Varlık-Bilgi İlişkisi



en-Nesefî

Necmuddin Ömer b. Muhammed en-Nesefî (ö. 537/1142), Ebû'l-Yusr Pezdeyi'nin öğrencisidir. Tefsir, hadis, fıkıh, akaid ve kelam tahsil etmiş ve bu dallarda çeşitli eserler kaleme almıştır. En ünlü eseri, el-Akaid'dir. Bu eserin birçok şerhi vardır. En muteber şerhi Teftazani'nin Şerhu'l-Akaid’dir. Bu şerhin de pek çok haşiyesi ya­pılmıştır. Akaid metin, Ebû'l-Mu'in Nesefinin Tabsıra fihristi gibidir. Her şeyden önce eserinin başında ilim ve varlık konularına yer vererek diğer meselelere giriş yaptığı için şerhleri ile birlikte asırlarca medreselerde temel eserlerden biri olarak okutul- muştur. M. Watt'ın, -sadece Arapçada olanların başlıcaları olarak- Brockelmann'a dayanarak verdiği bilgiye göre, "bunun bir düzine kadar şerhi, otuz kadar haşiyesi (Teftazani tarafından yapılan şerh üzerine) ve bunlardan biri üzerine yapılmış yirmi kadar haşiyenin haşiyesi" vardır.

Kâtip Çelebi, Akaid'in Ömer b. Mustafa tarafından manzum hale getirilip bizzat kendisi tarafından şerhedildiğini ve son olarak Celaleddin Suyûtî (ö. 911/1505) ve Aliyyu'l-Kârî (ö. 1014/1606) tarafından da Teftazani şerhinde geçen hadislerin tahriç edildiğini kaydeder. Tesbit edebildiğimiz kadarıyla eser, Amasyalı Taci Bey-zâde Sa'di Çelebi tarafından Arapça manzum hale getirilerek Sultan II. Bayezid'e (1481-1512) ithaf edilmiştir. Bundan başka Sultan İbrahim (1640-1648) adına, ismini vermeyen bir zat tarafından meâlen bir tercümesi de yapılmıştır. Akaid daha sonra, Şeyh M. Nuru'l-Arabî (Ö.1889) tarafından Selânik-Usturumca'da kısa açıklamalarla tercüme edilmiş ve Şahkulos-zade Ömer Efendi tarafından basılmıştır.(2)

Teftazani'nin bu Akaid metnine yazdığı şerhin bizde birçok tercümesi bulun­maktadır. Sırrı Giritli'nin Tuna mektupçuluğunda bulunduğu bir sırada hazırladığı bir tercümesi vardır. Araştırabildiğimiz kadarıyla kataloglarda kaydına rastlayamadığımız ve kütüphanelerin tozlu raflarında beklemiş Akaid Tercümelerinden biri de, Trabzon İl Halk Kütüphanesi'nde yazma eserler arasından yayın dünyasına sundu­ğumuz eserdir.(3)

-----------

Ehl-i Hakk dedi: Yani hakk olan i'tikâd ve ashâb dedi: Cemi’ eşyanın ha­kikatleri vardur. Meselâ insan, at ve koyun; yer ve gök gayriler gibi. Dahi cemi’ eşyânun hakikatlerini bilmek mütehakkakdur. Yani bilinmişdür. Bu kavil, Sofestâiyye'nin kavline muhâlifdür. Anlar dirler ki cemi’ eşyâ, evhâm ve hayâlât-ı bâtıl(a)dur; aslı yokdur.

Mahlûkât içün bir şeyi bilmenün sebebleri üçdür, yani yaradılmışlar, eşyâdan bir şey’i bilmek murâd eyleseler üç sebeb ile bilürler. Evvelkisi havâs-ı selimedür. Yani âfetlerden ve marazlardan sâlim olan havâsdur. İkincisi ha- ber-i sâdıkdur. Yani gerçek olan haberdür. Üçüncisi akıldır. Hâsseler beşdür: Evvelkisi kulak ile işitmekdür. İkincisi göz ile bakmakdur. Üçüncisi burun ile kokmakdur. Dördüncisi ağız ile tatmakdur. Beşincisi teni ile dokunmak.

Ancak bu beş hâsseden her biri ile şol şey üzre ıttıla’ olunur ki hâsse vaz’ olundu, yani halk olundu, ol şey içün halk olundu. Yani kulak ile yalnız sesler bilünür; gayri şeyler bilinmez. Göz ile yalnız aydınluklar ve renkler bilünür; yeşil, kırmızı ve beyaz gibi. Ve güzellikler ve çirkinlikler ve bazı şeyler dahi bilünür ve ğayri şeyler bilinmez. Burun ile kokularun güzeli ve çirkini bilünür, gayri şeyler bilinmez. Ağız ile tatlular ve ekşiler ve tuzlular gibi şeyler bilünür, ğayri bilinmez. Beden ile ısıcaklar ve soğuklar ve yumu­şaklar ve pekler ve yaşluklar ve kurıluklar bilünür, ğayri nesneler bilinmez.

