Postmodern Dönemde Medya



Postmodern toplum, farklı niteliklerle öne çıksa da tüketim olgusunun odakta olduğu bir toplum olarak tanımlanabilir. Küre­selleşmenin doruk noktasına ulaştığı ve yerelliğin de buna bağlı ola­rak Ön plana çıkağı bu dönemin düşünsel olarak ayırt edici özelliği, modernitenin ve tabiî olarak araçsal aklın ve Aydınlanmanın dört bir yandan eleştiriye tabi tutulması ve kültür endüstrine mahkûm homojen toplum tipolojisinin reddedilmesidir. Modernliğin ileri bir biçimi olduğundan söz eden düşünürler olsa da, postmoderniteyle modernitenin temel referansı olan Aydınlanma düşünce­sinden bir kopuş kastedilmektedir. Sarup un deyişiyle, “Postmodernizm, modernizmin devamı olan bir süreklilikten çok modernizmin yerleşik biçimlerine bir karşıtlıktır?(39)

Bu nedenle Habermas da, Aydınlanma ve modernliğin geti­rilerine, nesnel bilim ve evrensel ahlâka muhalefet eden ve kökleri Nietzsche, Heidegger ve Bataille’de yatan -başta Foucault, Lyotard, Baudrillard ve Derrida olmak üzere- postmodernist olarak anılan isimleri(40) yeni-muhafazakâr olarak vasfedip eleştirmekte­dir. Habermas’ın eleştirisinin yoğunlaşağı noktalarsa; postmodernistlerin Aydınlanma çizgisindeki bilim-sanat-din-felsefe ay­rımını yok saymaları, mantığın ve sözün hiyerarşik üstünlüğü yerine retorik ve yazıyı öne almaları, öznelcilik ve görececilik yan­lısı olmalarıdır.(41) Bu eleştirilerin kaynağı, postmodernistlerin te­mel söylemlerinin amaçların yerini araçların alması söylemidir ki bundan kasıt, doğruluktan işlerliğe kayma ve dikkatlerin eylemin amaçlarından eylemin araçlarına çevrilmesidir.

“Bilimin amacı artık doğruluk değil işlerlik artırımıdır -yani, ku­rulabilecek en iyi girdi çıktı dengesi. Bilim adamları, teknisyenler ve araç gereçler doğruluğu bulmak adına değil, iktidarı büyütmek adına satın alınırlar. Günümüzde sorulan soru artık “doğru mu?” sorusu değil, “ne işe yarar?” sorusudur. Bilginin ticarileşmesi bağ­lamında bu soru daha çok “satılabilir mi?”, iktidarın büyümesi sü­recinde ise “etkili mi?” sorusuna karşılık gelmektedir.”(42)

Bu yeni süreçte, işlerliğin artırımına dönük biçimlenmede piyasa metaın kullanım değerini de ortadan kaldırmış ve böylece yararlılığın yerine gösterge işlevi geçmiştir. Artık pazardan temin edilen mal, belli bir ihtiyaca yönelik olmaktan ziyade kullanım değerinin ötesinde simgesel anlamlarından dolayı imrenilen, sa­hip olunmak istenen, alınan ve tüketilen göstergelerden ibarettir.(43) Bütünüyle postmodern bir kültür olan tüketim kültürüne eleştirel yaklaşan Baudrillard'ın vurguladığı gibi tüketimcilikte arzu edilen şey, tüketilen gerçek nesneler değildir. Gerçek nesneler, arzuların yerine konan şeylerden ibarettir. Doyurulması gereken arzular bi­yolojik olmaktan çok simgesel arzulardır. Bu kültürde, geleneksel ayrılıklar çökmekte, çokkültürlülük onaylanmakta ve popülarite ve farklılık göklere çıkarılmaktadır.(44)

Sanayi sonrası toplumunda sıkça görülen esnek üretim mo­delleri, üretim ve tüketimdeki standardizasyonun ortadan kalkması gibi yeni biçemler, bu kültürle beraber postmoderniteyle yoğunlaşan belirsizlik vurgusunun endüstriye doğrudan etkisi olmakla birlikte üretimde önceliğin artık bilgide olduğu görülür. Einstein'in rölati­vite teorileriyle bilimsel paradigma kayması yaşanırken endüstriler artık hammadde ve emeğin üretim sürecindeki ağırlığını büyük öl­çüde yok ederek bilginin önemini ön plana çıkartmışlardır. Bilgi üretimin esas gücü olmuştur. Fabrikalarda çalışanların ve tarım iş­çilerinin sayısı azalırken teknik bilgi sahibi, profesyonel ve beyaz yakalı işçi sayısında bir artış gözlemlenmeye başlamıştır.(45)

Çalışma hayatıyla birlikte değişen toplumsal yaşam başta de­ğerler dünyası olmak üzere, bireylerin ve toplumların tüm anlam­landırma biçim ve süreçlerini de baştan aşağıya yenilemiştir. Böylece ortaya çıkan bu yeni toplum tipini çeşidi düşünürler gösteri toplumu, tüketim yoluyla denetim altında tutulan bürokrasi top­lumu, sanayi sonrası toplum gibi çeşidi adlandırmalarla nitelemiş­lerse de toplumun en başat tarafına yönelik adlandırmaya başvu­rursak medya ya da bilgi toplumu nitelemesi daha uygun olur. Nitekim Giddens'in dediği gibi, “postmodern dünya, üzerinde med­yanın egemen olduğu ve bizi geçmişimizin dışına çıkaran (...) iler­leme düşüncesin anlamının kalmadığı''(46) bir dünyadır.

Medyanın egemenliğindeki söz konusu kökten değişimin te­mel aracı olması bağlamında toplumun bilgi/enformasyonla nite­lenmesi mümkündür. Neticede sanayi toplumu nitelemesindeki başat öğenin sanayi devrimi olması gibi bilgisayarların hayatın her alanına yoğun bir şekilde girişi, iletişimin ve dolaşan enformasyo­nun artışı, dünyanın her tarafından bilgi alma imkânının insana sağladıkları göz önüne alınarak elektronik devrimiyle de enformas­yon toplumuna geçilmekte olduğu ileri sürülebilir.(47) Bu dönemde kitle iletişim araçlarının ve yani medyanın egemenliğinden bahse­dilme olanağı yaratan en büyük fonksiyonu, medyanın sahip ol­duğu araçlar vasıtasıyla geniş kitlelerin dünyayı anlamlandırmaları için gerekli olan her türlü anlam ve bilgiyi yeniden üretmesidir.

Bu kapsamda medya, bir bütünleşme aracı olan toplumsallaşmaya da hizmet eder: Toplumsallaşmanın, toplumun mevcut değer ve norm­larının bireye öğretilmesi ve bireyin öğrendikleriyle duruma, rolüne ve statüsüne göre davranması olduğu düşünülürse tek tek tüm bi­reylerin toplumsal varlığı üzerindeki tesiri daha anlaşılır olacaktır. Kızılçelik’in ifâdesiyle “sosyalizasyon ajanı” işlevi de gören medya­nın, toplumun yaşama biçimine işaret eden kültür üzerindeki etkisi de aynı ölçüdedir: Her türden toplumsal değer, norm, örf, adet, gelenek, görenek, ahlâk, inanış ve toplumu özgünce var eden tüm semboller medyanın etkisine ve hatta baskısına maruzdur.

Aslan’a göre çoğu ampirik nitelikli olan araştırmaların bul­gularına göre bu hâliyle medya, toplumsal durum belirlemede ve gerçekliği şekillendirmede çok etkin bir role ve güce de sahiptir. Doğal olarak bu etkiler, egemen durumda olan ve medyanın sa­hibi olan kişi ya da kesimlerin belirlemeleri doğrultusunda ger­çekleşmektedir.

“Düzmece ya da propaganda amaçlı olaylar (psudo-events) veya “suni gündem" betimlemesinde de açıklıkla ifade edildiği gibi medya, olayları ve gerçekleri az ya da çok, kendi bakış açısı doğrul­tusunda çarpıtır."(48)

Medyanın sahipliği meselesinde en kritik husus medyanın aynı zamanda çok büyük bir ekonomik sektöre dönüşmüş olma­sıdır. Medya, az maliyet ve kâr maksimizasyonu mantığıyla çalışan şirketlerin yer aldığı bir endüstrinin bütünüdür de. Medya bu an­lamıyla demokrasiler için dördüncü kuvvet olarak vasfedilmek bir yana dursun Chomsky’nin belirttiği gibi halkın gerçek sorunlarım değil, egemenlerin ele almak istedikleri sorunları gündemine taşır: Büyük şirketlerin Amerikan medyası ve küresel medya üzerindeki egemenliği sayesinde Soğuk Savaş süresince Sovyetler Birliğine yönelik korku iklimin yaratılması ve 1991den sonra küresel terörızm gibi yeni korkular yaratarak demokrasi gibi gerçek sorunların tartışılmasını engellediği düşünülür.

Baudrillard’ın da vurguladığı gibi, günümüzde iletişimin gücü sayesinde “kamusal uzam bir gösteri olmaktan çıkarken, özel uzam da bir sır olmaktan çıkmaktadır. Artık gerçek diye nitelenen, dün­yayla kurulan bağlantı değil televizyon ekranlarından verilendir : Te­levizyon dünyadır.''(49) Böylece gerçekle gerçek olmayan arasındaki fark da postmoderniteye uygun olarak giderek belirsizleşmektedir. Nitekim postmodernist sanatın en çok vurgu yaptığı temalardan birisi olan oyun, gerçekle gerçek olmayan arasındaki yer değişimi, üstkurmaca, rastlantısallık gibi belirsizlik durumları günlük haya­tın da etkili bir parçası hâline gelmiştir.

Sosyal medya olgusu, postmodernitenin bu durumunun en aşikâr ifadelerinden biridir, insanlar artık artan bir şekilde alışveriş­lerini internetten yapmakta, giysileri denemeden, parfümleri kok­lamadan, sebze-meyveyi dokunmadan almaktadırlar. Buna ilaveten maddesel tüketimin ötesinde; arkadaşlık, sohbet etmek gibi çeşitli aktivitelerde fazla emek verilmeden, kolay ve hızlı bir şekilde ya­pılabilmektedir. Gerçekle gerçek olmayanın (sanal), modelle ger­çeğin birbirine karıştığı bu dünya, Baudrillard’ın “hiper-gerçek dünyacıdır: “Habersizsiniz, toplumsal sizsiniz, olay sîzsiniz..? Baudrillard, konuyu kısmen başka bir düzlemde ele almışsa da ‘Yeni Medya’ ile işaret ettiği alan, bugün bir düzen hâlinde ortada dur­maktadır. Ki bu düzende “her birey başlı başına bir medya kanalı olmuştur adeta. Bireylerin, kaç takipçisi olduğu, ürettiği içeriklerin ne kadar paylaşıldığı gibi verilerin ölçümünü yapan (...) birçok site (bile) vardır.''(50)

1970’lerden itibaren hayata geçen ve 1990’lardan sonra hız­lanarak öne çıkan internet kullanımı, farklı tür ve İçeriğe sahip web sitelerinin ortaya çıkmasıyla yaygınlaşmış ve giderek artarken,kitle iletişim araçları içinde onu özel bir yere doğru taşımaya başla­mıştır. Özellikle 2000'li yıllarda cep telefonlarının da erişim sağla­ması ve sosyal medya patlamasıyla kullanıcı sayısı doruk noktasına ulaşmıştır.(51) Haber siteleri, bloglar, sosyal ağlar, etkinlik yayıncılığı, wikiler, sosyal etiketleme siteleri, video ve fotoğraf paylaşım site­leri, yorumlar gibi yaygın türlere sahip sosyal medya, kullanıcıla­rın kendi ürettiği İçeriği yayınladığı ve paylaştığı her türlü internet tabanlı platformun genel adıdır. Bilgi ve haber aktarımı niteliğin­den ötürü kitle iletişim aracıdır, yani medyaya dâhildir. Geleneksel medyadan en büyük farkı çok taraflı olması, karşılıklı bir iletişimin söz konusu olmasıdır. Bununla birlikte etkileşimselliği nedeniyle kullanıcıya dayanan üretimin sürekli güncellenme olanağı vardır. Medyaya göre en büyük avantajlarıysa hızlılık ve kullanışlılıktır. Kişilerin birbirleriyle, kurumların kişilerle doğrudan iletişim ku­rabildiği ve geri dönüş alabildiği bir platformdur.

Medya araçlarının sosyalleşmesi demek olduğu kadar toplu­mun da medyatikleşmesi anlamlarını barındıran sosyal medyanın son dönemde adından sıklıkla bahsedilme sebebiyse siyasal ve sos­yal olaylar üzerindeki tesiridir. Amerikan başkanlık seçimlerinde Obama'nın sosyal medyadan yoğun bir şekilde istifade etmesi, hü­kümetler tarafından gizlenmiş bir takım belgelerin Wikileaks ile duyurulması, çeşitli siyasal/tarihî sorunlar için imza kampanyaları düzenlenmesi, hakkında toplatma karan çıkan bir kitabın paylaşıl­masıyla beraber internet üzerinden on binlerce kişi tarafından erişil­mesi ve bazı Arap ülkelerinde çıkan iç karışıklıklarda sosyal medya üzerinden örgütlenme ve propaganda yapılması bu anlamda en çok öne çıkan örneklerdir.

Bu tür örnekler sosyal medyanın birey, toplumsal yapı, toplumsal ilişkiler ve toplumsal değişme üzerinde oldukça etkin bir araç olarak kullanılabileceğini ve kullanılmakta olduğunu göstermek açısından ilginçtir. Aynı zamanda bilgi toplumuna geçişle birlikte başladığı değerlendirilen bu dönüşüm ça­ğında toplumsal olanın ve sosyolojinin anlamı üstüne de bazı dik­kat çeken hususları göz önüne getirmektedir. İnternet kullanımın yaygınlaşmasına koşut olarak sermaye ve ticaretin daha hızlı kü­reselleşmesiyle birlikte yerel olanın değer kazanması, hegemonya­nın tasfiyesi konusunda umutlar üretmesiyle birlikte kitle-iktidar ilişkilerinde kitlelerin aleyhine bir gelişim göstermesi, toplumun bilgilenme sürecinde yarattığı yapısal değişimle birlikte geniş manipülasyon olanaklarına sahip olması, dünyanın postmodern sü­reçteki bu çok kutupluluğunda sosyal medya ve internetin kendi içinde çelişkiler de barındıran bazı sonuçlarıdır.

Alper Gürkan - Dünyevi Aklın Buhranı,syf:186-192

Dipnotlar:

39 (a.g.e.: 206)

40 Postmodern etiketi kullanılsa da bu isimler bunu kabul etmemişler­dir.

41 Kızılçelik, S. (2000). Frankfurt Okulu. Ankara: Anı Yay., s.202- 206.

42- Sarup, M. (1996). Postyapısalcılık ve Postmodernizm. (Güçlü, A. Çev.) Ankara: Bilim ve Sanat Yay., s. 198-199,

43- Şan, M. K. ve Hira, 1. (2003). Sanayi Sonrası Toplum Kuramları.11,11.2011. www.sosyoloji.sakarya.edu.tr

44- Sanıp, M. (1996). Postyapısalcılık ve Postmodernizm. (Güçlü, A Çev») Ankara: Bilim ve Sanat Yay., s. 237,

45- Lyotard, J. F. (2000). Postmodern Durum, Bilgi Üzerine Bir Rapor. (Çiğdem, A. Çev.) Ankara: Vadi Yay., s. 22.

46- Giddens, A. (2008). Sosyoloji. (Güzel, C. Yay. Haz.) İstanbul: Kır­mızı Yay., s. 152.

47- Şan, M. K. ve Hira, î. (2003). Sanayi Sonrası Toplum Kuramları.11.11.2011. www.sosyoloji.sakarya.edu.tr.

48 Arslan, D.A. (2004). Medyanın Birey, Toplum ve Kültür Üzerine Et­kileri, Uluslararası İnsan Bilimleri Dergisi, 01.11.2011, http://www. ınsanbilimleri.com

49- Sarup, M. (1996). Poslyapısalcılık ve Postmodernizm. (Guçlü, A. Çev„) Ankara: Bilim ve Sanat Yay, s.236.

50-Baudrillard, J.(2010). Simulakrlar ve Simülasyon (5.Basım). (Adanır, O. Çev.), Ankara: Doğubatı Yay, s.53»

51 TÜİK'un 2011 yılı Nisan ayında gerçekleştirilen “Hane Halkı Bi­lişim Teknolojileri Kullanım Araştırması” sonuçlarına göre, Türkiye genelinde hanelerin %42,9'u internet erişim imkânına sahiptir. Bu oran 2010 yılının aynı ayında % 41,6 idi. (http://www.tuik.gov.tr, 2011)
Devamını Oku »

Sentetik Hayatlar ve Tüketimin İdeolojisi

Featherstone,(107) endüstriyel toplumların yaygın yaşam bi­çimi olan tüketim kültürünü tahlil ederken ilk olarak sözkonusu olguyu kapitalizmle açıklayan teoriden bahseder. Buna göre çağ­daş Avru-Amerikan toplumlarını eşitlik ve özgürlük etrafında bir­leştiren kapitalizm, öte yandan boş zaman ve tüketimi öne çıkar­mıştır. Moderniteyle hilafi bağlamında postmoderniteyi, esasen bir dönüşüm süreci olarak nitelemek mümkündür. Özellikle XIX. as­rın sonuyla XX. asrın başlarındaki sanayileşme hızı, rekabetin güç­lenmesi ve işçilerin kentlere yığılmasıyla kapitalist bir kitleselleşme zuhur etmiş ve bu, dönüşümün esas motoru olmuştur. Hayatın tüm boyutlarının araçsal rasyonel hesaba tabi kılınmasıyla özsel tüm farklılıkların, kültürel geleneklerin ve niteliklerin niteliklere dönüştü­rüldüğü bu sürecin ilk ürünüyse tüketim toplumu olgusu olmuş­tur: Artan ihtiyaçlar, sıradanlaşan lüks ve şirketler arasındaki reka­bet ve kâr arayışlarında palazlanan hızlı tüketim... Fransız ihtilâli ile birlikte siyâsetin öznesi olması beklenen toplum, tüketimin yaygınlaştırılması arayışı doğrultusunda medyanın müşterek kabuller dayatması neticesinde ideolojinin bir nesnesine, bir kitleye dönüştürülmüştür.

Featherstone’ın kitle kültürü ve tüketim toplumu kavramla­rının büyük oranda kapitalist üretim tarzının bir neticesi olduk­larına dair izahatını müteakip aktardığı ikinci perspektifse daha baskın biçimde sosyolojik bir sunum yapar. Burada tüketim sınır­lılıkları itibariyle insanların elde ettikleri doyum ve statüler üze­rinde durur Buna göre tüketim, tabakalaşmanın da bir göstergesi olarak bireylerin farklılaşmasına olanak sağlayacaktır. Oysa iş ha­yatının rutinleştiriciliği ve yabancılaşana etkisi sebebiyle genelde fertler birbirinin benzeri hâline gelmişlerdir zamanla.

Tüketim kül­türünün yarattığı bireyselliğin, sömürü ve toplumsal kontrolü sağ­lamak gayesine hizmet etmesiyle birey pasifize edilmiş, toplum da salt bu kültürle yoğrulmuş ve böylece geleneksel cemiyetlerin çe­şitliliğinin aksine modern toplumda her şeyle beraber kültür de standartlaşmıştır.(108) Bu kültürde, geleneksel ayrılıklar çökmekte, çokkülturlülük güya tasdik edilerek popülarite ve farklılık gök­lere çıkarılmaktadır.(109)

Üçüncü perspektifse bedensel tahrik ve estetik hazlar vaad eden duygusal zevkler, rüyalar ve arzulara dairdir. Gösterge de­ğeri yaklaşımına bağlı olarak doyurulması gereken arzular biyolo­jik olmaktan çok sembolik arzulardır. Featherstone’ın dediği gibi, tüketimin, maddi bir etki olarak değil, göstergelerin tüketimi ola­rak anlaşılmalıdır.
Bu nokta yazarın postmodernitede kültür kavramının ki­lit rolünü vurguladığı noktadır. Çünkü aktardığı gibi bazı neo- marksistlerin kapitalizmin yeniden üretiminde kültürün önemin­den bahsetmelerinin sebebi, mevzubahis gösterge değerleridir:

“Sözgelimi Jamcson kültürün ‘bizzat tüketim toplumunun asli bir öğesi’ olduğunu, ‘hiçbir toplumun bu toplum kadar göstergelere ve imajlara doymuş olmadığını' yazar (...) Baudrillard geç kapıtalîst toplumda elektronik kitle iletişim araçlarının oynadığı kilit role dikkat çeker. Televizyon gerçeklik duygumuzu tehdit eden bir imaj ve enformasyon aşırılığı üretir. Anlamlandırma kültü­rünün zaten göstergelerin ve imajların dallanıp budaklanması­nın, gerçek ve hayali arasındaki ayrımı silikleştirdiği bir simülasyon dünyasına yol açar."

Kültürün kapitalizm için taşıdığı değeri ortaya koyan ise yeni orta sınıftır. Farklı kuramcılar tarafından yeni küçük burjuvazi, bilgi sınıfı, yeni sınıf yeni entelektüeller gibi isimlerle tesmiye edilen bu hizmet sınıfına Featherstone, kültür aracıları demeyi tercih eder. Daha genel bir kavram olan yeni orta sınıf kavramı ziyâdesiyle mü­dürlere, işverenlere, bilim insanlarına işaret ederken kültür ar acılan; farklı bir sektörü, “simgesel malların ve hizmetlerin tedârikiyle” iş­tigal edenleri tanımlamaktadır. Kimdir bunlar?

“Pazarlama, reklam ve halkla ilişkiler uzmanları, radyo ve televiz­yon yapımcıları, sunucular, magazin muhabirleri, moda yazarları ve yardım uzmanları (sosyal yardım çalışmaları, evlilik danışmanları, cinsel terapistler, diyetisyenler, oyun önderleri vb.)."

Kültür aracları, adlandırıldığı gibi sınıflar arasında aracılık ederler: Üst sınıfların hayatlarını renklendiren teferruatı alt sı­nıflara aktarırlar ve böylece postmodern söylemle koşut olarak popüler kültür/yüksek kültür ayrımının ve simgesel hiyerarşile­rin ortadan kaldırılmasına hizmet ederler. “Spor, moda, popüler müzik ve popüler kültür gibi yeni alanları geçerli düşünsel analiz alanları olarak meşrulaştırarak entelektüellerle ortaklık kurar[lar]. Kültür aracılarının eskiden burjuvaziye ya da sanat çevrelerine tahsisli olan ayırt edici tavırları, ayırt edici oyunları ve diğer ruh­sal zenginlik göstergelerini neredeyse herkese sunmasıyla sanat da giderek daha az seçkinci, daha profesyonel ve daha demokratik bir karakter kazanmıştır yazara göre. Böylece edindikleri saygı­nın yükselişi, yeni orta sınıfın estetik, üslup, hayat tam, hayatın üsluplaştırılması ve duygusal keşfe yönelik artan hassasıyyetle bir arada gelişmiştir.

Featherstone’ın üzerinde durduğu bir diğer kavramsallaştırma olan günlük hayatın üsluplaştırılmasıysa mevcut kültürel âlemde bireyselliğin, kendini ifade etmenin ve uslupçu bir özbilincin yön­temi olan bu hayat tarzı kavramına dayanır. Postmodern dünyada hayat tarzı, bireyin tüm varoluş sahasının “fark edilmesi'’ ile ilinti­lidir:

Bedensellik/güzellik/karizma, giyim şekli, konuşma biçimi; hobi, otomobil, mobilya, ev seçimi ve yani bütün olarak kişinin beğeni ve üslup duygusunun bireyselliğinin işaretleri olarak tüketim tercihleri ile sınırlıdır.

“Bir hayat tarzının bireyselleştirilmesine duyulan ilgi ve üslupçu özbilinç yalnızca gençler ve zenginler arasında görülmez; tüketim kültürünün yaygınlığı yaşamımız ya da sınıfsal kökenimiz ne olursa olsun hepimizin kendimizi geliştirme ya da ifade etme olanağına sa­hip olduğumuzu gösterir. Bu dünya, ilişkilerinde ve tecrübelerinde yeninin ve en son modanın peşinde koşan, maceradan hoşlanan ve hayatın tüm olanaklarını araştırmak için riske giren, yaşayacağı tek bir hayat olduğunun ve bu hayattan zevk almak, yaşantılamak ve dışavurmak için çok gayret etmesi gerektiğinin bilincinde olan er­kek ve kadınların dünyasıdır.”

Günlük hayatın estetikleştirilerek üsluplaştırılması daimî bir şekilde yeni modaların, yeni üslupların, yeni hissedişlerin, mace­raların ve tecrübelerin arayışına yön verir. Bu da yenilenme, sahip olma, satın alma, şeyleşme süreçleriyle birlikte güç aldığı piyasa di­namizminin sürekliliğine hizmet eder.

Nihayetinde Baudrillard’ın da evvelce gösterdiği gibi tüke­tim kültürü tam anlamıyla postmodern bir kültürdür: Tüm de­ğerlerin aşın değerlendiği ve sanatın gerçeklik karşısında zafer ka­zandığı derinliksiz bir kültür biçimidir. Bilgiyle birlikte, üretim/ tüketim dengesinin, siyasal yapılanmanın yanı sıra kültürün post- modern dünyada içinde kaybolduğu yeni gerçeklik, tüm sanatların da eksenlerinin kaymasını sağlamıştır. Bu kaymanın temel vasıtası olarak kültürün gösterge değerince biçimlenmesi, lüks tüketim, sı­radan hayatın estetize edilmesi gibi eğilimler birey ve toplumların içsel değerlerinin yansıtıcısı olarak bir neden değil sonuç olarak değerlendirilmelidir.

Bilimlerin görecelı/parçalı gerçekliğe dönüş­mesi, hakikatin bilinemez ya da belirsiz hâle gelmesi, tarihi veya ulusal olanın ideolojik birer çıkarsamaya dönüşmesi, dinî olanın bireyselleştirilmesi ise felsefi ya da zihnî kavrayışın özüne ilişkin se­beplerdir. Burada ekonominin yeriyse bu iki esas değerin arasıdır, yani tüm kültürle birlikte bir eser olmakla birlikte ekonomi aynı za­manda bir anlayışın toplumsal yansımasına göre biçimlenir ki kül­tür için kilit kavram yeniden-üretimdir: İktisadî olanın devamlılığı için tüm kültür, bir yeniden-üterim vasfi da taşımaktadır.

Postmodernitenin özellikle kültür alanında tanımlanması, onun kapitalizmin küresel ve mütehakkim karakteriyle de bu nok­tada ilişkilidir: Mutlakıyetin yokluğunun farz edilmesi, belirsizlik, bilinemezlik ve yerine geçebilirlik; temelde bireyin ekonomik var­lığını yok ederek holdinglerin/şirketlerin esiri etmekte, siyasal ör­gütlülüğü yerine öznelliği sunmakta, kültürel anlam dünyası yerineyse anlamı belirsiz bir serbestiyet sunmaktadır. Gerçekten de postmodern bireycilik farklılaşma, ayrışma -tersine izolasyon- ile tahkim edilir. Bunun için postmodern birey, kendini toplumun bir parçası değil, toplum tarafından kuşatılmış, zamansız, mekânsız bir özne olarak nitelemektedir; maddî piyasada bireylerin farklılığını öne çıkaracak tüketim nesnelerine yönlendirilmeleri de mânâ ale­minde -New age dinler ve tahrif edilmiş ezoterik kalıplar- bire­yin dinin en önemli kısmı, piramidin tepesi gibi gösterilmesi de aynı hesaba dayanmaktadır.

Yaşamsal alandaki narsist farkındalığın, siyasal sistemler için uygun olarak anarşist/tekilci bir örgüt­lenme değil, liberal/bireyci/örgütsüz bir toplum ve tahakküm sis­temi olarak yansımasıyla ekonomik bütünde yeri doldurulabilir -sadece alanında uzman- ve ürettiğinin bütün içerisindeki yerin­den tamamen soyutlanmış/yabancılaşmış bireyin felsefi kavrayışına uzanacağı açıktır. Bütün bu niteliklerdeki dönüşümlerin felsefi ol­duğu kadar ekonomik ve bir o kadar da kültürel olduğu için postmodernizmin de toplumsal ile doğrudan bağlantılı olarak taşıdığı değerleri içerdiği boylece anlaşılırdır.»

Alper Gürkan - Dünyevi Aklın Buhranı,syf:132-136

Dipnotlar:

107 Featherstone, Mike (2005); Postmodernizm ve Tüketim Kültürü, Ay­rıntı Yayınları, 2. Basım, İstanbul

108-Kızılçelik, Sezgin (2000), Frankfkurt Okulu. Anı Yay., Ankara; s. 185.

109-Sarup, Madan (1996), Postyapısalcılık ve Postmodernizm. (Çev.: Güçlü, A.), Bilim ve Sanat Yay, Ankara; s, 237.
Devamını Oku »

Kültür endüstrisine karşı lümpenizm










Türkiye’de yerleşik kültür anlayışının, organizasyonlarının, küresel kültür tesirinin kırılması için büyük siyasal dönüşümlere yatkın yeni bir güzideler sınıfının teşekkül etmesi gerekir. Kültür endüstrisinin belli başlı sahalarına girmedikçe kültür kapışması yapılamaz.

Ercan Yıldırım / Yazar



 Dünyada ulus devletler, uluslararası sistem, yeni kopuşlar ve birliktelikler için kıvranıyor; “tematik ittifaklar” sadece bölgemizde değil yeryüzünün tamamında milletleri, devletleri aynı anda bir konu üzerinde savaşa tutuştururken başka bir tema etrafında buluşturabiliyor. Aslolan eko-politik zemin olsa bile ittifakları ya da çatışmaları yerel kültürel farklılıklar belirliyor, en başta mezhep, etnik kimlikler, simgeler, kutsallar ve onlara sahip olma iradeleri çarpışıyor.


Kültür üzerinden yaşanan çatışmalar, fay kırıklarındaki sarsıntılar dünya sisteminin yeni organizasyonlara açılmasını beraberinde getiriyor. Burada belirtmek gerekir, elbette sistem kültürel ayrışmaları ve karşılaşmaları siyasi ve ekonomik bölüşümler için mazeret olarak kullanıyor. Fakat neoliberal dünyada öyle özdeşlikler ve ayrımlar siyasallaştı ki artık ABD gibi, AB gibi büyük hiyerarşileri bile kültürel faylar kendi akıntısına katabilmektedir.




Dünyanın sağcılaşması, otoriter yönetimlerin aranmaya başlaması, “güçlü lider ve güçlü devlet” özlemleri Avrasya’da olduğu kadar Transatlantik’te de demokratik öncülerde yükseliyor. Neoliberal siyasallık, kültüre yatkınlık, fay hatlarını öne çeken söylemler “kültürel kapanma”yı beraberinde getirdi, milliyetçi-ırkçı benlik aynı zamanda dini sahiplenmeyi doğurdu.

Türkiye’deki siyasi kamplaşmaları kültür savaşları, kültür kapışmaları ve karşılaşmalarıyla denkleştirmek Gezi ve 15 Temmuz sonrasında çok daha azaldı, aslına bakılırsa. Kutuplar kavgalarını kültürel alan üzerinden, simgeler aracılığıyla sürdürüyordu fakat fay hatlarımızın dışında “yaşam tarzı” kültüralizmi kavgasıyla karşılaşmıyoruz artık. Kamu-özel alan tartışmaları da nicedir gündemimizden çekildi. Bu İslami kesimin kamuyu tutmasından, kültürel alanı kaplamasından mı kaynaklanıyor? Bilhassa siyasi iradenin kültürel iktidarı kuramama üzerine sözleri dikkate alınırsa hayır, tam tersine!

Kültür endüstrisinin iktidarı

Türkiye’de öyle görünüyor ki siyasal iktidar ile kültürel iktidar ayrışmış... Kültürde ipleri ellerinde tutanlar millet hayatına giremeyecek, siyasetle aynı dili kuramayacak durumdayken siyaset de cari “kültür tekelleri”nin etkisini kıramayacağı kabullenmişliği içinde! Yine öyle anlaşılıyor ki Türkiye’de kültürel iktidar sol-Kemalist çevrede değil “kültür endüstrisi”nin bizatihi kendisinde. Türkiye’de kültür kanalları klasik Kemalist elitin yahut solun kontrolünde gibi duruyor görüntüsü verse de aslında “milli burjuvazi” politikasında devlet eliyle zenginleşenlerin, doğrudan kapitalist dünya sistemine bağlı İstanbul büyük burjuvazisinin güdümünde. İstanbul büyük burjuvasının kontrol ettiği “kültür endüstrisi” siyasallaşan kültürel fay hatlarına, etnik-mezhep-tarzı hayata zaman zaman enerji yüklese bile bu kesimlerin hepsini “küresel kültür” kalıpları içinde aynılaştırabiliyor. Kimse kendini televizyondan, dizilerden, filmlerden, dergi-kitap yayıncılığından azade kılamaz. Orada üretilenleri izlemediğini, okumadığını, takip etmediğini dahası kendi küçük çaplı kültürel özerkliğini bunların yönlendirmediğini iddia edemez! Sadece eğlence, matbuat, sanat, eğitim sahasını değil Gezicilerden İslami kesime kadar siyasal yönelimleri de kültür endüstrisi yönlendiriyor.

Dünyada olduğu gibi Türkiye’de de devletler üstü sermaye, kapitalist dünya sistemi etkili... Bu açıdan siyasal iradeyle devlet kanalları, millet bağıyla kültür odakları birbirlerine ciddi tesir edemiyor.

Demokratik seçim mekanizmalarına etki edemese de kültürel kaynakları bırakmayan küresel finans ve İstanbul büyük burjuvazisi kitleler üzerinde doğrudan etkili. Haliyle kültürden anlaşılan seküler hayat tarzının versiyonları... 15 yıllık siyasi iktidarın arkasında duran kitlelerin genel eğlence ve kültür mekanizmaların ürünlerini sahiplenmesi kültür endüstrisinin sosyolojik başarısı aynı zamanda! Evlenme programlarını izleyen insan portremiz akabinde ortaya çıkan üçüncü sayfa programcılığını çoktan sahiplendi bile... Unutmayalım ki Türkiye’nin ihraç kalemleri arasında ciddi manada televizyon dizileri var; o yapımlardaki Türk milleti ve ailesi onlara reyting başarısı sağlayan kesimlerle kavgalı esasında.

Bu dizilerdeki Türkiye bir yanıyla bilkuvve millet bağımıza uymasa bile dünyanın herhangi bir ülkesine gittiğinizde karşılaşacağınız davranışlara, beğenilere, tutumlara, ihtiyaçlara çok yatkın.

Türkiye küresel kültür üretimi açısından çok cazip, cazip olduğu kadar öncü. Türkiye’deki küresel finans distribütörleri kültür endüstrisine çok büyük kaynaklar ayırıp, ciddi yapımlara imza atıyor.

Öyle ki Çin’den sonra kültür ekonomisinde en hızlı büyüyen ikinci ülkeyiz. Burada hemen belirtmek gerekir ki, birtakım okur–yazar zevatın dillendirdiği gibi kültür kalemlerine ayırdığımız bütçe ve kaynaklar az değil çok fazla hatta sağlık giderlerinin üstünde!

Kültürden ne anlıyoruz?

Tabii sorgulamaya girişecekler “Kültürden ne anlıyoruz” döngüsünün verdiği iktidarı sonuna kadar kullanmak isteyecekler. İslami kesimin kültür başlığı altına aldığı konularla yerleşik kültür dilinin kastı aynı değil; dindarlar kitap-dergi-biraz da dizi üçgeni içinde sıkışmış durumda. Peki kültür endüstri-si hangi alanlarda varlık gösteriyor; sinema, radyo, sahne sanatları, sanat, tasarım, mimarlık, matbuat, reklamcılık, yazılım ve bilgisayar oyunları, müzik, televizyon. Gastronomiyi, turizm yayıncılığını da bunlara eklemek gerek. İslami kesim bu sektörlerin hemen hiçbirinde önde olmadığı gibi esamisi bile okunmuyor! Basılı yayıncılık mı? Hala en çok okunan gazeteler, dergiler, kitaplar kültür endüstrisinin, küresel medeniyetin kontrolündeki yayınların elinde. Kalite konusunda denk mücadele olsa bile kitaplarını okuyucuyla buluşturamıyor İslami kesim çünkü dağıtımı da İstanbul büyük burjuvası yürütüyor.

Kültür sadece eser, ürün manasına gelmiyor başlı başına dağıtım demek esasında! Ürün vermek entelektüel bir faaliyet olsa bile onu taliplisiyle bu-luşturmak tamamıyla kapitalist ekonomi şartlarıyla ilgili. Türkiye’de kültür kanallarını çalıştıran İstanbul büyük burjuvazisi zaten medyaya, sinema sektö-rüne, eğlenceye, reklamcılık, yazılım, mimarlık konularına hükmediyor; matbuatta, sanat dallarında da başta bankalar olmak üzere holdinglerin doğrudan yatırımları egemen. Belli başlı yayınevleri, sergiler, müzeler, kitleleri ilgilendiren festivaller, galeriler, dergiler bu bankaların ve holdinglerin finansörlüğünde.

Kültür ekonomisi devleti de aşacak biçimde holdinglerin yatırım sahaları arasında. Yine belli başlı yayınevleri eğer banka-finans sektörüyle ilişkili değilse yurtdışı fonları tarafından desteklenmektedir, bilhassa çeviri üzerinden edebi-düşünce kamusunu yönlendirenler çeviriler için fonlanıyor. Kültürel iktidar kavgasını kültür endüstrisi yönlendiriyor; kültür ekonomisinde büyük pay devletin değil küresel kapitalizmin Türkiye distribütörlerinin elinde.

Cumhuriyet’in erken döneminde de Soğuk Savaş yıllarında da kültürün sahibi, destekçisi görüntüde devlet idi; bugün kültürel iktidar isteyenler hala işleri devletlerin belirlediğini, yönlendirdiğini zannediyor. Halbuki kapitalist dünya sistemi kültür sahasını hiçbir alana açık bırakmıyor kitle kültüründen yüksek sınıfa kadar her alanı kendisi tutuyor. Osmanlı Bankası imparatorluktan güçlüydü; satış rakamlarına bakmadan gazete payitahtı sallamaya, kamuoyu oluşturmaya yetiyordu.

Lümpenlikle nereye kadar?

Kültür sonuçtur, ekonominin, siyasi tercihlerin akabinde ortaya çıkan temel ihtiyaçlara, estetik ve zevke dayanır. Haliyle aktüel medeniyetin dili, hegemonya ilişkileri, beğeni düzeyi ve yeni ürünleri kültürü belirler, besler. Dünya sisteminin kâr maksimizasyonuna, üretim mantığına bağlı olarak kültür iletişimin, ulaşımın, herkesin her şeyden haberdar olduğu teknik ve teknolojik medeniyetin dilidir; bu yüzden kısa sürede değişir, pratiktir, bireyi hedef-ler, kişiler üzerinden toplumları tesirine alır, yüzeysel malumatfuruş bilgiyi yüceltir. Dünyada kapitalizm pek çok ekonomik ve siyasi kriz geçirmesine rağmen hiçbir dönemde “kültür krizi”ne girmedi.

Küresel medeniyet milletlere ve devletlere ordularla, iktisadi politikalarla, krizlerle egemenlik sağlarken küresel kültür ile kitlelere, bireye, dini yönelimlere “hegemonya” uyguluyor... Uluslararası sisteme siyasi direnç gösterse bile devletler gündelik hayatta küresel medeniyetin hegemonyasına boyun eğmekten başka alternatif getiremiyor. Türkiye gibi güçlü tarihi ve kültürel referanslara sahip ülkelerin ise “kültür endüstrisi” vasıtasıyla genel pop-tüketim kültürü ideolojisiyle mekanizma dışına çıkmasını engelledi.

Kültür ya festivaller, bale, tiyatro, opera gibi uç faaliyetler zannediliyor ya da gelenekselcilik; mimari restorasyonlar, musiki icraları, geleneksel sanat atölyeleri, içeriksiz paneller, seviyesiz kürsüler, tarihi pazarlama... İslami kesim kültür savaşı vermek istiyorsa öncelikle sermayeye, teknolojiye, ufku açık burjuvaya sahip olmalı; burjuvanın her türü belirgin dini mensubiyetler içerse de iktisadi kaynakları küresel finansa endeksli olduğundan mekanizmanın dışına çıkamaz, çıkamıyor! Bugün Türkiye başta olmak üzere dünyadaki milletlerin ekseriyetinde temel sorun “yüksek sınıf ile alt sınıf zevklerinin örtüşmesi”dir; lümpenizm en güçlü yönelim olarak rafine, estetik ilgileri sıradanlaştırdı. Başta kültürel iktidar arayanlar olmak üzere, siyasetten matbuata kadar genel kalitesizlik sorunu, lümpen reflekslerle örtüşüyor. Bu lümpenizm ilkin kültür çevrelerinde kendini gösteriyor.

Kültür dönüştürme gücüdür, toplumun tamamını belirli mensubiyet bağlarına sürükler, icbar edici yönü cazibesidir, kullandığı güç iktisadi menşeili-dir, eğlenceden esere kadar maddi tatmini, metayı, para ve kariyeri teklif edip satın alır. Yüksek kültürü lümpenize ederken oluşturduğu kültür komünleriyle özellikle Türkiye gibi seküler-geleneksel çatışması yaşayan ülkelerde proje dağıtımına öncelik verir, çevrenin Nişantaşı arzularını tatmin ettirir.

Türkiye’de yerleşik kültür anlayışının, organizasyonlarının, küresel kültür tesirinin kırılması için büyük siyasal dönüşümlere yatkın yeni bir güzideler sınıfının teşekkül etmesi gerekir. Kültür endüstrisinin belli başlı sahalarına girmedikçe kültür kapışması yapılamaz; bu ise siyasi iradeye eşlik edecek iradeli, kararlı, vizyoner burjuvayla, hiçbir şartta kaliteden taviz vermeyecek, birkaç projeyle ayartılamayacak, küçük olsun bizim olsun demeyecek kişiler-le yürütülür. Lümpenizme yaslanan kariyeristlerle dönüşüm ancak tersinden yaşanır; “Türkiye gerçekleri”ni yücelten realistlerin sisteme katılmasıyla.

@Ercnyldrm1

Star


























Devamını Oku »

Halis niyet, salih amel, hayırlı emek



Herkes içindekini bilir. Allah da bilir. Nihayetinde iki şeyden kaçamayız: Kendimizden ve ölümden.

Şu kadar yıllık yürüyüşün sonunda geldiğimiz yer burasıdır: Sadece inançlı olmak yetmiyor, inandırıcı da olmak zorundayız. Kısaca: İtimat ehli. Makâlât’ta geçer: “Dünyada yaratılmış her nesneye güven vermek.” Aynı eserde şu da sorulur: “Bir kimse şeker tatmamış olsa, adını bilmekle tadını ne bilir?”

İnsan zor zamanlardan oluşur. İşte o zorlukların üzerimizde hakkı ve hatrı vardır. En tatsız olay bile, sonunda aziz bir hatıraya dönüşür. Üstünden yıllar geçer ve neşeyle anlatırız.

Şunu da anlamış bulunuyorum: Asıl mesele, bir davaya sahip olmak değil, bir davaya ait olmaktır. Hayır, kelime oyunu yapmıyorum. Biri evsahibi, diğeri misafir gibi davranır. Tam da burada şunu hatırlatalım: Kiraz deyince aklımıza öncelikle ağaç mı geliyor, meyve mi? Evsahibi gibi davrananlar için de şöyle diyelim: Hak iddia ediyorlar ve başkalarını çok kolay yargılıyorlar.

Asıl mesele, vefa yokuşunu hiç şikâyet etmeden çıkmaktır. Sırtımızda ne olursa olsun. Bize iyiliği dokunanlara vefa, millete vefa, memlekete vefa, mukaddesata vefa. Elbette minnet ağır bir yüktür, herkes taşıyamaz. Taşıyanı severiz, taşıyamayanı anlayışla karşılarız.

Makâlât’tan naklettiğimiz sorunun devamını da buraya alalım: “Gözleri görmeyen insana ‘gör’ demek ne fayda sağlar?”

***

Atalarımız, ‘bin bilsen de bir bilene danış’ demişler. Milyonlarca bir bilenin olduğu günlerden geçiyoruz.

Sıklıkla tekrarlanan bir söz: ‘İlk taşı günahsız olan atsın.’ Biraz değiştirelim: ‘İlk sözü günahı olmayan söylesin.’ Herhalde uzun bir sessizlik yaşanır.

Bilinen gerçek: ‘Akıl akıldan üstündür.’ Buradan devam edersek: Kalp kalpten derindir.

Kalp demişken. Mehmet Akif’in tavrı, İsmet Özel’in kavgası, Sezai Karakoç’un mücadelesi, Cahit Zarifoğlu’nun samimiyeti, Necip Fazıl’ın ısrarı, Nuri Pakdil’in çabası, Nurettin Topçu’nun ahlâkı, Hasan Aycın’ın duruşu… Bütün bunların bize anlattığı / söylediği nedir? Hakikatli bir emekten, halis niyetten ve salih amelden doğan bereket olabilir mi? İşte bu bereketin neresindeyiz? Neresindeyim?

