İlahi Neşve

Musluman

Filozof Leibniz hakikati söylemiş: “Kâinatın asıl yapısını teş­kil eden monadlar, daima hareket halinde bulunan ruhî varlıklardır. Hareketten kalan ölü monadlar, maddeyi meydana getiriyorlar.”

Şu halde kâinatımızın özü ruhdan ibarettir. Varlıkların temeli ruh ile harekettir. Çeşitlilik tanımayan ruhun, hareketini kaybet­mesinden ölü madde çıktı. Ruhun hareketi ise her yerde ken­dini aramaktır, kendine koşmaktır. Ancak ona yol ve basamak lâzım. Madde, hareketin sahnesi oldu; canlılar ise birer basamak. Ruhun ilk hareketi bitkilerle hayvanlarda hayat hamlesi halinde kendini gösterdi. İnsanda bu hamle kemâline erdi; ruh asıl hüviyyetiyle gözüktü. Kabuğunu kırdı ve o âna kadar içerisinde gizlendiği vücutta bu defa kendini gizleyemeyen şuur halinde göründü. Şuur şimdi aslı olan Allah’a koşuyor. Böylece aslımız gibi gayemiz ve âkıbetimiz de ruh dünyasındadır.

Dünyaların madde ve hayat cevherleriyle bezenmiş vücutlar halinde meydana çıkışı, hep İlâhî neşvenin eseri olmuştur. İlâhî neşve, kürelerle kâinâtı yarattığı gibi, her ân yeni ruhlar yaratıyor. Semâlara sevinçler ve ümitler serpiyor. Yeryüzünü hikmet fidanlariyle süslüyor. Toprakla dost olan havadan, besteler ve tablolar çıkartıyor. Bu eserlerin sahibi hakîm ve sanatkârlar olsa da, onlar sadece vasıtalardır. Yeryüzünü gece gündüz her ân dolaşan şevk, kalplerinin dışına atılmış zavallılara hiçbir zaman görünmeyen İlâ­hî neşvedir.

Dünyalar İlâhî neşveden doğdu. Varlığın aslı olan ruh, İlâhî neşve idi. Etrafımızda durmadan dalgalanan her ân doğuş cilvesi,İlâhî neşveden başka bir şey midir? İlâhî neşveye rastlamayan nasipsiz, sanır ki dünyamızda asıl var olan ölçü ile tartıdır; mad­deye bürünmüş şekiller gerçek hükümdardırlar. Vay o hükümdarın haline! Mezarcıya hazırlanan eğlencedir o. İlâhî neşvenin çağırdık­ları ise, Ölmeyen insanlardır. Onların mezarcıdan korkusu olmaz.

Kâinat, İlâhî neşvenin kaynağıdır. İnsan denen bu güzel muammâ, İlâhî neşvenin bir geçidi, bir tecellîsidir. Gören gözler, yeryüzünde İlâhî neşveden başka bir şey görmüyor. Onda ölçülen ve tartılan eşya ile bedenine lezzet arayan gâfilin, sayısız lezzetli meyvalar veren bir ağaç gövdesine yapışmış duran solucandan ne farkı var sanki? Dünyamızda milyarlarca devir yapan ve insanoğlunda hiçbiri öbürüne benzemeyen sesler, İlâhî neşvenin bizden çıkan çığlıkları değil midir? Şimdi onlarda gizlenen Rabb’in dili­ni anlamıyorsan, kabre vardığın zaman toprak yatağının üstünde dolaşanların hangi dili konuştuklarını anlasan bari! Şu bu dil, şu bu ses.. Kim demiş? Hepsi Rabb’in dili, sahibinin sesidir. O Rabb’in neşvesi yaratıklarla tükenmiyor; yaratıklardan taşıyor, onları da taşı­rıyor. Varlığa girip onu avutuyor; varlıkdan taşıp onu uyarıyor. Akıl olup bizi kendimize getiriyor; aşk olup kendimizden geçiriyor. Ben dedirtmek için bende benlik oluyor; benden geçirmek için benlikde kıyamet kopartıyor. Beni doldurup beni boşaltıyor. Hem çile hem derman; hem huzur hem tufan. Beni herşey yapıp hiçe boşaltan da o; kendinden bir damla olan cevheri bir vehme hapsedip onda bunaltan da o. Ondan kaçıp kurtulmak yok; ona varıp durulmak zor.

İnsanoğlunun yeryüzünde işi, İlâhî neşve taşıran ağaç olmak­tır. Öyle bir ağaç ki İlâhî neşveden başka olmayan kendi meyvasını kendi yiyor, yedikçe artan ve etrafa yayılan meyvayı. Harisler ve kötülerle ümitsizler, bu meyvayı veremeyen ve onu tatmayan bedbahtlardır. Onlar kısır ve ölü ruhlardır. Veremedikleri için çürütmek ve yok etmek isterler. Böyle yaptıkları için, paçavra eller tarafından alkışlanır ve ruhsuz iskeletler tarafından omuzlarda taşı­nırlar. Eğer İlâhî neşve taşıran ağaç olmasaydın, iyi bil ki bu leşler­den biri olacaktın. Kader plânı böyle çizilmiş: Ya İlâhî neşve kay­nağısın ve onun sofrasındasın, yahut da adına yine insan denen bu iskeletler arasında ömrünce bir leşi taşımakdan usanıp gideceksin.

İlâhi neşveden tatmak istersen benim senin lâfından geç. Eşyayı boşuna adlandırma; varlıklara varlık verme. Sen bir resim seyrediyorsun, kendin de o resmin içindesin. Gören gözle bir bak­ sana! Topraklardan fışkıran İlâhî neşvedir, yıldızlardan yağan da o. Geceden günü çıkartan da, Tur'da peygamberiyle yüzyüze gelen ilâhı neşve değil midir? Kokular ilâhı neşveden bize bir selâm, renklerle şekiller birer emanet, seslerse bir şehâdettir. Münbıt bir toprağa dökülmüşcesine ta rüyâlarına dolan hâtıralar ve hayâllerle bendeki cennet tatlı istekler, neden ilâhı neşvenin okşayışları olmasın? Şüphe etme ki dilinden anlayana, bir kelebek kanadının çırpınışları da, âleme güneşler bağışlayan ilâhı neşvedendir. Çocu­ğun gülüşünden ilâhı neşve fışkırdığı gibi, âşkın feryattan da İlâhi neşveyi taşırmaktadır.

Düşünüyorum, hayır ben büyük bir düşüncenin emriyle dönü­yorum; dünyalarla beraber dönüyorum. Dünyalarla beraber yeni­den doğuyorum. Neşve yine taştı benden, taştı herşeyden. Dünyalar doğuyor. Başım âleme Cennet meyvaları saçıyor. Cennet müjdeleri dağıtıyor sanki. Beni herşey bana anlatıyor; herşey beni sevinçten ağlatıyor. Ben Kelîın ile Tür'a tırmanmak veya Mirâca yükselmek istiyorum. Herşeyde İlâhî neşvenin sesi duyuluyor. Vaadiar, vaadlar yağıyor bana. Bırakın boşluktaki yollar açılsın. Yeryüzündeki- lere elveda!

İlâhî neşve Miraç vaadidir, vuslat neşvesidir. O herşey dedir ve herkestedir, yâni bendedir, bendedir.

Nurettin Topçu, Var Olmak
Devamını Oku »