Yani gerçek haber iki nevi’ üzredür, yani iki dürlüdür: Mütevâtir olan haberdür. Yani haber-i mütevâtir lisanları üzre sâbit olan haberdür ki ol cemâatun yalan söylemek üzre ittifak itmelerini akıl câiz görmez. Yani ol cemaatun çokluğından ötüri bunlarun virdüği haberi akıl yalandur, demez. Belki bu haber gerçektür deyü hükm ider, şüphe itmez. Bu haber-i mütevatir ilm-i zarurîyi, yani şüphesiz ilmi ifade ider. Geçmiş zemanlarda gelüb geçen padişahlara ilim gibi.

Meselâ Selatîn-i Osmaniyye’den bizden evvel geçen padişahlarun (Allah kendilerine rahmet ve vârisleri, sultânımız sultânu’l-a’zam, halifetulllahi ve zilluhu Teâlâ ale’l-âlem, es-Sultan Süleyman Han es-sâni el-velî’yi muammer eylesin) her biri dâr-ı fenâye gelüb fi sebi- li’llâhi Teâlâ cihâd ile tevsi’-i bilâd-ı İslamiyye idüb din u devlet hizmetinde bezl-i mechûd ve sa’y-i nâ-mahdûd itdüklerini bu zamanda bulınanlar eğerçi görmediler, lâkin gündüzi şüphesiz gündüz bildükleri gibi bildiler, asla şüpheleri yokdur. Zira bir mertebe çok kimesneler anlarun geldüklerini ve din u devlete bu kadar hizmet itdüklerinden haber virmişlerdür ki ol mikdar çokluk olan kimesneler hakkında âkil olan, bu cümle yalan söylerler, dimek ihtimali yokdur. Dahi uzak olan şehirlere ilim gibi. Meselâ Bağdad’ı ve Bas­ra’yı görmeyenler asla şüphe itmeksizin bu iki şeher var idüğin bilürler. Zira yukaruda zikrolunan gibi ziyade çokluk kimesneler bu iki şeher var idüğin haber virmişlerdür.

Haber-i mütevatirün ikinci nev’i, peygamber olanun haberidür. Öyle yganıber ki risâlet ve nübüvveti mu’cize ile sabit ola. Haber-i rasûldelil evkîle hâsıl olan ilmi isbât ider. Haber-i rasûl ile sâbit olan ilim, bedâhet ile âbit olan ilme müşabih olur, yani benzer; yani yakîn hâsıl olmada. Ya’ni ol haberi işiden, yalan olmamasına (olmasına!) ihtimal virmez. Dahi sâbit olup zâil olmamada, yani ol haberi işiden gerçek idüğine bir mertebe i’tikad ider ki ba’zı kişiler gelüb yalandur deyü işiden kişiyi i’tikadından döndermek murad eyleseler i’tikadı üzre sâbit olub o i’tikadından dönmez.

Akıl ilme sebebdür. Ya’ni bir nesneyi bilmeğe sebebdür, havâss-ı selime, dahi haber-i sâdık ilme sebeb olduğu gibi. Akıl, sebep olduğu ilimlerden fikr itmeksizin sâbit olan ilim, ol ilm-i zarûrîdür.

Her nesnenin küli cüz’inden a’zam, yani büyük idüğine ilim gibi. Külden murad her şey’ün bütünidür. însanun kendüsi gibi. Cüzden murad her nes­nemin parçalaridür. Dahi insanun yalınız eli ve yalınız ayağı gibi. İmdi her âkil fikr itmeksizin ibtidâda bilür ki insanın bitüni yalınız başından büyük- dür ve yalınız elinden büyükdür. Asla şüphe eylemez. Akıl, sebeb olduğu ilimlerden delil getürmeğile sâbit olan ol ilim kesb ile hasıldur. Zira sebebi olan deliline teşebbüs ile hâsıl oldı. Kesb dimek kişi ihtiyârile bir nesnenün sebebine teşebbüs itmekdür. Yani Allah Teâlâ tarafından bir kulun kalbine bir ma’nanun konulması, kul sebebine teşebbüs itmeksizin. Şey’ün sıhhati olanlar katında, hasıl Ehl-i hak dirler ki bir şey’ün eyüliği, ya kemlüği, ya olduğı ya olmadığı kul tarafından bilmeğe çalışmaksızın Hak Teâlâ tarafından kulun kalbine gelse kul ol nesneyi bilmiş olmaz.

