Asrın Hastalığı ''Mealcilik'' Üzerine

İlimsiz mealden hüküm çıkartma hastalığı

Muaviye radıyallahu anhtan gelen, Rasulullah sallallahu aleyhi vesellemin buyurduğu:

“Allah kimin hakkında hayrı murad ederse, onu dinde fakih (helal ve haramı birbirinden ayırt edici) kılar. Her halde ben ancak ilmi taksim ediciyim. Allah Teâlâ ise vericidir. Ümmetimden bir taife, Allah'ın emriyle dimdik ayakta devam edecektir. Onları terk edenler ve onlara muhalif olan kimseler onlara zarar vermezler. Allah Teâlâ'nın emri; kıyamet gelinceye kadar, onlar bunun üzerindedirler.”(1)

“Allah kimin hakkında hayrı murad ederse, onu dinde fakih;helal ve haramı birbirinden ayırt edici kılar.” cümlesi, fıkıh bilginleri için kâfi bir müjdedir. Aynı zamanda fıkıh yani helal ve haramı birbirinden ayırt etme bilgisinin de üstün nimet olduğunu ifade etmektedir. Ancak nimetin yüceliğine mebni (ötürü), âfâtı da (zararları da) vardır. Bunun en büyük âfâtı (zararı), Kur'ân-ı Hakîm'i indî (şahsi) görüşlerle mana etmektir. Hâlbuki indî (ilimsiz şahsi) görüşlerle Kur'an-ı Hakîm'i mana etmek, bazen küfür olur, bazen da küfre yakın haram olur. Binaenaleyh mücerred (tek başına) mealden hüküm çıkarmak, yorum yapmak, ilmî büyük afattır (ziyandır) ve haramdır.

Nitekim Ebû Dâvûd, Tirmizî ve Neseî'nin de tahric ettikleri, Cündüb radıyallâhu anh'tan gelen bir hadîs-i şerîfte Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

“Kim, Kur'an'da görüşüyle söylerse ve bunun üzerinde isabetli olsa dahi, hakikaten o hata etmiştir.” (2)

Buradaki hatadan iki mana murad olunmaktadır. Birincisi, isabetsiz mana etmektir; bu küfürdür. İkincisi, isabetli olarak mana etmektir; bu ise büyük masiyettir (isyandır, günahtır), haramdır. Her halükârda Hadîs-i Şerif, şahsın, Kur'an'ın lafzından görüşüyle hüküm çıkarmasını yasaklamıştır.

Bundan anlaşıldı ki, bizim zamanımızda, özellikle Türkiye'de, ulemanın görüşüne, tefsirlere müracaat etmeksizin mücerred (tek başına) meal okunması (neticesinde hüküm çıkartmaya çalışılması) ya küfürdür ya büyük bir ma'siyettir. Hele hele bunun üzerinde bir de münakaşalar olursa; mesela, “Şu ayet bunu demek ister... Bu ayet bunu demek ister...” gibi çekişmeye sirayet ederse, küfür olur.

Nitekim Hâkim, Ebû Dâvûd ve İmam Ahmed'in tahric ettikleri Ebu Hureyre radıyallâhu anhtan gelen bir hadîs-i şerîfte Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur:

“Kur'an'da cedel (Tartışma, çekişme, münakaşa etme) küfürdür.”

“Kur'an'da cedel (Tartışma, çekişme, münakaşa etme) küfürdür.”(3)

Hastalıktan kurtulmanın çareleri

Mutlaka, Müslümanların böyle büyük hatalardan sakınmaları farzdır. Farzı terk etmek haramdır. Öyleyse bu haramı işlemekten kurtuluşun iki çaresi vardır:

Birincisi; Üstat Bedîuzzaman'ın kendi eserlerinde tatbik ettiği gibi, ayetleri okuyarak mealini söylemeksizin, hükümlerini müctehidlerden ve muteber eserlerden nakletmektir.

İkincisi; mealde fikir ve düşünceyi yürütmeksizin tefsirden, mesela “Elmalı yahud Vehbi Efendi yahud Ömer Nasûhî, şöyle şöyle yazmışlardır” diye nakletmektir. Bu nakilde dahi titiz bulunmak farzdır. Aksi takdirde hatadan korunulmaz. Şu halde Kur'an ve Hadîs-i şerifleri, anlayışımızla değil, müctehidlerimizin, bid'atten sakınan ulemâmızın anlayışıyla anlamalıyız. Bu bir düsturdur.

Nitekim Dâre-kutnî'nin tahric ettiği, Ebî Sa'lebe'den gelen bir Hadis-i Şerifte Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur:

“Gerçekte Allah Teâlâ birçok farzları farz kılmıştır. Onu zayi etmeyin. Gerçekte masiyetten (isyan ve başkaldırmaktan) birçok haramları yasaklamıştır; ona yanaşmayın. Birçok hududları; sınırları beyan etmiştir; onu geçmeyin. Unutmaksızın birçok şeyleri bırakmıştır; onu araştırmayın.”(4)

“Gerçekte ma'siyetten birçok haramları yasaklamıştır; ona yanaşmayın.” Şirki, zinayı, riyayı, ribâyı, içkiyi, kumarı açık delillerle yasaklamıştır. Onun her bir yasağı birer sınırdır, işte bu sınırı geçmek, farzları zayi etmek gibi yasak ve haramdır. Bazı serseri insanlar, mealde haram lafzını bulsalar, “Bu haramdır” der, fakat haram lafzını bulmazlarsa, yorum yaparlar. Bu küfre götürür. Nehyi; kesin olarak yasağı beyan eden “Zinaya yanaşmayın.” (EI-İsrâ; 32) gibi emirler, yasağı beyan ettiği gibi, haramı ifade eder. Artık nehyin (yasaklananın), haramı mı, kerahati (Harama yakın sayılan fiil veya şeyi) mi, hilâf-ı evlâyı (daha uygun olana aykırı olanı) mı ifade ettiğini bilemediğimiz için, müctehidin hadislere müracaat ettiği gibi, biz de müctehidlerimize müracaat ederek, şu ayetin ne ifade ettiğini öğrenmeliyiz. Aksi takdirde, Allah Teâlâ korusun, bilemediği yerde şahıs küfre girebilir. Bunun için Kur'an ve hadisleri, anlayışımızla değil, müctehidlerin anlayışıyla anlamak farzdır. Onda görüş beyan etmek haramdır, diye hükmedilmektedir.

Âlimlere uyma zorunluluğu

“Unutmaksızın birçok şeyleri bırakmıştır; onu araştırmayın.” Allah Teâlâ her bir kuluna ayrı ayrı sıfatlarla tecellî eder; bilgiyi ihsan eder. Bazı insanları, fıkıh ilminin bilgini olarak yaratmıştır; üç asırda yaşayan büyük müctehidler ve mezheb imamları gibi. Binaenaleyh bu Hadis-i Şerifte, bizim ayet ve Hadisi araştırmamız yasaklanmıştır. Gücümüz yettiği nisbette hükümleri onların sözlerinden anlamaya çalışmalıdır.

İşte en büyük afat, ayet ve hadis meallerinde, bu işte yetkili olanlara müracaat etmeksizin yorum yapmaktır. Bu yorum isabetli olsa dahi yine hatadır, masiyettir, haramdır. Ayette bu olduğu gibi, hadiste de aynıdır. Mesela namazın farziyetini ayet ve hadisten öğrenip inandığımız gibi, müctehidlerden de namaz kılmasını, rükünlerini, şartlarını, vaciblerini, mekruhlarını, müfsidlerini öğrenmeliyiz. Demek, “Fukahanın (Fıkıh alimlerinin) görüşleri, beşerî sistemdir.” diyen, ondan sakındığı kuyuya düşmüştür; habersiz...

Hadis uyduran yalancılar

Bazı serseri insanlar, “Peygamber'in aleyhinde söz uydurma haramdır; lehinde haram değildir” derler. Bu şeytan tuzağıdır. İnandırmak için fikrini ayet ve hadise dayandıran, küfre girer. Artık kıldığı namaz, yaptığı ibadetler boşa gider.

Nitekim Müslim ve Tahâvî'nin de tahric ettikleri Semure bin Cündüb ve Muğîre bin Şu'be'den gelen bir hadîs-i şerîfte Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

“Kim hakikaten yalan bildiği halde Benden bir söz söylerse, gerçekte o, yalancıların biridir.”(5)

Yalancıya lanet gelir. Yani Allah Teâlâ'nın gazabına müstahak olur. Binaenaleyh dinin aleyhinde ve lehinde Peygamber'e söz uyduran, gazab-ı İlâhiye'ye müstahak olmuş demektir. Bu takdirde, şu hüküm Hadis midir, değil midir diye aklında tereddüd eden kimse dahi, sözünü ayete yahud Hadise isnad edemez. Ettiyse lanete müstahak olup haram işlemiştir. Küfre girmesi de muhtemeldir. Çünkü yalandan Allah Teâlâ ve O'nun Resulüne isnad, en büyük iftiradır, binaenaleyh en büyük günahtır, haramdır.

Aman dikkat! Tehlike büyük…

“...Bilgisizce insanları saptırmak için Allah'a karşı yalan uydurandan kim daha zalimdir! Şüphesiz Allah o zalimler topluluğunu doğru yola iletmez.”(En'âm; 144) mealindeki ayette beyan edildiği üzere, Allah Teâlâ'nın hükmünü bilmeksizin, “Allah'ın hükmüdür” diye söz uydurmak en büyük zulümdür. Yani yalan söz, doğrusu iftira, akıbette dalâlet olduğundan, kim söyleyeceği hükmün Kur'an'da olduğunu bilmeksizin sözünü ayete isnad ederse, en zalim olmuştur. Yani saptırmak için söz uydurma da zulüm olduğu halde, ayette bu kastedilmemiştir.

Mesela gayrı müslim bir kimsenin, inkâr, alay yahud istihfaf yoluyla Müslümanları saptırması kastedilmemiştir. Bilakis, ‘Müslümanım’ deyip de sözünü, Allah Teâlâ'nın hükmüne isnad eden kastedilmiştir. Yahudilerin hahamlarının ve Hıristiyanların papazlarının, indî meselelerini, “Allah Teâlâ'nın hükmüdür” diye saptırmaları gibi. Binaenaleyh Kur'an'da hükmün olduğunu kesin bir bilgiyle bilmeyenin, hükmü Kur'ân'a isnad etmesi, en büyük iftira ve en büyük zulümdür. Bu itibarla “Kur'an'da cedel (Tartışma, çekişme, münakaşa etme) küfürdür.” mealindeki hadisten de bu mana anlaşılmaktadır.

Böyleleri Kur'an'ın müteşabih ayetlerini ele alırlar. Kur'ân'ın müteşabih ayetlerini hevâ ve heveslerine göre mana ederler. Sonra yalancı olmadıklarını ispatlamak için sözlerini ayete dayandırarak, “Allah şöyle buyurdu... Allah böyle buyurdu...” derler.

Asrımızda bu tehlike umumlaşmıştır (genele yayılmıştır). Mesela Arabî nazm-ı şerîfini bilmeyen birçok insanlar, sadece meal ellerine alarak ayet ve hadislerle fikirlerini bildirirler. Arabî bilenler dahi, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaatin o güzel itikadlarını bertaraf etmek için, müşrikler hakkında nazil olmuş ayetleri veya hadisleri, müslümanlar hakkındaymış gibi izah ederler.

İşte bu ilmen ve itikâden haramdır ve en büyük zulümdür. Çünkü ayetlerde muhkem, müteşabih, umumu ifade eden, hususu ifade eden, mücmel, müfesser birçok lafızlar vardır; usul ilminde çok aşina ve ashab, tabiîn ve tebei tabiînin tefsirlerine vâkıf olandan başkası onu çıkaramaz. Sadece mealiyle ortaya çıkmak isteyenler, Kur'an ve hadîsi, galiba normal bir beşer sözü gibi zannederler. Bu ise küfürdür.

Bi’dat ehlinin dinlemenin, birlikte olmanın zararları

İlmî ve itikâdî haramlardan birisi de, hevâ ve heveslerine uyan ehli bidatle beraber olmaktır. Müslüman, mutlaka Allah Teâlâ'yı sevdiği, Resulüne ittibâ (tabii ve itaat) ettiği için, Allah Teâlâ'yı inkâr edenleri ve O'nun Resulüne ittibâ' etmeyenleri terk etmeye mecburdur. Binaenaleyh hayata nazaran insanlar üç kısımdır:

1. Bilgisizliğe, cehalete kanaat ederek şer'î ilimleri terk edenlerdir. Birçok hristiyanlar bu yolda zihab ettiler. Kur'ân-ı Hakîm'de bunlar (dallin) diye beyan buyrulmuştur.

2. Bildikleri halde, bilgileriyle amel etmeyenlerdir. Yahudilerin hepsi bu yolda zihab ettiler. Bildikleri halde bilgileriyle amel etmediler.

3. Sırât-ı müstakîm üzerinde müslüman olanlardır. Bunlar, bilerek inanarak amel edenlerdir. Binaenaleyh bilgisiz amel eden, hristiyanların; amelsiz bilgiyi çoğaltan, yahudilerin yoluna gitmiştir.

Bid'atçileri dinlemek haramdır.

İşte ilmî ve itikâdî hatalardan birisi de, bid'atçilerin kitaplarını okumak, sözlerini dinlemek, onlarla hemdem (birlikte) olmaktır. Müslüman hakkında bundan daha zararlı hiçbir şey olmaz.

Ne fayda ki bu asırda, takva sahibi ulemâ, devamlı bir surette tenkid edilmekte, vazifelerini yapmazlar diye şikâyet edilmekte ve onları avam tabakasının gözlerinden düşürmeye gayretler harcanmaktadır.

Bu ilim değil, halkı dinden uzaklaştırmaktır. Bu telkinler, yine İslam düşmanları tarafından Müslümanların kulağına sokulmuş, akıllarını şaşırtmış hile ve tezvirlerdir. Hiçbir yer yoktur ki, Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem o yerde ümmetine bir mesaj vermemiş ve onları hak ve gerçeğe irşad etmemiş olsun. Elbette bu hususta da ümmetine yol göstermek için mesajlar vermiştir.

Nitekim Müslim ve Buhârî'nin de tahric ettikleri Abdullah bin Amr bin As'tan gelen bir Hadis-i Şerifte Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur:

“Gerçekte Allah ilmi kullarından çekip alıvermez. Amma velakin, ulemâyı kabzeder. Onlarla birlikte ilmi de kaldırır. Nihayet bir âlimi bırakmayacağı zamanda, insanlar cahil reisleri tutarlar; onlara sorulur; insanlara ilimsiz fetva verirler. Bu suretle hem saparlar hem saptırırlar.”(6)

Hadîs-i şerîf mu'cize olarak kıyametin küçük alâmetlerinden bahis buyurmaktadır. Bu hadîsi şerheden ulemâdan birçoğu, zamanlarından şikâyet etmişlerdir.

Eğer onlar bizim zamanımızı görselerdi, ne diyeceklerdi?!. “Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billah.”

Fuhuşlar açıkta yapılmaktadır. İçkiler serbest satılmakta... Hâsılı kebâirler alenen işlenmektedir.

Havas uykuda... Avam komada... Artık her bir insan kendi görüşüyle, hevâ ve hevesiyle meydan okumaktadır.

Kendi hesaplarına geleni alırlar. Şeriatten bir hüküm işittikleri zaman, kafalarında çizilmiş olan plana uygun ise kabul ederler; değilse ya tevil ederler, ya reddederler. Bunların hepsi haramdır, zulümdür. Artık Allah Teâlâ için sevgi, Allah Teâlâ için buğzetmek, mü'minler içerisinde ve cemaatler arasında yok olmaktadır. Bu da ayrı zulümdür.

KAYNAK:

1) Müslim h.n.1037 = 98, Buhârî h.n.71, imam Tahâvî Şerh-u Müşkil-il-Âsâr c.4 s.387, h.n.1683.
2) Sünen-i Ebî Dâvûd h.n.3652 yahud 3635, Sünen-i Tirmizî h.n.2952, Neseî, es-Sünen-ül-Kübrâ c.5 s.31 h.n.8086, Tabarânî el-Mu'cem-ul-Kebîr c.2 s.163 h,n.1672, imam Beğavî Mesâbîh-us-Sünne h.n.177.
3) Müsned-i İmam Ahmed c.2 s.300 h.n.7971 ve s.424 h.n.9457, Sünen-i Ebî Dâvûd, h.n.4603 yahud 4579, Hâkim el-Müstedrek c.2 s.223 h.n.2882.
4) Sünen-i Dârakutnî c.4 s.184, Sünen-i Beyhakî c.10 s.12 Hâkim el-Müstedrek c.4. s.115 h.n.7114, Ebû Nuaym Hilyet-ul-Evliyâ' c.9 s.17.
5) Müslim Mukaddime c.1 s.9, el-ihsân fîTakrîb-i Sahîh-i ibni Hibbân c.1 s.213 h.n.29, İmam Tahâvî Şerh-u Müşkil-il-Âsâr c.1 s.373 h.n.421.
6) Müslim h.n.2673 = 13, Buhârî h.n.100 = 42, el-ihsân fî Takrîb-i Sahîh-i ibni Hibbân c.10 s.432 h.n,4571, imam Tahâvî Şerh-u Müşkil-il-Âsâr c.1 s.283 h.n.306

İsmail Çetin Hocaefendi
Bu Yazı gülistandergisi.com'dan alıntılanmışıtır...

Devamını Oku »

Bir Hadis ve Şerhi



“Şübhesiz Allah Teâlâ ben-i Âdem’i, İçinde (sinir sistemi içinde duygu olarak) zinadan bir pay olduğu halde yaratmıştır. Âdem oğlu ona ulaşacaktır, bunda şübhe bile yoktur. Şu halde gözün zinası bakmak, dilin zinası konuşmaktırn. Nefs de temenni ediyor ve şiddetle arzuluyor; haya yeri de bunu (duyuların arzusunu) bazan tas­dik eder, bazan da yalanlar.” mealindeki hadîs-i şerîfin sonuna kadar birkaç mesele vardır:

a-“Şübhesiz Allah Teâlâ ben-i Âdem'i, içinde zinadan bir pay olduğu halde yaratmıştır, yazmıştır.” Yani kulun zina edebilecek du­yuları ve yapabilme kuvveti yaratılmıştır. Bu duyularla kul meyleder, işti­yakla arzular ve sever. Hislerine hâkim olmadığı takdirde, yani birinci dereceden beşinci dereceye varıncaya kadar istiğfar, zikir veyahud baş­ka birşeyle engellemese

b-“Ona ulaşacaktır, bunda şübhe bile yoktur.” Yani imkanları kullanmaz ise şübhesiz işleyecektir. Çünkü menfî, müsbet olarak kalbe gelen istek ve arzunun iştiyak tarafı iradeyi tahrik etmiştir. Tahrik ettikten sonra şübhesiz kul yapmamaya kabiliyetli olsa bile yapmaya çalışacak­tır, diye Kâdı Beydâvî mana etmiştir. Öyle ise azim derecesinde, yap­masa bile sorumluluk vardır. Ancak bu sorumluluk istiğfarla afuv olunur, cezayı kabul etmez.Ibnu Rıslan diyor ki: “İnsan fiilini terk edebilmek imkanına sahib olduğu için, yapması halinde ya kınanır ya cezalandırılır ya da mükafatlandırılır.”

Binaenaleyh Rasyonalistlere yahud Cebriyye ve Kaderiyye mezheblerine hadîs-i şerîfte bir delil yoktur. Çünkü "kulun aleyhinde yazmıştır” demek, "kuluna yaptırmıştır" demek değildir. Şöyleki, "yazmıştır"ın manası: tesbit etmiştir, demektir.

Doğrusu, Allah Teâlâ mukadderâtı yani olacak olayların plânını, olduğu üzere ilminde tesbit etmiştir. Binaenaleyh “Ona ulaşacaktır, bunda şübhe bile yoktur.” mealindeki cümlenin manası: “Kul terk edebilme imkanına sahib ise bile, yapabilme kabiliyet ve gücü iradeyi tahrik edince, azmi ile "ona" yani kasdettiği fiile ulaşacaktır.” demektir. Nitekim ifade ettiğimiz mana, hadîsin şu son kısmından tamamen anlaşılmaktadır: “Şu halde gözün zinası bakmak, dilin zinası konuşmaktır. Nefs de temenni ediyor ve şiddetle arzuluyor; hayâ yeri de bunu (duyuların arzusunu) bazan tas­dik eder, bazan da yalanlar.”

İmam Gazâlî de şöyle buyurur:Duyularla aza ve kalbin aralarında hayret verici irtibatlar vardır. Mesela kalbe arzu gelmekle göz veya diğer azalar fiile geçmek üzere hazırlanırlar. Aksi de öyledir. Nitekim gözün bakması anında kalb temenni eder, nefs de şiddetle arzular. Artık aklın sultanı hangi tarafı engellerse öbürü de susar ve vazgeçer. Malum olduğu üzere, göz, dil ve hayâ yeri zinanın masdarı oldukları İçin zina onlara isnad edilmiştir. Bununla beraber çoğu zaman bunlar hepsi zinayı azimlerler. “Fakat hayâ yeri onlara itaat etmez, yani onları yalanlar." mealindeki cümle şunu ifade eder: iç latifeler, doğrusu ruhun aletleri çalışırlarsa bu gibi günahları kula işletmezler, aksi takdirde kul iradesine hâkim olamaz.

İmam Kurtubî diyor ki: «Yukarıdaki hadîs-i şeriften şu manayı anlıyo­rum:

a-Allah Teâlâ'nın ilm-i ezeliyyesinde her şey tesbit edilmiştir. Her şeyi O yaratır. İster kulun iradesi ile yaratsın ve ister yalnız Kendi iradesi ile yaratsın.

b-Kulda bir cüz'i ihtiyârî var, şiddetli arzu ile ifade edilir, ona kisb denilir. Demek ki kul cüz'î iradesiyle fiilini yaratmadığı halde kisbeder.»

Nefs-i nâtıka veya emmâre, vehmiyye kuvvetiyle bedene hâkim olduğu müddetçe göz, el, kulak duyuları vicdanın yolunu şaşırttırırlar. Onun için de daima iki ruh çarpışır. Yani nefs kendisinde mevcud olan özellikleriyle şerri arzular; ruh da a'lâ-i illiyyînden olduğu münasebetiyle hayrı arzular. Allah Teâlâ da her iki arzunun fiile geçmesi halinde şerri veya hayrı yaratır. Demek her bir duyunun mukabilinde ayrıca o duyuyla yapılacak hayr ve şer de vardır. Allah Teâlâ duyuları yaratmış olduğu gibi dördüncü derecedeki hayrlı arzuya mükafat vermiş, şerli arzuyu da afuv etmiştir. Nitekim hadîs-i şerifte şöyle buyrulmuştur:

*“Muhakkak Allah Teâlâ (kulun her aza ve duyusunun arzusuna mukabil) iyilik ve fenalıkları yazmıştır. Sonra onu beyan etmiştir. Binaen aleyh her kim iyiliği şiddetle arzularsa (hemm derecesinde) ve işle­mezse, Nezdi'nde o kula kâmilen bir mükafatı yazar ve tesbit eder; şayet arzular ve işlerse, Nezdi'nde bire mukabil (en az) on, yedi yüz kat ve daha çok katlarla mükafatlandırır. Kul bir fenalığı şiddetle arzular, (azim derecesine gelince) terk ederse yine Allah Teâlâ Nez­di'nde ona bir basene yazar. Şayed İhtimam eder, o fenalığı İşler­se Allah Teâlâ mukabilinde sadece bir günah yazar."

Zemahşerî Keşşaf kitabında şöyle demiştir: Hayr mukabilinde Allah Teâlâ'nın birçok sevabı yazması, O'nun fazl-u keremidir; fenalıklara mu­kabil bir cezayı tesbit etmesi adaletidir. Demek insanda hem hayr, hem şer arzusu mevcuddur.

Yukarıdaki hadîs-i şerîften anlaşılıyor ki, Sigmund adlı feylesofun zannettiği gibi insan şehvetten ibaret değildir.

Bilakis bu noktaya fıtrî me­yil ve muhabbet diyeceğine şehvet demiştir. Halbuki şehvet yalnız celbedilecek şeylerde mevcuddur. Amma tam zıddı olan nefrette ise -ki bu da insanda mevcuddur- yalnız şehvetten ibaret değildir. Her bir duyu­nun içinde bir iyilik veya fenalık sıfatı vardır; bu meyil ile tabir edilir, şeh­vetle tabir edilmez. Bu meyille insan veya hayvan, hayatının idamesine sevk olunur. Ne fayda ki bu hissin tesbitinde Sigmund Freud, nefs-i nâtıkanın tek tarafını yani meyil tarafını görmüş, nefret tarafını görme­miştir, onun için hayrlı ve şerli arzuyu şehvetle tarif etmiştir.

Adı geçen feylesof bu noktada dört cihetle hataya düşmüştür: Hemm ve azim ara­sında fark görmemiştir; sevgi meylini, şehvet meylini veyahud da meylin terk edilmesini birbirinden tefrik etmemiştir. Burada şu kadar deriz ki, canlıların birbirine temâyülü şehvetten değildir; bazan muhabbetle ba­zan da nefretle tabir edilir. Her nasıl olursa olsun, yapmak veya yapma­mak arzusu dördüncü dereceden beşinciye varırsa mesuliyet vardır, İster kişi fiilinde muvaffak olsun ve ister olmasın. Ancak istiğfarla bu şer afuv olunur. Nefsler arasında cazibeler olduğu gibi, ruhlar arasında da temâyüller vardır; buna meyl-i küllî denilir. İzafe hasebiyle meyl-i küllî dört kısımdır:

a-Aslın ferini çekmesinden ibaret meyl-i küllî.

b-Fer'in aslına cezbolunmasından ibaret meyl-i cüz'î. Bu ikisine mi­sal, insanın suya, toprağa meyledip sevmesi gibi. İnsanlar arasında bu bazan merhamet, bazan da şefkatle ifade edilir. Babayla evladın arasın­daki sevgi gibi.

c-Lezzeti celbetmek, gayrından faydayı temin etmekle, diğer ifa­deyle menfaati kendi şahsına tahsis etmekle ifade edilen meyl-i küllî. İşte bu şehvetle tabir edilir ki, Sigmund Freud yalnız bunu görmüştür.

d-Küllî veya cüz'î de olsa ruhun diğer ruha meyletmesi. Buna aşk denilir. Aşkın tarifi aşkla ifade edilir. Mesela maşuk aşıkı öldürse bile, aşık bu öldürmeyi de kendine mükafat bilir. Nitekim pervane ateşte aşk­tan dolayı bir nuru müşahede eder, kendini yakmış olur; ateşin ızdırabını hissetmez. Ayaa! Bu şehvetle veya şehvet bununla nasıl ifade edilebilir?...

İsmail Çetin - Mufassal Medeni Ahlak,dilara yay.,syf.72-74
Devamını Oku »

Ahlakın Menşein Akıl Düsturunu Vicdan Görenlerin Reddiyesi



Felsefecilerin içerisinde en mükemmel görüşleri ortaya koyan Kant diyor ki: "Vazife veya vicdanî mesuliyet ahlaktır. Bunun menşei akıl, düs­turu emr ve vicdandır." Bu görüş, diğer felsefecilere nazaran birçok mes­leklerden üstündür. Lâkin Kant'ın ortaya koymuş olduğu "Ahlak, vicdanî mesuliyettir, menşei akıl, düsturu emrdir." tarifi birçok cihetlerden isabetli değildir. Kant'a göre bile akıl ve vicdanın hakîkaten ahlaka kâfi bir temel olması naklolunmuştur. Fakat Kant'ın, mücerred akıl ve vicdanı ahlakî kanunlara hâkim kılması doğru değildir. Çünkü eğer Kant yukarıdaki ta­rifiyle birlikte vahye teslim bir aklı ve vahye dayalı bir vicdanı kasdetmiş olsaydı, ahlakın temel ve menşei hakkındaki görüşleri isabetli olurdu.

Haydi biz de Spencer gibi, bir gayeye yönelmek ahlaktır dersek, şöyle itiraz olunabilir: Hiçbir gaye menfaatten hâlî olmadığına göre toplumun hayatı söz konusu olur. Binaenaleyh toplumun hayat ve refahı aleyhinde olduğu takdirde gayemi icra etmek istersem, diğer ifadeyle gayeme yönelirsem topluma zulmetmiş olurum; yönelmez isem ahlaksız olurum denilir.

Hissi insaniyyeyi ahlaka temel etsek bile yine Rousseau gibi bir felsefeci bize şöyle itiraz edebilir: İnsanın doğuştan itibaren fıtrî olan his­siyle hayrı ve şerri ayırt edeceğine kâni'yim, lâkin hissin, gayenin, emrin ahlaka menşei yahud sevk-i idare merkezi olmasına kâfi düstur olacağına kâni' değilim.

Zira insan nerede olursa olsun, çocukluğundan itibaren belli başlı terbiyelere tâbii tutuluyor. Mesela cehalet, nefsî arzu­lar, bâtıl zanlar, hatalı talimler, bozuk terbiyeler, fâsid kıyaslar, muhit, çevre ve telkinin tesirleri fıtrî olan hâlis vicdanın hislerini öldürür. Binae­naleyh böyle bir felakete mahkum vicdan, his aslâ ahlakın sevk-i idare­sini tayin edemez ve rehber de olamaz.

Rousseau'nun sözünü takdir etmekle birlikte ilaveten ahlakın men­şeini tayin edecek böyle bir vicdanı tesbit etmek için ayrıca saf bir vicda­na ihtiyaç vardır. Binaenaleyh ahlakî düsturların vicdanî kanunlarını, özellikle güzel ahlakların menşeini tayin edecek bir vicdanın da çevre, cehalet, nefsânî arzular, hayalî ve vehmî tuzaklardan tamamen kurtul­muş olması gerekir ki, artık ondan sonra ikinci bir vicdana ihtiyaç kal­masın. Bu takdirde ancak ve ancak Allah'ın seçmiş olduğu kulları olan peygamberlerin vicdanları kâfi olur.

Peygamberlerin vicdanı, çevre ve nefsin tesirinden kurtulması bakımından, özellikle vahiyle şereflenip saf­laştırılması hususunda ayrıca mucize ile teyid olunmaktan dolayı beşer hayatının saadetine hukûkî, itikadî, amelî ve ahlakî olarak kâfi bir düs­turdur. Binaenaleyh "Ahlakın menşei akıl, düsturu emirdir." sözündeki emri tahsis etmek gerekir. Yani Allah Teâlâ'dan gelen emre binaen olan vicdan mesuliyeti tayin eder, ahlaka düstur olur denilirse, Kant'ın tarifi tamamlanmış olabilir.

Her ne kadar zamanımızda peygamber yoksa da tarih, siyer âlimle­ri, vahyi müşahede edenler, mucizeleri görüp bize naklettiler. Şöyleki, yalanlamaya imkan yoktur. En başta Kur'ân-ı Kerîm'in her asırda muci­zesi tekrarlanmaktadır. Çünkü asır da ayrıca ayetleri tefsir eder. Binaen aleyh ahlakın tüm düsturlarını, vicdanın saflaştırılmasını umûmî bir emre yahud vahiyden mahrum olan hislere değil, ancak ve ancak ayet ve ha­dis temellerine dayandırmalıyız.

Kant, ahlak, vazife yahud vicdanen mesuliyet diye fikirlerini ortaya koymuştur. Avrupa felsefesini alt üst ederek yeni bir mezhebi ortaya koy­makla birçok hakîkatlere muvafakat etmişse de, ahlakın kanunî düstur­larına fikirleri aslâ kâfi gelmemektedir. Çünkü kendisi nübüvvet mesele­sini ele almamakla bir türlü kendi hisleriyle ahlakî kanunların düsturunu, menşe' ve sevk-i idare merkezini tayin edememiştir. Nitekim:

"Bütün maddeler ikiye ayrılır:

a-Tecrübe ile varlığı bilinen maddelerdir.

b-Akıl ve hisle varlığı tesbit olunan maddelerdir. Bu kısım ise mü- cerred hayalden ibaret bir şeydir." dediği halde, ahlak bahsinde hiss-i vicdâniyyeye büyük bir ehemmiyet vermiştir. Sanki kendisi böyle bir yo­lu takib etmekle, Epikorya medresesinin mensublarını ve Revâkıyye mezheblerini reddetmek istemiştir. Kant: "İnsanda hayr-ı a'lâ fazilettir; o fazileti bilfiil meydana çıkarmak ise vecibe ve vazifeden ibarettir." de­miştir. Bunu demekle Kant üç görüşü ortaya koyuyor:

1-İnsanda cüz'î irade vardır. Bu cüz'î iradenin adı hayr-ı a'lâ'dır. Onu fiile geçirmemiz vazifedir. Bunu demekle,

2-Akıl kuvvetiyle iradeyi fiile geçirmek arzu ve isteği, vazife ve vic­danın icab ettiği şeydir. Doğrusu, fiilin icra edilmesi aklî kuvvetin eseri­dir. Demek insanda idrakli ve iradeli bir akıl vardır.

3-Her akıl ve vicdan sahibi bir gayeye sahibdir. Yani insan kendisi bizzat şahsiyetini şunun bunun keyfiyle değil, ancak hem kendisinin hakkında hem de başkasının hakkında bir kanunu icra eder. Şahsiyetin emrettiği kanun ise yine akıl ve vicdanın emrettiği fiildir. İşte ahlak deni­len şey bilfiil emri yerine getirmekten ibarettir. Öyle ise sen başkasının hukukuna, şerefine riayet etmelisin, çünkü o da senin gibi bir insandır. Binaenaleyh senin ona riayet etmen bir menfaat için olmamalıdır. Çünkü insanın maddesinde bir kıymet, manevi bir değer vardır. Kant'ın hoşuma giden en isabetli görüşü budur.

Kant'a göre aklın iki türlü emri vardır; in­san hangisinin emrinden çıkarsa öbürünün dairesi altına girer; hangi dairenin emrlerini tatbik ederse, onun tatbik ettiği, fiili, ahlakı ve vazifesi­dir. Mesela "Sıhhat istersen perhiz tut." aklın şartlı olan emridir. Çünkü sıhhat bir gayedir. Bu emrin icabı olan perhiz sıhhate kavuşmanın gaye ve vesilesidir, demiştir. Çünkü Kant'a göre böylece tarif etmiş olduğu çalışmak, ahlakı icab etmeyen bir şeydir. Çünkü bundan feragat etmek mümkündür. Öyle ise şartlı olan emr ahlaka temel olamaz, çünkü aklın vermiş olduğu, şartlı ve maksadlı emrin tatbik edilmesi şart değildir. Hal­buki iş tam aksidir. Yani, şartlı emr de tatbik edilir.

Aklın ikinci emri, mutlak emrdir; vicdana bina edilir. Bu akıl vazifeyi tayin eder. İşte vazifenin adı ahlaktır. Yukarıda belirttiğimiz gibi bu aklın emri, gaye ve maksada dayalı değildir. İşte bu aklın, insan insan olduğu için ona hürmet etmek, haysiyet ve şerefini korumak gereklidir şeklinde­ki mutlak emridir. İşte vazifeyi tayin edecek emr bu emrdlr. işte vazifeyi tayin eden ahlakın temeli olan akıl budur; tüm kanunlar, vazifeler bu ak­la yönelir, demiştir. Halbuki, kayıdlı ve kayıdsız her ikisi de emrdir. Arada fark yoktur.

Bu kadar sözü uzatmamız, Kant'ın Epikorya, Revâkıyye meşreblerini redderek ortaya koymuş olduğu görüşünü beyan etmek içindir. Kant, İslam dîninden haberdar olsaydı elbette burada fikri çok isabetli olacaktı. "İnkâd-u Akl-il-Mahz" adlı eserinin ahlak bölümündeki fikrinin özeti şu­dur: "Kul cüz'î iradesiyle fiilini kisbeder. Aynı akıl ve vicdan iradenin neti­cesi olduğundan onu sorumlu kılar." der ve bu hususta çokça bocalar. Gerçek şu ki, kul cüz'î iradesiyle fiilini kisbeder, yaratmaz, Allah yaratır. Kant, bunun üzerinde çok durmakla beraber bir türlü yaratma sıfatını kisb sıfatından ayı ramam ıştır. Gerek kendisi ve gerek reddetmiş olduğu fikirler, on üç vecihle hataya düşmüşlerdir:

1 -Kant ve benzerlerinin "Akıl ve hisle varlığı bilinen maddelerin bir kısmı mücerred hayalden ibarettin" şeklindeki fikirleri cidden insanı inka­ra sevk edicidir. Çünkü melek, cin, insanın ruhu, aklı ve hissi bilinir, ha­yalî birşey değildir. Hayal sahasında bunları saymak büyük bir hatadır. Zira bunlar tecrübe ve hayalin, hatta maddenin ötesinde kalırlar.

2-Ahlakın menşeinin tayininde "Akl-ı amelî (yani his) kuvvetli bir menşe’dir." demekle hissi, amelî ahlak olarak göstermesinde büyük bir tenâkuz vardır. Yani aklı Cenâb-ı Vâcib-ul-Vücûd'un varlığına kâfi gör­mediği halde, Vâcib-ul-Vücûd'un hükmü olan ahlak hakkında kâfi görüp hükmü ona vermesi arasında tenâkuz vardır. Yani hâkimi tanımayan aklı, hâkimin hükmünün icad edilmesinde hükme menşe' kılması tenâ- kuzdur.

3-Kant insanda olan fıtrî imanı isbat ederek "Fıtrî iman Vâcib-ul-Vü­cûd'un varlığını isbat eder." demiştir. Demek kendisi Ulûhiyet-i Mutlakayı inkar etmiyor. Fakat ahlak ve vazifeyi tayin ederken aklını, Ulûhiyyet-i Mutlaka'nın hükmüne hâkim kılmaktadır. Yani diyor ki: "İlah vardır, lâkin vazife ve ahlakı tayin etmekte vicdan hâkimdir, akıl hâkimdir.” Ona göre, sümme hâşâ Allah hâkim değildir. Bu da kendisinden sonra gelenlerin mutlak inkarına sebebiyet vermiştir. Nitekim devamen şöyle der:

4-"Vîcdan şunun bunun keyfiyle değil, bilakis kendisi bizzat ahlakî vecibeleri ve vazifeleri tesbit ve tayin eder." Yani vicdan kanunu icad eder, vicdan kanuna mahkum olamaz demek istiyor. Kant'a göre hiçbir kanun kendisine hâkim değil, lâkin kendisinin ortaya koymuş olduğu vicdanın semeresi olan ahlakî kanunları, tüm insanlara hâkimdir. Onun bu sözü evvelden nakletmiş olduğumuz "İnsanın hakkına riayet etmeli­sin" demesine muhaliftir. Çünkü Kantın tayin ettiği hayr, başkasının vic­danına göre şer olabilir. Başkasının vicdanının hükmü olan şerri kaldır­ması, başkasının hakkına tecavüzdür. Kaldırmaz ise kendi vicdanına göre hükmetmemiş olur, vicdanı hükümsüz kalmış olur. Bu takdirde hü­kümsüz bir vicdanı ortaya koymuş oluyor.

5-Aklın hükmünde iki türlü emr vardır:

a-Şartlı ve kayıdlı emrdir.

b-Mutlak emrdir.

"Kayıdlı ve şartlı emrin yerine getirilmesi, mesela, sıhhat için perhiz tut, gibi emrleri yerine getirmek şart değildir. Çünkü insan fedakârlık ya­pabilir." der. Bu takdirde Kant bu maddeyle hayrın mükafatını kaldırıyor. Böylece dînî ve dünyevi gayeleri ortadan kaldırıyor. Mesela "Korunmak istersen doğruyu söyle" cümlesindeki "doğruyu söyle" emri şartlı emrdir. Şartlı emrin yerine getirilmesi şart değildir, çünkü vesiledir. Binaenaleyh doğruluktan feragat icab eder. Böyle bir feragat -yani yalan- akıl ve bütün vicdanlara muhaliftir. Hatta kendisine göre de cinayettir.

6-Mutlak emrin tatbiki yani "İnsanın insaniyetine riayet et." emrini yerine getirmek mecburidir. Fakat Kant'ın dediği gibi, bu mutlak emrin tatbiki çok yerlerde mümkün değildir. Mesela aynı mektebde, aynı pro­fesörde tahsil eden iki insanın hisleri, akılları ve aynı aklın mutlak emrleri bir değildir. Nasıl ki cereyandan enerji, buzdolabında dondurucu, fırında kızartıcıdır, öylece aklın mutlak emri de aynı mektebde okuyan bir tale­benin dimağında gazab ve cimrilik, diğerinde yumuşaklık ve cömertlik, öbüründe korkaklık veya cesareti emreder.

Bu takdirde aklın mutlak emri iki talebeyi tenâzu' kanununa sevk eder; intihab ve mutabakat kanun­larının icra edilmesine sebeb olur. Bu da nizâm-ı âleme muhaliftir. Öyle ise ahlakî düsturların hükmüne hâkim, Allah'ın bildirisidir; akıl değildir.

Kant'ın aklı hâkim kılmasından dolayı büyük bir çılgına yol açılmış, ondan sonraki Bochner, Hegel, Kari Marks gibi bir çok felsefeciler, Kant' ın saltanat-ı fikriyyesinden yükselip materyalist fikri bir çılgın olarak mey­dana getirmişlerdir. Bunların yapmış oldukları anarşi, meydana getirdik­leri tahakkümlerin yegane sebebi Kant'tır. Çünkü Kant, mutlak hükmü vicdana, akla havale eder. Herkesin aklı bir olmadığına göre tekâmüliy- ye mezhebinin ortaya koymuş olduğu tenâzu', intihab, mutabakat, virâ­set kanunlarının tatbikatları mecburi oluyor.

Demek istiyorum ki, Kant fel­sefede gerçekte büyük bir mesafeyi aşmıştır, Ulûhiyet-i Mutlaka'yı da ka­bul etmiştir, fakat nübüvvet meselesini ve Allah'ın hükmünün ahlakın te­meli hakkında kâfi olmasını ihmal etmiştir veya inkar etmiştir. İşte onun bu ihmalkârlığı veya inkarı materyalizmin temel taşı olmuştur ve sonraki felsefecilerin inkarına sebeb olmuştur.

7-Kant bütün maddeleri ikiye ayırıp birinci kısmı, tecrübe sahasına dahil etmek istediği maddeyi, hangi tecrübe yoluyla tesblt edebilmiştir ki, diğer kısmı da akıl ve hisle tesbit olunabilsin ve ona hayalî şekil isnad edilsin? Hayale girmeyen ve sığmayan maddeyi hangi kaideye binaen keyfiyetsiz, sûretsiz bir âleme yani ruhâniyete dahil ediyor? Şöyle bir so­ru sorulabilir: Madde var mıdır, yok mudur? Şübhesiz vardır, denilir. O halde şekil ve sûretsiz maddenin tasavvuru nasıl mümkündür. Hayale gelince, hayal bir maddenin şeklinin karikatürünü veya resmini çeker. Halbuki Kant'ın kasdetmiş olduğu ruhâniyette hayal yoktur.

Işte bu nok­tayı tesbit eden Bochner ve emsâli, maddeye hasr-ı nazar ettikleri için tamamen inkara gitmişlerdir. Görülüyor ki Kant'ın felsefesi tamamen ru­hâniyete dönüşmesi gerekir iken, aksine tamamen maddeye kalbolun- maktadır. Buna sebeb de yine Kant'ın maddeleri ikiye ayırıp, birine ha­yalî şekil vererek ruhâniyet meselesine sokmasıdır.

8-Kant'ın tesbit etmiş olduğu vicdan, fıtrî iman ve aklın tahlil edici ol­ması hakkında biz de müttefikiz, bunlar vardır. Ancak aklı, vicdanı, hayra ve şerre miyar kılması doğru değildir, yani çok cüz'î yerlerde miyardır. Yukarıda dediğimiz gibi iki kişinin akılları, vicdan ve ruhları değişik sıfat­lardadır. Hatta bir vicdan, daimi olarak bir halde kalmaz değişir. Şimdi gazab halinde iken biraz sonra yumuşak olabilir. Şu halde vicdan, ahlakın menşei olamadığı gibi, akıl da ahlakın düsturu olamaz. Çünkü gözün görmesi mahdud olduğu gibi, normal vicdan ve aklın hükmü de mahduddur; bugün, yarın ve dünü bir anda göremez.

Binaenaleyh ahlakın temel düsturları ayet ve hadis olmalıdır; akıl ve vicdan da miyar olmamalıdır, alet olmalıdırlar. Allah'ın hükmü yani peygamberlerin bildi­risi bugün, yarın ve dünü bir gördüğünden, neden, nasıl, ne kadar, niçin kelimelerine de sığmadığı için mutlak hâkimdir; işte değişmeyen hüküm budur. Aksi takdirde, bir vicdanın tahakkümü altından çıksak, öbür vic­danın tahakkümü altına girmiş oluruz. İnsanın hayatı, beşer sistemiyle sınırlandırılmadığı gibi şartlandırılamaz da, çünkü bu esarettir.

9-Buraya kadar sıraladığımız izahtan anlaşılıyor ki, Kant, aklın emr- lerini ve hissi, vazifeye temel kılmakla vazifenin temelini kaybediyor. Ni­tekim kendisi de "inkâd-u Akl-il-Mahz" adlı eserinde ahlakî vazifeleri budağa benzetir ve över.

Sonra feryad ediyor:

"Ey vazife! Acaba sana layık olan menşe' nedir, senin kökünü nere­de bulabilirim?" der. Bu feryadla kendisi de akıl ve vicdanın, güzel ah­lakın ulviyetine kâfi gelmediğini itiraf eder.

10-Vicdanın tayin ettiği kanunun mutlak hâkimiyetini itiraf etmekle dostluk ve beşerî kardeşliği, samimiyeti ortadan kaldırıyor. Kant'ın ahlakî kanuna mutlak emrini hâkim kılmasını çok garib gören Schiller adlı filo­zof, onu reddetmek maksadıyla şöyle der: "Ben dostlarıma hizmet ede­rim, fakat ne fayda ki bu hizmeti nefsânî meylimden dolayı yapıyorum. Dolayısıyla faziletli olmadığıma kanaat ederim. Vicdanın mutlak hâkimi­yetinden çokça muzdaribim."

Schiller demek istiyor ki, birçok kimseler masum oldukları halde kanunun tahakkümü altında ezilirler, vicdan bun­lara yardımcı olmayı ister, lâkin aynı vicdanın daha önce çıkarmış ol­duğu kanun buna engel olur. Demek vicdan bu noktada, kula merhamet ve şefkati ortadan kaldırıyor. İlaveten şöyle deriz: Bu felsefeciler, hükmü akla vermekle aklı mahkum kılmaktadırlar.

11-Kant: "Emrler bir kemâliyet olduğu için değil, bir ahlak olduğu için ona ittibâ' lazımdır." der. Bu takdirde Kant'a göre mesela "ibadet edin." emrine itaat etmekte bir kemâliyet söz konusu olmuyor. Bilakis zannettiği gibi değil, emr kemâliyeti elde etmek için meşrû'dur. Çünkü "İbadet et." emri büyük bir saadeti taşıyor ki, o saadet dünyada şöhret, ahirette şereftir. Şu halde kemâliyetten tecrid edilen emr, güzel ahlak­tan da tecrid edilmiştir. Çünkü ahlak, kemâliyetle üstünlüğü kazanır.

12- Kant'ın ahlak ve felsefe yolundaki tekâmülü sûrî ve nazarîdir. Başkası icrâsına mecbur ise de kanunu çıkaranın hakkında bir serbesti- yeti ifade eder. Binaenaleyh kanunu çıkaran kimse, kılıfı kuzu, ruhu kurt gibidir. Bu ise İslam dîninde nifakla tabir edilir.

13-Vicdan ve aklın ortaya koymuş olduğu umum cinayetlerde cezayı icra eder amma, Kant, hayrı işleyene hiçbir mükafat vermez. Bu ise hayrılara sed çekmektir. Hülâsa kendi hayatından ilham alan tüm beşerî kanunlar, mutlak ceza vermek yolunu tercih eder. Bu ise İnsanı ıslaha değil, anarşiye sevk eder. Birkaç cihetle beşerî kanun, İslam kanununa muhaliftir:

a-Beşerî kanunun hâkimi istediği kimseyi cezadan kurtarır. Çünkü kendisinin vicdanı da kanunu ibtal ve ihlal edecek bir kanundur.

b-Beşerî kanun mutlak cezayı vermek yolunu tercih eder; İslam kanunu ıslaha çalışır.

c-Beşeri kanun "suç işlenmesin" diyemez, "suç görülmesin" der. İs­lam kanunu ise "suç işlenmesin" der. Yani tenha bir yerde bir adamı öldürmek suç değildir. Hiç adam öldürmeyen bir kimse, adam öldürmüş gibi görülürse beşer kanununa göre ceza alır.

d-lslam hukukunun tayin ettiği cezalarda afuv söz konusu değildir.

Beşer kanununda ise cânileri afuv etmekle cinayetin çoğalması usulü vardır. Netice-i meram, gerek Kant ve gerek herhangi bir indî kanun beşerin saadet ve refaha kavuşmasına kâfi gelmemektedir. Çünkü akıl, vicdan ve indî kanunlar, çoğu zaman şeytânî hislere, nefsânî arzulara, çevre telkinlerine bina edilir. Bunlar hepsi insanı yoldan çeviren nefsânî arzulardır. O halde akıl ve vicdan altın ise, özellikle ahlakî kanunların çıkarılmasında mihenk taşı lazımdır.

Mihenk taşı ise Asrı Saadete göre vahy-i İlâhiyye, Asrı Saadetten sonra kıyamete kadar ise o vahyin tesbit etmiş olduğu ve bildirdiği Kur'an ve hadistir. Kur’an ve hadîsi, akıl ve vic­dana miyar kılmayan insanlar, kıyamet gününde nedâmet ve hasret çekerek şöyle diyeceklerdir.

*«Şu muhakkak ki Allah kafirleri rahmetinden kovmuş, onlara çılgın bir ateş hazırlamıştır. Kendileri orada ebedî olarak kalıcıdırlar. On­lar ne bir yâr, ne de bir yardımcı bulmayacaklardır. O gün yüzleri ateşte evrilip çevrilirken: "Eyvah bize! Keşke (İslam hukukunu icra et­mekle) Allah'a itaat etseydik, Peygamber'e itaat etseydik." diyecek­lerdir. (Onlara tâbi’ olanlar da o gün:) ty Rabb'imiz! Hakikat biz reisle­rimize ve büyüklerimize uyduk. Onlar da bizi yoldan saptırdılar." demişlerdir (diyeceklerdir). "Ey Rabb'imiz! Onlara azabdan iki katını ver. Onları büyük bîr lanetle rahmetinden kov."» [El-Ahzâb 64- 68)

De­mek dünya hayatında şeriati = ayet ve hadîsi hayatına hâkim kılmayı bı­rakıp vaz'î kanunları hâkim kılanlar, kıyamet gününde çok pişman ola­caklardır. Ve “Eyvah bize! Keşke (İslam hukukunu icra etmekle) Allah'a itaat etseydik, Peygamber'e itaat etseydik, diyeceklerdir.” Bunlar vaz'î kanunları Allah'ın şeriatine kıyas ettiler yahud yetersiz görmüşlerse ebedî; inandıkları halde vaz'î kanunları hâkim kıldılarsa muvakkat ce­hennemde kalacaklardır. Artık mü'min kime itaat ettiğini ne ile amel et­tiğini ciddi bir surette bilmelidir.

İsmail Çetin - Mufassal Medeni Ahlak,dilara yay.,syf.62-69
Devamını Oku »

Tekâmüliyye Mezhebinin Tahlil,Tesbit ve Tenkidi



Allah Teâlâ insanı yaratmıştır; ilk yarattığı insan Adem Peygamber'e beraber Tevhid dînini de bildirmiş, dînin icab ettiği ahlakı, amel ve ibadeti ve itikadı sınırlandırmıştır. Ancak her bir peygamberin zamanında muayyen şeriatleri bildirmiştir. Tevhid müstesna olmak üzere zaman zaman peygamberlere şerit ahkâmı değişik sûretlerde bildirmiştir. Son Peygamber'e mükemmel bir din bildirmekle vahye son vermiştir. Artık son Peygamber'e göndermiş olduğu dînin hükümleri hakkında bugün, yarın ve dün mefhumunu kaldırmıştır. Demek din birdir, o da İslam dînidir, başkası hiç.*“Muhakkak Allah nezdinde din İslam'dır...” [Âl-i imrân 19]

Bazı felsefî münkirler şöyle derler: "insanın aslı maymundur, Âdem değildir. Sonra birçok asıldan tekâmülü olmuştur; en nihayet bu mükemmel sûrete varmıştır." Daha ileriye gidenler de şöyle derler: "Taş devrinin başında insanın içinde korku, hayal, bir öcü efsanesini çıkarmışlar; sonra o efsanevi ve hayalî belirsiz ismi ve manayı kendilerine ma'bud etmişlerdir. Her bir kavim kendi efsanesinden mütevellid bu manayı hayalinde canlandırdığı gibi kendine bir ma'bud edinmiş ve ona tapmıştır. Sonra tevhid meselesini çıkarmışlardır." derler.

Önce bu görüşü ele alalım. Bu mezheb veya fikrin aslı İngiltere'de tezahür etmişse de daha evvelden Lamark, Mayyh, Veiten ve emsalleri Fransa'da bu meseleyi ele almışlardır, fakat umuma intikal edememişlerdir. Bilahare 1882 civarında İngiltere'de Darwin, Charl, Rupert cesaretlenerek: "İnsan maymundan türemedir." demişlerdir. Ancak bunların içerisinde bu görüşle Darwin meşhur olmuştur. Onun aleyhinde ve lehinde bir çok deliller îrâd edilmiştir. Hatta müslümanlardan dahi Ferid Vecdi gibi zevat bile Darwin'in fikrine meyletmişlerdir.

Özellikle Lamark: "Kainattan hiçbir nevi' veya cins kendi hali üzerinde bâkî değildir; zamana, mekan ve imkana göre sürekli olarak halden hale âdetten diğer âdete naklolunurlar. İş böyle olunca hayatın rengi haliyle değişir. Şübhesiz insan da bu değişmenin içindedir ve istihâlâta maruzdur. Binaenaleyh zaman, mekan ve imkanların devamı, çeşitli ahlakı ve ameli meydana getirir.

Bu ihtilaflardan dolayı insandaki ahlak da haliyle amel ve âdet gibi değişir. Çünkü her bir ferd veya nevi', tabiatin ona verdiği imkanla başkasından nefsini korur; yararlıyı avlar, yaramayanı bırakır; böylelikle her ferd kendi hayatını devam ettirir. Çünkü hayatın aslı maddedir. Maddenin değişmesiyle hayat, hayatın değişmesiyle de ahlak, tabiat ve âdetler değişir." demektedirler.

Bunlara göre ahlak diye bir şey yoktur demektir. Ancak her ferd kendi hayatını devam ettirmek için gayrını avlar. Şu halde insan hem avcı hem avdır. Acaba maddenin aslı hayattır deseydi, tabiî kanuna verdiği hükmü Allah Teâlâ'ya isnad etseydi, av zaruri bir şeydir deseydi, sonra avın kötü ve iyi taraflarını bildirseydi iyi olmaz mıydı? Halbuki istisnasız her ilim Hâlık'ın varlığına ve birliğine delildir. Ulûhiyet-i Mutlaka'yı inkar etmesine ilmi alet etmeseydi daha iyi olmaz mıydı?.. Şimdi onların ortaya koymuş oldukları tabiî kanunlarını tahlil edelim, sonra da hatalı taraflarını isbat etmekle vicdan sahihlerine havale edelim.

Son felsefeciler dînin ne olduğunu bilmemişlerdir. Onun için fikirleri isbat-ı Hâlık'a sirayet edeceği yerde heva ve heveslerinden dolayı inkâr-ı Hâlık'a sirayet etmiştir. Onlara göre din, her bir milletin kendilerine tahsis ve tayin ettikleri kanundur. Bundan dolayıdır ki her biri kendi hislerine göre bir din çıkarmaya çalışmıştır; önceki fikirleri tenkid etmiştir. Nihayet tenkidleri, İlâhî dînin inkarına da vesile olmuştur.

Inkara en kuvvetli buldukları delil, İnsanın ebedî bir varlık olmadığını ileriye sürdükleri görüşleridir. Onun için tüm bataryalarını insanın hayatına yöneltmişlerdir. Şu halde onların fikirlerini tesbit ve tahlilden evvel dînin hakîkatini ve insanın ebediyetini beyan edelim ki aşağıdaki fikirleri zihnimizi kaydırmasın. İnsan ebedî bir varlıktır. Din, Seyyid Şerîf'in tarif ettiği gibi akıl sahihlerine kendi ihtiyarlarıyla tatbik etmeleri için Allah Teâlâ'nın sevk etmiş olduğu kanundur. Beşerin bu kanunda hiçbir müdahalesi yoktur. Bu kanun da itikad, ibadet, ahlak ve muamele kısımlarında toplanır.

Diğer ulemâya göre din, sabit kanundan ibaret olduğu için şeriat; onunla yaşamak mecburiyeti olduğundan amel, ibadet, ahlak; insanlar ihtiyârı ile onu inanıp kabul ettiği için İslam; kalben ve rûhen inanılması farz olduğu için de iman kelimeleriyle ifade olunur. Demek ki bu kelimelerin hepsi eş anlamlarda kullanılmaktadır. Avâmın rahatlıkla öğrenmesi için bu kanunun hükmü, Allah Teâlâ'ya nisbetle din, Peygamber'in beyanına nisbetle millet, tefsir ve izah bakımından müctehidlere nisbetle mezheb kelimeleriyle ifade olunmaktadır.

Maamâfih felsefecilerin tarif ettiğimiz dinden haberleri olmamıştır. Şimdi tekrar onların mezhebine dönelim.
Darwin, Lamark ve benzerlerinin, fikirlerini üzerine tesbit ettikleri dört kaideyi tesbit ve tayin edelim. Bunların ileriye sürmüş oldukları birçok kitablarının özeti, bekânın tenâzuu, intihâb-ı tabiî veya istifâ, mutabakat ve muvafakat ile birlikte virâset kelimelerinde toplanmaktadır.

a-Bekânın tenazuu; tabiî kanunla her ferd, hatta her nevi' ve cinsin, yer yüzünde kendi cinsini çoğaltmak ve hayatını devam ettirmek için kuvvet harcamasıdır. Bu gücü harcamasıyla her ferd başkasına zarar verse bile, tabiî kanunlar onu nizâ' ve keşmekeşe mecbur kılar. Bundan dolayı cinsler varlığını devam ettirmek için gayrına tecavüz etmek mecburiyetindedir.

Demek oluyor ki dünya hayatı mücerred bir anarşiden, avcılık ve zulümden ibarettir. Kendileri de zulümden nefret ettikleri halde böyle demekle dünyanın avcılık ve zulümden ibaret olduğunu itiraf etmektedirler. Hem insanı sevmek iddiasında, hem de öldürmek iddiasındadırlar. Bu tenâkuz onlara kâfi gelmez mi?.. Aklı selîme havale.

b-İntihâb-ı tabiî veya istifâ kanununu ortaya koymaktadırlar. Yani tenâzu' kanununun neticesi ve semeresi olan kapmak, yakalamak, avlamak ve seçmek, yararlıyı almaktan ibarettir. Her ferd bu kanunla en yararlıyı, kapar, seçer, avlar; yaramayanı yahud en kuvvetliyi bırakır. Diğer ifadeyle her ferd kendisinden zayıf ve daha kuvvetsizi helak eder; yaramayanı ve kuvvetliyi bırakır; bundan dolayı cins ve ferdler terakki eder, demektedirler.

Bunlar, Allah'ın kudretinden habersizdirler. Allah'ın, kudretinden, icad ve idam hatlarından mahluka uzanan iki hükmü vardır:*El basıt ismiyle tecellî ederken mahlukunu var eder ve yaşatır;* El Kâbıd ismiyle tecellî ettiği zamanda mahlukunu hasta kılar ve yok eder. İcad hattında olan kudretin sebeblerinin adı tevâfuk, idam hattındaki sebeblerin adı tehâluftur. Gül ile diken aynı kökte olduğu gibi, tevâfuk ve tehâlufun sevk-i merkezi olan kudret de birdir. Tabiî kanun dedikleri ise, Allah'ın kudretinin icrasından ibarettir. Hayret!.. Hâkimsiz bir kanunun icrasına nasıl inanıyorlar?!.

c-Mutabakat kanunudur. Yani, her ferdin gıdayı temin etmekte ve ona ulaşmakta kendisinde bulunan sebeblerdir. Bu sebeblerle her ferd, gıdayı ve hayatın devamını temin eder. Şübhesiz bu kanunun icra edilmesi ferdler arasında bir çok ihtilâfa yol açar. Mesela aslan tırnağıyla ve köpek dişiyle kendisine yem olanı parçalar; bu parçalamak onların ahlakıdır. Parçalamak imkanı yani tırnak ve diş olmasaydı, parçalayamazdı.

Binaenaleyh aslan tabiat kanununun ona vermiş olduğu imkanıyla hayatının devam etmesine muvafık olur. Çünkü keskin diş ve tırnağı otu yemesine muhaliftir. Farazâ bir aslan uzun bir müddette tırnak ve dişini kullanmaktan menolunursa, hayatının devamı için dişi ve tırnağı küçülecek, bağırsakları uzayacak. Tabiat kanunu bunu ona yaptırır ki, hayatının devamında en yararlıyı kapmaya ve seçmeye muvaffak olsun. Binaen aieyh ahlak, sinir damarlarının bir nev'î çalışmasının keyfiyetinden ibarettir.

Bu imkan nereden aslana geliyor? Aslan kendi hayatına devam etmek için doğduğu andan itibaren imkanları nasıl seçiyor? Kendisine yem veya gıda olabilecek hakkında ilhamı nereden alıyor? Düşünülmez mi?.. Eğer ezelî inayet olmasa ve ona havadan, oksijenden kuvveti veren olmasa, kendisi nasıl hayatını devam ettirebiliyor? Eğer Allah Teâlâ mahlukunun havadan veya yer küresindeki olan rızktan El-Kâbıd ismiyle imdad hattını keserse, bağırsakları uzun olsa bile ne fayda. Et yemek kabiliyetinden ot yemek kabiliyetine nasıl muvaffak olur? Ya insanda ne pençe ne de köpek dişi var; hangi imkanla hem otu yer, hem de eti yer? Sonra sinir damarlarına gelen kuvvet kendisinde mevcud ise nasıl zeval buluyor?

Ayaa! insan kendi varlığını İdare etmekten aciz iken şuursuz hayvan nasıl hayatına devam edebilir? Görülmez mi, Allah Teâlâ akciğerin rızkını kestiği zaman bin babası tabib olsa bir şahıs hayatının devamına muvaffak olabilir mi? Eğer intihâb-ı tabiî kanunu müsbet bir şey olsaydı hiçbir gencin ölmemesi gerekirdi,*''“Muhakkak ki Allah Teâlâ rızk vericidir. Çok metin bir kuvvete sahibdir.” [Ez-Zâriyât 58] mealindeki ayet-i kerîmede düşünülsün.

d-Virâset kanunu diye bir fikir ortaya koymaktadırlar. Yani ecdaddan torunlara intikal eden sıfatlar kasdedilmektedir. Derler ki: "Katır kısrakla hımar arasından doğmasıyla sıfaten ana ve babasına benzer. Onun bu benzeyişi virâset kanununun semeresidir. Demek, hal ve vesâit sebebiyle sıfatlar, ecdaddaki arazî âdetler, maişet sûretiyle ahfad ve torunlara geçer.

Zaman zaman bu arazî sıfatlar cevherin maddesinin de ihtilafına sebeb olur. Şübhesiz ihtilaf ve istihâle tamamlanmakla haliyle insan da o nevi'lerin cinslerine muhalif olur." diye zannederler. "İhtilaf ve istihâlelerin devamıyla feri' ve dallar asıllarından uzaklaşır. Neviler ayrıdır, cinsler ayrıdır, ikisinden meydana gelen dallar da ayrıdır. Böylece dört kanunla uzaklaşmaktan dolayı ilk bakışta insan kendini müstakil bir varlık görür, halbuki insan ilk çağda böyle bir insan değildi." demektedirler.

Hülâsa demek istiyorlar ki insan maymundan, gorilden, bilmem ve neyden meydana gelmiştir.Birçok cihetle bu görüşte olan feylesoflar yanılmışlardır. Önce felsefecilerden, bu tekâmüliyye mezhebine yazmış oldukları reddiyelerini yazalım. Bunlar tekâmüliyye mezhebini tesbit ve teşhir etmeye çalışırken başta Lamark, Darwin, Vatson ve benzerlerinin fikirlerini teşhir etmek istemişlerdir. Fakat kendi ilimlerinde tekâmül edince, Lamark, Darwin ve benzerlerine büyük darbeler indirmişlerdir. Artık şöylece sıralayalım:

1 -Bir asıldan diğer asla geçiş aslâ müşahede edilmemektedir. Eğer istihâle ve terakkî mevcud olsaydı mutlaka görülecekti.

2-Cins-i a'lâ ile fasl-ı a'lâ arasında, mesela insanla goril arasında veya maymun arasında bir nevi' yoktur. Çünkü cins-i a'lâ ile fasl-ı a'lâ arasında bir nevi' bulunsaydı, tüm hayvanat özelliklerini taşıyan insan ile sûrî benzerlikten dolayı maymun arasında orta nevi' bulunacaktı. Fasl-ı a'lâ olan insanın cins-i a'lâ olan goril veya maymuna sûrî benzerliği kâfi gelmemektedir.

3-Yer küresinin ömrü bile bu istihâleye müsâid değildir.Darwin'in taraftarları ise: "Yukarıda sayılan dört kanuna binaen bir asıldan diğer asla geçmesinin müşahede olunması gerekmez. Aslah kaidesince cins-i a'lâ ile fasl-ı a'lâ arasında bir nev'in olmaması insanın maymundan meydana gelmesine bir engel teşkil etmez. Çünkü tabiî kanun aslahı bırakır, gayrı aslahı helak eder. Bugün fil gibi münkariz olmaya mahkum cinsler bu fikri tesbit etmektedir. Eğer tenâzu' kanunu yoksa nedir bu kadar tarihi olaylar, harbler ve saire?" şeklinde cevab vermişlerdir.

Daha ileriye giden ve bu nazariyeyi tesbit etmeye çalışan He- gel gibiler de şöyle derler: "İnsandan kör, topal, sakat olarak doğmalar da, insanın yaratılışının müstakil ve mükemmel olmadığını gösterir. Dedikleri gibi eğer kainat bir Hâlık tarafından yaratılmış ve insan da müstakil olmuş olsaydı, elbette çokça kâmil doğacaktı. Halbuki iş böyle değil. Çünkü doğuşta bazı aza eksi veya artıda bulunmaktadır."

Evet, Darwin ve tâbi'lerinin tenâzu', intihab, muvafakat ve virâset kanunları hakkındaki serdetmiş oldukları her bir görüş altı cihetten hatalıdır. Evet, tekâmül diye bir mesele vardır, fakat insan cinsinin kendi cinsine mahsus bir tekâmüldür; başka bir şeyden ona geçmek değildir.

Şimdi cins-i insan arasındaki tenâzu', nebat, hayvan ve sair cinslerin sûrî ihtilafları, cinslerin birbirinden değil, bilâkis her bir cinsin müstakil oluşunu göstermektedir. Aksi takdirde hurma yiyen bir memleketin mürir-i zamanla hurmalaşması, domuz yiyen bir memleketin mürir-i zamanla domuzlaşması gerekirdi. Çünkü virâset kanunlarına binaen sûretin geçmesi de gerekir. Demek ki tüm hayvanâtın özelliklerini taşıyan insan, sadece hiss-i müşterek ve bazı azaların keyfiyetiyle gayrına benzer. Halbuki insan nutkuyla, idrak ve ruhuyla hiçbir hayvana benzemez. Mesela yirmi yedi veya yirmi dokuz harfi bilen bir insan, o harflerden bir milyar kelimeleri kullanabilir, terkib eder, tahlil eder, onunla nazmen veya neşren merâmını bildirebilir. Hiçbir hayvanda bu özellik yoktur.

Insanın bazı azalarının diğer bazı hayvanlara benzemesi, mücerred bir sûretle benzeyiştir. Halbuki boyu bosu yerinde dimdik insanın yürümesi, elinden çıkan maharet, sanat, dimağında tezahür eden ilim, idrak ve irfan hiçbir hayvanda bulunamaz. Bütün bunlar insanın müstakil oluşunu isbat etmektedir. Evet insanın kolunun, pazısının aslana benzemesi, aslanın insana bir asl-ı karîb ve baîd olmasını yahud kurt, köpek, aslan ve insan arasında bir akrabalığı göstermez.

Bugün yer altında birçok cesed, eser, bina gibilerin bulunması da ayrıca birçok cinslerin müstakil olarak yaratılmasını göstermektedir. Diyebiliriz ki bunlardan her biri inkar-ı Hâlık'a değil, isbat-ı Hâlık'a delildir. Çünkü bu kadar nizâ'larla beraber, muhalefet kanununa rağmen insan, hayvan, nebat, ağaç ve sair cinslerin arasında bir ülfet, tesânüd ve yardımlaşma mevcud ve müşahede olunmaktadır. Tenâzu' kanununa binaen dedikleri görüş doğru olsaydı, zayıf, amip gibi bir hayvanın yaşamaması gerekirdi. Çünkü muvafakat kanununun ortaya koymuş olduğu şartlardan hiçbiri onda bulunmamaktadır.

Muhalif zerrelerin birleşmesi, muvafık zerrelerin birbirinden ayrılması, tevâfuk kanunundan tehâluf kanununa yahud tehâluf kanunundan tevâfuk kanununa tâbi' olması Hâlık'ın adedliğine değil birliğine delildir.
Hegel'in ortaya koymuş olduğu tecrübe ve müşahede kanununa binaen insanın, beden cihetindeki su ve toprağa meylettiği gibi, maymuna da aynı temâyülü hissetmesi gerekirdi. Çünkü, her fasıl cinsine cezbolunmakla ona meyleder. Halbuki bu da müşahede olunmamaktadır.

Binaenaleyh insan maymuna değil köpeğe daha fazla meyleder. Halbuki köpeğin insana asl-ı karîb veya baîd olmasına kâil hiçbir kimse yoktur. Bu hususta konuyu Ömer Nasuh rahimehullah'ın "ilm-i Kelam Dersleri" adlı kitabında okumayı tavsiye ederiz. İleride insanın yaratılışı bahsinde bu mezhebin kâmilen reddiyesi gelecektir. Şimdi ise şu hadîs-i şerîfle iktifa edelim.
Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem'in zevcesi Ümmü Habîbe:-"Allah'ım! Bana zevcim Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem, babam Ebû Süfyan ve kardeşim Muaviye ile fayda ver." dedi.

Bunun üzerine Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem ona:*“Sen Allah'tan muayyen ecellere, basılmış izlere ve taksim edilmiş rızklara aid bir şeyler istedin. O ise, zamanı gelmeden ne bunlardan birini halkeder, ne de birini zamanı geldikten sonra geriye bırakır. Allah'tan seni cehennemdeki bir azabdan ve kabirdeki azabdan kurtarmasını isteseydin senin için daha hayrlı olurdu.’’ buyurdular. Derken bir adam:

-Ya Rasûlallah! İnsanlardan domuz ve maymunlaşanlar var mı? diye sordu. Bunun üzerine Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem:

“Şübhesiz Allah Azze ve Celle bir kavmi helak etse yahud bir kavme azab verse, aslâ onlara nesil bırakmamıştır. Maymunlar ve domuzlar bundan önce de vardı.” buyurdu. Eğer insanın aslı maymun olsaydı bu cümle yerinde Rasûl-u Muhterem, insanın aslı maymun olduğundan gazab-ı İlâhiyye'ye uğrayanlar aslına rücû' ettiler, diyecekti.

Mâzirî şöyle diyor: Kat'î delillerle sabit olmuştur ki, ecelleri, rızkları ve saireyi Allah bilir, bu hususta o hükmeder. Bilmenin hakîkati, bilinen şeyi bulunduğu hal üzere anlamaktır. Allah Teâlâ, Zeyd'in beş yüz tarihinde öleceğini bildi mi, artık onun bu tarihten önce veya sonra ölmesi imkansızdır. Çünkü aksi takdirde ilim cehle münkalib olur. Binaenaleyh Allah'ın bildiği ecellerin artıp eksilmesi imkansızdır.

Şu halde artma meselesi, ölüm melâikesine yahud ruhları kabz için vekil kıldığı başka bir meleğe nisbetledir diye hüküm etmek gerekir. Meleğe uzun eceller yazmasını emr buyurduktan veya bunu Levh-i Mahfuz'a yazdırdıktan sonra, ezelî ilmi gereğince bu yazılana ziyade ve noksan yapabilir. İşte bekanın tenâzuu, intihâb-ı tabiî, mutabakat veya muvafakat ve virâsetin tabiî kanunlarıyla ölmek ve dirilmek olmaz. Bilakis,*“Allah dilediğini (Levh-i Mahfuz'da) mahveder, dilediğini sabit bırakır ve ayrıca yanında Umm-ul-Kitab vardır.” [Er-Rad 39] mealindeki Allah'ın bildirdiği hükmüdür.

Bu hükümden gafil felsefecilerin bir kısmı, insan maymundan yahud maymun insandandır diyerek sapık görüşleri ortaya koymaktadırlar. Şu halde ölmek ve kalmak Allah'ın takdiriyledir. Şübhesiz insanın müstakil olarak yaratılması, yaşaması, ölmesi ve öldürülmesi her ne sebeble olursa olsun, sebeblerin kendi tesiriyle değil Allah'ın hükmüyledir.

FELSEFECİLER DE TEKÂMÜLİYYE MEZHEBİNİ ALTI CİHETLE TENKİD EDERLER

1-Aristo ve tâbi'leri bilumum ittifakla dediler ki: İnsan müstakil bir mahluktur. Her ne kadar bazı hayvanlarla sûrî benzerliği varsa da iki cihetle bütün hayvanlardan ayrı ve seçkindir: (a)Dîni ile, (b)ahlak ve tabiati ile. Bu iki cihetle insanın hiçbir mahluka benzerliği yoktur.

2-Et-Târih-ut-Tabiî adlı kitabın müellifi Bofos şöyle der: "Avrupa'da beyaz, Afrika'da siyah, Amerika'da kırmızı veya sarışın birçok toprak rengini veren insanlar bulunmaktadır. Şu kadar ki hepsi müstakil bir varlıktır. Bir kısmı ikliminin boyasıyla boyanmıştır, ilm-u tabakât-il-ard'ın bize gösterdiği keşifle şu kanaate varıyoruz: Eski insanlar şimdiki insanlardan daha çirkinlerse de aşıtları birdir. İnsanla maymun veya başka bir hayvan arasında hiçbir münasebet yoktur." Fransalı Florans da şöyle der: İnsanın aslı maymundan gelmiş olsaydı, şimdi de birçok maymunların insanlaşması gerekirdi. En geride kalan vahşi insanlar bile tabiat, ahlak, sanat ve maharetiyle maymundan çok üstündür.

3-Larit de şöyle der: Angeles gibi Avrupa'nın en eski İklimlerinin mağaralarında ilmî araştırmalarla en son keşfolunan insanların kalıntılarıyla şimdiki insanların bedenleri arasında hiçbir fark yoktur. Yalnız onların göz çukurları şekil itibarıyla cüz'en maymunun gözüne benzer, lakın bu benzeyiş asla maymunun insana bir asıl olmasına delil teşkil etmez. Şayet onların da aşıtları maymundur diye hükmedilirse, yer küresinin ömrü, maymunların o halden bu gelmesine yetmez. Goril adlı hayvanla şimdiki ve o zamandaki insanların arasında birçok fark vardır. En azından insan beyninin en az mikdarı dokuz yüz altmış ile dokuz yüz doksan gram arasındadır. Halbuki goril adlı hayvanın beyni ise, en ağırı dokuz yüz yirmi gram civarındadır.

Sonra insanın beyin tası mesela en az muakkeb şekille dairesi yüz on dört, gorilin ise otuz iki bustur. Bununla birlikte gorilin bedeni -en az orta boylu- bir kadının iki misli ağırlığın- dadır. Binaenaleyh beyin bakımından insan hayvandan çok farklıdır. Zooloji âlimlerinin ortaya koymuş oldukları şekil benzeyişiyle insan maymundan, gorilden meydana gelmiş yahud maymun insanın düşüşünden meydana gelmiş diye hükmetmek büyük bir hatadır.

4-Tenâzu' kanununun insan, hayvan ve nebat âleminde var olduğunu inkar etmiyoruz. Binaenaleyh tenâzu' birinin diğerinden çıkmasına delil değildir.

5-Nebat, hayvan ve insanın zuhuru ve varlığı devam eder. Müteselsil olarak biri diğerinden çıkmış ise nasıl oluyor ki bu çıkış yani bir nev'in diğer nev'e inkılâbı görülmüyor. Halbuki terakkî ve istihâle kanunu her şey hakkında câri değildir. AyaaL Tecrübe ve müşahede olmaksızın insan maymundandır demek büyük cesaret değil midir? Terakkî ve istihâle kanunu herşey hakkında câri olmadığından bazı hayvan ve insanların kusurlu olarak doğmaları henüz keşfedilmemiş meselelerdendir.

Ayaa! Azanın kusurlu olması, insanın kusurlu olmasına, ruhun ve ahlakın eksikliğine nasıl delil olabilir. İnsanın ihtiyarlaması, zayıflaması, ölmesi vaki'dir. Fakat bu vâkıada ne ölüm zayıfları seçmiş, ne de kurtuluş kuvvetlileri seçmiştir. Çünkü kurtuluş ve ölüm ikisi de cevher değillerdir, yani madde değillerdir. Bittecrübe ve bilmüşahede görüyoruz ki, bir çok zayıf, hasta ve sakat çok geç ölür; bir çok kuvvetli ve sağlam erken ölür. İntihab, istifâ yani tabiat kanununun aslahı bırakması nerde kaldı? Sonra iş böyle olunca ortaya koymuş oldukları dört kanun ruhun ve ahlakın yokluğuna neden delil olsun?

6-Bir çok otlar diğerlere benzer. Fakat şu ot, diğer şu ottan çıkmıştır denilemez. Sarı üşne ve beyaz üşneler buna misaldir. Sonra hayvandaki kanla İnsandaki kan arasında ve nebatlardaki su arasında çok farklar vardır. Spencer'in görüşlerine göre güzel ahlak diye birşey yoktur. İnsan kendini ve Hâlık'ını bilemez, bu evhamdır. Aslında insan nerede menfaat görürse, o menfaatte güzelliği görür.

Bu gibi görüşlerin ilme dayandırılması gülünç bir şeydir. Hatta nerdeyse üzerinde çalışmış olduğu tekâmüliyye mezhebini tesbit etmek esnasında, tekâmülün de bir evham olduğunu zannederek, tekâmülün isbat ile inkarı arasında kalmıştır. İleride açıklayacağımız “Maddeciler On dokuz Vecihle Hataya Düşmüşlerdir* başlığı altında tekâmüliyye mezhebinin ayrıca reddi gelecektir,

İsmail Çetin - Mufassal Medeni Ahlak,dilara yay.,syf:50-59
Devamını Oku »

Güzel Ahlakın Tahsilinde Iradenin Kullanılması



"Güzel ahlakın tahsil edilmesinde azimli iradenin kullanılması üç şekildedir. Yerine göre azimle iradenin kullanılması güzel semere verir.

1 -Melekiyye kuvvetiyle azim derecesindeki iradeyi kullanmakla güzel ahlak tahsil edilir. Melekiyye kuvvet, nefs-i nâtıkanın kuvvetlerinden bir askerdir. Yerine göre nefs-i nâtıka en evvela bu kuvvetle düşünür; işini yapmakta veya terk etmekte iki taraftan bilisini tercih eder. Melekiyye kuvvetin uygun gördüğüne derhal başlamakla azim değerlendirilir. Azmi fiile geçirmekle iradenin neticesi elde edilir. Eğer terki gerekliyse o fiilin terki için subuiyye yani gazab kuvvetini tahrik etmekle nefs fiili terk eder. Fiili gerekli ise behime kuvvetinin tahrik etmesiyle işe başlanır.

Binaen aleyh riyazetten dolayı subuiyye ve behime kuvvetini yok etmek, hatta yerinde kullanmamak noksanlıktır. Bundan dolayı Seyyid Sıbğatullah Arvâsî Hazretleri: «Zina, içki ve sair büyük günahların terk edilmesinde en büyük çare, gazab kuvvetini tahrik etmektir. Yani müdrike kuvvetini kullanmakla insan, nefret arzusunu tahsil etmek için gazabiyye kuvvetini tahrik ederek günahları terk eder. Namaz ve oruç gibi büyük ibadetlerde tembelliği gidermekte en büyük çare de ahiret inancıdır. Ahiret inancının semeresi olan sevab, cennet ve nimetleri nazar-ı itibara alarak mü'min bir insan, behime kuvvetin istek ve arzusundan faydalanarak kemâlâtı kazanmaya çalışır» buyurmuştur.

Görülmez mi ki ayet-i kerîmede:*“Hem sabır (ve sebat) ile hem namazla Hakk'tan yardım isteyin. Ve hakîkaten namaz elbette büyük(ağır ve çetin bir şey)tür. Ancak Rabblerine karşılaşmayı ve O'nun huzuruna dönücü olduklarına, Rabb' terine inanarak yüksek saygı gösterenlere ağır gelmez. 0(yüksek saygı göstere)nlar ki onlar hakîkaten Rabb'lerine kavuşucu ve hakîkaten ancak O'na dönücü olduklarını bilirler (de namaziarını o vech ile kılarlar).” [El -Bakara 45-46] buyrulmuştur. Yani: "Gerek günahları terk etmekte, gerek ibadeti yapmakta gazabiyye ve behime kuvvetini kullanarak namazla Allah'tan yardımı dileyin."

Demek azmin fiile geçmesi için ve kötülükleri terk, faydaları celbetmekte, sabır ve namazla güzel ahlak tahsil edilir. Doğrusu sabırla günah terk edilir; namazla da iyiliklerin yapılması kolaylaşır. Rasûl-u Muhterem de başına bir iş geldi mi, namazı kılmakla Allah Teâlâ'ya sığınırdı. Ancak gazab ve şehvet kuvvetleri birbirine zıddır; hangisi harekete geçerse diğeri durur. Binaenaleyh şehvet ve gazabın dizginlenmesi için namaz ve sabır, azmin kullanılması için en büyük vesilelerdir.

Fahreddîn-i Râzî rahimehullah şöyle demiştir: Bu babda azmin kullanılması için iki yol vardır:

a-Müdrike kuvvetini çalıştırıp işin akıbetini düşünmekle; işin akıbeti fenalık ise gazabiyye kuvvetinin çalıştırılmasıyla iradeyi fiilin terkinde kullanmak, yok eğer işin akibeti güzellik ise behime kuvvetinin tahrikiyle azimli iradeyi fiile geçirmek gerekir.

b-Gazabiyye veya şehvet kuvvetleri fiile geçip ruhun dizginini ele almak isterlerse, mü'min bütün dikkat-i nazarını bir tek noktaya toplayarak gazab ve şehvet kuvvetlerinin arzularını hayalinde kendi nefsi aleyhinde kullanır. Şöyle düşünülür: "Eğer birisi bana zulmederek zarar vermek isterse, anneme, bacıma veya herhangi bir yakınıma kötü hislerini kullanıp tecavüzde bulunsa kabul edecek miyim?.." Böylece bir muhasebe neticesinde insan günahlarda gazabî kuvvetini kendi aleyhinde kullanır, behime kuvvetini de lehinde kulanmaya çalışır. Muhasebe mutlaka insanı güzel ahlaka sevk eder.

2-Eğer nefsi sıhhatli ise yani fıtratından ayrılmamış ise onu korumaya çalışır. Yok nefsi hastalanmış ise tedavisinin hal çaresine bakılır. Burada iradenin kullanılması, hastalığı defetmek için yine gazabiyye kuvvetinin, menfaatleri celbetmek için behime kuvvetinin çalıştırılması şarttır. Mühim olarak ilk önce bir muhasebe ile insan hislerini teşhis eder, sonra tedavi eder. İhyâu-I-Ulûm ve Sirâc-ut-Tâlibîn adlı eserlerinde İmam Gazâli şöyle demiştir: İnsanın nefsi bedeninden daha fazla terbiyeye muhtacdır. Mesela nefsin sıhhati, nefs-i nâtıkanın mutedil olmasına bağlıdır; itidalden ayrılması onun hastalığıdır.

Binaenaleyh nefs, güzel ahlakı terk, fena ahlakları yapmakla hastalanır. Normal bir beden zaman zaman yemekten içmekten, soğuktan zedelenip, mide, ciğer, böbrek gibi cihazların dengesi bozulduğu gibi, nefs de kâmil bir fıtrat üzerinde doğsa bile zaman zaman ana baba, çevre ve kötü hislerden dolayı zedelenir. Şehvet kuvveti menfaatleri celb, gazab kuvveti de zararları defeder. Bu itiş çekiş insanı fıtratından uzaklaştırır.

Binaenaleyh eğer nefs sıhhatli ise fıtratını korumaya, zedelendi ise kemâlâtı elde etmeye çalışılır. Bedeni terbiye etmekte havaya, suya, libas ve meskene ihtiyaç olduğu gibi, nefsinin terbiyesinde de insan hikmete, iffete, cesaret ve adalete muhtacdır. Her nasıl olursa olsun insan bu dâr-ı dünyaya geldikten sonra zayıf olarak doğar. Nitekim* “...Şübhesiz insan (terbiyeye muhtaç olduğu bakımından) zayıf olarak yaratılmıştır.” [En-Nisâ128] buyrulmuştur.

Bu ayet-i kerîmeye binaen bu zâfiyeti bertaraf etmek için beden ve nefsin terbiyesinde, evde anne baba, okulda muallim ve terbiyeciler, hem nefsin kemâliyetine hem bedenin sıhhatine uğraşmak mükellefiyetindedirler. Her ikisini de sıhhate ulaştırmaya çalışmak mecburiyetindedirler.

Tedavi sûreti de "Herşey zıddıyla tedavi olunur." düsturuna riayet etmekledir. Hem mesela beden sıhhate kabiliyetli, nefs de normal mizaca muvafıksa, bedenin gürbüzlüğü korunur, nefsi de mizacından uzaklaştırılmamaya çalışılır. Yok ikisinden birisi zedelenmiş ise ilaçları kullanmakla tekrar sıhhate kavuşturulması için çalışılır. Bu takdirde cehaleti ilimle, gazabı hilimle, cimriliği cömerdlikle, kibirliliği tevazu ve oburluğu da kanaatle tedavi edilir. İnsan, gayrındaki iradeyi kemiyetten keyfiyete geçirmek için şu iki yolu tatbik eder:

a-Bedenî hastalık ölümle biter. Nefsin hastalığı ise ölümden sonra daha artar diye bildiği gibi bildirmelidir. İnsan bunu idrak etti mi, nefsin zararlarını nazar-ı itibara alır. Bedeni tedavide doktorun verdiği reçete ile zorluğa katlanarak sabreder, acı dermanlara tahammül gösterir, işte bu tahammül gücü ile şehvet ve gazab kuvvetini tedavi etmekte aynı zorluğa katlanmalıdır. Fakat unutulmasın ki her bir hastalığı zıddıyla tedavi etmek lazımdır. Böylece insan fıtratını kaybetmişse de, İradenin kullanılması ile de hakîkate kavuşur.

b-Kendisindeki veya gayrındaki azim ve iradeyi fiile geçirmek için insan kendine güzel ahlak sahibi olan birisini seçer; onu ruhuna ve kalbine yardımcı kılar ve bu vesileyle içteki güzel arzularını, iradesini ve azmini kullanır. Şayet, samimi ve güzel ahlak sahibi bulamaz ise, kendisini, sevmeyenlerin sözleriyle tedavi etmesi lazımdır. Yani kınayıcıların sözlerini hasede değil nasihate çevirmeye çalışır. Böylece iradesini fiile geçirir.*“Amma kim Rabb'inin makamından korktu ve nefsini heva(ve heve- sin)dan alıkoyduysa işte muhakkak cennet, o, onun varacağı yerin ta kendisidir.” [En-Nâizat 40-41] mealindeki ayet-i kerîme de yukarıdaki manaya işaret etmektedir.

Netice-i meram, insan ya samimi arkadaşıyla yahud da sevmeyenlerin kınamasıyla içindeki güzel arzularını fiile geçirmekle güzel ve müktesibe ahlakı tahsil eder. Çünkü her bir insanın içinde yani dimağında biri güzel öbürü kötü arkadaşı vardır.

Eğer insan iyi arkadaş bulursa biri içte diğeri dışarıda olmak üzere iki hayrlı arkadaşı bulmuş olur. Hayrlı arkadaşı bulmakla hayra muvaffak olunur. Zıddı da öyledir.

Nitekim hadîs-i şerifte şöyle buyrulmuştur:*“Allah'ın göndermiş olduğu hiçbir nebî veya halîfe yoktur ki, onun gizlide iki sırdaşı olmasın. Biri ona ma'rûfu (aklı selîme ve şer'i şerife uygun işleri) emreder ve onu üzerine teşvik eder. Öbürü de ona şerri emreder ve onu ona tahrik eder. Ancak masum odur ki, Allah Teâlâ onu korumuştur.”

Yani nefs-i nâtıkanın da gizlide hayra teşvikçisi ve sırdaşı mutmainne, şerre teşvikçisi emmâredir; yahud aklın melekiyye ve behime kuvvetleridir. Aklın melekiyye kuvveti, onun hayrlı arkadaşı yani müdrike kuvvetidir; şerli arkadaşı da vehmiyye kuvvetidir. Artık behime ve subuiyye kuvvetleri akla itaat ederlerse, insanın aklının güzel arkadaşları olurlar; yok vehmî kuvvetine itaat ederlerse şerli arkadaşları olurlar.

Bir insan kendine güzel arkadaş bulup cismâniyette o güzel ahlak sahibini arkadaş edinirse, mana âleminde de melekler mutmainne nefsini yahud müdrike kuvvetini tedavi ede ede vicdanını saflaştırırlar. Aksi takdirde fena kimselerle arkadaş olanın, dışta onun telkini, içte vehmî kuvvet, histeriyle birleşirler, şeytan da gizlide vehmî kuvvetine müdahale eder; nefsi esfel-i sâfilîne indirirler. Bu hikmete binaendir ki Rasûl-u Muhterem:*Kişi kendine dost edindiği kimsenin dîni ve ahlakı üzerindedir. Sizden biriniz iyice düşünsün ki kiminle sırdaş olup dostlaşıyor.” buyurmuştur.

Yani insan cismâniyet âleminde hayrlıyı sırdaş ederse hayra, şerliyi sırdaş ederse şerre meyleder; her bir arkadaş kendi hissine göre iradesini tahrik eder. Hatta Hazreti Fahr-i âlem'den sonra Hazreti Ömer kendisine Huzeyfe adlı sahabeyi sırdaş kabul etmişti. Ona: “Ey Huzeyfe, sen Rasûl-u Ekrem'in sır arkadaşı idin, münafıkları güzelce tanıyordun, Allah için de, ben de nifak var mıdır?” O da: “Hayır Vallahi, Rasûl-u Muhterem seni emin bilirdi.” cevabını verdi. Şeyh Cüneyd Bağdâdl de: "Ben edebi edebsizlerden öğrendim." derdi. Hülâsa Hazreti Ömer radıyallahu anh dostu ile, Şeyh Cüneyd kuddise sirruh da düşmanıyla, iradesini güzel ahlakın tahsiline tahrik etmiştir.

3-Bir insan hangi fenalığı terk etmek isterse o fenalığı işleyenden kaçmakla güzel ahlakı tahsil eder ve o güzel ahlak ile ahlaklananı bulup, sırdaş olmazsa bile onunla fenalıkları terk eder. Doğrusu insan ahlaksızdan ahlaklıya sığınmakla faydalıyı celb ve zararlıyı da defeder.

Nitekim*''Eğer sen mermer taşı veya bir kaya parçası olsan bile kalb erbâbına arkadaş olup ona ulaştın mı cevher olursun.” denilmiştir.*''Allah'a ve ahiret gününe imanda sebat eden hiçbir kavmin Allah'a ve Rasûlü'ne muhalefet eden kimselerle -velev ki o(muhalefet ede)nlar bunların babaları, ya oğulları, ya biraderleri, yahud soy sopları olsunlar- dostlaşacaklarını görmezsin. Onlar (öyle hakîki iman eden kimseler)dır ki Allah Teâlâ imanı kalblerine yazmış da ve ayrıca onları Nezdi'nden bir ruhla desteklemiştir. Bunları altından ırmaklar akan cennetlere sokacaktır. Bunlar orada ebedî kalıcıdırlar. Allah onlardan razı olmuştur, onlar da Rabb'lerinden razıdırlar, işte onlar Allah fırkasıdır.
Gözünüzü açın ki Allah fırkası umduklarına erenlerin ta kendileridir.” [El-Mücadele 22] mealindeki ayet-i kerîmeden şunu anlıyoruz:

Cidden Allah Teâlâ’ya İman eden, -İçindeki burhan tezahür etsin etmesin- hakîkî bir samimiyetle fâsık ve kafir akrabasını sevemez. Tabiî olarak imana dayalı olan güzel ahlakı onları sevmeye müsaid değildir. Çünkü kalb ayna gibidir. İki cisim bir anda onda görül- mez. Binaenaleyh yukarıdaki ayetin hükmünce hakîki bir mü'min Allah ve O’nun Rasûlü'nün emri için her muhalif olanı terk eder, aksi takdirde imanı kemil bulamaz.

Soru: Bir mü'minin babası, annesi, kardeşi yahud soyu sopu kumar, içki, zina veya başka günahlara dalarlarsa nasıl hareket etmelidir?

Cevab: Bunlar müşrik de olsalar bile, yine onlara sıla-f rahm yapar; hüsn-ü muaşeretle iyilikte bulunur; ancak kalben onlara samimi olamaz ve onların günah işlemesine malıyla, gücüyle, fikriyle yardım edemez; günahlarında hiçbir sûrette onlara hizmet edemez, günah işlemeleri halinde kaçar; sair vakitlerde onlara döner ve üç şekilde muamele eder:

a-Nasihati dinlemedikleri takdirde ve günahlara teşebbüs ederken hareketlerinden kaçar, meclislerini terk eder.

b-Günahlara dalmazdan evvel onları vazgeçirmeye, hikmetli sözlerle terk ettirmeye çalışır. Kâr etmezse,

c-Günahlarını işlemelerinde onlara hiçbir yardımda bulunmaz. Mesela "Oğlum bana şu içki şişesini getir." diyen babaya oğlu şöyle cevab verir: "Babacığım, ne olur onu içme. Ben sana o zehiri vermem." Babası ısrar ederse, sükutla meclisinden kaçar. Bilahare babası ne harekette bulunursa bulunsun kendisi gayet şuur içinde bir nezaketle babasına döner ve tebliğde kusur etmez, sövmez, dövmez ve sövmelerini sarf-ı nazar eder.

Burada düstur şu hadîs-i şeriftir:* “Allah'a isyan olacak hususlarda hiçbir mahluka itaat yoktur.” Hazreti Esmâ da Rasûl-u Muhterem'e gelerek: “Ey Allah'ın Rasûlü, benim annem müşriklerdendir. Bazan benden yardım ister; ben ona yardım edebilir miyim?” diye sordu. Bunun üzerine O da ona: * “Annene sılada bulun.” buyurmuştur. Yani, günahların dışında ona yardım et demektir.
Şihâb-i Haffâcî şöyle der: Sakın, cahilin cehaleti, sefihin sefâhati senin gazab kuvvetini tahrik etmesin. Bilakis seni yok edecek yumuşaklığın, göğsüne şifa verecek gazab ve sefâhatten daha güzeldir.

Şu halde kalbî muhabbet ve samimiyet ayrıdır, yardım da ayrıdır. Binaenaleyh günah hususunda yardım etmekten kaç; onlar günahlarından boşaldıktan sonra, yumuşaklık ve nasihatle onlara yardım et. Sakın ruhunu zedeleme haa!

Ismail Çetin - Mufassal Medeni Ahlak,dilara yay.,syf:39-44
Devamını Oku »

İnsan Akile ve Mefkeret Kuvvetlerinin Çalıştırılması ile Tekamül Eder



Her insanda iki âkile kuvveti vardır. Birisi dimağda diğeri de kalbdedir. Demek ulemânın, akıl dimağdadır, yok efendim akıl kalbdedir şeklin­deki ihtilafları mücerred sûret ve lafzî nizadan ibarettir. Demek iki görüş de haktır.

1-İnsan ve hayvanlarda olan nefs-i nâtıkanın göz, kulak, burun, el gibi aletleri vasıtasıyla görmek, işitmek, koklamak ve tutmaktan ibaret akıl dimağdadır. Dimağa aksedip sûretlenen nakışlar ve İlmî meselelere his ve hareket cihetiyle ilm-i muamele denilir. Bu ilim beden ve azalara aid bölümse, ona ilm-i zâhir denilir. Eğer aynı ilim, aynı hislerle ve idrakle kalbe, ruha aid ise ona da iim-i bâtın denilir. Kalb-i İnsanînin âkile küvetinin aynasında her iki cihetle ilim sûretlenirse yahud ilham olarak bilinirse, ona da ilm-i mukâşefe ve ilm-i hakîkat denilir.

Nefs-i nâtıka maddenin dış tarafını zâhiri duyuları ile hissettiği gibi hiss-i müşterek, vehmiyye, mutasarrıfa, hayaliyye yahud musavvire ve hâfize kuvvetlerinin vasıtasıyla maddenin iç tarafını idrak eder. Ancak in­sanın bâtınî duyuları daha mükemmeldir. Bu duyularla nefs hissedip id­rak ettiği eşyanın aleyhinde olduğuna inanırsa onu defeder; lehinde ol­duğuna inanırsa onu celbeder. Defetmek gazab kuvvetiyle, celbetmek şehvet kuvvetiyledir. Bu kuvvetler fen, matematik, fizik, tarih gibi ilimlerin tekrarlanması yahud tecrübe, çevre ve muhit vasıtasıyla çalışıp kemil bu­lur. Ciddi çalışmak yani muharrike kuvvetini müdrike kuvvetinin emri al­tında çalıştırmak sûretiyle insan maksadlarına kavuşur.

Tavuk bâtınî his­teriyle çaylak ve doğan kuşundan, kuzu kurttan korktuğu gibi, insan da yalnız kaldığı zaman, cinden, şeytandan, vehmî kuvvetinde resimlenmiş efsanevi cisimlerden korkar; suçlu olduğu vakitte polis ve bekçiden kor­kar. Bu korku mutasarrıfa kuvvetinin yahud vehmî kuvvetinin ters çalış­malarıyla meydana gelir. Bu korkuyu yenebilmek için âkile kuvvetini ça­lıştırmak isteyenin, istiâze ve dualara çok önem vermek şartıyla kâmil insanın eli altında olması lazımdır. Çünkü insan yalnız kaldığı zaman hissettiği korkunun, vehimden mi, yoksa cin ve şeytanlardan mı olduğu­nu ayırt edemez. Ancak kalbdeki âkile kuvveti çalışırsa insan bu tuzak­lardan kurtulmuş olur, *“Ey Rabb'im! Korkaklık ve cimrilikten San'a sığınırım.” şeklinde istiâzeler, hadîs-i şeriflerle emrolunmuştur. Korku ve cimrilik olduğu müddetçe insan hak ve hakîkatleri göremez, dolayısıyla vehmin tuzağında kalır. Ebû Cehil gibiler vehmin zehirinden dolayı Habîb-i A'zam'ın azametini ve yüce ahlakını, risâletini görmediler. Nitekim*“...(Habîbim) Onları Sana bakar gibi görürsün, halbuki onlar (Seni) görmezler.” [El-A'râf 198] mealindeki ayet-i kerîme bu hakîkati tasrih etmiştir.

2-Kalbdeki rûhânî âkile kuvvetidir. Bu kuvvetin mahalli kalbdir. Yukarıda tarif ettiğimiz zâhirî ve bâtınî duyularla bunun alâkası da yok­tur. Zira kalbdeki âkile kuvvet müstakil olarak yaratılmıştır. Doğrusu dimağdaki akıl yahud nefs, nefs-i nâtıkanın kızı olduğu gibi, bu da ruhun oğludur. Bu kuvvet, maddenin ötesini idrak etmeye kabiliyetlidir. Bu kuv­vet merhamet sıfatıyla karaciğerde, şefkat sıfatıyla dalakta, muhabbet ve aşkıyla da akciğerdedir. Nitekim İmam Buhâri'nin rivayet ettiği hadîs-i şerifte de:

*“Şübhesiz akıl kalbdedir, merhamet karaciğerde, şefkat ve esirge­yiş dalakta, nefâset (nefsin aşk ve muhabbeti) akciğerdedir.” buyrulmuştur. Hazreti Ömer ve emsali gibi zevat, bu aklın kuvvetiyle Peygam­ber'e baktılar, risâletini sezdiler, ona iman ettiler. Hatta siyer kitabında meşhurdur ki, Hazreti Ömer'in akciğerlerindeki aşk ve muhabbetten do­layı yanıklık kokusu ağzından hissedilirdi.

Beyazıd-ı Bestâmî bir gün cemaatine: "Kim beni görürse, dünyada kalb gözüyle, ahirette de maddi gözüyle Allah'ı görecektir." demiştir. Kendini bilmez bir âlim itiraz babından: "Ebû Cehil Peygamberi gördü, lâkin kendisi ne dünyada kalbiyle ne de ahirette gözüyle Allah'ı görme­yecektir." deyince derhal Beyazıd: “...(Habîbim) Onları Sana bakar gibi görürsün, halbuki onlar (Seni) görmezler.” mealindeki ayeti okumakla onu susturmuştur.

Birinci aklın tarifi: Akıl, insanın dimağında fıtraten mevcud bir mele­kedir. Allah Teâlâ onu her insana emanet olarak vermiştir. Ki insan da onunla nazarî ve İlmî meseleleri idrak etsin. Aslında bu idrakle insan hayvandan ayrılır. Çünkü hayvandaki sevk-i tabiî ile adlandırılan idrak kâmil değildir ve akıl da değildir, vehimdir, fakat sûreten vehmî kuvvetle­ri insanın müdrike kuvvetine benzerdir. Evvelden de demiştik ki, insanın dimağında idrak aleti olarak şerbet gibi mündemiç vehim ve idrak vardır.

İnsanın bu idrakine işareten:*“Akıllı odur ki tevazu ile nefsi alçalır. Ve ölümden sonraki (azabdan sakın­mak, cennet nimetlerini kazanmak gibi) şeyler için çalışır.” buyrulmuştur.

İkinci aklın tarifi de şöyledir: Akıl, bedenin haricinde dimağa akse­den bir cevher-i nûrânîdir. İnsanın nefsinin aynasına, yani müdrikesine aksederse insan gerekli ilimleri, fen ve sanatın inceliklerini kavrar. Kalbe aksederse mezkur sezgiyle birlikte her bir zerreden ayrı ayrı ibretler alır.

Şu halde,*“Sîzler birisinin aklının ukdesini bilmeden onun müslümanlığını tastam beğenme­yin.” mealindeki hadîs-i şerîf de aklın bu mertebesine işaret etmiştir. Aslında bu aklın kemli, latîfeler yükselip kalb makamına ulaştıkları za­man tezahür eder. Bu aklın oluşunun alâmeti de özü konuşmak ve sözün birleşmesidir. Bu akıl sahibi ümmî de olsa âlim de olsa, yüzde doksan dokuz sözü gayrına tesir eder, hatta kalbinden çıkan şimşekler nefsin tüm arzularını yakıp yok eder.

*“Tedbir gibi akıl yoktur. Haramdan sakınmak gibi vara yoktur. Gü­zel ahlak gibi haysiyet ve şeref yoktur.” buyrulmuştur. Tîbî: «Tedbir­den maksad, akl-ı matbû'*»; Kayseri Isa: «Rûhânî hataradır.»» dediler.

Yani hadis şârihleri bu tedbirden maksad, beden şehrine tam hâkim olan akıldır demek istiyorlar. Nitekim bu hüküm şu hadîs-i şeriften anlaşılmıştır:

*“Tam akıllı odur ki, tevazu ile nefsi alçalır ve ölümden sonraki (azabdan sakınmak, cennet nimetlerini kazanmak gibi) şeyler için çalışır. Aciz de odur ki nefsini hevâsına tâbi kıldığı halde Allah'tan iyi maksadları arzular." buyrulmuştur. Bu hadîs-i şerîften, tedbirin önemi, acizlik ve tembelliğin zararları da anlaşılmaktadır.

DİMAĞ VE KALBİN MÜDRİKELERİNDE İLMÎ MESELELER SÛRETLENİR

Çalışmak, tecrübe, tekrarla dimağ ve kalbin âkile ve müdrike kuvvet­lerinde İlmî meseleler sûretlenir; tıbkı bir aynada insanın aksi sûretlendi-ği gibi. Herkes birin ikinin yarısı olmasını, bir şeyin varlığı ve yokluğunu, var ise var olanın kadîm ve hâdis olmasını her iki itibarla garîzi aklıyla bilir. Zâhirî veya bâtınî duyularıyla zârûrî olarak sezilenleri idrak eden bir insan, akıl sahibidir demektir. Bu akıl -kayd deveyi kaçmaktan menettiği gibi- sahibini şer ve fenalıklardan meneder. Demek akıl nefsin kelepçe­sidir. Her şey akla muhtaç ise, akıl da tecrübeye muhtacdır, onunla ço­ğalır. Tecrübeler veya tekrarlar azalırsa akıl da azalır. Bu sûretle çoğa­lan akla akl-ı iktisâbî denilir. Binaenaleyh tecrübe aklın aynasıdır; mümâreset kurucusudur; zaman ve imkan ise onun değerlendiricisidirler.

Tecrübeye binaen kazanılan iktisâbî aklın semeresi fikirdir. Zâhirî ve bâtınî duygular haricinde nefs-i nâtıkada sûretlenen İlmî meseleler fikir­dir, akıl değildir. Zira akıl, dimağa nazaran nefsin, kalbe nazaran da ruhun ilmi kazanmasına alettir. Fikirse aklın ayırt edici mümeyyize kuv­vetidir. Şu halde akıl yalnız hissedilenleri zorluksuz; fikir ise hem hisse­dilenleri hem de meşhûdâtı zorluğa katlanarak tertib ve tedriçle idrak eder. Bu izahtan fikirle akıl arasındaki fark anlaşılmıştır, ister mahalli dimağ ve ister mahalli kalb olan âkile kuvvetinin çalıştırılmasında birçok usuller vardır. En mühimlerini aşağıda beyan ediyoruz. Bu usullerin tat­bik edilmesiyle fen, sanat ve ilmî meseleler dimağda sûretlenir.

1-Aklın birinci tavrında yani birden yedi yaşa kadar iradesi olma­dığından idraki zayıftır, dolayısıyla her gördüğü sûretten müteessir olur.

Bu devrede vehmî ve hayalî sözlerle çocukları korkutmamak şarttır. En doğru mukaddimelerle gücüne göre çok az, tek tek cümlelerin telkiniyle dimağ çalışır. Ve telkin edilen kelimeler bir karikatür olarak çocukların dimağında resimlenir. Öyleyse çok faydalı sözleri telkin etmek lazım. Özellikle korkutmamak, vesvese verici her olaydan korumak şarttır. Aksi takdirde vehmî ve hayalî sûretler, efsanevi hikayeler dimağda yerleşir. İnsan büyüdükten sonra da onun tesirinden kurtulamaz. Bu hikmete binaendir ki Rasûl-u Muhterem: “İlk olarak yavrularınıza “Lâ ilâhe İllallah"ı öğretin.” buyurmuştur. Bunda iki hik­met var:

a-Bu mübarek kelimeyle şeytan vesvese verici hisleri istila edemez. Dolayısıyla çocuk büyüdükten sonra ya kalbinde hiç vesvese ve korkak­lık yoktur, ya da hasbe-i beşer olsa da azdır.

b-Bu kelimenin manası: "Allah'tan başka tesir verici, öldürücü, kor­kutucu, kurtarıcı maksad, gaye, tapınak yoktur. Öyleyse izni olmaksızın hiçbir şey aleyhte veya lehte tesir edemez." Bu mana çocuğun dimağın­da yerleşti mi, korkaklık onda tesir etmez, zihni saf kalır, ileride günah işlemez. İşte bu hikmete binaendir ki, hatta gayrı müslim bile, doğan çocuklarını salih bir zâtın yanına götürerek sağ kulaklarında ezanı, sol kulaklarında ikâmeti okuttururlar. Umulur ki çocuklara musallat olacak cinler, şeytanlar kaçar ve vehmî kuvvetleri de bilahare akla galebe çalmaz.

2-Her şeyden müteessir olan akıl, yedi yaştan itibaren on dört veya- hud on beş yani erginlik yaşına kadar kendisinde mevcud nizâ' kuvve­tine binaen his ve müşahede ettiği her şeyde sebeb ve hikmetleri, işin neticesini anlamak ister. Hâfize kuvveti yavaş yavaş çalışır. Bu sırra binaendir ki çocuklar, bayağı büyük adam kadar itirazda bulunurlar. Bu devrede dimağın çalışması için çocuklara, her bir ilmin başlangıcı, az öz konuları telkin edilir. Kur'ân’ın kısa sûreleri, ayetleri ve en mühim ilmî meselelerini hafızalarına nakşetmekle hafızaları çalışır. Bu İlk öğretimde hayalleri zayıflatmak ve hâfize kuvvetlerini çalıştırmaya önem vermek lazımdır. Aksi takdirde hayalî kuvvet güçlenir, iradelerini zayıflatır. Bu takdirde idrak ve sezgi kabiliyetleri ölüverir. Bu iki devrede bedenî eği­timlerinde, oyun meydanlarında onları serbest bırakmak gerekir. Çünkü beden bununla kemil buluyor. Ancak fıtratlarındaki kabiliyetlerinin hangi mesleğe daha fazla meyilli veyahud hangi İlme kabiliyetli olduklarını kontrol ve teşhis etmek lazımdır, ilm-u terbiyet-il-etfarde bu konu çok mühimdir. İleride bu hususta az geniş malumat verilecektir. Bu devrede şunları öğretmek lazım:

a-Kelime-i şahadet, "Âmentü" manası, çok az ve öz Itlkadî mesele­ler, çocuk ilmihali öğretilir. Zemahşerî diyor ki: Birgün babasını döven birisini gördüm; kınadım ve ona bağırdım. O da şöyle dedi: Bırak üstad, küçüklüğümde o beni edeblendirmedi, bunun için onu büyüklüğünde ben edeblendireceğim, buna mecburum.

b-Kur'ân'ı öğretmek... Fransalı Levy diyor ki: Kur'ân'ı Arabca olarak okumakta göz merceğinin tedavisi olduğu gibi layıkıyla telaffuz edilmesi de dildeki peltekliği gideriyor. Bu meziyet hiçbir dilde yoktur.

c-Ahlak, İslâmî edeb ve siyer ilimlerini kısaca öğretmek lazımdır.

d-Vatan ve muallimlerin sevgisine sebeb olabilecek, tarihten kısa maceraları öğretmek;

e-Devlet ricâlinin sevgisini de öğretmek gerek. Bu esnada ayrıca çocuğun kabiliyeti, neye meyilli olduğu kontrol edilir. Artık en çok meyli neye ise onunla dimağının açılması şübhesizdir.

3-On dört - on beş yaşlarından itibaren çocuklardaki şehvet ve gazab kuvvetleri kemiyetten keyfiyete geçer, hayal zayıflar, müdrike ve âkile kuvvetleri, hatta muharrike kuvveti fiile geçer. Yirmi bir yaşına kadar bunlar tastam tekâmül eder. Bu devrede gittikçe hâfize zayıflar. İrade kuvveti ve muharrike fiile geçmekle akıl, haricî müessirlerin tesirin­den kendini kurtarmak ister. Evvelki devrelerde terbiye ne kadar kuvvet­liyse burada o kadar güzel semereler verir.

4-Daimi bir işte veya ilimde çalıştırmak kaydıyla hâfize ve zâkire, musavvire ve hads kuvvetlerinden faydalanarak bu devrede çocuklara birçok şeyleri ezberletmek lazımdır. Burada dimağın çalıştırılmasında en büyük vesile, yumurta, kuru üzüm gibi gıdalarla bedeni beslemek ve birçok ilmî meseleleri tekrar ezberlemek şartıdır. Sanatta ise tecrübe, ilimde ise tatbikat da şart koşulmuştur. Yani işi nazarîde bırakmayıp öğrenilen meseleleri fiilen tatbik etmek gerekir. Arab şairi şöyle der:

*''Âfatsız olarak kişinin ömrü uzarsa

Günler onu tekrarlamakta akla fayda verir.''

Demek istiyor ki herhangi bir hastalık veya sakatlık olmaksızın ömür uzadıkça ilmî meselelerin tekrarında zaman akla değer kazandırır.

5-Fiilî tatbîkatlarla bilgiyi artırmak için tecrübelere başvurmak lazım­dır. Arabcadan bir şiir:

*''Görmez misin ehline akıl ne büyük ziynettir

Amma ve lâkin aklın tamamı uzun tecrübelerledir.''

Yani tecrübelerle tatbik, aklı çoğaltır demek istiyor.

6-On dört - onbeş yaşlardan İtibaren hatta on iki yaştan itibaren ço­cukların tecrübeli ihtiyarların ilmiyle amel edip âlimin sohbetini dinleme­leriyle dimağları çalışır. Aslında bunun gibi dimağ çalıştıracak hiçbir vesile yoktur. Nitekim bir hadîs-i şerîfte de şöyle buyrulmuştur:

*“Âlimlerden sorun, büyüklerle oturun, hikmeti bilenlerle de istişare ederek danışın."

7-On dört - on beş yaştan yirmi bir yaşına kadar gazab ve şehvet kuvvetlerini terbiye ile dizginlemek şartıyla dimağ çalışır. Hukema demişlerdir ki: “En zeki insanda bu iki kuvvet en fazladır.” Öyleyse insanı en yüksek yerden en aşağı mertebeye düşüren gazab ve şehvet kuvve­tidir. Öyle ya gazabın aşırısı kan dökmektir; bu hapiste çürüttürür. Şehvetin aşırısı nefsi alabildiğine salıvermektir; bu da ya tımarhanede ya da hastahanede öldürtür.

8-Keskin aklın yuvası sıhhatli bedendir. Öyleyse sıhhati korumak da ayrı olarak dimağı çalıştırır.

9-Müzakere, mütâlaa ile dimağı çalıştırmak gerekir. Müzakere, samimi arkadaş bulup onunla kitabı sayfa sayfa ikişer üçer kere dinle­mek ve dinletmektir. Müzakere ezberlemek ve mütâlaadan daha güzel­dir.

10-Tembellik, usanç ve bunalım zamanlarında başkalarıyla konuş­mak ve iradeyi tahrik etmek lazımdır. Bununla dimağın güzelce çalışma­sında hukema ittifak ettiler. Zinhar! Müzakereciler biri erkek biri dişi olmasın, bu beladır.

11 -Açık hava, vakti muayyen programla değerlendirmek, müzik ve edebiyat da aşırı olmamak şartıyla dimağı çalıştırır.

12-Ana baba, muallim ve üstadların nasihat ve telkinlerinden öfke­lenmek dimağın çalışmasına engeldir.

13-Lezzetlere dalmamak, yemek içmek ve havalanmakta vasat hale riayet etmekle dimağ çalışır.

Buraya kadar anlatılan şartlar, dimağdaki âkile kuvvetinin çalışması için lüzumlu şartlardır. Bu şartlara ne kadar riayet edilirse o kadar dimağ çalışır. Bundan sonra anlatacağımız şartlar ise kalbdeki âkile kuvvetinin çalıştırılmasının şartlarıdır. Aslî maksad ilim de değil, dimağı çalıştırmak da değil; bunlar hep vesilelerdir. Aslî maksad, kalb aynasının yüzündeki lekeleri silmekle hak ve hakikatleri müşahede etmektir.

14-Büyük ve küçük günahlardan ibaret fısk ve isyanı terk etmektir. Bunların arzusu bile yüreğin içerisinde dolaşırken, kalbi insaniyenin âkile kuvveti müteessir olur. Toprak maddi göze girmekle ne kadar tesir ediyorsa, fısk ve isyan da kalbin âkile kuvvetini o kadar mutazarrır kılar. Aslında ilm-i nâfi* kalb-i İnsaniyenin âkile kuvvetinde resimlenir. Onun için Rasûl-u Muhterem bizlere öğretmek babında şöyle dua ederdi:

*“Ey Allah'ım! Yaşarmaz gözden, doymaz mideden, korkmaz kalb- den, faydasız ilimden San'a sığınırım. Allah'ım nefsime takvâsını ver ve onu temizle. Sen onu temizleyicilerin en hayrlısısın. Sen Velî'si ve Mevlâ'sısın.” buyurmuştur. Ayrıca şöyle buyurur:

*“İlim ikidir: Kalbde bir ilim vardır; işte ilm-i nâfi' (en fayda verici) de bu ilimdir. Öbür ilim de dil üzerindedir. İşte bu da Allah Teâlâ'nın Âdem oğulları üzerindeki hüccetidir.” Bu hadîs-i şerifteki "faydalı ilim"den maksad, kalb-i insaniyenin içinde yani âkilesinin aynasında resimlenen sûretlerdir. Bu süratlenen ilim, kimisine yazı satırları gibi ya­hud karikatür gibi şekil olarak görülür. Bazılarına her iki sûrette de görü­lür. Ancak bu ilim satırlardan değil, göğüslerden göğüslere, kaibden kalblere naklolunur. Nitekim birçok zevat:

“İlim göğüste olandır. Satırlardan olan ilim ilim değildir.” demişler­dir. Bu manada: * “Allah Teâlâ göğsüme neleri akıtıp döktüyse, şübhesiz ki Ben de onu Ebî Bekr'in göğsüne akıtıp döktüm.” mealindeki haber vârid olmuştur. Bundan dolayı ehii hadis bu habere mevdû' dediler. Bu haber mevdû1 ise de guğüsten göğüse gelen ilim başka delillerle müsbettir. Her nasıl olursa olsun bu ilme ilm-i mükâşefe denilir; takvâdan başkasıyla müşa­hede edilmez. Demek birinci şartı takvâdır. Takva büyük ve küçük günahları terk etmekten ibarettir.

15-Zikir,salavat, dua ve istiâzelere sarılmakla kalb çalışır. Nitekim ayet-i kerîmede:*“Ben'i anın ki Ben de sîzi rahmetimle anayım...” [El-Bakara 152] buyrulmuştur. En çok kalbî zikir fayda verir.

16-Sırrı muhafaza etmekle kalb çalışır. Yani olur ki insan zikrettiği zaman Muhabbet, Şevk, Rıza, Kabz, Bast, Mahuv, Sahuv, Heybet, Uns, Fena, İntifâ', Levâmi', Tevâli', Levâih, Revâih, İstinar, İstitar gibi haller nasib olur. İşte bunları gizlemek şartıyla terakki olunur. Bunlar beşaret içerisinde ehli olmayandan gizlemek şartıyla işaretle ifade olunurlar. Okuyucu bu kelimelerin manalarını bizden isteyebilir. Bu takdirde Ma- sum-u Rabbânî'nin diliyle SER BİDEHEM SIR NEDEHEM "Kelle veri­rim sır vermem." denmiştir ki, sâlik ya mahremdir ya mahrumdur vesse­lam. Ashab da bu ilmi sarahaten rivayet etmediler. Evvelden beyan et­miş olduğumuz zâhir ve bâtın ilimlerinden ibaret ilm-i muamelenin için­de gizlediler bunu... Fakat var olmasına şu hadîs-i şerif de işaret etmek­tedir: *“Nur kalbe girdiği zaman kalb genişler.”

17-Şeriat ilimlerinin tayin ettiği ameli işlemekle kalb çalışır.

*“Her kim öğrendiği ilmiyle amel ederse, Allah Teâlâ onu bilmediği ilimlere mirasçı kılar.” buyrulmuştur.

18-Kula ve Allah'a karşı kemâl-i samimiyetle riyazet etmekle kalb çalışır.* “Her kim kırk gün samimiyetle saflık ederse, Allah Teâlâ da kalbinde hikmet çeşmeleri fışkırtır; dili üzerinde akar.” buyrulmuştur.

19-Münkirlerin telkinlerinden, dahilî ve haricî vesvese ve efsanevi şeylerden sakınmakla kalb çalışır. Hadîs-i şerifte de:*“Sana şübhe vereni terk et, şübhe vermeyene yönel.” buyrulmuştur.

Netice-i meram, dimağ ve kalbdeki âkile kuvvetlerinin çalıştırılması için ehli tasavvuf, fıkıhçılar, tefsirci ve hadisçiler muayyen yollar, usuller, ortaya koymuşlardır. Bu yolların bir kısmının özetlerini “İnsan ve Vazife­si" adlı eserimizde beyan etmişizdir. Bu eserde ise apayrı bir yol takib ediyoruz. Şöyleki bir genç buraya kadar bu eseri okur, nefsânî, aklî ve kalbi hislerini çalıştırır, dînî meselelerini araştırır. Burada Allahtan uma­rım ki kat'î bir sûretle okuyucu yazarından daha fazla kendini tanımış olur, öyleyse aklına şu soru gelir: Bedenî, rûhî, ferdî ve ictimâî vazifele­rim nedir? Tatbîkâtım nasıl olmalıdır? İşte bundan sonra eserin sonuna kadar bu vazifeler beyan olunur, Tevfîk ve inayet Allah'tandır.

İsmail Çetin - Mufassal Medeni Ahlak,dilara yay.,syf.181-189
Devamını Oku »

İnsanın Hakikatinin Tarifi



İnsanın hakîkatini ulemâ şöylece tarif etmişlerdir:

İnsan haraketli, diri, ulvî ve nûrânî bir cisimden ibarettir. Görülen bu bedenin heykelinden muhaliftir. Su gülde, yağ zeytinde, ateş tuğlada nüfuz ettiği gibi, ruh da bu cesedde sereyan ve cevlan eder. Kendisi değişmeye tefessüh etmeye salahiyetli değildir. Mutlak sûrette cismânî heykelde tasarruf eder. Alet ve edevatlarının tefessüh etmesi halinde bedenden ayırılır. İşte bu ayrılış ölümdür. Demek ölüm insan için aslî ve ebedî hayatının başlangıcıdır. İmam Râzî ve İbnu Kayyim bu tarifi tercih etmişlerdir. Binaenaleyh ruh o nûrânî cevherdir.

İnsanın hakîkati ruhtur; madde âleminden hariç veya dahil olmayan nûrânî bir cisimdir; maddî cisim değildir; bedene bitişik veya ayrı da de­ğildir. Ancak tasarruf ve tedbiriyle bedeni idare ederse, insan bu idare sayesinde diridir; irtibatını keserse ölüdür. Binaenaleyh ruh kendisi gü­neş, beden yer küresi, nefs aralarına girmiş kesâfetli bir bulut gibidir. Kesâfetin zeval bulmasıyla ruh güneşten daha parlak görünür. Bu tarif da­ha meşhurdur. Nitekim İmam Gazâlî başta olmak üzere birçok ehli ta­savvuf, felsefeciler, Kerrâmiyyeden birçoğu, ehli mukâşefe ve İmam Râğıb İsfehânî'nin kabul ettikleri tarif de budur. İmam Râğıb İsfehânî şöyle demektedir:

İnsan, ins kelimesinden müştak, cin ve meleğe muhalif, birbiriyle kaynaşıp buluşan, görüşen ve tabiatiyle medenî bir varlıktır. Şerefli ve idrakli olduğu için ona ins denilmiştir. Şu halde insan beden ve ruhtan mürekkeb, ruh ve bedenden ibaret müstakil bir hakîkattir. insanlar birbi­rine muhtacdırlar. Hayvanlar gibi tek başına yaşayamadığı için de kendi­si belalara maruz, gayet nazik ve gayet zayıftır.

*“...İnsan son derece zayıf olarak yaratılmıştır.” [En-Nisâ'28] mealindeki ayet-i kerîmeye binaen insan ağır bela­lara dûçar olurken aciz kalır ve kendisi ebnâ-i cinsine muhtacdır de­nilmiştir. Bununla beraber kendisinde bir ilim, bir fikir, zenginlik ve güç bulduğu zamanda da haddini aşan ve Cenâb-ı Hakk'ın hukukuna te-cavüz edendir insan.*“Şübhesiz İnsan kendini ihtiyacsız gördüğü zamanda tuğyan eder.” [El-Alâk 6-7] mealin­deki ayet-i kerîmede bu hakîkat tasrih edilmektedir.

İmam Mâverdî diyor ki: İnsan beden ve nefs cihetiyle şerre, ruhu ci­hetiyle de hayra meyledicidir. Cüz'î iradesini şerre uzatırsa, Allah onu şer işlemesine, hayra uzatırsa hayr işlemesine sevk eder. Demek insan nefsi cihetinden şerli, ruhu cihetinden hayrlıdır. Onun hayr ve şer irade­lerine göre Allah Teâlâ da iki yol ona açmıştır. Artık,*“Biz onu (hayr ve şer olmak üzere) iki yola da ilettik.” [El-Beled 10] mealindeki ayet-i kerîme bu hakîkati tasrih etmiştir.

Her şey kendi sûretiyle diğer cinslerden ayrıldığı gibi, insan da hissî olan bedeniyle diğer hayvanlardan, akıl ve ruhuyla da şeytandan, nefsi itibarıyla da meleklerden ayrılır. Nitekim şekil itibarıyla bir bıçak, kavun ve karpuzdan ayrılır; cam da sertliğiyle sudan ayrılır. Demek insan her­hangi bir hayvandan tekâmül etmiş değildir. Bir cihetten birçok mahlukla ortak ve müşterek olsa da, diğer taraftan birçok özellikleri ile hepsinden ayrıdır. Her ne kadar insan da hayvan gibi beden cihetiyle toprak, su, ateş ve havanın özlerinden yaratılmış ise de insan ruhu cihetiyle üstün ve seçkindir, ayrı ve ebedîdir. Çünkü insanın bedeninin cemada, tüyle­rinin nebata, nefsinin hayvana, ruhunun meleğe benzeyişi, insanın bun­lardan birisinden oluşunu ve bunlar gibi olmasını göstermemektedir. Demek insan yalnız bunlardan birisi değil bilakis hepsidir. İşte bu özel­likle insan yer yüzünün hâkimiyetini kazanmaktadır. Demek insan hep­siyle beraber olduğu için hâkimiyeti kazanmıştır; hepsinden ayrı olduğu için de yer yüzünde halîfelik makamına layık olmuştur. Nitekim bu mana­ya işareten:

*“...Muhakkak ki ben çamurdan bir insan yaratacağım. Artık onun hilkatini tamamlayıp içerisine Ruhum'dan üfürdüğüm zaman kendi­si için derhal secdeye kapanın.” [Sâd 71-72] mealindeki ayette beyan olduğu vecih üzere insanların aslı olan Âdem Peygamber'in bedeni topraktan tamamlandıktan sonra Cenâb-ı Hakk ona Kendi kudretinden yaratmış olduğu ruhu da İçerisine üflemiştır, ona can vermiştir. Âdem ve evladı bu ruhla, akılla, idrak ve iradeyle bütün mahluktan ayrılmıştır,işte bu hayat hayvanda olmadığı için İmam Fahreddîn Râzî de birçok felsefe­ciler gibi “Hayvanda hayat yoktur." demektedir.

Bu hikmete binaendir ki insanın beden ve ruhuna zarar vermeyen hayvanların eti nebat gibi, in­sanlara helal ve meşru olmuştur. Bundan dolayı insan hayvandan gıda­yı almaya cevaz bulmuştur. Eğer hayvanın hayatı da insan hayatı gibi ol­saydı, ondan gıda alması caiz olmayacaktı. Mantıkçıların: "İnsan, hayvân-ı nâtıktır, yani düşünen ve konuşandır." demelerinde iki mana kasdolunmaktadır. Bu manayı bilmeyenler insanı hayvan sandılar.

a-Mantıkçılar bu tarifte hissi ve bedeni cihetiyle boyu bosu dimdik, tırnakları enli, derisi açık, güler yüzlü gibi manaları kasdetmişler.

b-Mantıkçılar, aklî ve manevi olan ruh cihetiyle de idrak, fikir, rivayet, konuşkanlık ve sair manaları kasdetmişlerdir.

Ne fayda ki son zamanda insanın içindeki rûh-i hayvânî ve rûh-i İnsanîyi birbirinden tefrik edemeyen bazı ehli ilm-i tabakat-ul-ard mese­leyi karıştırmışlardır; mantıkçıların tarifinin mücerred sûretini almışlardır. İnsan ve hayvan arasındaki sûrî benzerliği ele alarak “İnsan maymun­dan terakkî veyahud maymun insandan tedennî etmiştir." demektedirler. Ve buna aid hayli deliller serdetmişlerdir. Halbuki görüşleri, insanın hakîkatini bilmekten aciz kalmıştır. Demek insan müstakil yaratılmıştır. Beden cihetiyle de, his, irâdî hareket, gazab ve şehvet kuvvetinden iba­ret hayatı yüklenicidir. Nefs bakımından hayvanla beraberdir. Nitekim hekimler de buna rûh-i hayvânî demişlerdir. Bu ruh bedeni aydınlatan ve enerjinin kemiyetleşmesinden ibaret bir cevherdir. Uyku zamanında bedenin zâhirinden, ölüm zamanında da bedenin bâtınından dahi alâkasını keser. Bu bakımdan ona nefs denilmiştir.

Şeyh İsmail Bursevî'nin tasrih ettiğine göre bu, nefs-i nâtıkadan başkasıdır. Ruhun hakîkatini idrak edemeyenler buna nefs-i nâtıka demişlerdir. Halbuki nefs-i nâtıka nihayet nefstir, ruh değildir. Eski felse­feciler de: “Rûh-i İnsanî zâtı itibarıyla maddeden mücerred, bedene muğayir, cesedde mutasarrıf bir cevherdir; beden onun zuhuruna alet ve vasıtadır; kendisi usta, beden onun aletleridir; bu ruh ancak ene ile tabir olunur." demişlerdir.

Rûhânîler de buna rûh-i melekî ve ulvî, öbürüne de nefs-i süflî ve rûh-i süflî demişlerdir. Kanaatim şu ki, bu iki ruh çay ve su yahud süt ve yağ gibi birbirine mündemiç ve çokça irtibatlı ve bitişik olduğundan birbi­rinden tefrik edilmiyor. Fakat gerçek şu kİ insanda iki ruh vardır: Birisi rûh-i İnsanîdir, ötekisi rûh-i hayvânî yani nefstir. Nitekim İmam Rabbânî'nin buyurduğu gibi latifeler aslına kavuşmadığı müddetçe rûh-i insânî ondan fark edilmiyor. Nefs-i nâtıkanın ise makamı süflidir. Melek merte­besinden üstün olan rûh-i İnsanîyi idrakten aciz kalmaktadır. İnsan, la- tîfeleri henüz yerinden kıpırdanmadan evvel bu hakîkati idrak edemiyor.

Allah Teâlâ bir kısım mahlukunu dünya hayatı için yaratmıştır; hay­vanlar bu kabildendir. Bir kısmı yalnız ahiret için yaratmıştır; melekler bu kabildendir. Bir kısmı da her ikisine yararlı olarak yaratmıştır; insanlar bu kısımdandır. Tenâzu', tenâsül, bedenî şehvet ve sair kuvvetlerle insan hayvanla eşit, melekten ayrıdır. Akıl, ilim, idrak, sıdk, vefadariık ve bir tek Allah Teâlâ'ya ibadet etmekle insan meleklerle eşittir. Bunlarla hayvan­dan ayrılır. Nefsin hilesi ve isyan etmek arzusunda insan, şeytanla eşit­tir; enerji harcamakla da cinle eşittir. Bu gibi itibarlarla insan dünyada yer yüzünün hâkimiyetine, hilâfetine, ahirette de cennet veya cehenne­me girmesine salahiyetlidir. Nitekim Ayet-i kerîmede bu hakîkate işaret olarak şöyle ihtar olunmaktadır:*“Sizi başı boş yarattığımı mı sanıyorsunuz?..” [El-Mu'minûn 115] "Ey insan sen başı boş bir hayvan değilsin, mükellef ve vazifeli bir memursun." demektir.

Hayrete şâyandır ki Ferid Vecdi gibi birçok Arab âlimleri ve birçok Türk âlimleri de Darwin'in nazariyesine aldanarak ayet ve hadisleri tevil etmişlerdir. İnsanın hayvandan tekamül ettiğini ileriye sürmüşlerdir. Hat­ta bu fikri Mevlâna Celâleddîn Rûmî'ye isnad ederler. Halbuki Mevlânâ' nın ve Erzurumlu İbrahim Hakkı Efendi'nin ibarelerinde bunların anla­dıkları gibi bir mana yoktur. Mevlânâ'nın ibaresinde "İnsan nefs-i nebatî, nefs-i hayvânî, ahlak, huy ve manevi sûretler cihetiyle maymuna ben­zer." denilmektedir. İbrahim Hakkı'nın ibaresinde ise “Nebattan insana cins-i yakın hurma ağacı, madenden insana yakın mercan cinsi, hayvan­dan insana yakın maymun cinsidir." denilmektedir. Nitekim cins-i karîb yani yakın cins diye tabir etmektedirler. Cins-i karîb, asiî cins demek de­ğildir. Darwin ve Lamark'ın görüşlerini Mevlâna Celâleddîn Rûmî'ye ve İbrahim Hakkı Efendi Hazretleri'ne dayandırmak korkunç bir hatadır. İşte dehşet!

Nitekim*“Muhakkak Allah Teâlâ Âdem'i onun (Âdem'in) sûreti üzerine yaratmıştır.” mealindeki hadîs-i şerîfteki zamir Âdem aleyhisselâm'a râci'dir; bu takdirde hadîsin manası şöyledir: “Allah Teâlâ Âdem'i herhangi bir mahlukun sûretinde de­ğil, bilakis Âdem'i insan sûreti üzere yaratmıştır.” Goril sûretinde değil ha... Aynı hadîsin,* “Muhakkak Allah Teâlâ Âdem'i Rahman'ın sıfatı üzerine yaratmıştır.” mealinde­ki diğer rivayetinde ise, sûret sıfat manasındadır. Binaenaleyh insan başka bir hayvan sûretinde olmadığı gibi -sümme hâşâ- Allah sûretinde de değildir demektir. Burada yanılmış mutasavvıfların görüşleri de reddolunmaktadır. Ayaa!.. Mahluk Hâlık'a benzer mi? Şimdi, "Zeyd âlimdir." cümlesinde, Zeyd'in ilmi Allah'ın ilmine benzer mi? Sermedî bir varlık mümkün bir varlığa benzer mi ki sûretten zâhirî manası kasdolunsun? Hayret!.. İnsan diğer hayvana benzemediği gibi Hâlık da ona benzemez vesselam.

Her iki hadîsin manası şöyledir: Allah Teâlâ Âdem ve oğul­larını ahsen-i takvim olan insan sûretinde yaratmıştır. Sonra Kendi sıfatı olan İlmi'nden, Kudreti'nden, İradesi'nden, Görme ve İşitmesi'nden bir cüz insana vermiştir. İnsanın hayatı boyu ömrü hududlu olduğu gibi, ilmi, kudreti, hülâsa bütün sıfatları da hududludur. Allah ise hududsuzdur. Öyleyse Hâlık ile mahluk birbirinden ayrıdır. Seyyid Şerîf kuddise sırruh ne güzel demiş; “İnsan-ı kâmil cüz'î, küllî, kevnî ve İlâhî âlemleri kendi zâtında toplayan bir hakîkattir. İnsan ruhu ve aklı itibarıyla tüm kitabları kuşatan "Umm-ul-Kitab", kalbi itibarıyla "Levh-i Mahfuz", nefsi itibarıyla yazar, siler, tertemiz, yüksek ve şerefli bir sayfadır. Bedenî, rûhî, itikadî taharete muvaffak olmayan onun sırrını bilemez. Yüce âlemleri kuşatan bir varlıktır insan...” diye tarif etmiştir. Bu tarife binaen deriz ki, müdrike, ferâsetli, mülhem kuvvetleriyle insan nefs-i nâtıkası cihetiyle de şerefli olarak yaratılmıştır. Binaenaleyh insandaki rûh-i hayvânî ve nefsi, hay­van âleminden yine çok üstündür. Yani insanda iki üstünlük var; nefs iti­barıyla hayvana benzer amma insanın nefsi, hayvanın ruhundan üstün­dür, şereflidir. Rûhî cihetiyle ise asla hayvana benzemez; meleklere benzer ve onlardan da üstündür. Nitekim ayet-i kerîmede şöyle buy­rulmuştur:

"Biz Âdem oğullarını üstün bir izzet ve şerefe ulaşmış olarak ya­rattık. Onlara karada, denizde taşıtlar verdik. Onlara güzel güzel rızklar verdik ve onları yarattığımızın birçoğundan cidden üstün ve şerefli kıldık.” [El-isrâ' 70] Bu ayet-i kerîmede Âdem oğullarının güzel bir sûrette, nefs cihetiyle de olsa çok olgun bir mizaca mutedil bir kâmete malik olarak yaratılmasına tasrih vardır, insan aklıyla, nutkuyla, okuyup yazmasıyla temâyüz etmektedir. Geçim vasıflarını bulabilmelerinden, sa­natlara kabiliyetlerinden ve saireden münbais kılınmıştır insan... ibnu Abbas radıyallahu anh diyor ki: “insan yemeğini eliyle alır, ağzına yük­seltir. Bu sezgi ve seçkinlik insanlara yeterlidir. Ayaal. insandan başkası şimdiye kadar bir baltayı yapabilmiş mi?..

İNSANIN CİSMÂNÎ VE RÛHÂNİ HALİNE CANLI MİSAL

İnsan mahiyeti ve zâtı hakkında hukemâ birçok misaller vermişler­dir. Çünkü insanın zâtı ve hakîkati; aklı, ruhu, cismânî, maddi ve ma­nevîyi birleştiren bir hakîkattir. Burada o hakîkati bilmek, iç hisleri bilmek ve her bir hissinin mukabilinde -ileride beyan edeceğimiz- güzel ahlakı bilmek için bu temsili yazıyoruz. Nitekim İmam Râğıb İsfehânî'nin eserle­rinde, insan hakîkatini bildirmek için vermiş olduğu bir temsildir.

İnsan büyük âlemi kuşatan küçük bir âlem olduğu için beden cihe­tiyle kendisi bir şehir gibidir. Öyle bir şehir ki surları güzel bina edilmiş, binaları muhkem, sokakları plânlı ve muntazamdır. Mahalleleri taksimli, farklı birçok süslerle ziynetlenmiş ve yapılmıştır. Bu nizam ve intizamlı olan şehirde iskan edilmiş vatandaşlar vardır. Meskenler, evler, mahal­leler onlara taksim edilmiştir. Oralarda su mecraları nice çeşmeler var­dır. Sokaklarında kanallar ve nehirler vardır. Sokakları muntazam, ayrı­ca mahallelerinde sanayi çarşısı yapılmıştır. Envâi çeşit sanatçılara dük­kanlar tevzi edilmiştir. Bunlardan bir kısmı çalışmakla öğrenmiş, iş veren ustalardır. Diğer bir kısmı da yeni öğrenim çağında şâkirdlerdir. Öbür ta­rafında birçok işçiler, ayrı ayrı meslekleriyle çalışırlar.

Her birinin vazifesi ayrı ayrıdır; kimisi memur, kimisi amirdir. Bunlardan bazıları doğru olarak namus dairesinde, diğer bazıları da hıyanetle çalışıp vakit geçirirler. O şehre bir idareci vali tayin edilmiştir ki bu yürektir. Valinin de ayrıca ve­zirleri, yardımcıları, postacıları, muhabirleri, hazinedarları, tercümanları ve katibleri vardır; bunlar hepsi dimağdadır. Valinin tayin olunduğu şe­hirde, bedende sair vatandaşlar da vardır. Bazıları hayrlı, diğer bazıları şerlilerdir. Aralarında birçok muhalefetler, muvafakatlar vardır. Davalar, nizâ'lar, cinsî temâyüller ve sair istekleri vardır. Bunlar asabî damar ve hücrelerden ibarettir. Böylece ruh ve bedenden ibaret her bir insan şeh­rinde sanatçılar, menfaatleri celbedip kendine çeken cazibe, cezbolu- nan gıdayı toplayan ve zabteden mâsike, onu da hazmeden hâzime, ya­ramayanı ifraz edip dışarıya atan dâfia, bedeni besleyecek gâziye ve çoğaltacak nâmiye kuvvetlerinden ibaret nefs vardır. Bunlardan her biri birer fabrika gibi muayyen nizam ve intizamla çalışıyor. İçlerinde gazab kuvveti vardır. Ayrıca her birinde musavvire kuvveti, yani plân yazan ve tatbîkâta hazırlık yapan bir kuvvet vardır. En büyük fizik, kimya, hendese ilmi kemâliyle musavvire kuvvetinde fıtraten mevcuddur.

Vali akıldır, menbaı ve dairesi kalb, tatbik yeri ve amirlik dairesi de dimağdır; sağ veziri mefkeret kuvvetidir; postacısı muhayyile kuvvetidir; meskeni dimağın ön kısmıdır. Muhayyile korkunç bir kuvvettir; telsizdir, telefondur, radyodur, lâboratuarcıdır, siyasetçidir, iktisadadır ve daha neler neler.

Aklın muhabirleri beş duyulardır. Bunların daireleri, göz, kulak, el, dil ve burun duyularıdır. Doğrusu bunların asabî damarlarını birleştiren ve merkezleştiren hiss-i müşterektir. Hiss-i müşterek, muhayyileden daha az vazife görmüyor. Aklın hazinedarı, dimağın son köşesinde yani beyincik içerisinde hafıza kuvvetidir; tercümanı, nâtıka kuvveti olan dil­dir. Kâtibe kuvvetinin âleti eldir. Bu şehirde ikâmet eden vatandaşlar, bir milyondan geçkin asabî damarlardır; üç yüz bini hayrı, üç yüz bini şerri emrederler ve isterler. Diğer kısımları bazan şerre bazan da hayra mey­lederler. Bazan da diğerleri ile amir ve yardımcı olurlar. Bunlar hazır kıta gibidir.*“Sultan yer yüzünde Allah Teâlânın gölgesidir.”; diğer rivayette “Sultan yer yüzünde Allah'ın kamçı­sıdır; onunla kullarını edeblendirir.” mealindeki hadîs-i şerîflerin işa­retine binaen vali kendini helak edici ahlaktan temizlerse, rahatlıkla in­san şehrinde hükmünü icra eder; milleti de ona itaat eder.

Aksi takdirde büyük amir olan vali, Allah'a itaat etmediği takdirde beden şehrinin içerisindeki râiye de ona isyan ederler. Yani akıl kendini küfür, fısk, is­yan ve nifak gibi hastalıklardan temizlediği zaman, kendisi Allah Teâlâ' nın gölgesi olur. Nefsin onları kuşatmış olduğu asabî damarlar ve beden hücrelerinin akla itaat etmeleri mecburidir. Çünkü melek dimağın içinde­ki beynin zarlarına,*“Allah Teâlâ'ya ve O'nun Rasûlü'ne itaat edin ve sizden olan amirlere de itaat edin.” [En-Nisâ' 59] mealindeki ayetin emrlerini yazar. Nitekim bir devlet idarecisi de Allah'a itaat ederse, melekler milletinin kalblerinde aynı emri yazarlar. Aksi takdirde anarşi ve isyan başlar. Nitekim bu manaya işareten,* “İnsanlar hükümdarlarının dîni üzerindedirler.” hadîs-i şerîfinde hüküm buyrulmuştur. Yani bir devlet adamı Allah'a âsi olursa, milleti de ona isyankârlık yapar. Bir beden şehrindeki akıl da Allah'a isyan etti mi, beden içindeki umum damarlar ona isyan ederler. Bunalımın kaynağı budur. Demek ki insanlar meliki­nin dîni üzerindedir; âsi ise âsiler, velî ise velîler olurlar.

İç duyuların hepsi aslını unutmuş veyahud fıtratı üzerine kalan aklın dîni üzerlndedirler. Gölge sahibini güneşin âfatlarından koruduğu gibi, sultan da milletini, akıl da beden şehrini âfatlardan korurlar. Tabiîdir ki akıl şuurlu, sultan adaletli olduğu zaman böyledir. Aksi takdirde sultan bir gedâya, akıl da nefse esir olursa, şehir harab olur. Kan hücreleri ve cihaz aletleri birbirine girer, mikroplar çiftleşir, hastalıklar galebe çalar ve sıhhat elden gider. İntihar bundan meydana gelir. Soralım: Müslü­man bir âlim hiç intihar etmiş mi?.. Sonra küfür diyarına bakalım; gayrı müslimlerden âlimleri, ya vahşet halinde dağ başında ya da intihar et­miş ipte buluruz. Nedir intihara götüren onları? Allah akla ve bütün amir­lere, Dâvûd aleyhisselâm'a ve ondan sonraki tüm hükümdarlara şu emri vermektedir:

“Ey Dâvûd Biz seni yer yüzünün halîfesi kıldık. O halde sen de (Allah Teâlâ’nın tayin buyurmuş olduğu hüküm ve) hakla insanlar arasın­da hüküm et. Sakın hal Nefsin hevasına uyma...” [Sâd 26] Bu ayetin hükmü ve emri tüm amirleredir. Ve bu ayette iki büyük fayda vardır:

a-Allah Teâlâ'nın beyan etmiş olduğu kanunla hükmetmek, yani iyi­lik yapanı mükafatlandırmak, kötülük yapanı da susturmak, zalimlere ce­za vermekten ibaret adalet faydasıdır. Adaletle yer gök devam etmekte­dir.

b-Hiçbir sûrette nefsin hevâsına uymamak faydasıdır. Eğer bir amire nefsin hevâsı hâkim olursa, amirin memleketinde nefs hâkimdir demek­tir. Binaenaleyh Allah Celle Celâluh'un tayin etmiş olduğu hükümden başkasıyla hükmeden amir, inkara binaen -yani Allah'ın hükmünü kifa­yetsiz görüp- nefsin hevâsıyla hükmederse kafirdir. Akıl da öyledir. Yok Allah'ın hükmünü kifayetsiz görmez ve görmediği halde Allah'ın hükmü­nü icra etmezse amir, fâsık ve zalimdir. Milleti hükmüne razı değilse böy­ledir; razı ise milleti de onun gibidir. Şimdi biraz evvel nakletmiş olduğu­muz “İnsanlar meliklerinin dîni üzerindedirler.” mealindeki hadîs-i şerîfin manası anlaşılmıştır.

Akl-ı müstakim de beden şehrinde bir padişahtır. Allah Teâlâ'nın tayin etmiş olduğu hak ve adaletle hükmeder, hevâ-i nefsine uymazsa mutlak huzura sahib olur. Hâkim ve vali gibi zulmetmekle de Allah Teâlâ'nın gölgesinden yani emir ve itaatinden çıkarsa huzuru kaybediverir ve birçok belalara dûçar olur. İnsanların bir kısmı amir ve işveren, diğer bir kısmı memur ve işçi mutî' olduğu gibi, beden şehrinde de azalar ve duyular bir kısmı amir, diğer kısmı da memurdurlar. Her iki gruptan bazısı diğerine denk yahud daha üstün veyahud daha aşağıda olduğu gibi, Allah Teâlâ nefsin memurlarını da öylece yaratmıştır. Allah, aklı nef­sin emri altında çalışmaktan korusun. Demek eşitlik yoktur. Bazı insanlar memur, bazıları da amirdirler; kimi fakir kimisi zengindirler. Her nerede olursa olsun Allah'a itaat etmeye mecburdur insan. Nitekim “Kimi derece derece diğer kiminden üstün kıldık ki, bir kısmı diğer bir kısmını iş adamı etsin.” [Ez-Zuhrûf 32] mealindeki ayet-i kerîmede bu mana tasrih olunmaktadır.

Bazısı amir ve iş verici, bazısı memur ve işçi olmak sûretiyle kaynaşmak ve birleşmek meydana geldiği gibi nefs-i nâtıkanın da beden şehrindeki misali öyledir. Her zayıfın her kuvvetlinin emri altına girmesi ve emrine itaat etmesi gerekir, fakat hıyanetsiz. Her amir yahud işverenin de Allah Teâlâ'nın vermiş olduğu ölçüyle hareket etmesi gerekir. Yani her hakkı hak sahibine vermekle zulmü terk etmesi lazımdır. Mesela şehvet kuvvetinin ve gazab kuvvetinin aklî kuvvete tes­lim olmaları şarttır. Aklî kuvvetin de her hal ve kârda İslam dîninin huku­kundan faydalanması ve onun nuruyla nurlanması mecburidir. Böylece olursa beden şehrinde sıhhat ve adalet tezahür eder; zülüm, cefa, keder ve huzursuzluk ortadan kayboluverir. Ferdlerin göğüslerinde bu hal dai­mi olursa, her ferdin kalbi diğerine meyleder; kalbler birleşirler; haliyle toplum yekpâre haline gelir, nefret yerini sevgi işgal eder; sevgi de yar­dımlaşmayı, dayanışmayı, tanışmayı meydana getirir ve akıl topluma hâ­kim olur, iyilik yapanlar çoğalır.

Ashâb-ı kiram tek tek nefslerini ıslah ederek kalblerini birleştirdiler. Az bir toplum olmalarına rağmen kalblerindeki sevgi sayesinde tüm dünyaya hâkim oldular. Şahidleri şu ayet-i kerîmedir:

*“(Dünyada aklı selîme İtaat ettikleri için ahirette) Biz onların göğüslerin­deki kini söküp attık. (Ahirette de öylece yapacağız. Onlar) Kardeşler ha­linde karşı karşıya tahtları üzerindedirler.” [El-Hicr 47] buyrulmuştur. Demek takva üzerinde kalbleri birleşenlerin hali böyledir; Allah Teâlâ kalblerindeki nefreti söküp atıverir. Beldelerde yukarıda beyan olunan hayrlı ve ehli takva olduğu gibi, diğer taraftan da şehirlerde yaramazlık yapan fitne ve fesad ehlinden de meydan boş kalmaz. Gerek insî ve ge­rekse cinnî şeytanlar takva sahihlerine saldırdığı gibi beden şehrinde de nefsin behime kuvvetinin hevâsı, hırs, hased ve sair istekleri, akıl ve mefkeret kuvvetini bozarlar, fitneye düşürürler. Âdetullah böyle olagel­miştir; her şeyi zıddıyla yaratmıştır, nefs ve ruhu da birbirine zıd olarak yaratmıştır.

*“Böylece Biz her peygambere de (Sana olduğu gibi) insan ve cin şeytanlarını böylece düşman yarattık. Onlardan kimi kimine bir­takım yaldızlı, aldatıcı telkinde bulunurlar...” [El-En'âm 112]

*“Böylece her şehir ve kasabada oraların âsilerini, günahkârlarını, o yerlerde hilekârlık yapsınlar diye büyük (tanınmış) adamlar ya­rattık ki fitneyi çıkarsınlar...” [El-En’âm 123] mealindeki ayet-i kerîme­lerde beyan olduğu üzere her şehirde fitne çıkarıcı âsiler vardır. Onun gibi insan şehrinde de gizli nefsin gizli hileleri vardır. Elbette aklı selîme düşecek büyük vazife Allah'ın emrlerini bilmek ve tatbik etmektir. Zira şeytanlar asabî damarların kötü hislerini tahrik etmek için nefsle irti­batlıdırlar; böylece yoldan çıkarmaya çalışırlar. Nitekim melek de aklı selîmle irtibat kurar, o da hayrlı asabî damarları hayra tahrik eder. En akıllı insan odur ki Allah'ın indirmiş olduğu hükümle hükmeder ve nefsin hevâsından sakınır.

*“Allah Telâ'nın indirdiği (hüküm) ile aralarında hükmet. (Habîbim şerli­lerin) Heva ve heveslerine uyma, Seni de fitneye düşüreceklerin­den korun.” [El-Mâide 49] mealindeki ayet-i kerîmedeki hüküm yalnız Pey­gambere mahsus değildir. Bu emr her akla ve akıl sahibine, her valiye, her ferde şâmildir. Demek tüm şerlilerin şerrinden korunmak farzdır. İşte cihad budur. Zavallı zayıf bazı mü'minler, cihadı yalnız kılıç sallamaktan ibaret biliyorlar. Halbuki en büyük cihad, nefsin hevâsından sakınmaktır; onun beden şehrinde ve umum şehirlerde hükümran olmasına engel olmaktır,*“(Habîbim) Heva ve hevesini kendine tapınak olarak tutanı görüp bildin mi?..” [El-Câsiye 23] mealindeki ayet-i kerîmeyi Peygamberimiz okuduktan sonra: “Gerçekte Allah Teâlâ yer yüzünde ona tapınılacak hevâ-( nefsten daha fazla gazaba uğra­mış bir tapınağı yaratmamıştır.” buyurmuştur, insî ve cinnî şeytanlar birisinin kalbini istila ettikleri zaman, kalbi istila edilmiş kimse derhal gaf­lete düşüp Allah Teâlâ'nın zikrini unuttuğu gibi, hevâ-i nefs de aklı selîmin beden şehrini istila ederse, ona Allah Teâlâ'nın hükmünü, ahiret âlemini unutturur.

Bir valiye düşmanların tecavüzü anlarında müsâlemet, sulh ve barışı temin etmek vacib olduğu gibi, aklı selîmin de kötü arzuların hakkından gelemediği zaman barışı temin etmesi vacibdir, farzdır. İşte cihadın başlangıcı bu noktadandır. Müsâlemet ve sulh za­manlarında meyil ve muhabbet etmekten sakınmak gerekir. Valinin hıyanet edenlere karşı ahdini bozması ve zalimlerin kafalarını ezmesi vacib olduğu gibi aklı selîmin de nefs baş kaldırdığı zaman sulhu boz­ması ve nefsinin arzularını kesmesi farzdır. Böyle zamanlarda padişah­ların müsamaha göstermeleri layık olmadığı gibi, nefs şiddetli olarak hırsı, hasedi, tûl-i emeli ve sair fena huyları arzuladığı takdirde kuvvetini kesmesi ve onu susturması farzdır, şarttır, yani iman şartıdır. Netice-i meram aklı selîmin on dokuz düstûru vardır. Her bir düsturu ile nefsin on dokuz arzusunu keser. Tamamen muvaffak olursa bir milyonu geçkin asabî damarlar müdrike kuvvetinin emri altına girer. Onun için özellikle bu iki kuvveti beyan edelim. Tevfîk Allah'tandır.

İsmail Çetin - Mufassal Medeni Ahlak,dilara yay.,syf.140-157

Önceki yazı için bkn:http://ilimcephesi.com/insanin-hakikatini-bilmekte-6-fayda-vardir/
Devamını Oku »