Hürriyet

Hayatın gayesi, onu yaşanmaya değerli yapan şey, varlıklar basamağında ilerliyerek cansız maddeden bitkiye ve hayvana, ondan da insana yükselten evrimin insanlığı Allah’a yaranma sevgisine ulaştırmasıdır. Allah a yaranmayı hayatının gayesi yapan insan, faziletli insandır. Faziletli insanların bir arada yaşadıkları belde ise bahtiyar beldedir. Bizi Allaha götüren ruhçuluk, faziletli insanı yetiştirir.

Dâvamız, asrımızda hiç benzeri görülmemiş şekilde çiğnenen kul hakkı dâvasıdır. İnsanlar âleminde de Darvin’in bütün canlılar dünyası için anlattığı hayat savaşı hâkimdir. Kuvvetli zayıfı yok ediyor. Kuvvetin saltanatını koruyan, damarlarımızın yapısına aşılı olan ihtiraslarımızdır. Bu sebepten dünyamızda her zaman “insan insanın kurdu” olmuştur. İnsanları yeryüzündeyken birbirlerinin zulmünden koruyacak kuvvet, âdil devletin otorite-sidir.

Bu otorite, geçmişteki insanlara karşı zaman zaman zulüm vasıtası olarak kullanıldığından, insanlığı himayeden mahrum bırakmak için bu olayı fırsat bilen Yahudi cemaat tarafından, Fransa ihtilâlinden sonra Avrupa milletlerinde, asrımızın başında ise bizde tekmelendi ve milletler kendi içlerindeki hayat savaşına terk edildiler. Buna halkçılık ve hürriyet adını verdiler. Hürriyet, kuvvetini serbestçe kullanma yetisidir. Kuvvetin insanda bağlandığı şeyler çok ve çeşitlidir. Bedenin kuvveti vardır; pençe ve yumruk kuvveti vardır; paranın kuvveti vardır; kalem kuvveti, fikir kuvveti vardır; ruh kuvveti, ahlâk kuvveti vardır; din kuvveti, hakkın kuvveti vardır. Hürriyet bunların hangisinin hâkimiyetini sağlayan serbestliktir?

 

Nurettin Topçu,Yarınki Türkiye
Devamını Oku »

İstikbâl

Son nesillerin hazırlayacağı istikbâl, bugünkü adımlarımızın kat-î ve zarurî eseri olacaktır. Yarını hazırlayacak adımları hesaplarken bugün ne olduğumuzu düşünmeye mecburuz. Bugünkü varlığımızda bütün eskinin izleri yaşamaktadır. Millî hayat, mâzinin derinliklerinden gelerek istikbâle doğru akan bir nehir gibidir, ölüler bizi yaşatıyor; biz, yarınki dirilere hayat vereceğiz. Gece günden, gün geceden çıkıyor; diri ölüden, ölü diriden çıkıyor. Eski nedir, diye bir bilmece soran olursa, ona cevabımız pek basit: Bizden evvel yaşayanların ayak izleri, kol, kalb ve kafalarının birlikte çalışarak bıraktıkları eserlerdir. İhtiyar küremizde vücutların ihtiyarlaması, ruhları gençleştirici oluyor: Yavuz Selim, Alpaslan’dan daha genç, Hitler, İskender'den daha zindedir. Gandi, Buda’dan daha taze, Yunus, Sen Pol’den daha cezbelidir. Kalven, Luther’den daha samimî, Hüseyin Avni, Danton’dan daha ateşlidir. Kılıçla kalbin muhayyilelerde yetiştirdiği kahramanlar da öyle: Battal Gazi, Oğuz Han’dan daha cesur, Raskolnikof, Horace'den daha erkektir. Werther, Mecnûn’dan daha âşık, Julyet, Leylâ’dan daha mâsumdur.

Biz de gençleşmek istiyoruz; bizde de yenileşmek ihtirasları var. Bir hayat uğruna bin kere ölmek lâzım olduğunu biliyoruz. İrademizle ölmesini bilmezsek İlâhî irade ile ebedî hayata kavuşmak imkânsız olacak. Çocukluk rüyaları bitip de gençliğin ateşli fırtınaları başlayarak ölümün sakin kucağına sokuluncaya kadar her adımda ölmesini bilen, aşk içinde irade ile ölebilen varlıklar,

Her devrin yaşanmaya değer yarınını hazırlayan kahramanlardır.

İsımsîz kahramanlar büyük muztaripler! Ruhlarının üstüne ilâhı Âbide yapılan ebeliler onlardır...

Şunu da biliyoruz ki bize bulunduğumuz hali bağışlayan sebeplen anlamadan aydınlıklarla dolu bir istikbâlin zaferini kazanmaya imkân yok. Halden ibaret olan büyük gövdeli ağacın kökleri mâzidedir; istikbalin yemişleri de bu gövdeden toplanacaktır Bugünümuzü hazırlayan sebeplerin hepsi mâzide var. Tarihin olayları tıpkı tabiat olayları gibidir. Tabiatta hüküm süren muayyeniyet» yani muayyen sebeplerin muayyen sonuçları doğurması tarihte de hâkimdir. İnsanlığın tarihinde de ekilen biçiliyor ve yine tabiatta olduğu gibi, cemiyet hayatında da gerekcilik prensibi hüküm sürerken, İlâhî hikmet ve adaletle birleşmiş bulunuyor, Sebeplerin tohumu tarihin tarlasına atıldıktan sonra belli netice, ilâhı hikmet ve âdaletle birleşerek, mutlaka alınacaktır.

 

Nurettin Topçu,Yarınki Türkiye
Devamını Oku »

Hüsün-kubuh meselesi

 


Emredilen ve Yasaklanan Şeylerde Bulunan İyilik ve Kötülük (Hüsün-kubuh meselesi) Açısından Hükümlerin Sınıflandırılması:


Sadruşşeria




İslam yasamasında yasakları, zorunlulukları yahut serbestlikleri belirleyen yasaların iyi-kötü, yararlı-zararlı gibi ahlaki ve/veya siyasi gerekçelere dayandığı kabul edilir. Bu ilke, sadece Kur’an ve sünnette belirlenen emir ve yasaklar için geçerli değildir, aynı zamanda genel olarak yasamanın, yani herhangi bir konuda zorunluluk bildiren bir hükmün konulmasının temel dayanağıdır.

Sadruşşeria Ubeydullah b. Mes’ûd el-Buhârî’nin (ö. 747/1346) Pezdevî, Fahreddin er-Râzî ve İbnü’l-Hâcib’in eserlerinden faydalanarak memzûc (karma) metotla yazdığı metin ve onun şerhi, et-Tenkîh ve et-Tavdîh fıkıh usûlü (İslam hukuk metodolojisi) alanında medreselerde okutulan en önemli eserlerden biri olmuştur. Aşağıda Sadruşşerîa’nın metin ve şerhinden yapılan tercümede metin normal, şerh italik yazıyla verilmiştir.

-----------


 İyilik-Kötülük (Hüsün-Kubuh) Meselesi



Emredilen şeyin iyi olması gerekir.

Bu mesele usûlün (İslam hukuk metodolojisinin) temel problemlerinden biri olduğu gibi akli ve dini konular içinde de önemli bir yere sahiptir. Ayrıca bu mesele, çöllerinde büyük âlimlerin ayaklarının kaydığı kader ve kadercilik konusuyla yakından ilgilidir... Bu konuda hak iki uç arasında orta bir yerdedir ve bu, Allah’ın seçkin kulları dışında kimsenin bilmediği ilahî sırlardan biridir... Alimler iyilik ve kötülüğün üç anlamda kullanıldığını ifade etmişlerdir: 1. Bir şeyin insan tabiatına uygun ya da aykırı olması. 2. Bir şeyin olgunluk (kemâl) ya da eksiklik (noksan) sayılması. 3.

Bir şeyin dünyada övgüye ve ahirette sevaba konu olması ya da dünyada yergiye ve ahirette cezaya konu olması. İlk iki anlamda iyilik ve kötülüğün akıl yoluyla bilinebileceğinde görüş birliği vardır. Üçüncü anlam hakkında ise farklı görüşler vardır. Eş’arî’ye (324/935) göre bu anlamda iyilik ve kötülük akıl yoluyla bilinemez, sadece din yoluyla bilinir. Bu görüş iki gerekçeye dayanır: 1. Fiillerin kendiliğinde iyilik ve kötülük yoktur.

Eş’arî’ye göre, herhangi bir fiilde, onun iyi veya kötü olmasına yol açan bir nitelik yoktur. 2. Eş’arî’ye göre, kulun fiilleri kendi seçimiyle meydana gelmez; bu sebeple onlar iyilik veya kötülükle nitelenemez. Bununla birlikte Eş’arî, bu fiillerin dinin getirdiği emir ve yasaklar nedeniyle ödül veya cezaya konu olabileceğini kabul etmiştir; çünkü ona göre, Allah’ın, seçimiyle yapmadığı fiillerden dolayı kulunu ödüllendirmesi veya cezalandırması kötü değildir; zira ona göre Yüce Allah’ın fiillerine iyilik veya kötülük izafe edilemez. Dolayısıyla üçüncü anlamda iyilik ve kötülük Eş’arî’ye göre fiilin sadece emredilmesi veya yasaklanması sonucunda meydana gelir.

Eş’arî’ye göre iyi olan emredilen, kötü olan da yasaklanandır.

Emir îcab (kesin emir), nedb (tavsiye) ya da ibâha (serbest bırakma), yasak da haram (kesin yasak) ya da mekruh kılma (yapılmamasını tavsiye) anlamında olabilir.

Mutezile’ye göre iyi olan yapılması övülen, kötü olan ise yapılması yerilendir. Başka bir açıklamaya göre iyi, gücü yeten ve durumu bilenin yapması uygun olan şey, kötü ise böyle bir varlığın yapması uygun olmayan şeydir.

“Gücü yeten” ve “durumu bilen” kayıtlarıyla ızdırar (mecburiyet) halinde olanın ve akıl hastasının fiilleri tanımın dışında bırakılmıştır... Mutezile iyi ve kötüyü yukarıdaki iki şekilde tanımlamıştır. Birinci tanıma göre iyi sadece vâcip ve mendubu (emredilen ve tavsiye edileni) içine alır; ikinci tanıma göre mubâhı da (serbest olanı da) içine alır. Kötünün her iki tanımı da eşittir ve sadece haram ve mekruhu (yasaklanan ve tavsiye edilmeyeni) içine alır. İyinin birinci tanımına göre mubah iyi ve kötü arasında ara bir konumdadır; ikinci tanıma göre iyi ve kötü arasında bir ara konum yoktur...

Hanefîlerin bir kısmına ve Mutezile’ye göre fiillerin bir kısmının iyilik veya kötülüğü o fiillerin kendisinden veya bir niteliğinden kaynaklanır ve akıl yoluyla da bilinir.

Yani fiilin kendisi sebebiyle, onu yapan dünyada övülmeyi ahirette de sevabı hakeder ya da fiilde bulunan bir nitelik sebebiyle, onu yapan övülmeyi ve sevap elde etmeyi veya yerilmeyi ve cezalandırılmayı hakeder. ’Akıl yoluyla da bilinir’ denilmesinin sebebi iyilik ve kötülüğün din yoluyla bilinmesinde tartışma olmamasıdır.

Çünkü Hz. Peygamber’e inanmanın gerekliliği dinin emrine dayandırılırsa kısır döngü (devr)6 meydana gelir.

Bir kişi peygamber olduğunu iddia eder, mucize gösterir, onu işiten onun peygamber olduğunu bilir ve bu peygamber “namaz sizin üzerinize farzdır” gibi bazı konuları haber verirse; bu haberleri işitenin bunlara inanması gerekmiyorsa peygamberliğin faydası kalmaz; inanması gerekiyorsa iki ihtimal vardır: Peygamberin haberlerinin bir kısmına inanmanın gerekliliği akla dayanmalıdır ya da böyle olmayıp peygamberin haberlerinin tümüne inanmanın gerekliliği dine dayanmalıdır. İkinci ihtimal yanlıştır; çünkü bu haberlerin tamamına inanmanın gerekliliği dine dayanıyorsa bu gereklilik peygamberin sözüyle bilinecektir. Yani inanılması gereken ilk habere inanmak, peygamberin ilk habere inanmanın gerekli olduğuna dair sözüyle gerekli kılınmış olacaktır. Bu söz hakkında konuşabiliriz; bu söze inanmak gerekmiyorsa ilk habere de inanmak gerekli değildir; bu söze inanmak gerekiyorsa ya ilk habere dayanılarak gerekir ki; bu durumda kısır döngü (devr) meydana gelir ya da başka bir söze dayanılarak gerekir ki; bu durumda da teselsül7 meydana gelir. Bu bilinirse ilk ihtimal kesinleşir; o da ’Peygamberin haberlerinin bir kısmına inanmanın gerekliliği akla dayanmalıdır’. Çünkü dine dayandırılmazsa bunun aklen gerekli olduğu ortaya çıkar ve aklen iyi olduğu anlaşılır. Ayrıca Hz. Peygamber’e inanmanın gerekliliği yalanın yasak olmasına dayanır; eğer bu dine dayandırılırsa kısır döngü meydana gelir; ama akla dayandırılırsa onun kötülüğü akıl yoluyla bilinmiş olur...

Mutezile’ye göre akıl bir şeyin iyi veya kötü olduğuna hükmedebilir, iyilik veya kötülüğü kesinlikle bilir ve tespit edebilir. Bize göre, bir şeyin iyi veya kötü olduğuna hükmeden Allah’tır; akıl ise iyilik ve kötülüğün bilinmesini sağlayan araçtır; doğru bir düşünceyle aklın düşünmesinden sonra Allah (insanda) bu bilgiyi yaratır.

İyilik ve kötülüğün akıl yoluyla bilinebileceği konusunda bizimle Mutezile arasında bir tartışma yoktur. Bu meseleyi ispat ettikten sonra bizimle onların arasındaki tartışmalı konuları ifade etmek isteriz. Bunlar iki konudur:

1. Mutezile’ye göre akıl Yüce Allah ve kullar hakkında kayıtsız şekilde hüküm verebilecek konumdadır. Aklın Allah hakkında hüküm vermesine gelince, onlara göre kullar için en iyi olanı yapmasının Allah’ın üzerine vâcip/ödev olması akıl yoluyla bilinmiştir ve Allah’ın bunu yapmaması haramdır/yasaktır. Vucûb/ödev olma ve hurmet/yasak olma hükümleri iyilik ve kötülük hükümlerini zorunlu olarak gerektirir. Aklın kullar hakkında hüküm vermesine gelince, onlara göre Allah herhangi bir hüküm vermeden, akıl belirli fiilleri kullara vâcip (ödev), mubah (serbest) veya haram (yasak) kılar. Bize göre iyilik ve kötülük hükmünü veren Allah’tır ve Allah, başkasının onun hakkında hüküm vermesi ve bir şeyin onun üzerine vâcip (ödev) olmasından daha yücedir... Kulların fiillerini yaratan odur; bu fiillerin bir kısmını iyi ve bir kısmını kötü kılan odur; onun her tümel (küllî) ya da tikel (cüz’î) meselede belirli bir hükmü, açık bir yargısı ve bunların içini ve dışını kuşatan ilmi vardır; o, bunların içine hayır ve şerri, fayda ve zararı, iyilik ve kötülüğü yerleştirmiştir.

2. Mutezile’ye göre akıl iyilik ve kötülüğü tevlîd8 yoluyla zorunlu olarak bilir; yani akıl doğru bir düşünmeden sonra ortaya çıkan sonucu bilmeyi doğurur. Bize göre, akıl bunların bir kısmını bilmeye yarayan bir araçtır; çünkü Allah’ın iyi veya kötü olduğuna hükmettiği birçok şeyin böyle olduğunu akıl bulamamıştır; bunları bilmek peygamberlerin insanlara bu bilgileri ulaştırmasıyla mümkün olmuştur. Ancak Allah aklın bu bilgilerin bir kısmına ulaşmasını mümkün kılmıştır. Ayrıca akıl bilgiyi doğurmaz; ama Allah’ın kanunu şu şekilde işlemiştir: Aklın kendi kazanımı olmadan bu bilgilerin bir kısmını Allah akılda yaratmış, bir kısmını da aklın kazanımından, yani aklın bilinen öncülleri doğru bir şekilde sıralamasından/düzenlemesinden sonra yaratmıştır... Bizim varlıkları var etme gücümüz yoktur. Varlıkları düzenlemek ise var etmek değildir.

Emredilen şey taşıdığı iyilik niteliği yönünden iki türdür:

1. Kendisindeki bir anlam sebebiyle iyi olan,

2. Dışındaki bir anlam sebebiyle iyi olan.

Birinci tür şu kısımlara ayrılır:

1. Yükümlülüğü hiç düşmeyen fiiller, mesela (Allah’a) inanmak gibi.

2. İkrah (zorlama) durumunda yükümlülüğü düşen fiiller, mesela dille ikrar gibi. İnanmak asıl, ikrar ise ona tabidir; çünkü onu gösterir; zira insan ruh ve bedenden oluşur ve inanmanın niteliği ancak içeridekini gösteren söz aracılığıyla içeriden dışarıya çıkmasıyla tamamlanır; diğer fiiller ise böyle değildir. Dolayısıyla, kim kalbiyle inanır ama bir özrü olmadan ikrarı bırakırsa mü’min olmaz; kim de inanır ama ikrar edeceği kadar bir vakit bulamazsa mü’min olur. Özür sebebiyle düşen namaz da böyledir.

3. Dışındaki bir anlam sebebiyle iyi olanlara benzeyen fiiller, meselâ zekat, oruç ve hac gibi. Bu fiillerin iyiliği kendi dışındaki bir şey sebebiyle iyi olanlara benzer. Burada kendi dışındaki şeyle kasdedilen, fakirin ihtiyacını gidermek, nefsi dizginlemek ve Allah’ın evini ziyaret etmektir; ancak fakir ve Allah’ın evi bu şekilde ibadet edilmeyi haketmezler; nefis ise günah işlemeye meyyal yaratılmış olduğundan onu ezip yok etmek iyi değildir; bu sebeple aracı olan başka anlamlar ortadan kalkmış ve bu fiiller sırf Allah’a ibadet için yapılan fiiller haline gelmiştir...

İkinci tür ise şu kısımlara ayrılır:

1. Dışındaki şeyin, emredilenden ayrı olduğu fiiller. Mesela Cuma namazını kılmak için yapıldığından, Cuma namazına yürümek iyi bir fiildir. Abdest almak namaz sebebiyle iyi bir fiil olmuştur ve aslında abdest kendisi için kasdedilen bir ibadet değildir. Bu sebeple, namaz düşerse abdest de düşer ve namaza hazırlayıcı bir araç olması yönünden abdeste niyet etmek gerekli/şart görülmemiştir.

2. Dışındaki şeyin, emredilenle birlikte meydana geldiği fiiller. Mesela Allah’ın sözünü yüceltmek için cihad etmek ve ölünün hakkını yerine getirmek için cenaze namazı kılmak gibi. Bu bakımdan, bütün kâfirler Müslüman olsa cihad meşru olmaktan çıkar ve ölünün hakkı bir kısım insan tarafından yerine getirilirse cenaze namazı diğerlerinden düşer. Burada amaç emredilenin kendisiyle meydana geldiği için, önceki tür değil ama bu tür birinci kısma (kendisindeki bir anlam sebebiyle iyi olana) benzer sayılmıştır...

Yasaklar ve Kötülük


Yasaklama (nehiy) ya zina ve içki içmek gibi duyu organlarıyla bilinen fiillere (hissiyyâta) yöneliktir...

Hissiyyât sadece duyusal varlığa sahip olan fiiller, şer’iyyât ise duyusal varlıkla birlikte şer’î/hukukî varlığa da sahip olan fiillerdir. Meselâ satım sözleşmesi gibi. Satım duyusal bir varlığa sahiptir; çünkü icap ve kabul10 duyusal yönden vardır. Duyusal varlığının yanında satımın şer’î/hukukî varlığı da bulunmaktadır; çünkü şeriat/hukuk duyusal yönden var olan icap ve kabulün birbirine hükmen bağlandığına ve bunun neticesinde müşterinin aldığı şey üzerinde mülkiyet hakkını doğuran bir şer’î/hukukî anlamın meydana geldiğine hükmeder. Bu anlam satımdır. Bu bakımdan, icap ve kabul, satılması mümkün olmayan bir şey üzerinde gerçekleşirse hukuk bunu satım olarak kabul etmez; eğer icap ve kabul muhayyerlik şartıyla birlikte bulunursa hukuk, mülkiyet doğurmamakla birlikte satımın var olduğuna hükmeder ve satımın hukukî varlığı gerçekleşir.

Bu durumda yasak, yasaklanan şeyin “kendisinden kaynaklanan kötülük (kubh li-aynih)” taşımasını gerektirir. Ancak yasaklanan şeydeki kötülüğün (onun bizzat kendisinde olmayıp) onunla ilgili başka bir şeyde bulunduğunu gösteren bir delil varsa (bakılır): Bu başka şey (yasaklanan şeye ait, ondan ayrılmayan) bir nitelik ise hüküm önceki gibidir; bu başka şey yasaklanan şeyden ayrılabilen (mücâvir) bir nitelik ise hüküm önceki gibi değildir. Meselâ “Temizleninceye kadar onlara yaklaşmayın” hükmü gibi.

Ya da yasaklama (bayram günü) oruç tutma ve (faizli) satım akdi gibi şer’î/hukuki fiillere yöneliktir. Şâfiî’ye göre bunlar da birinci kısım gibidir. Bize göre bu tür yasaklar yasaklanan şeyin ’başka bir şeyden kaynaklanan kötülük (kubh li-gayrih)’ taşıdığını gösterir. Buna göre, bu fiiller aslı bakımından sahih (geçerli) ve meşru sayılır. Ancak yasaklanan şeydeki kötülüğün (başka bir şeyde değil) kendisinde bulunduğunu gösteren bir delil varsa hüküm değişir. ’Kendisi sebebiyle kötü’ olan fiil ise görüş birliğiyle bâtıldır (hükümsüzdür).

Bir fiilin yasaklanması onun kötülüğünü gerektirir. “Gerektirme” kelimesini kullanmamızın nedeni daha önce ifade ettiğimiz gibi, kötülüğün sadece yasaktan kaynaklanmaması, bunun aksine, Yüce Allah’ın bir şeyi kötülüğü sebebiyle yasaklıyor olmasıdır. Eğer yasak duyusal fiillere yönelikse o fiillerin ’kendisinden kaynaklanan bir kötülük’ taşıyor olmasını gerektirir; çünkü aslolan yasaklanan şeyin kendisinin kötü olmasıdır, başkasının değil. Yasaklanan şeyin kendisinin kötülüğü ya bütün parçalarının kötü olması ya da parçalarının bir kısmının kötü olması sebebiyledir. Parçalarının bir kısmının kötü olması da bir şeyin kendisinden kaynaklanan kötülüğe dahildir.

Aslolan, yasaklanan bir şeyin kendisinden kaynaklanan bir sebeple kötü olmasıdır ve yasağın başka bir şey sebebiyle konulduğunu gösteren bir delil bulunmadıkça hüküm böyledir; ancak böyle bir delil bulunduğu zaman yasaklanan şeyin, başka bir şey sebebiyle kötü olduğu anlaşılır. Eğer bu başka şey bir sıfat/nitelik ise bu sıfatı taşıyan fiil ’kendisi sebebiyle kötü’ hükmündedir ve birinci kısma katılır. Ancak birinci kısım kendisi sebebiyle (liaynihî) haram, bu ise başkası sebebiyle (ligayrihî) haram olur. Eğer bu başka şey, yasaklanan şeyden ayrılabilen (mücavir) bir sıfat/nitelik ise birinci kısma katılmaz. Mesela “Temizlenmeden onlara yaklaşmayın” âyet-i kerimesiyle ilgili delil, yaklaşma yasağının, (yasak fiilden) ayrılabilen bir nitelik olan “rahatsızlık” sebebiyle konulduğunu göstermiştir.

Bu yüzden, kişi eşine bu durumda yaklaşır ve eşi hamile kalırsa görüş birliğiyle nesep sâbit olur. Eğer yasak şer’î/hukukî bir fiile yönelikse Şâfiî’ye göre onun hükmü de birincisi gibidir; yani yasaklanan şeyin “kendisinden kaynaklanan bir kötülük (kubh li-aynih)” taşıyor olmasını gerektirir; ancak yasaklanan şeydeki kötülüğün (kendisinde değil) başka bir şeyde bulunduğunu gösteren bir delil varsa hüküm değişir.

Bize göre bu tür yasaklar, yasaklanan şeyin, başka bir şey sebebiyle kötü, ama aslı bakımından geçerli ve meşru olmasını gerektirir; ancak yasaklanan şeydeki kötülüğün (başka bir şeyde değil) kendisinde bulunduğunu gösteren bir delil varsa hüküm değişir. ’Kendisi sebebiyle kötü’ olan fiil görüş birliğiyle bâtıldır (hükümsüzdür). Şer’î/hukuki fiillere oruç ve satım akdi gibi iki örneği vermemizin sebebi hem bize hem Şâfiî’ye göre (bu konuda) ibadetlerle muâmelât arasında bir fark olmadığını belirtmek içindir.

Şâfiî’ye göre, şer’î/hukuki fiillerin şer’an/hukuken geçerli olabilmesi için önce meşru olması gerekir; şeriat/hukuk yasaklamışsa bu fiillerin meşru olması mümkün değildir; çünkü meşruiyetin en düşük derecesi ibâhadır/ serbest bırakmaktır ve (meselemizde) bu yoktur; ayrıca yasak kötülüğü gerektirir ve bu durum meşruiyete aykırıdır.

Bizimle Şâfiî arasında iki konuda görüş ayrılığı bulunmaktadır:

1. Herhangi bir karîne yoksa, şer’î/hukuki fiillerin yasaklanması, ona göre “kendisinden kaynaklanan kötülük” niteliğini gerektirir ve bunun sonucu işlemin hükümsüz (bâtıl) olmasıdır; bize göre bu “başka bir şeyden kaynaklanan kötülük” niteliğini, ama işlemin aslının geçerli olmasını (sıhhatini) gerektirir.

2. Yasağın “başka bir şeyden kaynaklanan kötülük” sebebiyle konulduğunu gösteren karîne varsa ve bu başka şey fiilin ayrılmaz bir sıfatıysa/niteliğiyse Şâfiî’ye göre bu fiil hükümsüz (bâtıl) olur; bize göre aslı bakımından geçerli (sahih), vasfı/niteliği bakımından geçersiz olur ve buna “fâsit” adı verilir...

Bize göre, yasak kavramının mahiyeti yasaklanan şeyin mümkün olmasını gerektirir ve buna göre, yasağa uyan ödüllendirilir, uymayan cezalandırılır; imkânsız bir şeyin yasaklanması abestir/anlamsızdır.

Bu, şer’î/hukuki fiillerin yasaklanmasının onların geçerliliğini (sıhhatini) göstermesi konusunda bizim taraftarlarımızın meşhur delilidir. Karşıtlarımız buna karşı şu eleştiriyi getirmişlerdir: “Yasaklanan şeyin sözlük anlamıyla varlığının mümkün olması yeterlidir; biz onun şer’î anlamda varlığının mümkün olmasının gerekliliğini kabul etmiyoruz.” Bu eleştiriye karşı ben şu yanıtı verdim:

Yasaklanan şeyin mümkün olması ya şer’î/hukuki anlamıyla ya da sözlük anlamıyla olabilir. İkinci ihtimal yanlıştır; çünkü sözlük anlamıyla var olması onun yasaklanma sebebi olan zarara yol açmaz... Ayrıca yasak bu fiilin günah olduğunu gösterir; onun meselâ mülkiyet gibi bir hüküm doğurmadığını göstermez; bu yüzden biz fiilin sahih/geçerli olduğunu söyleriz; ama onun mubah/serbest olduğunu söylemeyiz...”

Sadruşşeria. et-Tavdîh li-metni’t-Tenkîh (Taftazânî, Telvîh ile birlikte), Beyrut, Dârü’l-kütübi’l-ilmiyye, I, 172-195, 215-217.
Çeviren: Mehmet Boynukalın

Bize Yön Veren Metinler,Cilt.2

Derleyen:Alev Alatlı

Devamını Oku »

Bediüzzaman ve Sultan 2.Abdülhamid Han




Bediüzzaman’ın hürriyet hakkındaki ilk nutkunun son bölümünde Sultan Abdülhamid’in ismi ve ahvâli geçmesi münasebetiyle; Bediüzzaman’ın tımarhaneye ve tarassuthaneye zahiren onun tarafından sevk edildiği veya onun namına Mabeyn hükûmetinin tedbiriyle o gibi muameleler ona reva görüldüğü ve şark’tan Medreset‑üz‑Zehra’sı için Padişaha müracaat azmiyle gelmişken, hiç bir mülayim karşılık görmediği, fikir ve düşüncelerine cevab verilmemekle beraber, müracaatlarına bir ilgi gösterilmediği halde; hakikat ve gerçek olarak Bediüzzaman’ın ona karşı tutum ve davranışı, yahut onun hakkındaki fikir ve düşünceleri hangi merkezde olduğu hakkında bir fasıl açarak mahiyetine bakacağız:

1- Meşrutiyetin ilanının ilk günlerinde söylediği nutkunun son bölümünde: “Yaşasın yaraları tedavi etmek fikrinde olan HALİFE-İ PEYGAMBER” (malumdur ki; 24 Temmuz 1908'de ilan edilen Meşrutiyet'in ilk birinci senesinde ta 26 Nisan 1909'a kadar Sultan Abdülhamid'in padişahlığı devam etmiştir) demek suretiyle onun şahsiyet ve makamının ne olduğunu ortaya koymaktadır.

2- 23 Mart 1909'da gazetelerde intişar eden “Dağ meyvesi acı da olsa devadır” başlıklı makalesinin yedinci maddesinde: “Hilâfete dair bir rü'yadır. Âlem-i menamda padişah'ı gördüm, dedim: Sen zekât-ül ömrü, Ömer-i sani mesleğinde sarfet! Ta ki, Meşrutiyet riyasetine lâzım ve bi'atın manası olan teveccüh-ü umumiyeti kazanasın! (Ömer-i Sani: Ömer bin Abdülaziz-i Emevi'dir ki, adalet ve hakkaniyetçe Hz. Ömer'e (R.A) çok benzediği için ona “Ömer-i sanî” lakabı verilmiştir. Ecnebi devletlerdeki adalet demek, kendi, milletdaş ve vatandaşları arasında kanun hakimiyetlerini esas tutmak, herkese müsavat olduğunu hatırlatmak istemektedir. Yoksa müslümanlara karşı, yani devlet olarak bir İslam devletini kendi devlet ve milletleri gibi tutan bir adaletleri demek değildir.) Padişah dedi: Ben onun yolunda gideyim, siz de ol zaman ehlini taklid edebiliyor musunuz? Nerede sizde onlardaki kuvvet-i İslâmiyet ve safvet ve ahlâk? Ben dedim: Bizdeki tenebbüh-ü efkâr-ı umumî ve tekemmül-ü mebadî ve vesait ve ihata-i medeniyet, o noktaların yerini tutmakla; hem o noktaları istihsal, hem de netice-i matlub olan adalet ve terakkiyi intac edebilir.

Düvel-i ecnebiyenin adaleti bunu isbat eder. O dedi: Nasıl yapacağım? Dedim: İstibdad, kalb-i memalik olan İstanbul’da kan bırakmadığından, hüsn-ü niyeti göster. PÜR ŞEFKAT İLE MEŞRUTİYETİ kansız kabul ettiğin gibi, menfur olmuş yıldız’ı mahbub-u kulûb etmek için, eski zebaniler yerine melâike-i rahmet gibi muhakkıkîn-i ulemayı doldurmak ve yıldız’ı darülfünûn gibi etmek ve ulûm-u İslâmiyeyi ihya etmek ve Meşihat-ı İslâmiyeyi ve Hilâfeti mevki-i hakikisine is’ad etmek ve milletin kalb hastalığı olan za’f-ı diyanet ve baş hastalığı olan cehaleti servet ve iktidarınla tedavi etmekle yıldız’ı süreyya kadar âlâ et. Tâ hanedan-ı osmanî ol burc-u hilâfette pertevnisar-ı adalet olabilsin. Hem de havaic-i zaruriyeye iktisad et, tâ alıştırılmış olan israfa iktidarı olmayan biçare millet de iktida etsin. MADEM Kİ İMAMSIN! Birden uyandım, gördüm ki; asıl bu âlem-i yakaza rü’yadır. Asıl uyanmak (uyanıklık) ve hakikat o rü’ya imiş... (23)

İşte Bediüzzaman Hazretleri, rüya diye tavsif ettiği ve onu gazetelerde bir çeşit açık mektup tarzında neşrettiği ve onun sonunda: “Asıl uyanıklık ve hakikat o rüya imiş..” dediği makalesinde, merhum Sultan Abdülhamid'in şahsiyeti İslam halifesi olduğunu ve Hz. Osman'a (R.A) benzer bir tarzda; elinde gücü, kuvveti, askeri varken; kan dökülmemesi için, Jön Türklerin ve İttihatçıların Selanik'ten doğru 21 Temmuz 1908'de kendi başlarına hazırlayıp ilan ettikleri anayasaları ve müteakiben Manastır'da yer yer hadiseler çıkararak, işi kuvvete döktükleri sırada, Sultan Abdülhamid'e bağlı kuvvetler, ordu ve askerlerin başındaki yüksek rütbeli amirler, defalarca ona yalvararak karşı koymaları için izin istedikleri halde; sonunda 31 Mart hadisesinde Yıldız Sarayı'nı çeviren Hareket Ordusu'na karşı bilhassa onun tüfekçi başısı Arnavut Halil Bey ayaklarına kapanıp hüngür-hüngür ağlayarak izin istediği halde, onun merhamet ve şefkatı kan dökülmeye rıza göstermemesi neticesinde, Hareket Ordusu şehri işgal ettikleri gibi, Padişah'ın Tüfekçi başısını yakalayıp, getirip O'nun sarayının bahçesinin kenarında asmaları gösteriyor ki: “Bediüzzaman'ın: “PÜR-ŞEFKAT İLE MEŞRUTİYET'İ KABUL ETTİĞİN GİBİ...” ifadesi hakikate dayanmaktadır.

Ayrıca bu hakikatli rüyanın şu paragrafında da, Bediüzzaman: “Menfur olmuş yıldız’ı mahbub-u kulûb etmek için, eski zebaniler yerine melâike-i rahmet gibi muhakkıkîn-i ulemayı doldurmak ve yıldız’ı darülfünûn gibi etmek ve ulûm-u İslâmiyeyi ihya etmek ve Meşihat-ı İslâmiyeyi ve Hilâfeti mevki-i hakikisine is’ad etmek ve milletin kalb hastalığı olan za’f-ı diyanet ve baş hastalığı olan cehaleti, servet ve iktidarınla tedavi etmekle yıldız’ı süreyya kadar i'lâ et. TÂ HANEDAN-I OSMANÎ OL BURC-U HİLÂFETTE PERTEVNİSAR-I ADALET OLABİLSİN.” demek suretiyle; Osmanlı Hanedanının ebedi kalması ve daima hilafet burcunda kalarak, etrafında adalet saçmak için Halife'ye yol gösteriyor, irşad ediyor, diyor ki;

Yıldız Sarayı'nda çöreklenmiş paşaları değiştir. Çünkü onlar, senin Hilafet makamının adına Zebani gibi millete zulüm etmeye halkı ta'zip etmeye alışkındırlar. Onları de'fet... ve yerlerine hakikatli yüksek alimleri yerleştir. Böylelikle Yıldız Sarayı'nı ilim ve irfan, feyz, rahmet ve adalet saçan bir üniversiteye çevir. Bunun yanında ne kadar servet ve iktidarın varsa, milletin kalp hastalığı gibi olan za'af-ı diyaneti ve kafa hastalığı olan cehaleti tedavi etmeye sarf eyle.

İşte bu hakikatli sözlerle Bediüzzaman'ı, Osmanlı Hanedanına -Halifelik itibariyle- karşı ne kadar muhabbetli ve hürmetli ve samimi olduğunu göstermeye kafîdir. Ayrıca yine, paragrafta, hilafeti hakiki ve layık mevkiine yükseltmenin bir amili de dini ilimleri ihya etmeye bağlı olduğunu hatırlatmakla, bir gaye-i hayali olan Medreset-üz Zehra'sını Padişah'a bu suretle yeniden hatırlatmış oluyor. Anlaşılıyor ki Bediüzzaman, Abdülhamid'e istibdat ve zülum isnad etmekten daha ziyade emri altında bulunan paşaların zebani gibi millete zulmettiğini ve istibdat yaptıklarını ifade ediyor. Bu husus tarafımızdan dikkate alınmalıdır. Müstebit ve zalim olan Abdülhamid değil, kraldan fazla kralcı kesilen bir kısım İttihatçı paşalardı.

3- “Şark, ulema ve meşayih ve rüesa efradına Meşrutiyet'e dair telkinatıdır.” başlıklı yazısında Padişah Abdülhamid için şöyle diyor: “...Şimdiye kadar padişaha iktida ettiniz ki; milletin vahşetinden dolayı, tedennî ve inkirazın mahkumu olan kuvvet ve cebri millette isti'mal lüzum gördünüz. Şimdi de PADİŞAH YİNE SİZE İMAMDIR, iktida ediniz ki, o ömr-ü ebediye mazhar olan ma'rifet ve adaleti ile milletini idare edecek. Elhasıl: Efendimiz o kadar haşmetli ağalık kürkünü milletine bağışladı. Siz de o eski ve köhneleşmiş ağalık abasını bir hulle-i adalete tebdil ediniz!...” ifadesiyle Bediüzzaman Hazretleri Padişaha ve hilafet-i İslamiye cihetinden halifeye, şarklı vatandaşlarını, itaate i'tidale, iktidaya davet etmekle beraber; Meşrutiyet dönemi icabatından olan ma'rifet ve akıl yolunda yürümelerini, zulüm, tağallüb ve cebri bırakmalarını, milleti istihdam etmek değil, ona hizmet etmelerini tavsiye ediyor ve Meşrutiyet şerefinin esasını yine Padişah Abdülhamid'e veriyor.

Aynı yazının devamında ise, şöyle diyor: “İstibdadın ma'den ve menbiti olan şeref ve haysiyet ve i'tibari rütbeten istimdat ve milleti istihdam... ve hatır ve tahakküm ve tarafdarî rabıta etmekdir ki; Vahşetin ağalığı budur. Ümmül-ağavat olan Yıldız'da, Ebi-l ağavat olan Sultan Abdülhamid bu ağalıktan vazgeçti. Nerede kaldı başka sivri sinekler!...”(24)

Burada gerçi Bediüzzaman, Şark'taki ağalık ve zorbalığın şeref ve haysiyet cihetiyle milleti istihdam etmeklik şekline vurması içinde, Sultan Abdülhamid'in ismi de bilmünasebe geçmektedir. “Ağaların Babası” şeklinde bir ta'bir vardır... ve gerçekten de Sultan Abdülhamid, bir zamanlar Şark'taki âşairi kendisine, dolayısıyla Osmanlı saltanatına bağlamak maksadıyla büyük aşiret reislerine, kimisine paşalık, kaymakamlık... kimisine binbaşılık vermişti. Neticesinde o aşiret çöl paşalarının çok zulümleri ve vahşetleri vaki' oldu. Fakat bu, Sultan Abdülhamid'in, o zamanki şartlara göre devlet idaresindeki bir siyasetiydi. Yanlış ve hatalı olabilirdi. Ama padişahın, o reislere paşalık ve rütbeler bahşederken, “gidin millete zulmedin, yağma edin” şeklinde bir emri, işareti yoktu ki o suçların tamamı ona yüklensin, O'nun niyeti dağınık, dağ ve derelerde yaşayan o reislere birer rütbe vererek, hükümete karşı itaatlerini temin idi. Ayrıca, Üstad Bediüzzaman aynı yazısında “Sultan Hamid bu ağalıktan vazgeçti” diyerek onu bu suçtan tebrie etmektedir.