Allah Teâlâ’dan ğayri ne kadar varlık sahibi olanlar var ise cümlesi. Alem, cemi’ eczâsile insan ve hayvan ve yer ve gök ve ğayriler gibi, evvel yoğiken sonra var olmişdur. Zira âlem, bazısı a’yândur ve bazısı a’râzdur. Yani a’yân- şol nesnedür ki anın içün kendü ile durmak vardur. Yani bir mekânda turmasında ğayrinün turmasına muhtaç değildür. Meselâ insan bir mekânda kendüsi turur. 0l mekânda ğayrisinün turmasına muhtaç değildür. Bi-zatihi kâim olan âlem, ya iki cüzden, yani iki parçadan ziyâdeden yapılmışdıır. Bu mürekkeb olan cisimdim Yahut eczâdan mürekkeb değildür. Cevher gibi. Cevher, kısmet kabul itmeyen cüzdür, yani bu cüz asla (...) ölünmeğe mecâl yokdur. Her cisim böyle cüzlerden mürekkebdür.

’Araz kendü ile durmayandır. Belki ’araz ğayr ile durur. Yani ’araz ol nesnedür ki bir mekânda turmasmda ğayrinün ol mekânda turmasına muh­taç ola. Meselâ beyazlık bir ’arazdım; anun bir mekânda turması beyaz olan cismun ol mekânda turmasına muhtaçdur. Mademki beyaz olan cisim ol mekânda turmaya, beyaz kendüsi yalınız ol mekânda turamaz. ’Araz, hâdis ve peydâ olur; cisimlerde ve cevherlerde peydâ olur. 'Arazun misali renkler gibi. Yani beyaz ve siyah, kırmızı ve yeşil ve sarı gibi. Dahi kevnler gibi.

Ekvân dörtdür: Biri ictimâdur; birkaç nesnemin bir yere gelmesine dirler. Biri dahi iftirâkdur; bir yere gelen şeylerün biri birinden ayrılmasına dir­ler. Biri dahi hareketdür; bir mekândan bir mekâna gitmeğedirler. Bir dahi sükûndur: bir yere durmağa dirler. Dahi ta’amlar gibi. Ta’am, Türkice tad dimekdür. Tokuz dürlüdür: Birisi tatlulıkdur, İkincisi ekşilikdür, üçüncisi tuzlulıkdur, dördünci yağlılukdur, beşinci kamaşduricilikdür, altıncı buruş- turicilikdür, yedinci yakıcılıkdur, sekizinci tatsızlıkdur, tokuzuncu acılıkdur. Dahi kokular çok dürlidür.

Arab-zâde Abdulvehhâb Efendi 1999. Nesefi Akaidi Tercümesi, yay. Osman Karadeniz, İzmir, s. 21-30.

Dipnotlar:

(2)- Öte yandan bazı müellifler, Kazanlı Mercani'ye (v.1889) ait bir “Nesefi Akaid”i şerhinin bulundu­ğunu zikrederler. Öyle görülüyor ki burada bir karıştırma söz konusudur. Fakat Nesefı Akaidi’nin, diğer birçok ülkede olduğu gibi, Teftazani şerhi ve bunun haşiyeleri ile birlikte Kazan’da da ta­nınmakta olduğunu biliyoruz. Nitekim orada da söz konusu Teftazani'nin Akaid Şerhi, hamişinde İs&m Haşiyesi ile (Kazan,1897); Haşiye-i Kesteli hamişinde Hayali ve Ramazan Efendi ile (Kazan. 1898) tarihlerinde basılmıştır.

(3)- Metnin yazılış tarihi, 27 Safer 1195 (22 Şubat 1781)'dir. Kitabın, sonundaki kayıttan (ve aşağıda aynen aktardığımız, eserin başında bilgi vasıtaları-haber bahsinde adının zikredilmesinden) an­laşılacağı üzere, II. Süleymana (1642-1691) okutulduğuna bakılırsa, bu tarihten en az yüz sene kadar önce tercüme edilmiş olduğu ortaya çıkar. Bu bakımdan eser, Sultan İbrahim'e sunulan yazan belirsiz nüshadan yaklaşık 50 yıl sonra tercüme edilmiş, yazan belli en eski tercüme-şerh mahiyetinde olması bakımından orijinal sayılabilir.

 

Bize Yön Veren Metinler,Cilt.1

Derleyen:Alev Alatlı

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder