayvan nasıl hayatına devam edebilir? Görülmez mi, Allah Teâlâ akciğerin rızkını kestiği zaman bin babası tabib olsa bir şahıs hayatının devamına muvaffak olabilir mi? Eğer intihâb-ı tabiî kanunu müsbet bir şey olsaydı hiçbir gencin ölmemesi gerekirdi,*''“Muhakkak ki Allah Teâlâ rızk vericidir. Çok metin bir kuvvete sahibdir.” [Ez-Zâriyât 58] mealindeki ayet-i kerîmede düşünülsün.

d-Virâset kanunu diye bir fikir ortaya koymaktadırlar. Yani ecdaddan torunlara intikal eden sıfatlar kasdedilmektedir. Derler ki: "Katır kısrakla hımar arasından doğmasıyla sıfaten ana ve babasına benzer. Onun bu benzeyişi virâset kanununun semeresidir. Demek, hal ve vesâit sebebiyle sıfatlar, ecdaddaki arazî âdetler, maişet sûretiyle ahfad ve torunlara geçer.

Zaman zaman bu arazî sıfatlar cevherin maddesinin de ihtilafına sebeb olur. Şübhesiz ihtilaf ve istihâle tamamlanmakla haliyle insan da o nevi'lerin cinslerine muhalif olur." diye zannederler. "İhtilaf ve istihâlelerin devamıyla feri' ve dallar asıllarından uzaklaşır. Neviler ayrıdır, cinsler ayrıdır, ikisinden meydana gelen dallar da ayrıdır. Böylece dört kanunla uzaklaşmaktan dolayı ilk bakışta insan kendini müstakil bir varlık görür, halbuki insan ilk çağda böyle bir insan değildi." demektedirler.

Hülâsa demek istiyorlar ki insan maymundan, gorilden, bilmem ve neyden meydana gelmiştir.Birçok cihetle bu görüşte olan feylesoflar yanılmışlardır. Önce felsefecilerden, bu tekâmüliyye mezhebine yazmış oldukları reddiyelerini yazalım. Bunlar tekâmüliyye mezhebini tesbit ve teşhir etmeye çalışırken başta Lamark, Darwin, Vatson ve benzerlerinin fikirlerini teşhir etmek istemişlerdir. Fakat kendi ilimlerinde tekâmül edince, Lamark, Darwin ve benzerlerine büyük darbeler indirmişlerdir. Artık şöylece sıralayalım:

1 -Bir asıldan diğer asla geçiş aslâ müşahede edilmemektedir. Eğer istihâle ve terakkî mevcud olsaydı mutlaka görülecekti.

2-Cins-i a'lâ ile fasl-ı a'lâ arasında, mesela insanla goril arasında veya maymun arasında bir nevi' yoktur. Çünkü cins-i a'lâ ile fasl-ı a'lâ arasında bir nevi' bulunsaydı, tüm hayvanat özelliklerini taşıyan insan ile sûrî benzerlikten dolayı maymun arasında orta nevi' bulunacaktı. Fasl-ı a'lâ olan insanın cins-i a'lâ olan goril veya maymuna sûrî benzerliği kâfi gelmemektedir.

3-Yer küresinin ömrü bile bu istihâleye müsâid değildir.Darwin'in taraftarları ise: "Yukarıda sayılan dört kanuna binaen bir asıldan diğer asla geçmesinin müşahede olunması gerekmez. Aslah kaidesince cins-i a'lâ ile fasl-ı a'lâ arasında bir nev'in olmaması insanın maymundan meydana gelmesine bir engel teşkil etmez. Çünkü tabiî kanun aslahı bırakır, gayrı aslahı helak eder. Bugün fil gibi münkariz olmaya mahkum cinsler bu fikri tesbit etmektedir. Eğer tenâzu' kanunu yoksa nedir bu kadar tarihi olaylar, harbler ve saire?" şeklinde cevab vermişlerdir.

Daha ileriye giden ve bu nazariyeyi tesbit etmeye çalışan He- gel gibiler de şöyle derler: "İnsandan kör, topal, sakat olarak doğmalar da, insanın yaratılışının müstakil ve mükemmel olmadığını gösterir. Dedikleri gibi eğer kainat bir Hâlık tarafından yaratılmış ve insan da müstakil olmuş olsaydı, elbette çokça kâmil doğacaktı. Halbuki iş böyle değil. Çünkü doğuşta bazı aza eksi veya artıda bulunmaktadır."

Evet, Darwin ve tâbi'lerinin tenâzu', intihab, muvafakat ve virâset kanunları hakkındaki serdetmiş oldukları her bir görüş altı cihetten hatalıdır. Evet, tekâmül diye bir mesele vardır, fakat insan cinsinin kendi cinsine mahsus bir tekâmüldür; başka bir şeyden ona geçmek değildir.

Şimdi cins-i insan arasındaki tenâzu', nebat, hayvan ve sair cinslerin sûrî ihtilafları, cinslerin birbirinden değil, bilâkis her bir cinsin müstakil oluşunu göstermektedir. Aksi takdirde hurma yiyen bir memleketin mürir-i zamanla hurmalaşması, domuz yiyen bir memleketin mürir-i zamanla domuzlaşması gerekirdi. Çünkü virâset kanunlarına binaen sûretin geçmesi de gerekir. Demek ki tüm hayvanâtın özelliklerini taşıyan insan, sadece hiss-i müşterek ve bazı azaların keyfiyetiyle gayrına benzer. Halbuki insan nutkuyla, idrak ve ruhuyla hiçbir hayvana benzemez. Mesela yirmi yedi veya yirmi dokuz harfi bilen bir insan, o harflerden bir milyar kelimeleri kullanabilir, terkib eder, tahlil eder, onunla nazmen veya neşren merâmını bildirebilir. Hiçbir hayvanda bu özellik yoktur.

Insanın bazı azalarının diğer bazı hayvanlara benzemesi, mücerred bir sûretle benzeyiştir. Halbuki boyu bosu yerinde dimdik insanın yürümesi, elinden çıkan maharet, sanat, dimağında tezahür eden ilim, idrak ve irfan hiçbir hayvanda bulunamaz. Bütün bunlar insanın müstakil oluşunu isbat etmektedir. Evet insanın kolunun, pazısının aslana benzemesi, aslanın insana bir asl-ı karîb ve baîd olmasını yahud kurt, köpek, aslan ve insan arasında bir akrabalığı göstermez.

