Evrensel Hüküm

Şüphesiz ki, yıldızların hareketiyle kalbin gizli hareketlerini idare eden aynı kanundur. Bir ucu sonsuz kâinata, öbür ucu insa­nın kalbine dayanan bu evrensel hüküm, akla durgunluk verecek kadar kudretle hâkim olduğu halde, onun altında, ondaki müthiş nizâma aykırı nice olaylar görülüyor. Kâinatımız asıl bu sonuncu­ların mahşeridir ve akıl onların varlığına mâna verememektedir. Sanki onlar, ne asla çözülemiyecek bir muamma olsunlar, ne var­lığın mânasını ebediyyen gizlesinler diye ortaya koyulmuşlardır. Temel yapısı ile muhteşem nizâm içinde kurulu olduğu halde bir­çok çelişmeler, nizâma aykırılıklar ve manasızlıklarla yüklü olan bu kâinatın içinde insan, ondaki durumun tıpkısına sahiptir. O da kalbinin evrensel kanunlarıyla yaratıldığı halde bütün hareketle­rinde çelişmeler, nizâma karşı koyan kuvvetler ve aldın tahammül etmediği nice mânasızlıklar yaşatmaktadır. Kâinatımızda hâkim bulunan çelişmeler ve mânasızlıkları düşünürken görüyoruz ki:

Varlığın var ölüşüyle yokettiğini zannettiğimiz yokluk, her yerde varlığa saldırıyor ve her varlığı günün birinde mutlaka pen­çesine geçiriyor; ölüm daima hayatı kovalıyor; sonsuzluk kendinde son fikrini taşıyor ve iradenin her yorulduğu yerde onu karşımıza çıkarıyor; karanlık aydınlığı kovalıyor; yaşayanlar ölülerden gıdalanıyor.

Aklı her an hayrette koymaya kabiliyetli olan büyük kâinat nizâmının ta göbeğinde barınan bu nizâma aykırılıklarla çelişmelerin eşdeğerleri insanın da yaradılışında ve yaşayışında görülüyor. Kalbin ebedi ve değişmez kanununun yanında onu yerin dibine batıran nice kanunsuzluklar, mânasızlıklar ve bed­baht çelişmeler vardır. Onların da bazılarını sıralayalım:

Kalple kafa arasındaki çatışmalardan bunalımlar doğuyor. Bazan duygularımız düşüncenin ağırlığını sonsuz bir şekilde geçiyorlar. Bazan da onu çiğniyor veya reddediyorlar. Akıl yürütmeleri­mizin sebebini icadeden, bu sebepleri yaratan hislerimizdir. Yine duygular, olmayanı var gibi gösteriyorlar. En yüksek heyecan aklı kovuyor, aklın hakikat dediğini yerden yere vuruyor ve biz, aklın sultanı olmakla övünen insan, yalnız hislerimize kalbimizde yer veriyor ve onları kutsallaştırıyoruz.

Ellerle emeller arasındaki pek aşırı mesafe farkı elem yaratı­yor. İnsanın, çok kere ihtirasla, bazan boynu bükük gönülle iste­dikleriyle elde ettikleri ve yapabildikleri arasındaki büyük fark, elde ettiklerinin dilediklerine göre hemen hemen hiç denecek kadar azlığı, sefaletlerinin iradesinde barınan sebebidir.

Hayatın birbirini kovalayan ve hep bir evvelkini yıkan çağla­rı arasındaki çalkantılar, gençliğin çocukluktaki sâfıyete hasreti, ihtiyarlığın, erginlik yaşının kuvvetlerini kurutucu yıkılışı, hayat savaşında ve fizyolojik ihtiyaçla birbirini tamalayan iki cinsi ida­re eden ruh yapıları arasındaki uçurum, erkekle kadının, birlikte yaşamaya mahkûm olduğu kadar birbirine zıt ruh halleri yaşıyan bu iki yaratığın uçurumun iki yanında yer almış olması, hep bir­birini kovalayan ve bazan biri öbürünü aratacak kadar derinleşen ıstırapların sebebi olmaktadır.

Her tarafına haz ve saadet vasıtaları serpilen bir dünyada insan hayatında acılarla ıstırapların yarışırcasına birbirini kovalamaları, dünyamızı tahammülü güç bir aldatılma sahnesi haline koymak­tadır.

Düşünen her insanı hayrette bırakmaya yeterli olan bir nizâmı barındıran dünyamızda zâlimle mazlumun, hainle merhametlinin yanyana ve çok kere elele yaşamaya mahkûm oluşları, yaratılışın affedilmez insafsızlığını temsil eder gibi görünüyor.

İnsan kalbinin sığındığı en büyük ihtiyaç adalet olduğu halde dünyamız, birbirine zulüm yapmakla yaşayan insanların saadetiyle değerli olmaktadır.

Yaratılışıyla yalnız yaşayamayan insan yine insanlardan duy­duğu nefretlerin doğurduğu bunalımlarla çok kere insanlar arasın­da veya insanlardan kaçıp yalnız yaşayacak köşe aramaktadır.

Ebediliğe susamış gönülle yaşayan insan, hayatın güya ebe­diliğe götüren her adımında sahip oklukları varlıkları birer birer kaybetmeğe, sonunda hepsini ve herşeyi birden bırakarak ölümün kucağına atılmaya mahkûmdur. Kendinde sonsuzluk vehmini yaşatan zaman akımı, her an verdiğini yine her an elimizden alıyor. Halbuki insan, kendini çeviren kâinatın bir tutamdan fazlasına sahip olmadığı halde onun bir zerresini fedaya razı değildir, ölen insan, sâde kendi sahip olduklarını değil, dünyanın bütününü kay­bediyor demektir. Bunun için ölüm, fert olan varlığın son bulma­sından ibaret bir eriyiş, bir sönme, bir işini bitirme olayından çok fazla bir şey, ebedî bir hüsran darbesidir.

Her varlığa bağlanan ve dünyalara sığmayan her ümidin arka­sında yokluk gizlidir. Sonsuzluk isteğinin iradenin en küçük zerre­sini bile doldurduğu bu dünyada herşey fâniliğe koşmaktadır.

İyilikle fenalığı yanyana barındıran dünyamızda fenalık her zaman iyiliğe üstün gelmiş ve fenalar iyileri ezmiştir. Bedenler her zaman ruhlara düşman yaşamış, katı eller her devirde narin kalp­leri hançerlemişlerdir.

Kuvvetle aşkı da yanyana yaşatan bu âlemde kuvvetin hisse­sinde zevk ve saadetler sunulmuş, aşkın her zaman nasibi ıstırap olmuştur.

Kalp şeffaf bir ayna yapısındayken onun üstüne yüzlerce perde örtülmüş insanların çoğu bütün ömürlerince kalplerinde gizlenen samimiyete hasret yaşamışlardır. Kendi varlığını yine kendi kalbi­ne mezar yapan yaratığın bu hali, insan sefaletlerinin hem de en müthişidir. İlâhi emanetlerin hepsini kendinde barındırdığı hal­de onları kullanamayan kalbin katilleri bütün insanlardır, bütün cemiyettir, belki de bütün zekâmızdır.

Hep kuvveti alkışlamaktan usanmayan insanlık, kuvvetlinin hazzına hak adını vermiş ve onu kutsal bir örtüyle örterek kâbi haline koymuş, nesiller boyunca gelenekler onun kutsallığına bağ­lanmışlardır.

Beş duyunun bağlandığı dış dünya, aslında bizim duyuları­mızla vücut verdiğimiz bir hayâl olduğu halde, ona gerçek gözüyle bakan insanda, olanla olamayanın, hayâl ile hakikatin çatışmaları ruhları harab etmektedir.

Bunlar, insanın yeryüzündeki sefaletleriyle ıstıraplarının baş­lıca sebepleridir. Hayatı zehirleyen, dünyadan ezel! şikâyet fer­yatları çıkartan bu sebepler, giderilmesi kabil olmayan fenalıklar­dır. Çünkü hiçbir zaman bunlardan ayrılamayan dünya hayatının ağır yükünü teşkil eden elem ve acıların sebebi, arzuların giderilmeyişinden ibaret değildir. Onu iradenin yapısına bağlayanlar da yanılıyorlar. Onlarca, bir gayeye doğru giderken harcanan sürekli çabalar elem ve acılar yaratmaktadır. Gayeye ulaşınca duyulan sevinç geçici oluyor ve bir başarı, bir tatmin onu elde eden insanda daha büyük bir emel doğuruyor. Bu sonuncuya ulaşmak için harca­nan çabalar daha büyük elem ve ıstırap yaratıyorlar. Böylece hayat, başından sonuna kadar birbirine zincirlenen elemlerin toplamı olmaktadır. Bu görüş doğru değildir. Eğer hayatın sahnesi içinde çaba harcayan ferdi kuşatan şartlar onu ezecek yerde doyum verici olsaydı, çaba elemle dolmayacaktı. İnşam asıl ezen, yaşamak için yaşamanın azabıdır. Bunda hayatın kendisi zâlim olmaktadır. Bir cellâdın okşayışlarından doğacak neşenin gücü ve değeri ne olabi­lir? İstırabın sebebi, herşeyi karamsayan ruh yapısının mecalsizliği de değildir.

Asıl sebep, hayatı elemli yapan esaslı facia, insanın yapısı ile içinde yaşadığı âlemin çatışmasıdır. Yıldızlarıyla insa­nı çevreleyip kuşatan dışındaki dünyanın ve cemiyet hayatının nizâmı ile kendi iç yapısının kanunları arasındaki çatışma bunca sefaletlerin, hayatı dolduran acılarla ıstırapların sebebi olmaktadır. Zenginliğiyle gözleri kamaştıran bu kâinatta biz, bir büyük zengi­nin evine aldığı hizmetçilere benziyoruz. Sevinerek işe başlıyoruz. Orada bir Ömür boyunca kullandığımız ve el sürdüğümüz şeylerin bizim olmadığını ve nihayet onun mirasına da konma ümidimiz olmadığını görüp denedikten ve buna inandıktan sonra ıstırabımız ağır oluyor. Tahlil edilse asılsızlığı kolayca meydana çıkacak müp­hem ümitlerle bir müddet oyalanabiliyoruz. Ümitlerin söndüğü yerde doğan hiç teselli bulmaz acılar, hayranlıkla başladığımız hayat seyahatini, adeta utancından bir avuç toprağa girme isteğiy­le nihayetlendiriyor. Lâkin her varlığın koşarak hiçliğin kucağına atıldığı bu âlemde sonsuzluk inancıyla beslenen ebedî emeller var; gençlik, aşk, ruhu doyuran "faziletler ve hayatı yaşamaya değer­li yapan saadet hâzineleri var. Böyle bir dünyanın mânasızlığını iddia etmek gülünç değilse de, hem akim, hem de kalbin huzurun­da imkânsız görünüyor.

Hareket, VI/71, Kasım 1971.

Nurettin Topçu, İslam Ve İnsan
Devamını Oku »

Kalp

Bizde gizlenmiş bir Allah sesi var; ona kalp diyoruz. Onun yapısı ar­zu ve haset olan etle, zulüm ve kuvvet olan kemikden başkadır. Onla­ra büsbütün yabancı olan kalp, çok kere aşk ve hayranlıkdır. Her adımda acılara ulaştırdığı için hayata dost olur. Bunca acının da yetmediğini, elemin elem doğurmasından sarhoş olduğunu söyler. Bazan da o merhamettir. Aklın nefretle nisyana attığını, unutarak bir köşe­sinde kararttığını her yad edişte eriyen kalp değil midir? Geçmişte ya­şanan elemlerle aziz ve rahim olan da kalp değil midir? Akın dıştan tanıyanı içsel kaynaşma yaparak tanıyanla tanınanı aynı ışıkda birleş­tiren de kalpdir. Pascal'ın dediği gibi, "kalbin öyle akılları var ki akıl onlardan hiç habersizdir."

Filhakika kalp ile tanıdıklarımızdan çoğu kere aklın haberi olmuyor. Akıl daha başlanglıçta iken, kalp işini biti­riyor bile. Akıl bekliyor ki duyumlar alınsın, deliller toplansın, öncül­lerden sonuç çıkarılın. Tenkid harekete geçsin; tercihler yapılsın; gerçekle zaruretin üzerinde durulsun. Kalp ise içten bir temas ve bir işaretle çokdan bu mesafeyi aşmıştır. Kalbi anlamayan zavallıların hayrette kaldığı bu yetinin, sonsuzluğa uçuran ilham kanadı olduğunu niceleri söylememiş mi? O bizde ilahi lutf olan sezgi kuvvetidir. Kalp, dostluğun tükenmek bilmez kaynağıdır. Verdikçe verme ihtisa­sını artırır, sevdikçe sevme iştiyakını taşırır. Kalp, sonu olmayan gençliktir; korku bilmeyen ölümsüzlüktür. Korkusuz yaratıldığı için onun kini ve kıskançlığı da yoktur.

Sonsuzlukda yaşadığından fani hazları ve ezici istekleri tanımaz. Mukaddesatın kaynağı kalpdir ve ancak bir kalp huzurunda hürmet duyulur. Tövbe, aklın sapkınlıklarından kurtularak kalbe sığınmaktır. İbadet, kendi kalbine çevrilmek­tir; bedenin ve bütün isteklerin kalbe dolmasıdır. Kalp ile yapılmayan ibadet, faydasız bir yorgunluktur; belki bir alışkanlık ve kor bir itaat­tir. Allaha açılan kapı, kalbin kapısıdır. Kalpler, Allahın göründüğü yerdir. Kalp, gerçek imanın yoludur. Kalp ile günah işlenmez. Din ilmi, kalp ilmidir. Taasup, kalbe garazkarlıktır; onun başladığı yerde din biter. Kalp ile okunmayan Kur'an’dan kim ne anladı? Kur'an’da, sonsuzluğu dolduran kalbi bulmayan, büyük Kitab’ı hiç anlamamıştır. Cenneti, fani isteklerden sıyrılmış saf kalpde aramayıp da bazı beden hareketlerinin karşılığı olarak satın almaya hazırlananlar, hiylekar bezirganlara benzerler. Onlar, kalpdeki cennet neşvesini hiç bir za­man tatmayacaklardır.

Taassup sahipleri gibi, bütün ömrünü kalbin­den habersiz geçiren hüner ve zeka adamları yok mu? İşte onlar, kan­ları donmuş, kaskatı kesilmiş ölü ruhlardır. Kalbin keşifleri, aklın bu­luşları gibi dört basamaklı ve sınırlı değildir; onun namütenahi dere­celeri vardır. Her şeyden şüphe edilir, kalpden şüphe edilmez. Herşeyi kırmak caiz olur, kalbi kırmak cinayettir.

Fetihlerin en güzeli, kalple­rin fethidir. Rousseau tabiatta kendi kalbini buluyordu. Ne mutlu kal­bini bütün alem yapanlara! Son nefesine kadar kalbini aklın şerlerin­den koruyabilen insan, insanların en bahtiyarıdır. İnsanın asıl hüneri, kalbini kullanabilmektir; kalbin emirlerine uymasını bilmektir. Dün­ya, kalbin emirlerine asi şeytanlarla doludur. Bu şeytanların işareti sa­na akılsızlık gibi geliyor. Bu ise senin zaif oluşundandır. Siyaset de­nilen, dostluğa karşı kullanılan zeka, kalblerin katledilmesinden başka bir şey midir? Kurnazın  kazandığı fani bir nesne, kaybı ise kalbin ku­cakladığı bütün bir kainattır. Kalpsizlikle elde edilen kazanç, kayıpların  telafi edilmez olanıdır. Kurnaz ne bilir neyi kaybettiğini.

Kalbin, insanlardan çektiği bunca çilelere rağmen insan oğluna hiz­metten usanmayışının hikmetine şaşacaksın belki. Bu insan sürüsünün sefaleti içinde hiçe eşit değersizliğini bildiği halde onun, başı yere eğik, küçülmüş halini alçalış sanma sakın. O bilir ki hayâ hikmetle beraberdir; hizmetse kalbin en büyük emridir. Kalbin akıl almaz fedakârlığına ne isim vereceksin? Nefsine ait korkularınla başkalarına çevrilen zaafların seni şaşırtmaya yeter. Açlarla sefillerin yanında olmanın sevincini sen ne bilirsin? Kalbin dilinden anlarsan onu murada ermiş bir kalbe sor. Kalp dilinden anlamayanlarla bütün bir ömür bo­şuna konuştun. Bu insanlar arasında beni bunalmış görürsen, onda kalp sözü duymadığındandır. Bilgi kalbe diken olduktan soma, di­kenden sakınan gül olmak daha iyi idi. Vay güllerle, ağaçlarla, kurt­larla, kuşlarla konuşamayanların haline! Rüzgârların, derelerin ve dağların dilinden anlamayan, cehennemi uzak bir akıbette aramasın sakın. Kalbin emirleri bir zorbadan, bir zenginden, bir hasetten alınır mı sanırsın? Onun emirleri nazenin bir ağaçlan, hıçkıran bir kuştan, ağlayan bir dereden alınır.

Nurettin Topçu, Var Olmak
Devamını Oku »

Gözyaşları

gozyasi

Gözyaşları günahlarımızı yıkadı. Gözyaşları yedi kat gökler gibi gözlerimizin önüne gerilen vehimleri yıkayarak eritti. Hayal olan eşyanın arkasındaki hakikat gözüktü; yaşlı gözlerle Levh-i Mahfuz okundu.

Bekâya ermek için geçilen yolu iyi biliyor musun? Bedenin sırtında geçirilen bu dünya ömrü çorak, kuru, Ölü bir âlemindir. Kupkuru bir gölgeye sığınarak buradaki yaşayış, duygusuzluk devridir. Arık hem de güneşsiz çölü geçip de ötesinde gözyaş­larının tadını alacak mısın? O yeni bir hayatın müjdesidir. Bırak insanlar, içersinde esir yaşadıkları bu dar kafeste olur olmaz söy­lensinler, birbirlerine çarpsınlar, devirsinler; bırak seni de taşla­sınlar, isterlerse dâra yükseltsinler. Bunlara hayıflanma sakın! Sen gözyaşlarının muradına ermeğe bak. Varsın zâlimler, gözya­şı lezzetleriyle her an yenilenen bir hayat nasibine eremedikleri için, mazlum kanlarıyle arzı yıkamak sevdasına tutulsunlar. Sen bu akan kanlardan, yaşıyan mazlumlar için gözyaşı iksirini çıkar­maya çalış.

Gözyaşları şikâyettir; ama zayıflar için, hastalar ve korkaklar için; acıya alışmayanlar için. Olgun gönüllerin şikâyeti sabırdır, el bağlamak, duygusuz durmaktır; daha ne olsun?

Gözyaşları duadır, doğru, ancak ümitsizler için. Ümit ağacı kuruyup da köklerini sulamak isteyenler gözlerinden kanlı yaş akı­tırlar. Bütün ümitlerin kesildiği bir kapının eşiğinde ağlayabilenler ne bahtiyardır! “Gel!” diyen sesi onlar kapının arkasından almasalar bile gözyaşlarıyla çalkalanan içlerindeki deryada duyarlar ve ümitli yaşarlar. Onlar ta ölüme kadar ümitlidirler.

Gözyaşları şükrandır; var olan herşeye minnettar gönüller, varlıkları onunla selâmlarlar. Şükran, her varlığın içine dolup yine ondan taşmaktır. Herşeyde öldükten sonra yine herşeyde doğmak­tır; Rabb’i herşeyde karşılamaktır. Gözyaşı bizi herşeyle birleştiren bizdeki sonsuzluktur. Eline ve gücüne bakıp da kendini fani ve sınırlı zanneden insan, kendi gözyaşına bakmasını bilse onda ne âlemler görecek? Gözyaşında Allah görünenleri görmüyor musun?

Gözyaşları ummandır; seni fenadan kurtarır. Rahmet ummanı- na dalıp da onda ıslanmayan kuru gözler görür mü sanırsın? Göz­yaşları sonsuzluğun temas ettiği gözlerden fışkıran ummandır. Yaş­sız görülür mü o âlem? Nasıl taşmasın umman? Sonsuzluk, sonu olan varlığa sığmıyor. Bir damlada bir umman barındıran insan, taşıp taşıp kendine dolmadıkça, aklın karanlıklarında gömülmeye mahkûmdur. Gözyaşı ölümlerden koruyucu İlâhî iksirdir; onu doya doya iç ki hayat bulasın; hem de ölçüsüz iç onu, korkmadan iç!

Gözyaşları ilhamdır; gerçekten gelen işaret, hem de beşarettir; Allah’tan haberdir. Okuyamadığım onunla okursun. Ağaç mı, bül­bül mü, sevda mı nedir o gördüklerin? Hayır, Rabb’inin gözyaşlarıdır onlar. Sana öyle görünmeleri seni denemek içindir. Gözy aşlarıy­la bakan, Rabb’ini herşeyde âşikâr görüyor. Eski gördüklerin nasıl da evham ve rüya imişler!.. Kuru göz kör değil de nedir? Herşey Bir şey’den ibaretken o, Bir şey’i herşey gibi görüyor. Hepsi hepsi Bir şey var. Dünyaya gelip de O’nu görmeden gidenlere yüzbin-lerce esef! Yazık onlara, yazık ölü canlara! Onlar deryada resimler görüp deryayı anlamadılar. Gönüllere ilham sunan gerçek mürşid gözyaşlarıdır. Gözyaşları, Bir olan bütünle konuşturucu lisanı öğre­tiyor. Ağaçlarla dost olup kuşlarla konuşmayan, rüzgârla inleyip toprakla sabır ve sevgi kardeşliği yapmayan gönüller, gözyaşlarıyla sulanmayan katı gönüllerdir.

Gözyaşları Rabb in lisânıdır. Ya akıtılamayan yaşlar, onlar çile tarlasının İlâhî tohumlarıdır. Çile gözyaşlarının tükendiği bir mıntıkada başlayan Allah yolculuğudur. Çilesine sonuna kadar dayanmayan bu yolculuğa çıkmasın. Gözyaşlarının da geride bıra­kıldığı bu çile mıntıkasında geçilen yol çetindir, dikenlidir, kan­lıdır. Ancak gözyaşlarıyla sarhoş olanlar bu yolculuğa çıkarlar. Çile, kurtuluş ve zafer vehimlerinin bütün bütün kuruduğu yerde boyun bükerek ve günün birinde mutlaka isteyerek, Allah istediği için isteyerek, sevilen acıdır. Çile, Tanrı lokmasıdır; hazır değilsen hazmedemezsin.

Ona hazımsız başlayıp da çile lokmasını kader eliyle yedikten sonra alıştırılırsan, çile sende bir kılıç kesilir; sonunda hiç doyul­mayan azap olur.. Beklenen büyük günde aşkın sultanları safına geçmek isteyen, şimdiden çilenin serdarı olsun.

Nurettin Topçu,Var Olmak
Devamını Oku »

Zafer

 

Gönülleri kahredici kahkahaların göklere yükseldiği ve ümitlere perde indiren çanların çalındığı şenlikte zafer mi arıyorsu­nuz? Kalabalıktan alkış toplayarak ve kılıç şakırtılarına tempo tuta­rak birçok insanları matemlere gömen zaferlerden tarih bugünümü­ze bir neşeli sada mı bıraktı sanki? Ramses, Sardanapal ve Daryüs zafer kahramanı idiler. İskender de muzafferdi öyle mi? Sezar’la Napolyon da zaferlere kanmış serdarlardı.

Ne kaldı onların zaferlerinden? Toprak, kendisine atılan bir tohumdan bir tutam başak çıkarıyor. Bunlar insanlığın kalbine hangi tohumu attılar acaba? Gayz ve kin tohumlarını, düşmanlık ve intikam duygularını. Su fidana hayat verir. Hain bir çene onu sömürür. Hangisi muzaf­ferdir dersiniz? Kesici diş ve koparıcı pençe olmak gerçek zafere ulaştırmıyor. Toprağa süzülen, varlığın derinlerine nüfuz ederek su olmasını bilen, zafere ulaşacaktır. Sultan İkinci Mehmet ancak bu beldede gönüllerin fatihi olduktan sonra gerçek zafere kavuşmuştu.

Zaferin yolu gönüllerdir, sonsuzluğa götürücü gönüller. Bir gönül, binlerce kılıcın fethedemeyeceği bir millet kalbini fetheder. Asıl zafer onundur. Sokrat zindanda. Hallaç darağacında muzaffer oldular. Onların şehadeti, gönüllerde ebedî meyva verecek olan ağa­cı yeşertti. Mevlâna ve Âkif kıyamete kadar gönüllerde gazâ yapa­rak zaferden zafere koşacak birer kılıcı bize bıraktılar.

Ruhlarımıza varlıkta ebedî kalmak, gerçekte ölmemek sırlarını üfleyen nefesler, onların son nefesi idi.

Biz onların emaneti olan kılıçlarla çarpışarak muzaffer olacağız.

Ümidin kanatlarına sığındık.

İmanımız,kuvvetimizdir.Düşmanlarımız bizden korkmasa bile âleme güneş olan ümit ve imanımızdan korkacak, teslim olacaklar. Ümidimiz bir gibi onları da ısıtıp erittiği gün biz muzaffer olacağız. Zira hakiki zafer bir tarafın kazanması ile öbür tarafın felâkete uğratıldığı zafer değildir.Gerçek zafer içinde taraflar birlikte muzafferdir. Hüsrana uğratılan, ancak garazlar ve kinlerle intikam emelleridir.

Düşmanlarını da affedebilirsen muzaffer olursun. Ancak o zaman Rabbin rahmet kapıları sana açılacaktır. İlâhî Elçi'ye muhabbetin varsa kendine bir elçilik ara. Cemaatin gazabı önünde elleri bağlı durma, Gel, kinleri uzak bir kenara atalım. Muhabbet bağına iman tohumları ile girelim. Dikenleri budayalım ve mukaddes toprağa ümit suyunu durmadan karıştıralım. Öyle dolaşalım ki, ayağımız yerde benlik izleri bırakmasın ve hayat getirici rüzgâr dualarımızı düşündürsün, Bu havaya dal budak salmış gürbüz fidanlarını hoyratça baltalayan darbeler, seni Öldürmesin. Bu toprak ezel bezminden kalmadır. Üstünde bugüne dek nice hayatlar, nice fidanlar filizlendi. Yeni yeni fidanlar, umulmadık hayatlar da canlanacak. Sabahın solmayan ümitlerini getiren sesler, minareden şöyle serpi­liyordu: “Yerdeki ve sizdeki her varlığın, ümitsizliğiniz gibi ümit­lerinizin de sahibi ve yaratanı olduğunu ne zaman unuttunuz? Niçin benden uzaklaşıp da kendinize sığındınız?”

Biz ölmeyen, öldürmeyen, bir zerrede bile kin doğurmayan gerçek ve ebedî zaferler istiyoruz. Varsın cüceler zafer taklarından geçsin ve sağır gönülleri esir sürüleri alkış tufanına boğsun. Harp meydanlarında kılıçlar şakırdasın ve insanlar kirli derilerinin altında saklanan hastalıklı şehvetlerini bir de böyle gidersinler. Sen âşkın tahtına oturarak, daracık hücrenin içinde bile olsa, muzaffer planlara gıpta et.

Ruhların dünyası zafer neşvelerile dolarken fâni bedenlerde ne arıyorsun? Gerçek zafer eseri olan bedenler bile, bize ruh dünyasından selâm ve müjde getirenlerdir. Mesnevî ile Süleymaniye birer zafer âbidesidir. Yavuz Selim’in tabutuna örtülü, üzerinde âlimin atının ayağından sıçrayan çamur bulunan kaftanı da bir zafer bayrağı değil midir? O, gençliğimizin ziyaretgâhı olmalı.

Orada mazinin destanları okunuyor. Alemdeki binbir mânayı okuyabilen, zafere hak kazanmış gönüllerdir. Kitap karşısında duruyor, okuyamadıktan sonra. Yol önünde açılmış, sen yürüyemedikten sonra. Talihin varsa kitap da, yol da seni gayeye götürür. Ama hiç hatırdan çıkarma ki ümit ile imanın seni yalnız bıraktığı anda perişan olursun. Eğer Hirâ dağındaki büyük talihliye “Rabb’inin ismini oku!” diyenle bu çölde karşılaşmadınsa yazık sana.

Biliyorsun ki göz de gönül de birer merdiven. Tırmanacağın yer, hem senden çok uzak, hem de şendedir. Oraya gitmek için çile çekmek, yaş akıtmak da yetmiyor. Bekle ki büyük kapı kendiliğinden açılsın. Ama toprağa konan ölü gibi sabretme sakın; toprağa süzülen su gibi sabret. O su, toprak altındaki ölülerden de diri bedenler fışkırtacaktır. Hem sabrederken de hiç, ama hiç uyumamak şarttır. Sabırsız yorgunlar uyurlar, öyle sabret ki kendisine sığman ölülerden bile hayat fışkırtan toprak gibi olasın. Toprağın zaferlerini yok etmek, toprağı ölüme kalbetmek kabil mi?

O daima muzaffer olacaktır. Tane, sabırla başak verdi. Güneş, aydınlığın yoludur. Bütünüyle âlem olan bu aydınlıkta ümidin tanesini serperek bekliyelim; zafer mutlaka bizimdir.

Var Olmak, Nurettin Topçu
Devamını Oku »

Kendim Yaptım !

“Âlemin bana yaptığı ne kadar müthiş olursa olsun, benim bana yaptığım daha müthiştir!” Oscar Wilde

“Ben düştüm! Ben aldatıldım! Ben mahvoldum!..

Düşmüş ve kurtuluş ümitlerini de kaybetmiş bir nesil böyle haykırıyor.

Feryat sözlü ve şuurlu değil. Lâkin ondan daha trajik, daha çok mânalı; zira hayatın mahşeri andıran korkunç sahnesinden fış­kırıyor. Bütün değer hükümlerini, bütün hareket kaidelerini çiğne­yip hürmet ve hayâ duygularını ezerek, iman ve ümit aydınlıklarını boğarak, ruhları önüne katıp sürükleyen ve hepsinin boğulduğu bir yokluk girdabında çığlıklar çıkartan baş döndürücü bir kasırga etrafımızı sarmış; sanki devrilen varlıkların hepsinden ayni boğuk ses duyuluyor: Ben bittim! Yıkılan hayatı hangi kuvvet kurtara­cak?

Devrimiz kurtarıcılara, havarilere muhtaçtır. Düşen düştü­ğünü, devrilen devrildiğini bilmiyor. Aydınlık görmemiş gözler güneşi ne bilsinler! Hele içgüdülerinin dilenciliğine terk edilen kimsesiz, âvâre çocuklar! Onların, içerisinde boğuldukları karan­lıktan yükselen sesini duyan, asrın Mesîhi sayılacaktır.

Bizi boğan karanlığın tasvirini yapan bir büyük kurtarıcı şöyle diyordu:

Yürekler merhametsiz, duygular süflî, emeller har!

İlk mürşidimiz, ilk uyarıcımız, büyük, pek büyük bir utanç duygusu olacak. Hayâ ile hicabın getireceği, lâkin ümitler yüklü pişmanlığın kurtarıcı azabına sarılmalıyız. Pişman olamıyan bed­baht, bu karanlık dehlizden hiçbir zaman çıkmayacaktır. Nasibi kurtulmuş olanlar, hiç değilse şimdi yaşadığı hüsran hayatından pişman olabilenlerdir. Pişmanlığımız ölüm ânına kalmasın veyahut da çocuklarımız bizim şaşkınlığımıza, bizim zulmümüze, bizim içimizde yaşattığımız şu cehenneme vâris olduktan sonra bizim piş­manlığımızı yaşamasınlar. Kendimize acımasını bilmedik; onlara olsun acıyalım. Pişman olup ümitle kalkınma demek olan tövbeye sığınalım. Bilelim ki bütün yeisleri, hüsranları eriterek yok eden bir büyük kurtarıcı vardır. Ve O bizde yaşandığı zaman ümittir, iman­dır, merhamettir.

Herşeyi kaybedenin yine herşeyi elde etmesi, ümidin çocuğu, imanın meyvası, merhamet güneşinin mahsulüdür. İnsanın kendi sefaletlerinden utandığı bir büyük ân içinde kurtuluş başlıyor. Utanç halinden, kendimize çevrilen bu merhametten iman ile ümide geçebilmek için, şüphe yok ki sefaletimizi tekmeleme­yen, af ve sabr ile elimizden tutup kaldıracak olan mürşidlere, uya­rıcılara ve kurtarıcılara muhtacız. Neslimiz bir hidâyete ve binlerce hidâyet eline muhtaçtır. Kendini, sabrın verdiği vecd ile uçurumla­rından çıkaracak kurtarıcı eller bekliyor!

Nurettin Topçu, Var Olmak
Devamını Oku »

İlahi Neşve

Musluman

Filozof Leibniz hakikati söylemiş: “Kâinatın asıl yapısını teş­kil eden monadlar, daima hareket halinde bulunan ruhî varlıklardır. Hareketten kalan ölü monadlar, maddeyi meydana getiriyorlar.”

Şu halde kâinatımızın özü ruhdan ibarettir. Varlıkların temeli ruh ile harekettir. Çeşitlilik tanımayan ruhun, hareketini kaybet­mesinden ölü madde çıktı. Ruhun hareketi ise her yerde ken­dini aramaktır, kendine koşmaktır. Ancak ona yol ve basamak lâzım. Madde, hareketin sahnesi oldu; canlılar ise birer basamak. Ruhun ilk hareketi bitkilerle hayvanlarda hayat hamlesi halinde kendini gösterdi. İnsanda bu hamle kemâline erdi; ruh asıl hüviyyetiyle gözüktü. Kabuğunu kırdı ve o âna kadar içerisinde gizlendiği vücutta bu defa kendini gizleyemeyen şuur halinde göründü. Şuur şimdi aslı olan Allah’a koşuyor. Böylece aslımız gibi gayemiz ve âkıbetimiz de ruh dünyasındadır.

Dünyaların madde ve hayat cevherleriyle bezenmiş vücutlar halinde meydana çıkışı, hep İlâhî neşvenin eseri olmuştur. İlâhî neşve, kürelerle kâinâtı yarattığı gibi, her ân yeni ruhlar yaratıyor. Semâlara sevinçler ve ümitler serpiyor. Yeryüzünü hikmet fidanlariyle süslüyor. Toprakla dost olan havadan, besteler ve tablolar çıkartıyor. Bu eserlerin sahibi hakîm ve sanatkârlar olsa da, onlar sadece vasıtalardır. Yeryüzünü gece gündüz her ân dolaşan şevk, kalplerinin dışına atılmış zavallılara hiçbir zaman görünmeyen İlâ­hî neşvedir.

Dünyalar İlâhî neşveden doğdu. Varlığın aslı olan ruh, İlâhî neşve idi. Etrafımızda durmadan dalgalanan her ân doğuş cilvesi,İlâhî neşveden başka bir şey midir? İlâhî neşveye rastlamayan nasipsiz, sanır ki dünyamızda asıl var olan ölçü ile tartıdır; mad­deye bürünmüş şekiller gerçek hükümdardırlar. Vay o hükümdarın haline! Mezarcıya hazırlanan eğlencedir o. İlâhî neşvenin çağırdık­ları ise, Ölmeyen insanlardır. Onların mezarcıdan korkusu olmaz.

Kâinat, İlâhî neşvenin kaynağıdır. İnsan denen bu güzel muammâ, İlâhî neşvenin bir geçidi, bir tecellîsidir. Gören gözler, yeryüzünde İlâhî neşveden başka bir şey görmüyor. Onda ölçülen ve tartılan eşya ile bedenine lezzet arayan gâfilin, sayısız lezzetli meyvalar veren bir ağaç gövdesine yapışmış duran solucandan ne farkı var sanki? Dünyamızda milyarlarca devir yapan ve insanoğlunda hiçbiri öbürüne benzemeyen sesler, İlâhî neşvenin bizden çıkan çığlıkları değil midir? Şimdi onlarda gizlenen Rabb’in dili­ni anlamıyorsan, kabre vardığın zaman toprak yatağının üstünde dolaşanların hangi dili konuştuklarını anlasan bari! Şu bu dil, şu bu ses.. Kim demiş? Hepsi Rabb’in dili, sahibinin sesidir. O Rabb’in neşvesi yaratıklarla tükenmiyor; yaratıklardan taşıyor, onları da taşı­rıyor. Varlığa girip onu avutuyor; varlıkdan taşıp onu uyarıyor. Akıl olup bizi kendimize getiriyor; aşk olup kendimizden geçiriyor. Ben dedirtmek için bende benlik oluyor; benden geçirmek için benlikde kıyamet kopartıyor. Beni doldurup beni boşaltıyor. Hem çile hem derman; hem huzur hem tufan. Beni herşey yapıp hiçe boşaltan da o; kendinden bir damla olan cevheri bir vehme hapsedip onda bunaltan da o. Ondan kaçıp kurtulmak yok; ona varıp durulmak zor.

İnsanoğlunun yeryüzünde işi, İlâhî neşve taşıran ağaç olmak­tır. Öyle bir ağaç ki İlâhî neşveden başka olmayan kendi meyvasını kendi yiyor, yedikçe artan ve etrafa yayılan meyvayı. Harisler ve kötülerle ümitsizler, bu meyvayı veremeyen ve onu tatmayan bedbahtlardır. Onlar kısır ve ölü ruhlardır. Veremedikleri için çürütmek ve yok etmek isterler. Böyle yaptıkları için, paçavra eller tarafından alkışlanır ve ruhsuz iskeletler tarafından omuzlarda taşı­nırlar. Eğer İlâhî neşve taşıran ağaç olmasaydın, iyi bil ki bu leşler­den biri olacaktın. Kader plânı böyle çizilmiş: Ya İlâhî neşve kay­nağısın ve onun sofrasındasın, yahut da adına yine insan denen bu iskeletler arasında ömrünce bir leşi taşımakdan usanıp gideceksin.

İlâhi neşveden tatmak istersen benim senin lâfından geç. Eşyayı boşuna adlandırma; varlıklara varlık verme. Sen bir resim seyrediyorsun, kendin de o resmin içindesin. Gören gözle bir bak­ sana! Topraklardan fışkıran İlâhî neşvedir, yıldızlardan yağan da o. Geceden günü çıkartan da, Tur'da peygamberiyle yüzyüze gelen ilâhı neşve değil midir? Kokular ilâhı neşveden bize bir selâm, renklerle şekiller birer emanet, seslerse bir şehâdettir. Münbıt bir toprağa dökülmüşcesine ta rüyâlarına dolan hâtıralar ve hayâllerle bendeki cennet tatlı istekler, neden ilâhı neşvenin okşayışları olmasın? Şüphe etme ki dilinden anlayana, bir kelebek kanadının çırpınışları da, âleme güneşler bağışlayan ilâhı neşvedendir. Çocu­ğun gülüşünden ilâhı neşve fışkırdığı gibi, âşkın feryattan da İlâhi neşveyi taşırmaktadır.

Düşünüyorum, hayır ben büyük bir düşüncenin emriyle dönü­yorum; dünyalarla beraber dönüyorum. Dünyalarla beraber yeni­den doğuyorum. Neşve yine taştı benden, taştı herşeyden. Dünyalar doğuyor. Başım âleme Cennet meyvaları saçıyor. Cennet müjdeleri dağıtıyor sanki. Beni herşey bana anlatıyor; herşey beni sevinçten ağlatıyor. Ben Kelîın ile Tür'a tırmanmak veya Mirâca yükselmek istiyorum. Herşeyde İlâhî neşvenin sesi duyuluyor. Vaadiar, vaadlar yağıyor bana. Bırakın boşluktaki yollar açılsın. Yeryüzündeki- lere elveda!

İlâhî neşve Miraç vaadidir, vuslat neşvesidir. O herşey dedir ve herkestedir, yâni bendedir, bendedir.

Nurettin Topçu, Var Olmak
Devamını Oku »

Rahmet


Yollar tıkandı, ışıklar söndü, dünyalar karardı. Bana yük olan gövdemin çevrileceği mekân kalmadı artık.

Yakınlarımın, milletimin ve bütün insanların ben daraldıkça bana uzanan elleri yok oluverdi bir anda. Okuyordum, düşünüyordum ve doğru bir yolda yürüyor­dum. Şimdi ne oldu bunlar? Okumak boş bir külfet, düşünmek bir işkence, söylemek sade bir hezeyan. Yürüyüp de nereye gideceğim, madem ki, boyutsuz bir noktanın üzerinde dönüp duruyorum? Dost­lar da kimmiş? Dostluk ne kelime? İnsanların herbiri bir başka hayvan. Sansar olmayanı yılan veya çakal. Sürü riya ile donanır da yüzünü boyarsa ona toplum diyorlar. Benim kendi hayatım bile bana yabancı bir mânâsız varlık, bir kâbus, bir heyûlâ, hafızamın masallarıyla oyalanan hasta bir gölge. Ben dediğim şey, korkularının gölgesine sığınmış ve sade alışkanlıklarının esiri bir otomattan başka bir şey değil. İçinde süründüğü dünya ise ya Schopenhauer’in dediği gibi “mümkün dünyaların en fenasıdır”, ya da Berkeley’in görüşüyle “şuura var gibi görünen bir vehimdir”. Böyle bir dünyada irademden ateşten oklar halinde fışkırıp da etrafa yayılan dilekler, idealler mesa­fe ve mekân bulamıyarak tekrar bana dönüyor, benliğime saplanıyor ve onu uçurumlara yuvarlıyorlar. Bendeki bunca ümitleri boğan ümitsizliğin kucağında var olmak belâlı bir vehim, yaşamak boş şey­dir. O, en açık deyişle yorulmak için koşmak, ölmek için yaşamaktır. Yaşamak, burda ölüm nöbetini beklemektir.

İçerisine bir damla rahmetin sızmadığı bir dünyada insan ruhu­nun üstüne çöken kâbus işte budur. Bu kâbus, kiminde hikmet ve felsefe olur, kimini de kör gözleriyle güden kılavuz. Ancak dua ile göklere açılan ellerin ve Allah’a doğru yükselmek isteyen coşkun emellerin kapanmış kapıları dürtüp de gök kapılarını açtığı zaman ne görürsünüz? Karanlık yer yer yırtılır. Azab ile şüpheyi orta­dan kaldırıp varlıkların gerçeğini gösteren hakikat güneşi âlemleri aydınlatır. Ümitler kalbin can daman olur. Sevinç, sevinç, karşılığı ve sonu olmadığı için ağlatan sevinç benlikten taşar. înanmayıştaki hüsran, son bir defa çirkin yüzünü gösterip çekilir. Herşey sevilir, herşey gerçeğine kavuşur, herşey ebedileşir. İşte bu, duanın sonsuzdan getirdiği rahmettir.

Allah’ın âlemden ibaret eseri olan rahmet, ruhlara müjdesini sunduktan sonra her taraftan gelir, herşeyde görünür. O, sonsuzun sonu olan varlıklarda barınmasıdır. Bunca hatıralar, hicran, hevesler ve sevdalar... Beni benden alan bu hayat kadehine bunların hepsi nasıl sığıyor? Sonsuz olarak yaşa­sam yine de sığacaklardır. Ben dediğim şey, hayat tarlasını kazıyan, düven demiri gibi bir şey midir? Ben kendi kendime miyim? İnsan kendinindir de niye gözyaşlarını kendi dışına akıtıyor? Ümitlerle dolu gözyaşları bize dolan rahmetin yine bizden taşmasıdır; son­suzluktan gelip yine sonsuzluğu aramasıdır. Bencillik, hakikatte benliğin kendi kendini inkârıdır. Kendi dokunduğun tellere kendi gözyaşların boşanır. Bendeki amansız bencilliğin eriyip yok oldu­ğu yer, üstüne bu yaşların döküldüğü tellerdir. Beni dar kalıbımdan çıkarıp sonsuzluğa teslim eden, İlâhî rahmettir. Rahmet, gözyaşları ile kazanılır. İnsan olan varlığın tabiî hali, dua halidir. Rabbin bize sunduğu ise rahmettir.

İnsan ruhu, sürekli bekleyiş halindedir. Bilmeyerek bu bek­leyişini o, fani olan eşyaya bağlar. “Mal istedim, devlet diledim, başarılar bekledim” der. Hakikatte bütün bunlar birer gözbağıdır, aldatıcı hayallerdir; gafil insanı oyalamaktan başka şeye yaramaz­lar. Gören gözler için varlığın kendisi rahmettir. Hem o her yerden gelir. Seste duyulur, bakışta barınır, kışta ve baharda canlanır, esen yelde ve akan suda rahmet mırıldanır. Kısacık ömür içinde ufak büyük birçok şeyler beklediğimizi zannederiz. Hakikatte hepimi­zin beklediği İlâhî rahmettir; bizde dua olan ümitlere sonsuzun cevabıdır. Biz kendi gücümüzle başardığımız eseri bir yere kadar götürüp, bir kapının arkasında bırakırız. Rahmet kapısını açmak bizim işimi/ değildir. Eşyaya bağlı ümitlerle hesapların iflâs ettiği yerde, her zerresi kararmış bir dünyada bile bu kapının bir anda açılışına hiç şaşmıyalım. Onu açan bizim ellerimiz değildir. Bir insan işte ölüyor mu diyorsunuz? Belki çok uzun yaşayacaktır. Bir millet yok olmada mıdır sanıyorsunuz? Belki ebedî olmak için tek­rar canlanacaktır. Bütün insanlık kapkara bir batağa gömüldü ve işte boğuluyor mu diyorsunuz? Belki beklenmedik bir anda doğan güneşle yeniden ayaklanacaktır, ölen şeyleri dirilten bunca ışık, tekrar tekrar âleme dolup taşan bunca hayat bizi uyarmadıysa bu, rahmetten kaçtığımız içindir. Görüşümüzün rahmet, konuşmamızın rahmet, düşünmenin de rahmet olduğunu anlamak için tekrar tekrar kabirden çıkıp gelmemiz mi lâzım?

Merhametle aşkın da rahmet olduğunu, hem de Rabb’in elinden çıktığı gibi rahmet olduğunu anlamadıktan sonra kabirden dünyaya dönüp gelişler de faydasız olacaktır. Rahmet, Allah’ın bize çevrilmiş yüzüdür; biz O’nu rah­metinde görürüz. Allah’ın bir de eşya halinde bölünmemiş, bütün halindeki varlıkta görünüşü vardır. O’nun herşeye serpilen rahmet­te görünüşü bir lûtuftur, varlıkta görünüşü ise ağır bir denemedir. O herkesin kârı değildir. O’nun eşyada görülen rahmetinin tasdikidir. Dua ise, daha fazlasının ümitle yine O’ndan dilenmesidir.

Rahmet, tabiatın kanunlarını aşar, çünkü kanunu koyan da O’nun elidir. Aklın sınırlarının ötesine geçer, çünkü akıl da rahmet eseridir. Onun bizde eşyaya çevrilmiş, kibirle karışık ve bedenle kuşatılmış bir damlasının çırpınışıdır. Gören gözlere o her yerde vardır, güneşin ışığı gibi, bütün âlemi kaplamıştır. Görmeyen ve almayandan, görülmediği ve kendini gizlediği zaman her yerden çekilir. Tablosunu başta çizdiğimiz karanlık bir dünya bırakır. Onu görmek, onu almak için bedenin ve akim kanunlarını çiğneyip ötesine geçmek lâzım geliyor. Bunları bir tarafa iterek değil, tam üstünden aşarak sıçramak şarttır. Bedenin hizmetini, aklın ışığı­nı kullanmak, sonuna kadar kullanmak ve bunların götürebildiği şuurların da Öbür tarafına sıçramak icap ediyor. Bu iş dinin kılavuzluğuyla olur.

Bedenin hareketleriyle övüne övüne cennet arayan ve aklın kendi sınırlan içinde ortaya koyduğu kaidelerin çemberi içinde dolaşan dindarlık, gerçek dini yıkıyor. Ruhun Allah'a götü­ren hamlesini durdurup inşam cansızlarla birleştiriyor. Taassup dedikleri bu felâkettir. Hocanın dini budur. Mabedin imarıyla din adamının refahım hesaplayan din davası, Allah’ın dinini devirmiş­tir. İmanı daraltıcı şekiller, kalbi çepeçevre duvarla kuşatan kaide­ler, bedenin istekleri ve haz cennetleri, hesap ölçüleri, ruhumuzun dünyaya çevrik iştihaları, teşbih sayılan, güzel seslerle donatılmış merasimler, hukukun kaideleriyle korunan ve dünya siyasetine destek arayan din adamlarının sözde dindarlığı... Bunların hep­si gerçek dinin düşmanlarıdır; çünkü bunlar, Allah’ın rahmetine kapatılmış kat kat kapılardır. Herbiri bizi rahmet deryasından bir adım daha uzaklaştırır, Allah’ın elini bizden çekerler. Her tarafına Allah’ın adı yazıldığı, içerisinde türlü kıyafetlerle kuklaların Allah adını haykırdığı mabette Allah bulunmadığı gibi, hep bunlarla yaşanan bir dünyada Allah kullarını terkeder. Akif in dediği gibi:

“Nedir mânâsı mabud olmadıktan sonra, mihrabın,

Rükûun, haşyetin, vecdin, bütün bîçare esbabın?”

Rahmeti alanlara, ona hazır bulunanlara İlâhî rahmet dünya varlıklarının hepsinin eliyle gelir. Onu en güzel getiren insandır, dağdan, denizden geldiği gibi, o bir kuş kanadıyle de gelir, bir yapraktan da alınır. Ama hiçbir tabiat unsuru Şems-i Tebrizinin Mevlâna’ya getirdiği rahmeti getiremez. Mürşid, en ileri rahmet kapısıdır. Rahmeti bir avuç topraktan toplayıp ve bir damla suda seyreden insan kemâle ermiştir, İlâhî rahmetin aynası olmuştur.

Rahmet, bu kendi kendisini izah edemeyen varlığın gerçek adıdır. Başlangıçta cansız varlıkta gizlenen kuvvetin, bitkilerle hayvanları ortaya koyduktan sonra insanı, kendi mutlak hakikatinin kapısının eşiğine kadar ulaştıran eli, insanın kalp gözüne kendi var­lığını gösteren yüzüdür. Âlemdeki İlâhî temaşadır. Felsefenin O’nu tanıtmak için binlerce yıldanberi ortaya koyduğu bunca taslaklar,aklın gösterişli lâkin beyhude marangozluktan hep O’nun etrafında ve dışında dolaşmış, lâkin kendisini tanıtamamıştır. İlmin yaptı­ğı ise, O’nu görmeden ve tanımadan sadece didik didik etmektir. O’nun dünyalarında ancak aşkın kanadıyla uçulur. Âlemde rahmet­ten başka bir şey yoktur.

Nurettin Topçu, Var Olmak
Devamını Oku »

Cemiyeti Yoğuracak Ruh

Cemiyeti yoğuracak ruh, ne bir sihirbazın ruhudur; ne de Gordiyon'daki düğümün üzerine kılıcını indiren kahramanın ruhudur. O bir halaskarın zafer neşesiyle sarhoş ruhu olmadığı gibi kara kaplı, kaba cüsseli kitapların üzerine eğilen bilgiçlerin ruhu da değildir. Taklit mayası onu yuğuramayacağı gibi itham ve inkar mayası da onu yuğuramaz. O ruh bize kaybolan benliğimizi bulduracak. Bin nedametle nihayet anladık ki dünyada belki herşeyi bulmak kolay, kendini bulmak zormuş. Kendimizi nerede bulalım? Kendi dışımızda nereye koştuksa gurbette kaldık. Kendimize nasıl koşalım? Bize bir aydınlık, bir rehber lazım, diyorlar. Her tarafı, her zerresi rehber olan, her ciheti aydınlıkla dolu alemde tek aydınlık, bir rehber arıyoruz. Cemiyeti yoğuracak ruh, eski Asya'nın hikmetiyle Kur'an'daki ilhami kendinde birleştirdiği halde, Garb'ın dört asırlık ilmine zihniyetine sahip, felsefesine aşina olacak Anadolu dervişinin ruhudur…..

Cemiyeti yoğuran ruh, bizim şaşkın isteklerimizin hizmetkârı olmayacak; bize karşı koyarak bizi kurtaracak, biz düşmek istiyoruz; biz zevki takdis ediyoruz; biz kendimizden kaçıyoruz.

“Bizi kurtaracak ruh bize Hirâ dağında bırakılan mukaddes mîrasdır. O bize, bin yıllık gazâ şehitlerinden rahm-ü şefkat ninnileri ulaştırırken, bugün her biri bir türbe olan kılıçların gölgesinde ilhamlar, ümitler sunacak. Bize hayat sunacak ruh, ecdat mezarlarından yükselen ruhani korkuların, cihat meydanlarından yükselen sevdaların, arz üzerinde ilâhî gülşenler teşkil eden düşünceleri dolaştıktan sonra, kalbimize dolduracağı iksir olacak.

“Bir ümitsizlikten uyuşmuş gönülleri bin şevk ile açacak. Mantıkla ilhamı yan yana yaşatacak. Kalb ile Kur”ân-ı birleştirecek. Hayatın süreksiz ve kesiksiz bir ibâdet aşkı olduğunu, hareketlerimizin bir imân ve heyecan yarışı olduğunu, asrın soluk benizli, ümitsiz ve inanmaya takatsiz çocuğuna öğretecek. Öğretecek ki ferd olan ve her adımında yeni bir sefaletle susamış yaşayan varlığımız kâinatta bir merkez ise, cemiyet onu çeviren bir dairedir. Bu daire, sonsuzluk denen ve bizimle beraber cemiyeti çepçevre her tarafından kuşatan büyük gerçeğin içinde bulunmaktadır.

“Bizi kurtaracak olan ruh, bu sonsuzluğun sevgisine susamış olan ruhdur. O. Sonsuzluğu, sonu olan varlıklara irca eden değil, fânileri sonsuzluğa yüceltendir. İlhamdan akla geçiren, ilhamı akla irca eden değil, aklı ilhama yükseltendir, bir ilhamın huzurunda secdelere kapanarak bin ilham müjdesini elde edendir. Bizi fena içinde fânilikten kurtarıp bekaya kavuşturandır.

“Nerede bulacağız onu? Kimden bekleyeceğiz?

“Biz onu Mecnun gibi ömürlerdir aradıktan sonra, onu bulduğumuz gün, kalbimizden şu sevinç feryadı kopacak:

“BEN SENİ UZAKLARDA ARARKEN SEN KENDİ EVİMDE İDİN!”

Nurettin Topçu, Var Olmak, 68 s.
Devamını Oku »

Namus

Bu müthiş kelimeyi herkes kullanıyor; herkes onun ne olduğu­nu biliyor sanki. Fakat bilmiyorlar; onu pek çokları halkın âhengine uyarak umumi gidişi bozmayanların cemiyet karşısında yaşattık­ları miskin tevekkülde arıyorlar. Bu tevekkül ne güzel bir nizâmı yaratıyor! Şüphe yok, cemiyetin nizamı saadetlerimizin bekçisidir. Bu nizâmı bozana karşı cemiyet aksülâmel yapar onu cezalandı­rır: Hukuk nazariyecileri böyle diyorlar. Yalnız hukukun cezalandırmadığı bir zümre var ki onlar kendilerinde cemiyetin namuslu damgasını taşıyorlar; bunlar cemiyetin bağışladığı imtiyazlarla yaşayan saadet avcılarıdır. Cemiyet yalnız bunlara dokunmuyor; çünkü bu namuslular, ellerinde cemiyetin bağışladığı beratı taşıyor­lar, namuslarının hâmisi cemiyettir. Bunlar, hiçbir yabancı ele muh­taç olmadan kendi ruhlarım yoğuran ferdiyetleri çekemezler. Polisli ahlâkın hücumundan kurtulmak için gizlendiği samanlıktan Hz. İsa'yı çıkaranlar, Allah'ın Peygamberi'ne namussuz dediler. Ati­nalıların gözünde, “kanunlarınızın hakikatına inanmıyorum" dediği için Sokrat namussuzdu. Cemiyetin kalabalığı arasında ve kalaba­lığın kuvvetleriyle silahlanmış olarak mukaddes olan benliklere saldırmaktan zevk alan dostlar! Ne olur bir kere de cemiyetin kuv­vetlerinden yardım dilenmeyerek, tufeyli acizleri ardınız sıra silahlı tele getirmekten bir kere olsun iğrenerek, bir kere de içtimai mantık hükümlerine boyun eğmeyerek vicdanların ta derinliğindeki, onunla ancak ferdiyetin kahraman olduğu ruh kuvvetlerde karşılaşsak! Cemiyetin siperlen gerisinde zavallı mantıktan meydana getirdiği­niz maskeleri, zaman yüzünüzden fırlatıp atacaktır. Yeni bir maske daha yaparsınız, değil mi? Her içtimai hale uygun maske yapıcısı olan hitabet şekillerinizden iğreniyorum. Etrafımızda her muvaf­fakiyet sanatkârı hitabet kullanıyor: Müşterisini kandırmak isteyen satıcı hitabet kullanıyor, sevgilisini aldatmak isteyen aşk sanatkârı hitabet kullanıyor, kanaatleri arkasında zayıf iradeleri yürütmeye çabalayan hareket adamı kürsüde hitabet kullanıyor, zavallı mantık­la büyücülük hünerini kullanan muharrir hem de ekseriya hakikat adına hitabet kullanıyor, muazzam tunçtan âbideler, yükseklikle­rinden çok aşağıda dolaşanlara tarih namına hitabet kullanıyorlar!

Asrımızda, köhne şiirin yerini hitabet tutuyor. Cemiyetin tazyikleri altında büsbütün zayıflayan ferdî ruhların her türlü zaaflarından istifade etmesini bilen bu iğrenç belâgat karşısında tüylerinizin ürperdiği anlar olmadı mı? Ruh kuvvetlerine tapınanların gerçek namusu, hep bu belâgat usulleriyle itham ediliyor. Zâlim hâkimler tarafından itham edilerek hareketlerininin hesabını verirken “Na­mus! Hamiyyet!” diye bağıranlar, İçtimaî mantık ve belagatlara, vicdanlariyle ve ferdiyetlerinin hamlesiyle karşı gelenlerdir.

Bütün belâgatların gayesi birdir. Satıcının ve âşıkın belâgatiyle hatibin ve methiyeler yazan kafiyeci şairin belâgatı hep ayni gaye uğrunda sarfedilmiş emeklerdir. Polisli ahlâk saadetle beraber yaşa­tılıyor, hitabete dayanan fazilet saadete kavuşturuyor; öyle ise felse­fenin şu ezelî meselesi halledilmiştir: Fazilet saadetten asla ayrılmaz.

Ama ne güzel tâbiye, ama ne güzel teselli! Saadet içinde fazi­letli, en yüksek mevkilerde kahraman kesilen dostlarım! Sizdeki saadetin maddede, faziletin ise ruhta barındığını hepiniz kendinize mahsus belâgatlarla ispata çalışmayın. Muvaffakiyet, ruhun hare­ketleri karşısında her zaman gözlerin önüne perdeler germiş, köhne bir maskedir.

“Suçları affedilmiştir; çünkü o çok sevdi.’' Hz. İsâ, cemiyet içinde en büyük suçluyu affederken böyle diyordu.Çünkü kainata karşı namus borcunu ödeyen kahramanların hepsi de çok sevdi ve ıztırap çektiler. Onlar bizi muvaffakiyetlere ulaştıran zekanın zaferlerini, bizde hazlar yaşatan bedenin rahatlığıyle birlikte namus mefkuresine feda ettiler. Bu mefkûrenın hakikî mânası, ruhun ken­dine gelmesi, kendisiyle kalması ve kendine inanmasıdır. Hakikatte ruhu selâmete kavuşturmak için maddenin en ufak bir rolü yoktur.

Beden, ruhun hapsedildiği bu kalıp, onun düşmanıdır. Ruhunu kur­tarmak isteyen kahraman ona danışmaz. Zira bu iki düşman kuvveti uzlaştırmak ancak ruhun yenilmesiyle kabildir. Beden, masanın altında horlamakta iken ruh yedinci kat göklere yükseldi. Yalnız bedenin fazileti, fazilet değildir. İradesi asla bedeniyle çarpışma­mış olan adam, faziletin mümessili sayılmamalıdır. Yunan hikmeti, ruh ile bedeni birbirinden ayırıyordu. “Ruh kirlenmeksızin beden arzuları kendini bırakabilir” diyen hikmet, ruhla bedenin boğuşma­sını inkâr ediyor. Hakikatta bizdeki mahşeri andıran bu boğuşma, ferdiyetleri yaratıyor. Ruhla beden düellosuna girişmemiş saadet adamının namus ve fazilet mefkûresinden bahsedişi bir fantezi değil midir? Etlerinin feryadını susturmak için çıplak vücudunu dikenlere atan hıristiyan azizi ahlâk mefkûrecisidir. Sainte-Thé­rèse, senelerce bedenini zevke gıda yaptıktan sonra bir büyük ruh hamlesiyle Allah’a kavuştu. Güzel bedenlerin en zehirli zevkim tadan bu azize, sonunda güzel ruhların kemâline erdi. Gandi, ruhu­nu kuvvetlendirmek için açtığı cihatta vücuduna iradesiyle azaplar yapmaktan çekinmiyordu.

İtiyatların ahlâkı olamaz. Bizde büyük ıztırap yaratanlara min­nettar kalmalıyız. Çünkü onlar bizde ruhla bedenin mücadelesini yaratıyorlar. Bu iradeli çarpışma, ferdiyetimizi göklere çıkaran, ta Allah’ın yanına kadar götüren ahlâkın hareketidir. Ömürlerinde bir defa bile ruhla beden çarpışmasını yaşamayan adamlar namusdan bahsediyorlar. Doğuşlarında dünyada hazırlanmış buldukları ahlâk kaideleriyle yaşayan zavallılar ahlâkdan bahsediyorlar. Ahlâk, ruhun kuvvet kazanmasıdır ve bu kuvvet ancak bedenle çarpışarak kazanılır. Bedenin sefaletlerini, düşüşlerini kendimize itiraf etmek, onları ruhumuzun karşısına koymak, içteki mücadeleyi hazırlama­dın şartı değil midir? Oscar Wilde: “Bedenin hiçbir düşü ve yıkılışı yoktur ki nefsi ruhanîleştirmesin” diyordu. Zaaflarını bilen adam, sefaletlerini söyleyen adam, mücadele için rakibini çağıran ruhun sahibi demektir. Ruhun ilâcı olan itiraf, günahlardan nefsi temizle­diği için değil, bedenin zevkleriyle ruhu çarpıştırdığı için yükselti­cidir, ruhu kurtarıcıdır.

Korku, ahlâkın miyarı değildir. Bedenlerin idare ettiği ve ihti­yatların şuurda muhafaza ettikleri nizâm âlemini bulandırmayan korku, ahlâkî değer taşıyamaz. Madde ve uzviyetlerin yaşadığı dünyadan ahlâk dünyasına geçebilmek için bizde mutlaka bir tabiat değiştirme (conversion) lâzımdır. Doğuşlarındaki ilk tabiatla ahlâk mefkûrecisi olmak istiyen ruh dünyasının cüceleri!

Burada büyük olanlar prens iken tacını çiğneyen çobanlar, yolunu şaşırdıktan sonra Allah’a ulaşan aziz analardır. Ne arzın nimetlerini fakirlere dağıtan mağrur zenginler, ne de zafer kılıncı kullanmış asîl hükümdarlardır. Siz gidiniz, bedenlerin âhengi ara­sında en münasip bir yerde dinlenin, cemiyetin umumî âhengini bozmadan mesut hayata karışın ve biliniz ki beden ruhun düşmanı­dır, ruhun sahipleri bedenin sükûnundan asla hoşlanmazlar. Onlar her zaman sizden uzak kalacaklardır. Onlarla anlaşmaya kalkma­yın, onlara öğüt vermeyin ve biraz da namuslu olmak isterseniz onları itham etmeyin!

Ey cevf-i esâtîre düşen hâtıra: Nâmus!

Nurettin Topçu, Var Olmak
Devamını Oku »

Hakikate Giden Yol

Hakikate Giden Yol

Yollar çoğaldı ve gözler karardı. Acaba sonu gelmiyecek bir gecenin kucağına mı düştük? Hüsran perdesi sımsıkı etrafımızı sarıyor. Kuvvet şeririn, hak kavinin, hüküm gaddarın elinde. Yeni doğan çocuk bile merhametten habersiz. Sabi ecdadına bir nesil kendi kurtarıcısına saldırıyor. Kardeşlik düşmanlığa değiştirildi. Hakkın düşmanları, kurtuluş arayan kardeşlerini kahretmek isti­yorlar. Din ile kin, vecd ile zevk hiçbir zaman bu kubbenin altında böylesine boğuşmamışlardı. Hepimiz hakkın yetimi olarak yaşa­maya mahkûm gibiyiz. Güneşi arıyoruz. Bizi hakikata götürecek yol hangisidir?

Bu yol, yaşayış ufkumuzu saran pek karmaşık yollardan biri midir acaba? önümüzde hilenin, hünerin, siyasetin yollan var. İhti­rasın, servetin, şöhretin, şiddetin yollan var. Zulmün, taassubun, kahrın, fitnenin yolları var. Dünyamızı çepeçevre saran bu yolların yolcusu yüzlerce kafile etrafımızda dolaşmakta iken bize ilham verecek aydınlık kalbimizdedir. Şaşkın fanilere gıpta etmekten sakınalım. Gafil düşmanların kin ile doldurduğu bu kalbi ibadetle, aşk ile, sabr ile durmadan yıkamak zorundayız. Yoksa bir yolun ortasında mahvolacak gibiyiz. Yolumuz, zâlim kardeşlerimize merhamet yoludur. Gaflet içerisinde kendini helâk eden zalim neden insan düşmanı olsun? Ona sevmesini, onu severek öğrete­lim. Hocasına kin ile saldıran delikanlıdan daha çok merhamete muhtaç olan kimdir? Güneşi lânetleyen bir putperest duydunuz mu hiç? Varsa eğer güneşin mucizesi onu aydınlatmak olacaktır.

Şayet güneş yakarsa o cehennem ateşi olur. Ancak ısıtan, aydınla­tan güneş gerçek güneştir. Zulmün üniversitesi olur mu? Mezarcıya doktor denildiği nerede görülmüştür? Dostlarım, zalimi ve mezar­cıyı da affedemezseniz siz güneşi göremiyeceksiniz.

Hakikat güneşine götüren yol, dosdoğru, dümdüz bir yol­dur. Lâkin insanlar içinde bu yolun yolcusu azdır da karmakarışık, dolambaçlı yolların yolcusu çoktur. Ve bu yolların üstünde yüzler­ce kafile birbirleriyle yarışmaktan hiç usanmıyacaklardır. Halbuki düz yol, aydınlık yol, saadetin ve gerçek zaferin yoludur. Kalbe çevrilen gözlerin ilk bakışta buldukları yoldur. Bu yolda yürüyüş kumandası veren kalp ile yolun sonunda murada eren kalp ayni kalptir. Baştaki emirle sondaki muradı birleştiren ve ayni kalbe bağlıyan bu yol gerçek saadetin yoludur. Lezzetle devletin uzağın­dan geçen bu yol, dost ile düşmanı dostun kalbinde birleştiricidir. Zulmü zâlimin kalbinde eriticidir. Gerçek ve ebedî saadeti arayan­lar, hesabın hileleri ve zekânın tuzaklarıyla eğrilmeyen, bilakis kalbin dosdoğru uzanan aydınlığında hakikat güneşine götüren yolu tutsunlar. Kulların duasını Hakk’a ulaştırmak istersek Hakk’ın muradını kullarına tanıtalım. Hakikat güneşi karşımızda parlamak­ta iken gözlerimizi kapatmayacak kadar kuvvetli ve cesur olalım.

Nurettin Topçu, Var Olmak
Devamını Oku »

Dua

“Var olmak, istemek ve sevmektir,” denildi. İnsanı var kılan, var olmak iradesidir. Benlik, bu iradenin ifadesidir. Var olmak iste­yişten, daha fazla var olmak isteği taşıyor. İrade, dışımızda hareket olmadan Önce içimizden gelen bir itilmedir. İnsanların istekleri, âdeta yerle gök arasında kat kat yükselen birer zemin üzerinde yayılmaktadır. Bazılarının istekleri alçaklarda dolaşıyor, bazıla­rınınki çok yükseklerde uçuyor. Bilinenle istenen şey arasındaki nisbetsizlik insanı eziyor. Akılla iradenin çatışmaları ıztırap doğu­ruyor. Elimizde olanla henüz olmayan arasındaki uçurumu aşmak, yapısı bakımından akim başaramayacağı iştir. Bizde var olan istek­le var olmasını istediğimiz hareket arasında ümit köprüsü gerili­dir. Ümit ise bir vehim, bir gölge olmaktan çıkıp da irademizin hayatı ile dolduğu zaman, dua olmaya doğru adım atmıştır. Eğer iradenin hayatı, kendi kendine yeterli davranışla ileri atılırsa bun­dan ya başarısızlık, ya da hoyratlık ve kendi kendine inanmayışın iğrenç tepkisi olan zulüm doğuyor. Bu halin aşın şekilleri ise bazı akıl hastalıkların meydana çıkarmaktadır. Ancak iradenin hayatı, yolun ister açık ister engelle tıkalı olduğu zaman, kendi kendine yeterli olmadığını kabul edip de kendi dışındaki sonsuz kudrete sığındığı zaman, dua başlıyor.

Duaya hazırlanan irade önce bu sonsuz kudretin huzurundadır. Onu görür, onun yardımına muhtaç olduğunu bilir. Kendi elindeki bütün imkânları çaresizliğin sınırına kadar sürükler, götürür. Dün­yamızda bizim zayıf aklımıza sunulan bütün imkân ve çarelerin yetersizliğinin hissi, duanın ilk şartıdır. Ergin ruhlarda tam bir idrâk, tam anlayış haline yükselir. “Zayıfım, âcizim, kendi kuv­vetlerimle hiçbir şey yapamam. Sana sığınmaktan başka çarem yok.” Sonsuz kudrete çevrilen duacının kalbinden çıkan ilk söz, bu itiraftır. Bu itiraf varlığı doldurduktan ve tam inanış haline gel­dikten sonra duaya yönelen ruh, günahlarının itirafına başlıyor ve kalbinden dudaklarına yükselmek isteyen şu sözlerle teslim olu­şa hazırlanıyor: “Asiyim, günahkârım, yardımına lâyık değilim. Böylesine sefil bir yaratık senden nasıl yardım dileyebilir? Affına lâyık değilim, öyleyken senden af diliyorum. Bana mağfiret et!”

Ne olduğunu bilmediği bir büyük huzurda kendisinin yere serilmiş olduğunu gören irade, mutlak kudretten vaad almış olduğu anda, son hamle olarak o ana kadar kendisini dolduran iyi, fena, çirkin, güzel pek çok ve çeşitli dileklerini hep birlikte bir kabın, bir büyük kadehin içinde doldurmuşçasına bir arada toplar ve mutlak kudretin vaadini hissettiği anda onu bir boşluğa boşaltır, hepsinden birden boşalır. Kendi hiçliğini hissettiği o anda mutlak kudretin kendisine uzanan elini üzerinde duyar: Dua kabul olunmuştur. Bu olağanüs­tü, beklenmedik anda, o zamana kadar kendi dışında bulunduğuna inandığı sonsuz kudretin ta içinde olduğunu görerek ona tereddüt­süz teslim olur. İçindeki bu sonsuzluk, Yunus’un “Bir ben vardır bende, benden içeru” diye anlattığı önce bizi saran, sonra da içimize sinen mutlakın iradesidir. Bizim sefil insan olarak isteyen irade­miz, duanın kabul olunduğu bu anda mutlakın iradesiyle başka bir deyimle sürünen ben, kurtarıcı Ben’le, bütün noktaları tastamam üstüste gelmek suretiyle birleşir ve o anda yok olur. Kurtuluşun tam müjdesi duacıyı kendinden geçirir. Eğer sefil benlikten bir damla olsun erimese de dayansa, dua gayesine varmamış, Allah’a ulaş­mamıştır.

Gayesine ulaşan duada ruhtaki bütün dilekler, bir nehre karışan küçük ırmaklar halinde, mutlak iradede eriyip kayboldukla­rı gibi, duanın bu anında duacı vücudunun varlığım bile hissetmez olur. Artık onun için ne elem ve bunaltıcı dilek, ne de fenaya çevrili emeller kalmıştır. O ruhta fenalıklar, kendi vücudunun hissiyle birlikte, ateşe düşen kar tanesi gibi, eriyip kaybolur. İçerisinden İlâhî vecdin taşıdığı bu an, bu sonsuz sevinç anı ölümsüzdür. Onun başka beşârete ve hiçbir gayrete, hiçbir harekete ihtiyacı yoktur. Onda ses kesilir. nefes durur, vücut bütün bütün silinir. Varlık, kalpte bulunan bir noktanın kurtarıcı aydınlığına sığınmıştır.

İşte bu safhalarıyla anlattığımız dua şöyle tarif edilebilir: “Bü­tün halimiz ve bütün varlığımızla Sonsuz Kudret’e sükûn ve sürür içinde teslim olmamızdır.'' Bu yaptığımız tahlillere göre, yüksek sesle, ciğerleri yırtarcasına bangır bangır bağırarak, tumturaklı ve seci’li parlak cümleler halinde yapılan duaların, cemaatı dolandıran bir esnaf zümresinin berbat sanatı olduğunu anlamak güç olmaya­caktır. İstediği kadar saf insanların gözünden yaşlar getirsin, bu sihirbaz hüneri hem de Allah'a karşı bir terbiyesizlik, hatta haya­sızlıktır. Her hırsı, her emeli Allah'tan istemek şeklinde gösteren bu kurnazca alış veriş tarzı, iç yüzünde zenginin bütün varını kendi eline geçirmek isteyen ve bunun için dilenci kılığına bürünen sah­tekâr harisin kullandığı maharettir. Kendi bağırma ve konuşma hünerini kullanarak zengini yola getirmeye çalışan, kendisinin ses ve söz kabiliyetlerine değindirerek onlarla Allah'a çevrilip halimizi bilmeyen bir ağaya dil döker gibi kendisine acındırmaya çalışan ve zaman zaman tehdit edasını kullanarak zafere doğru gittiğini uman bu bayağı dua tekniğinin hiçbir zaman Allah'a ulaştıramıyacağını ve bu duaların asla kabul olunmayacağını bilelim.

Böylesine bağı­ranlar Allah'ın lutfuna ve hidâyetine kavuşsa, iniltiden öte sesi çıkmayan hastaların ve kendi nefesine sözü geçmeyen gariplerin ve bütün samimi ruhların Allah’tan yardım görmeyeceklerini, yalnız parlak cümleler yapmasını bilen gür sesli sahtekârların İlâhî iutfa uğrayacaklarını kabul etmek lâzım gelir ki, bunu da bir an olsun düşünmek, Allah'ı hiç tanımamakla beraberdir. Hakikatte ise hava­yı parçalamasına boşluğa haykıran kalabalıklardan uzakta, Allah yalnızlarla beraberdir. Aşkın olduğu gibi, duanın da sözü bırakıp kalbe sığınmada bulunduğunu Yahya Kemal ne güzel anlatmış: “Kalbi olanın dili yok, dili olanın kalbi yok." Samimi ve gerçek dua dudaklarda başlar, kalbe iner, orada Allah’a ulaşır. Dudaklarda başlamasının sebebi, sadece beden hareketlerinin ruh üzerine etkili bulunmasını sağlamaktır. Gerçekte hiçbir dille konuşmayan Allah'a çevrilmiş sözler gibi, göklere açılan eller de bizdeki dua halini kuvvetlendirmeğe ve bizi dua kapısından içeriye daha cesa­retle sokmaya yararlar. Duayı dua yapan, bedenin tâbi tutulduğu merasim değildir. Bize nüfuz eden İlâhî iradeden bir kıvılcımdır. Toplu yapılan duada bu kıvılcımın ateşlenmesi daha kolay olmakla beraber, bunda sonsuz kudrete değil de, birlikte dua yapan kalaba­lığa sığınmak tehlikesi vardır. Bu takdirde dua kuru bir gürültüden ibaret kalır. Yalnız yapılan duada Büyük Yalnız'a sığınma imkânı daha çok olduğundan bu dua öbürüne üstün tutulur.

Duada dilenen, İlâhî rahmet veya merhamettir. İstiyoruz ki, Sonsuz Kudret bize acısın ve üzerimize lütuflarını yağdırsın. Duacının ruhunu dolduran, İlâhî merhametin ümididir. Ancak bu ümide bizim kendimizden gelen hiçbir kurtarıcı kuvvetin ümidi karışmamalıdır. Kendi gücümüze bağlandığımız, ona inandığımız yerde dua yok oluverir. Allah’tan ümit, aşk halini alınca dua en yüksek haline ulaşmıştır.

Duanın belli bir merasim olmadığını söyledik. Tekrarlandıkça o, içsel bir davranış olarak insanın ruh yapısına girer, şahsiyetine karışır, karakterinin bir özelliği olur. Birçoklarının parlak nutuk­lar halinde yaptığı dualarda gerçek duadan eser bulunmadığı gibi, duayı ruhlarına karıştırmış olanlarda o, sürekli bir yaşayış, adeta alışkanlık halini alır. Böyleleri devamlı dua halinde bulunurlar. Onların sözleriyle hareketleri ve bakışları bile dua olur, rahmet ve ümitle dolar. Büyük ruhlar, kendilerinde devamlı dua halini yaşatanlardır. İnsanın en güzel eserleri duanın eserleridir. Kur’an, yeryüzünde duanın en büyük eseridir. Onda bizi Allah’a teslim eden füsun saklıdır. Kur’an dinleyenin samimi hali, İlâhî rahmetle kucaklanma halidir. Kur’an'ın kâidelerini her dilden öğrenebiliriz, lâkin onun ruhunu yalnız kendinden, Kur’an’ın kendi dilinden ala­biliyoruz. Bu dilin mucizesi, her halimizi dua hali yapmasındadır. Bütün varlığıyla duaya açılan adam bir dalgın, bir meczub veya be âciz değildir; belki aşkını âleme yaymaya kabiliyet kazanmış olan ve âlemin mesuliyetini kendi üzerine almaktan zevk duyan kalp adamıdır. O, bunca yükü sırtına yüklendikçe hafifler, sanki fezalarda uçar. Peygamberlerle veliler, her hali dua olan bahtiyarlardır. Onlar sürekli olarak Allah'a yalvarış halindedirler. Gerçek din terbiyesi, müminin ruhunda dua halini daima daha sürekli hale getirmektir.

Duaya açılan kalbden daha büyük kapı yoktur. Dua, Allah'la konuşmaktır. Büyük Sonsuz'dan gelecek cevabı bekleyenler, bu kapının eşiğinde bir Ömür beklemekten usanmazlar. Görmeye doyulmayan o, Sevgili'nin sesi, bazen ağaçların seher rüzgârıyla aldığı nefeslerde, bazen bir îshak kuşunun hıçkırıklarında duyulur. Bir akşam havasının sessizliğinde dinlenir. Onun sonsuz bakışını, ıssız gecelerin derinlerinde akıp giden yıldızların ibadetinde tanı­mak kabildir. Allah’a açılan eller halinde gökyüzünü arayan mina­reler, sürekli ibadet ve dua halinde bulunan yıldızlara sanki hayran­dırlar. Ağaçların bu dua kâinatına doğru atılışları da varlıklarından coşan sevdanın ifadesidir. Onlar da duaya açılacak kapı arıyorlar, onlar da Allah’a yalvarıyorlar. Hepimiz yaşamak için yalvarmaya mecburuz. Bizdeki ümitler yalvarmak istiyorlar. Musset, “Beni teselli et ki, bu akşam ümitlerden ölüyorum. Sabaha kadar yaşamak için yalvarmaya muhtacım.’’ diyordu. Yunus'un şiirleri, miracda yapılan dualardan başka bir şey olmadığı gibi,

“Çıktım semâvâta hâk berser,

İndim semâvât ile beraber.”

diye Makber’den haykıran Hâmit, dua halindeki miracını anlat­maktadır. Bütün sesi ve edâsı dua olan Fuzulî*nin “Saçma ey göz eşkden gönlümdeki odlâre sû” diye haykırışında aynı kalp kapısın­dan sonsuza seslenişler duyuyoruz.

Dua, sözlerin en güzelidir. Nûrdan, sudan ve sevdadan yapıl­mıştır. Her varlığa nüfuz eder, her ümitsiz davranışı değiştirir, her kalbi kurtarır.

Dua, hallerin en sevimlisidir. Hasetten uzaklaştıran dostluğun, çokluktan kurtaran birliğin, hasretleri kavuşturan güneşin birleşme­sinden meydana gelmiştir.

Dua, kevserlerin en tatlısıdır. Gözyaşlarından ve ilâhı rahmet­ten yapılmadır. Sevdalar onun başında söyleşir, garipler onun kena­rında dinlenir, yanmış yürekler onu içtikçe ferahlanırlar.

Dua, rüyaların en gerçeğidir. Hicranda kalanları kavuşturur, ruhları Allah’la tanıştırır, varlığı aslına yaklaştım.

Dua, bizde bizden öte bir haldir, insanda insanüstü bir dildir. O, en güzel ruhların dilidir.

Hareket, VII/79, Temmuz 1972.

Nurettin Topçu,Var Olmak
Devamını Oku »

Izdırabın Manası

İnsan hayatında en sürekli hâdise ıztıraptır. Bir mânada insa­nın bütün hareketleri, ıztıraptan korunmak için yapılan hamlelerdir. Halbuki ıztırap insanın en derinlerinden çıkıyor. O, ruh yapısının en derin tabakalarını sarsacak kadar şiddetli darbelerin eseridir, insan kendi iç yapısını tanımaktan, bizzat kendisi ile karşılaşmak­tan korkuyor; hayatının her safhasında başka bir tarzda kendinden kaçıyor. Iztırap, sadmesinin şiddeti ile, içimize kapatıp her tarafını yabancılarla sımsıkı örttüğümüz asıl varlığımızı, bizden gizlenen bizi ortaya çıkartıyor ve bizi geçici hazlar ve yabancı kuvvetlerle bilenen, haldeki irademizin karşısına koyuyor. Bu asıl bizim, bu suni bizim yüklendiği vehimler ve benliğimizi hiçbir zaman doyur­madıkları halde ona sürekli musallat olan isteklerin yıkıcı darbeleri altında ezilişini yaşatıyor. Lâkin bu eziliş, onun dirilişi, onun ayak­lanması, onun bizdeki yabancıya meydan okuması ile sonuçlanı­yor. Böylelikle dıştaki kabuk parçalanmış oluyor ve bizde gizlenen gerçek bir hayata kavuşuyor.

Iztırap, insanda kalbin varlığına ilk alâmettir ve onun dost gibi karşılanması kalbin şaheseridir. Herşeyi kaybetmede en büyük kazancı arayan kalp, böylelikle büyük muradına ermiş oluyor. Zira “sevilen kaybedildiği zaman ruh göklere yükselir." Iztırabın bizdeki bütün yabancıları fedaya kabiliyetli kudreti, insanı insan­ların üstüne yükseltiyor. Her çeşit fedakârlık onca bağışlayıcı bir gülümseyişten fazla bir şey değildir. Hem de bu en büyük cesaret­tir. Denizlerin ortasında kaldığı halde altındaki tekneyi ve kürekleri de kime olursa olsun hemen bağışlamakta tereddüt etmeyen insanın fedakârlığı gerçekte aklın kabul etmeyeceği bir cesarettir. Lâkin o, ıztırabın en ufak sadakasıdır. Iztırap kendi sahibinin sevgilisidir. Onun uğrunda sebebini bilmese bile, herşeyi feda etmemek elinde değildir. Iztırap, insanın en çok sevdiği varlıktır. İnsan ıztırapla sevdiklerinin hepsinden ziyade ıztırabı seviyor. Ondan koparak ayrıldığımız zaman varlığımızdan bir parçanın koptuğunu duyuyo­ruz. Öyle ki, onun yerini başka hiçbir şey dolduramıyor. Iztıraplann hatırası kadar canlı ve onlar kadar geçmiş hayatımıza mâna verebi­len hatıralarımız yoktur. Çünkü benliğimize en derinden bağlanan ıztırabın eserleridir. Iztırap çekmek varlığımızın çok derinlerine gömülü ince bir kılıcı ondan çekip çıkarmak gibi tahammülü zor bir hâdisedir. Lâkin onu çıkarmakla asıl benliğimizi elde ediyoruz. Onda bir kavuşma ve vuslatla beraber bir ölüm ve sayısız kayıplar bulunuyor. Suni benliğimizin isteklerini feda ederken derinlerdeki gerçek benliğimize kavuşuyoruz; onunla tanıdığımız hakikattir. Musset’nin dediği gibi “insan bir çıraktır, ıztırap onun üstadıdır ve hiç- kimse ıztırap çekmedikçe kendini tanıyamaz.” Böylece ıztırap- ta, bir ölümle bir doğum aynı anda, aynı ruhta birleşiyorlar. Kolay bir ölümle çok ağır bir doğum.

Iztırabı yaratan ulvî ve İçtimaî engelleri birer birer ortadan kaldıran insan, yok oluyor. Kolaylıkla ve bollukla elde edilen haz­lar, önce şuuru uyuşturuyor, sonra kalbi harap ediyorlar; sonunda iradenin engelleri aşan gücünü yok ediyorlar; insan diye ortada kalan varlığın, sade hazlarını devşiren otomatik bir yapıdan far­kı kalmıyor. Düşüncenin azameti ile iradenin sonsuzluğa götüren gücünü hazırlayan ıztıraptır. İnsanın verici ve yaşatıcı kuvvetinin kaynağı ondadır. Iztırabın yaratıcılığı, İsa’nın son nefesinden çıka­rak insanlığa yayılan asırların tüketemediği hayat aşkıdır. Çok kere ölümü de unutturan hayat aşkımızın hedefi bütün varlıkların ıztırabını çekmektir. Her varlığın yanında yaşayarak herşeyin ıztırabını çekmekten bir türlü doymuyoruz. Varlıkla ilk ve kendi kendimizi aldatan temas, zevk verici oluyor. Ancak irade, zevkin temas ettiği noktayı derinleştirip kazıyarak aynı yerde elem çukuru açıyor ve orada uçsuz bucaksız acılan tatmaktan doymuyor. Her zevkin sonu elem oluyor ve insan zevki sade tadıyor, lâkin acıyı sömürüyor.

İnsanlığın büyük haraketlerini yaratan ıztıraptır. Dinler ve sanatlar, tarihin kaydettiği parlak medeniyetler ıztırabın şaheser­leridir. Peygamberler ümmetlerinin ıztırabını yüklenerek kurtuluş vadini Allah’tan getiren büyük muztariplerdir. Büyük sanatkârlar da dünyamızın bahtiyarları değillerdir. Yunus’tan Akif e, Fuzu­lî’den Dostoyevski’ye kadar bu insanüstü kafilenin sahip olduğu büyük ve âdeta İlâhî imtiyaz, onların büyük ıztıraplarıdır. Iztırap, hepsinin yaratıcılıklarının dokunulmaz berâtıdır sanki.

Iztırap, hayatımızda en umumi hâdisedir. İnsan kendinde ira­denin varlığım hissettiği anda bilinmez bir varlığın ıztırabını da hissediyor gibidir. Denebilir ki, istemek ıztırap çekmektir. Kâinatta ilk olan kuvvet, insanda ıztırap halinde gözüküyor. Bizde bir ruhun varlığını tanıtan şuur, ıztırabın hâlesi ile kuşatılmış bulunuyor. Önce ıztırap çektiğimizi hissediyor, sonra düşünüyoruz ve düşün­ceye dışımızda bir konu arıyoruz, bizi oyalasın ve içteki mutlak acıyı unuttursun diye. Eşyaya bağlanınca bir an için ıztırabımızı unutuyoruz. Bu bağlılık hazlarla bezendiği nisbette acıdan uzak­laşıyoruz. Büsbütün kendi dışımıza çıktığımız zaman “mesuduz!” diyoruz. Ancak bu bir anlık kendimizden kurtuluş, gerçek kurtu­luş olmuyor. Eğer o sürekli olursa insanlığımızdan çıkıp basamak basamak, hayvanın hatta bitkinin hayatına yaklaşıyoruz. Günün birinde bu bölgede yaşanan bir başarısızlık bize derhal kendimize iade ediyor ve şifa bulmaz ıztırabın kucağına fırlatıyor.

Neticede kendimizden kaçma bizi kurtaramıyor. İcabediyor ki, kendimizden çıkıp mutlakın kucağına sığınalım. Halbuki o mutlak kendimizde, kendi içimizdedir. Kurtuluş, eşyadan gelip de bizi oyalayan bir oyuncak halinde servetten, devletten, ikbâlden, ilimden, zevkten ve bol yaşamak iradesinden doğunca gerçek ve doyurucu olmuyor. Aynı zamanda akıbetsiz olan böyle oyuncakla oyalanma hazları, duyulan bir zaman için oyalıyabiliyor. Sadece birer maskeden iba­ret olan bu doyumların arkasında hepsinin ve hayatın gayesizliği Yokluğun içimizdeki dehşetini bir türlü ortadan kaldıramayan bu doyumlar, insanı mütemadiyen bölüyor ve küçültüyorlar. Kalp daralıyor, yaratıcılığın kaynaklan kuruyor ve insan bunların en kuvvetlisini yaşadıktan sonra batan bir geminin enkazına yapışarak bir parçayı elinden kaçırınca öbürüne yapışan, deniz­lerde çırpman zavallının haline geliyor. Iztırap ruhu bu sefaletinden kurtarıcı eldir. İnsan dünyada birçok şeyleri istiyor. Lâkin bütün bu istediklerinin birleşerek gösterdikleri ortak gayeyi aradığı zaman boşlukta kalıyor. Onu gerçek gayesine götürecek dostu bulmak için mutlaka bir ıztırabı seçmesi gerekiyor.

Birçokları, kendilerine İlâhî lütuf olan ıztırabı değerlendir­meyip varlıklarından iterek kendisine el uzattıkları fâni hazlarla zehirlendiler. Geçici tatminler onları boğdu, yine de onlar kendi katillerini kendilerinde arayacak yerde dışarıda aradılar. Mutlaktan ve sonsuzluktan yüz çevirmek için cemiyetin süsleyerek insanlar arasında yaşattığı izafi ve itibarî değerlere bağlandılar. Bu yüzden hayadan içten zehirlenmeyi andıran sürekli ve içsel bir vicdan aza­bından ileri gitmedi. En sevdiği hasretine kavuşunca onunla sarılıp kucaklaşır gibi ıztıraplarına sarınarak onu kutsallaştırabilenler, ebe­dî hayatlanna dünyada iken başlamış olanlardır. Bu yolda yürüyen­lerden Yunus din velisi, Fuzulî aşkın kahramanı, Namık Kemâl ve Mehmet Âkif millet velisi oldular.

Iztıraptan kaçarak hayatının her halinde hazza koşmak isteyen halk bile onlara hayrandır. Çünkü, farkında olsun olmasın, insanın asıl mayası ıztıraptır. Iztırap, tel­kinini mutlaka damarlarımıza aktaran ahlâk hocamızdır. Gerçekte insan ruhunu en fazla katılaştıran ve zehirleyen hırslarla hasetlerin harabettiklerî kalbi, ıztıraptan başka ne tedavi edebilir? Geçirilen bir hayatın paylaşılmış acılarına dayanmayan dostluk, çürük ve temelsiz olduğu gibi, ıztırapsız yapılan dua şarlatanlıktır. Iztırap, harisiz, sözsüz, sessiz konuşabilen kalbin dilidir. Onun diliyle, canlılarla, cansız varlıklarla, mazi ve mekân ile, sonsuzlukla konu­şabilenler vardır ve onun belâgati bizim zâhir dilimizi sonsuz bir şekilde geçmektedir. Iztırap, kabul olunan içsel dualarımızın dili­dir; bütün gerçek ibadetlerin üslûbudur. İnsanı insan yapan kah­ramanca karşılanmış ızdıraplardır. Iztırap insanı, yaratıkların son halkasında ilahi varlığın eşiğine ulaştırarak belki bir gün bu kapıyı da açtırcak olan kutsal kuvvettir.

Nurettin Topçu,Var Olmak
Devamını Oku »

Dostluk

Dostluk, iki insanın sürekli tanışmasından ibaret basit bir içti­mai olay değildir. Kelimenin gerçek mânasıyla dostluk, dünyada pek az rastlanan yüksek ve müstesna bir ruh halidir. Erkekle erkek, kadınla kadın arasında yalnız ruh âleminde barınan aşkın sakin­leşmiş ve süreklilik kazanmış şeklidir. Yalnız samimî ruhlarda barınır. İnsan şahsiyetinin en yukarı basamaklarında rastlanır. Her olay karşısında iki insanın aynı duygulara sahip olmasıyla yaşa­tılır Arkadaşlık, akrabalık ve kardeşlik gibi, uzvî veya tesadüfi yakınlıkların dostlukla alâkası yoktur. Bütün bunlar, ruhları esir eden cemiyet çemberlerinin, bayağı ve hayvani menfaatler hesabı­na veya sadece bu yeryüzünde sürünmek isteyen hayatın hesabına kullandığı iğreti desteklerdir. Ruhu esir etmekten başka bir şey yapmazlar. Ruhun asıl kurtarıcısı olan dostluğun yaşla, kanla ve menfaatin ilgisi olamaz. Yaşları, ana-babaları, menfaatleri, vücut­ları ayrı olan iki varlığın dostlukta bir kalple yaşamaları nasıl izah edilir? Bunu, biyoloji ile sosyoloji ilimlerine başvurarak açıklamak imkansızdır. Ruh dünyasının sonsuz sırlan var. Bunlar bedenin ve cemiyetin kalıplarına girmiyorlar. Dostluk, şuurdışı denen ve ruhun derinliklerinden gelen bir müjde veya ilham gibidir. Neyi aradığı­nı bilmediği halde “aradığımı buldum” diyen, karşısındaki insan ruhu üzerinde hiçbir tahlil, bir akıl yürütme yapmadan muradına ermişlik sevinci ile sarsılan ruhun zaferi dostluğa kavuşmaktır. Bu yeryüzünde yalnız yaşayamayan insanoğlunu yalnızlıktan kurtaran dosttuk, dıştan sebeplerle açıklanmayan ruhî ve ilâhi bir ilhamı andırmaktadır Dostlukta sanki bir ruh ikiye bölünüp kendi yarımının karşısına geçiyor.

Büyük insan ruhu dostlukta bulunan ve dost arayan ruhtur. Hiç- kimseyi sevmeyenlerin ruhunun varlığından şüphe edildiği gibi, herkesi aynı halde sevenlerin samimiyetin­den şüphe edilir. Yalnız sevdiği varlıkta kendi yarımını arayanlar samimi ve büyük ruhlardır. Mikelanj bütün ömrünce sanki çilesi­ni doldurur gibi, varlığını tüketircesine çalışıp meydana getirdiği eserle aradığı dosta varlık vermek istiyordu; kendi varlığını dost varlığa aktarmak istiyordu. Russo, hep sefaletlerle dolu hayatının bütün buhranları ile isyanları arasında bir dost aradı. Bethoven’in senfonileri, mutlaka açılması için sonsuzdaki dost kapışım sarsan feryatlardır.

Dost sade bir insanda mı aranır? İnsanda rastlanmasa da o, bütün dünyaya hayat halinde serpilmiş bir yüzde görülür. Bu yüz, bu güzel dost yüzü tabiatın yüzüdür. Tabiatta gizlenen insan yüzü­nü görmeyen gözler kördür. Tabiatla konuşmasını bilmeyen insan ruhu dilsizdir. Gözü ve gönlü olanlar ne halde olsalar tabiat onlarla sözleşir; her nerede olsalar onlar tabiatla konuşurlar ve onunla hal­leşirler. Dost arayan gönüller, onu bir insan varlığında bulmasalar bile tabiatta bulurlar. Hicrandaki ruhun bir ağacın altına sığınması ve karşı yamaçta bulunan bir ağaçla sözleşmesi hicranım vuslat yapıyor. Dağların ardındaki dost sanki karşısındadır. Bir dere kena­rındaki su sohbeti yüzlerce insana çevrilen hasbıhalden çok zengin ve çok daha değerlidir; çünkü onda bir kalple konuşulur ve o kal­be derinlerdeki bütün sırlar açılır, acılar anlatılır. Hem de ondan şifa umulur; onunla yaralar tedavi edilir. Suyun çiçeklerde koku, gökyüzünde renk, tende hayat olmadan önce varlığının en büyük hikmeti yaraları tedavi etmesidir. Ruhtaki derin yaralar Kur’an’da sesle tedavi edildiği gibi, tabiatta su ile tedavi edilirler.

Güneşe gelince her bakışı yeni bir aşka başlangıç olan bu dost yüzü, tabiattaki bütün dostlukların ezelden beri soğumayan kayna­ğıdır. Akar sular ve ağaçlar, denizler ve dağlar hayran hayran onu seyrederler. Çağlayanlar o nurdan sevgiliye hıçkırırlar. Rüzgârlar onun için inlerler. Yatağında için  için ağlayan derelerin kalbinde onun aşkı parlamaktadır. Başakları çiğlerle yüklü bir bahar tarlasında güneşin hülyası dalgalanır. Güneşsiz bir dünyada acaba aşk olur muydu? Tabiattan Tanrı’ya tırmanmak, hakikat yolculuğunun son çabasıdır. Çünkü tabiat, dostların dostu olan Büyük Dost’a, Allah’a ulaşmak için hilkate dayalı bir merdivendir; her tarafına insan denen leşlerden pis kokular ve zehirleyici buğular saçılan cemiyet hayatından kurtulup da tek kurtarıcı Dost’a kavuşmak için geçilmesi zorunlu olan geçittir. Bu geçit aşıldıktan sonra ruh Allah sohbetine kavuşur; o artık her yerde Allah’la beraberdir. Bu geçi­di geçmedikten sonra, dünya denen viranede kalbine dost arayan biçareler boşuna yoruluyor. Ömür boyunca dost peşinden koşan zavallılar dost bulmasalar da onu arama zevkini tattılar. Her sabah doğan güneş onları, “Kalk, dostunu ara!” diye selâmlarken gönül­lere bol ümitlerden bahşiş dağıtıyor.

Hayatın mânasını hakkıyla bilenler, onu bol kazanma ve hoş vakit geçirme vehimlerinde telef etmezler; belki dost arama yolunda bir cihad devri sayarlar. Aranan dost ya bir insan yüzünde gülümser, ya da insanı tabiatın cezbelisi yapar. Miracda açılan kapı belki sonunda ona da açılacak. Ümidi­miz, miracın dâvetcisi olan o Büyük Dost’un sohbetine kavuşmak olunca dünyamız da değerli olacak, bu sefil âlemde dost arama çabalarımız boşa gitmeyecektir. îşte o zaman “dünya güzelmiş, çünkü o Büyük Dost güzel!” diyebileceğiz.

Nurettin Topçu,Var Olmak
Devamını Oku »

Yalan

Söz, hayat ve hâdiselerin ifade vasıtasıdır. Öyleyken insan niçin yalan söyler? Niçin hayat ve hâdiselere uygun olmıyanı uygunmuş gibi ileri sürer? Bunun cevabı “aldatmak için’’den ibaret basit bir ifadedir. Ama niçin aldatıyorlar? Neden birçok insanlar, olmayanı olmuş gibi göstererek başkalarına hakikat diye sunuyor­lar?

Yalanın sebepleri çoktur. Hepsi de zaaflarımızdan doğmadır. Kuvvetli adam, sağlam ruh sahibi insan yalan söylemez. Yalan söyleyen adam hastadır; sebepsiz yalan söyleyenler psikopatlardır. Onlar yalanı yalan olduğu için severler, kullanırlar ve hazırladıkları yalanın yalan olmadığına kendilerini de inandırmak isterler. Başka­larını ve kendilerini yine kendi uydurdukları yalanın doğruluğuna inandırdıkları nisbette ruhları tatmin bulur, ancak böylelikle yaşayabilirler.

Bundan başka yalan kin ile hasedin kullandığı silâhtır. Çocuk, korkusundan yalan söyler. Yaptığı yaramazlığı başka çocukların üstüne atar. Hırsız da korkusundan yalan söylemeye mecburdur. Kadın, bazan hayatta yalnız ve sahipsiz kalmaktan korktuğu için yalan söyler. Garaz ve gayzla yalan söylendiği zaman da yine kor­ku hâkim demektir. Gayz ve garaz, muvaffakiyetin meşru ve dürüst vasıtalarla elde edilmediği yerde başvurulan çaredir. İlimce ve ser­vetçe ulaşılmaz olana, ona ulaşamayanlar ve ulaşmak imkânından mahrum olanlar kin ve garaz duyarlar. Aşkta ulaşılmaz olana bütün sefil ruhlar garazkâr olurlar. Fazilette ulaşılamayanın bütün perişan vicdanlar garazkârıdır. Duygusuz, âşıkın garazkârı; dinsiz, dindarın garazcısıdır. Aşıka ve dindara bunun İçin iftira eder, yalan söyler­ler. Bir toplulukta kendisine iftira olunan, vicdansızlardan ziyade vicdan sahipleridir ve cemiyetin yalanı ferdî yalandan daha müessir silâhtır; baraj ateşi halinde helâk edici bir kuvvettir. Yalanı kendine silâh yapan zümre iyi bilir ki bir defa, yüz defa, bin defa yalan söy­lendi mi halk ona mutlak inanacaktır, inanmadığını zannetse bile her gün şuurların kabuğundan hissedilmeyecek kadar ince bir taba­ka sıyırmak suretiyle şuurların içine nüfuz edecektir.

Azar azar, sabırla ve sistemle varlığımıza sindirilen yalan zehri bir gün bizi farkında olmadan zehirleyecek ve önceden iste­mediğimiz, belki tasavvur bile etmediğimiz hareketlere sürükleye­cekti! Bir çocuğa “baban sana düşman” de. İsterse o babasını çok sevsin ve bunu her gün bir defa tekrarla. Yemin et ve her defasında yeminine bir uydurma delil ekle. Bir gün o çocuğa babasını öldürtebilirsin.

Düşünen adam, 1/21, 24 Mayıs 1961; Yeni istiklâl, 23 Eylül 1964;

Nurettin Topçu, Var Olmak
Devamını Oku »

Hürriyet

Gerçek hürriyete sahip insanoğlunun yanına gidiyorsunuz ve ona bir başka insanı gösteriyorsunuz. Bu ikincinin elleri, kolları bağlanmıştır. Hür insana diyorsunuz ki: “Bu kolları bağlı hemcinsine vur, onu döv, onu ez, ona karşı istediğin gibi davran!” Hür insan geriliyor; “Ben bunu yapamam, hürriyetim manidir” diyor, insanlığının cevherinde bir şeyler var ki dediklerinizi yapmak isterken bana karşı geliyor, “ben zalim olamıyorum.” Yine hür insana bir başkasının mülkü olan toprağı gösteriyorsunuz ve “Bu toprağın sahibi kuvvetsizdir diyorsunuz, burasını sen kullan, bu mülk senin olsun.” Hür insan bu teklifi şiddetle reddediyor: “Ben bunu yapamam diyor, zira bu mülk benim değil, hürriyetim onu işgal etmeme müsaade etmiyor.” Aynı hür insana: “Sen hür değil misin? şu fikre hakaret et. Bu mazlumu tehdit et” diyorsunuz. Onun cevabı şöyle oluyor: “İçimde bir ilahi güç, bir ilahi kuvvet var ki yine ilahi cevher olan ruh meyvesine hakaretime izin vermiyor; mazlumu tehdit etmek isterken ağzımı kapatıyor. “Hür insanın şaşırtıcı hali karşısında son bir ümide bağlanan gerçek esir ona şu dilekle yaklaşıyor: “Yalan söyle bari, aldat, iftira et, izzetinefisler çiğne, namussuzu olsun teşhir et, nasıl olsa namuslu da ona karıştırılacaktır. Şu bedbaht ömrün intikamını insanlardan böyle al!” Hür insan, bu yeryüzünde kendisini inim inim inleten esir ve zalim fitnenin mutlaka kahretmek isteyen, insanlığı mutlaka çökertmek isteyen sesi karşısında: “Sefil diyor, hür olmasaydım belki sana uyardım. Tavsiye ettiğin zilletler ne seni, ne de insanlığı kurtaracak. Sen kendinle beraber her şeyi batırmak istiyorsun. Ben kendimle beraber herkesi kurtarmak istiyorum. Zira hürüm. Hürriyetim bana bunu emrediyor. Her türlü hesaplar, kurnazlıklar bu emrin karşısında aciz kalıyor. Senin yıkmak, devirmek istediğini ben kurtarmak isterken bu halime sen aciz diyeceksin. Evet hür olduğum için senin istediklerini yapmaktan acizim, yıkamam, iftira edemem, yalan söyleyemem, zulmedemem. İşte bende ki bu muhteşem aczin ilâhi adı hürriyettir.”Gerçek hürriyete sahip İnsan, görülüyor ki, birçok hareketleri yapma iktidarından sıyrılmış, kendini kurtarabilmiş insandır. Her şeyi yapabilen bir şaki, her türlü suçu işlemeye kabiliyetli bir psikopat hür değildir. Bilakis pek çok hareketleri yapmak kudretsizliğine irade ile sahip olan kimse hür olabilir. Zira hür olan irade, yalnız harekete sürükleyici kuvvetin harekete geçmesinden ibaret değildir. Onda iki kuvvet hakimdir: Biri harekete geçme kuvveti, yani itici kuvvet, öbürü yasak edici kuvvet, yani frenleme kuvveti. Bu iki kuvvetin tam ve mükemmel bir ahenk halinde işleyişi ancak insanı hür yapabiliyor. Harekete geçirici kuvvet her sahadan gelebilir.

Hayati hazlardan, iştahalardan, menfaat endişesinden, sempatiden ve alışkanlıktan, aşktan ve şöhretten, ilim ve sanat ideallerinden, hasta bir şuurun iptilalarından, cemiyetten, tahrikten, zafer sevgisinden, nihayet hayati otomatizmin ne şekilde olursa olsun hareket etme ihtiyacından. İnsan bu itici kuvvetlerden herhangi birisiyle harekete sürüklenebilir. Eğer itici kuvvet ulvi bir ideal, bir insani dava ise, hareket iyi meyve verebilir. Kötü ise ondan bir felâket veya sefâlet doğacaktır. Lâkin her iki halde de insan hür sayılmaz. Zira yalnız itici kuvvet, insanın iradesini temsil edemez. Onun karşısında bir de yasak edici kuvvet vardır ki, itici kuvvet harekete geçer geçmez, onu her adımda kontrol eder, yanılma anında frenler, doğru yolda freni gevşetir. Bir engel atlanacağı yerde durur, hesaplarını yapar, sonra kararını verir ve her adımda kararlarına kendi şahsiyetinin markasını vurur. İtici kuvvetin hareketi gibi mukavelesiz, kontrolsüz, yani şuursuz, kör bir yürüyüş değildir. Kalabalığı bağırtırken veya bir masum linç ettirirken, hayatın kör ve şuursuz akışından istifade edenler, hürriyetin asıl düşmanlarıdır. Onlar insanın kendi kendisiyle baş başa kalmasından korkarlar. İnsanın kendi ruhuna sığınmasına fırsat vermeden şaşırttıkları ruhun derinlerinde gözleri kör edici bir dumanlı yangın çıkartırlar. Kendi evimizi bize yaktırırlar. Hürriyetimizi gafletimize kurban ettirirler.

İktisadi, ahlâki, ilmi ve siyasi, çeşitli olaylar arasında yaşayan fert, bütün bunlardan kendi hissine ve menfaatlerine uygun olanları benimsiyor. Telkinlerle menfaatlerin, içtimai şartların kendi his aleminde bir örgüsünü yapıyor. Hükümlerini önce bir hisle veriyor. Hüküm verdikten sonra hükmüne deliller araştırıyor. Sebepler, bahaneler mahşeri olan dünyamızda kendi hükmüne uygun gelen destekler buluyor. Şu veya bu kanaatin mensubu oluyor, şu veya bu zümreye bağlanıyor, şu veya bu hareketlerin güya hür tercihçisi kesiliyor. Hakikatte o, telkinlerle menfaatlerin, içtimai şartların ve bütün bunların bir örgüsünden başka bir şey olmayan hislerinin esiridir. Onun hür sandığı kendi hareketlerinin hepsi de esaret eseridir. Nefsinin arzın, cemiyetin, herkesin ve her şeyin esiri olan insan, bütün bu şeylerin üstünde duran esaretinin esiridir. Zira üstelik onu takdis eder: Gururu ile nefsine itimadı bunun delilidir. Şu halde insan daima esir olabiliyor ve her şeyin esiri oluyor. Bu esaretlerden onu nasıl kurtarmalı?

İyi veya kötü, itici, harekete sürükleyici kuvvetlerin ferdi harekete geçirmesi anından başlayarak yasak edici frenleyici kuvveti de harekete geçirmesini bilen insan, hürriyetin sırrını yakalamış demektir. Şu halde hürriyet, ferdi harekete geçirici çok ve çeşitli kuvvetlerin karşısına frenleyici kuvveti çıkarmak demektir. Bu ikinci kuvvet, hareketi durdurmuyor, düzenliyor, kontrol ediyor; harekete kâfi şiddet, kâh hafiflik kazandırıyor; kendi kendisini tenkit ettiriyor; kendi hükümlerini kendine verdiriyor. Böylelikle hür hareketimiz, harekete sürükleyici kuvvetlerle frenleyici kuvvetlerin tam bir ahenginden ibaret oluyor.

Harekete geçirici kuvvetler çok ve çeşitlidir, dedik, frenleyici kuvvet de acaba öyle midir? Hayır. Zira o, insanın şahsiyetinden ibaret tek bir kuvvettir. Bu şahsiyetin örgüsünde ise merhamet ve adalet duyguları, şeref ve haysiyet hissi, hakikat aşkı ve insan sevgisi gibi yüksek ruhi unsurların hissesi vardır ve o, hepsinin birleşmesinden meydana gelen bir bütün kudrettir. Vicdan adını alır. İnsan olan ferdi başka fertlerden ayırt eder; insanları sürü olmaktan çıkarır. Sürü ile bağırmaktan, sürü halinde saldırmaktan kurtarır.

Hür vatandaş yetiştirmek isteyen, nesilleri sürü haline getirmekten korksun. Her sürü esir sürüsüdür. Ancak fert halinde hür olabiliyoruz. Kültür ve tecrübe ile, duygu ve bilgi ile yüklü olan vicdan, filozof Kant’ın pek iyi anlattığı gibi, bir Mutlak’tan emir aldığı, Mutlak Varlık tarafından hareket ettirildiği zaman ancak hür olabiliyor.

Hürriyetimizi yok edici düşmanlar, kinlerimiz, korkularımız, fani hesaplarımız ve etrafımızdan gelen sinsi tesirlerdir. Hürriyetini arayan fert, önce bütün bunlardan sıyrılabilmelidir. Her zaman kin ile korku, hakikatten uzaklaştırır. Sefaletimizin idraki nispetinde hür olabiliyoruz. Nelerin esiri olduğunu bilen fert, hangi kuvvetlerin esiri olduğunu idrak eden cemiyet, hürriyetinin eşiğinde demektir, ona pek yaklaşmıştır.

Nurettin Topçu, Var Olmak
Devamını Oku »

Müslümanlık

Her dinin esasında İlâhî iradeye iştirak ve ona teslim oluş var­dır. Bu halin gerçek gayesi, ruhun yükseltilmesidir. Buna ahlâklılık denir. Bütün dinler, insanların ahlâkını yükseltmeye çalışmışlardır. Ahlâkta ise pekçok dereceler ve sonsuz basamaklar vardır. Hayır­ların sayısı sayılmıyacak kadar çok ve üst basamakları alçaklardan bakanlara görülemiyecek kadar yüseklerdedir. En alt basamaklar, başkalarına zarar vermemekten, karıncayı bile incitmemekten başlar; en yukarılarda onun Allah iradesiyle kucaklaştığı görülür. Yine her dinin kendine özel ayrı bir ahlâkı vardır. Ancak bir ahlâk sisteminin dine bağlanabilmesi için zorunlu olan esaslar bulun­maktadır. Yani her din ahlâkında bulunması şart olan esaslar vardır ki onlarsız her hangi bir ahlâk sistemi dinî sayılamaz. Bu esaslar, ilâhîlik temeline dayanan menfaatsizlik, sonsuzluğa uzanma, aşk ve samimiliktir.

Menfenfaatlar, hırslarımızın zehirli yemişleridir. Herbiri ayakları­mıza vurulan birer zincirdir. Onlarla Allah'a gidilemez. İnsan için gerçek esirlik her taraftan gelen, her çeşit menfaatlara bağlanmak­tır. Hangi endişe ile ve hangi yüksek gayenin hayaliyle bezenmiş olursa olsun, menfaatla dostluk kuran, gece gündüz ibadet de yap­sa, Allah a dost olamaz. Bunda dini yükseltme veya cemaatı kur­tarma gayesini kalkan olarak kullananlar en büyük riyakârlardır; onlar en büyük günahkârlardır.

Sonsuzluğa uzanmıyan hareket de Allah'a götüremez. Sonu  olan hareketler ve tatminlerle tükenen istekler dünya hayatımı zın düzenini sağlayıcı olurlar; lâkin onlar mukadderatımızı gerçek gayesine ulaştırıcı değildirler. İstek bir tatminle giderilir. Sonsuz servet, sonsuz devlet, sonsuz şöhret Allah’a yolculukta bir karınca adımı kadar bile ilerletmiyor. Hattâ sonsuz ilim, sonsuz sanat bile, İlâhî eşikten atlamasını bilmiyenlerin sırtında kâbus gibi bir ağır­lıktır. Gerçek sonsuza varmak için, servetsiz, devletsiz, şöhretsiz, teknik hırsından kurtulamıyan ilimsiz, sanatsız sonsuzu istemek lâzım geliyor. Ancak bu mutlak sonsuzun isteğinde ilâhı iradeyle kucaklaşmak kabildir.

Sonu olan varlıklara ve tatmin ile nihayetlenen hareketlere bağlanırken Allah'tan ayrılıyor ve din dünyasının dışına çıkmış oluyoruz. Dünyadaki münasebetlerimizi düzenlerken varlıkların ve olayların gözüne bakıp onlardan işaret beklemek bizi Allah'tan ayırır. Dindar gibi davranmak, bu esnada ayağı toprağın üstünde iken gözlerini Allah’a kaldırıp Ondan ilham ve işaret istemek­tir. Eşyanın en hesaplı işaretini alan kurnaz hayat diplomadan, mahir muvaffakiyet simsarları, din adamı ve din büyüğü kisvesi altında da olsalar, Allahsız hareket adamlarıdır. Halk çoğunlu­ğunun kendine örnek edinmeye çalıştığı hayat müsabakasının bu mahir yarışçıları, ruhlarımıza musallat olarak onu kemiren kurtlardır.

Hıristiyanlıkla ruh dünyasının güneşi gibi parlayan ve Islâm’­da kemâline ulaşan aşk ise bize Allah’ı tanıtan yetidir. Allah’ı, peygamberliği onsuz anlamak, dinin hakikatlarına onsuz varmak kabil olmadığı gibi, aşk olmadan insan gibi yaşamak da boş bir iddiadır. Dinde kaideler ve ahkâm, aşkın kaynağından fışkırmış olduğu halde, aşkı anlamadan doğrudan doğruya kaidelere bağ­lanmak taassup denilen körlüğe götürür, Allah’la dostluk bırak- maz. Bu tarzda kaideciiik ilerledikçe gaflet sebebiyle Allahsız daha berbat bir hoyratlığa ulaşılır. Mevlâ-na ‘’Aklı sat da aşkı satın al' diye Allah a götüren kılavuzu tavsiye etti. Kendi halini anlatırken o, “Aşk sözünü duyar duymaz canımı üa, gönlümü de, gözümü de onun yoluna koydum demiyor muy­du? Çıplak akılla ve bütün ömürleri boyunca kafalarına yerleştiri­len kalıplarla düşünenler, ilâhi denemeden hiçbir şey anlıyamazlar, ve ruhlarında Allah tecrübesini bir an bile yapamazlar. Sadece kafalarındaki klişe plâkları çalar dururlar ve gölgelere kumanda ederler.

Samimilik, dindarlıktan hiçbir zaman ayrılmaz. İnsan, sami­miliği kaybettiği anda Allah’tan uzaktadır. Samimilik, kendi ruhu­nun derindeki yaşayışını hareketleriyle ve bütün iradesiyle takip etmek, başka deyimle kalbinin yolunda yürümek demektir. Kalbin emirlerine uymasını bilmektir. Sahtekâr aklın ve menfaatların galebesi onu ortadan kaldırır.

Hayat hazlarına ve muvaffakiyet cilvelerine haris olanlar, sami­milikten, kendi kendilerine oldukları gibi görünmekten ve kendi içsel iradeleriyle dostluktan korkarlar. Onlar, kendi vicdanlarından kaçıp uzaklaşmak isterken dönüp dönüp; ona kurşun atmaktan hoşlanan, kendi samimiyetlerinin katili zayıf ruhlardır. Samimi­yetsizlik kalbe karşı gelmektir. Kendi kalplerine karşı koyarken ya hırslarıyle zaaflarından, veya başkalarının telkininden veyahut da ilimleriyle otoritelerinden ferman alan gafiller, dinin ülkesine ayak bile basamayan bedbahtlardır. Blondel diyor ki: “Her günah affedi­lir, yalnız nefsine karşı samimiyetsizlik günahı affolunmaz"

Bu esaslar, aslını kaybetmemiş olan her dinde bulunuyor, özellikle Islâm ve Hıristiyanlık gibi büyük dinlerde müminin ruh yaşayışı bu dört esasın üstünde yükselmektedir. Dinin dairesi bunların içerisinde bulunuyor. Nefsinden sıyrılmak ve sonsuzluğa yönelmek, kendi kendisinin ıstırabından ayrılmıyan aşk ve hakikatların yanıltmaz kılavuzu olan samimilik, dindarlığımızın şartla­rıdır. İslâm dini, bu temellerin üstünde kurulan İlâhî âbide olduğu adını alanların ve özellikle kendilerine din adamı denilenlerin bu esaslardan uzaklaştıklarını görüyoruz.

Bunlar, hep dünya tarlasına gömülü emellerle hırsların yüzünü boyayarak İslâm'ın ruhuna yerleştirmeye çalışırlarken farkında olmadan büyük teknik yarışında koşan asrımızın canavar hırsla­rının müdafaasını yapmaktadırlar. Hem böylelikle yabancılar ve inanmayanlar tarafından beğenildiklerini düşünerek bu aşağılık duygusundan kuvvet alıyorlar. Asrımızda İslâm idealizminin yeni­den hayat kazanması bunlardan beklenemez. İslâm! diye ellerine geçen unsurları övmekten başka sermayeleri olmayan bu nesil, kendinden evvelkilerin medhiyyesini yapmaktan fazla bir ruhî güce sahip değildir. İslâm dünyasının acıklı halini neşterliyen Ludwig V. Mises’in şu satırları ibretle okunmaya değer:

"Müslümanlık bugün müminlerine, namaz kılmak, oruç tutmak, gibi bir takım hareket kaideleri veren ölü dinlerdendir. Bundan daha öteye gitmiyor, ruhlara hiçbir gıda vermiyor, sanki ruhunu kaybetmiş gibidir. Yalnız bir takım hukuk ve hareket kaideleri sunmaktadır. Müminleri, içerisinde pek zor teneffüs edilen geleneksel bir hayatın örfleriyle kaidelerinden örülmüş bir ağın içerisine hapsetmiştir. Onların içsel dileklerine hiçbir doyum getirmiyor.

Ruhu eziyor;onu ne yükseltiyor,ne de kurtarıyor.Yüzyıllardan beri İslam dünyasında dini hareket görülmüyor.İslam hala Arap istilaları devrinde olduğu gibidir. Neşriyat ve tedrisatları hep aynı şeyledir; bunlar, din adamlarının ,daireninin dışını aydınlatmamaktadır. "Büyük ruhlar yetişmiyor, Müslümanları birbirlerine bağlayan yegâne bağ, başka dinden olanlara karşı düşmanlıklarıdır. Gelenekleri ile muhafazakârlıklarıdır, Onlar, yabancılar hakkında taşıdıkları kinle yaşamaktadırlar. İslâm dünyasında meydana çıkan mezhepler ve günışığına çıkarılan bütün hareketler, hep yabancılar hakkında yaşattıkları kinin eseridir,"

Bu sözleri hepimizin şahit olduğu bir gerçek olarak kabul ettikten sonra, bu cemaatı sürükleyen zümrede aşka yer ayırmak kabil olur mu? Sakın onlar yanılıp da dâvalarının muvaffakiyeti diye benliklerine bağlı taassuplarının zaferinden doğan sevinci aşk ile karıştırmasınlar. Onları zıplatan, Sezar’ın kılıcı ile Enver Paşa'nın kadehini şakırdatan kaba bir şahlanmadır.

Aşk hiçbir zaman büyük kalabalığın hayranlığı ile kuşatılma­mıştır. O bilakis ıztırabın dostudur.

Hareket, III/34, Ekim 1968;  1,2.
Devamını Oku »

İnsanın Sefaleti

Yaratıkların en şereflisi sayılan insan, hem de onların en sefilidir. Dışardan kendi varlığına musallat olan sefaletlerden başka onun bizzat kendi varlığında barınan sefaletler, hayatını isteyerek tahammül edilmez hale koymuştur. Onun, yaratılışındaki sefalet­leri yenmeye mecbur olurken kullandığı kuvvet ve yetiler de içiçe girişmiş sefaletlerin silsilesidir. Dağların kabul etmediği emaneti üzerine alan insanın sefaleti, içte ve dışta pekçok ve içinden çıkıl­ması çetin çelişmeleri yaşatmış olmasından ileri geliyor. Allaha doğru ahlâki faziletlerle en düşük hayvani rezillikler onda birleşiyor. Gerçekte her insanın ruh yapısında sanki bir hayvan saklıdır. Kimi tilki gibi kurnaz, kimi arslan gibi cesur ve atılgan, kimi karın­ca gibi biriktirir, kimi yılan gibi ısırıcıdır. Hayattaki meslekler de bu yapıya göre düzenlenmiştir. Kimi siyasî, kimi harpçi, kimi tüccar, kimi de müfettiş veya gazetecidir. Kimi öğer, kimi okşaya­rak ısırır, kimi saldırır, kimi de yarasa gibi kan emer. Bunların biri demokrat, bir mason, öbürü komünist, öbürü de sömürgecidir. Bunların herbiri ayrı ayrı birer hayvanda barınan karakterlerdir. İnsanda hepsi birleşmiştir. Her insan bir hayvanın karakterine sahiptir. Bazen birkaç hayvan karakteri bir insanda toplanır ve hepsinin ruhundaki karakter yüzüne de akseder. İnsan yüzlerinde karakterinin aksini görürsünüz. Sonra bunlar hayat alanında yan yana dizilirler ve bir toplum düzeni içinde yaşamağa mahkûm olurlar. İnsanlar âleminde âlim ahmakla, merhametli zâlimle yanyanadırlar. Ahmak âlimi anlamaz, zâlim kendisi için adaleti ister, kuvveti kullanır. Biri Allah’ı arama yolundayken öbürü köpeklerin içgüdüsüyle yaşamaktan hoşlanır. Hakkı isteyen hakim zulüm görür, hakkı çiğneyen zâlimin eline adalet terazisi verilir.

Gerçekten Allah’ı aramasını bilenden ve O’nu bulabilenden başkasının bu sefaletler çirkefinde hayvan hayatını yaşadıkları ve Allah lütfuna uğrayandan başkasının çehresinin de bir hayvana benzediği bu dünyada görülen zekâ farkları insanı insanın kurdu yapmıştır. İradenin basamaklarında ise dilenci ile zâlim ve hoyrat elele veriyorlar. Melek ruhlularla sırtlanlar dünyamızda yanyana yaşıyorlar. Bir güzel ruhun ölümüne gözyaşı dökenlerle güzel ruh­ları boğmak için yaşayanlar burada yanyanadırlar. Bazan da bunlar hayatta elele veriyorlar. Karı-koca, kardeş, baba, evlât oluyorlar. Harbin derin mânası bir düşünülsün. O, insanlığın içten yaşattığı kin ile zülmün kasırgasıdır. Bizi bize tanıtacak derslerin en büyü­ğüdür. Harpte bu bütün hayvan ruhları sanki yarışmaya hazırlanmıştır.

Her hayvan cinsinin bütün fertleri aynı karakteri taşıdığı ve aşağı yukarı eşit kuvveti kullandıkları halde insanların herbıri bir başka hayvanın karakterini taşıyor ve zekâsı sayesinde sonsuz denecek kadar farklı kuvvetleri kullanıyor. Kuzu ile yılan arasın­daki karakter mesafesi insanda yok olduğu gibi, timsahların veya karıncaların her ferdi arasındaki kuvvet eşitliği insanda kaybolu­yor. Bir insan birçoklarının esiri olarak yaşarken başka biri mil­yonların varlığına musallat bir zorba olabiliyor. Hatta ölümünden sonra bile onun bu zorbalığı devam ediyor.

Bunca sefaletlerin barındığı bir dünyada yaşamak şüphe yok ki çetin bir imtihandır ve bütün sefaletlerin sefaleti, insanın böyle bir imtihanı vermeye mecbur oluşudur. Hayat mektebine henüz başlarken onun imtihanını vermeyi ister istemez kabul ediyoruz.

İnsan hilkatin böyle sefil bir kurbanıdır. Nirvana’yı yani yokluğu arayan Buda dini, hayatın bu sefalet sahnesinden çıkarılmış apaçık dersine dayanıyor. Bu sefaleti yalnız başına kabul eden için en aşi­kâr hikmet ondadır.

Çelişik iradelerin, içerisinde ateşten küreler gibi çarpıştığı dünyamız zaman zaman mahşer yeri oluyor. İnsan beşikten ve kucaklardan, ateşinin binde biri dünyayı yakıp kavurabilen güne­şin altına fırlatıldığı anda çetin bir imtihana hazırlanıyor- Sonunda, durulması ve dönülmesi kadar içerisinde yürünmesi de imkânsız olan fırtınaya terk edilecektir. Bu fırtınanın ulaştırdığı yer ise bir mahşerdir. Hallac-ı Mansur gibi, zulmün pençesine düşerek ıssız adadaki idam sehpasına sürüklenen millet Şehidi de "Allah!” diye haykırırken, Hakka bağlanan milyonlarca iradenin hakkı çiğneyen bir zülüm taifesinin iradesiyle çarpıştığı mahşer yerinde idi.

Geriye dönüp de bakacak olursak bütün insanlık tarihinin birkaç milyar haşaratın kör döğüşünden başka bir şey olmadığım görürüz. Sanki milyarlarca azılı deli birbirleriyle itişip kakışmışlar! Manzara acıklı olduğu kadar da gülünçtür. O deliler mahşerinde vaktiyle harcanan ihtiraslar asırların sonunda gülünç sefaletler halinde gözüküyor. Yok olmak onlar için kurtarıcı hikmetmiş. Kim zamanında nefret duyulan Neronlara bugün acımıyor? En ağırbaşlı varlıklar mezar taşlarıdır. Onlar hepimizi kurtaracaklardır. İnsan­daki en zalim kuvvet hafıza mıdır acaba? Niçin bu karanlığı hatır­lıyoruz? Niçin ondan yokluk pahasına bile kurtulamıyoruz? Acaba ölüm hafızanın azabından bizi kurtaracak mı? Ölüm, yok olmak değilse o da bu sefaletler mahşerinden kurtulamayacak. Çünkü biz onu kendimizde günahlar halinde götüreceğiz.

Ancak hayatımız bu sefaletler mahşerinden ibaret değildir. Bu çelişmeler mahşeri içinde kıvranan insan denen varlık yok mu? Onun asıl gayesi Allaha gitmektir. Bu, dağların kabul etmediği emaneti yüklenen insana sunulmuş İlâhi imtiyazdır. Bu imtiyazı elde etmenin, bu sefaletler mahşerindeki müthiş imtihanda başarı kazanmanın şartı aşka ulaşabilmektir. Çünkü aşk içinde bu çelişmelerin hepsi birden ortadan kalkıyor. Bu mahşer yeri bir cennet oluyor. Bütün insanlar aşk içinde birleşiyorlar ve kendilerindeki hayvani unsurdan ayrılıyorlar. Aşk yolu dinin yoludur ve bütün fani gözüken şeylerin aşkından fani olan varlık vücut, çehre, emel­ler ve şekiller silinip de yalnız aşk ortada kalınca işte o Allah'ın aşkıdır, varlığın mutlak sevgisidir. Fuzûli onu seziyordu. Yunus anladı ve anlattı. Tabiatın aşkı, insanın aşkı, vatanın ve vecdin aşkı ve bütün aşklar bağlandıkları konulardan tastamam ayrılıp da saf ve mutlak olarak ele alınınca önce O, aşkın aşkıdır, Muhammed’in yolunda murada erdikten sonra Allah’ın aşkı olduğu bilinir. Aşkın gerçek sahibi “benden içerü varlığı bilinen Ben“dir. Onun temaşa­sına Tur’daki Musa dayanamadı. Miraç’ta Muhammed murada erdi.

İnsan denen varlıkta çelişmelerle yüklü sefaletler aşk içinde eriyip kayboluyor. İzafilik mutlakta yok oluyor. Aşk içinde insan dünyamızın müthiş fırtınasından yine dünyada kurtularak mutlak huzura kavuşuyor. Aşk içinde insan, yaratılışındaki sayısız ve son­suz sefaletlerinden sıyrılarak kendinde gizlenen Allah'ı buluyor, kendinde ve herşeyde. Kendindeki esaretten kurtularak varlıkların bütününden ayrılmayan asıl kendini bulmak: Yaratılışımızın hik­meti işte bundadır.

Hareket, VIII/92, Ağustos 1973.

Nurettin Topçu, İslam ve İnsan
Devamını Oku »