4- 31 Mart 1909'da Divan-i Harb-i Örfi'deki müdafaatının Onbirinci cinayetinde, Sultan Abdülhamid'le ilgili kısmında şöyle der: "İstibdatlar umumen sultan-ı mahlûa isnad edildiği halde, onun Zaptiye Nâzırı ile bana verdiği maaş ve ihsan-ı şahanesini kabul etmedim, reddettim. Hatâ ettim. Fakat o hatam, medrese ilmi ile dünya malını isteyenlerin yanlışlarını göstermekle hayır oldu. Aklımı feda ettim, hürriyetimi terk etmedim. O ŞEFKATLİ SULTANA boyun eğmedim. Şahsî menfaatimi terk ettim." Bediüzzaman “İSTİBDATLAR UMUMEN SULTAN-I MAHLÛA İSNAD EDİLDİĞİ HALDE...” sözüyle Jön-Türk hareketinin başladığı zamanlar, başta Namık Kemal, Ziya Paşa ve sonra Mehmet Akif gibi mücahid, edib şairler, hürriyetperverler, Sultan Abdülhamid'e şiddetli hücum ettikleri ve bütün istibdat ve tahakkümleri onun şahsından bilip itiraz ettikleri bir gerçektir. Lakin Üstad Bediüzzaman ise; “...isnad edildiği halde” diyor. Yani gerçek olarak değil, belki o zamanlar öyle telakki ve kabul ediliyordu demek istiyor.. ve “O şefkatli sultana boyun eğmedim” sözüyle Sultan Abdülhamid'in şefkatli, merhametli ve dindar bir insan olduğunu kaydediyor.

Ayrıca da Bediüzzaman Hazretleri o zamanki en heyecanlı nutuk ve makalelerinde hiçbir zaman Sultan Abdülhamid'in şahsiyetine, makamına ve şahsi, insanı ahvaline -sair hürriyetperver mücahidler gibi- hakaretamiz, haysiyet kırıcı sözlerle ilişmemiştir. Hücum etmemiştir. Ancak nasihat tarzında bazı şeyler söylemiştir.

5‑ Meşrutiyet’in i’lânından iki sene sonra, 1910 yılının sonu ve 1911 yılının başında te’lif ve tab’ettirdiği “Münâzârat” isimli eserinde, istibdat ve meşrutiyeti ta’rif ederken, Sultan Abdülhamid’in bahsi münasebetiyle şöyle der:“... Zira sabıkta Padişah kendi yerinde mahbus gibi oturuyordu. Biçare milletin halini anlamıyordu.. Veyahut za’f‑ı kalb ve kuvvet‑i vehm ile anlamak istemiyordu. Yahut mütehevvisane ve mütekeyyifane ve mütekalkıl olan tabiatı anlattırmağa müsait değildi...”(Burada Sultan Abdülhamid’in şahsiyyetine zâhirde bir ta’riz görünmektedir.

Lâkin dikkat edilirse, birkaç ihtimali birden nazara veriyor. En baştaki ihtimal, “kendi yerinde mahpus gibi oturuyordu” ifadesiyle; Mabeyn’deki paşaların aldatmaları veyahut onu bir çeşit ablukaya almalarıyla “Mahbus gibi” yani sağını solunu tam ma’nasıyla haberdar olarak bilmiyordu. Aldığı malumat da “Mabeyn”den geçerek kendisine ulaşmaktaydı.Âhirdeki ihtimal ise; Onun beşerî ve insanî ve fıtrî bazı hallerinden ve za’if olan bazı damarlarından bahsediyor ki; onun beşeriyetine raci’dir.Hilkaten vesveseli, hassas, tereddütlü olabilirdi. Fakat bunlar, onun kötü niyetliliğine, kasdî olarak onları işlediğine delâlet etmez. Bediüzzaman da ahirki zaif ihtimal ile birazcık onun hilkî beşeriyetine ve zaif damarına vuruyor.

6- Hizanlı Şeyh Selim'in Hürriyet hakkındaki: Arapça şiiri ki, “Hürriyet ancak ateşe layıktır. Zira kâfire mahsus bir şiardır.” sözünü sual tarzında Bediüzzaman'a tevcih ettikleri zaman, o da şöyle cevap vermiştir. “O biçare şair, hürriyeti bolşevizm mesleği ve ibaha mezhebi zannetmiş. Haşa! Belki insana karşı hürriyet, Allah'a karşı ubudiyeti intac eder. Hem de çok adamlar görmüşüm, Sultan Hamid'e ahrardan ziyade hücum ediyordu ve derdi: “Hürriyeti ve kanun-i esasiyi otuz sene evvel kabul ettiği için fenadır.” İşte yahu, Sultan Abdülhamid'in mecbur olduğu istibdadını hürriyet zanneden ve Kanun-i Esasi'nin müsemmasız isminden ürken (adamların) sözünde ne kıymet olur. Belki böyle diyenler öyledirler. Hem yirmi senelik İslamiyetin bir fedaisi de demiştir: “Hürriyet, insanlara Allah'ın bir atiyyesidir. Çünkü imanın hasiyetidir.

Görüldüğü üzere Sultan Abdülhamid ile ilgili bölüm: “Çok adamlar görmüşüm, Sultan Abdülhamid'e Ahrar'dan ziyade hücum ederdi ve derdi: “Hürriyeti ve kanun-i Esasiyi otuz sene evvel kabul ettiği için fenadır.” Evet, Bediüzzaman Hazretleri öylesi bahaneci, neyi görse, bilse bilmese ilcay-ı zarureti anlasa anlamasa, inhiraf-ı mizaç sebebiyle itiraz edecek adamlara cevap sadedinde: (22 Aralık 1876'da kabul edilen Kanun-u Esasi için-ki o zaman Belçika anayasasının bazı kısımlarını da içine alan, fakat İslam kanunlarının şümulü içerisinde renklendirilerek hazırlanan bir şeydi) der ki: “Yahu Sultan Abdülhamid'in mecbur olduğu istibdadını hürriyet zanneden ve Kanun-u Esasi'nin müsemmasız isminden ürken (adamların) sözünde ne kıymet olur. Belki öyle diyenler öyledir.” şeklinde itiraz edenlerin, dedikodu yapanların, asıl fena adamlar onlar olduğunu açıkça söylemektedir.

Ayrıca Merhum Sultan Abdülhamid'in kendi saltanatının icraatında bazı şiddet tedbirlerine bir kısım insanlar “İstibdat” diye hücum ederken; bir kısmı da, o istibdat ve şiddeti “Hürriyet” şeklinde kabul ile itirazlarının haksız ve yersiz olduğu ve Sultan Abdülhamid'in, zamanın ilcaatının zaruretine mebni kabul ettiği anayasadan dolayı hücuma müstehak olmadığını açıkça beyan ediyor. Kanun-i Esasi bahsi gelmişken, Hazret-i Üstad Münazarat'ın başka yerinde şöyle der. “Ehl-i İfratın bir kısmı, Araptan sonra İslamiyetin kıvamı olan Etrâkı tadlil ediyorlardı. Hatta bir kısmı o derece tecavüz etti ki: Ehl-i Kanunu tekfir ederdi. Otuz sene evvel (yani 23 Aralık 1876) Kanun-u Esasi ve Hürriyetin i'lanı'nı tekfire delil gösterdi. “Kim Allah'ın indirdiği ahkâm ile hükmetmezse işte onlar tam kâfirdirler. Kim Allah'ın indirdiği ahkâm ile hükmetmezse işte onlar tam zalimdirler.”(26) hüccet ederdi. Biçare bilmezdi ki: “hükmetmezse”nin manası “...kim tasdik etmezse...” manasındadır.

Bediüzzaman'ın bu dini rasihane bilen hakikatli cevabında görüldüğü üzere, o zaman bazı müfrit yarı hocalar ve tekfire meraklı hasta mizaçlılar, hemen bir ayetin zahiri manasına yapışarak, mezkur Anayasayı kabul edenleri, bilhassa işin başındaki Türkleri küfürle ittiham etmişler. Fakat Bediüzzaman Nadire-i Cihan o zaman cevap vermiş ve o biçare müfritlerin yanlış fikirlerini ortaya koymuş ve onları susturmuştur.

7- 22. Lem'a'da, Sultan Abdülhamid'in ismi zikredilmemiş, amma ona karşı söylenmiş bir şiiri bir münasebetle kaydederken şöyle diyor: “Evet, şu hürriyet perdesi altında müthiş bir istibdadı taşıyan şu asrın gaddar yüzüne çarpılmaya layık iken ve halbuki o tokada müstahak olmayan, gayet mühim bir zatın, yanlış olarak yüzüne savrulan kâmilane şu sözün; “Ne mümkin zulm ile, bidad ile imha-yı hürriyet Çalış idrâki kaldır, muktedirsen âdemiyetten” Bu beyan ile Bediüzzaman Hazretleri, Sultan Abdülhamid'i “gayet mühim bir zat” şeklinde tavsif ederek, ona karşı yazılan, söylenen tenkidlerin, hücumların yanlış olduğunu apaçık beyan ediyor.

8- Beşinci Şua risalesinin tetimmesinde zulüm ve istibdad meselesi münasebetiyle şöyle demektedir: “Zannederim asr-ı ahirde İslam ve Türk Hürriyetperverleri bir hiss-i kabl-el vuku' ile bu dehşetli istibdadı hissederek oklar atıp hücum etmişler. Fakat çok aldanıp, yanlış bir hedef ve hata bir cephede hücum göstermişler.” Bu paragrafta Bediüzzaman Said-i Nursi Hazretleri çok açık ve kesin olarak, Sultan Abdülhamid'e atılan itiraz oklarının ve hücumların katiyyetle yanlış ve hata olduğunu söylemektedir. Namık Kemallerin, Mehmet Akiflerin bir hiss-i kabl-el vuku' ile, çok sonra meydana çıkacak bir istibdad ve zulmü hissetmişler, fakat hücum oklarını yanlış bir hedefe atmışlardır, diyor.

9- Birinci Şua risalesi, 29. ayetin “Elif, Lam, Ra. Bir kitap sana indirdik ki, insanları Rablerinin izni ile karanlıklardan nura çıkarasın; doğruca o yüce ve övülmeye layık olanın yoluna ki, bütün izzet ve hamd O'nundur. (O El-Aziz, El-Hamîd'dir.)(27) ” beyanının sonunda “Sultan Abdülaziz ve Sultan Abdülhamid devirlerine işaret ettiğini” kaydeder. Oraya müracaat edebilirsiniz.

10- Sekizinci Şua'nın ahirinde, Hilafet-i İslamiye hakkında gelen hadis-i şerifin mana-yı işarilerini yazarken “Benden sonra hilafet 30 senedir.” cifri ve ebcedi hesabıyla Hicri 1328, Rumi 1326 (Miladi 1909) ederek hilafet-i İslamiye'nin sona erdiğine işaret ettiğini, ayrıca İslamiyetin ilk dört halifeleri Hz. Ebubekir, Ömer, Osman ve Ali ( R.Anhüm) isimlerinin beraberce ebcedi makamı yine 1326 Rumi (Miladi1909) ederek Hilafet-i Osmaniye'nin sona ereceğine ve bu tarihten sonra, artık Hilafetin şeraitine muvafık tarzda takarrur etmediğine ve etmeyeceğine işaret ettiğini kaydetmekle, Sultan Abdülhamit'in İslamın son halifesi olduğuna işaret etmektedir.(28)

11- “Hilafet-i Abbasiye, Hülâgu'nun hücumuyla hâtime verildi. Üç-dört asır zaman-ı fetretten sonra "Allah onların yerine öyle bir topluluk getirir ki, Allah onları sever, onlar da Allah’ı sever."(29) âyetinin sırrına mazhar olan Osmanlı âdil padişahları hadis-i şerifteki istikâmeti yerine getirmeye çalıştıklarından hadîsin hükmüyle ümmet için bin sene hilafet-i İslâmiyeyi ve şer’i şerif üzerinde giden hükümetin idamesine vasıta oldular.” diyor.(30)

12
- 1952 senesinde İstanbul'da Nur talebesi bir muallimin zihnini meşgul eden, Üstad Bediüzzaman hazretlerinin İkinci Meşrutiyet sıralarında, Sultan Abdülhamit ile macerasını ve Üstad'ın o sıra neşretmiş olduğu nutuk ve makalelerindeki bazı ifadelerini, sair hürriyetperverler gibi Bediüzzaman'ın da bir itirazı, bir hücumu manasında anlaması üzerine: “Üstad Bediüzzaman Said-i Nursi Hazretleri bu konuda talebelerine bir yazının ana hatlarını dikte ettirmiş ve bir lahika olarak o zamanlar hem eski harfle hem de yeni harfle teksir ettirerek neşrettirmişti. O mektubu aynen buraya alıyoruz.

“Bir muallim kardeşimiz Sultan Hamidin hakkında Üstadımızın Hürriyet başında söylediği nutuklarda Sultan Hamide hücum zannetmiş…Ve o kıymettar padişahın kıymetini takdir etmemiş gibi bir şübhe gelmiş. Elcevab: Biz Üstadımızdan aldığımız hakikat-ı Hal ile cevab veriyoruz: Evvela: Üstadımızın bütün hayatındaki birinci düsturu Kur’an-ı Hakimin bir Kanun-u Esasisidir ki ‘Bir adamın cinayetiyle başkası mes’ul olamaz. Kaide-i Kur’aniyesi ile o Padişahın zamanındaki hukümetin hataları ona verilmez diye daima hayatında ona hüsn-ü zan etmiş. Onun ba’azı zaman mecburiyetle ettiği kusurları da onun mu’arızlarına karşı da te’vile çalışmış. Saniyen: Üstadımız Hürriyetin başında bütün kuvvetiyle şeriat dairesindeki Hürriyet-i Şer’iyyeyi sena etmiş. Nutukları ile halkı o hürriyete da’vet etmiş.

Ve Hürriyet-i Şer’iyyeye muhalif olanlara demiş ki: “Eğer şeri’at dairesinde olmazsa istibdat namı verdiğiniz bir şahsın mecburi cüz’i ve hafif istibdatı pek şiddetli bir istibdat-ı külli olup inkısam edecek, herkes bir nev’i müstebit olur, İstibdat-ı Mutlak çıkar, binler istibdad hükmüne dönecek ya’ni; hürriyet ölecek... bir İstibdat-ı Mutlak çıkacak… Hatta bu mes’elede, Üstadımızı i’dam için kurulan Divan-ı Harb-i Örfi'de demiş ki: “Eğer meşrutiyet ittihatcıların istibdadından i’baret ise veya hilaf-ı şeri’at hareket ise bütün dünya şahid olsun ki ben mürtec’iyim.”

Salisen: Üstadımız o zamanda bir his-si kablel vuku’ nev’inden, şimdiki ‘Alem-i İslamın ecnebi istibdadından kurtulması ve bir Cemahir-i Müttefika-ı İslamiye tarzında tezahüre başlamasını tasavvur etmiş, ümid etmiş, hissetmiş ve bütün kuvvetiyle bağırmış. Hürriyet-i Şer’iyyeyi takdir etmiş.

O zamanki hitabelerinde demiş ki: “Hürriyet, terbiye-i islamiye ile olmazsa, ölecek, bir istibdat-ı mutlak yerine çıkacak.” Rabi’an: Üstadımızdan hem işitmiş, hem halinden anlamışız ki ecnebilerin şiddetli desise ve kuvvetlerine karşı gösterdiği sebat ve metanet, hususan Alem-i İslamın kısm-ı azamının halifesi olmak, hem biçare vilayet-i şarkiyenin bedevi aşairini ’Hamidiye Alayları’ ile en yüksek bir derece-i askeriyeye ve medeniyeye onları sevk etmesi, ve Hamidiye Cami’inde her cum’a günü bulunması ve şe’air-i islamiyeyi elden geldiği kadar müra’at etmesi, daima Yıldız dairesinde ma’nevi üstadı kabul ettiği bir şeyhi var olduğu gibi çok hasenatı için Üstadımız, bütün hayatında onu padişahlar içinde bir nevi veli hükmüne geçtiğini kana’at etmiştir.

Hamisen: İnsan hatasız olmaz. Eğer onun hakkında o zaman nutuklarında bir mecburiyet tahtında onun hakkında şiddetli hataları olsa da, elbette o hatanın hiç bir ehemmiyeti kalmaz. Hem ‘Aşere-i Mübeşşire` içinde `Hazret-i Ali ile Hazret-i Talha ve Zübeyir’in birbiri hakkındaki hataları onların hakikat-ı islamiyeye dair uhuvvetlerine zarar vermediği gibi, elli sene evvel Üstadımızın o merhum padişahın hakkında bir hatası medar-ı i’tiraz olamaz."(31)

Görüldüğü üzere, bu lahika mektubunda beş vecihle merhum Sultan Abdülhamid tebrie ediliyor. Ve onun hasenatı seyyiatına mutlak şekilde galip olduğundan ma'nevi makamı, derecesi yüksek olduğunu ve Bediüzzaman Hazretleri diğer hürriyetperverden çok derece hafif, nasihat kabilinden bazı itirazlarını da kendi üzerine alıyor ve Padişah'ı layık olduğu nispette medhediyor.(32)

RİVAYETLER Yukarıda yazılı vesika ve belgeler dışında, bir de bizzât Bediüzzaman Hazretleri’nin son on senelik hayatının en yakın talebe ve hizmetkârlarından duyduğumuz bir iki rivayeti daha kaydedelim:

13‑ Mustafa Sungur ağabeyden bir çok defa duymuşuz ki: Üstâd Hazretleri Sultan Abdülhamid hakkında eskiden itirazvarî ba’zı makaleleri için, bir defasında şöyle buyurmuşlardı, eliyle mübarek başına vurarak: “Keçeli Said, sen şefkatli bir Padişah’a müstebit diye itiraz etmiştin. Onun cezası olarak şu dehşetli istibdatların zulmünü çek!”2‑

Yine Mustafa Sungur nakletti: Bir gün Üstâdımız merhum Sultan Abdülhamid hakkında demişti ki: “Sultan Abdülhamid velidir. Ben onu hususi dualarım içine almışım. “Her sabah, ya Rabbi sen Sultan Abdülhamid Han ve Sultan Vahidüddin ve Hanedan‑ı Osmaniye’den râzı ol!” diye dualarımda yadederim” demişlerdi.

Bediüzzamanın hizmetkârlarından Bayram Yüksel de aynı rivayetleri nakletmektedir. (Bak: Son şahitler‑1, s: 379‑455)

İşte mevzuumuzun başından buraya kadar, gerek yazılı gerek rivayet yollu ifade ve beyânların mecmuundan çıkan netice şudur ki:

Bediüzzaman Said‑i Nursi Hazretleri eskiden 2’nci Meşrutiyyet’in i’lânından evvel ve sonrasında, Hürriyet‑i şer’iyenin gerçek mânâda Osmanlı devleti idaresinde yerleştirilmesini.. ve bu meyanda Hilâfet Saltanatı’nın idaresini, bir kaç paşanın fikir ve tedbiriyle değil, büyük bir millet meclisi ve onun yanında geniş ve büyük bir şûra meclisi tarafından kararlar altına alınmasını istemiş ve bu yolda mücadele vermiştir. Bu mücadeleleri esnasında, bazen bilmünasebe ve dolayısıyla Sultan Abdülhamid’e karşı da i’tirazvari veya nasihat şeklinde sözleri varid olmuştur.

Lâkin Bediüzzaman’ın bu kabil sözleri ise, bir İslâm Halifesinden bazı hizmetlerin yapılmasını taleb ve bazı nasihat şeklinden ibaret olduğu, yukarıda nakledilen yazılı ifadelerinden açıkça anlaşılmaktadır. Başkaca herhangi bir itiraz, şahsiyyetine bir hücum tarzı yoktur

Vesselam

Musaffal Tarihçe 1. Cilt Abdülkadir BADILLI (ruhuna fatiha )

Dipnotlar:




23- Abdülhamid'in Hatıra Defteri, 2. Baskı S: 119

24- Bediüzzaman Said Nursi, İçtimai dersler shf: 33

25- Bediüzzaman Said Nursi - Beyanat ve Tenvirler shf:49 26- Maide: 44-45

27- İbrahim: 1-2

28- Bediüzzaman Said Nursi – Sikke-i Tasdik-i Gaybi shf: 115

29- Maide: 54

30- Bediüzzaman Said Nursi – Lem'alar shf: 201

31- Müntehap dosya, shf: 56, Üstadımızın hizmetinde bulunan Nur talebeleri

32- Bediüzzaman Said-i Nursî Mufassal Tarihçe-i Hayatı c:1 shf: 179

33- Necmeddin Şahiner – Son şahitler c:1 shf: 379-455

Devamını Oku »

Osmanlıdan Kalan Herşeye Düşmanlık

Osmanlıdan Kalan Herşeye Düşmanlık Önlenemez Hâl Alıyor

Osmanlıdan Kalan Herşeye Düşmanlık Önlenemez Hâl Alıyor

Prof. Dr. Halit Çal; "Türkiye Cumhuriyeti Devri Taşınmaz Eski Eser Tahribatı ve Sebepleri konulu tebliğinde, taşınmaz eski eser tahribatının kültürel nedenlerini şöyle izah etmektedir:

Cumhuriyet idaresinin yeni bir rejimle beraber yeni bir Türk Kül­türü de yaratmak istediği herkes tarafından kabul edilen bir husustur.Ziya Gökalp'in Türkçü fikirlerinden de etkilenerek Atatürk zamanındabu kültürün kaynağı önce Orta Asya'da arandı. Yüzyıllardır savaşmak­tan yorgun düşmüş Anadolu insanına yeni bir dinamizm kazandırma isteği, geçmişte başarılan büyük işlerin yine bu millet tarafından ger­çekleştirilebileceği fikrini canlandırmaya, yönelmekteydi. Güneş Dil Teorisi ve eski Anadolu medeniyetlerini yaratanların Türk olduğu düşün­cesi gibi büyük iddialar ortaya atılmıştı. Atatürk'ün bizzat ilgilenerek büyük bir gelişme yapmasını sağladığı kazıların temelinde bu düşünce yatmaktadır. Nitekim devrin yayınlarında da Hititler'in öz be öz Türk oldukları kabul edilmektedir . O devri yaşayan Remzi Oğuz Arık da Türk arkeolojisinin temelinde Türk milliyetçiliği ruhunun yattığını ifade etmektedir.Tabiatıyla sahip çıkılmak istenen bu büyük mirasın içinde, yerine henüz geçtikleri Osmanlının payı yoktu .

Herhangi bir ülkedeki bir rejimin yerini aldığı rejim ile bağlarını koparmak istemesi normaldir.Ancak özellikle taşra idarecilerinde bu kopma çok yanlış anlaşılmış ve iş, imar hevesiyle de birleşerek Osmanlıdan kalan her şeye düşmanlık havasına sokulmuştur. I. Dünya Savaşında bilhassa Çanakkale savaşın­da Türk aydının büyük kısmı şehit düşmüştür. Cumhuriyet rejimi buyüzden nispeten eğitim seviyesi daha düşük bir kesim ile işe başlamak durumunda kalmıştır. Bunun da etkisiyle Osmanlı düşmanlığı konusun­da kraldan çok kralcı kesilen taşradaki bir kısım idareciler çok büyük olduğu ifade edilen bir tahribat kampanyasına giriştiler.

Hükümet ancak Atatürk'ün 1933 yılında bu eserlerin korunması hakkındaki Konya'dan çektiği telgraftan sonra bu işle ilgilenmeye başlamıştır.31.1.1934 tarih ve 6 / 370 sayılı Başvekalet genelgesiyle, imar hevesi yüzünden eski eserlerin yıktırıldığının görüldüğü belirtilerek, bundan sonra Maarif Vekaleti'ne sorulmadan hiç bir eserin yıktırılmaması isten­miştir .3.10.1935 gün ve 6/ 5548 sayılı Başvekalet genelgesiyle, illerde ida­recilerin ve belediye başkanlarının vakıf eserleri haraptır diye çabucak yıktıklarının öğrenildiği, bu hareketi yapanların ağır mesuliyet altına girecekleri belirtilmiştir .

Ancak bu tehditkâr genelge bile taşradaki idarecileri durduramamış olmalıdır ki Başvekaletin 10.4.1936 tarihli bir genelgesi ile askerler tarafından kullanılırken eski eser niteliği taşı­dıkları için Milli Savunma Bakanlığından alınan fakat bu defa Valili konayı ile Ziraat Bankasına buğday ambarı yapılmak üzere verilen Diyar­bakır Hüsreviye ve Behramiye Camilerinin boşaltılması ve Vakıflar Ge­nel Müdürlüğü'nün onayı alınmadan vakıf eserlerin ve diğer idarelere ait eserlerin amaçları dışında kullanamamaları son defa istenilir .Son olarak 12.3.1940 tarihli Başbakanlık genelgesiyle İmar Yapı ve Yollar Kanunu'na dayanarak belediyelerin vakıf eserlerin arsalarını parasız istimlak ettikleri, bazı belediyelerce de arsasını istimlâk etmekiçin önce üzerindeki sağlam binayı haraptır diye yıktıklarının görüldü­ğü, bu gibi emrivakilere meydan verilmemesi bildirilir .idarecilerin anlayışına bir örnek olarak tuğra ve kitabelerin başına gelenler gösterilebilir.

Bir Başbakanlık genelgesiyle, üzerindeki Osmanlı saltanat alameti olan tuğra ve kitabelerin sökülmesinden sonra bu bina­ların kullanılabileceği belirtilip, eğer bunların sökülmesi binaya zarar verir ise üzerlerinin sıvanması veya herhangi bir şeyle kapatılması iste­nir, îşgüzar idarecilerimiz bu genelgeyi alınca kitabeyi veya tuğrayı ta­mamen kazıyarak meseleyi kökten halletmişlerdir. Bizim Safranbolueski hükümet konağında bizzat gördüğümüz uygulamanın pek çok ör­nekleri olduğu bilinmektedir.

İncelediğim olası tüm makaleler, eserlerdeki kayıtlar, bu millî »rezalet yasasının meydana getirdiği yıkıntıdan şikayette yakınmakta, feryat etmekte, ancak dünyada benzeri bulunmayan bu felaketin planlayıcısının adından ve kim olduğundan sadece bir tebliğde bahsedilmektedir.

Ayrıca üzerinden bunca sene geçmiş olmasına rağmen, eleştiriler hep yakınma düzeyinde kalmış, icraata geçilerek tahrip edilmiş Osmanlı devlet armalarının, tuğraların ve kitâbelerin onarılması gibi bir teşebbüs de benim tespit edebildiğim kadarıyla - Kapalıçarşı Nuruosmaniye kapısı üstündeki Sâmi Efendiye ait tamir kitâbesi ve Bâbıâli'nin tuğralarının TTOK tarafından yeniden yaptırılması dışında- görülmemiştir

Haliyle artık yakınmalar bitirilerek, tahrip edilmiş olan Osmanlı devlet armaları, tuğraları ve kitâbeleri aslına uygun şekilde işlenerek yerlerine konulmalı, örtülmüş olanlar onarılarak gün ışığına çıkartılmalı ve bu ayıp tarihin sayfalarına gömülmelidir.

1057 sayılı kanunla gelen kültür ve tarih tahribatı bir makale hudutları içinde kalabilirdi ve amaç bunca ayrıntılara girilmeden anlatılabilirdi. Ancak o zamanki imkanları ve imkansızlıkları belgeleriyle ortaya koymak, yeni bir devletin ortaya çıkışı sırasındaki gerçeklerden örnekler vermek, nedenleri kıyaslamak açısından gereklidir.

Bu bakımdan bir eleştiri meraklısının ortaya çıkıp söz, "gereksiz şekilde uzatılmış” demesine karşın, neden bunca emeğin sar-fedildiğini insaf ile anlasın isterim!

 

EK;Tahribatın Boyutları

Cumhuriyet Devrinde eski eser tahribi ve yıkımı konusundan ya­yınlarda epeyce bahsedilmektedir. Ancak bunlardan sadece dört tanesibazıları belli bir zaman dilimini ele almakla birlikte- konuyu toplu ola­rak ele almakta ve somut örnekler vermektedir. Biz bu dört yayını ve Osmanlı Devletinin Yavuz Sultan Selim devri sonuna kadar bütün eser­lerini toplu olarak ele alan E.H. Ayverdi ve A. Yüksel'in eserlerini ta­radık, mükerrer olanlarını eledik ve bir eski eser tahribi ve yıkımı lis­tesi oluşturmaya çalıştık.

Şüphesiz tek tek bütün yayınların taranmasıyla daha sağlıklı bir liste oluşturulabilir. Ancak zaman darlığı yüzün­den ve tahribatın büyük kısmı taradığımız eserlerde olduğu için bu ay-rıntılı çalışma yapılamamıştır. Bu listenin yanı sıra bir de Eski Eserler ve Müzeler Genel Müdürlüğü (EEMGM) Anıtlar Şubesi arşivi tamamen taranmış ve yayınlarda bulunmayan örnekler bir üste halinde hazırlan­mıştır. Ayrıca arşivden kötü restorasyon yüzünden zarar gören eserlere ait bilgiler de toplanmıştır.Yayınlardan elde edilen liste şöyledir:

Kaynaklardan Tespit Edilebilen Eski Eser Yıkım ve TahriplerininYdlara Göre Dökümü:


1922 yılında 1 mektep -yıkım-1 2 ,

1923 yılında iki hamam -yıkım-1 31930'da 1 hamam -yıkım-1 4 ,

1932'de 2 hamam -yıkım-1 5 ,

1934'de 1 medrese -yıkım-1 6 ,

1937'de 2 cami, 1 saray tiyatrosu, İ saray ahırı-yıkım-1 7 ,

1938'de 1 cami ihata duvarı -tahrip-1 8 ,

1940'da 2 cami, 1 medrese -yıkım-1 9 ,

1941'de 2 cami -yıkım-, 1 cami -tahribat-20,

1942'de 1 cami -yıkım-2 1 ,

1943'de 1 mescit yıkım-2 2 ,

1944'de 1 cami, 1 hamam-yıkım-2 3 ,

1948'de 1 saray -tahrip-2 4 ,

1949'da 1 mescit -yıkım-2 5 ,

1950'de 2 cami -yıkım-2 6 ,

1953'de 1 cami, 1 külliye -tahrip-2 7 ,

1956'da 5 cami,5 mescit, 3 türbe, 2 kabir, 1 kışla, 1 çarşı, 2 zaviye, 2 sebil, 2 dergâh, Vesaire", ,

1957'de 5 mescit, 3 cami, 1 cami haziresi, 1 camimeşrutası, 5 çeşme, 2 sebil, 1 su terazisi, 1 karakol, 3 hamam, 2 medrese,1 medrese haziresi, 1 tekke, 2 mezar, 1 kütüphane, 1 mektep. 1 mektephaznesi, 1 Uman, 1 hazire -yıkım-, 1 cami, 1 sebil, 1 kütüphane, 2 han,1 idari yapı -tahrip-29 ,

1958'de 5 cami, 1 türbe, 1 mescit, 1 mektep, 1kışla -yıkım-, 1 cami, 1 sur, 1 sebil, -tahrip-3 0 ,

1959'da 1 cami -tahrip-3 1 ,

1960'da 1 cami -tahrip-3 2 ,

1962'de 1 han -yıkım-3 3 ,

1964'de 1 türbe -tah­rip-3 4 ,

1965'de 1 çeşme -tahrip-3 5 ,

1968'de 1 mescit, 1 han -yıkım-3 6 .

Bunlardan başka 4 cami, 1 mescit, 4 hamam, 2 türbe, 1 imaret 1 kütüphane, 1 idari yapı, 4 tekke, 2 medrese, 10 çeşme yıkımının; 1 mescit, 1 tekke, 1 cami, 1 hamam tahribinin tarihi tespit edilememiştir.

Bu döküm sonucunda 123 eserin yıkıldığı, 21 eserin ise tahrip edil­diği anlaşılmaktadır. Bunlardan başka Vakıflar Genel Müdürlüğü'nünde ilk yıllarda eski eser niteliği taşıyan çok sayıda vakıf eseri haraptırdiye ya kendisini ya da arsasını şahıslara sattığı bilinmektedir. Aşağıda sadece Edirne için vereceğimiz rakamlar ürkütücüdür ve meselenin bü­yüklüğünü ortaya koymaktadır

Satılan Cami: 37 Enkazı Satılan Cami: 6 Avlu Duvarının Taşları Satılan Cami colonthree ifade simgesi Minaresi Satılan Cami:1 Pencere Çerçeveleri Satılan Cami: 1 Arsası Satılan Cami

Satılan Mescitler: 15 Enkazı Satılan Mescit: 2

Avlu Duvar Taşları Satılan Mescit:1

Arsası Satılan Mescit:7

Satılan Tekke: 11

Enkazı Satılan Tekke:1

Arsası Satılan Tekke:1

Satılan Türbe:1

Satılan Su Haznesi:1 Yok Edilen Cami:3

Yok Edilen Mescit: 2

Yok Edilen Türbe:4

Yok Edilen Mektep:1

Yok Edilen Mezarlık: 56

Kaynaklar;

Vakıflar Dergisi, 8. Sayı, 328-334. s.; S. Eyice., "İstanbul'un Ortadan Kalkan Bazı Tarihi Eserleri", Tarih Dergisi, 26. S., 129-164. s.; S. Eyice., "İstanbul'un Ortadan Kalkan Bazı Tarihi Eserleri", Tarih Dergisi, 27. Sayı, 133-178. s.12- B. Ünsal., a.g.m., 10. s.13- S. Eyice., a.g.m., 163. s. S. Eyice'nin ikisi de Tarih Dergisinde yayınlanan iki makale­sinden 26. Sayıdaki a.g.m. I, 27. Sayıdaki makale a.g.m. II olarak kullanılacaktır.14- E.H. Ayverdi., Osmanlı Mimarisinin İlk Devri, 207 s.15- E.H. Ayverdi., Osmanlı Mimarisinde Fatih Devri, 3. C. 132. s.; A. Yüksel., OsmanlıMimarisinde I I . Bayezid ve Yavuz Selim Devri, 82. s.16- E.H. Ayverdi., Osmanlı Mimarisinde Çelebi ve I I . Murat Devri, 118. ».17- S. Eyice., a.g.m. I, 133, 135. s.; B. Ünsal., a.g.m., 57. s.18- B. Ünsal., a.g.m., 42. s.19- E.H. Ayverdi.,'Osmanlı Mimarisinde Fatih Devri, 4. C. 887.s., Osmanlı Mimarisinin İlkDevri, 549. s.20- S. Eyice., a.g.m., I, 147. s.; B. Unsal., a.g.m., 26. s.21- S. Eyice., a.g.m., .26. sayı, 133. s.22- B. Ünsal., a.g.m., 24. s.23- E.H. Ayverdi., Osmanlı Mimarisinde Fatih Devri, 4. C. 591. s.24- B. Ünsal., a.g.m.,25- E.H. Ayverdi., Osmanlı Mimarisinin İlk Devri, 398. s.26- E.H. Ayverdi., Osmanlı Mimarisinde Fatih Devri, 3. C. 341. e.; B. Ünsal., a.g.m. 11. s.27- B. Ünsal., a.g.m., 11, 37. s. 356 HALİT 1 çeşme -yıkım-2 8
21 28- E.H. Ayverdi., Osmanlı Mimarisinde Fatih Devri, 3. C. 321, 410, 481, 500, 515. s.; 4.C. 548, 554, 662, 757, 762. s.; F. Ayanoğlu., a.g.m., 329-334. s.29- E.H. Ayverdi.,.Osmanlı Mimarisinde Fatih Devri, 3. C. 412,474. s.; A. Yüksel., a.g.e.,224, 431. S.: B. ünsal., a.g.m., 10. 13, 17, 18, 27, 30, 31, 37, 40, 50, 51, 52, 54, 55,57,60. s.30- B. Ünsal., a.g.m., 18-49. s.31- F. Ayanoğlu., a.g.m.32- A. Yüksel., a.g.e.; 249. s.33- E.H. Ayverdi., Osmanlı Mimarisinde Fatih Devri, 4. C. 590. s.34- B. Ünsal., a.g.m.35- B. Ünsal., a.g.m.36- B. Ünsal., a.g.m.37- E.H. Ayverdi., Osmanlı Mimarisinin İlk Devri, 303, 461. s.; Osmanlı Mimarisinde FatihDevri, 3. C. 48. s.; F. Ayanoğlu., a.g.m., 332. s.; B. Ünsal., a.g.m., 12-46. s..38- R.M. Meriç., "Edirne'nin Tarihi Ve Mimari Eserleri Hakkında", Türk Sanatı TarihiAraştırma Ve İncelemeleri, I. C. 439-536. s.

[5]
Devamını Oku »

Rasim Özdenören'in 'İki Dünya' Adlı Eserinden Alıntılar



İslam, ulaşılmaz bir hedef gibi telakki ediliyorsa, bilinmeli ki, bunun sebebi, insanların kendilerine yeteri kadar zaman (sabır) tanımamış olmasından ileri geliyor. Sosyal/siyasal şartlara tekabül etmek üzere ileri sürülen mantık kurgusu paradoksal bir açmaz olarak ileri sürülse bile, İslam'ın, yaşanılan gerçeğin içinden fışkıracağı unutulmamalıdır.

Fakat yazık ki, çoğu kez, hepimiz aynı unutuş içine düşüyoruz. Ülkenin "kurgusal gerçeği" ile onun "fiilî gerçeğini" birbirine karıştırdığımızda, önümüzde aşılmaz görünen engellerle karşılaşıyoruz. Bu aşılmaz engelleri de önümüze bizzat kendimizin koyduğunu hatırlamıyoruz. Kendi icadımız olan kurgusal gerçeğe, ülkenin, kendiliğinden, zorunlu ve nesnel gerçeği imiş gibi muamelede bulunuyoruz.

Meselâ şimdi hâlihazırda, Türkiye'nin çevresinde (Balkanlarda, Kafkaslarda, Orta Doğu'da) olup biten olaylar karşısında fiilî gerçek Türkiye den Osmanlı ruhu müdahale etmesini dayatıyor. Oysa Türkiye, bütün bu olup bitenlere seyirci kalmayı tercih ediyor. Çünkü onun kendisine biçtiği "ulus devlet" rolü böyle bir tercihte bulunmasını telkin ediyor; hatta belki zorluyor. "Osmanlı ruhu" derken kastettiğimiz husus, doğrudan, bu devletin temel muharrik unsuru olan İslâmî telakki tarzıdır.

Bu telakki tarzına göre, nerede bir Müslüman yaşıyorsa, orası İslam'ın olağan ülkesidir; dolayısıyla orada yaşayan Müslümanların uğradığı felaket karşısında Müslümanların başta elleriyle, sonra dilleriyle müdahale etmesi; bu tür müdahaleler mümkün olmuyorsa kalbinden buğz etmesi İslam'ın, Müslümanlar için öngördüğü kademeli iman işaretleri olarak öngörülmüştür. Oysa "ulus devlet" formunu benimsemiş bir ülke için, dinin öngörüleri değil; fakat göz önünde bulundurulan "kurgusal gerçekler" önem kazanmaktadır. Halbuki aslında, feraset ve basiret sahibi bir siyaset adamı için, İslam'ın öngörüsü, sadece içinde yaşanılan ülkenin değil, aynı zamanda bütün Müslümanların, dolayısıyla bütün İslam âleminin de çıkarlarını sağlayacak niteliktedir.

Sözü geçen kurgusal gerçek (yani "ulus devlet" formu), bu ülkede yaşayan insanların, gerçek misak-ı millî alanının hangi sınırlardan geçtiğini de unutturmuştur. 1923'te Lozan'da Türkiye'ye dayatılan sınırlar, günümüz Türkiyesi için ideal sayılmaya başlanmıştır. Oysa olaya dışardan ve meselâ Bosna-Hersek'ten bakanlar için durum hiç de böyle görünmüyor: Onlar, Türkiye'nin Batı sınırının Bosna-Hersek'ten başladığını görüyor ve doğal durumun da öyle olduğuna içtenlikte inanıyorlar. Aynı olay, Kafkasya için de geçerlidir. Lozan müzakerelerinin başladığı tarihte, Musul ve Kerkük zaten müzakereci tarafların tümü için Türkiye'nin sınırlan içinde telakki ediliyordu. Ancak Türkiye heyetinin beceriksizliği yüzünden bu topraklar şimdiki sınırların dışında bırakıldı.

Dış politika sorunları karşısında kendi "kurgusal gerçeğini" "fiilî gerçeğin" önüne koyan Türkiye, iç po-litikada da, aynı uygulamayı yürütmektedir. Laiklikten devletçiliğe, halkçılıktan devrimciliğe kadar, ülke insanının önüne sürülen tepeden inmeci görüşler, kendi azınlık taraftarlarına himaye sağlarken, halk çoğunluğuna karşı uyguladığı şiddet ve terör yöntemiyle sadece işkence ve ölüm sunabilmiştir.

Aslında "ulus devlet' adıyla ortaya çıkartılan kurgusal gerçeği Türkiye ile sınırlandırırsak sanırım haksızlık etmiş oluruz. Aynı kurgusal gerçek, ulus devlet formunu benimseyen bütün ülkeler için geçerlidir. Ulus devlet formu, Batı ülkelerinin süregelen gelişim çizgisine belki uygun düşüyordu, hatta belki İktisadî gelişim çizgisinin doğal uzantısı olarak ortaya çıkmış bulunuyordu. Çünkü önünde sonunda, ulusal sanayinin, yabancı sanayiler karşısında korunması söz konusuydu.

Buna rağmen ulus devlet formunun bir kurgusal gerçek olarak ortaya çıkartılması, öteki toplumsal alanlarda da başka gerçekliklerin kurgusal bir nitelik kazanmasına yol açmıştır. Şöyle ki, temel nitelikleri kutsal metinlere referansta bulunmaları hasebiyle kutsallık taşıyan hak, adalet, kardeşlik, eşitlik gibi kavramlar, ulus devlet formu içinde kutsal niteliklerini yitirmiş, seküler hale dönüşmüşlerdir. Böylece sözü geçen kavramlar, yeni değerler skalasında bizatihi taşıdıkları değere göre değil, fakat ulusal ve uluslararası alanda sağladıkları çıkara göre bir anlam taşımaya başlamıştır.

Böylece ulusal devlet formunun ortaya çıkardığı "ulusal çıkar" kavramı, adı geçen çıkarı sağlama adına işlenen adaletsizliklerin mazeretini oluşturmaya yaramıştır. Çıkarın varsa adaletsiz davranmak, uluslararası bir ilke haline getirilmiştir. Bu ilke de, elbette, güçlü olanların yararına ve çıkarına işlemiştir. Sömürgeciliğin meşruiyet silahı olarak kullanılan bu ilke, hâlihazırdaki uluslararası ilişkilerde de, güçlü olanların zayıflar karşısındaki silahı haline gelmiştir.

-------------------

Niyet ne kadar iyi olursa olsun, Batı'dan getirilen modellerden şifa beklemek boş bir umut olur. Çünkü Batı'nın, geri bıraktırdığı ülkeler için reçeteleri hazırdır, modelleri hazırdır, eğer bu hususta ona bel bağlamışsanız, onun hazırladığı modellerden herhangi birini seçeceksiniz demektir, yani gene aynı kısır döngüye düşeceksiniz demektir. Bu yüzden ne Ziya Gökalp'm garip teslisinin (Türkleşmek, İslamlaşmak, Garplılaşmak), ne Peyami Safa'nın Batı'nın mistik düzeye ulaşmış olan çağdaş ilimlerini alalım, materyalizmi bırakalım demesinin, ne Mümtaz Turhan'ın Batı'nın İlmî zihniyetini benimseyelim demesinin başarı şansı vardır. Ne de, örneğin İskandinav ülkelerinde model aramak çıkar yoldur.

Bunların hepsi sonuçta aynı kapıya varıp dayanıyor: bunların hepsi, kısır döngünün belirli duraklarından başka bir anlam taşımıyor. Sosyalizmi, Batılılaşma yolunda ileri sürülen modellerden bir model olarak kabul ettiğimiz için ayrıca anmaya gerek görmüyoruz. Batılılaşma yolunda, en muhafazakârından en radikaline kadar ileri sürülen bütün fikirlerin varacağı son, Batı'nın hazırladığı dilemmaya düşmek olacaktır.

Fakat acaba rejimin aydını nasıl görüyor durumu? Batılılaşmanın başarısızlığa düştüğünü kabul etmekle beraber, bu sonuçtan, o da birilerini sorumlu kılmak istiyor. Birilerini itham edip duruyor. Fakat onun itham ettiği, Batı'nın kendisi değil hâliyle, bir başkası. Düzenin aydım, halkı itham ediyor. Başarısızlığın sorumlusu halktır diyor.

------------------------

'Olaylara tarihin perspektifinden bakmadıkça çok aldatıcı görüntülerle karşılaşmamız mümkündür. Dış şartlar ne kadar değişmiş görünürse görünsün, gerçekte, bu şartları doğuran öz, özellikle Türkiye için hep aynı mahiyette kalmıştır. Türkiye'nin Avrupa'ya (daha geniş anlamıyla Batı'ya) yaranmak için iç ve dış siyaset alanında takındığı tavır, dünün Jöntürk'ü ile bu gününün Babası veya sosyalisti arasındaki temel benzerlik, taşıdığı öz balonundan değişmemiştir.

Şimdi denecek ki, mevcut dış şartlar değişmediğine göre, demek ki, Türkiye'nin mevcut politikasını yürütmesinde zorunluluk vardır. Batının baskısına karşı koyamıyorsak hiç olmazsa mevcut durumu koruma adına bu pasif politikayı yürütmek zorundayız, aksi halde başımıza dert açabiliriz. Bu, statükocu zihniyete mahsus bir görüştür. Ve Türk iç ve dış politikası, yüzelli yıldır, Sultan II. Abdülhamit dışında, hep bu zihniyetteki statükocu politikacıların inisiyatifinde kalmıştır. Adı, devrimle, devrimcilikle mütearife haline gelenler bile, makro seviyede değerlendirildiğinde, aslında Batı karşısında durumu korumaya çalışan tipik statükocular olarak belirirler. İçerde, devrim adına girişilen eylemler, gerçekte, statükoyu koruma adına, dış baskılara karşı verilen tavizden başka anlam taşımadı.

------------------

Evet, Türkiye açık bir manda yönetimi altına alınmamıştır. Fakat kendi uygarlığımızı farkına varmadan ve bilinçsizce inkâr etmeye başlamamızın kalkış noktası olan Tanzimat, Batılı devletlerin bir zorlaması değil midir? Ekonomik kaynaklarımızın kendi döl yatağımızda bir cenin-i sakıt haline getirilmesi bu uygulamanın eseri değil midir? Evet, biz manda yönetimine alınmadık, fakat manda yönetimine alınan ülkeler bizim değil miydi? Ve o ülkelerden elimizde kala kala bir Türkiye Cumhuriyeti kalmadı mı? Evet, mandayla yönetilmedik biz. Ama yönetilseydik acaba bugün karşımıza daha farklı bir Türkiye manzarası mı çıkardı?

Doğrudur, manda yönetiminde toprak ilhak edilmiyor, uygarlıklar işgal ediliyor.
Devamını Oku »

'Batıya Benzemeye Çalışma' Hakkında



Batı toplumunun normlarına göre, davranışını, tutumunu, tavrını, hatta edasını biçimlendiren insan, gide gide, her yanıyla Batı insanına benzeyen, onunla özdeşleşmiş bir iç yapıya da sahip olmaya başlar. Davranış biçimi, insanın İç yapısını, düşüncesini, zihniyetini de etkiler. Bizim insanımızın, Batının toplumsal manevi normlarını benimser hale gelmesi, Batının dış davranış biçimlerini taklit etmeye başlamasıyla vuku bulmuştur. Yalnız kişisel davranış biçimimiz değil, hukuk kurumlan bile, başta, böyle biçimsel bir sürece itilmekle kendine ait muhtevayı kaybetmiştir.

Müslüman insanın, kendine mahsus bir oturuş şekli vardır. O, tek başına kaldığı zaman bile, belli biçimde oturmayı tercih eder. Onun topluluk içinde ve yalnızken uyacağı görgü kuralları, yemek yeme tarzı, elbisesini giyerken nasıl davranacağı, selam verme adabı gibi hususlar, hayatın her safhasında, ona yaraşan bir tavır ve eda kazanması, kendine mahsus bir kişilik sahibi olması sonucunu doğurur. Basit gibi duran bütün bu teferruattan ibaret davranış biçimleri, gerçekte, başlı başına bir kültür olayıdır. Toplumun değer yargılanan birer göstergesidir.

Çocukluğumuzda seyrettiğimiz yabancı filmlere karşı ortak tepki duyduğumuz sahneler vardı. Bunlardan biri, meselâ, birbirinden ayrılan sevgililerin öpüşme sahnesi idi. Böyle bir sahne geçerken, yaşadığımız küçük kent seyircisinin bir ağızdan oyuncuları yuhaladıklarını hatırlarım. Şimdilerde, en azından büyük kentlerimizin garlarında bu çeşitten sahnelere rastlamak olağan hale gelmiştir. Mevcut süreç devam ederse/ bunun yaygınlaşması da beklenebilir.

Keza delikanlıların, yürüyüşüne özendikleri ünlü bir Western (kovboy) filmleri oyuncusu vardı. Sinemadan çıkan hemen herkes onun gibi fiyakalı yürümeye özenirdi. Bütün bu davranış biçimleri/ hatta kişinin vücut hareketleri, mimikleri, dışardan kazandığımız görülebilen ve görülemeyen tavır ve edalar, biz farkında olmasak da, kültürümüzün değişmesinde, bu değişmeyi kışkırtmada etkili olan amiller arasındadır.

Dün, toplum içinde yadırganan o fiyakalı yürüyüş biçimi bu gün tabii hale gelmiştir. Bunun gibi başka davranış biçimleri tabiî hale gelmiştir;irdeleyici bir gözle bakmadıkça, bu davranış biçimlerinden hangisinin sonradan edinilmiş olduğunu fark etmek bile imkansızlaşır.

Dış tavırlarda başlayan taklit sureci, düşünsel tavrımızın(zihinsel) etkilemekten de geri duramamıştır.Aslında, taklit içten gelen benimsemenin dışa vurmasından başka bişe değil.

Rasim Özdenören,Kafa Karıştıran Kelimeler
Devamını Oku »

Bize Ait Olmayan Meseleler...



İslam ülkelerinde, bize ait olmayan meselelerle uğraşmaya başlamamız, aslında kendi kurumlarımızı yetersiz ve eksik görmekle ortaya çıkmış bir mesele değildir. Durum doğrudan, bu meselenin sahiplerinin, aynı meseleyi bizim meselemiz haline getirebilmelerinin sonucudur. Şunu demek istiyoruz: diyelim bir "hürriyet"meselesi, aslında İslâm dünyasının dışında oluşmuş bir olaydı. Bu olay, bu niteliği içinde değerlendirilebilmiş olsaydı, yani konuya illâ eğilmek gerekiyor idiyse bunun îslamdışı dünyaya ilişkin bir mesele olduğu bilinerek yaklaşılsaydı, Osmanlı devleti başına gelen gailelerin belki hiçbirine maruz kalmayacaktı. Fakat bu mesele (hürriyet meselesi) aynı zamanda Osmanlı devletinin de bir meselesi imiş gibi ortaya konulmuştur.

Durum, elbette, Müslümanların dışında olup bitenleri görmezlikten gelme tavsiyesini öngörmüyor. Müslümanların, kendi dışlarında olup bitenleri dikkatle hassasiyetle izlerken,bir yandan da onların kendi meselesi olmadığı hususunu gözden kaçırmayacak bir bilinç uyanıklığı içinde olmalarını gerektiriyor. Bize ait olan meseleyle bize ait olmayan meseleyi ayırmak için başvurulacak tek kıstas İslâm'dır. Bidatin ne demeye geldiği kavranırsa, Saadet Asrı'nda Müslüman olmayan topluluklara benzemek hususunda gösterilen hassasiyete, hatta asabiyete dikkat edilerek kendimize ait olan meseleyle kendimize ait olmayana daha berrak bir zihinle yaklaşma imkânı elde edilebilir, sanıyorum.

Rasim Özdenören,Müslümanca Yaşamak
Devamını Oku »

Zorlu Bir İmtihan Süreci



...moderniteyi bir şeylere indirgeyerek tanımlamak asla mümkün değil. Buna rağmen çok kaba bir tanım getirmeye çalışırsak; Modernite, merkezinde "Tanrı"nın Kitab'ın olduğu bir zihniyet bilgi ve hayat nizamından, kendi dışında herhangi bir referans kaynağı kabul etmeyen merkezinde aklın / insanın olduğu yeni bir zihniyet, bilgi ve hayat nizamına geçiş sayılır. Bu geçişte değişen ne olmuştur; her şeyden önce bilginin, düşüncenin hayat ve insanın anlamı değişmiştir. Dünya ve hayata yeni bir açıklama modeli getirilmiş, yeni hedefler çizilmiş ve yeniden anlamlandırılmıştır. Bunun neticesi olarak "ahiret" ve "dünya hayatı" birbirlerinden bağımsız iki "küre" haline gelmiştir. Din "vicdan meselesi" olarak iki yere, yani "ev" ile "mabed"e hapsedilmiş, hayatın cereyan ettiği, bugün bizim moda tabirimizle "kamusal alan" artık aklın ilkelerine göre tanzim edilir olmuştur. Günümüz müslümanı aklın hükümlerinin geçerli olduğu bu alanda faaliyetlerini sürdürmektedir. Bunun "masum" bir alan olmadığını, kendine göre bir ideolojisi olduğunu unutmamalıyız.

.....

moderniteyi, her şeye rağmen kendini tamir edebilen, kendi içinde bütünlük taşıyan bir proje olarak görmek mümkün; bir "meta teori". Fakat şimdi, post-modernite onu "parçalara" ayırarak büyüsünü bozmaktadır. Ama yine de sözünü ettiğimiz "İdeoloji" fikriyle biz yinede bu dönemde tanışıyoruz. Şu da varki bütün ideolojiler modernitenin içinde doğup gelişiyor. İdeolojilerin en muhalifi bile -meselâ marksizm gibi- nihayette modern projenin yanlış yönlerini, olumsuzluklarını yeniden "tamir" etmek gibi özellikler taşır. Bu yüzden modernite bir ideoloji sayılsa bile, bütün ideolojilerin "rahmi" olan bir ?ideoloji olarak ortaya çıkmakta. Onu güçlü kılan da bu özelliği ve mevkisidir.

Varlık âlemi, ya da insan söz konusu olduğunda, İslâm, her düşünce, din veya ideolojiyle kısmen ortak bir yönü paylaşır. Dolayısı ile İslâm'ın, modernite ya da onun "meta teori"si ile uyuşmadığnı söylediğimizde, bu temelde ve bütünüyle her şeyin çok farklı ve benzer yönlerin bulunmadığı anlamına gelmemektedir. Mevcut farklılığın bir yerden sonra başlayıp geliştiğine işaret etmek durumundayız. Bu hatırlatmadan sonra modernitenin İslâmla ayrıldığı ana noktalardan biri için örnek vermek gerekirse, İslâm ile modern anlayışın "insan" telakkisi arasındaki farktır. Modern anlayışa göre "insan" kendi aklıyla kendini düzenleyen, sadece aklın kılavuzluğunda hayatını tanzim eden ve tanzim işi için gerekli kuralları aklı ile koyan; doğru ve yanlışın ne olduğunu bildiren nihai kaynağın "akıl" olduğuna inanmış biridir. Biz buna "birey" diyoruz; Modernitenin "insan modeli" bireydir; dünyadaki amaç ve hedefini böyle bir insan modelini inşa ederek gerçekleştirmek ister.

İslâm'ın öngördüğü ve yetiştirmek istediği insan modeli, ahlâklı olmayı esas almıştır; bunun da örneği bilindiği gibi "mümin"dir. İslâm bu dünyada gerçekleştirmek istediği her şeyi bu insan modelinin, yani müminin aracılğı ile yapmak istemektedir. Mümin ise, vahye inanarak kendini inşa eden, bununla kimlik kazanmış; ve hayatında karşılaştığı bütün sorunlara ait "doğru" ve "yanlış"ın nihai kaynağında önce vahy olduğuna inanır. Bu, aklı yok saymak anlamına gelmemektedir.

Altınoluk: Müslümanların moderniteden etkilendiği, hatta sanıldığından çok etkilendiği görüşüne katılıyor musunuz? Düşünce ve davranış planındaki etkilenme-değişmelerden en belirgin örnekler nelerdir size göre?

ARSLAN: Evet, müslümanların etkilendikleri, hem de çok etkilendikleri düşüncesine katılıyorum. Buradaki esas sıkıntı müslümanların bazı bahanelerle bunu görmek istememeleridir. Müslümanlar kentleşmeye ayak uydururken, bu yerin artık bizim bildiğimiz "şehir" olmadığının farkında değiller gibi. Kent, modernitenin rahmi sayılır. Zira burada hüküm süren sosyal ilişkilerin özünü sadece "iktisadiyat" belirler. Bu ilişkiler; bağımsız bireylerce ve bir cihetten ahlakî kontrolün kalktığı bir ortamda gerçekleşir. Söz konusu iktisadiyatın bütün kuralları ise akla dayanır, dolayısı ile sadece kâr amaçlı olarak tanzim edilmiştir. Müslümanın bunların oluşumunda herhangi bir dahlinin olduğu söylenemez.

Bu ilişkiler ve ortam; müminler arasındaki ilişkileri çözmekte ve kendi ilkelerine göre onları yeniden inşa etmek istemektedir. Bu yüzden cemaatsel yapılar hızla aşınmaktadır. Kent, iktisadiyat, kamusal alan, buraya hakim kurallar ve değerler insanı daha çok dünyevileştirmektedir. Burada ne "köy" ve "kent" arasındaki geleneksel çatışmadan, ne de "köye" dönüşten bahsetmiyorum. Burada sosyal ilişkilerimizin mahiyetine ve onların asıl amaçlarının ne olması gerektiği hususuna dikkat çekmek istemekteyim. Tabii ki bütün bunlara ilaveten bir de medya ve iletişim teknolojisinden bahsetmemiz gerekiyor, tabii ki onların müslümanın üzerindeki etkilerinden.

Kente hakim süreç müslümanın zihniyet dünyasını yeniden inşa etmektedir, bugün. Bu yüzden müslümanlar modeniteyi "taklit ve tüketim" olarak içselleştirmektedirler. Hayatı ekonomik faaliyetin amacına göre düzenlenmekte; artık namaz için vakit ayırmamakta, vakit bulduğunda namaz kılmaktadır. Allah'ın rızasından çok; sadece kâr ve zarar hesabına dayalı bir ticareti gün geçtikçe daha çok benimsemekteyiz; hiçbir şeyde mütevaziliğe talip değiliz; "hayat standardının yükselmesi" gibi içi boş sözlerle kendimizi avutmaktayız. Oysa modern kültürün insan nefsini kışkırtan özelliğini hiç dikkate almak istemiyoruz. Böyle bir hayata alternatif olacak bir çıkış yolu, bu dünyadan el-etek çekmek anlamına asla gelmemektedir; eğer zihinler modernleşmişse, bunu dünyadan el-etek çekmek şeklinde anlamak durumunda kalacaktır. Halbuki bu yanlış bir algı biçimidir.

Bundan dolayı bugün müslümanlarda artık "batılaşma eleştirisi" yerini, İslâm'ın yaşanan hayata nasıl adapte edilebileceği tartışmalarına bırakmış haldedir. Değişim talep etmekte fakat bu değişimi sağlayacak "ahlakî araçlar"dan bahsedilmemektedir. Üstelik bizzat değişimin kendisinin ideolojik bir muhtevası olduğunu gözardı etmekteyiz. Haram, hergün biraz daha hayatımıza hâkim olmakta, bu yüzden de bereket ortadan kalkmakta, aramızdaki kardeşlik ilişkileri parçalanmakta; aile ilişkilerimiz, akraba ilişkilerimiz hergün biraz daha çözülmekte; cemaat olma asabiyetimiz hergün biraz daha kaybolmaktadır. Hayatın tanzimi hususunda entellektüeller yol gösterici mevkiye yerleşirken, Peygamber varisleri olan fakihlerimiz çeşitli bahanelerle ya işlevsiz kalmakta, ya da bu işe talip olmak istememektedirler. Modernleşmenin en açık belirtisi olarak, bugün müslümanın "Sünnet"le ilişkisi giderek azalmakta, onu hergün biraz daha hayatımızın dışına kovmaktayız.

Abdurrahman Arslan

(röportajın tamamı için bkn:http://dergi.altinoluk.com/index.php?sayfa=yillar&MakaleNo=d185s014m1)

 
Devamını Oku »

Kur’ân’da Geçen El, Göz, Yüz Terimlerinin Yorumu

 


el-Cüveynî




Ebü’l-Meâlî Rükniddîn Abdülmelik b. Abdillâh b. Yûsuf (ö. 478/1085) Nîşâbur yakınında Ezâzvâr (veya Büştenikân) köyünde 18 (veya 10) Muharrem 419’da doğan, Hicaz bölgesinde dört yıl kadar Mekke ve Medine’de kalıp buralarda ders okuttuğu, ünü yayıldığı için İmâmü’l Haremeyn olarak tanınıp meşhur olan Eş’arî kelâmcısı ve Şafiî fakihidir. En ünlü öğrencisi şüphesiz kelam ilminde yeni bir çığır açan Gazâlî’dir. Büyük Selçuklu hükümdarı Tuğrul Beyin mutaassıp bir Mutezilî-Şiî görüş sahibi olan veziri Amîdülmülk el-Kündürî, Eşarî âlimleri bidatçı olarak değerlendirip onların ders vermesini, vaaz etmesini yasaklayınca Bağdat’a oradan Hicaz’a gitmek zorunda kaldı. Bu bakımdan eserlerinde sıkça Mutezileyi hedef almasına şaşmamak gerekir.

Sultan Alparslan Kündürî’yi azledip yerine ünlü siyaset adamı Nizâmül-mülk’ü getirince bir bakıma Cüveynî için rüzgâr tersine esmeye başladı. Bunun üzerine önce memleketi Nîşâbur’a döndü (455/1063) sonra da burada yaptırılan Nizamiye Medresesi’nin bugünkü anlamda kurucu rektörü/müderrisi olarak atandı. Vefatına kadar ilmî çalışmalarını sürdürdü.

Kelâm ilminin oluşmasında ve bu şekilde isimlendirilmesinde âyet ya da hadislerde Allah hakkında kullanılan ’el’, ’yüz’, ’göz’ vb ibarelerin nasıl anlaşılması gerektiği hususu etkili olmuştur. Bu gibi kullanımları sözlük anlamlarıyla anlamlandırmaya yönelen ve böylece Allah hakkında insanbiçimci yorumlara kaçan Müşebbihe, Mücessime, Haşeviyye adı verilen bazı akımların görüşleri Kelâm âlimleri tarafından eleştirilmiştir. Ancak diğer taraftan bunlara nasıl bir mânâ verilmesi gerektiği hususu da gündeme gelmiştir.

Cüveynî bu konuda ilklerden sayılır ve bu tür lafızları tevhîd ve tenzih anlayışına uygun yorumlayan Kelâm âlimlerinin başında gelir.

-------------

Bazı imamlarımız yedeyn (iki el), ayn (göz) ve vech (yüz) gibi lafızların Allah’ın niteliklerini bildirdiğini ve bunların akılla değil, nakille bilinebileceklerini kabul etmişlerdir. Bizce doğrusu, yedeyn lafzının kudret, ayn’ın görme ve vech’in de varlık olarak yorumlanmasıdır.

Nakle dayalı bu gibi sıfatları kabul edip bunları aklî delillerin gösterdiği şekilde Allah’ın özüne ilave anlamlar olduğunu benimseyenler, secde etmekten kaçınan İblis’in kınandığı, “İki elimle yarattığım şeye secde etmekten seni alıkoyan nedir?” (Kur’ân 38: 75) ayetini delil getirip şöyle derler: Yaratılmışların hepsi Allah’ın kudreti ile yarattığı şeyler olduğu için Yedeyn lafzı kudret olarak yorumlanamaz. Çünkü bu yorum ifadenin “iki elimle” şeklinde tahsis edilmesini anlamsız kılar ki bu da doğru değildir. Zira akıl, yaratmanın ancak kudretle veya kâdirin güç yetirir oluşuyla gerçekleşeceğini bilir.

… Hz. Âdem, “iki elle yaratılma”nın kendisine has kılınması sebebiyle secde edilmeyi hak etmiş değildir… Secde etmek, ancak Allah’ın emrine uymak için gereklidir… Öyleyse ayetin zahiri terk edilir; akıl da yaratmanın kudret vasıtasıyla meydana geldiğine hükmeder…

Ayn kelimesinin zikredildiği ayetin anlamıyla ilgili olarak da, bunun zahirî manası (göz) ittifakla terk edilir. Hz. Nuh’un gemisinden bahseden “… (gemi) gözetimimiz altında akıp gidiyordu” (Kur’ân 54: 14) ayetinde de durum aynıdır… Hiç kimse burada, Allah’ın gözleri olduğunu kabul etmez. Bu ayette geminin, meleklerin kuşattığı bir mekânda, koruma ve gözetim altında bulunması kastedilir. Meselâ bir kimse hükümdarın inâyeti ve gözetimi altında olduğu zaman “Hükümdar falanca kimseye göz kulak olmaktadır” denir…

“Ancak azamet ve ikram sahibi Rabbinin vechi (zâtı) bâki kalacak” (Kur’ân 55: 27) ayetinde geçen vech lafzının bir sıfata hamledilmesi mümkün değildir. Zira mahlûkatın yok oluşundan sonra Allah’a ait (bu tür) hiçbir sıfat bâkî kalmaz; bâkî kalan, zorunlu sıfatlarıyla yalnızca Allah’tır. Dolayısıyla en doğrusu, vechin “varlık” olarak yorumlanmasıdır. Bazıları vech ile Allah’a yaklaşmanın kastedildiğini söylemişlerdir. Nitekim “Bunu Allah uğruna (li vechillah) yaptım” denilmiştir; bundan da Allah’ın emrine uyma maksadının gözetildiği anlaşılır. Bu yoruma göre ilgili ayette, Allah rızası gözetilmeyen her şeyin boşuna olduğu kastedilmiştir.

Bu sıfatları ilgili ayetlerin zahiri anlamlarıyla kabul etme yolunu benimseyen arkadaşlarımızın, istivâ, mecî’, nüzûl ve cenb gibi sıfatlara ait görüşlerini de ayetlerin zahirine tutunarak açıklamaları gerekir. Bu lafızların ittifak edildiği şekliyle tevili mümkünse, bizim zikrettiğimiz şekliyle tevili de mümkündür. Her ne kadar biz, zahire göre konuşmaktan kaçınıyor olsak da, mademki konu açıldı, o halde bu husus ile ilgili Kitap ve Sünnet’te yer alan ifadeleri ortaya koyalım. Mücessime’nin ayak takımı Haşeviyye, bu ifadelerinin zahirî anlamlarını gönül rahatlığıyla benimsediklerini açıklamışlardır.

Tartışma konusu olan ayetlerden birisi de “Allah yer ve göklerin nurudur” (Kur’ân 24: 35) ayetidir. Bazılarına göre ayetin anlamı, Allah’ın yerde ve göklerde bulunanların yol göstericisi (hâdî) olduğudur. Yoksa İslâm’a gerçekten bağlananların, yer ve göklerin nurunun ilahın kendisi olduğunu söylemeleri uygun görülemez. Söz konusu ayette, (benzetme yoluyla) örnek (darb-ı mesel) vermek amaçlanmıştır; dolayısıyla bu ayet mücmeldir. Nitekim aynı ayetin devamında yer alan “Allah insanlara birçok misaller verir” cümlesi zikrettiğimiz bu hususu ifade eder.

Hakkında soru sorulanlardan biri de “Allah’a karşı aşırı gitmemden dolayı bana yazıklar olsun!” (Kur’ân 39: 56) ayetidir. Bu ayetin anlamı hususunda ahmak bir aceminin dışında kimsenin aklı karışmaz. Zira cenb lafzı, sözün akışı içinde tefrit kelimesiyle birlikte kullanıldığı için uzuv anlamında yorumlanamaz. Dolayısıyla bu lafız, ancak Allah’ın emrinin yönleri ve bunların kaynağı anlamında yorumlanabilir. Bazen cenb lafzıyla, şeref (cenâb) ve yücelik kastedilir… Bizim bu söylediğimiz, tevile başvurmak değildir; ayette tefrit (aşırı gitme) ile birlikte kullanılan cenb kelimesinin uzuv anlamına yorumlanması geçersizdir.

Üzerinde soru sorulan bir diğer ayet ise, Allah’ın “Bacağın (sâk) açılacağı/eteklerin tutuşacağı gün” (Kur’ân 68: 42) sözüdür. Bu ayetle, kıyamet gününün korkunç ve çetin halleri ile suçlulara uygulanacak cezalar anlatılmaktadır. Savaşta durum ciddiye bindiğinde, göğüsler kinle dolduğunda, gözleri nefret bürüdüğünde, insanlar burunlarından solumaya ve meydanlar cesetlerle dolmaya başladığında (Arapçada) “Savaş bacağı/ayakları üzerine dikildi” denilir. Dolayısıyla akıl sahibi bir kişi, sâk lafzını uzuv/bacak anlamında yorumlamaz.

Şu ayetler hakkında da tartışma söz konusudur: “Rabbin ve melekler sâf sâf geldiler” (Kur’ân 89: 22); “Onlar Allah’ın ve meleklerin bulutlardan oluşan gölgelikler içinde gelmesini mi bekliyorlar. (Kur’ân 2: 210). Bu ayetlerde yer alan gelme (mecî’) kelimesiyle kastedilen, bir yerden bir yere gelip gitme değildir. Allah bu gibi hallerden yücedir. Aslında “Rabbin geldi” ifadesiyle, Rabbinin emri, suçluları suçsuzlardan ayıran adaletli hükmü geldi, anlamı kastedilmektedir.

Ta’zîm (ululamak/yüceltmek) maksadıyla, emrin sahibini ifade etmek yaygın bir kullanımdır. Meselâ, “Hükümdar gelince onun dışındakiler yok oldular” ifadesinde, hükümdarın gelişi değil, onun emir ve yasaklarının ulaşması kastedilir…

Haşeviyye’ye karşı çıkarken, onların da tevilini uygun gördükleri ayetlere önem vermek gerekir. Hakkında tartışma bulunan konularda ayetleri tevil etmeye kalkışırlarsa, kendilerine aynı metotla mukabele edilir. Onlara itiraz sadedinde ileri sürülen ayetlerden birisi şudur: “Her nerede olursanız olun, O sizinle beraberdir” (Kur’ân 57: 4). Bu ayeti zahirine göre anlamak isterlerse, Allah’ın arş üzerine istivâsını, O’nun orada bulunması olarak anlamadaki ısrarlarından vazgeçmek zorunda kalırlar. Böylece akıllı bir kimsenin kabul edemeyeceği çirkinlikleri benimsemeye mecbur olurlar. Onlar, Nerede olursanız olun, O sizinle beraberdir” ile “Herhangi üç kişinin fısıldaşması halinde dördüncüsü O’dur; beş kişinin fısıldaşması halinde de altıncı O’dur” (Kur’ân 58: 7) ayetini gizli şeylere vâkıf olmaya hamlettikleri takdirde tevile cevaz vermiş olurlar. Kur’ân’ın zahirlerini tevil hususunda bu kadarı yeterlidir.

Bu hususta sarıldıkları hadisler ise âhad haberler olup kesin bilgi ifade etmezler. Bütün bunlardan vazgeçsek bile, tevil câizdir. Fakat biz onların âhad haberleriyle uğraşmayıp, sahih hadislerdeki tevile işaret edeceğiz. Meselâ nüzûl hadisi bunlardan biridir. Hz. Peygamber’in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: “Allah her Cuma gecesi dünya semasına iner ve ’Tövbe eden yok mu, tövbesini kabul edeyim; af dileyen yok mu, affedeyim; dua eden yok mu, duasını kabul edeyim’ der.” Buradaki nüzûlü, yer değiştirmeye ve bir yeri terk edip başka bir yeri işgal etmeye hamletmenin imkânı yoktur. Çünkü bu durum, cisimlerin sıfatlarından, maddelerin özelliklerindendir. Böyle bir şeye cevaz vermek iki yönlü çelişkiyi doğurur. Bu çelişkilerden biri, ilâhın hâdisliğine hükmetmek, diğeri de cisimlerin hâdis oluşuna dair delili reddetmektir.

Burada nüzûl kelimesi Allah’a izafe edilerek kullanılmakta ise de, ondan, Allah’ın mukarrabûnun (Allah’a yakın olan büyük melekler) inişinin anlaşılması mümkündür ve akla aykırı değildir. Benzer bir kullanım, “Allah’a ve Resûlüne karşı savaşmaya kalkışanların cezası...” (Kur’ân 5:33) ayetinde de vardır. Bu ayet, ’Allah dostlarına/yöneticilere (evliyâullah) karşı savaşanların cezası…’ manasına gelir. Burada evliyâ kelimesinin kaldırılması, yerine Allah lafzının konulması söz konusudur.

İlgili hadisin tevilinde, nüzûl kelimesine, kulların taşkınlık ve isyanda ısrar etmelerine, geceleri Allah’ın ayetleri ve Ahiret üzerinde düşünmeyi ihmal etmelerine rağmen Allah’ın kullarına nimetlerini bolca bahşetmesi anlamını yükleme de vardır. Nüzûl kelimesi, insanlar hakkında tevazu maksadıyla da kullanılır ve baskıyı arttırma imkânı olduğu halde hükümdar, halkına yumuşaklıkla ve şefkatle muamele ederek kendi gücüne bir sınır koyduğunda, “Hükümdar yüce makamından aşağı derecelere indi” denir.

Yer değiştirmenin (intikâl) nüzulün şartlarından olmadığına dair delillerden bir tanesi, daha önce geçtiği üzere, Kelâm’ın intikalinin imkânsız oluşunu bilmekle birlikte, bu lafzın ona nispet edilerek kullanılmasıdır.

Hz. Peygamber’den rivayet edilen şu hadis hakkında da tartışma mevcuttur: “Kıyamet Günü geldiğinde cennet ehli nimetlere gark olup cehennem ehli de ateşe atıldığında, cehennem ’daha yok mu?’ diye sorar. Günahkâr (cebbâr) ayağını ateşin içine sokar ve cehennem ona ’Haydi! Haydi!’ der.”

Bu hadisi, Muhammed b. İsmail (el-Buhârî), Sahih’inin Kitâbu’t-tefsîr bölümünde rivayet etmiştir. Bunun geniş bir tevil imkânı vardır. Meselâ, cebbâr kelimesinin günahkâr/zalim bir kul olarak yorumlanması pekâlâ mümkündür. Böyle bir kimse, Allah indinde en küstah biridir. Cehenneme o kişiyi beklemesi ilham edilmiştir. Cehennem, kendisine gelenlerin sayısının artmasını sabırsızlıkla beklerken, o cebbâr kul, cehenneme adımını atar; adımını atınca da cehennem ona “Haydi! Haydi!” der.

Hadislerde yer aldığına göre, insanların iyileri ya da günahkârlarının ayakları, cehennemin kenarında sanki bir yağ kütlesi gibi dona kalır. Ayaklar cehenneme dokunduğunda o, cehennemlikleri yutar; zira o, cehennem ehlini, bir annenin çocuğunu tanımasından daha iyi tanır. Zikrettiğimiz üzere, cebbâr lafzına bu anlamı yüklemenin doğruluğuna “Cehennem ehli kibirliler, zorbalar, küstahlar, burnu büyükler ve böbürlenenlerden oluşur” hadisi işaret eder.

Burada kadem (ayak) lafzının, Allah’ın ilminde ateşe girmeye müstahak olan bazı toplumlara hamledilmesi de mümkündür. Bu durumda, isim tamlamasında yer alan ’kadem’ kelimesi hükümdar manasına gelir.

Haşeviyye’nin tutunduğu şeylerden biri de Hz. Peygamber’den rivayet edilen “Şüphesiz Allah, Âdem’i kendi suretinde yaratmıştır” hadisidir. Bu, sahih hadis kaynaklarında yer almamıştır. Eğer sahih ise bu, Haşeviyye’nin bilmediği bir sebepten dolayı nakledilmiştir: Güzel yüzlü bir köleyi tokatlayan bir kişiyi Hz. Peygamber görmüş ve “Şüphesiz Allah, Âdem’i kendi suretinde yaratmıştır” buyurarak o kişinin bu davranışını yasaklamıştır. Burada kendi sureti ifadesindeki hûzamiri, dövülmesi yasaklanan köleye gider. Bu zamirin Hz. Âdem’e gönderilmesi de mümkündür. Bu durumda hadisin manası şöyle olur: Allah, Hz. Âdem’i anasız-babasız, düzgün/pürüzsüz bir insan (beşeran seviyyâ) olarak yaratmıştır.

Bu hadisten maksat şudur: Âdem (as) sonraki insanların tâbi olduğu yaratılış aşamalarından geçmemiştir; Allah onu, kendi suretinde yaratmıştır.

Zikrettiğimiz bu hususları kavrayan bir kimse, reddedilen haberlerle ilgili her meseleyi hemen tevil etmeye kalkışmaksızın, iyice tahkik edip araştırdıktan sonra tartışma konusu olan hususun yorum ve açıklamasında zorlanmaz…

el-Cüveynî 1950. Kitâbü’l-İrşâd; thk. Muhammed Yusuf Musa, Kahire, s, 155–164.
Çeviren: Mehmet İlhan

Bize Yön Veren Metinler,Cilt.1

Derleyen:Alev Alatlı

Devamını Oku »

Hz. Ali’nin Mısır Valisi Eşter’e Tavsiyeleri

 


Eşter (Mâlik b. Hâris) (ö. 37/657), Hz. Ali’nin sadık taraftarı ve onun Seyfullah (Allah’ın kılıcı) unvanını verdiği meşhur cengâver olup Hz. Ali tarafından Mısır’a vali tayin edilmiştir. Bu sırada Hz. Ali’nin Eşter’e verdiği emirnâme İslâm siyaset tarihinin önemli vesikalarından biridir:

---------------

Bismillâhirrahmanirrahîm. Vergisini toplamak, düşmanlarına cihad açmak, ahalisine barış, dirlik ve memleketlerine bayındırlık sağlamak için Malik b. Hâris el-Eşter’i Mısır’a vali tayin ettiği zaman Allah’ın kulu, mü’minlerin emîri Hz. Alî’nin, kendisine emri şudur: Ona Allah’tan korkmayı, Allah’a itaati seçmeyi ve kitabında emrettiği farzlarıyla sünnetlere uymayı emreder. O farzlar ve sünnetler ki, hiç kimse onlara uymadıkça saâdet yüzü görmez ve onları tanıdıkça kayba uğramaz. Bir de ona eliyle, kalbiyle, diliyle Cenab-ı Hakk’a yardımda bulunmayı emreder. Çünkü yüce Allah, kendisine yardım edene yardım, kendisini ağırlayana şeref vermeyi garanti ediyor. Sonra, ona şehvetlere saldırdıkça nefsini kırmasını, serkeşlik ettikçe dizginlerini çekmesini emreder. Zira nefis, alabildiğine kötülüğü emredicidir. Meğerki Cenab-ı Hak merhametiyle insanı korumuş olsun.

Şimdi bilmiş ol, ey Mâlik, ben seni öyle memleketlere gönderiyorum ki birçok hükümetler senden önce oralarda adaletle hüküm sürdü veya zulmetti. Sen vaktiyle nasıl senden önceki valilerin yaptıklarını gözden geçirdin ise, halk da şimdi öylece senin yaptıklarını gözetecek. O zaman senin onlar hakkında söylediklerini halk da şimdi senin hakkında söyleyecek. Kimlerin sâlih (iyi) olduğu, ancak Allah’ın kendi kulları dilinden söylettiği sözlerle anlaşılır. Onun için biriktireceğin en sevimli azık, güzel işler olsun. Heveslerine hâkim ol. Sana helâl olmayan şeylerde nefsine karşı cimri ol. Zira gerek hoşlandığı, gerek istemediği şeylerde nefse karşı cimrilik, onun hakkında adaletin ta kendisidir.

Tebaa için kalbinde sevgi, merhamet duyguları, lütuf eğilimleri besle. Sakın bîçarelerin başına kendilerini yutmayı ganimet bilen yırtıcı bir canavar kesilme. Çünkü bunlar iki sınıftır: Ya dinde kardeşin, ya yaratılışta bir eşin. Evet, kendilerinden ufak kusurlar çıkabilir; kendilerine birtakım ârızalar gelebilir. Hatâ ile yahut kasıtlı olarak işledikleri kabahatlerden dolayı ellerinden tutup yola getirmek pek mümkündür. Kendin hakkında nasıl Allah’ın affını, hoşgörüsünü istersen, sen de onlara affını, hoşgörünü bol et. Çünkü sen onların üstünde bulunuyorsun; valilik emrini sana veren, senin üstünde bulunuyor; Allah ise sana valilik verenin üstünde bulunuyor ve kulların işlerini hakkiyle görmeni istiyor, seni onlarla imtihan ediyor. Sakın Allah ile harbe girip de kendini (O’nun) gazabına siper etme. Çünkü ne intikamına dayanacak kudretin var, ne de af ve merhametinden müstağnisin.

Sakın hiçbir affından dolayı aslâ pişman olma; sakın hiçbir cezalandırman için de katiyen sevinme. Savmak imkânını buldukça hiçbir tehlikeye atılma. Bir de sakın “ben tam kudret sahibiyim, emrederim, itaat ederler” deme. Çünkü bu, kalbi fesada vermek, dini za’fa uğratmak, felâkete yaklaşmaktır. Şayet elindeki kudret, sana bir büyüklük duygusu verirse derhal üstündeki melekûtun büyüklüğüne bak ve senin kendi nefsine karşı güç yetiremeyeceğin şeylerde Allah’ın sana karşı gücü yettiğini düşün. İşte bu düşünce, senin o yükseklerden uçan bakışını yere indirir; şiddetini giderir; seni bırakıp giden aklını, başına getirir. Sakın Allah ile ululuk yarışına kalkışma, sakın ululuk ve büyüklüğünde kendisine benzemeye özenme. Çünkü Yüce Yaratıcı, her zorbayı alçaltır, her kibirliyi hakir eder bırakır.

Nefsin hakkında, sana yakınlığı olanlar hakkında, tebaan arasından kendilerine eğilim beslediklerin hakkında Allah’a ve Allah’ın kullarına karşı adâletten katiyen ayrılma. Şayet böyle yapmazsan zulmetmiş olursun, Halbuki Allah’ın kullarına zulmedenin, Allah’ın kulları tarafından davacısı Allah’tır. Allah da birinin hasmı oldu mu o kimsenin tutunabileceği bütün deliller batıldır. Ve ölünceye yahut tevbe edinceye kadar kendisiyle harb içinde bulunur. Dünyada zulüm kadar Allah’ın lûtfunu değiştirecek, kahrını çabuklaştıracak bir şey olamaz. Zira Cenab-ı Hak zulüm altında inleyenlerin inkisarını (bedduasını) işitiyor; zalimleri ise gözetleyip duruyor.

İşlerin içinden öylesini seçmelisin ki hak hususunda en ortası, adâlet bakımından en yaygını olsun; sonra halkın rızasını en çok çeksin. Zira kamunun hoşnutsuzluğu, kişilerin razı olmasını hükümsüz bırakır; kişilerin kızması ise kamunun rızası içinde kaynar gider.

Sonra vali için hassa takımı (yakın adamları) kadar iyi günlerde yükü ağır basan, kara günlerde yardımı az dokunan, adaletten hoşlanmaz, istemekten usanmaz, verilince teşekkür bilmez, verilmezse değme özürle savulmaz, felâkete dayanıksız tek adam yoktur. Halbuki İslâm’ın esası, Müslümanların şirazesi, ümmetin kamusu olduğu gibi düşmana karşı duracak bir silah varsa ancak odur. Onun için samimiyetin, meylin daima bunlara yönelik bulunmalı.

Tebaan arasında yanına yaklaştırmayacağın, kendisinden en çok nefret edeceğin adamlarsa, halkın kusurlarını en çok araştıran kimseler olmalıdır. Zira insanların öyle kusurları var ki örtülmesi herkesten fazla valiye düşer. Bundan dolayı bu kusurların sana gizli kalanlarını sakın eşme. Senin görevin, bildiklerini düzeltmeden ibarettir. Bilmediklerine gelince onların hakkındaki hükmü Allâh verir.

Evet, sen tebaanın kusurunu gücün yettiği kadar ört ki, Allâh da senin, tebaandan gizli kalmasını istediğin şeylerini örtsün.

İnsanlar hakkında bütün kin düğümlerini çöz; seni intikama doğru sürükleyecek iplerin hepsini kes. Sence açıklık kazanmayan şeylerin tümü hakkında anlamamış görün, şunu bunu çekiştirenin sözüne sakın çarçabuk inanma. Çünkü çekiştiren kişi ne kadar sâf görünürse görünsün yine hilekârdır. Sakın, ne seni yoksulluk ihtimaliyle korkutarak kereminden çevirecek cimriyi, ne büyük işlere karşı azmini gevşetecek korkağı, ne de zulme saparak sana ihtirası iyi gösterecek ihtiraslı kişiyi danışma meclisine sokma. Çünkü cimrilik, korkaklık, ihtiras ayrı ayrı huylardır ki Yüce Allâh hakkında beslenen kötü zan bunları bir araya getirir.

Sana müşavir (danışman) olacakların en kötüsü, senden önce şerlilere yâr olan, onların suçlarına ortak olan kimselerdir. Böyleleri katiyen senin mahremin (özel sır dostun) olmamalı. Çünkü (bunlar) canilerin yardımcıları ve zalimlerin dostlarıdırlar. Ne hacet! Hiçbir zalime zulmünde, hiçbir günahkâra cürmünde yardım etmeyenler içinden bunların yerini tutacak öylelerini bulacaksın ki, ötekilerin görüş ve tedbirini tamamen bilirler, fakat onların günâh ve vebalinden masundurlar. İşte senin için böylelerinin yükü en hafif, yardımı en çok, sana şefkati herkesinkinden fazla, senden başkasına muhabbeti o oranda az olur. Bu gibilerini hem özel, hem genel meclislerinde kendine yakın edin. Sonra, bu adamların içinden en çok onu beğenmelisin ki sana acı gerçekleri herkesten çok o söylesin ve gayet sevdiği kullarından çıkmasına Allah’ın razı olmadığı bir harekette bulunmak istersen, hoşuna gidip gitmeyeceğini hiç düşünmeyerek seni eleştirsin.

Bir de doğru ve Allah’tan korkan kişileri kendine sırdaş yap. Seni alkışlamamalarına, yapmadığın birtakım işleri sana mal edip keyfini getirmemelerine dikkat et. Zira alkışın çoğu insanı büyüklenmeğe sevk eder, gurura yaklaştırır. Sakın, adamın iyisi ile kötüsü senin katında bir olmasın. Zira bu eşitlik iyileri iyilikten soğutur; kötülerin de kötülüğe eğilimini sürdürür.

Bilmiş ol ki; valinin, halkına güzel zan beslemesini en çok sağlayan, onlara iyilikte bulunması, yüklerini hafifletmesidir. Güzel zan beslersen uzun uzun yorgunluklardan kurtulursun. Sonra, güzel zan beslemene en çok lâyık olan adam, senin hakkındaki tecrübeleri iyi çıkanıdır; kötü zannına en lâyık olanı da hakkındaki tecrübeleri fena çıkanıdır.

Bu ümmetin ileri gelenleri tarafından işlenerek herkesin alıştığı ve halkın güzelce uyguladığı güzel bir âdeti, sakın kaldırayım deme. Ve bu eski âdetlerin herhangi birine aykırı gelecek yeni bir âdet çıkarmaya da aslâ yanaşma. Çünkü sevap, o güzel âdeti koyanın, vebal de kaldırdığından dolayı senindir. Memleket işlerine uygun gelen tedbirleri tespit ve senden evvelki insanlara doğruluk temin eden sebepleri ayakta tutma hususunda sık sık bilginlerle müzakere et, hikmet sahipleriyle tartış, konuş.

Bil ki tebaa (halk) tabaka tabakadır. Bunlardan her birinin iyiliği, diğerinin iyiliğine bağlıdır ve hiçbiri diğeri olmadan edemez. Bu tabakalardan bir kısmı Allah yolunda askerlik edenler, bir kısmı kamunun ve seçkinlerin yazı işlerini yapanlar, bir kısmı adâlet dağıtmaya memur kadılar, bir kısmı merhamet ve insafla işleri yönetecek valiler, bir kısmı cizye ve haraç veren zimmîlerle Müslümanlar, bir kısmı ticaret ve sanat sahipleri, bir kısmı da fakirlik ve ihtiyaç içinde bulunan tabakadır. Cenab-ı Hak bunlardan her birinin hissesini bildirmiş ve her birine ait hadleri ve farzları ya kitabıyla, ya Hz. Peygamber (sav) Efendimizin sünnetiyle gösterdikten sonra gözetilen ve korunan bir ahid olarak bizlere vermiş.

Askerler, Allah’ın izniyle, halkın kaleleri, valilerin şerefi, dinin izzeti, âsayişin vasıtalarıdır. Halk ancak bunlar sayesinde ayakta durabilir. Bununla beraber askerin düzeni de Allah’ın kendilerine ayırdığı haraç ile sağlanır ki düşmanlarına karşı onunla cihad edebilirler; işlerini yoluna koyabilmek için ona güvenirler ve bütün ihtiyaçlarını temin etmek üzere arkalarında o bulunur. Sonra bu iki sınıfın varlığı, kadıların, âmillerin (vergi memuru), kâtiplerin varlığına bağlıdır. Çünkü akidleri gerektiği şekilde başaranlar, faydaları toplayanlar, özel ve kamu bütün işlerde güvenilir insanlar bunlardır.

Hepsinin bekası için de ticaret ve sanat erbabının varlığı şart. Zira faydalı işleri, ticaret kurumlarını ve başkalarının yapamayacağı sanat eserlerini bunlar temin edecektir. Sonra fakirlik ve ihtiyaç erbabını teşkil eden son tabaka geliyor ki, iyilik ve yardıma muhtaçtırlar. Bunlardan her birinin Allah’tan payı ve ihtiyacı ölçüsünde vali üzerinde hakkı vardır. Vali, Allah’ın kendisine verdiği bu teklifin altından ancak son derece dikkatle ve Allah’tan yardım isteyerek, bir de hafif, ağır bütün işlerde nefsini hakka, sabır ve tahammüle alıştırmakla kalkabilir.

Sonra, askerlerinin başına öyle birini geçir ki, Allâh’a ve Resulüne ve îmâmına karşı sence hepsinden daha samimi bulunsun; kalbi hepsinden temiz olsun ve aklı başında olmak bakımından hepsinden üstün olsun; kızdığı zaman ağır davransın; mazereti sükûnetle dinlesin; zayıflara acısın; kuvvetlilerden uzak dursun; öyle şiddetle kalkıp âcizlikle oturan takımdan olmasın.

Sonra gerek mürüvvet sahibi soylu kişilere, gerek iyiliğiyle, güzel işleriyle tanınmış aile fertlerine, daha sonra yiğit ve cömert insanlara iltifat et. Çünkü bunlar kerem halkıdır, lütuf topluluğudur. Ana baba, çocuklarının işini nasıl araştırırsa sen de askerlerinin işlerini öylece gözet. Kendilerini güçlendirmek için verdiğin şey çok bile olsa gözünde asla büyümesin; haklarında taahhüt ettiğin lütuf az bile olsa gözüne katiyen küçük görünmesin. Çünkü sana karşı samimiyetle davranmalarına ve güzel zan beslemelerine sebep olur. Bir de onlara ait işlerin büyüğünü görüyorum, diye küçüğünü takipten geri durma. Zira ufak bir lûtfundan yararlanacakları yer de olur, büyük lûtfundan müstağni kalamayacakları yer de olur.

Ordunun başında bulunanlar içinde sence en makbulü o kimseler olmalı ki askere iyilikte bulunsun ve hem şahıslarını, hem geride kalan ailelerini sıkıntıdan kurtaracak kadar kendi servetinden fedakârlık etsin de bu sayede düşmana karşı savaşırken hepsinin düşüncesi bu noktada birleşebilsin.

Valiler için memlekette adaletin kurulmasından, bir de halkın kendisine sevgi göstermesinden büyük bir teselli kaynağı yoktur. Zira yürekler sağlam olmadıkça sevgi göstermez. Sonra askerin, senin hakkındaki samimiyeti, ancak âmirlerinden memnun olmalarına ve onları yüksünüp bir an önce başlarından çekilmelerini istememelerine bağlıdır. Sen kendilerine ümit alanı aç. Övgüye lâyık olanları övmekte, büyük vakalar geçirmiş olanların maceralarını saymakta kusur etme. Zira bunların kahramanlıklarını sık sık anmak –inşallah– yiğitleri galeyana, savaş istemeyenleri de gayrete getirir. Sonra, bunlardan her birinin fedakârlığını iyice tanı; hem sakın birinin hizmetini başkasının hizmetiyle beraber zikretme. Kimseye de gösterdiği yiğitliğe uygun düşmeyecek alçak bir paye verme. Bir de; ne mevkiinin büyüklüğü, bir adamın ufak hizmetini büyük görmene, ne de mevkiinin küçüklüğü bir adamın değerli yararlığını küçültmene aslâ sebep olmamalı.

Sonra altından kalkamadığın olayları, kestirip atamadığın işleri Allah’a ve Resûlüne havale et. Zira Cenab-ı Hak irşadını dilediği bir topluma “Ey îman edenler, Allah’a itaat edin, peygambere ve içinizdeki emir sahibine itaat edin; şayet bir şeyde anlaşamazsanız onu Allah’a ve peygambere havale edin” buyuruyor. Allah’a havale etmek demek kitabındaki muhkem (açık ve anlaşılır) âyetlere sarılmak demektir; Resûle havale etmek demek onun birleştiren, ayrılığa meydan vermeyen sünnetine uymak demektir.

İnsanlar arasında hüküm için öyle bir adam seç ki sence halkın en değerlisi olsun, işten sıkılmasın; duruşmaya gelenlerden sinirlenerek inada kalkışmasın; hatâsında ısrar etmesin; hakkı gördüğü gibi, döneceği yerde dili tutulup kalmasın; hiçbir zaman tamah ettiği menfaatin kaybolacağı endişesine düşmesin; meseleyi özüne kadar anlamadıkça ilk anda edindiği kanaati yeterli görmesin. Şüphelerde en çok durur, delillere en çok sarılır, hasmın müracaatından en az usanır, işlerin açıklığa kavuşmasını en fazla bekler, hükmün açıklık kazanmasında en kesin davranır, övme ile şımarmaz, heyecanlandırma ile eğilip bükülmez olsun. Ama böyleleri de pek azdır. Sonra bu adamın vereceği hükümleri sık sık araştır ve kendisine ihtiyacını giderecek, halka muhtaç olmayacak kadar maâş bağla, hem senin yanında öyle bir mevki ver ki sana yakın olanlarından, kimse o mevkie göz dikemesin ve o adam başkalarının sana gelip de kendisine hainlik edemeyeceğinden emin olabilsin.

Evet, bu hususta gayet dikkatli bulunmalısın, çünkü bu din kötü adamların elinde esir oldu: Onun adına istenilen yapılıyor ve onunla dünyayı elde etmeye uğraşılıyor.

Sonra âmillerine (vergi memuru) dikkat et. Kendilerini iş başına öyle getir. Yoksa taraftutarlık, bencillik dolayısiyle kimseye vazife verme, Çünkü bu iki sebep zulme ve hainliğe yol açar. Bir de bu iş için iyiliğiyle tanınmış ailelerden yetişmiş, tecrübeli, hayâ sahibi, İslâm’a hizmeti geçmiş adamlar araştır. Zira ahlâkı en dürüst, namusu, şerefi en sağlam, tamahın câzibesine en az kapılır, işlerin sonucunu en doğru görür insanlardır. Geçimlerini de geniş bir biçimde temin et. Çünkü nefislerini dürüstlüğe sevk hususunda bu bir kuvvet olacağı gibi elleri altındaki şeylere uzatmaktan o sayede uzak kalırlar. Bundan başka şayet emrine aykırı giderler yahut emaneti sakatlarlarsa senin için aleyhlerinde kullanacak bir dayanak olur. Sonra bunların yaptığı işleri takip et. Arkaları sıra vefalı, dürüst gözcüler gönder. Zira işleri nasıl gördüklerini gizlice öğrenmen, emaneti korumalarına ve halk hakkında şefkatle işlem yapmalarına sebep olur.

Yardımcılarına karşı da ihtiyatlı bulun. Şayet içlerinden biri elini hıyanete uzatır ve gözcülerinin vereceği haberler, adamın bu hainliği üzerinde toplanırsa, şahitliğin bu kadarını yeterli görerek hak ettiği bedenî cezayı üzerinde icra edersin; topladığı paraları alır, kendisini zillet mevkiine dikersin; alnına hıyanet lekesini vurur, boynuna töhmet arını (utancını) geçirirsin.

Sonra, haraç işini, haraç verenlerin iyiliğini de gözeterek birlikte takip et. Çünkü haraç işinin ıslâhıyla haraç verenlerin iyiliği içinde başkalarının da iyiliği dahildir. Zaten başkalarının iyiliği, ancak bunlarınkine bağlıdır. Çünkü halkın hepsi haraca ve haraç ehline muhtaç. O halde memleketin bayındırlığına harcayacağın vakit, haraç toplamaya çevrilen arzundan fazla olmalı. Zira haraç, ancak ümran (bayındırlık) ile elde edilebilir. Umransız haraç isteyen kimse, memleketleri harabeye çevirir, kulları helâk eder. İşi de pek kısa bir zaman için yürür. Şayet yükün ağırlığından yahut bir âfetten, yahut yağmurların, suların kesilmesinden, yahut toprakların su altında kalmasından, yahut kuraklık istilâsından şikâyette bulunurlarsa, tesirini umduğun bütün vasıtalara baş vurarak dertlerini hafifletmeye çalış. Bu hususta hiçbir fedakârlık sana katiyen ağır gelmesin. Zira o bir sermaye ki memleketlerini imâra, vilâyetini süslemeğe sarf için sana iade edecekler. Fazla olarak övgülerini kazanacaksın, haklarında gösterdiğin adâletten dolayı iftihar edeceksin. Hem sen bu sermayeyi fazlasıyla vereceklerine güvenerek veriyordun. Zira kendilerini refaha kavuşturduğun için biriktireceklerine ve adâlet, şefkat ile muamele etmen sebebiyle sana emin bulunduklarına güvenin vardı.

Evet, günün birinde, yardımlarına dayanacağın bir olay çıkar. Bakarsın ki gönül hoşluğuyla bütün yükü üzerlerine almışlar, taşıyorlar. Ümran (bayındırlık) dayanıklıdır, yüklediğin kadarını götürebilir. Memleketi harap edenler, ahalinin sefilleridir; ahaliyi sefil eden sebep de ancak valilerin servet toplama hırsları, uzun müddetle mevkilerinde kalacaklarını zannetmeleri, bir de geçmiş ibretlerden gereği kadar hisse almamalarıdır.

Sonra, kâtiplerinin haline iyi dikkat et. İşlerine en iyilerini getir. Özellikle tertiplerini, sırlarını tevdi edeceğin mektuplarını öyle adamlara yazdır ki, huyu temiz, ahlâkı düzgün olsun; gördüğü itibar ile şımarıp başkalarının yanında sana karşı gelmeye cür’et edenlerden olmasın. Âmillerinin sana yazdıklarını getirip göstermekte, senin tarafından verilecek cevaplan dosdoğru yazarak göndermekte ve senin hesabına alıp, senin hesabına vereceği şeylerde gafleti sebebiyle kusur etmesin. Senin lehinde bulduğu bir akdi sağlam tutsun, aleyhinde bulduğunu da çözmekte zayıflık göstermesin. Kendisine verilen işler bakımından nasıl bir mevkii olduğundan habersiz bulunmasın. Zira kendi değerini bilmeyen başkasınınkini hiç bilmez. Sonra, bunların seçiminde yalnız simalarını incelemen, bir de iyi zannın kâfi gelmemeli. Çünkü insanlar daima yapmacık yaparak ve güzel hizmet edermiş görünerek görünüşe göre hükmeden vâlilerin gözüne girebilirler. Halbuki işin ötesinde ihlâs (samimiyet) namına bir şey yoktur. Onun için senden önceki sâlih vâlilere hizmet etmişleri araştırarak halk arasında en iyi ad bırakmış, eminlikleriyle en ziyade tanınmış olanlarını seç. Böyle bir hareket senin Allâh’a ve kendisinden işi aldığın kimseye karşı samimiyetini gösterir. Bir de işleri tasnif ederek her sınıfın başına kâtiplerden birini geçir ki, iş büyük olursa altında ezilmesin, çok olursa toplamasını bilemeyip de dağıtmasın. Şayet kâtiplerinin hatâsını görür de aldırmazsan kendin azarlanırsın.

Sonra ticaret ve sanat erbabı gibi bir kısmı oturduğu yerde çalışır, bir kısmı şuraya buraya mal götürür, bir kısmı da elinin emeğiyle geçinir. Cümlesi hakkında iyi muâmele et ve başkaları tarafından da o suretle muâmele edilmesine dair vasiyetlerde bulun. Çünkü bunlar memleket için hayır sebepleridir, menfaat araçlarıdır. Ve o hayır ve menfaati senin toprağındaki, denizindeki, ovalarındaki, dağlarındaki uzak uzak yerlerden ve başkalarının gidemeyeceği yahut cür’et edemeyeceği mevkilerden getiriyorlar. Bunlar memleket için sulh ve esenlik adamlarıdır: Ne gaile çıkarmalarından korkulur, ne fesatlarından endişe edilir. Kendilerinin gerek yanındaki, gerek memleketinin diğer yönlerindeki işlerini takib et. Maamafih şurasını da bil ki bunların çoğunda aşırı bir tamah, çirkin bir hırs ile beraber menfaatlerde ihtikâr, alım satımda hile olur. Bu ise halk için zarar, vali için ayıptır. Binaenaleyh ihtikâra (karaborsa) engel ol. Çünkü (salât ve selâm üzerine olsun) Efendimiz, ihtikârı yasakladı. Alım satım doğru tartılarla olmalı ve alanı da satanı da ezmeyecek mutedil fiyatlar üzerinden yapılmalı. Kim senin yasağından sonra ihtikâra yanaşırsa, aşırı gitmemek şartiyle hemen cezalandır.

Hele alt tabakadaki her türlü çareden yoksun fakirler ve biçareler ile felâkete uğramışlar, kötürümler hakkında Allâh’tan korkmalı, hem çok korkmalısın. Bu tabakada halini söyleyen de var, söylemeyen de var. Allah’ın bunlara ait olmak üzere korumasını sana verdiği hakkı koru. Oradakilere devlet hazinesinden bir hisse, başka yerlerde bulunanlara da her memleketin, Müslümanların fakirlerine mahsus ödeneğinden birer hisse ayır. Çünkü en uzaktakilerinin de en yakındakiler gibi hakları var. Cümlesinin hakkını gözetmek ise sana bırakılan bir görev. Sakın kibir seni onlarla uğraşmaktan alıkoymasın. Zira işlerin mühimmini iyi gördüğün için önemsizini yüz üstü bırakırsan mazur görülmezsin. Bu sebepten kendilerini düşünmekten geri durma ve zavallılara suratını ekşitme. Yine bunlardan olup da bakışların alçaltması, ileri gelen adamların yüksünmesi yüzünden işleri sana kadar gelemeyenleri araştır. Sırf bunlar için Allah’tan korkan ve alçak gönüllü olduğunda kuşku bulunmayan bir adam görevlendir ki, arada vasıta olsun, işlerini sana bildirsin. Hâsılı, öyle çalış ki Allah’ın huzuruna çıktığın zaman “Gücüm yeterince çalıştım” diyebilesin.

Halkın bu tabakası adâlete ve infaka (sadakaya) başkalarından çok muhtaçtır. Onun için her birinin hakkını vermeye son derecede itina et. Sonra yetimleri ve yaşlı bulunduğu halde hiçbir çaresi olmayan kimseleri üzerine al. Gerçi bu işler valiye ağır gelir ama ne kadar hak varsa hepsi ağırdır; bunu Allah yalnız o kimselere kolaylaştırır ki halden çok sonucu düşünerek nefsini tahammüle alıştırır ve kendi hakkında Allah’ın verdiği sözün doğruluğundan emin olur.

İhtiyaç sahipleri için, sırf kendileriyle meşgul olacağın bir zaman ve yer ayır. Ve hepsiyle beraber otur da seni yaratan Allah’ın rızasını celbedecek bir alçak gönüllülük göster. Sonra, askerini, yardımcılarını, muhafızlarını, zabıta memurlarını yanlarında bulundurma ki söylemek isteyen, çekinmeden derdini dökebilsin. Ben, salât ve selâm üzerine olsun Efendimizden birkaç yerde işittim: “İçindeki zayıfın hakkı serbestçe kuvvetlisinden alınamayan bir ümmet, hiçbir zaman kuvvetlenemez” buyurmuştu.

Bir de bunların münasebetsiz sözlerini yahut dertlerini anlatmadaki acizliklerini hoş gör. Kendilerine hırçınlık etme, büyüklük gösterme. Bu yüzden Cenab-ı Hak sana rahmet kanadını açar; taatine karşılık sevabını ihsan eder. Hem verdiğini güler yüzle, gönül hoşluğuyla ver. Vermediğin takdirde de kabul edilebilecek özürler dile.

Sonra, işlerinin içinde öyleleri olur ki bizzat görmen lâzım. Meselâ kâtiplerin, acizliklerini gösterince âmillerine cevabı sen vereceksin. İnsanların ihtiyaçları artık yardımcılarının dayanamayacağı dereceyi buldu mu gereğine yine sen bakacaksın. Bir de her günün işini o gün gör; çünkü diğer günlerin kendine mahsus işi vardır.

Gerçi niyet temiz olmak ve tebaanın işine yaramak şartıyla bu çalışmaların hepsi Allah için iseler de sen yine vakitlerinin en hayırlısını Allah ile arasındaki işler için nefsine hasret. Sırf Allah rızâsı için eda edeceğin ibâdetlerin en başlıcası da Allah’ın zatına mahsus olan farzları yerine getirmekten ibaret olsun. Gecende, gündüzünde bedeninden Allah’a ait bulunan kulluk hissesini ayır ve seni Yüce harîmine yaklaştıran bu ibâdetleri, vücuduna her neye mal olursa olsun, eksiksiz, gediksiz yap. Şayet namazında halka imam olmuşsan, sakın ne bıktıracak, ne de bir hayra yaramayacak gibi kıldırma. Çünkü insanların içinde öyleleri vardır ki hastadır; öyleleri de vardır ki işi vardır. Salât ve selâm üzerine olsun Efendimiz, beni Yemen’e gönderirken: “Onlara namazı nasıl kıldırayım” diye sorduğumda: “En zayıflarının namazı gibi” buyurmuşlardı. Mü’minlere merhametli ol. Bundan sonra, sakın tebaandan uzun süre saklı durma. Çünkü valilerin halktan saklanması bir çeşit sıkıntı olduktan başka memleket işlerine karşı bilgilerini azaltır. Bunların perde arkasında oturmaları, perdenin dışında dönen işleri bilmelerine engel olur. Bundan dolayı bakışlarında olayların büyüğü küçülür; küçüğü büyür; güzeli çirkin, çirkini güzel olur; hak batıl ile karışır, vali de nihayet insandır. Halkın kendi gözünden gizli kalan işlerini nereden bilecek? Hakkın üzerinde nişanları yok ki ona bakarak doğrunun her türlüsünü, yalanın her türlüsünden ayırmak mümkün olabilsin. Şimdi, sen mutlaka ikiden birisin: Ya Hak yolunda verir, gönlü zengin bir adamsın.. O halde neye farz olan bir hakkı ödemekten yahut cömertçe bir harekette bulunmaktan çekinip de saklanıyorsun. Yahut öyle değilsin de cimriliğe tutulmuş bir adamsın. Bu ihtimale göre de halk iyiliğinden ümidi kestikleri gibi istemekten o kadar çabuk vazgeçer ki!.. Bununla beraber halk tarafından sana sunulacak dileklerin çoğu ya bir zulümden şikâyet, ya bir işlemde adâlet isteği gibi senin yardımını istemeyecek şeylerdir.

Sonra valinin özel dostları, yakınları vardır ki bunların iltiması, hakka tecavüzü, işlemlerde insafsızlığı görülür. Sen onların zararını böyle durumları meydana getiren sebepleri ortadan kaldırmak suretiyle kes. Etrafındakilerden, özel adamlarından, yakınlarından hiçbirine katiyen toprak verme. Ve bunlardan hiçbiri senden cesaret alıp da müşterek su yahut müşterek diğer bir iş tutarak etrafındakileri zarara sokacak ve zahmeti başkalarına yükletecek şekilde azık biriktirmeye katiyen tamah edemesin. Çünkü bunun kârı senin değil, onun; ârı ise dünyada âhirette senindir. Sonra sana yakın uzak herkesi hakkı kabule mecbur et ve özel ve yakın dostların için her neye mal olursa olsun bu hususta sebat ve dikkat göster. Nefsine ağır gelecek olan bu hareketin sonunu gözet, çünkü sonu hayırdır.

Şayet halkta senin zulmettiğin zannı uyanmışsa kendilerine özrünü bildirerek zanlarını değiştir. Çünkü böylece hem nefsini kırmış, hem tebaana yumuşaklıkla muâmele etmiş, hem kendini mazur göstermiş oluyorsun ki, onları hak üzerinde devam ettirmekten ibaret bulunan maksadını o sayede elde edebilirsin.

Düşmanın tarafından sana teklif olunan barış, Allâh’ın rızasına uygun ise katiyen reddetme, zira barışta askerine istirahat, sana endişeden rahat, ülken için de selâmet var. Fakat barıştan sonra düşmanından sakın, hem çok sakın. Öyle ya! belki seni gafil avlamak için sana yaklaşmak istemiştir. O sebepten ihtiyatlı ol, bu hususta hüsn-i zanna kapılma.

Şayet düşmanla aranızda bir sözleşme yaptıysan yahut ona karşı bir taahhüdün varsa, sözleşmeye uy, ahdini yerine getir, verdiğin sözü tutmak için gerekirse hayatını bile feda et, çünkü arzularının çeşitli, görüşlerinin ayrı olmasına rağmen insanların, Allah’ın farzları arasında ahitlere vefâ göstermek kadar üzerinde birleştikleri bir şey yoktur. Hattâ müşrikler de hainliğin vahîm sonuçlarını gördükleri için Müslümanlara karşı ahde vefayı gözetiyorlar. Sakın verdiğin sözden dönme; sakın ahdine hıyanet etme; sakın düşmanı aldatma. Zira başarısızlığa ve yoksun kalmaya mahkûm akılsızlardan başkası Allah’a karşı gelmek cür’etini gösteremez. Çünkü Yüce Allah, ezelî rahmeti gereği, ahid ve zimmetini, kulları için şefkati sayesinde barınacakları bir eman (güven) evi, dokunulmaz alanında âsude kalacakları, yakınına koşacakları bir huzur harîmi kılmış. Onun için fesad etmek, hiyanette bulunmak yahut aldatmak olamaz.

Bir de birtakım tevillere müsait olacak akidlerde bulunma. Pekiştirdiğin, kuvvetlendirdiğin bir akdi bozmak için de sakın sözün gizli manalarından istifadeye kalkışma. Allah’ın ahdi gereği girmiş olduğun bir işin darlığı, haksız yere onu genişletmene katiyen sebep olmasın. Zira genişleyeceğini ve sonunun iyi olacağını umduğun bir darlığa dayanmak, senin için elbette günahından çekindiğin ve dünyada âhirette Allah’ın cezasından kurtuluş imkânı olmadığını bildiğin bir hıyanetten daha hafiftir.

Sonra, kandan ve haksız yere kan dökmekten son derecede sakın. Çünkü haksız yere kan dökmek gibi felâketi celbeden, bunun kadar sorumluluğu büyük, bunun kadar nimetin gitmesini, devletin batmasını hak eden bir şey yoktur. Yüce Allâh, kıyamet günü, kulları arasında hükmünü verirken döktükleri kanlardan başlayacak. Sakın haram bir kanı dökerek saltanatını kuvvetlendirmek sevdasına kapılma! Zira bu hareket onu zayıflatacak, daha doğrusu zevale erdirecek, başka ellere geçirecek sebeplerdendir. Hele kasden yapacağın bir cinayet için ne Allah’ın indinde, ne benim indimde hiçbir özrün olamaz. Çünkü bedenen kısas lâzım. Şayet bir kazaya uğrarsan terbiye ederken kırbacın yahut kılıcın yahut elin ifrata varırsa –zira zaman olur ki yumruk yahut daha biraz fazlası ölüme sebep olur– sakın sahip olduğun nüfuza güvenerek maktulün velilerine haklarını vermeyeyim demeye kalkışma.

Bir de sakın kendini beğenme, sakın nefsinin sana hoş gelen yanlarına güvenme, sakın yüzüne karşı övülmeyi isteme. Zira iyilerin ne kadar iyiliği varsa hepsini mahvetmek için şeytanın elindeki fırsatların en sağlamı budur. Sonra, sakın tebaana yaptığın iyiliği başlarına kakma; yahut yaptığın işleri abartma; yahut kendilerine verdiğin sözden dönme. Çünkü başa kakma, iyiliği tüketir; mübâlağa gerçeği söndürür. Sözden dönme; Yaratıcının da, yaratığın da nefretini çeker. Cenab-ı Hak “Böyle, sizin yapmadığınızı söylemeniz Allah indinde ne menfur bir harekettir!” buyuruyor. Sakın işlere vaktinden önce atılma. Sakın vakit gelince de acelecilik gösterme; sakın açıklık kazanmayan işlerde inad etme. Sakın açıklık kazandığı zaman da gevşeme. Sonra her işi yerine koy; işlerin her birini mevkiinde bulundur. Herkesin bir olduğu noktalarda kendini kayırmaktan çekin. Kullandığın adamlarının açığa çıkmış fenalıklarına karşı senden beklenen hareketten habersiz gibi davranma. Çünkü başkasının hesabına sen cezalanırsın. Az zaman sonra işlerin üzerindeki perdeler gözlerinin önünde açılır ve mazlûmun hakkı senden alınır.

Hiddetine, gazabına, eline, diline hâkim ol; ve bunların hepsinden masun kalabilmek için felâketlerden geri durup şiddetini ertele ki, öfken geçsin de iradene mâlik olasın. Bundan başka Yaratanına döneceğini anarak endişeye düşmedikçe nefsine hâkim olmak imkânını katiyen bulamazsın.

Şimdi üzerine gerekli olan, senden öncekilerin, geçen âdil bir hükmünü yahut doğru bir hareketini, yahut salât ve selâm üzerine olsun Efendimizden gelmiş bir haberi, yahut Allah’ın kitabında zikredilen bir farzı hatırlamaktır. Tâ ki o gibi mes’elelerde bizden gördüğün hareket tarzına uyasın ve şu emirnamemde bildirdiğim ve ileride nefsinin arzusuna kapılmanı mazur göstermemen için elimde sana karşı sağlam bir delil bildiğim hükümleri uygulamaya çalışasın.

Artık, Allah’ın geniş rahmetinden ve bütün istekleri kuşatan büyüklük ve kudretinden dilerim ki İlâhi rızası üzere kullar arasında güzel övgü ve ülke içinde hayır eserleri bırakmak için gücümüz yettiği kadar çalışmaya seni de, beni de muvaffak etsin; hakkımızdaki nimetini tamamlayıp, keremini kat kat yapıp sana da bana da saâdetle, şehadetle can vermek nasib eylesin. Bizim niyazımız Allah’adır. Salât ü selâm Allah’ın Resûlüne ve onun Ehl-i Beyt’ine olsun.

Çaviş, Abdülaziz 1974. Anglikan Kilisesine Cevap,
Çeviren: Mehmet Akif, Sadeleştiren: Süleyman Ateş, Ankara: Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, s. 117–129.

Bize Yön Veren Metinler,Cilt.1

Derleyen:Alev Alatlı
Devamını Oku »