Bugün yer altında birçok cesed, eser, bina gibilerin bulunması da ayrıca birçok cinslerin müstakil olarak yaratılmasını göstermektedir. Diyebiliriz ki bunlardan her biri inkar-ı Hâlık'a değil, isbat-ı Hâlık'a delildir. Çünkü bu kadar nizâ'larla beraber, muhalefet kanununa rağmen insan, hayvan, nebat, ağaç ve sair cinslerin arasında bir ülfet, tesânüd ve yardımlaşma mevcud ve müşahede olunmaktadır. Tenâzu' kanununa binaen dedikleri görüş doğru olsaydı, zayıf, amip gibi bir hayvanın yaşamaması gerekirdi. Çünkü muvafakat kanununun ortaya koymuş olduğu şartlardan hiçbiri onda bulunmamaktadır.

Muhalif zerrelerin birleşmesi, muvafık zerrelerin birbirinden ayrılması, tevâfuk kanunundan tehâluf kanununa yahud tehâluf kanunundan tevâfuk kanununa tâbi' olması Hâlık'ın adedliğine değil birliğine delildir.
Hegel'in ortaya koymuş olduğu tecrübe ve müşahede kanununa binaen insanın, beden cihetindeki su ve toprağa meylettiği gibi, maymuna da aynı temâyülü hissetmesi gerekirdi. Çünkü, her fasıl cinsine cezbolunmakla ona meyleder. Halbuki bu da müşahede olunmamaktadır.

Binaenaleyh insan maymuna değil köpeğe daha fazla meyleder. Halbuki köpeğin insana asl-ı karîb veya baîd olmasına kâil hiçbir kimse yoktur. Bu hususta konuyu Ömer Nasuh rahimehullah'ın "ilm-i Kelam Dersleri" adlı kitabında okumayı tavsiye ederiz. İleride insanın yaratılışı bahsinde bu mezhebin kâmilen reddiyesi gelecektir. Şimdi ise şu hadîs-i şerîfle iktifa edelim.
Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem'in zevcesi Ümmü Habîbe:-"Allah'ım! Bana zevcim Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem, babam Ebû Süfyan ve kardeşim Muaviye ile fayda ver." dedi.

Bunun üzerine Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem ona:*“Sen Allah'tan muayyen ecellere, basılmış izlere ve taksim edilmiş rızklara aid bir şeyler istedin. O ise, zamanı gelmeden ne bunlardan birini halkeder, ne de birini zamanı geldikten sonra geriye bırakır. Allah'tan seni cehennemdeki bir azabdan ve kabirdeki azabdan kurtarmasını isteseydin senin için daha hayrlı olurdu.’’ buyurdular. Derken bir adam:

-Ya Rasûlallah! İnsanlardan domuz ve maymunlaşanlar var mı? diye sordu. Bunun üzerine Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem:

“Şübhesiz Allah Azze ve Celle bir kavmi helak etse yahud bir kavme azab verse, aslâ onlara nesil bırakmamıştır. Maymunlar ve domuzlar bundan önce de vardı.” buyurdu. Eğer insanın aslı maymun olsaydı bu cümle yerinde Rasûl-u Muhterem, insanın aslı maymun olduğundan gazab-ı İlâhiyye'ye uğrayanlar aslına rücû' ettiler, diyecekti.

Mâzirî şöyle diyor: Kat'î delillerle sabit olmuştur ki, ecelleri, rızkları ve saireyi Allah bilir, bu hususta o hükmeder. Bilmenin hakîkati, bilinen şeyi bulunduğu hal üzere anlamaktır. Allah Teâlâ, Zeyd'in beş yüz tarihinde öleceğini bildi mi, artık onun bu tarihten önce veya sonra ölmesi imkansızdır. Çünkü aksi takdirde ilim cehle münkalib olur. Binaenaleyh Allah'ın bildiği ecellerin artıp eksilmesi imkansızdır.

Şu halde artma meselesi, ölüm melâikesine yahud ruhları kabz için vekil kıldığı başka bir meleğe nisbetledir diye hüküm etmek gerekir. Meleğe uzun eceller yazmasını emr buyurduktan veya bunu Levh-i Mahfuz'a yazdırdıktan sonra, ezelî ilmi gereğince bu yazılana ziyade ve noksan yapabilir. İşte bekanın tenâzuu, intihâb-ı tabiî, mutabakat veya muvafakat ve virâsetin tabiî kanunlarıyla ölmek ve dirilmek olmaz. Bilakis,*“Allah dilediğini (Levh-i Mahfuz'da) mahveder, dilediğini sabit bırakır ve ayrıca yanında Umm-ul-Kitab vardır.” [Er-Rad 39] mealindeki Allah'ın bildirdiği hükmüdür.

Bu hükümden gafil felsefecilerin bir kısmı, insan maymundan yahud maymun insandandır diyerek sapık görüşleri ortaya koymaktadırlar. Şu halde ölmek ve kalmak Allah'ın takdiriyledir. Şübhesiz insanın müstakil olarak yaratılması, yaşaması, ölmesi ve öldürülmesi her ne sebeble olursa olsun, sebeblerin kendi tesiriyle değil Allah'ın hükmüyledir.

FELSEFECİLER DE TEKÂMÜLİYYE MEZHEBİNİ ALTI CİHETLE TENKİD EDERLER

1-Aristo ve tâbi'leri bilumum ittifakla dediler ki: İnsan müstakil bir mahluktur. Her ne kadar bazı hayvanlarla sûrî benzerliği varsa da iki cihetle bütün hayvanlardan ayrı ve seçkindir: (a)Dîni ile, (b)ahlak ve tabiati ile. Bu iki cihetle insanın hiçbir mahluka benzerliği yoktur.

2-Et-Târih-ut-Tabiî adlı kitabın müellifi Bofos şöyle der: "Avrupa'da beyaz, Afrika'da siyah, Amerika'da kırmızı veya sarışın birçok toprak rengini veren insanlar bulunmaktadır. Şu kadar ki hepsi müstakil bir varlıktır. Bir kısmı ikliminin boyasıyla boyanmıştır, ilm-u tabakât-il-ard'ın bize gösterdiği keşifle şu kanaate varıyoruz: Eski insanlar şimdiki insanlardan daha çirkinlerse de aşıtları birdir. İnsanla maymun veya başka bir hayvan arasında hiçbir münasebet yoktur." Fransalı Florans da şöyle der: İnsanın aslı maymundan gelmiş olsaydı, şimdi de birçok maymunların insanlaşması gerekirdi. En geride kalan vahşi insanlar bile tabiat, ahlak, sanat ve maharetiyle maymundan çok üstündür.

3-Larit de şöyle der: Angeles gibi Avrupa'nın en eski İklimlerinin mağaralarında ilmî araştırmalarla en son keşfolunan insanların kalıntılarıyla şimdiki insanların bedenleri arasında hiçbir fark yoktur. Yalnız onların göz çukurları şekil itibarıyla cüz'en maymunun gözüne benzer, lakın bu benzeyiş asla maymunun insana bir asıl olmasına delil teşkil etmez. Şayet onların da aşıtları maymundur diye hükmedilirse, yer küresinin ömrü, maymunların o halden bu gelmesine yetmez. Goril adlı hayvanla şimdiki ve o zamandaki insanların arasında birçok fark vardır. En azından insan beyninin en az mikdarı dokuz yüz altmış ile dokuz yüz doksan gram arasındadır. Halbuki goril adlı hayvanın beyni ise, en ağırı dokuz yüz yirmi gram civarındadır.

Sonra insanın beyin tası mesela en az muakkeb şekille dairesi yüz on dört, gorilin ise otuz iki bustur. Bununla birlikte gorilin bedeni -en az orta boylu- bir kadının iki misli ağırlığın- dadır. Binaenaleyh beyin bakımından insan hayvandan çok farklıdır. Zooloji âlimlerinin ortaya koymuş oldukları şekil benzeyişiyle insan maymundan, gorilden meydana gelmiş yahud maymun insanın düşüşünden meydana gelmiş diye hükmetmek büyük bir hatadır.

4-Tenâzu' kanununun insan, hayvan ve nebat âleminde var olduğunu inkar etmiyoruz. Binaenaleyh tenâzu' birinin diğerinden çıkmasına delil değildir.

5-Nebat, hayvan ve insanın zuhuru ve varlığı devam eder. Müteselsil olarak biri diğerinden çıkmış ise nasıl oluyor ki bu çıkış yani bir nev'in diğer nev'e inkılâbı görülmüyor. Halbuki terakkî ve istihâle kanunu her şey hakkında câri değildir. AyaaL Tecrübe ve müşahede olmaksızın insan maymundandır demek büyük cesaret değil midir? Terakkî ve istihâle kanunu herşey hakkında câri olmadığından bazı hayvan ve insanların kusurlu olarak doğmaları henüz keşfedilmemiş meselelerdendir.

Ayaa! Azanın kusurlu olması, insanın kusurlu olmasına, ruhun ve ahlakın eksikliğine nasıl delil olabilir. İnsanın ihtiyarlaması, zayıflaması, ölmesi vaki'dir. Fakat bu vâkıada ne ölüm zayıfları seçmiş, ne de kurtuluş kuvvetlileri seçmiştir. Çünkü kurtuluş ve ölüm ikisi de cevher değillerdir, yani madde değillerdir. Bittecrübe ve bilmüşahede görüyoruz ki, bir çok zayıf, hasta ve sakat çok geç ölür; bir çok kuvvetli ve sağlam erken ölür. İntihab, istifâ yani tabiat kanununun aslahı bırakması nerde kaldı? Sonra iş böyle olunca ortaya koymuş oldukları dört kanun ruhun ve ahlakın yokluğuna neden delil olsun?

6-Bir çok otlar diğerlere benzer. Fakat şu ot, diğer şu ottan çıkmıştır denilemez. Sarı üşne ve beyaz üşneler buna misaldir. Sonra hayvandaki kanla İnsandaki kan arasında ve nebatlardaki su arasında çok farklar vardır. Spencer'in görüşlerine göre güzel ahlak diye birşey yoktur. İnsan kendini ve Hâlık'ını bilemez, bu evhamdır. Aslında insan nerede menfaat görürse, o menfaatte güzelliği görür.

Bu gibi görüşlerin ilme dayandırılması gülünç bir şeydir. Hatta nerdeyse üzerinde çalışmış olduğu tekâmüliyye mezhebini tesbit etmek esnasında, tekâmülün de bir evham olduğunu zannederek, tekâmülün isbat ile inkarı arasında kalmıştır. İleride açıklayacağımız “Maddeciler On dokuz Vecihle Hataya Düşmüşlerdir* başlığı altında tekâmüliyye mezhebinin ayrıca reddi gelecektir,

İsmail Çetin - Mufassal Medeni Ahlak,dilara yay.,syf:50-59
Devamını Oku »

İnsanın Hakikatinin Tarifi



İnsanın hakîkatini ulemâ şöylece tarif etmişlerdir:

İnsan haraketli, diri, ulvî ve nûrânî bir cisimden ibarettir. Görülen bu bedenin heykelinden muhaliftir. Su gülde, yağ zeytinde, ateş tuğlada nüfuz ettiği gibi, ruh da bu cesedde sereyan ve cevlan eder. Kendisi değişmeye tefessüh etmeye salahiyetli değildir. Mutlak sûrette cismânî heykelde tasarruf eder. Alet ve edevatlarının tefessüh etmesi halinde bedenden ayırılır. İşte bu ayrılış ölümdür. Demek ölüm insan için aslî ve ebedî hayatının başlangıcıdır. İmam Râzî ve İbnu Kayyim bu tarifi tercih etmişlerdir. Binaenaleyh ruh o nûrânî cevherdir.

İnsanın hakîkati ruhtur; madde âleminden hariç veya dahil olmayan nûrânî bir cisimdir; maddî cisim değildir; bedene bitişik veya ayrı da de­ğildir. Ancak tasarruf ve tedbiriyle bedeni idare ederse, insan bu idare sayesinde diridir; irtibatını keserse ölüdür. Binaenaleyh ruh kendisi gü­neş, beden yer küresi, nefs aralarına girmiş kesâfetli bir bulut gibidir. Kesâfetin zeval bulmasıyla ruh güneşten daha parlak görünür. Bu tarif da­ha meşhurdur. Nitekim İmam Gazâlî başta olmak üzere birçok ehli ta­savvuf, felsefeciler, Kerrâmiyyeden birçoğu, ehli mukâşefe ve İmam Râğıb İsfehânî'nin kabul ettikleri tarif de budur. İmam Râğıb İsfehânî şöyle demektedir:

İnsan, ins kelimesinden müştak, cin ve meleğe muhalif, birbiriyle kaynaşıp buluşan, görüşen ve tabiatiyle medenî bir varlıktır. Şerefli ve idrakli olduğu için ona ins denilmiştir. Şu halde insan beden ve ruhtan mürekkeb, ruh ve bedenden ibaret müstakil bir hakîkattir. insanlar birbi­rine muhtacdırlar. Hayvanlar gibi tek başına yaşayamadığı için de kendi­si belalara maruz, gayet nazik ve gayet zayıftır.

*“...İnsan son derece zayıf olarak yaratılmıştır.” [En-Nisâ'28] mealindeki ayet-i kerîmeye binaen insan ağır bela­lara dûçar olurken aciz kalır ve kendisi ebnâ-i cinsine muhtacdır de­nilmiştir. Bununla beraber kendisinde bir ilim, bir fikir, zenginlik ve güç bulduğu zamanda da haddini aşan ve Cenâb-ı Hakk'ın hukukuna te-cavüz edendir insan.*“Şübhesiz İnsan kendini ihtiyacsız gördüğü zamanda tuğyan eder.” [El-Alâk 6-7] mealin­deki ayet-i kerîmede bu hakîkat tasrih edilmektedir.

İmam Mâverdî diyor ki: İnsan beden ve nefs cihetiyle şerre, ruhu ci­hetiyle de hayra meyledicidir. Cüz'î iradesini şerre uzatırsa, Allah onu şer işlemesine, hayra uzatırsa hayr işlemesine sevk eder. Demek insan nefsi cihetinden şerli, ruhu cihetinden hayrlıdır. Onun hayr ve şer irade­lerine göre Allah Teâlâ da iki yol ona açmıştır. Artık,*“Biz onu (hayr ve şer olmak üzere) iki yola da ilettik.” [El-Beled 10] mealindeki ayet-i kerîme bu hakîkati tasrih etmiştir.

Her şey kendi sûretiyle diğer cinslerden ayrıldığı gibi, insan da hissî olan bedeniyle diğer hayvanlardan, akıl ve ruhuyla da şeytandan, nefsi itibarıyla da meleklerden ayrılır. Nitekim şekil itibarıyla bir bıçak, kavun ve karpuzdan ayrılır; cam da sertliğiyle sudan ayrılır. Demek insan her­hangi bir hayvandan tekâmül etmiş değildir. Bir cihetten birçok mahlukla ortak ve müşterek olsa da, diğer taraftan birçok özellikleri ile hepsinden ayrıdır. Her ne kadar insan da hayvan gibi beden cihetiyle toprak, su, ateş ve havanın özlerinden yaratılmış ise de insan ruhu cihetiyle üstün ve seçkindir, ayrı ve ebedîdir. Çünkü insanın bedeninin cemada, tüyle­rinin nebata, nefsinin hayvana, ruhunun meleğe benzeyişi, insanın bun­lardan birisinden oluşunu ve bunlar gibi olmasını göstermemektedir. Demek insan yalnız bunlardan birisi değil bilakis hepsidir. İşte bu özel­likle insan yer yüzünün hâkimiyetini kazanmaktadır. Demek insan hep­siyle beraber olduğu için hâkimiyeti kazanmıştır; hepsinden ayrı olduğu için de yer yüzünde halîfelik makamına layık olmuştur. Nitekim bu mana­ya işareten:

*“...Muhakkak ki ben çamurdan bir insan yaratacağım. Artık onun hilkatini tamamlayıp içerisine Ruhum'dan üfürdüğüm zaman kendi­si için derhal secdeye kapanın.” [Sâd 71-72] mealindeki ayette beyan olduğu vecih üzere insanların aslı olan Âdem Peygamber'in bedeni topraktan tamamlandıktan sonra Cenâb-ı Hakk ona Kendi kudretinden yaratmış olduğu ruhu da İçerisine üflemiştır, ona can vermiştir. Âdem ve evladı bu ruhla, akılla, idrak ve iradeyle bütün mahluktan ayrılmıştır,işte bu hayat hayvanda olmadığı için İmam Fahreddîn Râzî de birçok felsefe­ciler gibi “Hayvanda hayat yoktur." demektedir.

Bu hikmete binaendir ki insanın beden ve ruhuna zarar vermeyen hayvanların eti nebat gibi, in­sanlara helal ve meşru olmuştur. Bundan dolayı insan hayvandan gıda­yı almaya cevaz bulmuştur. Eğer hayvanın hayatı da insan hayatı gibi ol­saydı, ondan gıda alması caiz olmayacaktı. Mantıkçıların: "İnsan, hayvân-ı nâtıktır, yani düşünen ve konuşandır." demelerinde iki mana kasdolunmaktadır. Bu manayı bilmeyenler insanı hayvan sandılar.

a-Mantıkçılar bu tarifte hissi ve bedeni cihetiyle boyu bosu dimdik, tırnakları enli, derisi açık, güler yüzlü gibi manaları kasdetmişler.

b-Mantıkçılar, aklî ve manevi olan ruh cihetiyle de idrak, fikir, rivayet, konuşkanlık ve sair manaları kasdetmişlerdir.

Ne fayda ki son zamanda insanın içindeki rûh-i hayvânî ve rûh-i İnsanîyi birbirinden tefrik edemeyen bazı ehli ilm-i tabakat-ul-ard mese­leyi karıştırmışlardır; mantıkçıların tarifinin mücerred sûretini almışlardır. İnsan ve hayvan arasındaki sûrî benzerliği ele alarak “İnsan maymun­dan terakkî veyahud maymun insandan tedennî etmiştir." demektedirler. Ve buna aid hayli deliller serdetmişlerdir. Halbuki görüşleri, insanın hakîkatini bilmekten aciz kalmıştır. Demek insan müstakil yaratılmıştır. Beden cihetiyle de, his, irâdî hareket, gazab ve şehvet kuvvetinden iba­ret hayatı yüklenicidir. Nefs bakımından hayvanla beraberdir. Nitekim hekimler de buna rûh-i hayvânî demişlerdir. Bu ruh bedeni aydınlatan ve enerjinin kemiyetleşmesinden ibaret bir cevherdir. Uyku zamanında bedenin zâhirinden, ölüm zamanında da bedenin bâtınından dahi alâkasını keser. Bu bakımdan ona nefs denilmiştir.

Şeyh İsmail Bursevî'nin tasrih ettiğine göre bu, nefs-i nâtıkadan başkasıdır. Ruhun hakîkatini idrak edemeyenler buna nefs-i nâtıka demişlerdir. Halbuki nefs-i nâtıka nihayet nefstir, ruh değildir. Eski felse­feciler de: “Rûh-i İnsanî zâtı itibarıyla maddeden mücerred, bedene muğayir, cesedde mutasarrıf bir cevherdir; beden onun zuhuruna alet ve vasıtadır; kendisi usta, beden onun aletleridir; bu ruh ancak ene ile tabir olunur." demişlerdir.

Rûhânîler de buna rûh-i melekî ve ulvî, öbürüne de nefs-i süflî ve rûh-i süflî demişlerdir. Kanaatim şu ki, bu iki ruh çay ve su yahud süt ve yağ gibi birbirine mündemiç ve çokça irtibatlı ve bitişik olduğundan birbi­rinden tefrik edilmiyor. Fakat gerçek şu kİ insanda iki ruh vardır: Birisi rûh-i İnsanîdir, ötekisi rûh-i hayvânî yani nefstir. Nitekim İmam Rabbânî'nin buyurduğu gibi latifeler aslına kavuşmadığı müddetçe rûh-i insânî ondan fark edilmiyor. Nefs-i nâtıkanın ise makamı süflidir. Melek merte­besinden üstün olan rûh-i İnsanîyi idrakten aciz kalmaktadır. İnsan, la- tîfeleri henüz yerinden kıpırdanmadan evvel bu hakîkati idrak edemiyor.

Allah Teâlâ bir kısım mahlukunu dünya hayatı için yaratmıştır; hay­vanlar bu kabildendir. Bir kısmı yalnız ahiret için yaratmıştır; melekler bu kabildendir. Bir kısmı da her ikisine yararlı olarak yaratmıştır; insanlar bu kısımdandır. Tenâzu', tenâsül, bedenî şehvet ve sair kuvvetlerle insan hayvanla eşit, melekten ayrıdır. Akıl, ilim, idrak, sıdk, vefadariık ve bir tek Allah Teâlâ'ya ibadet etmekle insan meleklerle eşittir. Bunlarla hayvan­dan ayrılır. Nefsin hilesi ve isyan etmek arzusunda insan, şeytanla eşit­tir; enerji harcamakla da cinle eşittir. Bu gibi itibarlarla insan dünyada yer yüzünün hâkimiyetine, hilâfetine, ahirette de cennet veya cehenne­me girmesine salahiyetlidir. Nitekim Ayet-i kerîmede bu hakîkate işaret olarak şöyle ihtar olunmaktadır:*“Sizi başı boş yarattığımı mı sanıyorsunuz?..” [El-Mu'minûn 115] "Ey insan sen başı boş bir hayvan değilsin, mükellef ve vazifeli bir memursun." demektir.

Hayrete şâyandır ki Ferid Vecdi gibi birçok Arab âlimleri ve birçok Türk âlimleri de Darwin'in nazariyesine aldanarak ayet ve hadisleri tevil etmişlerdir. İnsanın hayvandan tekamül ettiğini ileriye sürmüşlerdir. Hat­ta bu fikri Mevlâna Celâleddîn Rûmî'ye isnad ederler. Halbuki Mevlânâ' nın ve Erzurumlu İbrahim Hakkı Efendi'nin ibarelerinde bunların anla­dıkları gibi bir mana yoktur. Mevlânâ'nın ibaresinde "İnsan nefs-i nebatî, nefs-i hayvânî, ahlak, huy ve manevi sûretler cihetiyle maymuna ben­zer." denilmektedir. İbrahim Hakkı'nın ibaresinde ise “Nebattan insana cins-i yakın hurma ağacı, madenden insana yakın mercan cinsi, hayvan­dan insana yakın maymun cinsidir." denilmektedir. Nitekim cins-i karîb yani yakın cins diye tabir etmektedirler. Cins-i karîb, asiî cins demek de­ğildir. Darwin ve Lamark'ın görüşlerini Mevlâna Celâleddîn Rûmî'ye ve İbrahim Hakkı Efendi Hazretleri'ne dayandırmak korkunç bir hatadır. İşte dehşet!

Nitekim*“Muhakkak Allah Teâlâ Âdem'i onun (Âdem'in) sûreti üzerine yaratmıştır.” mealindeki hadîs-i şerîfteki zamir Âdem aleyhisselâm'a râci'dir; bu takdirde hadîsin manası şöyledir: “Allah Teâlâ Âdem'i herhangi bir mahlukun sûretinde de­ğil, bilakis Âdem'i insan sûreti üzere yaratmıştır.” Goril sûretinde değil ha... Aynı hadîsin,* “Muhakkak Allah Teâlâ Âdem'i Rahman'ın sıfatı üzerine yaratmıştır.” mealinde­ki diğer rivayetinde ise, sûret sıfat manasındadır. Binaenaleyh insan başka bir hayvan sûretinde olmadığı gibi -sümme hâşâ- Allah sûretinde de değildir demektir. Burada yanılmış mutasavvıfların görüşleri de reddolunmaktadır. Ayaa!.. Mahluk Hâlık'a benzer mi? Şimdi, "Zeyd âlimdir." cümlesinde, Zeyd'in ilmi Allah'ın ilmine benzer mi? Sermedî bir varlık mümkün bir varlığa benzer mi ki sûretten zâhirî manası kasdolunsun? Hayret!.. İnsan diğer hayvana benzemediği gibi Hâlık da ona benzemez vesselam.

Her iki hadîsin manası şöyledir: Allah Teâlâ Âdem ve oğul­larını ahsen-i takvim olan insan sûretinde yaratmıştır. Sonra Kendi sıfatı olan İlmi'nden, Kudreti'nden, İradesi'nden, Görme ve İşitmesi'nden bir cüz insana vermiştir. İnsanın hayatı boyu ömrü hududlu olduğu gibi, ilmi, kudreti, hülâsa bütün sıfatları da hududludur. Allah ise hududsuzdur. Öyleyse Hâlık ile mahluk birbirinden ayrıdır. Seyyid Şerîf kuddise sırruh ne güzel demiş; “İnsan-ı kâmil cüz'î, küllî, kevnî ve İlâhî âlemleri kendi zâtında toplayan bir hakîkattir. İnsan ruhu ve aklı itibarıyla tüm kitabları kuşatan "Umm-ul-Kitab", kalbi itibarıyla "Levh-i Mahfuz", nefsi itibarıyla yazar, siler, tertemiz, yüksek ve şerefli bir sayfadır. Bedenî, rûhî, itikadî taharete muvaffak olmayan onun sırrını bilemez. Yüce âlemleri kuşatan bir varlıktır insan...” diye tarif etmiştir. Bu tarife binaen deriz ki, müdrike, ferâsetli, mülhem kuvvetleriyle insan nefs-i nâtıkası cihetiyle de şerefli olarak yaratılmıştır. Binaenaleyh insandaki rûh-i hayvânî ve nefsi, hay­van âleminden yine çok üstündür. Yani insanda iki üstünlük var; nefs iti­barıyla hayvana benzer amma insanın nefsi, hayvanın ruhundan üstün­dür, şereflidir. Rûhî cihetiyle ise asla hayvana benzemez; meleklere benzer ve onlardan da üstündür. Nitekim ayet-i kerîmede şöyle buy­rulmuştur:

"Biz Âdem oğullarını üstün bir izzet ve şerefe ulaşmış olarak ya­rattık. Onlara karada, denizde taşıtlar verdik. Onlara güzel güzel rızklar verdik ve onları yarattığımızın birçoğundan cidden üstün ve şerefli kıldık.” [El-isrâ' 70] Bu ayet-i kerîmede Âdem oğullarının güzel bir sûrette, nefs cihetiyle de olsa çok olgun bir mizaca mutedil bir kâmete malik olarak yaratılmasına tasrih vardır, insan aklıyla, nutkuyla, okuyup yazmasıyla temâyüz etmektedir. Geçim vasıflarını bulabilmelerinden, sa­natlara kabiliyetlerinden ve saireden münbais kılınmıştır insan... ibnu Abbas radıyallahu anh diyor ki: “insan yemeğini eliyle alır, ağzına yük­seltir. Bu sezgi ve seçkinlik insanlara yeterlidir. Ayaal. insandan başkası şimdiye kadar bir baltayı yapabilmiş mi?..

İNSANIN CİSMÂNÎ VE RÛHÂNİ HALİNE CANLI MİSAL

İnsan mahiyeti ve zâtı hakkında hukemâ birçok misaller vermişler­dir. Çünkü insanın zâtı ve hakîkati; aklı, ruhu, cismânî, maddi ve ma­nevîyi birleştiren bir hakîkattir. Burada o hakîkati bilmek, iç hisleri bilmek ve her bir hissinin mukabilinde -ileride beyan edeceğimiz- güzel ahlakı bilmek için bu temsili yazıyoruz. Nitekim İmam Râğıb İsfehânî'nin eserle­rinde, insan hakîkatini bildirmek için vermiş olduğu bir temsildir.

İnsan büyük âlemi kuşatan küçük bir âlem olduğu için beden cihe­tiyle kendisi bir şehir gibidir. Öyle bir şehir ki surları güzel bina edilmiş, binaları muhkem, sokakları plânlı ve muntazamdır. Mahalleleri taksimli, farklı birçok süslerle ziynetlenmiş ve yapılmıştır. Bu nizam ve intizamlı olan şehirde iskan edilmiş vatandaşlar vardır. Meskenler, evler, mahal­leler onlara taksim edilmiştir. Oralarda su mecraları nice çeşmeler var­dır. Sokaklarında kanallar ve nehirler vardır. Sokakları muntazam, ayrı­ca mahallelerinde sanayi çarşısı yapılmıştır. Envâi çeşit sanatçılara dük­kanlar tevzi edilmiştir. Bunlardan bir kısmı çalışmakla öğrenmiş, iş veren ustalardır. Diğer bir kısmı da yeni öğrenim çağında şâkirdlerdir. Öbür ta­rafında birçok işçiler, ayrı ayrı meslekleriyle çalışırlar.

Her birinin vazifesi ayrı ayrıdır; kimisi memur, kimisi amirdir. Bunlardan bazıları doğru olarak namus dairesinde, diğer bazıları da hıyanetle çalışıp vakit geçirirler. O şehre bir idareci vali tayin edilmiştir ki bu yürektir. Valinin de ayrıca ve­zirleri, yardımcıları, postacıları, muhabirleri, hazinedarları, tercümanları ve katibleri vardır; bunlar hepsi dimağdadır. Valinin tayin olunduğu şe­hirde, bedende sair vatandaşlar da vardır. Bazıları hayrlı, diğer bazıları şerlilerdir. Aralarında birçok muhalefetler, muvafakatlar vardır. Davalar, nizâ'lar, cinsî temâyüller ve sair istekleri vardır. Bunlar asabî damar ve hücrelerden ibarettir. Böylece ruh ve bedenden ibaret her bir insan şeh­rinde sanatçılar, menfaatleri celbedip kendine çeken cazibe, cezbolu- nan gıdayı toplayan ve zabteden mâsike, onu da hazmeden hâzime, ya­ramayanı ifraz edip dışarıya atan dâfia, bedeni besleyecek gâziye ve çoğaltacak nâmiye kuvvetlerinden ibaret nefs vardır. Bunlardan her biri birer fabrika gibi muayyen nizam ve intizamla çalışıyor. İçlerinde gazab kuvveti vardır. Ayrıca her birinde musavvire kuvveti, yani plân yazan ve tatbîkâta hazırlık yapan bir kuvvet vardır. En büyük fizik, kimya, hendese ilmi kemâliyle musavvire kuvvetinde fıtraten mevcuddur.

Vali akıldır, menbaı ve dairesi kalb, tatbik yeri ve amirlik dairesi de dimağdır; sağ veziri mefkeret kuvvetidir; postacısı muhayyile kuvvetidir; meskeni dimağın ön kısmıdır. Muhayyile korkunç bir kuvvettir; telsizdir, telefondur, radyodur, lâboratuarcıdır, siyasetçidir, iktisadadır ve daha neler neler.

Aklın muhabirleri beş duyulardır. Bunların daireleri, göz, kulak, el, dil ve burun duyularıdır. Doğrusu bunların asabî damarlarını birleştiren ve merkezleştiren hiss-i müşterektir. Hiss-i müşterek, muhayyileden daha az vazife görmüyor. Aklın hazinedarı, dimağın son köşesinde yani beyincik içerisinde hafıza kuvvetidir; tercümanı, nâtıka kuvveti olan dil­dir. Kâtibe kuvvetinin âleti eldir. Bu şehirde ikâmet eden vatandaşlar, bir milyondan geçkin asabî damarlardır; üç yüz bini hayrı, üç yüz bini şerri emrederler ve isterler. Diğer kısımları bazan şerre bazan da hayra mey­lederler. Bazan da diğerleri ile amir ve yardımcı olurlar. Bunlar hazır kıta gibidir.*“Sultan yer yüzünde Allah Teâlânın gölgesidir.”; diğer rivayette “Sultan yer yüzünde Allah'ın kamçı­sıdır; onunla kullarını edeblendirir.” mealindeki hadîs-i şerîflerin işa­retine binaen vali kendini helak edici ahlaktan temizlerse, rahatlıkla in­san şehrinde hükmünü icra eder; milleti de ona itaat eder.

Aksi takdirde büyük amir olan vali, Allah'a itaat etmediği takdirde beden şehrinin içerisindeki râiye de ona isyan ederler. Yani akıl kendini küfür, fısk, is­yan ve nifak gibi hastalıklardan temizlediği zaman, kendisi Allah Teâlâ' nın gölgesi olur. Nefsin onları kuşatmış olduğu asabî damarlar ve beden hücrelerinin akla itaat etmeleri mecburidir. Çünkü melek dimağın içinde­ki beynin zarlarına,*“Allah Teâlâ'ya ve O'nun Rasûlü'ne itaat edin ve sizden olan amirlere de itaat edin.” [En-Nisâ' 59] mealindeki ayetin emrlerini yazar. Nitekim bir devlet idarecisi de Allah'a itaat ederse, melekler milletinin kalblerinde aynı emri yazarlar. Aksi takdirde anarşi ve isyan başlar. Nitekim bu manaya işareten,* “İnsanlar hükümdarlarının dîni üzerindedirler.” hadîs-i şerîfinde hüküm buyrulmuştur. Yani bir devlet adamı Allah'a âsi olursa, milleti de ona isyankârlık yapar. Bir beden şehrindeki akıl da Allah'a isyan etti mi, beden içindeki umum damarlar ona isyan ederler. Bunalımın kaynağı budur. Demek ki insanlar meliki­nin dîni üzerindedir; âsi ise âsiler, velî ise velîler olurlar.

İç duyuların hepsi aslını unutmuş veyahud fıtratı üzerine kalan aklın dîni üzerlndedirler. Gölge sahibini güneşin âfatlarından koruduğu gibi, sultan da milletini, akıl da beden şehrini âfatlardan korurlar. Tabiîdir ki akıl şuurlu, sultan adaletli olduğu zaman böyledir. Aksi takdirde sultan bir gedâya, akıl da nefse esir olursa, şehir harab olur. Kan hücreleri ve cihaz aletleri birbirine girer, mikroplar çiftleşir, hastalıklar galebe çalar ve sıhhat elden gider. İntihar bundan meydana gelir. Soralım: Müslü­man bir âlim hiç intihar etmiş mi?.. Sonra küfür diyarına bakalım; gayrı müslimlerden âlimleri, ya vahşet halinde dağ başında ya da intihar et­miş ipte buluruz. Nedir intihara götüren onları? Allah akla ve bütün amir­lere, Dâvûd aleyhisselâm'a ve ondan sonraki tüm hükümdarlara şu emri vermektedir:

“Ey Dâvûd Biz seni yer yüzünün halîfesi kıldık. O halde sen de (Allah Teâlâ’nın tayin buyurmuş olduğu hüküm ve) hakla insanlar arasın­da hüküm et. Sakın hal Nefsin hevasına uyma...” [Sâd 26] Bu ayetin hükmü ve emri tüm amirleredir. Ve bu ayette iki büyük fayda vardır:

a-Allah Teâlâ'nın beyan etmiş olduğu kanunla hükmetmek, yani iyi­lik yapanı mükafatlandırmak, kötülük yapanı da susturmak, zalimlere ce­za vermekten ibaret adalet faydasıdır. Adaletle yer gök devam etmekte­dir.

b-Hiçbir sûrette nefsin hevâsına uymamak faydasıdır. Eğer bir amire nefsin hevâsı hâkim olursa, amirin memleketinde nefs hâkimdir demek­tir. Binaenaleyh Allah Celle Celâluh'un tayin etmiş olduğu hükümden başkasıyla hükmeden amir, inkara binaen -yani Allah'ın hükmünü kifa­yetsiz görüp- nefsin hevâsıyla hükmederse kafirdir. Akıl da öyledir. Yok Allah'ın hükmünü kifayetsiz görmez ve görmediği halde Allah'ın hükmü­nü icra etmezse amir, fâsık ve zalimdir. Milleti hükmüne razı değilse böy­ledir; razı ise milleti de onun gibidir. Şimdi biraz evvel nakletmiş olduğu­muz “İnsanlar meliklerinin dîni üzerindedirler.” mealindeki hadîs-i şerîfin manası anlaşılmıştır.

Akl-ı müstakim de beden şehrinde bir padişahtır. Allah Teâlâ'nın tayin etmiş olduğu hak ve adaletle hükmeder, hevâ-i nefsine uymazsa mutlak huzura sahib olur. Hâkim ve vali gibi zulmetmekle de Allah Teâlâ'nın gölgesinden yani emir ve itaatinden çıkarsa huzuru kaybediverir ve birçok belalara dûçar olur. İnsanların bir kısmı amir ve işveren, diğer bir kısmı memur ve işçi mutî' olduğu gibi, beden şehrinde de azalar ve duyular bir kısmı amir, diğer kısmı da memurdurlar. Her iki gruptan bazısı diğerine denk yahud daha üstün veyahud daha aşağıda olduğu gibi, Allah Teâlâ nefsin memurlarını da öylece yaratmıştır. Allah, aklı nef­sin emri altında çalışmaktan korusun. Demek eşitlik yoktur. Bazı insanlar memur, bazıları da amirdirler; kimi fakir kimisi zengindirler. Her nerede olursa olsun Allah'a itaat etmeye mecburdur insan. Nitekim “Kimi derece derece diğer kiminden üstün kıldık ki, bir kısmı diğer bir kısmını iş adamı etsin.” [Ez-Zuhrûf 32] mealindeki ayet-i kerîmede bu mana tasrih olunmaktadır.

Bazısı amir ve iş verici, bazısı memur ve işçi olmak sûretiyle kaynaşmak ve birleşmek meydana geldiği gibi nefs-i nâtıkanın da beden şehrindeki misali öyledir. Her zayıfın her kuvvetlinin emri altına girmesi ve emrine itaat etmesi gerekir, fakat hıyanetsiz. Her amir yahud işverenin de Allah Teâlâ'nın vermiş olduğu ölçüyle hareket etmesi gerekir. Yani her hakkı hak sahibine vermekle zulmü terk etmesi lazımdır. Mesela şehvet kuvvetinin ve gazab kuvvetinin aklî kuvvete tes­lim olmaları şarttır. Aklî kuvvetin de her hal ve kârda İslam dîninin huku­kundan faydalanması ve onun nuruyla nurlanması mecburidir. Böylece olursa beden şehrinde sıhhat ve adalet tezahür eder; zülüm, cefa, keder ve huzursuzluk ortadan kayboluverir. Ferdlerin göğüslerinde bu hal dai­mi olursa, her ferdin kalbi diğerine meyleder; kalbler birleşirler; haliyle toplum yekpâre haline gelir, nefret yerini sevgi işgal eder; sevgi de yar­dımlaşmayı, dayanışmayı, tanışmayı meydana getirir ve akıl topluma hâ­kim olur, iyilik yapanlar çoğalır.

Ashâb-ı kiram tek tek nefslerini ıslah ederek kalblerini birleştirdiler. Az bir toplum olmalarına rağmen kalblerindeki sevgi sayesinde tüm dünyaya hâkim oldular. Şahidleri şu ayet-i kerîmedir:

*“(Dünyada aklı selîme İtaat ettikleri için ahirette) Biz onların göğüslerin­deki kini söküp attık. (Ahirette de öylece yapacağız. Onlar) Kardeşler ha­linde karşı karşıya tahtları üzerindedirler.” [El-Hicr 47] buyrulmuştur. Demek takva üzerinde kalbleri birleşenlerin hali böyledir; Allah Teâlâ kalblerindeki nefreti söküp atıverir. Beldelerde yukarıda beyan olunan hayrlı ve ehli takva olduğu gibi, diğer taraftan da şehirlerde yaramazlık yapan fitne ve fesad ehlinden de meydan boş kalmaz. Gerek insî ve ge­rekse cinnî şeytanlar takva sahihlerine saldırdığı gibi beden şehrinde de nefsin behime kuvvetinin hevâsı, hırs, hased ve sair istekleri, akıl ve mefkeret kuvvetini bozarlar, fitneye düşürürler. Âdetullah böyle olagel­miştir; her şeyi zıddıyla yaratmıştır, nefs ve ruhu da birbirine zıd olarak yaratmıştır.

*“Böylece Biz her peygambere de (Sana olduğu gibi) insan ve cin şeytanlarını böylece düşman yarattık. Onlardan kimi kimine bir­takım yaldızlı, aldatıcı telkinde bulunurlar...” [El-En'âm 112]

*“Böylece her şehir ve kasabada oraların âsilerini, günahkârlarını, o yerlerde hilekârlık yapsınlar diye büyük (tanınmış) adamlar ya­rattık ki fitneyi çıkarsınlar...” [El-En’âm 123] mealindeki ayet-i kerîme­lerde beyan olduğu üzere her şehirde fitne çıkarıcı âsiler vardır. Onun gibi insan şehrinde de gizli nefsin gizli hileleri vardır. Elbette aklı selîme düşecek büyük vazife Allah'ın emrlerini bilmek ve tatbik etmektir. Zira şeytanlar asabî damarların kötü hislerini tahrik etmek için nefsle irti­batlıdırlar; böylece yoldan çıkarmaya çalışırlar. Nitekim melek de aklı selîmle irtibat kurar, o da hayrlı asabî damarları hayra tahrik eder. En akıllı insan odur ki Allah'ın indirmiş olduğu hükümle hükmeder ve nefsin hevâsından sakınır.

*“Allah Telâ'nın indirdiği (hüküm) ile aralarında hükmet. (Habîbim şerli­lerin) Heva ve heveslerine uyma, Seni de fitneye düşüreceklerin­den korun.” [El-Mâide 49] mealindeki ayet-i kerîmedeki hüküm yalnız Pey­gambere mahsus değildir. Bu emr her akla ve akıl sahibine, her valiye, her ferde şâmildir. Demek tüm şerlilerin şerrinden korunmak farzdır. İşte cihad budur. Zavallı zayıf bazı mü'minler, cihadı yalnız kılıç sallamaktan ibaret biliyorlar. Halbuki en büyük cihad, nefsin hevâsından sakınmaktır; onun beden şehrinde ve umum şehirlerde hükümran olmasına engel olmaktır,*“(Habîbim) Heva ve hevesini kendine tapınak olarak tutanı görüp bildin mi?..” [El-Câsiye 23] mealindeki ayet-i kerîmeyi Peygamberimiz okuduktan sonra: “Gerçekte Allah Teâlâ yer yüzünde ona tapınılacak hevâ-( nefsten daha fazla gazaba uğra­mış bir tapınağı yaratmamıştır.” buyurmuştur, insî ve cinnî şeytanlar birisinin kalbini istila ettikleri zaman, kalbi istila edilmiş kimse derhal gaf­lete düşüp Allah Teâlâ'nın zikrini unuttuğu gibi, hevâ-i nefs de aklı selîmin beden şehrini istila ederse, ona Allah Teâlâ'nın hükmünü, ahiret âlemini unutturur.

Bir valiye düşmanların tecavüzü anlarında müsâlemet, sulh ve barışı temin etmek vacib olduğu gibi, aklı selîmin de kötü arzuların hakkından gelemediği zaman barışı temin etmesi vacibdir, farzdır. İşte cihadın başlangıcı bu noktadandır. Müsâlemet ve sulh za­manlarında meyil ve muhabbet etmekten sakınmak gerekir. Valinin hıyanet edenlere karşı ahdini bozması ve zalimlerin kafalarını ezmesi vacib olduğu gibi aklı selîmin de nefs baş kaldırdığı zaman sulhu boz­ması ve nefsinin arzularını kesmesi farzdır. Böyle zamanlarda padişah­ların müsamaha göstermeleri layık olmadığı gibi, nefs şiddetli olarak hırsı, hasedi, tûl-i emeli ve sair fena huyları arzuladığı takdirde kuvvetini kesmesi ve onu susturması farzdır, şarttır, yani iman şartıdır. Netice-i meram aklı selîmin on dokuz düstûru vardır. Her bir düsturu ile nefsin on dokuz arzusunu keser. Tamamen muvaffak olursa bir milyonu geçkin asabî damarlar müdrike kuvvetinin emri altına girer. Onun için özellikle bu iki kuvveti beyan edelim. Tevfîk Allah'tandır.

İsmail Çetin - Mufassal Medeni Ahlak,dilara yay.,syf.140-157

Önceki yazı için bkn:http://ilimcephesi.com/insanin-hakikatini-bilmekte-6-fayda-vardir/
Devamını Oku »

Evrimcilik Kuramı

evrimcilik kuramı

Batı düşüncesi,rönesanstan başlayarak 17.yüzyıldan bu yana da gittikçe yoğunluğunu ve hızını arttırarak insanı 'tanrısal'olandan uzaklaştırmanın savaşını  vermektedir. Bu bütünden herhangi bir alanı ve mesela etkilerini şu veya bu şekilde günümüzde de sürdüren evrimcilik kuramını alalım. Bu kuramın temelde neyi amaçladığının bilincinde olmayan birisi için, belli bir ayrıntıda söylenen doğrular,o kimseye o kuramın bütününün doğru şeyler söylediğine dair bir vehim verir. Duran bir saatin de günde iki defa doğruyu gösterdiği gibi, bu kuramın içinde de doğruyu işaret eden iki husus varsa, o kuramın neyi amaçladığı konusunda bilinç sahibi olmayan kimse o iki doğru hususu, kuramın bütününe teşmil edebilir.

Oysa bu kuramın nihai amacının kutsal kitaplarda söylenenleri, özellikle yaratılış üzerine söylenenleri yalan çıkartma çabasında olduğunun bilincinde olan biri için, bu amacı destekleme sadedinde ileri sürülen delillerin önemi yoktur. Tersine: duran saatin günde iki kere doğruyu göstermesi kabilinden olan deliller de, kuram sahibinin amacı doğrultusunda değil, fakat o bilinç sahibinin amacı doğrultusunda işe yarar hale getirilebilir. Böyle birisi için Darwinle Freud, Freudla Marx ve benzerleri, görünüşte birbirinden ne kadar farklı şeyler söylerse söylesinler, aynı düzlemde ele alınıp değerlendirilirler. Çünkü bunların tümü aynı amaca ulaşmak için farklı yollan deneyen kişiler olarak mütalâa edilirler.

Bilinç sahibi kimse, söylenenlerin ayrıntısına değil, fakat söylenenlerin müntehasına bakar. Abdülhakim Arvasinin özlü biçimde ifade ettiği gibi, bir ilmin butlanı onun müntehasın-da (en uç noktasında) anlaşılır.

Bu yüzden, bilmeyle bilinçli olmayı farklı tutuyoruz. İçinde yaşadığımız dünyada bildiklerimizin bilincinde olabilseydik, nasıl bir dünyada yaşayıp nereye gittiğimizi ve oraya giderken kime hizmet ettiğimizi açık seçik kavrardık.

Rasim Özdenören,Yumurtayı Hangi Ucundan Kırmalı
Devamını Oku »