İlmin Ortadan Kalkması Nasıl Olur ?

İlmin Ortadan Kalkması Nasıl Olur ?

İbn Haldun konuya şöyle değinmişti:

«Günlerin geçmesi ve asırların değişmesiyle kuşak ve ümmetlerin durum değiştirdiğine dikkat edilmemesi tarih konusundaki gizli yanlışlardandır. Son derece gizli bir hastalıktır bu. Çünkü ancak uzun çağlar süresince meydana gelir. Yaratılışta ayrıcalıklı bazı kimseler dışında hemen hemen hiç kimse bunun farkına varamaz. Zira dünyanın halleri, toplumların adetleri ve itikadları tek bir süreç ve bir doğrusal yol üzere devam etmez. Günlerin ve dönemlerin ardarda gelişi ve bir halden diğerlerine geçişi sözkonusudur. Bu, şahıslar, vakitler ve kentler için de böyledir; ülkeler, bölgeler ve dönemler için de böyle... ''Bu, Allah'ın kulları arasında yürürlükte olan sünnetidir.’ (Gafir, 85)» (22)

Bu, Allah Resulü (s.a.v.)nün ilmin ortadan kalktığı zamanlarla ilgili hadisinin açıklamasıdır. Sahabe Allah Resulü (s.a.v.) nün ilmin ortadan kalkacağı yolundaki hadisini anlamamıştı. İlim nasıl ortadan kalkardı (!) Aynı şekilde nasıl olup da kendilerine yırtıcı hayvanların saldırdığı bir av olacaklardı, bunu da kavrayamamışlardı . Zaten biz de bugün ilmin nasıl tahsil edildiğini, tatlı bir av olmaktan nasıl kurtulacağımızı bilmemekteyiz.

«Üzerlerine yırtıcı hayvanların saldırdığı avı hadisinde verilen «bütün ulusların İslâm alemine saldıracağı» haberine zihinlerinde sebep arayan sahabe, bunun sayı azlığı nedeniyle olabileceğini düşünmüş ve sormuştu:

«O gün azlığımızdan dolayı mı saldıracaklar?»

Bunun üzerine Resul (s.a.v.): «Hayır, bilâkis çoksunuz ama selin üzerindeki köpük gibisiniz.» diyerek sebebi sayı azlığına değil, insanları selin üzerindeki köpükler haline getiren başka bir şeye bağlamıştı.

Demek ki Allah Resulü (s.a.v.) geleceği yasaların ardından görüyordu ve sahabenin hepsi onun gibi değildi. Toplum problemine böyle Allah Resulü (s.a.v.)nün baktığı gibi bakan yasalara dayalı hiç bir tarihi sosyolojik görüş yoktur. Malik b. Nebi nin dediği gibi Allah Resulü, işin belli bir düzen ve yasalar çerçevesinde meydana geldiği esasma dayanarak tarihi, daha olmadan önce okuyor ve olacağa göre tedbir alıyordu.

Cevdet Said-Toplumsal Değişme Yasaları
Devamını Oku »

Veyl İçimizdeki Batılı Yandaşlarına !

1595 miladi yılında, yani 17. yüzyılı girerken Osmanlı Devleti nin yüzölçümü 20 küsur milyon kilometrekare ve nüfusu yaklaşık olarak 100 milyondu. Yeryüzünün en güçlü devletiydi. Kendisinden sonra gelen devletlerle, arasında büyük bir mesafe farkı vardı. Osmanlının dünyada birinci sırayı koruması, 18. yüzyılın ikinci yarısına kadar devam eder.

19 uncu yüzyılın başlarında, dördüncü sıraya düştüğümüzü görüyoruz. Artık çöküş devri başlamıştır. Bu arada Tanzimat gerçekleştirilir, Batıdan imdat beklenir. Batılı olmakla, onları taklit etmekle çöküşün önü alınacağına inanılır. Sosyal bünyemiz,kanunlarımız Batı esas alınarak düzenlenmeye başlanır.

Batılılaşmanın bir çıkmaz sokak olduğunu, kayıplarımızı bize buldurmak şöyle dursun, mevcudumuzu da tüketeceğini göremedik. Kayıplarımız çoğaldıkça, batılılaşma şevkimiz, denemelerimiz de artıyordu. Batı bizi yerden yere çaldıkça adeta ona karşı muhabbetimiz ziyadeleşiyordu. Bir marazı duyguya bürünmüştük.

1876 yılında yani bundan yüz yıl önce koca devletin yüzölçümü 13 milyon kilometrekareye düşmüştü. Gerçi bu alan bugünkü Cumhuriyet Türkiyesi’nin 17 misli kadardır ama o zaman için büyük bir kayba uğramış olduğumuzun da bir rakamıdır. İkinci Meşrutiyetin ilan edildiği 1908 yılında ise bu rakam 9‘a düşecektir. 1908’den 1918‘e kadar ki 10 yıllık tavsiye hareketi sonunda elde kala kala 777 bin kilometrekarelik bir Anadolu yaylası kaldı sadece. 1908'deki yani bundan 70 yıl önceki sınır genişliğimizi bile bir göz önüne getirecek olursak bugün yinede dehşete düşmemek mümkün değil.

Halep, Bağdat, Şam illerimizde valilik yapmış nesilden, insanlardan hala aramızda sağ onlalar var. Emekli maaşı alanlar var, Os-manlı Devletinde memurluk yapmış zevattan aramızda.

Tarihten önce değil, daha 60 sene önce Ortadoğu tek devletti ve adı Osmanlı Devletiydi.

Ve biz, iki yüz yıl evvel şu üstünde oturduğumuz arz küresinin en büyük devletiydik.

Şimdi sorabilir miyim kaçıncıyız?

Nasıl tükettik biz bu kadar serveti, şu kadarcık zamanda

Günlük dertlerimiz bizi öyle meşgul etmiş ki, unutuvermişiz geçmişi, aklımıza gelmiyor hesaplaşma.

Bir hesaplaşmaya kalkmayınca kayıpların dökümü bir bir yapılıp sorumluları tarih içinde yargılamadıkça hiç zannetmeyelim ki belimizi doğrultabiliriz. Ne olduğumuz bilincine kavuşmak için bu hesaplaşmayı bitirmemiz lazım. Yani batıcılıkla halletmemiz lazım hesabımızı.

Batının oyunlarının sonu gelmez biz bu hesaplaşmayı yapmadıkça!

Batıya yamanırsak kurtulacağımızı sananların tarihi yanılgılarını, bu yüzden milletin uğradığı kayıpları; kazanırız, kazanıyoruz sandıkça büyüyen zararları, teker be teker madde be madde gözler önüne sermeliyiz, hesaplaşmalıyız onlarla.

Yoksa gitti gider kalanlar da.

M.Akif İnan
Devamını Oku »

Batılılar Neden Bizim Batılılaşmamızı Şart Koştu ?

Bizim Batılı olmayacağımızı en başta Batı bilir.Tam anlamıyla Batılı olmayı gerçekleştirirsek bile batının buna razı gelemeyeceğini de bilmeliyiz. Batı kendi uygarlığını,kendisinden çok bir başka ülkenin temsil etmesini hiç ister mi? Kendi uygarlığını hele bizim sahip çıkmamızı, el koymamamızı ister mi? Olsa olsa batı ancak bizim bu uygarlığa dâhil olarak, kendi etrafında halkalanmamıza, kendi güneşinin yörüngesinde küçük bir gezegen olmamızı izin verebilir belki. Çünkü onun uygarlığı aslında kendisinin yeryüzüne hâkimiyetini sağlamaya yarayacak bir ‘vasıta’dan başka birşey değildir. Batı uygarlığı, tarih boyunca bu uygarlığın içinde ve başında yer almış olan ülkelerin bir “sömürme aracı” olmak kullanılmıştır. Kendi güçlerini bir pekiştirme aracı olarak değerlendirilmiştir.

Bizim Batılı olamayacağımızı bilir Batı.Olsak bile buna razı olamayacağını, izin vermeyeceğini de hesabında mahfuz tutmuştur.

O halde Batı, neden bizim batılılaşmamızı hep şart koştu? Çünkü batılılaşma çabalarımızın bizi ancak dejenerasyona götüreceğini biliyor. Siyasal bütünlüğümüzün dağılmasını, kendi uygarlığımızdan uzaklaşmakla eşanlamlı görüyor. Ve bu hesabında yanılmıyor, yanılmadı.

O bize ve uygarlığımıza düşman olduğu için Batılı olmamızı istedi. Devletimizi dağıtmak, bizi sömürmek için istedi. Yeryüzünden kendine karşı tek alternatifi yok etmek için istedi, başka yolu yoktu bu İşin.

Dağılmamız için birbirimize düşman kamplara bölünmeliydik kendi içimizde. Kavmiyet davası gütmeliydik. Batı uygarlığının insancıllığına hükmetmelıydık, onu çağdaş görmeliydik, tekniğine, sosyal kurumlarına hayran olmalı, kendimizi onlara yaklaştırmalıydık, her alanda onları örnek ve rehber tanımalıydık.

Bu yola resmen girdiğimiz dönemleri düşünelim. O tarihlere kadar, biz bir hayli güç kaybına uğramamıza rağmen, hala dünyanın en büyük, en kuvvetli devleti değil miydik? Bir kesin ‘Duraklama’ devri yaşadığımız halde yine dünyanın denge unsuru, hatırı en sayılır, kendinden en çok korkulur devlet biz değil miydik?‘Fermanımız her yanda hüküm sürmez miydi? Gerçi uygarlığımız ve tekniğimiz bir

uyuklama dönemi yaşıyordu ama bu uyuklama bir "ölüm uykusu’’ değildi.Tekrar silkinmemizin ve fetihlere yönelmemizin önünde bir büyük engel yoktu.Batı ile aramızdaki güç farkı,teknik fark hiç de önemli, büyük değildi. Çarçabuk ayağa kalkacak potansiyel taşıyorduk.

Buna muktedir olacağımızı biliyordu Batı.

Bu büyük uygarlık birikimimizin iktidarını biliyordu.

İşte bu uykulu dönemimizden yararlanarak, bizi uygarlığımızdan ve onun kurumlarından uzaklaşmaya kendini örnek alarak devrimler yapmaya yöneltti. Bu devrimleri gerçekleştirmemizde bize karşı zaman zaman dostluk, insanlık maskeleriyle de göründü. Tarih 1839 ve adı Tanzimat’tı bunun. Bu yola girdiğimizden bu yana, ne oldu devletimiz, hangi noktadan hangi yere düştük, meydandadır. O zamanlar dünya güç sıralamasında başlardaydık, şimdi nerelerdeyiz?

Batı bizi batılılaştırma açmazına düşürerek erdi muradına. Hesabı belliydi ve bu idi batının.

 M.Akif İnan


 
Devamını Oku »

Eşya Uygarlığı

Akla güvenmek ve inanmak küfür uygarlığının temel ilkesidir. İnanç yani vahyin uygarlığında; akla verilen yer, vahyin getirdiği denge,disiplin ve metod içerisindedir. Bu aslında aklı bir sınırlama,engelleme değil; aksine aklın bütün melekelerini yanlışa düşmeden seferber etmek ve üretken kılmaktır.

Vahyin kontrolünden mahrum olan akıl, insancıl değil, bencil olacağı tabidir. Nemrut ve Ebu Cehil inanç uygarlığına karşı, bencil akım simgeleridir. İnanca teslim olmayan akıl, ne kadar üstün olursa olsun, batıla hizmetten başka bir işe yaramaz. Üstünlüğü ölçüsünde tehlikesi de çoğalır.

Akılda, bilgide ve şecaatte devrinin en ileride gelenlerinden ve ‘…iki Ömer’den biri" olduğu halde İslam'ın böyle birini Ebu Cehil (cehlin babası) olarak adlandırması, aklın tek başına kalınca, insanlık için nasıl zararlı olacağına ve tehlikeler üreteceğini gösteren bir örnektir, ölçüdür.

İnsan aklı için yanılgıya düşmek olağandır. Mü’min bir aklın düştüğü yanılgıda bile bir "rahmet” vardır insanlar için. Oysa inanmamış aklın yanılgıya düşmediği noktada bile, bir felaket gizlidir. Çünkü böyle bir aklın yanılgıya düşmediği hususlar, akla olan inancı ve güvenci çoğaltan ve küfrün alanını genişleten, onun cazibesini artıran ve uygarlığını genişleten hususlardır. .Aslında inanca dayalı olmayan aklın, yanılgıya düşmediği hususlar tesadüfidir, arızîdir; çünkü yanılgı, çelişme, insana ve insan aklına ait hususlardır. Yanıl mayan, çelişmeyen Allah'tır, O’nun nizamıdır ve O’nun yarattığı tabiattır. “Allah her şeyi hakkıyla bilendir’’ ilmi bütün evreni kuşatan O’dur.

Batı uygarlığı kendisine temel olarak aklı almıştır. Hiçbir mistik, ilahi unsura yer vermemiştir. Batı uygarlığının üç sacayağından Eski Yunan Düşüncesi ve Roma Hukuku insan aklının var ettiği müesseselerdir. Üçüncü ayağı olan Hıristiyan duyarlığı ise, onda adeta bir lüks görüntüsündedir. Kaldı ki, Hıristiyanlık bile, batının akli müdahalesine uğramış; ilahi temelinden saptırılarak “laik" ve “devletsiz" bir hüviyete büründürülmüş; inançsız aklın kontrolünde olan “vicdani bir keyfiyet” olarak çerçevelendirilmiştir. “Allah indinde din, yalnız İslam" olduğu için Batı uygarlığındaki bu basit ve akılcı dini çizgiyi “lâdini’’ saymak gerekir.

Batı uygarlığı, dine başkaldıran insan düşüncesinin, binlerce yıllık tecrübe ve geleneğini örgütleyen, bu örgüt içerisinde, kendi bünyesindeki çelişmeleri asgari hadde indirme kabiliyetini ve çabasını göstererek, beşeriyetten tasdik ve güven devşiren bir kültür nizamıdır.

İlahi mistik kaygıların ötesinde eşya ve olay ilişkisindeki varsayım ve deneylere dayalı olarak gelişen Batı uygarlığı, olay ve eşya vakıasına yaklaşımında, beşeri bir gerçek olan ruh olgusunu hesaplarının dışında tuttuğu için, neticede insan aklının keşfi olan eşyaya da yenik düşmüştür.

Eşya, putu olmuştur bu uygarlığın, insan ise kölesi. Oysa Allah “ Bütün kâinatı insanın hizmeti ve yararlanması için yaratmıştır” ve insan ise “ eşya ve hadiseleri zapt ve teshir etmesi için kendine halife olarak” halk etmiştir. Ruh ve cisim, mânâ ve eşya ilişkisi şüphesiz, Allah nizamına bağlı olarak kurulmuş olan İslam uygarlığında en ideal ve en “akli ’ bir hüviyet kazanmıştır.

 

Akif İnan,Din,Uygarlık
Devamını Oku »

Batı Uygarlığı ve Teknik

Çağdaş Batı uygarlığı ve onun tabi bir uzantısı olan teknik, belli mihrakların elinde olduğu halde, en başta kendi toplumunu kendi kamuoyu yapmak yolunda müthiş bir çark geliştirmiştir. Bu uygarlık ve teknik önce kendi toplumundan onay almak ihtiyacıyla, kendi toplumuna karşı yoğun bir beyin yıkama eylemi içindedir. Ve öncelikle kendi toplumunu robotlaştırmıştır.


Batı uygarlığı ve tekniği, öteki ulusları sömürmek, çökertmek, yıldırmak suretiyle saltanatını devam ettiriyor.
Bu saltanatın devamı için bir onaya kamuoyuna muhtaçtır Batı
Bu onaya kamuoyunun en başta, batılı toplumlar olması gerekiyor.
Bu yüzdendir batılı insanın insani duygulardan, değerlerden soyutlandırılması.