***

Yunus Emre, “Halkı bostan edinmiştir / Dilediğin üzer ölüm” der. Durumumuz tam olarak budur. Emperyalist güçler, İslâm dünyasını bostan gibi görmekte, diledikleri yeri bombalamakta, işgal etmekte ve istedikleri kimseyi öldürmektedirler. Direnenleri ise hemen terörist ilan ediyorlar. Yanı sıra, Türkiye’nin terörle imtihanı ortada.

Bunlar olurken bizler ne yapıyoruz?

Belki de yürüyen merdivenlerde durup düşünmeye çalışıyoruz. Böyle bir şey mümkün mü?

Evet, ne yapıyoruz? Birbirimizi üzmekle, yormakla, yıpratmakla, yıkmakla meşgul oluyoruz. Zaten düşmanın da yapmaya çalıştığı şey bu değil mi? Bir de yasal uyarı: İnsanların kusurlarını bulmak için iz sürmek, kimseyi iyi bir yere götürmez.

Kişisel ve kurumsal reklâm peşindeyiz. İnegöl ilçemizde İshak Paşa Camii’nin (1465) avlusundaki şadırvanın üzerinde şu yazıyor: “Hakkın lütfu, halkın yardımı, Abdullah’ın emeğiyle oldu bu şadırvan.” Abdullah, Allah’ın kulu demek. Hak ve halk yani. Benlik bunun neresinde? Son yıllarda ise küçüğünden en büyüğüne kadar dillerde hep aynı kelime: Ben.

Gidişatın bir parçası olarak, artık eserler değil, maketler üretiliyor. Mutlaka onlardan birkaç tanesini görmüşsünüzdür. Çeşme, saat kulesi, giriş kapısı vs. Bazı iddialarımız da işte bu maketlere benziyor. İçine girmiyoruz ki dolduralım.

Uzun sözün kısası: Halis niyet, salih amel ve hayırlı emek bahsini, samimi bir şekilde yeniden düşünmemiz gerekiyor. Neredeyiz, ne durumdayız?

İbrahim Tenekeci

10.01.2018

yenişafak
Devamını Oku »

Küçük Yaştaki Kızların Evlendirilmesi Meselesi



Küçük yaştaki kızların evlendirilmesi meselesi üzerinden Diyanet’e karşı başlatılan kampanyayı üzülerek takip ettim. Kanaatim odur ki, tartışmanın tarafı olan birçok kimse için amaç, hiçbir şekilde, bir yanlışı düzeltmek veya yanlışlık tespiti değil.

Bilmeden, gelişi güzel, ortama uyarak mesele hakkında yorum yapanların dışında iki grup var. Biri altın bir fırsat bulmuş, Diyanet üzerinden hükümetle hesabını görüyor, diğeri bu durumu bahane ederek dini, insanların gözünde dinî olan ne varsa onu itibarsızlaştırıyor.

Bütün bu çarpıklıklar, “sapkınlıklar” dinle irtibatlı, dindarlar arasında var, diyor. Böylece bir taraftan muhafazakârlık iddia ve söylemindeki iktidarı vururken bir taraftan da dinî değerleri, kurumları, kavramları aşındırıyor, dindarları yıpratıyor, dini hedef alıyor.

Hâlbuki din, Kur’an veya Hadis, hatta İslam Hukuku (fıkıh) kimseye kızını on, on iki, on beş yaşında evlendir demiyor, bu hususta herhangi bir teşvik veya özendirme de kesinlikle söz konusu değil.

Ama fıkıh/fetva kitapları, yazıldıkları zaman, çevre ve örfü yani o günkü mevcut durumu esas aldıkları için bu konulara giriyor, bu yaşlardaki kızların evlenebilirlik yahut evlenemezliği, buna uygun olarak yaş tespitleri bu kitaplarda yer alıyor.

Problem, bu kitaplardaki bilgi, olduğu gibi, bugüne uyarlanmadan, bugüne/bu yeni duruma dair tespitler, teklifler, düzenlemeler yapılmadan doğrudan günümüze taşındığı zaman ortaya çıkıyor.

Bir kısım insanlarımız bunu bilmiyor. Belli ki, bilenler de meseleyi yeterince izah etme, belirgin kılma noktasında problemler yaşıyor. Arkadaşlar, bu, dinin, Kur’ân’ın, Sünnet’in emri değil; kültür, demiyor, diyemiyor.

“Din ile tedeyyünü”, “din ile kültürü” birbirinden ayırmak lazım. Bu fıkıh/fetva kitaplarında görülen yaşla ilgili tespitler de doğrudan dinin değil, o dönem, çevre, şartlar, coğrafyanın, o dönemin sosyoloji ve kültürünün belirlediği şeyler, diyemiyor.

Buna benzer durum/uygulamalar başka kültürlerde de var. Bizim eski kültürümüzde, şiirlerde, türkülerde, şarkılarda da var. Ayrıca, serinkanlılıkla bakıldığında meselenin sadece küçük yaştaki kızlar üzerinden konuşulmasının doğru olmadığı, erkeklerle de ilgili olduğu görülüyor.

İşte bazı örnekler: “Henüz girmiş on üç on dört yaşına / Küçücükten bir yar sevdim yar/oy nenni (aslı, “ermeni” imiş, sansüre uğramış?). Bu da Karacaoğlan’dan o günün havasını, gerçeğini yansıtan “anlamak için” okunması gereken bir şiir.

On birinde bir yâr sevdim,
Taze açmış güle benzer.
On ikide şeker, şerbet,
Oğul vermiş bala benzer.

On üçünde gözün süzer,
Zülfünü gerdana dizer,
Kargı, kamış gibi uzar,
Boyu selvi dala benzer.

On dördünde bedir bedir,
Dostunun ikrarın güder,
Nere çeksen ora gider,
Boynu toklu kula benzer.

On beşinde yaşar yaşın,
Her örnekten bağlar başın,
Tenhalarda arar eşin,
Tez alışkın tele benzer.

On altıda kurt bilekli,
Ünler de Hakk'a dilekli,
Sağrısı yeşil örekli,
Esen poyraz yele benzer.(tamamı için bkn.https://karacaoglansiirleri.blogspot.com.tr/2008/01/on-birinde-bir-yr-sevdim_21.html?m=1)

Bu da bir delikanlının dilinden: “Ahlat'ın başındayım. On altı yaşındayım. Kınamayın vay dostlar. Gül kızın peşindeyim” şeklinde devam edip gidiyor. Hepsini buraya taşımanın hoş olmayacağı bunlardan başka örnekler de var.

Erken yaşlarda evlenme yakın zamanlara kadar Anadolu’da yok muydu? Adanalı bir arkadaşımızın annesi on iki, babası on üç yaşındayken evlenmiş. Doğu veya Batıdaki bazı istismar örneklerini bir tarafa koyacak olursak bu, yakın zamanlara kadar bilinen bir şey.

Bunun o günkü şartlarda makul sayılabilecek sebepleri de var. “Efendim, kız on beş yaşında o zihnî olgunluğa erişmiyor. Bir eve çıkıp evliliğin sorumluluğunu taşıyacak durumda değil” deniyor. Doğru. Bugün için, kesinlikle böyle.

Ama o gün tamamen böyle değil. İnsanlar en küçük yaşlarından itibaren zor hayat şartlarıyla yüz yüze ve çalışmak zorunda oldukları için daha erken olgunlaşıyorlar. Bugün ise medenî hukukta evlilik için tespit edilen “on sekiz yaş” bile birçok aile tarafından erken sayılıyor.

Sonra, bu yaşlarda bir kız çocuğunun yeni bir eve çıkıp o evin sorumluluğunu yüklenemeyeceği iddiası da o gün için çok geçerli değil. Çünkü içerisinde kayınpeder-kayınvalide, kardeşler, hatta yengeler ve çocukların olduğu büyük evlere gelin gidiyorlar.

Bunun yanında, kız iyi bir kız, aile iyi bir aileyse veya kız gösterişli güzel bir kızsa başkasına gitmesin; varlıklı bir aileden ve akraba ise mal bölüşülmesin; kimi zaman da evde, bağ-bahçede, tarlada çalışmak için yardımcıya ihtiyaç olduğu için bu kızlar isteniyor.

Söylemek istediğim, bu, o dönemlerin kültür ve sosyolojisiyle ilgili bir şey; dinin emrettiği, dayattığı bir şey değil. Dönem, çevre, şartlar değişince, bunlara bağlı olarak yapılan tespit ve uygulamaların da tabii olarak kendiliğinden değişmesi gerekiyor.

Nitekim 1917 yılında yayımlanan Hukûk-ı Aile Kararnamesi'nde bu yeni durum ve şartlar esas alınarak evlilik yaşı on yedi-on sekiz olarak düzenleniyor. Bunu öğrenmek, anlamaya çalışmak yerine sövgüyü tercih eden, düşmanlık yapanlar hiçbir takdir veya tebriği hak etmiyor.

Bütün bu tartışma devam ederken, bu camiadan birileri de çıkıp sanki matah bir şey yapıyormuşçasına, “kıvırmayın, gelenekte bu var” diyor. Evet, gelenekte bu var ama niye var diye sormuyor. Örf, kültür, mevcut şartlar esas alındığı için gelenekte bu var.

Bugün kendilerini geleneğe bağlı sayan insanlar o geleneği bugüne taşıyorlar, kızlarını on beş, on altı yaşlarında evlendiriyorlar mı? Hayır! Demek ki onlar da bu yeni durumun farkındalar, en azından bu noktada geleneği günümüze taşımıyorlar.

Koca profesör konuyla ilgili Diyanet’i itham eden ağır bir tweet yazıyor, birileri tarafından samimice haberin kaynağına dikkat etmesi noktasında uyarılınca “üç saat oldu, Diyanet bir açıklama yapmadı” diyor. Geldiğimiz seviye, maalesef budur.

Toparlayacak olursam, burada belirleyici olan din değil, insanların yaşadıkları dönem, çevre ve şartlar. Müslüman bir toplumda böyle bir şey konuşuluyor diye, faturayı hemen dine, dindarlara kesmenin iyi niyet taşıdığına dair cidden kuşku duyuyorum.

Ayrıca, bunu bahane ederek Diyanet’i yıpratmanın bu çevrelere de bir faydası yok. Böyle bir kurumun olmaması, dinî-toplumsal alanda kaos ve keşmekeşi artıracağı gibi, toplumun farklı kesimleri arasındaki mesafeyi daha da derinleştirecektir.

Meselelerimizi sükûnetle, birbirimizi dinleyerek, itham etmeden, anlamaya çalışarak çözmek için bir yol bulmaya çalışmazsak, iyi bir geleceğin bizi beklemediğini söylemek için de ayrıca kâhin olmak gerekmiyor.

Bu da, yukarıda yazılanları teyit eder mahiyette bir istatistik. Paylaşan @glzmnb kardeşime teşekkür ediyorum. 1940'lardan bugüne evlilik yaşıyla ilgili nasıl bir değişim olduğunu gösteren açıklayıcı bir tablo.



@lazamani hocamın konuyla ilgili yazdıklarını da buraya ekliyorum:

Dört mezhebin de kabul ettiği küçük yaşta nikahlama (ki bir nevi beşik kertmesi demektir), İslam hukukuna göre hazırlanan 1917 tarihli Hukuk-ı Aile Kararnamesi ile yasaklanmıştır. Zira evliliğin Sanayi Devrimi öncesi sosyal fonksiyonları büyük şehirlerde artık ortadan kalkmıştır.

Konuyla ilgili söz söyleyecek olanların, evlilik hayatının fiilen başlaması ile nikah akdi arasındaki farkı mülahaza etmeleri, Sanayi Devrimi öncesi ile sonrasındaki sosyal hayat arasındaki farklılıkları dikkate almaları gerekir.(Asım Cüneyd Köksal)



@Nail_Okuyucu hocamın konu etrafında yazdığı uzunca ve faydalı zinciri de buraya ekliyorum:

Fakihlerimiz nikâhın meşrû kılınışının sebebini, Allah’ın takdir ettiği kıyâmet vaktine dek nev’-i beşerin yeryüzünde bekâsını temin olarak tespit etmişlerdir. Bunun yolu da insanların soylarını devam ettirmeleridir (tenâsül ve tevâlüd).

Bu gayeyi temin için erkek ve kadının bir araya gelmesi gerekir ki bunun da dinen meşru kabul edilen yolu nikâhtır. Zira nikâha başvurulmadığı takdirde ilişkilere zorbalık (teğâlüb) hâkim olacak ve bu da hem insanlığın hem de yeryüzünün fesâda uğramasına yol açacaktır.

Ayrıca meşrû nikâh dâiresinde kayıt altına alınmayan ilişkiler neseblerin kaybolmasına sebebiyet verecek ve dinin korumayı hedeflediği beş temel esastan biri olan nesil zâyi olacaktır (Bu kısmı, Serahsî'nin el-Mebsût'undan ihtisâr ederek naklettim).



Küçüklerin evlendirilmesine meselesine bu açıdan bakıldığında, İmam Gazzâlî’nin şu cümlelerini de hatırda tutarak hem âlimlerimize hem de bu vâkıanın yaygın olduğu bizden önceki nesillere karşı haksızlık yapmamış oluruz;



Özetle Gazzâlî şunları söylüyor: "Küçüklerin evlendirilmesine verilen cevâzın arkasında, evliliğin kendisinden beklenen amaçlar değil, aşiretler arasındaki ilişkilerin ve aileler arasındaki dayanışmanın güçlendirilmesi düşüncesi yatar."

Meseleye İslâm hukuku açısından baktığımızda, evlenmeyi yalnızca iki kişi arasında akdedilen bir sözleşme olarak değil, Gazzâli'nin de işaret ettiği üzere aileler arası kurulan bir bağ olarak görmek daha isabetli olur.

Bu yüzden nikâhta ehliyet denince yalnızca evlenme ehliyeti değil, evlendirme ehliyeti de (velâyetü'n-nikâh) anlaşılır. Bir şahsın evlenme ehliyeti kazanması için büluğ/rüşd çağına erişmesi gerekirken fıtraten ve ahlâken çocuklarının daima iyiliğini düşünecekleri varsayılan velilerin çocuklarını evlendirmeleri için belli bir yaş sınırı öngörülmemiştir. Bir çocuğun evlendirilmesi, onun evlilik hayatına fiilen başlaması anlamına da gelmemektedir. Kız çocuğunu evlendiren veli, çocuğunu evliliği fiilen yürütebileceği bedenî ve zihnî olgunluk çağına kadar kocasından alıkoyma hakkına sahiptir. Bu meseleye hep kız çocukları açısından bakılması ve meselenin peşinen bir sapkınlık zeminine çekilmesi de bir modern saplantı olarak tezahür ediyor. Oysa ilgili cevaz hükümlerinde kız-erkek ayrımı yapılmamaktadır.

Konuya bakışımızın değişmeye başladığı 19. yy. ve sonrası, İslâm toplumlarının siyasi ve sosyal sahalarda ciddi değişikliklere maruz kalmaya başladığı bir döneme karşılık geliyor. Nikâh, önceleri yalnızca şahısları ve ilgili tarafları ilgilendiren bir mesele iken modernleşme ile yani "modern devlet"in ortaya çıkmasıyla birlikte, siyasi erkin nüfuz ve düzenleme sahası genişledi. Önceleri çok daha sivil bir görünüm arz eden İslâm toplumları artık devletin her alandaki düzenlemeleri ile farklı bir eşiğe atlamış oldu.

1850'li yıllardan itibaren İslâm dünyasında devletler bu yolda attıkları adımlarla ahvâl-i şahsiyyeye daha fazla müdâhil olmaya başladılar. 1916 yılında çıkarılan bazı irâdeler ile 1917 tarihli Hukuk-ı Aile Kararnâmesi bunun en bariz örnekleridir.

Nitekim o dönemde bu kararnâmeye yöneltilen eleştiriler arasında, devletin öncelikle şahısların hak ve yetkisinde olması gereken ahvâl-i şahsiyye sahasına bu denli müdâhil olma yetkisini kendisinde nereden ve nasıl gördüğü önem arz eder. (Sadrettin Efendi'nin tenkitleri gibi) (Nail Okuyucu)



Mehmet Fatih Kaya Hoca

https://mobile.twitter.com/mfkaya08/status/950077072399044610?s=04
Devamını Oku »

Hoca Ahmed Yesevî, Hüküm ve Hikmet"







* Doç. Dr., Büyükelçi, Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü –Ankara/Türkiye

Öz

Bu çalışmada maneviyat geleneğimizin en önemli temsilcilerinden olan Hoca Ahmed Yesevî’nin ölümsüz eseri Divan-ı Hikmet’ten ve tasavvuf geleneğimizden hareketle hikmet ve hüküm kavramları üzerinde durulmuştur. Yesevî’nin açtığı ilim ve irfan yolunun takipçileri medeniyet yürüyüşümüzün temel adımlarını teşkil etmişlerdir. Hakikat yolculuğunun ana hedefi olarak hükümlerin arkasındaki hikmetleri idrak etmek gerekmektedir. Yesevî’nin hikmet felsefesi bize suretlerin ardındaki manayı öğretmektedir. Hükümlerin arkasındaki hikmeti idrak etmek; akıl, iman, erdem ve aşk ile âleme bakmamızı gerektirir.

Onun hikmet mirasının hatırlanması ve anlaşılması, yolumuzu aydınlatması ve hakikat nurunun daha fazla insana ulaşması noktasında önem teşkil etmektedir.

Hoca Ahmed Yesevî, ilim, irfan ve maneviyat geleneğimizin büyük çınarlarından biridir. Hakk’a yürüdüğü 12. yüzyılın ikinci yarısından (ö.1166-67 ya da daha sonrası) bu güne, Orta Asya steplerinden Mezopotamya’ya, Anadolu topraklarından Balkanlara yayılan geniş coğrafyada bir mürşit, bir gönül insanı, bir sanatkâr olarak yolumuzu aydınlatmıştır. Onun açtığı yoldan yürüyen Tapduk Emre, Yunus Emre, Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Sadreddin Konevi, Davud el-Kayseri, Hacı Bektaş-ı Veli, Sarı Saltuk, Baba İlyas, Somuncu Baba, İbrahim-i Gülşeni, Niyazi Mısri gibi büyük arifler, Anadolunun irfan medeniyetini inşa etmiş ve akıl ile imanın, aşk ile aşkın olanın, ilim ile ahlakın, inanç ile erdemin ayrılmaz bir bütün olduğunu göstermişlerdir. Yesevî yolunun bayraktarlığını yapan Horasan Erenleri ve Anadolu Erenleri, etnik, coğrafi ve kültürel farklılıkları manevi bir zenginliğe dönüştürmüş ve bin yıllık medeniyet yürüyüşümüzün ilk adımlarını atmışlardır.

Ahmed Yesevî’nin ölümsüz eseri Divan-ı Hikmet, kendisinden sonra gelişecek olan bu büyük medeniyet paradigmasının en mümtaz örneklerinden biridir. Fuad Köprülü Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar isimli çalışmasında bu konuyu detaylı olarak inceler (Köprülü 1993). Zaman ile mekânı, insan ile evreni metafizik bir bütünlük içinde ele alan Hoca Ahmed Yesevî, zahir ile batının, mana ile suretin, hüküm ile hikmetin ancak doğru bir ontolojik ve epistemik çerçevede ele alındığı zaman insanı hakikate ve kurtuluşa ulaştırabileceğini söyler.

Aristo, Metafizik adlı eserine “bütün insanlar tabiatı gereği bilmeyi arzular” (Aristoteles 1996: 980a) önermesiyle başlar. İnsanı, diğer varlıklardan ayıran temel özelliğinin “bilme arzusu” olarak tanımlanması önemlidir. Zira bu basit gibi görünen tanımda bilmek ve istemek, ilim ve irade bir araya getirilmiştir.

Her kıymeti haiz bilme eylemi gibi, insanın bir şeyi gerçek manada bilmesi de ancak onun mahiyetini ve varlık sebebini bilmekle mümkündür. Fakat bilmek için de irade etmek, istemek, bilginin peşinde gitmek gerekir. Dolayısıyla bilgi ve özgürlük, insanın fıtratı gereği birbirinden ayrılamaz. Bilmek ve istemek eylemlerinin fıtratın bir parçası olması da ayrıca üzerinde durulması gereken bir konudur. Zira tek başına bilmek yetmez; insanın neyi istediğini de bilmesi gerekir. Ahmed Yesevî’ye göre gerçek manada aklını kullanan kişi, neyi aradığını da bilir.

Pir-i Türkistan, Divan-ı Hikmet’te şöyle der:

Gafillere dünya gerek, akillere ahiret gerek

Vaizlere minber gerek, bana sadece (Allah’ım) sen gerek

Hoca Ahmet benim adım, gece gündüz yanar korum

İki cihanda ümidim, bana seni gerek(Dîvân-ı Hikmet, Seçmeler,41,s.104)

Ahmed Yesevî ve onun yolundan giden Müslüman bilgeler, insanın ancak hak ve hakikat ile irtibat kurduğu zaman akıl, erdem ve özgürlük sahibi bir varlık olabileceğini söylemişlerdir. İnsanın yeryüzündeki serüveni, hakikat bilgisini aramakla başlar. Bunun en açık ve sarsıcı ifadesi de, “Oku!” emridir. Hangi meslek ve meşrepten olursa olsun insan, bilmeden ve hür iradesini kullanmadan sorumluluk sahibi olma makamına ulaşamaz. Akıl ve iradeden yoksun bireyler, dinen de hukuken de sorumlu kabul edilmezler. İlahi dinler insanların imanlı, ahlaklı ve erdemli yaşamasını temin edecek kurallar koyar.

Haram ve helaller dediğimiz bu kurallar manzumesi kaynağını, dinin asıl gayesine hizmet etmek isteyen bir idrakten alır. Temel hükümler ve ilkeler sadece kural olsun diye konmamıştır. Mekasidü’ş-şeria olarak bilinen, bugün ‘dinin gayeleri’ diyebileceğimiz ve her amelin arkasında yatan asıl neden, ‘hikmet’tir. Hikmet, bize yaptığımız her işin manasını ve gayesini anlatır. Hikmet olmadan emirler ve yasaklar, basmakalıp formel kurallar haline gelir.

Hukukun koyduğu hükümler ‘ne’ ve ‘nasıl’ sorularına cevap ararken hikmet, ‘niçin’ sorusunu yanıtlar. “Neyi nasıl yapmalıyım?” sorusu elbette önemlidir. İnsan karnını doyurmak için de bir müzik eseri bestelerken de ne ve nasıl sorularının cevapları mucibince hareket eder ve ortaya bir iş, ürün, eser koyar. Fakat “Niçin yapmalıyım?” sorusu, bütün soruları anlamlı hale getiren temel sorudur. Neden yahut niçin sorusunu cevaplamadan yaptığımız hiçbir eylemin anlamlı hale gelmesi mümkün değildir.

Hükümler, kurallar, emir ve yasaklar, varlık sebebini hükmün ötesindeki hikmetten alır. Burada meselenin özüne geliyoruz: Bugün insanlığın ve hassaten İslam dünyasının temel sorunu, ‘hüküm ile hikmet’ arasındaki dengeyi kaybetmiş olmasıdır. Hayatımızda ne çok hüküm var ama ne kadar az hikmet var…

Etimolojik olarak hikmet sözcüğü Arapça’da ‘sınırlama veya önleme’ anlamına gelen ‘h-k-m’ kökünden gelir. Hikmet, bizi cehaletten, ayıplanacak iş yapmaktan ve adaletsizlikten koruyan şey demektir. Aynı kökten türeyen “hüküm” sözcüğünün de benzer bir anlamı var. Hüküm olarak ortaya konan ilkeler, bizi açık bir şekilde yanlıştan korumayı amaçlar. Bir şeyin “muhkem” olması, belirsiz ve zayıf hükümler karşısında onun açık-seçik ve sapasağlam olmasına atıfta bulunur.Kısaca ifade etmek gerekirse hüküm, aklımızla hata yapmamızı ve ahlaken yanılmamızı önler.

Hüküm-hikmet söz konusu olduğunda ‘nasıl’ ve ‘niçin’ soruları da birbirini bütünler hale gelir. Amellerin mana ve gayesinin nasıl belirleneceği konusu İslam düşünce geleneğinde etraflı bir şekilde ele alınmıştır. Bazı ekollere göre bir şeyin iyi veya kötü olmasının yegâne sebebi, Allah’ın iradesidir. Her tür hükmün kaynağı yalnızca O’nun iradesi ve takdiridir. Yalan söylemek ve zulmetmek yanlıştır, zira Allah böyle emretmiştir. Aynı sebeple, hayırseverlik veya dürüstlük iyidir, zira Allah öyle takdir etmiştir.

Aralarında arif, filozof ve mutasavvıfların da bulunduğu Müslüman mütefekkirlere göre ise Allahu Teala’nın, bir şeyi iyi veya kötü emretmesi ile o şeyin tabiatı arasında bir tenakuz yoktur. Allah yalan söylemeyi yasaklamıştır, çünkü yalan söylemek tabiatı itibarıyla kötü bir eylemdir. Allah adaleti emretmiştir, çünkü adalet özünde iyi bir ilkedir. Bu durum Allah’ın kudretini sınırlamaz, zira Allahu Teala her şeyin zaten mutlak yaratıcısıdır.

Kur’an’a göre Cenab-ı Hak, hikmet ve gayeyle hareket eder. Allah kullarından hakikat, adalet ve merhamete aykırı hiçbir şey istemez. Mefhum-u muhalifiyle söyleyecek olursa Cenab-ı Hakk’ın Peygamberleri vasıtasıyla kullarına gönderdiği bütün emir ve yasakların temelinde hakikat, hikmet ve merhamet vardır. Kullarına Rahman ve Rahim nazarıyla bakan ve onları el-Vedud ismiyle seven Allah “hiç kimseye taşıyamayacağı bir yük yüklemez”.

Her emir ve yasağın arkasında yatan hikmeti keşfetmek, bu yükü taşımak için doğru vasıtaları kuşanmak demektir. Hikmet olmadan hüküm de anlamsız hale gelir. Bizi amaca götüren araçların da doğru, sahih ve meşru olması gerekir. Zira eskilerin dediği gibi “kem âlât ile kemâlât olmaz”. Hikmet; idrak, doğruluk ve merhamet demektir. Hikmet, inancımızın ve amellerimizin metafizik ve ruhani boyutunu ortaya koyar.

Doğruluk ve dürüstlük içinde yaşayabilmemiz için bizi hakikate sevk eder. Hikmet, yaptıklarımıza bir anlam ve amaç verir. Bugün bu hikmet anlayışını yeniden keşfetmemiz gerekiyor. ‘Niçin’ sorusuna cevap verilmediği sürece, dinî hayat formel ve şeklî kuralların ötesine geçemez. Kuran’ın yüzlerce ayeti, inananları evrene ve kendilerine bakarak herşeyin anlamını ve gayesini idrak etmeye davet eder.

Allah hiçbir şeyi amaçsız yapmıyorsa, insanların da herhangi bir şeyi amaçsız ve gayesiz yapmasını istemez. Yaptığımız her işin bir anlama, amaca ve hikmete dayanması, yaradılış felsefesinin temel ilkelerinden biridir. İslam dünyası çeşitli dinî ve siyasi sebeplerle bu hikmet anlayışını büyük ölçü- de kaybetti. Gaye ve hikmetini idrak etmek, her ibadetin ayrılmaz bir parçası iken bazen din, bereket ve zarafetten yoksun şekilsel törenlere, adetlere ve kurallara indirgenebiliyor.

Manayı kavramadan surete sarılmak, özden uzaklaşma tehlikesini beraberinde getiriyor. Suretler ve sebepler âleminde yaşadığımız için zahir önemlidir. İman, amel ve ahlak, suretsiz ve zahirsiz olmaz. Lakin suretlerin ötesindeki manaya ulaşmak, bütün yolculukların nihai amacıdır: Kur’an’ın bendesi ve bir Peygamber aşığı olan Hz. Mevlana’nın dediği gibi:

Eğer insanlık âdemin suretinden ibaret olsaydı

Ahmed (Hz. Peygamber) ve Ebu Cehl aynı olurdu. (Mesnevi I: 1019)

Suretlerin ötesindeki anlamı kavramak için de hikmete ve muhkem düşüncelere ihtiyacımız var. Bu noktada özgürlük ve anlam meselesine kısaca temas etmemiz gerekiyor.

Özgürlük ve Anlam Sorunu

Eşyanın anlamını keşfetme eylemi, insan oluşumuzun temel unsurlarından biridir ve bizi beşeriyyet mertebesinden insaniyyet mertebesine ulaştırır. Bunun temel iki temel unsuru da özgürlük ve anlamdır. Modern düşüncenin tersine Yesevî, Mevlana ve İbn Arabi gibi Müslüman arifler özgürlüğü basit bir “tercih hakkı” olarak görmezler. Bir anlam çerçevesine oturtmadan özgürlüğü ele almanın imkansız olduğunda ısrar ederler.

Özgürlük, negatif manada engellerden kurtulmak ise, pozitif manada kanat açıp semaya yükselmektir. Seçme hürriyeti olarak özgürlük, moderniteyle ortaya çıkan otonom bireyin temel özelliğidir. Hegel’e ve onu izleyen Weber’e göre modernitenin en temel özelliği, seçme hürriyetidir. Modern otonom birey, birey olmanın sayısız imkanları arasından istediği tercihi yapabilir.

Modern bilim ve teknoloji, bize bu imkanı sunar. Tercihlerin artması, özgürlük alanının genişlemesi demektir.Fakat buradaki kritik konu, neyi seçtiğimiz değil, bir şeyi seçiyor olduğumuz gerçeğidir. Weberyan manada özgürlük, seçme eyleminin ya da yeteneğinin kendisinden ibarettir.Seçimin ne yönde olduğu, nasıl bir muhtevaya sahip olduğu önemli değildir. Tercihleri anlamlı kılan, onun bireyin dışında bir ger- çekliğe dayanması değil, bireyin ortaya koyduğu iradeye göre şekillenmesidir.Modern özgürlük anlayışı, muhteva ile ilgilenmez. Bu konuda ahlaki bir hüküm vermez. Hükmü bireyin tercihine bırakır. Hazcı bir hayat yaşamak, dindar olmak, çıkarcı bir yaşam sürmek yahut farklı tercihlerde bulunmak, bireyin seçme hürriyetini ortaya koydukları için anlamlıdırlar.

Bu tercihlerin muhtevasını oluşturan değerler ve yaşam biçimleri hakkında hüküm vermek, modern ahlak anlayışının dışındadır. Buna karşın gelenek özgürlüğe değil, anlama vurgu yapar. Bireyin özgür olmasından önce, anlamlı bir hayat yaşamasını öngörür.

Hatta bireysel ve toplumsal yaşama anlam kazandırmak için, özgürlüklerin kısıtlanmasını kabul eder. Yani özgürlükleri sadece negatif manada değil, pozitif olarak da tanımlar. Sadece tercih etme yetisinin değil, tercih edilen şeyin de özgürlük kavramının bir parçası olduğunu söyler.

Modern olmak, anlam verme iddiasında bulunan geleneğin sınırlardan kurtulmak demektir. Fakat modern özgürlük anlayışının kendisiyle çeliştiği yer tam da burasıdır. Çünkü bir tarafta özgürlüğün prensipte bir değerler skalasına bağlı olmaması gerektiği ileri sürülmekte, öte tarafta özgürlük hakkındaki hükmün değer-yüklü bir tutum olduğu gözardı edilmektedir. Modernitenin temel krizlerinden biri burada ortaya çıkar: Muhtevadan yoksun özgürlük, bir anlam krizine yol açar. Özgürlük ve anlam, iki karşıt değer haline gelir. Ya özgürlüğü seçip anlam dediğimiz şeyi kendi bireysel tercihlerimizde inşa etmeye çalısacağız; ya da anlamı seçip özgürlüklerimizi kendi irademizle kısıtlamayı tercih edeceğiz. Bu ikisinin dışında bir üçüncü yol görünmemektedir. Bu iki değer arasında bir çatışma ilişkisi olmak zorunda mı? Mevlana’ya göre hayır. Çünkü, özgürlük ancak bir anlama doğru yöneldiği zaman mümkün olan bir şeydir. Mesnevi’de şöyle denir:

Mana odur ki senin her tarafını kuşatır

Ve seni bütün suretlere mahkum olmaktan kurtarır (II: 720)

Özgürlük ile anlam çatışmak zorunda değildir fakat bunu sağlamak sanıldığı kadar kolay bir iş de değildir. Yirminci yüzyıl, bu ikisi arasında denge kurmaya çalışan, fakat ya anlam adına totaliter ideolojilere, ya da özgürlük adına nihilist söylemlere götüren örneklerle dolu. Peki hayatımıza anlam veren fakat özgürlüklerimizi de ortadan kaldırmayan bir siyasi ve ahlaki düşünce mümkün müdür? Gerçekliğin tanımını bireylerin tercihine (Weber’in “metodolojik bireyciliği”) bırakmayan ama özgürlüğü de anlamlı bir değer olarak kabul eden bir tasavvura nasıl ulaşabiliriz?

Burada Weber’in sorusunu biz de soralım: Karmaşık, zecri ve sofistike bir küresel kapitalist sistemin tahakkümü altındaki bir dünyada özgürlük, rasyonalite, demokrasi ve çoğulculuk nasıl mümkün olacak? Modern ekonomik, toplumsal ve siyasi yapıların ve ilişkilerin bu idealleri anlamsız ve işlevsiz hale getirmesine karşı insanlık bundan sonra ne yapabilir? Bireysel anlam arayışı- mız, yapısal ve kurumsal nihilizm karşısında bir şansa sahip olacak mı? İnsanın özgürlük ve anlam arayışının olanca şiddetiyle devam ettiği dünyamızda bu sorulara veceğimiz cevaplar, dünyanın yirmibirinci yüzyıldaki istikametini de belirleyecek.

Anlamdan vaz geçmeden özgür olmak, özgürlüklerimizi feda etmeden anlamlı bir hayat yaşamak arasındaki dengeyi, modern öznenin kendi kendine atıfta bulunan (self-referential) idrak çerçevesini aşarak kurmayı deneyebiliriz. Mevlana’nın bu yolda bize söyleceği çok şey var:

Ey oğul! Bütün bağlarını çöz ve özgür ol.

Daha ne kadar altın ve gümüşün kölesi olacaksın?

Denizi bir kaba doldurmaya kalksan

Ancak bir günün ihtiyacı kadarını alabilir.

Gözü doymayan kişinin kabı hiç bir zaman dolmaz

Fakat bir midye inciyle dolmadan doymaz (Mesnevi I: 19-21)

Özgürlük, suretlerin ötesindeki manayı kavrayıp hakikat makamına ulaş- maktır. Çünkü mana, özgürleştirir. Özgür olmak, içeriği ve anlamı olmayan tercihlerde bulunmaktan ibaret değildir. “Özgürüm, istediğimi seçerim” demek, modernitenin temel düsturlarından biridir. Lakin özgür olmak adına manadan vazgeçmek de mana adına özgürlüğümüzü yok saymak da çıkmaz yoldur. Ariflere göre biz ancak bir anlama doğru yöneldiğimiz zaman özgür hale geliriz.

Suret ile mana, anlam ile özgürlük arasındaki ilişkiyi doğru okumak, aynı zamanda hüküm ile hikmet arasındaki dengeyi bulmaktır. Bir hükmü uygulamak adına hikmeti bertaraf edemeyiz. Aynı şekilde hikmet ve mana adına hükümden ve suretten vaz geçemeyiz.

Şu gerçeği görmemiz gerekiyor: Hikmet, hükme feda edildiğinde akıl ikna olmuyor, kalp yumuşamıyor, nefs itminan bulmuyor. Hikmetten yoksun hü- kümler, manevi-ruhi ihtiyaçlara cevap veremediği gibi bizi – Allah korusun Hz. Muhammed’in kemal yolundan da uzaklaştırıyor.

Bugün İslam dünyasının hüküm ile hikmet arasındaki bütünleyicilik ilişkisini yeniden kurması gerekiyor. Suret ile mana, akıl ile kalp, zahir ile batın, iman ile mantık arasındaki ilişkiyi doğru kurduğumuzda önümüze yeni imkanlar ve ufuklar çıkacaktır.

Yesevî’nin Aşk Yolu

Ahmed Yesevî ilim, irfan ve amelin yanı sıra aşk, sevgi ve merhamet üzerinde de önemle durmuştur. Tasavvufun üç yolu olan mehafet, muhabbet ve marifet aslında bir bütündür. Mehafet yani Allah korkusu, imanın başlangıcıdır. Ama iman orada durmaz. İnsan Rabbini tanıdıkça O’nu sever ve muhabbet makamına yükselir. İnsani düzeydeki sevgi, aşk ve muhabbet, aşk-ı ilahinin tezahür ve tecellilerinden ibarettir. Muhabbet, sevgi ve aşk olmadan iman da kamil olmaz. “Aşksızların imanı yok ey dostlar…” der Hoca Ahmed Yesevî (Divan-ı Hikmet: 84).

Allah el-Vedûd’dur yani çok sevendir. O kullarını yaratmakla kalmamış aynı zamanda onları sevdiğini de ilan etmiştir. Buna mukabelede bulunmak ve Allah sevgisini her şeyin üstünde tutmak insanın asli görevlerindendir. Ahmed Yesevî bu hususu şöyle anlatır:

-Aşkı değse yakıp yıkar canı, teni

Aşkı değse viran eder kibri, benliği

Aşk olmasa kimse tanıyamaz Mevlam seni

Her ne yapsan, aşık eyle beni ey Rabbim

-Aşk pazarı ulu pazar, orada ticaret haram

Aşıklara senden başka şeyler için kavga haram

Aşk yoluna girenlere dünya haram

Her ne yapsan, aşık eyle beni ey Rabbim (Divan-ı Hikmet: 74-75, 137-8)

Aşk makamı yüce olduğu kadar  ağır bir makamdır. Onu taşımak için er ki- şinin hazır olması gerekir. Aksi halde aşk ateşi insanı bir pamuk parçası gibi yakar. Geriye ne akıl kalır ne iman. Bu yüzden arifler aşkın mertebelerinden ve şiddetinden bahsederler ve insanın bu yolda adım adım ilerlemesi gerektiğini söylerler. Her şey aşkla başlar. Hatta yaradılış hikayesi bile aşkla doğrudan ilgilidir.

Zira “Gizli Hazine” hadis-i kutsisinde Cenab-ı Hak “Ben bilinmeyi istedim/diledim/sevdim ve alemleri yarattım…” der. Burada bilinmek için kullanılan fiil (u’rife) ile irfan ve marifet aynı kökten gelir. Yani daha yaradılış hikayemizin başında bilmek ile sevmek, yakin ile aşk iç içedir. Ahmed Yesevî için de aşk yolu kutlu bir yoldur. Ama onu taşıyacak kişinin hazır olması gerekir. Bir şiirinde şöyle der:

Aşk sırrını açıklasam âşıklara

Gücü yetmez, başını alıp gider dostlar

Dağa taşa başını vurup meczup olur

Çoluk çocuk, ev barktan geçer dostlar

Kul Hoca Ahmed, özünden geçmeden dava kılma

Halk içinde “ben aşığım” diye söz etme

Allah aşkı büyük iştir, gafil olma,

Gafil olup Hak cemali görülmez dostlar (Divan-ı Hikmet: 76, 78, 139, 141)

Yukarıda değindiğimiz bilmek ile istemek arasındaki irtibat, aynı zamanda yakin iman ile kalbi sevgi arasındaki bağı da kuvvetlendirir. Hakikati bilen insan neyi sevmesi gerektiğini de bilir.

Aşk yolu, mehafet ve şeriat yolundan asla uzak değildir. Bu aşk idraki, insanı dünyevi ve deni olanın ötesine taşır. Aşk makamı, insanın hakikati görmesini sağlar. Hakikatin bilgisini arayan kişinin yolunu aydınlatır. Yesevî’nin dediği gibi:

Hak kulları dervişler, hakikatı bilmişler

Hakk’a âşık olanlar, Hak yoluna girmişler

Hak yoluna girenler, Allah deyip gidenler

Erenleri izleyip mal ü mülkten geçmişler (Divan-ı Hikmet: 99)

Bu manada aşk hem ontolojik hem de epistemolojik bir mertebeye tekabül eder.

Modernitenin his ve duygusallığa indirgeyerek psikolojize ettiği aşk, aslında evrende kozmolojik bir işleve sahiptir. Zira varlık âleminde olan her şey nihai olarak aşk-ı ilahinin bir tecellisi olarak hareket eder. İnsan söz konusu olduğunda aşk, psikolojik bir halden ibaret değildir. O aklın yolunu aydınlatan, insanı yakine ulaştıran ve nefsi itminana ve kemale erdiren bir nimettir. Bu noktada aşk ve muhabbet, bizi bir sonraki mertebe olan marifete götürür.

Eşyanın hakikatini olduğu gibi bilmek ve ona göre amel etmek, felsefenin de hikmetin de temel ilkesidir. Marifet, herhangi bir bilgi değildir. Malumat hiç değildir. İlim ve hikmet ile malumatı, bilgi ile enformasyonu, enformasyon yığını ile bilgi sahibi olmayı birbirine karıştırdığımız şu günlerde marifetin hakikat bilgisi demek olduğunu bir kez daha hatırlamakta fayda var. Zira Nabi Avcı’nın veciz ifadesiyle “enformatik cehalet” çağında, çığ gibi büyüyen malumat depolarının ve veri tabanlarının bizi gerçek bilgiye, hikmet ve marifete götüreceğinin bir garantisi yok (Avcı 1990).

Ahmed Yesevî, ilim, iman ve aşkı insanı kanatlandıran vasıtalar olarak görür. İnsanın yapması gereken o kanatları takıp gerçek hedefine doğru yükselmesidir. Bu aşk ehlini şöyle tasvir eder:

On sekiz bir âlemde hayran olan âşıklar

Bulamayıp sevgilinin çerağını sersem olan âşıklar

Her dem başı dönerek gözü halka çevrilen

Hu Hu diye kavrulup giryan olan (ağlayan) âşıklar

Tutuşup yanıp kül olan, aşkında bülbül olan

Kimi görse kul olan, merdan olan âşıklar

Yol üstünde toprak olup sineleri parçalanan

Zikrini söyleyip pak olan, ağlayıp inleyen âşıklar (Divan-ı Hikmet: 45-46, 108-9).

Ahmed Yesevî, bir arif ve şair olmasının yanı sıra aynı zamanda bir mürşittir. İslamla müşerref olan Türklere İslamın temel öğretilerini sade, yalın ve samimi bir dille anlatır. Türkçenin ilk büyük mutasavvıf şairi olan Hoca Ahmed, Yunus ve onun izinden giden tekke ozanlarının da yolunu hazırlamıştır. Onun şiirlerinde, hikmetli sözlerinde ve hakkında anlatılan hikayelerde bu samimi ve derinlikli sadeliğin seza-yı dikkat örneklerini görürüz. Bir şiirinde şöyle der:

Tevbe eden âşıklar (O’nun) nuru erer

Gece gündüz oruç tutsa kalbi parlar

Ölüp mezara gidende kabri genişler

Kadir Rabbim’in Rahim ve Rahman merhameti var

Namaz, oruç, tevbe üzere gidenlere

Hak yoluna girip yürüyenlere

Bu tevbeyle ahirete gidenlere

Bağışlanmış kullar ile sohbeti var (Divan-ı Hikmet: 71-72, 134-5)

Yunus’tan önce Türkçeyi manevi şiir dili olarak kullanan Ahmed Yesevî, tarihte oynayacağı rolün adeta farkındadır. Şiirlerini elbette bütün insanlara söylemiştir. Onun lafzı hususi, manası umumi ve evrenseldir. Türklerin ihtida etmesiyle beraber yaşadıkları büyük dönüşüm, kendini ilk defa Ahmed Yesevî’nin şahsında ve eserlerinde açık bir şekilde tezahür ettirir. Orta Asya ve daha sonra Anadolu halklarının İslam’a giden yolu, yukarıda işaret ettiğimiz ilim, irfan, muhabbet ve marifet derecelerini bünyesinde barındırır. Türk, Kürt, Arap, Fars ve daha pek çok milletin katkı sunduğu bu sentez irfan medeniyetinin de temellerini atar.

Yesevî’nin şu dörtlüğü bütün bu hususları hülasa eder mahiyettedir:

Hoca Ahmed marifet bahçesine rehberdir

Hakikatleri söyler, açar gönül ilini

Miskin zayıf Hoca Ahmed, yedi ceddine rahmet

Farsçayı bilir amma güzel söyler Türkçeyi... (Divan-ı Hikmet: 111).

Sonuç Yerine

Akıl, iman ve aşk ile hükümlerin arkasındaki hikmetleri idrak etmek, hakikat yolculuğunun ana hedefidir. Yesevî’nin hikmet felsefesi, bize suretlerin ötesindeki manayı öğretir. Yesevî şöyle der:

Yesevî hikmetin bilenler işitsin

İşitenler maksada erişsin

Cevahir madeninden bir parça alsın

İşitmeyenler hasrette kalsın (Divan-ı Hikmet: 120)

Bir başka dörtlüğünde kendi hikmetlerini şöyle tanımlar:

Benim hikmetlerin şeker ve baldır

Bütün sözler içinde bi-bedeldir

Bu hikmetlerin Hakk’ın bir lütfudur

Seher vakti estağfirullah diyenler için (Divan-ı Hikmet: 121)

Bu hikmetler kıymetlidir. O halde onun kıymetini de bilmek gerekir:

Hikmetlerimi dertsizlere okumayın

Paha biçilmez cevherimi cahillere satmayın

Yesevî hikmetlerinin kıymetini bilin

Aşk küpünden bir katre mey tadın (Divan-ı Hikmet: 122)

Hükümlerin arkasındaki hikmeti idrak etmek için, akıl, iman, erdem ve aşk ile âleme bakmamız gerekir. Varlıktaki her zerreyi kendine verilmiş bir emanet olarak gören kişi, o emanetin hakkını vermek için çalışmak zorundadır. Hikmet, bu mücadelenin rehberidir. Bir işin hikmetini kavramak, onun manasını kavramak ve ona göre hareket etmektir. Bir şeyin manasını kavramak ise bizi özgürleştirir. Çünkü yaptığımız hiç bir iş, artık ne taklitten ibarettir ne de özgürlük adına bencilliğin kutsanmasıdır. “Hikmet müminin yitiğidir; onu nerede bulursa alır” tavsiyesine kulak verenler, elbette neyi aradıklarını bilmektedirler. O hikmeti gördüklerinde onu tanırlar. Pir-i Türkistan Hoca Ahmed Yesevî’nin hikmeti de bu hikmetler yolculuğunun nadide duraklarından biridir. Onun hikmet mirasını hatırlamak, giderek karanlıklara ve zulme boğulan dünyamızda elbette yolumuzu aydınlatacak ve hakikat nurunun daha fazla insana ulaşmasına imkân sağlayacaktır.

Kaynaklar

Aristoteles (1996). Metafizik. Çev. Ahmet Arslan. İstanbul: Sosyal Yay. Avcı, Nabi (1990).

Enformatik Cehalet- Kitler Kültürü. İstanbul: Rehber Yay.

Bice, Hayati (2010). Hoca Ahmed Yesevi/Divân-ı Hikmet. Ankara: TDV Yay. Hoca Ahmed Yesevî (2016).

Divan-ı Hikmet. Ed. M. Tatcı. Ankara: Hoca Ahmet Yesevi Uluslararası Türk-Kazak Üniversitesi Yay. Hoca Ahmed Yesevî (2000).

Divan-ı Hikmet’ten Seçmeler. Haz. Kemal Eraslan. Ankara: Kültür Bakanlığı Yay. Köprülü, Mehmet Fuat (1993). Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar. Ankara: Diyanet İşleri Başkanlığı Yay. Mevlana (2007).

Mesnevi. Çev. Veled İzbudak. İstanbul: Doğan Kitap. Weber, Max (2002).

The Protestant Ethic and The Spirit of Capitalism. Tras. Peter Baehr and Gordon C. Wells. Penguin Books

Hoca Ahmet Yesevi, Judgement and Wisdom İbrahim Kalın*


Kaynak:bilig.yesevi.edu.tr/yonetim/icerik/makaleler/1600-published.pdf


 Tarihistan.org







Devamını Oku »

Adalet ve sömürgeci Batı’nın bilinçdışı

Adaletin kökeninde kamu yararının olduğunu ileri süren David Hume (1711-1776), bu görüşünü ispatlamak için ilginç bir yöntem seçer. Ona göre aşağıdaki beş halden birinin sağlanması durumunda, adalete lüzum kalmayacak, pekâlâ adalet olmadan da yaşanabilecektir.

Beş halden birincisi, “mutlak bolluk” durumudur. Herkesin dilediğini dilediğince alabileceği bir toplum olmuş olsaydı, adalete de lüzum kalmazdı. Mülkiyet ihlali, hırsızlık ve kıskançlık olmayan böyle bir toplumda, zaten adalet kimsenin aklına bile gelmezdi diye düşünür Hume.

Hume’un ikinci adaletsizlik faraziyesi, sevginin evrensel bir düzeye ulaştığı, kinin ve garezin ortadan kalktığı toplumdur. Sevgi, her yeri kaplamışsa, herkes yekdiğerine dostça ve cömertçe yaklaşır, birbirine bağlı bir aile gibi yaşarsa, bırakın adaleti, herhangi bir yasaya dahi gerek olmayacaktır.

Hume’a göre adaletin olup olmamasının bir önem arz etmeyeceği toplum faraziyelerinden üçüncüsü, tüm bireyleri birbirleriyle ilişkisiz bırakacak düzeyde köklü bir yalnızlık halidir. Adalet, mutlaka ötekine, başkalarına, topluluk duygusuna ihtiyaç duyar. Yapayalnız bireylerden kurulu bir sözüm ona toplumda adalete de gerek kalmayacaktır.

Hume’un adalet olmadan da olur dediği dördüncü toplum faraziyesi, çok aşırı ve genelleşmiş bir sefalet ve şiddet halidir. Böyle bir “aciliyet karşısında, adaletin katı yasaları askıya alınır ve kendini korumanın ve ihtiyacın daha buyurgan gerekçeleri bunların yerine geçer” der üstat.

Adaletsizliğin mazur görüldüğü beşinci hali müsaadenizle en sona bırakıp ilk dört teşhisiyle ilgili bir değerlendirme yapmak istiyorum. Hume’un adaletin kamusal yarar ile bağlantılı olduğu tezini ispat için ileri sürdüğü bu faraziyeler, ayrı ayrı ele alınıp incelenebilir, adaletin ne olduğunun anlaşılmasında çok işe yarayabilirler. Ama şimdi bunlardan ziyade Hume’un tasavvur dünyası, benim nazarı dikkatimi celbediyor. Zira bu tasavvur tarzında, Batı’nın sömürgeci bilinçdışının tezahürlerini görüyorum.

Mutlak refah ve evrensel sevgiyi ele alalım… Her ne kadar Hume, bu iki durumun gerçekleşmesini imkânsız görse de tasavvur etmiş ve dile getirmiş. Zaten daha sonra başkaları, imkânsız olmayabileceğini düşünerek aynı tablolara, bu kez ideal olarak kafa yormuşlar. Mesela Karl Marx, dünya cenneti hayalinin pekâlâ gerçek olabileceğini öne sürmüş, “komünist toplum” diye ad bile koymuş. “Evrensel sevgi”nin ise taliplisi daha çok… Birçok Batılı düşünürde Mesiyanik teolojiye dayalı bu hayalden derin izler var. Mesela hemen aklıma, Marx’ı maneviyatla evlendirmeye kalkan bizim Erich Fromm geliyor. Sömürgeci bilinçdışı taleplerinin dünyayı götürdüğü felaketi ancak toplumsal bolluk ve evrensel sevgi masallarıyla örtmeye çalışmış olmalılar diye düşünmeden edemiyorum.

Hume’un, bugün baş belaları haline gelen yabancılaşma ve güçlü yalnızlık hissini dillendirmiş olması da çok enteresan. Kapitalizmle birlikte insanın emeğinden ve kendinden yabancılaşması, toplumsal bağların çözülmesiyle giderek daha çok atomize olup yalnızlaşması, daha 1750’li yıllarda Hume’un şahsında batılı bilinçten içeri sızmaya başlamış olmalı.

Aşırı ve genelleşmiş bir sefalet ve şiddet (savaş) halinde adaletin ortadan kalkacağı fikri ise asla doğru değil. İnsanın içindeki adalet duygusunun en zor şartlarda bile devam edeceğini tarih bize gösteriyor. Ama burada bizi ilgilendiren, aşırı sefalet ve savaş durumunda adaletin iptal olacağını fikrinin Hume tarafından böylesine pervasızca savunulabilmesi.

Gelelim beşinci faraziyeye…“İnsanlar arasında yaşayan zeka sahibi ama hem zihinsel hem fiziksel olarak hiçbir direniş gösteremeyecek kadar aşağı bir güçle donanmış ve en aşikar provokasyon karşısında bile bize hınçlarının etkisini hissettiremeyecek bir yaratık türü var olsaydı, bu yaratıklara yumuşaklıkla davranmaya insanlık yasaları gereği mecbur olurduk diye düşünüyorum ama açıkçası, onlara karşı hiçbir adalet görevine mecbur olmazdık ve onlar da böyle keyfi efendilere karşı koyacak ne haklara ne de niteliklere sahip olabilirlerdi…” Böyle söyleyen Hume, adalete ihtiyaç olmadan sadece yardım ve merhametle idare edilebilecek “yaratıkların durumuna” somut iki örnek verir. “Uygar Avrupalıların barbar yerliler üzerinde büyük üstünlüğü” ve “birçok toplumda kadınların, özellikle çirkin ve beceriksiz olanlarının zayıflığı”... Onlara yumuşaklık ve merhamet yeter adalet gerekmez. Hume’un bu sözleri, “Büyük Erdemler Risalesi” yazarı “Andre Comte-Sponville’yi çileden çıkartır. “Büyük bir deha olan, bu kadar ilgi çekici birinin önüne geleni yazdığını görmek acı verir ve tüylerimizi diken diken eder” der. Teşekkür ederiz kendisine ama yetmez, bunlarla hesaplaşmak, sömürgeci Batı’nın bilinçdışını her fırsatta sergilemek gerekir.

Erol Göka

18.01.2018 / Yenişafak
Devamını Oku »

Bedîüzzaman Said Nursi'nin Tasavvuf Anlayışı

Yazar: Vasfı ARSLAN *

Bedîüzzaman’ın Tasavvuf Anlayışı


a. Tasavvuf ve Tarikatlara Bakışı


Bedîüzzaman Said Nursî XX. yüzyılda yetişen önemli ilim ve fikir adamlarından birisidir. Tefsir, Hadis, Kelam gibi temel islamî ilimlerin yanı sıra dil, felsefe ve tasavvuf gibi birçok ilim dalında kendisini yetiştirmiştir.[1] Yetiştiği çevrede birçok mutasavvıfın bulunması sosyal ve kültürel açıdan onun tasavvufla olan ilişkisine olumlu tesir etmiştir. Dönemin medreselerinde on beş yılda okunan 100’ü aşkın kitabı üç ay içinde mütalaa ettiğini bizzat kendisi kaydeder.[2] Tahsil ettiği bütün ilimlerin kendisini Kur’ânî hakikatlara ulaştıran birer basamak olduğunu şöyle belirtir: “Bütün o mahfuzatım Kur’ân’ın hakâikine çıkmak için bana basamak oldular. Sonra Kur’an’ın hakaikına ulaştım, çıktım, baktım ki; her bir ayet-i Kur’aniye kâinatı ihata ediyor gördüm. Artık ondan sonra başka bir kitaba ihtiyacım kalmadı. Kur’an bana kâfi, vâfî geldi.”[3]

Bedîüzzaman’a göre, normal şartlar altında yıllar süren klasik medrese eğitimini, kendisinin üç ay gibi kısa bir zamanda tamamlamaya muvaffak olması gaybî olarak şuna işaret etmektedir: Gelecekte ülkesindeki Müslümanlar, değil on beş sene, bir senelik medrese eğitimi alabilecekleri okulları dahi bulamayacaklar. İşte o zaman isteyenlere on beş senelik dersi on beş haftada okutmayı başaracak ve îmanî hakikatleri insanlara çok kısa sürede öğretecek bir Kur’ân tefsiri zuhur edecek ve kendisi de bunun hizmetinde bulunacak.295Bu bakış açısından da anlaşılacağı üzere O, İslâmî ilimler hakkında düşünürken iman hakikatlerinin inkişaf ettirilmesi meselesini hep ön planda tutmaktadır. Tasavvuf hakkındaki düşüncelerinin temelinde de bu düşünce çok önemli bir yer tutmaktadır.

Sathî bir nazarla bakıldığında Risale-i Nurların şekil olarak klasik tasavvuf eserlerine benzemediği, müellifinin tasavvuf düşüncesindeki vahdet-i vücûd ve vahdet-i şuhûd anlayışlarına eleştirel yaklaştığı ve tarikat geleneğinin günümüzde geçersiz olduğunu savunduğu vb. iddialarla tasavvufa karşı soğuk durduğu düşünülebilir. Hatta Bedîüzzaman’ın tarikatçılıkla ilgili ithamlar karşısında mahkeme heyetine sunduğu savunmalarında sarf ettiği bazı ifadeleri bu görüşü destekler mahiyette kabul edilebilir.

Ancak genel olarak risaleler ele alındığında, Bedîüzzaman’ın ilahî hakikati fıkhî ve kelamî yönlerinden daha çok derûnî ve irfâni yönleriyle algılamış olduğu görülecektir.[4]

Onun tasavvufa yakınlığı önemli tasavvufî şahsiyetlerden bahsederken kullandığı ifadelerde de çok açık bir şekilde görülmektedir. Buna örnek olarak, Ebu Yezid el-Bistâmî, Cüneyd-i Bağdadî, Abdülkadir-i Geylanî, İmam-ı Gazalî, Muhyiddini Arabî, Ebu Hasen-i Şazelî, Şah-ı Nakşibend, İmam-ı Rabbanî (radıyallâhu anhüm) gibi İslam tasavvufunun ünlü simâlarını ümmeti aydınlatan “nûrânî yıldızlar” olarak tavsif etmesi[5] gösterilebilir. Buna ek olarak o Şeyh Geylanî (radıyallâhu anh) hakkında “kudsî üstâdım”298 ifadesini, İbn-i Arabî (radıyallâhu anh) için de “Ulûm-u İslamiyyenin mucizesi”[6] nitelemesini kullanır. Bedîüzzaman’ın “Üstadım” dediği zatlardan biri olan İmam-ı Rabbânî (radıyallâhu anh), Mektubât kitabındaki bazı ifadeleriyle onun “eski Said” evresinden “yeni Said” evresine geçmesinde etkili olmuştur.[7]

Risale-i Nur mesleğinin takip ettiği yolu açıklarken Bedîüzzaman “hakikat dersi”ni Gavs-ı A’zam, Zeynelâbidîn, Hasan ve Hüseyin (radıyallâhu anhüm) vasıtasıyla İmam Ali (radıyallâhu anh)’den aldığını ifade etmiş ve takip ettiği hizmet metodunu onlara dayandırmıştır.[8]

Bunlardan başka, Risale-i Nurların neredeyse tamamında tasavvuf büyüklerinin isimlerine atıfta bulunulmakta ve onların görüşlerine yer verilmektedir. Ayrıca Risale-i Nurlardaki ıstılahlara dikkat edildiğinde bu ıstılahların tasavvuf geleneğine çok yakın olduğu görülmektedir.[9] Fikir vermesi açısından Risale-i Nur’larda isimleri geçen bazı tasavvufî şahsiyetlere ve tasavvuf ıstılahlarına yer vermek istiyoruz. Üveysü’l-Karânî, Hasan Basrî, Bişr-i Hâfi, Cüneyd Bağdâdî, Abdulkadir Geylânî, Şâh-ı Nakşibend, İmam-ı Rabbânî, İbn-i Arabî, Seyyid Ahmed Bedevî, Ahmed Rifâî, Ebu Yezid Bistâmî, Ebu’l-Hasan Şâzelî, İbrahim Edhem, Hatem-i Tâî, İmam Şârânî, İsmail Hakkı Bursevî, Mevlana Celaleddin-i Rûmî, Mevlana Cami (Molla Câmî), Niyâzî-i Mısrî, Necmeddin-i Kübrâ, Nasıruddin Tûsî, Sadreddin Konevî, Tâvus Yemenî, Abdulkerim Cîlî, İbrahim Hakkı, Mevlana Hâlid, Ahmed Hânî, Molla Cezerî, Seyyid Sıbğatullah, Alvarlı Hoca Muhammed Efendi (radıyallâhu anhüm) vd. zikri geçen şahsiyetlerden bazılarıdır.

Risale-i Nurlarda sıkça rastladığımız tasavvuf Istılahlarına şunları örnek gösterebiliriz: Acz, fakr, arif, akl-ı evvel, âlem-i melekut, alem-i misâl, alem-i berzah, alem-i gayb, alem-i şehadet, alem-i bâtın, alem-i mânâ, alem-i nur, akrebiyyet, aktab, asfiya, aşk, bâtın, berzah, cemü’l-cevâmî, cevher, cezbe, çile, devir, lisan-ı hâl, dua, enfüs, edep, ehadiyyet, el-buğzu fillah, el-hubbu lillah, emr, enaniyet, sebep, tecelli, müşahede, temâşâ, vâkıa, rüya-yı sadıka, fenafillah, fena, feyiz, gayret, gayr, gavsiyyet, gurbet, hafî, hayal, hilafet-i kübra, hamd, hatve, mertebe, havf, hikmet, vahdet, hıllet, heva, şecere-yi hilkat, himmet, ihlas, inayet, ikram, keramet, ilham, ilme’l-yakîn, ayne’l-yakîn, hakka’l-yakîn, incizap, beka, cem, inziva, insan-ı kamil, irşad, mürşid, istiğfar, istiğrak, sekr, meczup, iştiyak, kalb, ayna, zikr, kesret, kemal, kıdem, marifet, kutb, kurbiyyet, temsil, künuz-ı mahfiyye, rütbe, levh-i mahfuz, lika, mazhar, tayy-ı mekan, bast-ı zaman, fetih, keşif, melami, miftah, rabıta-yı mevt, mirac, seyr, sülûk, rüya-yı sadıka, muhabbetullah, müşahedetullah, nefes, tezkiye, suret-i Rahman, niyaz, nûrânîyet, rıza makamı, reca, tefekkür, veraset-i nübüvvet, rububiyet, ubudiyet, remiz, menzil, sefer, sekîne, seyr-i enfüsî, seyr-i ruhani, şevk, takva, zühd, muhabbet, tesbih, teşbih, tenzih, tevbe, tevekkül, tevhid, istiğrak, vird, urûc, ünsiyet, huzur, huşu, velayet, vücud, yakin, zahir, zıll vs. Görüldüğü gibi Bedîüzzaman herhangi bir tarikata intisab etmese de eserlerinde tasavvufî üslubun ağırlığı dikkate değer bir ölçüde göze çarpmaktadır.

Bedîüzzaman, Kur’ân ve Sünnet kaynaklı bidatlardan uzak tüm tasavvuf ekollerine son derece olumlu yaklaşmış ve asla tasavvuf ve tarikatlerin karşısında olmamıştır. Ancak şu da bir gerçek ki o tasavvufî tarikatlardan hiç birinin temsilcisi olmamış ve müstakil bir İslam düşünürü olarak sadece davasına hizmet etmiştir. Onun için önemli olan; bir tarikata intisab etmekten ziyade îmânî hakikatleri en iyi şekilde kavramaktır. “Zaman tarikat zamanı değildir”[10], “ekmeksiz insan yaşayamaz, fakat meyvesiz yaşayabilir. Tasavvuf meyvedir, hakâik-i İslamiye gıdadır,”304 gibi sözleri ve kendisinin bir sûfi ve şeyh olmadığını söylemesi[11] onun tasavvufa karşı olduğu anlamına gelmez. Selefîlerin tasavvufu inkâr eden ve onu bertaraf etmeye çalışan düşünce sistemlerinden çok farklı olarak Bedîüzzaman, Kuran’a dayandırdığı düşünce sistemiyle tasavvuf çizgisine yakın denebilecek bir hareket tarzı benimsemiştir.[12]

Îmânî hakikatlerin herkes tarafından anlaşılacak şekilde izah edilmesini kendisine asıl hedef olarak tayin eden Bedîüzzaman kaleme aldığı eserleriyle bunu tahakkuk ettirmeye çalışmıştır. Ona göre gaye îmanî hakiketlerin inkişaf ettirilmesi olduktan sonra izlenen yol ve metotların farklı olması çok fazla önem arz etmemektedir. Bir dönem bu mesele tarikatlar yoluyla gerçekleştirilmeye çalışıldığı gibi, zamanın gereksinimlerine göre farklı metotlarla bu yolda yürümek de mümkündür.

İrili ufaklı yaklaşık yüz otuz risaleden oluşan Risale-i Nur külliyatının bir risalesi de tasavvuf ve tarikatların izahına tahsis edilmiştir. “İyi bilin ki, Allah’ın velîleri için (özellikle âhirette) herhangi bir korku söz konusu değildir ve onlar asla üzülmeyeceklerdir de.”[13]  ayetinin serlevha yapıldığı bu risale, dokuz telvih/işaretten oluşmakta ve genel olarak tasavvuf ve tarikatların ilmi değerlendirmesinden teşekkül etmektedir.

b. Tasavvuf ve Tarikatlerin Gayesi


Bedîüzzaman’a göre insanoğlunun dünyası düşündüğünün aksine çok dardır. Ancak yine onun teşbihiyle insanın bu dar dünyasının çevrili olduğu duvarlar camdan olduğu için yansıma yapar ve insanın gözüne sonsuz genişlikte; daracık kabir gibi olduğu halde koca şehir gibi görünür. Çünkü dünyanın sağ duvarı olan geçmiş zaman ve sol duvarı olan gelecek zaman yaşanılan zamanda henüz vücud bulmadığı için hakikatte yoktur. Ancak insan vehim ve hayaliyle işi karıştırıp madum bir dünyayı mevcud zanneder. Nasıl bir çizgi süratle hareket ettirildiğinde, gerçek mahiyetinin zıddına satıh gibi görünüyorsa; insanın dünyası da gerçekte daracık olmasına rağmen bir göz ve algı yanılması neticesinde ona çok geniş görünür. Ancak insanın başına ağır bir musibet geldiği zaman ondaki gaflet ve vehim dağılır. İşte o zaman dünyevî ve cismanî hayatın ne kadar dar ve kısa olduğu anlaşılır. Madem dünya hayatı ve cismani yaşayış ve hayvanî hayat böyledir; o hâlde insana düşen hayvaniyetten çıkmak, cismâniyeti terk etmek, kalp ve ruhun hayat mertebelerine yükselmeye çalışmaktır. İşte böyle bir âleme yükselebilen bir insan çok geniş ve nûranî bir âlemle karşılaşır. Bu âleme ulaşmanın anahtarı ise marifetullah ve tevhid hakikatini kamil mânâda kalben ve rûhen kabullenmekle mümkündür.[14]

Bedîüzzaman’a göre tasavvuf; tarîkat, velayet ve seyr-i sülûk  gibi farklı isimlerle de adlandırılan “nurâni, zevkli ve ruhâni yüce bir hakikat”[15]tir. Tasavvuf hakkında geçmişte muhakkik âlimler tarafından binlerce cilt eserler kaleme alındığını minnetle zikreden Bedîüzzaman, Telvihat-ı Tis’a adındaki tasavvufa dair risalesinde yaşadığı dönemin gereklerini de dikkate alarak meselenin bazı yönlerine dikkat çekmektedir.

O, tasavvufu tanımlarken öncelikle gayesinden yola çıkar ve Hz. Peygamber (sallallâhu aleyhi vesellem)’in miracıyla bağlantı kurarak şöyle bir tanım getirir: “Tarîkatın gaye-i maksadı, marifet ve inkişaf-ı hakaik-i îmanîye olarak, Mi’rac-ı Ahmedî’nin (sallallâhu aleyhi vesellem) gölgesi ve sayesi altında kalb ayağıyla bir seyr ü sülûk-u ruhanî neticesinde, zevkî, hâlî ve bir derece şuhûdî hakaik-i îmanîye ve Kur’aniyeye mazhariyet; “tarîkat”, “tasavvuf” namıyla ulvî bir sırr-ı insanî ve bir kemal-i beşerîdir.”[16]  Tanımda da geçtiği üzere insanın inanmakla mükellef olduğu îmanî ve Kurânî hakikatlere tam mazhar olabilmesi için kalbini mânevî kirlerden arındırmalıdır. Bedîüzzaman’a göre insanlık, araştırmaları neticesinde nice aklî ilimlerde kendisini geliştirdiği gibi kalbin mânevî fonksiyonlarını kullanıp geliştirmekle onu mânevî hakikatleri keşfedecek kapasiteye ulaştırmalıdır. Bunun için en işlevsel yol ise Allah Teâlâ’yı zikir ve tarikat vasıtasıyla îmanî hakikatlere yönelmek ve onları iyice kavramaktır.

Tanımda dikkati çeken bir diğer husus, marifete ulaşma ve îmanî hakikatlerin inkişaf ettirilmesi hedefine doğru gidilen yolda “Mi’rac-ı Ahmedî’nin gölgesi ve sâyesi altında” hareket etmekten bahsedilmesidir. Bedîüzzaman bu hususu diğer bir eserinde izah etmektedir. Ona göre Mi’rac hadisesi Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem)’in seyr-i sülûkunun ve velayetinin bir ünvanıdır. Nasıl ehl-i velayet seyr-i sülûk-u ruhanî ile bazen kırk gün bazen kırk hafta veya kırk yıl vs. farklı uzunluklarda yaptıkları erbaînlerle[17] imanî idrak seviyelerinden hakka’l-yakîn derecesine çıkıyorlarsa, bütün evliyanın sultanı olan Resul-i Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) de sadece kalbî ve rûhî olarak değil mübarek cesedi kendisine eşlik ettiği hâlde çok kısa bir zaman dilimi içerisinde velayet yönünün büyük bir kerameti olan Mi’rac ile geniş bir cadde açarak îmanî hakikatlerin en yüksek mertebelerine çıkmıştır. O (sallallahu aleyhi ve sellem) Mi’rac merdiveniyle Arş’a kadar çıkmış, “Kab-ı Kavseyn” makamında, iman hakikatlerinin en büyüğü olan Allah Teâlâ’ya ve Ahiret gününe imanı ayne’l-yakîn mertebesinde idrak etmiş, Cennet ve Cehennem’i müşahede ettikten sonra geriye dönmüştür. Dönerken de ümmetin bütün evliyaları seyr-i sülûk ile derecelerine göre, ruhanî ve kalbî bir tarzda o Mi’rac’ın gölgesi altında gitsinler diye Mi’rac kapısıyla açtığı o geniş caddeyi açık bırakmıştır.[18]

Mi’racın bir izdüşümü olarak değerlendirilen seyr-i sülûkun en önemli gayelerinden bir tanesi marifetin zenginleştirilmesidir. Kalbin tezkiye ve tasfiyesinden sonra bazı ilahi ve mânevî hakikatlerin vasıtasız olarak bir iç tecrübeyle bilinmesi[19] anlamına gelen ma’rifet Bedîüzzaman’ın tasavvuf anlayışında önemli bir yer tutmaktadır. Ona göre, tasavvufun en önemli gayelerinden bir tanesi insanın marifetullah bilgisini artırmaktır. Çünkü yaratılışın temel maksadı olan Allah Teâlâ’ya iman ve ibadetten sonra,[20] insaniyetin en yüksek mertebesi ve beşerin en büyük makamı îman-ı billahın içindeki marifetullahtır.[21]

Sûfîler seyr-i sülûk neticesinde öğrenilen bilginin aklî istidlal ve kıyasla elde edilen bilgiye göre daha üstün olduğunu kabul ederler. Nitekim Cüneyd-i Bağdadî, “Mavi gök kubbesinin altında bizim ilmimizden daha şerefli bir ilim olsaydı gider onu öğrenirdim”[22] demiştir.  Sûfîler, “Ben insanları ve cinleri ancak bana ibadet etsinler diye yarattım.”[23] ayetine İbn-i Abbas’ın tefsirini esas alarak yaklaşmışlar ve insana bu dünyada ilk önce farz kılınan şeyin marifet olduğunu söylemişlerdir.[24]Onlar, irfan veya yakîn diye de adlandırdıkları marifet kavramının yerine onunla aynı anlam ifade edecek şekilde bazen ilim kelimesini de kullanırlar. Ancak ilim terimini marifet anlamında kullandıklarında bunu tasavvufî terminolojiye ait bazı sıfatlarla niteleyerek “ledün ilmi”, “bâtın ilmi”, “esrar ilmi”, “hâl ilmi”, “makam ilmi”, “fenâ-bekâ ilmi”, “mükâşefe ve müşahede ilmi” gibi tabirler oluşturmuşlardır. İlmin zıddı cehalet, mârifetinki ise inkârdır. Sûfîlerin kutsî hadis olarak kabul ettikleri, “Ben bir gizli hazine idim, tanınmaya muhabbet ettim ve âlemi tanınmak için yarattım.”[25] ifadesi âlemin yaratılış gayesinin muhabbet ve mârifetullah olduğunu göstermektedir. Bu sebeple bütün varlıkların fıtratında marifet arzusu vardır. [26]

Abdurrahman-ı Câmî’ye göre marifet-i ilahînin dört mertebesi vardır. Birinci mertebedeki ârif baktığı her şeyin Hak’tan olduğunu vicdanen ve zevken bilir; ikinci mertebedeki arif gördüğü her eserin Hakk’ın hangi sıfatıyla ilişkili olduğunu kesin olarak bilir; üçüncü mertebedeki ârif Hakk’ın bütün sıfatlarındaki tecellisinden muradın ne olduğunu kavrar; dördüncü mertebedeki arif, bütün varlığını nefyederek ilâhî ilmi kendi marifeti şeklinde algılar. Cüneyd-i Bağdadi bu son durumu izah sadedinde şöyle söyler: Marifet arifin Hakk’ı tanıdığı an kendi varlığının yok olup sadece cehaletinin ortada kalmasıdır. [27] Yani sâlik Hakk’a ne kadar yaklaşırsa marifeti o kadar artar.

Zünnûn el-Mısrî’ye göre ise esasen Allah Teâlâ’yı tam olarak bilmek ve tanımak mümkün değildir. Bu sebeple Allah Teâlâ’nın zâtı hakkında tefekküre dalmak cehâlettir. Marifetin hakikati de hayretten ibarettir.[28]Mutasavvıflar Hz. Ebû Bekir’e atfettikleri,

“Allah Teâlâ hakkında marifet sahibi olmanın tek yolu insanın onun hakkında marifet sahibi olmaktan âciz olduğunu idrak etmesidir.”323 sözünü bu konuda düşüncelerinin temeli hâline getirmişlerdir.[29]

Bedîüzzaman’ın düşünce yapısındaki marifet ise tasavvuf literatüründeki karşılığına yakındır. Buna göre Allah Teâlâ’yı tam olarak bilmek mümkün olmasa da insan Hakk Teâlâ hakkındaki marifetini geliştirip zenginleştirebilir. Bu da ilimle mümkün olabilmektedir. Çünkü insan bu dünyaya ilim ve dua vasıtasıyla kemale ermek için gelmiştir. Bütün ilmî hakikatlerin temeli, ruhu ve madeni ise Allah Teâlâ’ya îman temelinde inşa edilen marifetullahtır.325

Geçmişte marifetullaha erişmek için takip edilen yolları dört grupta ele alan Bedîüzzaman kendini dördüncü ve son gruba dâhil eder. O gruplardan birincisi, kalp tasfiyesi ve işrak üzerine bina ettikleri yollarıyla tasavvufun muhakkiklerine ait yol. İkincisi,  imkan ve hudûs delilleri üzerine bina edilmiş olan mütekellimînin yoludur. Bu iki yol ona göre her ne kadar Kuran’dan beslenmiş olsalar da tarihi süreç içerisinde insanların farklı mecralara çekmesi neticesinde uzunlaşmış ve zorlaşmıştır. Üçüncüsü, şüphelerle dolu hükemâ mesleğidir ki bu üçü de vehim ve tereddütten salim kalamamıştır. Bu yolların dördüncüsü, istikamet içerisinde yürüme adına en kısası ve anlaşılır olması sebebiyle insanlık için en şümullü olan Kurânî marifet metodudur.[30]Öyle görülüyor ki Bedîüzzaman, Kur’ân‘ın i’cazına dayalı böyle bir marifet metodunu kendi hizmet düşüncesine en önemli bir esas olarak değerlendirmektedir.

Bedîüzzaman marifet nurlarına erişme ve onlardan tam olarak istifade etme adına bazı uyarılarda bulunmaktadır. En başta insan aklına ve kalbine gelen her bir marifet nurunu tereddüt ve şüpheyle yaklaşarak tenkide tabi tutmamalıdır. Çünkü marifet nurları üç çeşittir. Birincisi su gibidir; görünür hissedilir fakat parmaklarla tutulamaz. Tenkit parmaklarıyla kurcalansa akar ve kaçar. Bu kısım marifetten istifade hayallerden kaçarak külliyetle ona dalmakla olur. İkincisi; hava gibi, hissedilir fakat ne görünür ne de elle tutulur. Bunu ruh ile teneffüs etmek yüz, ağız ve ruh ile ona teveccüh etmek gerekir. Tenkit eli uzatılsa tutulamaz ve yine kaçırılmış olur. Üçüncü kısım, nur gibi ne hissedilir ne görünür ne de tutulabilir; sadece kalp gözüyle ve basiretle idrak edilir. Eğer haris bir şekilde maddi el uzatılsa veya maddi terazilerle tartılmaya kalkılsa gizlenir ve ulaşılamaz. Böyle nurlara da kalben müteveccih olup ruh gözüyle temaşa etmek gerekir.327

Bedîüzzaman için tasavvuf ve tarikatların en önemli ikinci gayesi imanî hakikatlerin inkişaf ettirilmesidir. Bu konuda onun temel referansı, tasavvufî seyr-i sülûku şeriatın inanç esaslarına yakînî olarak inanmak için bir vesile olarak gören328İmam-ı Rabbânî’dir. Onu bu düşünceye sevkeden şey, bulunduğu asrın insanlarını îmanî hakikatler hususunda tereddüt ve şüpheye sevkeden materyalist düşüncenin çok etkili ve yaygın oluşudur.

Ona göre imanın birçok mertebesi vardır. Taklidî imandan tahkikî iman mertebelerine kadar binlerce seviye söz konusudur. İnsanların iman mertebelerinin yükseltilmesi tasavvuf ve tarikatlerin amaçladığı şeydir. Çünkü taklîdi imânâ sahip bir mü’min küçük bir şüphe karşısında mağlup olabilir. Ama imanını tahkik seviyesine çıkaran bir insan, binlerce vesvese ve şüpheye karşı koyabilir. Tahkiki imanın da ilme’l-yakîn, ayne’lyakîn ve hakka’l-yakîn gibi üç mertebesi ve bu mertebelerin de kendi içlerinde birçok dereceleri vardır. Bedîüzzaman bu sayılamayacak kadar iman mertebelerini anlattıktan sonra iman hakikatlerini yorumlarken akla ve mantığa dayanan kelamcılardan, keşfe ve zevke dayanan sûfîlerden daha kapsamlı bir yol olan Kur’ân’ın izah metodunu Risale-i Nur adlı eserlerinde tefsir edip o yoldan yürüdüğünü belirtmektedir.[31]

Öyle anlaşılmaktadır ki Bedîüzzaman, modern dünyada tereddüdler içerisinde bocalayan insanların hâlini nazar-ı itibara alarak iman hakikatlerini onların anlayacağı bir üslupla anlatmayı kendisine gaye edinmiştir. Bunu yaparken de tarikat yolunun nisbeten çok uzun olabileceğini hesaba katarak daha kısa bir yol olarak gördüğü Risale-i Nurların okutulması ve anlaşılması yolunu benimsemiştir.

c. Tasavvuf Karşıtlarına Verdiği Cevap


Bedîüzzaman, bazı tarikat mensubu insanların yanlış tavır ve düşüncelerinden dolayı, tasavvufu inkâr edenlere karşı tasavvuf düşüncesini ve tarikatları övgü dolu sözlerle savunmaktadır. Bu bağlamda o, tasavvuf düşüncesi ve tarikatlarla ilgili “hazinei uzma/büyük hazine” ve “âb-ı hayatı dağıtan kevser menbaı” ifadelerini kullanarak onların müslümanlar için çok büyük bir değer ifade ettiğini ve insanlara hayat suyu veren Cennet nehirleri mesabesinde olduğunu vurgulamaktadır.330  Sadece bu ifadeleri bile Bedîüzzaman’ın tasavvuf ve tarikatlara bakışının sanılanın aksine çok daha olumlu olduğunu göstermeye yetmektedir.

Bedîüzzaman kendi düşünce dünyasında bu kadar yüksek ve önemli bir konuma sahip olan tarikatlar aleyhine tavır alanları iki kısma ayırmaktadır. Bunlardan birincisi tasavvufu inkâr yoluna sapan “fırâk-ı dâlle” denen bazı sapık gruplardır. Bunlar tasavvufun feyiz ve nurundan kendileri mahrum kaldıkları gibi, başkalarını da mahrum bırakmışlardır. İkinci grup ise ki Bedîüzzaman’ı asıl üzen şey bu grubun tutum ve davranışlarıdır. Ehl-i Sünnet inancına sahip bir kısım zahirî âlimler ve ehl-i siyaset gafil insanlardır. Bunlar ehl-i tarîkatın içinde gördükleri bazı sû-i istimalleri ve bir kısım hataları bahane ederek, o hazine-i uzmayı kapatmak veya tahrib etme gayreti içerisine girmişlerdir. Hâlbuki toplumlarda kusursuz ve her yönden hayırlı olan bir oluşum göstermek neredeyse imkânsızdır. Bir mesele değerlendirilirken iyi yönleri olumsuz taraflarına baskın ise o şey iyi ve güzel kabul edilmelidir. Allah Teâlâ bile hesap günü insanların amellerini iyilik ve kötülük oranlarına göre değerlendirecektir. Kaldı ki iyilik ve kötülükte kemiyete değil keyfiyete bakılmalıdır. Zira bazen bir iyilik nice kötülükleri örtecek kadar geniş boyutlara ulaşabilmektedir.[32]

Bedîüzzaman’ın tasavvufî hareketleri değerlendirirken en çok önem atfettiği husus, birçok sûfînin de belirttiği gibi tarikatların uygulamalarında Kur’ân ve Sünnet çizgisinin dışına çıkmamaları gerektiğidir. Ehl-i Sünnet çizgisinin dışına çıkmayan tarikatların iyiliklerinin kötülüklerine büyük bir oranla baskın olduğunun delili, dalalet gruplarının çok yoğun bir şekilde faaliyet gösterdiği şu son asırda herhangi bir tarikata intisabı olanların materyalizm ve pozitivizm rüzgarına karşı kendilerini korumuş olmalarıdır. Bu durumu o, şu sözleriyle ifade etmektedir: “Âdî bir samimi ehl-i tarikat, suri, zahiri bir mütefenninden daha ziyade kendini muhafaza eder. O zevk-i tarikat vasıtasıyla ve o muhabbet-i evliya cihetiyle imanını kurtarır.[33] Çünkü ona göre bir tarikat müntesibinin bütün benliğiyle büyüklüklerini kabul edip muhabbet beslediği tarikat silsilesindeki şeyhlerine olan itimadını hiçbir güç sarsamaz. Bu sarsılmayan güven sayesinde mürid, gaflete düşüp büyük günah işleyip fasık dahi olsa tamamen dinden çıkıp kâfir olmaz. Tarikata girmeyen ve kalbî hayata önem vermeyen kimse ise, büyük bir âlim bile olsa din düşmanlarının ortaya attığı evham ve şüphelere direnmesi oldukça zordur. Tarikat adıyla hareket eden ama hakikatte, İslamiyet veya takva dairesi dışına çıkmış bazı sapık gruplar yüzünden hakiki tarikatları suçlamak büyük bir haksızlıktır.[34]

Ayrıca tarikatların dini, uhrevî ve ruhanî birçok faydasının yanı sıra, “Müminler sadece kardeştirler. O hâlde ihtilaf eden kardeşlerinizin arasını düzeltin.”334 Ayetinin de ifade ettiği ve müslümanlar için çok önemli olan kardeşlik duygusunun gelişmesinde ve yaygınlık kazanmasında en büyük misyonu tarikatlar icra etmektedir. Küfür dünyasının ve haçlı zihniyetinin İslam dini aleyhinde kurduğu bütün planlara karşı Müslümanları koruyan ve kollayan, memleketin binlerce noktasında bulunan ve içinden her zaman tevhit nurlarının fışkırdığı tekkelerdir.

Bedîüzzaman tasavvuf ve tarikatları değerlendirdiği Telvihat-ı Tis’a adındaki risalesinin son kısmını tarikatların ümmet için ne kadar faydalı ve gerekli olduğunu anlatmaya ayırmıştır. Eserinin son kısmında tarikatların faydalarını anlatarak, ona karşı çıkanlara, tarikatın ümmet için zararlı değil aksine çok faydalı olduğu mesajını veren âlimimiz söz konusu faydaları şu şekilde sıralamaktadır:

  • Hak tarikatlar sayesinde ebedi saadetin yegâne vesilesi olan iman hakikatleri insanlar için ayne’l-yakîn derecesinde bilinir hâle gelmiştir.

  • Hakiki insanlık seviyesine çıkma adına kalp ve diğer mânevî latifelerin işlerlik kazanması tarikatlar sayesinde olmaktadır.

  • Hayat yolculuğuna devam eden insanoğlu, bağlı olduğu tarikat silsilesindeki nûrânî zatlardan aldığı mânevî destek sayesinde yalnızlık hissetmez. Maruz kaldığı evham ve şüphelere karşı silsiledeki Allah dostu zatların icmâ ve ittifaklarını kendisi için büyük bir senet ve delil görerek aklına ve kalbine gelen şüphe ve tereddütlerden kurtulur.

  • Dünya-ahiret mutluluğunun yegâne vesilesi olan iman, “şecere-i tûbâ-i Cennet”’in bir çekirdeğini taşımaktadır.[35]İşte tarikat terbiyesiyle o çekirdek gelişir ve kökleşir. İmandan marifetullaha oradan da muhabbetullâha ulaşmak tarikatlar sayesinde mümkün olmaktadır.

  • Tarikatlardaki evrâd-ı ezkâr sayesinde kalp intibaha gelir ve dinin hükümlerinin gerçek mahiyeti anlaşılır. Bu sayede insan ibadetlerini zorlanmadan şevk ile yapmaya muvaffak olur.

  • İnsanın dünya-ahiret saadetine ulaşmasında çok büyük önemi haiz tevekkül, teslim ve rıza makamlarına ulaşması tarikat terbiyesiyle mümkün olmaktadır.

  • Sâlik, nefis tezkiyesi ve kalp tasfiyesi sayesinde ihlâs şuuruna ulaşarak şirk-i hafi, riya ve gösteriş gibi kötü vasıflardan korunur ve nefsin ve enâniyetin desiselerine de aldanmaz.

  • Tarikat terbiyesinin bir parçası olan kalbî zikir ve tefekkür sayesinde insan sürekli Hakk’ı düşüneceği ve Ona müteveccih olarak yaşayacağı için niyetiyle günlük yaşantısındaki davranışlarını ve adetlerini dahi rıza çerçevesinde yerine getirerek adetlerini ibadete çevirecektir.

  • Tarikattaki seyr-i sülûk-u kalbî, nefisle mücâhede ve mânevî terakkî ile insan, meleklerden daha üstün bir hüviyet kazanarak insan-ı kamil mertebesine çıkar.[36]

Yukarıdaki ifadelerinden, Bedîüzzaman için tarikatların hakiki kulluk şuurunu kazanma adına hayâtî bir öneme sahip olduğu anlaşılmaktadır. Tasavvufun tanımlarında da vurgulanan kötü ahlâkî vasıflardan sıyrılarak onların yerine güzel ahlaki özelliklerle donanmak için tarikat terbiyesi gerekmektedir. Onun tarikatın faydalarıyla ilgili sıraladığı maddelere dikkat ettiğimizde özellikle müminlerin imanlarını takviye etme adına tarikat terbiyesinin önemini vurguladığı göze çarpmaktadır.

Bedîüzzaman tarikatlara karşı olanlara, “İşte ey akılsız hamiyet-füruşlar ve sahtekâr milliyetperverler! Tarîkatın, hayat-ı içtimaiyenizde bu hasenesini çürütecek hangi seyyiatlarıdır, söyleyiniz?”[37] sorusunu yönelterek göstermelik hamiyet iddiasında bulunan bu kimseleri sahtekârlık ve akılsızlıkla suçlamaktadır.

Bedîüzzaman’a göre velayet, risaletin tebliğ ettiği iman hakikatlarını müşahede ve ruhani tecrübelerle bir çeşit ispat ve tasdik etmektedir. Aynı şekilde tarikat ta İslam dininin öğretilerini manen keşf etmek suretiyle ve ondan istifade edip onu feyiz kaynağı olarak görmekle doğrulamış olmaktadır. Yani ehl-i tarikatın, şeriatın getirdiği hükümlerden feyizlenmeleri, o hükümlerin hem hak hem de Hakk’tan olduğunun ispatıdır. Velayet ve tarikat risalet ve şeriatın destekçisi ve doğrulayıcısı olmasının yanı sıra, tarikat müessesesi İslam’ın mükemmel oluşunu ispat eden bir “sır” ve insanlığın İslamiyet sırrıyla terakki etmesini sağlayan bir araç ve feyiz kaynağıdır.338

d. Tarikatlara Yönelik Bazı Eleştirileri


Osmanlı medrese sisteminin ilgâ edilip tasavvuf ve tarikatların yasaklanmasıyla birlikte dini eğitimin kaldırıldığı ve müslümanlara her türlü saldırı ve zulmün yapıldığı bir dönemde yaşayan Bedîüzzaman, her türlü baskıya rağmen hiçbir zaman tarikatların aleyhinde olmamıştır. Hatta bunun da ötesinde bazı kusurlarından dolayı kapatılmaya çalışılan tarikat müesseselerini, ümmete dînî ve sosyal açıdan çok büyük hizmetler sağladığı gerekçesiyle savunmuştur. Onun tarikatlara yönelik olumsuz denebilecek bazı açıklamalarının altında, yaşadığı dönemdeki müslümanların durumunu ve çağın bazı ihtiyaçlarını gözeterek geliştirdiği dine hizmet metodundan kaynaklanan farklılıklar yatmaktadır. Bu bağlamda onun tarikatlarla ilgili eleştirel boyutta değerlendirilebilecek görüşlerini üç grupta toplamak mümkündür.

  1. Zamanın tarikat zamanı değil, iman kurtarma zamanı olduğunu söylemesi ve tasavvufu meyveye, şeriatı da gıdaya benzetmesi.

Bedîüzzaman, içinde yaşadığı toplumun gereksinimlerini dikkate alarak kendine çizdiği yolda birinci önceliği imanî hakikatlerin izahına ayırmıştır. O, bu yolu “hakikat mesleği” olarak adlandırmış ve bu mesleğin temel esasını da “kalb ve ruhun yaralarını tedavi ve nefsin evhamdan kurtulmasını temine çalışmak”[38] olarak tespit etmiştir.

Bedîüzzaman “Eski Said’in Yeni Said’e inkılab etmesi” olarak nitelediği mânevî ve rûhî dönüşümünde İmam-ı Rabbanî, İmam-ı Gazalî ve Mevlâna Celaleddin gibi velileri örnek aldığını belirtir. Yani seyr-i sülûkunda ehl-i istiğrakın aksine, yukarıda ismi geçen zatlar gibi kalp ve akıl birlikteliğiyle hareket ettiğini belirtir. Bu seyahat esnasında özellikle eski dönemlerinde meşgul olduğu felsefi ilimlerden kaynaklanan şüphelerin kendisini manevî ve ilmî mücahedeye mecbur ettiğini söyleyen Nursi, Kur’ân’ın irşadıyla hakikate vasıl olduğunu anlatır. Neticede bu yolla “  وَ  ف ى كُلِّ شَيْءٍ لهَُ آيةَ تدَُلُّ عَلىَ انَهَُّ وَا ح د/Her varlıkta Allah Teâlâ’nın tevhidini gösteren işaret ve deliller vardır” sözünün ifade ettiği hakikate mazhar olduğunu belirtmektedir.[39]

Bedîüzzaman’ın düşüncesinde insanı Allah Teâlâ’ya yaklaştıran üç tane velayet yolu vardır. Bunlardan birinci yolu takip etmek farz, ikincisi vacip ve üçüncüsü de sünnet mesabesindedir. Farz mesabesinde olan birinci yol en üstün velayet yoludur ve nübüvvet varislerinin yaptığı gibi tasavvuf berzahına girmeden direkt olarak imanî hakikatlere hizmet etme yoludur. Vacip mesabesinde olan ikinci yol, dinin farz ve sünnetlerine tarikat vesilesiyle hizmet etme yoludur. Sünnet mesabesinde olan üçüncü yol ise kalbi hastalıkları giderme ve seyr-i sülûka dayanan tarikat yoludur. Görüldüğü gibi ona göre en önemli yol iman hakikatlarının ve İslam akidesinin takviye edilmesidir. Hatta bu hususta Şeyh Abdülkadir-i Geylanî ve Şah-ı Nakşibend ve İmam-ı Rabbanî (radıyallâhu anhüm) gibi zâtların kendi zamanında gelseler aynı tarzda bir yol takip edeceklerini belirtir.[40]Çünkü ebedi saadetin sebebi olan bu hususlarda kusur edilirse ebedi hüsrana düşme riski söz konusudur.

Onun bu yaklaşımı tarikatları inkar ettiği, hafife aldığı veya işlevsiz bulduğu gibi mânâlara asla gelmemektedir. Çünkü en başta o kendi mesleğini anlatırken tasavvuf büyüklerini referans alarak görüşlerini desteklemeye çalışmaktadır. Onun şu ifadeleri, takip ettiği hakikat mesleğinin tarikata dair herhangi bir tezat teşkil etmediğinin en güzel örneğidir: “Zâten Üveysî bir surette doğrudan doğruya hakikat dersimi Gavs-ı Âzam, Zeynelâbidîn ve Hasan Hüseyin (radıyallâhu anhüm) vasıtasıyla İmam Ali (radıyallâhu anh)’den almışım. Onun için, hizmet ettiğimiz daire onların dairesidir.”[41]

Bedîüzzaman’ın tarikatsiz cennete gidenlerin çok olduğunu[42] ve zamanın tarikat zamanı olmadığını söylemesinin altında yatan gerekçeleri iyi analiz etmek gerekmektedir. Bunun için öncelikle onun yaşadığı dönemin şartlarına göz atmak yerinde olacaktır. Bilindiği gibi, XIX. yüzyıl ve XX. Yüzyılın ilk yarısı bütün dünyada pozitivist ve materyalist bakış açısının yaygın olduğu, başta semavi dinler olmak üzere her türlü din ve metafizik düşüncenin baskı altında tutulduğu bir zaman dilimidir. Komünizm ve materyalizmin dünyayı kasıp kavurduğu o günlerde Türkiye de bu atmosferden etkilenmiş ve din, devlet eliyle toplum hayatının dışına itilmiş, dine ve dindarlara adeta ölümünü bekleyen vebalı hasta gözüyle bakılmıştır. Müslümanların böylesine horlandığı bir ortamda elbette yapılacak tek iş insanların imanını takviye etmek üzere çalışmak olacaktır. Tekke ve tarikatların bile kapatılıp hizmetten men edildiği bir ortamda insanlara götürülebilecek en önemli dinî hizmet, îmanî meseleleri anlatmaktır. Aslında o devrin eli kalem tutan sûfî müelliflerinin yaptığı da o istikamettedir.[43]

Türkiye’de Şeyh Said isyanı ve tekkelerin kapatılmasının ardından basın ve medyada adeta dine ve dindara saldırma kampanyaları yapılmıştır. Bu saldırılar tarikat adıyla yapılmış ve tarikat düşmanlığı şeriat karşıtlığı ile özdeşleştirilerek müslümanlar boy hedefi hâline getirilmiştir.[44] Bu baskılardan nasibini alan Bedîüzzaman haksız bir şekilde “tarikatçılık” bahanesiyle devrin mahkemelerinde yargılanmıştır. O kendisine atfedilen “tarikatçılık” iddialarını reddetmiş ve bu şartlar altında zamanın tarikat zamanı olmadığını ve iman hakikatları yanında tasavvufun meyve hükmünde olduğunu beyan etmiştir.

Devleti yönetenlerin tarikat ve tekkeleri yasaklamalarına karşın Bedîüzzaman’ın korkusuzca bu kurumları savunması ve tarikatın faydalarını anlattıktan sonra ona karşı olanlara “İşte ey akılsız hamiyet-füruşlar ve sahtekâr milliyetperverler! Tarîkatın, hayat-ı içtimaiyenizde bu hasenesini çürütecek hangi seyyiatlarıdır, söyleyiniz?”346 hitabıyla seslenmesi onun bu kurumlara bakışını net bir şekilde gözler önüne sermektedir.

Talebelerinin mânevî makamların peşinde koşarak başka tarikatlara girmesine karşı çıkan Bedîüzzaman önceden bir tarikata intisabı olan kimselerin rahatlıkla Risale-i Nur dairesine girebileceklerini ifade eder. Çünkü ona göre Risale-i Nur yolu Sünnet sınırları içinde kalan on iki büyük tarikatın bir nevi özünü içinde barındırdığı için her tarikat mensubu bu yolu kendi yolu olarak değerlendirebilir.[45] Bu açıdan bakıldığında Bedîüzzaman’ın yaşadığı zaman diliminde tarikatları ikinci planda tutması, onları hafife almak için değil, bilakis kendi mesleğinin bütün hak tarikatları kapsayacak genişlikte olduğunu vurgulamak içindir.

Bu tavrından Bedîüzzaman’ın diğer bütün tarikatları makbul kabul etmekle beraber kendisine tabi olan talebelerin o tarikatlardan ayrı düşmeyeceğini düşündüğü, aslında hepsinin aynı gayeye hizmet ettiklerini, farklılıkların metot farklılığından kaynaklandığı düşüncesine sahip olduğu görülmektedir.

  1. Tarikat müntesiplerini, seyr-i sülûk esnasında içine düşebilecekleri bazı hatalara karşı uyarmak için sarf ettiği sözler.

Bedîüzzaman, tasavvufî keşf ve müşahede ile elde edilen hükümlerin Kur’ân ve Sünnet kaynaklı ahkamdan çok geri olduğunu şöyle ifade eder: “Derece-i şuhûd, derece-i iman-ı bilgaybdan çok aşağıdır. Yani: Yalnız şuhûduna istinad eden bir kısım ehl-i velayetin ihâtasız keşfiyâtı, verâset-i nübüvvet ehli olan asfiyâ ve muhakkikînin şuhûda değil, Kur’ana ve vahye, gaybî fakat sâfî, ihatalı, doğru hakaik-i îmânîyelerine dair ahkâmlarına yetişmez.”[46] Ona göre rüyaya da benzeyen keşf ve şuhûd hâlleri aynen rüyada olduğu gibi, yakaza hâlinde “asfiya” denilen varis-i nübüvvet muhakkikler tarafından tabir ve tevil edilince hakikatleri anlaşılabilir. Şayet o keşf ve şuhûd hâlinde olan ehl-i velayet sahva[47] dönüp Kitap ve Sünnet mizanlarıyla keşf ve müşahedelerini tartmadan konuşursa bazı hatalar zuhur edebilir. Tasavvufî çevrelerde görülen bazı şathiyeler ve kâinatla ilgili ilmi gerçekliği olmayan açıklamalar bu tür durumlardan ortaya çıkmaktadır.

Müellifimiz ehl-i velâyet ve şuhûdun zahiren hakikat dışı görünen bazı söylemlerinin nasıl yorumlanması gerektiğini güzel bir misalle şöyle anlatır.350 Bütün duvarları aynayla kaplı bir oda içerisine giren bir insan sonsuz görüntü oluşacağından kendisini geniş bir meydandaymış gibi görür. İşte bu kimsenin “odamı geniş bir meydan kadar görüyorum” demesi doğru; “odam bir meydan kadar geniştir” demesi hakikatte yanlış bir söylem olmaktadır. Çünkü ikinci sözde hakiki âlem ile misal âlemi[48] karıştırılmış olmaktadır.

Geçen açıklamalardan bir kısım ehl-i keşf ve şuhûdun keşfen gördüklerine dayanarak bazen değişik konularda hatalı görüşler beyan etmiş oldukları anlaşılmaktadır. Ancak onlardan bazıları asfiyâ makamına çıktıkları zaman Kitap ve Sünnet’in irşadıyla hatalarından dönmüşlerdir. Fakat söz konusu tashihten önce söyledikleri sözlerle bazı kimseleri yanlış şeylere yönlendirmiş olmaları hususu da gözden ırak tutulmaması gereken bir gerçektir.

Seyr-i sülûku, biri “seyr-i enfüsî” diğeri “seyr-i âfâkî” olmak üzere iki gruba ayıran Bedîüzzaman’a göre birinci yol nefisten başlayıp kalbe bakar ve enaniyeti delip geçerek hakikati bulur. Sonra âfâka yönelerek nefsinde bulduğu hakikati âfaka tatbik eder ve seyrini çabuk tamamlar. İkinci yol âfaktan başlar, o geniş dairede esma ve sıfat tecellilerini seyredip enfüse yönelir. Âfakta gördüğü nurları kalp dairesinde de müşahede etmek suretiyle kalbinin bir tecelli alanı olduğunu görür ve maksada ulaşır.

Bedîüzzaman bu tespitlerden sonra sâlik için esas olanın enaniyeti kırmak, nefsi öldürmek ve hevâyı terk etmek olduğunu belirtir. Eğer bu esaslar yerine getirilmeden bu yolda gidilirse sâlik şükür makamından fahra ve oradan da gurura düşerek kaybeder. Diğer bir kayma noktasında da, muhabbetten gelen bir incizab ile sekre düşen sâlik şatahata[49] girer ve hem kendi hem de başkalarının zararına sebep olur. Bu zararın ne şekilde olduğunu O, şöyle izah eder: “Mehdi”, “Kutb-u Âzam” ve “Hızır” makamı gibi evliya makamlarının mânevî sahalarına giren bazı veliler kendi makamları daha düşük olmasına rağmen o makamdaki bazı tecellileri hissettiler ve kendilerini bahsedilen makamların sahibi olduklarını zannettiler. Şayet bu kimseler nefislerini tam yenememiş ve hubb-u câhı/makam sevgisini tam olarak aşamamışlarsa enaniyete mağlup olarak kendilerini “Mehdi”, “Kutb-u Âzam” ve “Hızır” vs. zannederek yanlışlığa düşerler ve etrafındakileri de sapıklığa sevk edebilirler.

Bedîüzzaman söz konusu bu tehlikelerden kurtulmanın çaresinin usûlü’d-din ülemasının düsturlarını takip etmek ve İmam-ı Gazalî ve İmam-ı Rabbanî gibi muhakkikîn-i evliyânın talimatlarını rehber edinmek olduğunu söyler.353

Bundan başka Bedîüzzaman tarikat müntesiplerinin tamamını değil sadece Sünnetin ölçülerini tam olarak öğrenip hayatına tatbik etmeden bu yola girenlerin ifrat ve tefrite düşmelerini eleştirir. Ona göre Kitap ve Sünnet’i bilmeyen ve tarikatın inceliklerinden haberi olmayan bir kısım ehl-i tarikat değişik hatalara düşmüşlerdir. Söz konusu bu hataları şu şekilde sıralamak mümkündür:

  • Nübüvvetle mukayese edildiğinde çok sönük kalan velayeti nübüvvetten üstün görme.

  • Tarikattaki bazı evliyaları sahabeden üstün görme veya peygamberlerle eşit görme.

  • Sünnetin asıl itibariyle tasavvufî adap ve evrada karşı bir üstünlüğünün olmasına rağmen bir kısım tarikat müntesiplerinin taassup içerisine girerek kendi özel adap ve evradını sünnete üstün tutması.

  • İfrata düşen bazı tarikat ehlinin, ilhama gereğinden fazla önem atfederek vahyin çok üstün bir konuma sahip olmasına rağmen ilhamı vahiyle eş değer görmesi.

  • Tarikatın inceliğini kavrayamayan bazı tasavvuf ehlinin, Allah Teâlâ tarafından lütfedilen mânevî zevk ve kerametlere kendilerini kaptırıp bunları asıl görerek ibadet ve zikirleri terk etmeleri.

  • Tasavvufî makamların hakikatlerini tam kavrayamayan bir kısım sülûk ehlinin, peygamber ve büyük velilere ait bazı makamların gölgelerine veya numunelerine erişince kendisini o makamın gerçek sahibi zannetmekle hatâya düşmesi.

  • En yüksek mertebenin Allah Teâlâ’ya kul olma mertebesi olmasına rağmen bazı ehl-i sülûkun seyri esnasında naz,[50]şatahat, fahr gibi kulluk adına noksan olan mertebeleri şükre, niyaza ve duaya tercih etmeleri.

  • Kendi zevkine düşkün ve aceleci bazı ehl-i tasavvufun ahirete bırakılması gereken tasavvufun mânevî meyvelerini dünyada elde etmek isteyerek tasavvufu kendi menfaatine alet etmeleri. Halbuki “Yoksa bu dünya hayatı, aldatıcı ve geçici bir zevkten başka bir şey değildir[51] ayetinde de ifade edildiği gibi ahiretin ebedî bir tek meyvesi dünyadaki binlerce bahçeye değiştirilmeyecek değerdedir.[52]

Bu maddelerden de anlaşıldığı üzere Bedîüzzaman, Kur’ân ve Sünnette yer alan hüküm ve ölçülerin tasavvufî adap ve erkana göre daha öncelikli olması gerektiğini savunmaktadır. Bununla beraber tarikat ehlinden bazıları, sünnete tam ittibâ etmeme, tarikat taassubunda bulunma, tarikatın inceliklerini tam anlayamama, kendini beğenme ve aceleci davranma gibi zaafların neticesinde değişik ifrat ve tefritlere girerek bir kısım hatalara düşmüşlerdir. Ona göre bu hataların sebebi tasavvufa ait bir takım mânevî hallerin cazibesine kapılıp Kitap ve Sünnet’in esaslarını ihmal etmekten kaynaklanmaktadır. Bu hatalardan kurtulmanın çaresi ise şeriatın usül ve esaslarını, seyr-i sülûkta karşılaşılan müşahede ve zevklere tercih etmek ve bir çatışma durumunda da Kitap ve Sünnetin ölçülerine göre hareket etmektir.

  1. Vahdet-i vücûd ve vahdet-i şuhûd görüşlerine yönelik bazı eleştiriler Tasavvuf düşüncesini derinden etkilemiş olan vahdet-i vücûd ve vahdet-i şuhûd doktirinleri sûfîler arasında uzun tartışmalara neden olmuş önemli düşünce sistemleridir. Mâsivâullahın bir hayalden ibaret olduğu düşüncesine dayanan bu doktrinler, tevhidin bâtıni yönüne yapılan aşırı vurgunun bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır.[53]

Arapçada varlığın birliği mânâsına gelen vahdet-i vücûd tabiri terim olarak, Allah Teâlâ’dan başka varlık olmadığının idrak ve şuûruna sahip olmak, bilmek mânâsına gelir.[54] Diğer bir tarife göre varlığı zorunlu ve mümkün diye bölmeden bir kabul etmektir.359 Vahdet-i vücûdda, vahdet-i şuhûdun aksine birlik, şuhûdda/görmede değil, bilgidedir. Yani sâlik gerçek varlığın bir tane olduğunu bunun da Hakk’ın varlığından ibaret olduğunu, Hak ve O’nun tecellileri dışında hiçbir şeyin hakiki varlığının söz konusu olamadığını bilir. Tabi bu bilgiye nazari olarak değil, yaşayarak ve mânevî tecrübe yoluyla ulaşmak mümkündür.[55]Vahdet-i vücûd görüşüne göre mümkinâta mevcut denilmesi, ortaya çıkmalarında asıl faktör olan Hakk’ın tecellilerinden dolayı mecâzîdir. Yani hakikat noktasında onların varlığı söz konusu değildir. Sadece kendilerinde bulunan farklı istidatlardan dolayı farklı mevcud olarak zuhur etmişlerdir.[56] Vahdet-i vücûd tabirini İbn-i Arabî hiç kullanmamıştır. Onu bir kavram olarak ilk kez kullanan Şeyh-i Ekber’in talebesi Sadrettin Konevî ve daha sonra da onun talebesi Sa’düddîn Fergânî’dir.[57]

Vahdet-i şuhûd ise görmenin birliği anlamında kullanılan bir tabirdir. Kulun cem’ ve vecd hâlinde mâsivanın yok olması ile her yerde sadece Bir’i görmesi hâline denir. Bu durumda kul, her yerde Allah Teâlâ’nın tecellilerini görür ve bu şekilde müşahedesinde birliğe ulaşır. Kendinden geçen sâlikten bazı şatahat ifadeleri zuhur edebilir. Ancak vecd hâli geçtikten sonra kendine gelen kul, Hakk ile halkı ayrı görür.[58] En kısa ifade ile vahdet-i şuhûda göre her şey ondandır; vahdet-i vücûda göre ise her şey odur. Çünkü ondan başka gerçek varlık yoktur.[59]

Vahdet-i vücûd ve vahdet-i şuhûd görüşleri hakkında Bedîüzzaman’ın açıklamaları bir hayli fazladır. Gerek bu konularla ilgili kendisine yöneltilen sorulara cevap olarak, gerekse velayet, tevhid, tarikat vs. gibi tasavvufî konuları ele aldığı yerlerde söz konusu görüşlerle ilgili oldukça önemli bilgiler vermektedir.

Risale-i Nurların birçok yerinde söz konusu kavramlarla ilgili açıklamalar bulunsa da bunlar farklı zaman ve mekânlarda ele alındığı için külliyatın değişik yerlerine serpiştirilmiş durumdadır. Bu konuda onun görüşlerini belli bir sistematik içinde toplu olarak bulmak mümkün değildir.

Bedîüzzaman’ın vahdet-i vücûd ve vahdet-i şuhûd doktirinleriyle ilgili görüşlerine geçmeden önce onun söz konusu doktrinlerin kendilerine nispet edildiği, İbn-i Arabî ve İmam-ı Rabbânî (kaddesellahu esrarahuma) hakkındaki fikirlerine kısaca değinmek yerinde olacaktır.

Vahdet-i vücûd ve vahdet-i şuhûd görüşlerinin temel çıkış noktası olan Allahâlem ve insan ilişkisi üzerinde Bedîüzzaman da geçmiş İslâmî düşünürler gibi çok fazla kafa yormuştur. Hatta onun düşünce yapısının merkezini vahdet ve tevhit düşüncesi oluşturmaktadır. Kendisine yegâne üstad olarak Kur’ân’ı seçen Bedîüzzaman, onun en önemli maksatlarını tevhid, nübüvvet, haşir ve adalet olarak tespit etmiştir.[60] Bu tespitten de anlaşılmaktadır ki Kuran’ın birinci maksadı tevhidin izah ve ispat edilmesidir.

Vahdet-i vücûd ve vahdet-i şuhûd görüşlerindeki tevhid algısından daha farklı bir tevhid anlayışı ortaya koyan Bedîüzzaman kendi yaklaşımının söz konusu iki doktrinden daha üstün olduğunu savunmaktadır. Kısaca ifade etmek gerekirse, Allah Teâlâ’nın birliğini vurgulamak için diğer mevcudatı yok sayan vahdet-i vücûd görüşü veya aynı amaç için bütün varlığı görmezden gelme düşüncesine dayanan vahdet-i şuhûd düşüncesinin aksine O mevcudatın varlığını kabul edip “Her şeyde, Sâni’in vahdetine delalet eden bir âyet ve bir alâmet vardır” mânâsına gelen “  وَ  ف ى كُلِّ شَيْءٍ لهَُ آي ةَ تدَُلُّ عَلىَ انَهَُّ وَا ح د”[61]cümlesiyle tevhid anlayışını ortaya koyar. Bu hususta o vahdet-i şuhûda daha yakın dursa da belli noktalardan iki görüşü de eleştirmektedir.

Bedîüzzaman, tarikatta son derece önemli bir meşreb olarak nitelediği vahdet-i vücûda şöyle bir tanım getirir: “Vahdet-i vücûd meşrebi, daire-i esbâbdan geçip, terk-i mâsivâ sırrıyla mümkinattan alâkasını kesen ehass-ı havâssın istiğrak-ı mutlak haletinde mazhar olduğu sâlih bir meşrebdir.”[62] Bu tanımın izahı sadedinde şunları söyler: Masivaullahı terk makamına ulaşan bir sâlik vâcibü’l-vücûd olan Hakk Teâla’nın vücuduna odaklanıp diğer mevcudatı onun varlığına nisbeten o kadar zayıf ve gölge gibi görür ki vücûd ismine layık olmadıklarına hükmederek onları hiç ve madum olarak tasavvur eder. İmanın gücüyle ve velayetin hakka’l-yakîn mertebesinde inkişafıyla mümkinü’l- vücûd olan varlıkların vücudu onun gözünde madum seviyesine düşer ve sâlik adeta vacibü’l- vücûd hesabına kâinatı inkar eder.[63] Tanımda dikkati çeken önemli bir husus, Bedîüzzaman’ın vahdet-i vücûdu isimlendirirken mezhep veya felsefe gibi tabirler yerinde “meşreb” tabirini kullanmasıdır. Onun felsefe ve mezhebe göre daha hafif bir kavram olan “meşreb” kelimesini seçmesi vahdet-i vücûdu mânevî ve rûhî tecrübeyle zevken ulaşılabilecek bireysel bir deneyim olarak gördüğünü göstermektedir.[64]

Müellifimiz vahdet-i vücûd meşrebinin popüler olmasını, onun mânen zevkli olmasına ve o makama varanların onu en üst makam zannederek oradan ayrılmak istememeleriyle açıklamaktadır. Ona göre geçici bir hâl ve eksik yönleri olan bir mertebe olmasına rağmen vahdet-i vücûd mertebesine ulaşan sâlik onda bulduğu bazı mânevî zevk ve neşeden dolayı oradan çıkmak istemez. Bunun neticesinde, daha ileri seviyeleri göremediğinden en son mertebenin içinde bulunduğu vahdet-i vücûd mertebesi olduğunu zanneder.[65]

Bedîüzzaman, İbn-i Arabî’nin Fahreddin-i Râzî’ye yazdığı mektubunda geçen,

“Allah Teâlâ ‘yı bilmek, varlığını bilmenin gayrıdır.” sözünün ne anlama geldiğini soran talebelerine verdiği cevapta kelâmî istidlal yoluyla elde edilen tevhid bilgisi, tasavvufî keşf yoluyla elde edilen tevhid bilgisi ve kendi yolu olan Kur’ânî metotla elde edilen tevhid bilgisinin güzel bir mukayesesini yapmaktadır. Ona göre ibn-i Arabi yukarda geçen sözüyle kelam ilmi ile elde edilen marifetin sadece aklı tatmin ettiği için eksik olduğunu ve bu açıdan tasavvufî tevhid bilgisinin üstün olduğunu anlatmak istediğini belirtir. Bu noktada Bedîüzzaman İbn-i Arabî’nin bu yaklaşımını doğru kabul etmekle birlikte tasavvufî marifet bilgisini içeren vahdet-i vücûd ve vahdet-i şuhûdun da eksik olduğunu belirtir. Çünkü “ لاَ مَوْجُودَ ا لاَّ هوَُ”/“Allah Teâlâ’dan başka mevcud yoktur.” diye formüle edilen “vücûd” düşüncesinde kâinatın varlığını inkar eder bir yaklaşım;  “ لاَ مَشْهوُدَ ا لاَّ ه وَُ”/“Allah Teâlâ’dan başka şahid olunan yok” şeklinde formüle edilen “şuhûd” düşüncesinde ise kâinatı mutlak görmezden gelme mânâsına gelen bir yaklaşım söz konusudur. Bu iki yaklaşım da insanı tam mânâsıyla tatmin etmediği için noksandır. Çünkü îmânî meseleler yalnız ilimle halledilemez. İmanda insandaki birçok latifenin payı vardır. İnsanın yapısında bulunan akıl, ruh, kalb, sırr, nefis, hafi, ahfa vb. maddimânevî bütün latifeleri tatmin etmeyen bir yaklaşım eksiktir. Mideye giren yemeğin vücudun bütün ünitelerine ihtiyaç oranında dağılması gibi ilim ile gelen îmânî meseleler de akıl süzgeçinden geçtikten sonra derecesine göre ruh, kalp, sırr, nefis gibi latifeler de ondan payını alırlar. Şayet diğer latifeler ihmal edilirse eksiklik söz konusu olur.

Kur’ân’ın metodu takip edilerek sağlanan marifet ise insana huzur-u daimiyi kazandırmakla beraber ne kâinatı ademe mahkum eder, ne de onu unutarak görmezden gelmeye mecbur eder. O sadece mahlukatı başıboşluktan ve sahipsizlikten kurtararak Allah Teâlâ namına istihdam eder.[66]

Birçok ehl-i tasavvuf tarafından en yüksek makam olarak görünen vahdet-i vücûd meselesi, Bedîüzzaman’a göre “bir meşreb ve bir hâl ve bir nâkıs mertebe” den ibarettir. Çünkü vahdet-i vücûd manen en yüksek makam olsa başta sahabiler ve tabiinin büyük imamları gibi tasavvuf düşüncesinin ilk ve zirvedeki temsilcilerinde de sarahaten görülmesi gerekirdi. Buna ilave olarak sahabe, tabiin ve asfiya arasında “eşyanın hakikati sabittir” sözü külli bir kaide olarak kabul görmektedir. Vahdet-i vücûtçuların dediği gibi evham ve hayalden ibaret değildir. Görünen eşya Cenab-ı Hakk’ın esma ve sıfatından hakiki olarak tecelli etmiş eserleridir.[67]

Bedîüzzaman’a göre, vahdet-i vücûd görüşünü savunanların temel yanılma noktası, Allah Teâlâ’nın farklı esmasının farklı tecelli sahalarını gerektirmesi gerçeğidir. Yani Cenab-ı Hakk’ın Vâcib-ül Vücud, Mevcud, Vâhid ve Ehad isimlerinin hakikî yansıma ve tecelli sahaları vardır. Sadece vücûd ismi düşünüldüğünde bu ismin yansıma ve tecelli sahası için vehmî ve hayalî olmaları bir sakınca teşkil etmez. Hatta Vacib’ül- Vücud’un daha açık anlaşılmasına yardımcı olabilir. Fakat Rahman, Rezzak, Kahhar, Cebbar, Hallak gibi isimler düşünüldüğünde bu isimlerin tecelli ettiği varlıkların vehmî ve hayalî değil hakikaten var olmaları gerekmektedir. Varlıkları Vâcibü’l-Vücûd’un vücuduna nisbeten gayet zaîf, gelip geçici ve bir gölge gibi olsa da hayal ve vehim de değillerdir. İşte Esma-i İlâhiyenin herbiri, ayrı ayrı birer âyine ister. Meselâ, Rahman ve Rezzâk isimleri hakikat oldukları için, kendilerine lâyık, rızka ve merhamete muhtaç mevcudatı ister. Rahmân ismi hakikî dünyada rızka muhtaç gerçek varlıkları gerektirdiği gibi Rahîm de, aynı şekilde hakikî bir cenneti gerekli kılar.[68]

Bedîüzzaman vahdet-i vücûd meşrebini benimseyen müridin, söz konusu meşrebten tam bir kemal ve makam temin edebilmesi için belli şartlara sahip olması gerektiğini belirtir. Bu şartlar oluşmadan vahdet-i vücûd meşrebinde giden kimsenin maddeye ilahlık nisbet ederek Allah Teâlâ’yı inkâra kadara gidebileceği ikazında bulunur. Ona göre vahdet-i vücûd meselesi, kendi ifadeleriyle “medâr-ı iltibas olmuş mühim bir meşrebdir” ve “ehl-i hakikatın medar-ı ihtilafı olmuş bir acib meslektir.” Muhtemel karışıklıkları önleme ve çeşitli tehlikelerden korunma adına Bedîüzzaman, konuyla ilgili bazı ikazlarda bulunur. Bu ikazları şöyle sıralamak mümkündür.[69]

  • Vahdet-i vücûd meşrebini savunan kimse, maddî âlemden ve ona ait vasıtalardan sıyrılmış, esbab perdesini aşmış bir ruhaniyete sahip olmalıdır. Bu ruh yüceliğine ulaşmış sâlik ilmî olarak değil, hâlî olarak vahdet-i vücûdu yaşayabilir ve Allah Teâlâ haricindeki eşyanın varlığını inkar edebilir. Aksi hâlde maddiyata dalmış ve sebebleri aşamamış bir insan bütün varlığa ilahlık atfetmek gibi bir sapıklığa düşebilir.

  • İman esasları altı tanedir. Allah Teâlâ’ya imanın yanında ahirete ve nübüvvete iman gibi diğer esaslara da inanmak gerekir. İşte özellikle diğer esaslar mevcûdâtın hakikaten varlığını gerektirir. Yoksa bu aslî rükünler hayal üzere bina edilemez. Bundan dolayı bu meşreb sahibi sekir ve istiğrak hâlinden uyandığı vakit o hâle has olan bilgileriyle amel etmemelidir.

  • Söz konusu meşreb kalbî, hâlî ve zevkî olduğu için onu aklî, kavlî ve ilmî bir şekle çevirmemek esastır. Çünkü vahdet-i vücûdun Kitap ve Sünnet’ten gelen aklî düsturlara ve ilmî kanunlara uygun düşmeyen yönleri bulunmaktadır. Bu sebeple mânevî makam olarak en üstlerde bulunan sahabe, tâbiîn ve selef-i salihînde bu meşreb açıkça görülmemektedir. Bu durum söz konusu meşrebin en âlî ve yüksek meşreb olmadığını, ancak yüksek ve derin olmakla birlikte içinde bazı eksiklik ve tehlikelerin söz konusu olduğunu göstermektedir.

  • Bu meşreb, sebepler dairesini aşıp masiva ile alakasını kesebilen üstün niteliklere sahip seçkin kimselerin istiğrak hâlinde mazhar olduğu salih bir meşrebtir. Bu meşrebi, sebepler dairesinde boğulan ve tabiata saplanan kimselere ilmî bir hakikat olarak telkin etmek onların maddî varlıklara ilahlık nisbet etmek gibi bir dalalete düşmelerine sebep olur. Çünkü özellikle bu asırda maddeci anlayış o derece ilerlemiştir ki, vahdet-i vücûd düşüncesini kendi batıl fikirleriyle yorumlayan insanlar panteist düşünceye kayma tehlikesiyle karşı karşıyadır.[70]

Bedîüzzaman vahdet-i vücûdu değerlendirirken en çok şu hususa dikkat çeker. Vahdet-i vücûd, tevhidde istiğraka ulaşan ehass-ı havâsın istiğrak hâlindeyken zevk ettiği, teorik olarak değil hâlen ve zevken duyulabilen mânevî bir hâldir. Nazar ve fikir zevken ve hâlen hissedilebilecek bir meselede tasarrufta bulunsa ve kendi ölçüleriyle kavramaya çalışsa onu karıştırır ve bozar.[71]  Bundan dolayı O, özellikle esbâb dairesini aşamayan ve tabiata saplanan kimselerin vahdet-i vücûddan dem vurmalarını haddi aşmışlık olarak nitelemektedir. Bu durumdaki insanlar hâlen ve zevken bilinen bu yüksek mânevî meşrebi teorinin darlığı ve aklın zayıf ölçüleriyle anlatmaya kalkınca birçok batıl fikir ortaya çıkmıştır. O, maddeci filozoflar ve itikadı zayıf bir kısım ehl-i nazar ile muhakkik sûfî velilerin vahdet-i vücûd anlayışları arasında çok büyük farklar olduğunu, “Misleyn telakki edilen zıddeyn”377 sözüyle anlatır. Bu ifadesiyle O, tamamen zıt olan iki düşüncenin bazı cahiller tarafında benzermiş gibi gösterilmeye çalışılmasını eleştirmektedir.

Bedizzaman ehl-i tahkik sûfîlerle maddeci filozofların vahdet-i vücûd anlayışı arasındaki farkları beş madde olarak şöyle sıralar:

  • Ehl-i tahkik sûfîler vâcib-ül vücûda o kadar odaklanmış ve onda müstağrak olmuşlardır ki onun hesabına kâinatları inkar etmişlerdir. Maddeci filozoflar ise kâinatın madde boyutuna o kadar odaklanıp ona ehemmiyet vermişler ki neticede ulûhiyet fikrinden uzaklaşarak ilk başta her şeyi maddede görmüşler, daha sonra da kâinat hesabına Allah Teâlâ’yı inkâra kadar gitmişlerdir.


  • Evliyanın vahdet-i vücûd fikri, vahdet-i şühûdu içermektedir. Diğerlerinin ki ise vahdet-i mevcûdu tazammun eder.

  • Birincilerin mesleği zevkîdir; ikincilerinki nazarîdir.

  • Birinci grup kâinata bakarken aslî planda Hakk’a, tebeî olarak mahlûkata bakar, ikinciler evvelen ve bizzat mahlûkata bakarlar.

  • Birinciler Hakk’a inanıp onun rızasını ararken ikinciler, nefis ve enâniyetlerine tâbi kimselerdir.[72]

Sonuç olarak Bedîüzzaman’ın vahdet-i vücûd ve vahdet-i şuhûd konusundaki görüşlerini incelediğimizde, bazı noktalardan her iki görüşü eleştirse de kendisinin vahdet-i vücûddan ziyade vahdet-i şühûd anlayışına daha yakın durduğunu söylemek mümkündür. Ona göre İbn-i Arabî gibi kuvvetli iman sahibi kimseler için zevkli, nûrânî ve makbul bir mertebe olan vahdet-i vücûd meşrebi zayıf insanlar için, maddiyata girme ve sebeplerde boğulma gibi bazı tehlikeler barındırabilir. Vahdet-i şuhûd ise zararsızdır, ehl-i sahvın yüksek bir meşrebidir.[73] Bedîüzzaman vahdet-i şühûd ve vahdet-i vücûd meşreplerinden hangisine daha yakın olduğunu şu ifadelerliyle de belirtmiştir: “Ehl-i vahdetü’ş şühudun meşrebi, fark ve sahvdır. Ehl-i vahdetü’l-vücûdun meşrebi mahv ve sekirdir. Sâfî meşreb ise, meşreb-i ehl-i fark ve sahvdır.[74]

Bedîüzzaman, vahdet-i vücûd meşrebinin önemli bir hakikate dayandığını kabul etmekle birlikte, Allah Teâlâ’nın Vücûd sıfatına odaklanıp sair mevcûdatın hakîki vücutlarının olmadığı esasına dayanan bu meşrebin tevhidde en üst mertebe olduğu iddiasını kabul etmemektedir. Çünkü, şayet bu meşreb en yüksek mertebe olsaydı sahabe, tabiîn ve asfiyâ arasında meşhur ve bilinen bir durum arz ederdi. Halbuki onlar bütün eşyanın hakikatinin sabit olduğu hususunda icmâ etmişlerdir.

*TASAVVUFÎ AÇIDAN BEDÎÜZZAMAN SAİD NURSÎ’DE “ACZ” VE “FAKR” KAVRAMLARI adlı yüksek lisans tezinden alınmıştır.

[1] Algar, Hamid vd., Bediüzzaman ve., s. 43.[2] Açıkgenç, Alparslan, ‘Said Nursî’ mad., DİA, c. XXXV, s. 565.[3] Badıllı, Abdülkadir, Mufassal Tarihçe-i Hayatı, c. I, s. 118. 295  Bediüzzaman, Tarihçe-i Hayat, s. 280.[4] Kurt, Hüseyin, “Bediüzzaman Said Nursi’nin Muhyiddin İbnü’l-Arabî Ve Vahdet-İ Vücud Hakkındaki Düşünceleri”, Tasavvuf, İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi (İbnü’l-Arabî Özel Sayısı-2), yıl: 10: 23, s. 548.[5] Bediüzzaman, Mesnevi Nuriye, s. 24. 298  Bediüzzaman, Sözler, s. 234.[6] Bediüzzaman, Lem’alar, s. 333.[7] Bediüzzaman, Mektûbât, s. 402.[8] Bediüzzaman, Emirdağ Lahikası, s. 62.[9] Yalsızuçanlar, Sadık, Tasavvuf Risalesi, Sufi Kitap Yay., İstanbul 2007, s. 10.[10] Bediüzzaman, Mektûbât, s. 65. 304  Bediüzzaman, a.g.e., s. 20.[11] Bediüzzaman, Emirdağ Lahikası, s. 24.[12] Algar, Hamid vd., Bediüzzaman ve Tasavvuf, s. 27.[13] Yûnus, 10/62.[14] Bediüzzaman, Lemalar, s.170;[15] Bediüzzaman, Mektûbât, s. 499.[16] Bediüzzaman, Mektûbât, a.y.[17] Erbaîn: Çile çekmek, nefsi ezmek, bencilliği kırmak için  müritleri kırk gün halvete çekilmelerine denir. Uludağ, Süleyman, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s. 125.[18] Bediüzzaman, Mektûbât, s. 238.[19] Bardakçı, Mehmet Necmettin, Sosyo-Kültürel Hayatta Tasavvuf, Rağbet Yay., 2. Baskı, İstanbul 2005, s. 164.[20] Zâriyât, 51/56.[21] Bediüzzaman, Mektûbât, s. 253.[22] Serrâc, Lüma’ fi’t-Tasavvuf, s. 239.[23] Zâriyât, 51/56.[24] Serrâc, a.g.e., s. 63.[25] Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ ve Müzîlu’l İlbâs, c. II, s. 132.[26] Uludağ, Süleyman, “Ma’rifet” mad.,  DİA, c. XXVIII, s. 55[27] Câmî, Ebu’l-Berakât Abdurrahmân, Nefehâtu’l-Üns min Hadarâti’l-Kuds, Daru’l-Kütübi’l-Mısriyye, Kahire 1989, s. 14.[28] Câmî, Ebu’l-Berakât Abdurrahmân, Nefehâtu’l-Üns min Hadarâti’l-Kuds, s. 75.  323  Serrâc, Lüma’ fi’t-Tasavvuf, s. 57.[29] Uludağ, Süleyman, “Ma’rifet” mad.,  DİA, c. XXVIII, a.y. 325 Bediüzzaman, Sözler, s. 336.[30] Bediüzzaman, Mesnevi Nuriye, s. 234. 327  Bediüzzaman, a.g.e., s. 153. 328 İmam Rabbânî, c. I, s. 444.[31] Bediüzzaman, Sikke-i Tasdik-i Gaybî, s.199. 330Bediüzzaman, Mektubat, s. 501.[32] Bediüzzaman, Mektubat, s. 501.[33] Bediüzzaman, a.g.e., a.y.[34] Bediüzzaman, a.g.e., a.y. 334 Hucurât, 49/10.[35] Sözler, s. 16.[36] Bediüzzaman, Mektubat, s. 513.[37] Bediüzzaman, a.g.e., s. 502.         338          a.g.e., a.y.[38] Bediüzzaman, Tarihçe-i Hayat, s. 128.[39] a.g.e., s. 128.[40] Bediüzzaman, Mektubat, s. 20.[41] Bediüzzaman, Emirdağ Lahikası s. 62.[42] Tarihçe-i Hayat, s. 218.[43] Yılmaz, Hasan Kamil, el-Lüma’-İslâm Tasavvufu (Tasavvufla İlgili Sorular-Cevaplar), Altınoluk Yay.,  İstanbul 1996, s. 471.[44] Yılmaz, Hasan Kamil, Rûhani Hayat, Erkam Yay., İstanbul 2000, s. 95. 346  Bediüzzaman, Mektubat, s. 502.[45] Bediüzzaman, Emirdağ Lahikası-2, s. 46.[46] Bediüzzaman, Mektubat, s. 87.[47] Sahv: Hislerini yitiren ve kendinden geçen arifin hissine dönmesi ve kendine gelmesi anlamına gelmektedir. Uludağ, Süleyman, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s. 305. 350  Bediüzzaman, Mektubat, a.y.[48] Âlem-i Berzah da denilen misal âlemi, gayb ve şehâdet arasında bir sınırdır. Eşyânın suret ve örneklerinin(modellerinin) bulunduğu âlemdir. Uludağ, Süleyman, a.g.e., s. 251; Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, s. 48.[49] Şatah: Zâhiri itibariyle şer’i hükümlere aykırı düşen söz anlamına gelmektedir. Bkz. Uludağ, Süleyman, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s. 327. 353  Bediüzzaman, Mektubat, s. 504.[50] Kelime olarak sevgilinin aşığını kandırması ve cilve yapması manasına gelen “naz”, tasavvuf litaratüründe Mevla ile gayet samimi, her türlü resmiyetten ve kayıttan uzak sohbet etme hâline denir. Uludağ, Süleyman, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s. 271.[51] Âl-i İmran, 3/185.[52] Bediüzzaman, Mektubat, s. 511.[53] Yalsızuçanlar, Sadık, Tasavvuf Risalesi,  s. 103.[54] Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, s.683. 359  Kâşânî, Istılahât’ıs-Sûfiyye, s. 583.[55] Uludağ, Süleyman, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s. 371.[56] Okudan, Rifat, Gelenbevî ve Vahdet-i Vücud, Fakülte Kitabevi, Isparta 2006, s. 104.[57] Kılıç, Mahmud Erol, İbn Arabî Düşüncesine Giriş; Şeyh-i Ekber, Sufi Kitap, İstanbul 2011, s. 328.[58] Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, s. 682.[59] Demirci, Mehmet, Sorularla Tasavvuf ve Tarikatlar, Damla Yayınevi, İstanbul 2004, s. 144.[60] Bedîüzzaman, Said Nursî, Muhakemat, Şahdamar Yay.İstanbul 2007, s. 9.[61] Bedîüzzaman, İşarât-ül İ’caz, 92.[62] Bedîüzzaman, Mektubat, s. 506.[63] Mektubat, s. 506.[64] Algar, Hamid vd., Bediüzzaman ve Tasavvuf, s. 99.[65] Mektubat, s. 88.[66] Bedîüzzaman, a.g.e., s. 374.[67] Bedîüzzaman, Mektubat, s. 88.[68] a.g.e., s. 89.[69] a.g.e., s. 554.[70] Bedîüzzaman, Mektubat, s. 505-506.[71] Bedîüzzaman, Âsâr-ı Bedîiye, İttihad Yay., İstanbul 1999, s. 150. 377  Bedîüzzaman, a.g.e., s. 150.[72] Bedîüzzaman, Mesnevi-i Nuriye, s. 238-239.[73] Bedîüzzaman, Barla Lahikası, s. 253.[74] Bedîüzzaman, Mesnevi-i Nuriye, s. 238

Kastamonur.com
Devamını Oku »