Bir Batı insanı, bir açlıktan ölme olayına tanık olursa elbette üzülür, ama; aynı batılı insan, kendi ülkesinin 200 milyar dolarlık silahlanma bütçesi yapmasını içten bir sevinçle karşılar.
Çünkü böyle bir sevinç duyması için gerekli resmi ve özel tedbirlerin hepsini almıştır ülkesi, ülkesinin yöneticileri, uygarlığının ve tekniğinin temsilcileri.


Aynı güçler şartlamıştır kendini, benzin bulamadığı takdirde, kendisini benzinsiz bırakan bir dış ülkeye karşı nefret duymaya
Bu batılı insan, harpten ve açlıktan kınlan ulustan, onların ilkel oluşlarıyla izah etmeye şartlandırılmıştır.


Bu insan sömürmeyi sömürmek olarak değil, o ülkelere bir uygarlık taşıma, onları ilkellikten kurtarma girişimi olarak tanır. Ve buna karşı çıkan uluslara müthiş bir öfke duyar. Onları cezalandırmayı, bir insanlık görevi sayar
Çünkü uygarlığıyla, tekniğiyle insanını özdeşleştirmiştir,batıyı dinde tutan güçler.


Akif İnan,Din ve Uygarlık

Devamını Oku »

Laisizm

Laisizm,toplumumuzu etkilemesi, beyinleri değiştirmesi bir anda olmamıştır. Batıya ayak uydurmaya başlamamızla birlikle yavaş
yavaş. adım adım bastığı yeri bilerek gelmiştir laisizm.


Batı karşısında apışan, şaşıran Tanzimat aydını, “ne yardan ne serden” geçiyor, hem batılılaşmayı şart görüyor, hem de manevi değerlerimizin korunmasını istiyordu. İslam ahlak ve faziletinin savu-nusudur Tanzimatçı. Ama bununla birlikle Batılı bir düzen anlayışından yanadır. O, Batı düzenini, Batı uygarlığının özel bir realitesi olarak idrak edemiyordu. Bu düzeni beşeriyetin ulaştığı tabii bir doruk olarak göruyordu. Bizim bu noktaya neden varamadıgımızın esefi içersindeydi.


Tanzimatçıların en muhafazakârları, yani İslamiyet’e en saygılı olanları bile batının düzenine hayrandır. Onu, İslam uygarlığının düzen biçimine aykırı görmemiştir. Hatta Batı uygarlığının, İslam'dan yararlanarak geliştirildiği inancındadır. “Avrupalı, medeniyeti bizden almıştır” düşüncesinden kalkarak Batı uygarlığını “Mü’minin kay- bolmuş malı” saymışlardır. Onların ticari alışverişteki dogruluklarından, işlerine yalan dolan karıştırmadıkların bahis açarak, bütün bu faziletlerin gerçekle İslam'a ait olduğunu, İslam'dan alındığını söyleyerek propaganda etmişlerdir.


Banlar ,laik bir toplum oluşturmanın merhaleleridir hep.“Batının ilmini, fennini alalım, fakat inancımızdan fedakârlık etmeyelim''zihniyeti gide gide sevmeye başladığımızın; onun hayatını, insanını idealize ettiğimizin kesinleştiğini ifade eder.


Aydınımız, ilerlemiş olmanın yani “terakki etmenin'' ancak ba-tılaşma ile mümkün olacağına inanınca ‘Vazgeçemediği yar' olan İslamı, Batılı olmamızı engellemeyen bir inanç olarak göstermeye kullanmıştır.İşte onların "Din terakkiye mani değildir'’ diye klişe haline getirdikleri cümlenin altına bu mana yatar. Yani dinimiz, batılılaşmaya karşı değildir,diyorlardı.İslamın ilmi teşvik ettiğine dair birçok ayetleri,hadisleri hep bu fikirleri ispat yolunda kullanıyorlardı.-


Bu,İslamı Batılılaşmayı uydurmanın ta kendisiydi. İslamı savunuyormuş gibi bir görüntü içerisinde, milleti batıya yakınlaştırmanın bir eylemiydi bu. Bazı batılıların ve batıcıların İslâmî toplumumuzun ilerlemesine engel gibi göstermelerini bahane ederek bu yolda yazılara yazıyor, eserler oluşturuyordu Tanzimatçılarımız. Namık Kemal'in “Renan Müdafaanamesi” bu fikrin ve inancın eseridir, Bu kitapta "İslamın terakkiye mani olmadığı''na İslam ahlak ve faziletinin Övgüsüne dair ne arasanız bulabilirsiniz.


Ziya Paşa da demiyor muydu ki:
“İslam imiş devlete pâ-bendi terakki
Evvel yog idi iş bu rivayet yeni çıktı”


“İslam ümmetındeniz” ama “Türk milletindeniz” ve de “Garp medeniyetindeniz” düsturu, Tanzimatçılardan sonra gelen bir düsturdur. Uygarlık olarak batıya geçişimizin, daha doğrusu batının düzen anlayışıyla yetinmeyerek onun uygarlığını da almanın gerekliliğini ilandır.


Görüldüğü gibi Batıcılık ve onun temel devlet felsefesi olan laisizm öyle birden bire gelivermedi. Hilafetin kaldırılması, laik bir devlet kurulaması yolunda yapılan çalışmalar, daha önceki bu kabil faaliyetlerin geliştirdiği bir alan üzerine gelip oturmuştur, öyle bir alan geliştirildi ki, laik bir cumhuriyet kurulması tasarısı, hilafetin İslam'dan olmadığına dair bizzat bazı “din adamlarından fetvalar alabilecek “din bilginleri” bile sahip olmuştu. Açın eski meclis zabıtlarını da görün nice ‘‘müderris” efendilerin, hilafeti İslama aykırı bir müessese sayıp onun bir bid’at olduğuna dair yaptıkları meclis konuşmalarını.


M.Akif İnan, Din ve Uygarlık

Devamını Oku »

Rönesansı Hazırlayan Asıl Sebep

Batının küfründe de, inancında da, Yunan felsesinden etkiler vardır ve eski Yunan'dan ta günümüze kadar batının geçirdiği bütün inanç ve istihalelerinin özünde de bir Doğu düşmanlığı mevcuttur.Batının bu Doğu düşmanlığı, sonraları da doğrudan doğruya İslam düşmanlığına dönüşmüştür. Skolastik dönem İslam düşmanlığının korkunç fikri sabitlerle donatıldığı bir dönemdir. Düşmanlık fanatik bir hüviyete büründü bu dönemde Haçlı Seferleri bunun tezahürlerinden sadece biridir. Skolastik dönem Batı için İslam düşmanlığını değişmesi mümkün olmayan inanç olarak geliştirdi. O kadar ki, Rönesans skolastik döneme bir başkaldırma olduğu halde İslam düşmanlığında skolastik dönemin bu mirasını ayniyle devraldı; hatta devralmaktan öte bu düşmanlığı yeni güçlerle takviye etti.


Denilebilir ki, Rönesans aslında Hıristiyanlığı hayattan kovmaktan öte gelişen İslam hareketine karşı Avrupa'nın kendi kendini yeniden gözden geçirmesi, İslam'la daha kesin ve keskin bir hesaplaşmaya yönelmesi hareketidir. Çünkü artık skolastik dönemin doğmaları, İslam karşısında durabilmek ve bu gelişmeyi önleyebilmek gücünden tamamen yoksundu. Bir ucuyla İspanya'dan Avrupa içlerine yol arayan, öte ucuyla da Doğu Roma’yı ortadan kaldırarak Avrupa’yı zorlayan İslam'ın yayılması, mevcut kilisenin karşı koyuşuyla önlenemeyecekti. Bu gerçek, Avrupa'yı dehşete düşürüyordu.


İşte Rönesans’ı hazırlayan asıl sebep budur. Yani Avrupa’nın nefis müdafaası alarak kendilerini baştanbaşa işgal edeceğinden korktuğu İslam hareketine karşı, mevcut inanç statüsünün yetersizliğini göriip yeni güçlerle kendini takviye etmesi hareketidir.


Mehmet Akif İnan , Din ve Uygarlık

Devamını Oku »