İnkılaplar

Nurettin Topcu- Yarinki Turkiye

Bütün inkılâplar, şekil ve kıyafet değiştirmeden ibaret kalıyor; ruh daima aynı oluyor. Aynı mefhumlar, divan edebiyatından intikal ediyor, buna ilâve edilen yeni konular yine eski ruhla işleniyor. Nedim-Mehmet Rauf edebiyatı yeni nesilde, divân edebiyatının medhiye ve mersiyeleriyle birlikte devam ediyor. Edebiyatta milliyet cereyanından bahsedenler, millî edebiyatı sade şekil, isim ve kalıpların başkalığında arıyorlar. Hayat sahasında yapılan inkılâplar da kıyafet değiştirmekten ibaret oldu.

Yarım asırdan fazla zamandır evlerimiz değişti, elbisemiz değişti; lisanımız ve selâmımız bile bambaşka şekiller aldı. Dışımızdaki âleme bakıyoruz, hemen herşey değişmiş, fakat insan değişmemiş. Kendini görebilen insanın içine çevirdiği dikkatine cevap olarak, benliğinin derinliklerinden samimi bir ses haykırıyor: Ben ne elbiseyim, ne eşyayım, ne de dışından değiştirilebilir bir varlık. Hakikî inkılâp, bu isme değer hareket, insan ruhlarım değiştiren, insanda yeni bir irade yaratan harekettir. Asırlardan beri hayat sahnemizin şekil ve maddeye ait zaruretlerle birlikte ve dışardan gelen tesirlerle değişmiş olması, İçtimaî inkılâp sayılmamalıdır.

Kaynak:

Nurettin Topçu-Yarınki Türkiye
Devamını Oku »

Hikaye ve Romanlarının Babası Böyle Biri İşte !...

Hikaye ve Romanlarının Babası Böyle Biri İşte !...

Ona bu sıfatı çağdaşları veriyor. Aslında bizim cemiyetle hikâ­ye ve romanın yeri yoktur. Hele romanın çıkışı, daha çok batının etkisi ile olmuştur. Tanzimatla başlayan yabancılaşma hareketi, romanda da kendini göstermiş, kendi öz aile hayatımıza ters dü­şen, doğrudan doğruya "adapte" bir roman türü ortaya çıkmıştır. Kahramanımızın esas veçhesi roman ve hikâyede ortaya çıkıyorsa da biz daha çok fikri ve inanç yapısı üstünde duracağız.

Tanzimatın getirdiği yabancılaşmayı bir ihtiyaç sayarak, me­denî ve İçtimaî hayatta yenilik diye kabul etmiştir. "Avrupa mede­niyetine girip, o medeniyetin içinde yaşayabilmek için Avrupa'nın ihtiyaçlarına göre" bir hayatın kurulması esas gayesi olduğu için, ilk roman denemeleri hep batılı hayan okuyucumuza getiren dene­meler olmuştur.

İstanbul'da doğmasına rağmen babasının hizmeti hasebiyle gittiği İzmir’de bir Fransız mektebine girer. O mektepte Fransız kültürünü alır, dilini öğrenir. Fransız romancılarım çokça okur. Eserlerinden sonradan tercümeye başlar. Artık temel eğitim itiba­riyle Türkiye'deki hayata yabanadır. Tercümeleri gazete ve mec­mualarda neşr edilir ve zamanla tercüme faaliyetine girişir. O dev­rin hastalığı olarak Fransız Edebiyatı'nın tesirinde kalır. Sadece isim ve mahal adlan değişik olacak şekilde, Batı'nın aristokrat hayatına benzer, hayalî aile ve köşk yaşayışlarını romanlarında iş.

"Nevruz", "Ahenk" ve "Hizmet" gazetelerini kurdu. "Servet-i Fünûn" da yazılar yazdı. Bu adla şöhret bulan edebî ekolun önde  gelenlerinden sayıldı. Arapça ve Farsça'nın yanında dört batı dili  bilmesi onun geniş kültür ve düşünce alam içinde hareketini sağladı. Kendi eserleri olduğu için kurdukları edebî ekolü en iyi düşün-ce ve sanat hareketi olarak sundular. Geçmişin edebî ve sanat hayatını red ettiler. Bağdatlı Ruhî ile Füzûlî ve Şeyh Galipten gayri  kimseyi beğenmemişlerdir. Eskileri dil ve düşünce bakımından  dercedip geldiklerinden kendilerinden sonra gelenlere de kendilerini kabul ettirme çabasını gösterdiler. Yerleşmek ve sağlam esasa  oturmak için geçmişi inkâr bu yeni edebiyatçıların tek kurtuluş vesilesi oldu. Zaten bu tür denemeler onlarca başlatılmıştı. Hep yabancı kafası ile düşündükleri için tesirleri İstanbul'un bir bakıma  sosyetik ve azınlık muhitlerinde görüldü. Romanlarında köşk eğlenceleri, meşru olmayan aile tarzları işlenmiştir. Maî ve Siyah,  Aşk-ı Memnu, Kadın Pençesi, Aşkı Beklerken, Hepsinden Acı gibi romanları klâsik aile faciaları ile bezenmiştir.

Romanlarında sosyete dedikoduları, kadın-erkek münasebetIeri, kadın-erkek mürebbî ve mürebbiyeler, musikî hocalarının  çokça yer bulması, onun azınlık mekteplerinde ve batılı romanlar­da gördüklerini bizim cemiyet hayatımızda da olacağı inancına saplanmasına sebeb olmuştur. Bir bakıma aristokrat bir hayat içinde edebî çizgisini tutmuştur. Zenginlerin yaşadığı yerlerde kışlamak, yazları adalarda dinlenmek, edebî mehafîlde sanat olayları ve yazarlarla ülfet temin etmek, hep halktan kopuşun, halktan uzak bir sanat ve edebiyat anlayışının örnekleridir.

Giderek yenilikte karar kılıp yeni edebiyat adı altında kendile­rini şekilden şekile sokanların başında geldi Siyasî veçhesi yanın­da dil, vezin ve edebiyat konularında bir çeşit Türkçülük yaparak "millî hareket" olarak büyük harbin içinde kendini buldu.

Hatıralarını “Kırk Yıl" adı Altında neşredip gerçek hayatta karşı karşıya geldiği siyasi ve edebi esasları kendi zaviyesinden gelecek nesillere aktardı

Onun en çok dikkate şayan olan "Saray ve Ötesi" adlı siyasi görüş ve müşahedeleridir.

Fransızca hocalığı, edebiyat öğretmenliği, batı edebiyatı müderrisliği yanında, Reji müdürlüğü, mabeyn baş kâtibliği, ayan azalığı gibi siyasî makamları da işgal etti. Hele V. Mehmed Re-şad'ın Mabeyn Başkatibiiğl dikkatlerden uzak tutulmamalıdır.lttihatçıların hakimiyet kurup on yıl devleti parmaklan arasında oynatmaları, Mehmed Reşad'ı da istedikleri gibi kullanmaları hatun

getirilirse, Mabeyn Başkatibinin de onlardan olmasını gerektirir.

Nitekim Mabeyn Başkâtibi Halid Ziya'nın da 1905de 39 yaşında: İttihat ve Terakki fırkasına girdiği görülür.

İşte Halid Ziya, romanlarında bizden bir parça bile olmayan hayat sahneleri çizerken, siyasî hayattta müşahede ettiği devlet  idarecilerinin tavır ve tutumlarını kaleminde ele alırken din ve  inanç sisteminde lâik bir batı kafası mantığı içinde bakar idareye  ve hadiselere...

"Mevkiinden emin bir sanatkâr" ve "bir nesir babası" gibi sa­yılmışsa da, o dinde din alimlerinin aldıkları tavrı hiç mi hiç gerek­li görmüyordu.

"Saray ve Ötesi "nde padişahın huzurunda her ramazan ayında verilen dersleri küçümser tarzda, devrin ileri gelen seçkin müderris-âlimlerini kendi düşünce mantığı içinde şöylece tahlil etmesi daha o günlerden itibaren insanımız ve sanatkârımızın dinî kay­naklar hakkında neler vehm ettiğinin açık vakıasıdır.

"Ben beklerdim ki, mukarrirler (ders anlatanlar) Kur'an’ın metninden ayrılmayacak, falan ve (İlân ayetten ilham alarak hitabelerde bulunsunlar. Buna mukabil onlar, hep tesirlerin iz'ana sığmayan açıklamalarım, hususiyle, "Buhar-î-i Şerif di­ye tanınan ve uydurma hadîslere İstinat ederek İsrail ve Hristiyan hurafelerinden intikal eden rivayetlere her türlü mantık ölçülerini aşacak genişlikler veren kitabın İçindekilerini esas tutuyorlardı. Artık onların dilinde İslam Dini peygamberin dininden başka oluyordu. Asıl Muhammed dininin üstünlüğünden, akla yatkınlığından bir şey kalmayarak bu güzel din, efsane şeklinde bir mahiyet almış oluyordu." (Saray ve ötesi, sh: 230)

Halid Ziya'nın bu ifadeleri inanç ve din kültürü bakımından ne derece bir sağlamlığa sahip bulunduğunu göstermektedir. Zira, Kurani Kerimi açıkça tefsir ve izah eden tefsir kitaplarını Hristi-yan ve Yahudi saçmalıkları ile dolu olarak zikr ederken, müslümanların ikinci ana kaynağını teşkil eden hadislerin en sahihleri­nin toplanmış bulunduğu "Buhari-Î Şerif' bu derece dayanaksız, ithamkar bir tarzda "uydurma" hadislerle dolu olduğunu ifade et­mesi bilgi ve kültür yönünden müslümanlara değil, onların dışında olan batılı zihniyetin Avrupa'lı temsilcilerine yakın olduğunu gös­termekledir. Hele saraya kadar yükselen ve o devirde en yüksek si­yasî makamlardan olan a'yan (senato) azdığına yükselmesi inkılaplara zemin hazırlama bakımından, İttihatçıların ne derece hizmet ettiklerinin açık belirtisidir.

Daha büyük devlet yıkılmamış, daha dinî hükümler tatbikten kalkmamış, amma romancımızla yandaşları geriliğin, yerinde saymanın ve çözüm bulamamanın tek sorumlusu imiş gibi din hiz­metlerini göstermeleri nelerle meşgul olduklarını gösterir.

Çöküşü hızlandırmak için ne gelmişse elden yaptılar. Devlet ricali müesseseleri yıktı. İdarî ve mülkî erkân silsileyi bozdu. Maa­rif dışardan idare edilen bir teşkilât haline geldi. Basın ne idüğü be­lirsiz dönme ve mason güçlerin eline geçti. Roman ve edebiyatla uğraşanlar bohem hayatım yaşayarak ünlü batılı romancıların kü­çük putlarını cemiyet içinde dikmeye çalıştılar.

İslâm’da yasak ne varsa onu meşru kılmak için sözle ve yazı ile mücadele verdiler. Namaza,oruca, ibadete ve bütün dinî İçtimaî ve siyasi değerlere karşı tavırlar alıp hem memleketi ve hem de milleti  unsurundan koparıp sonbahar yaprağı gibi batının rüzgârına terk ettiler.

Her sahada olduğu gibi romanda da hep batıyı taklit ettiklerin­den "milli* olma vasfını alabilecek bir tek eser ortaya koyamadı­lar. Halid Ziya da onlardandır. Ve hatta bunların bağında gelir.

Halid Ziya nın romanlarında örnek aldığı cemiyet hayatı onun içinde bulunduğu ve yaşadığı gerçek hayatı aksettirmesi, o devrin yıkılışına önayak olan sınıfın bulunduğu perişan ve acıklı duruma ve dramı anlatır. Bu bakımdan o ve benzeri romana ve hikayeciler somadan gelenlere apaçık zemin hazırladılar ve onların her sahada öncüleri oklular.

Cumhuriyetten sonra Halid Ziya, "Uşaklıgil" soyadını aldı ve roman, hikâye, şiir, makale, tiyatro ve edebiyat üzerine kaleme al­dığı eserleri üzerinde durdu. Yeni bir şekle, yeni bir dil anlayışına ayak uydurmak için eserleri üzerinde düzenlemeler yaptı.

Hakkı Tank (Us), Halid Ziya ile diğer basın mensuplarının el­linci hizmet yılını kutlamak için, toplanan heyette 1942de, Uşaklı­gil için şöyle diyordu:

"Halid Ziya, romana soktuğu hayat ile bize medeni inkılabımızı müjdelemiş sayılmalıdır. Bir ucu Türk irfanının yük­selmesine dokunup da Halid Ziya'nın ihatası dışında kalmış bir mevzu yok."

Jübileden üç yıl sonra, Halid Ziya Uşaklıgil, 79 yaşında hayata gözlerini yumuyordu.

 

Sadık Albayrak - Kemalits Devrin Çakıl Taşları

 

 

 
Devamını Oku »

Devrik Cümlenin Önderi

Devrik Cümlenin Önderi

Son devrin adamlarının kafa yapısı bozuktur. Kafaları içinde bulunan şeyler birer sürpüntüdür. Çünkü yol geçen hanı gibi Ba­tıdan ne gelmişse Doğu'ya, onların kafalarında bir yer bulmuştur. Bundan dolayı da son devirde yazar-çizer adamlarımızın çoğu dü­şünce, dil ve edebiyat alanında millî hayata cephe almışlardır.

Bunlardan biri de tarihçi Hammer'in "Osmanlı Tarihini dili­mize çeviren Ata Bey’in oğludur. Ata Bey'in oğlu 1898'de İstan­bul'da doğmuştur. Babası oğluna "Nurullah" adı takmışsa da son­radan ismini "zulmet’’e çevirmiştir. Tam bir tahsil yapmadı. Bazı mekteblerde hocalık yapmıştır. Millî Eğitim Bakanlığında müter­cimlikte bulunmuş ve ilk yazılarına 1921'lerde "Dergâh"ta başla­mıştır. ilk yazılan şiir tülündedir.

Yetiştiği şartların aksine, bildiği halde, Fransız dil ve edebiya­tının tesirinde ve bir balama bayram olarak ilk olarak dilde devrik cümleleri kullanmıştır.

Son olarak memuriyet hizmeti olarak Cumhurbaşkanlığı mü­tercimliğinde bulunmuş ve buradan 1952'de emekliye ayrılmıştır. Günlük gazetelerde fıkra, deneme ve tenkit yazılan neşr etti. Bil­hassa Fransızcadan tercümeler yaptı. Bunlar ününü arttırdı.

Batıya o kadar hayrandı ki bütün eğitim knrumlannda Latin­ce'nin mecburi kılınmasını istedi.

Hele dildeki aşırılığı, kendi dilimizi uydurukçanın kucağına atmış, ilkel bir Afrika kabilesinin bile rıza gösteremiyeceği bir tarzda dilin sadeleştirilmesine çalıştı. Asırlardır bu milletin kültü­rünü yoğuran kelimeleri sırf yabancı kaynaklıdır diye yazı ve ko­nuşma dilinden atmaya ömrünce gayret gösterdi.

Bu aşırılığın baş nedeni aşın bir din, yani Islâm düşmanlığın­dan ileri gelmekteydi. Bu tavrı da en çok din aleyhtarlarının işine geliyordu. Yozlaşan bir sanat ve edebiyat akımı içinde Nurullah Ataç’ın elbette büyük bir yeri olacaktı.

Önce "Hakimiyet-i Milliye" adım alıp sonra "Ulus" olan gaze­tede 1927’den 1957ye kadar sayısız yazılar yazdı. Bu gazeteye ambargo koyan siyasî partinin felsefesine uygun şiir, roman, ve denemeler sergiledi bir ömür boyu. Başka gazete ve dergilerde de yazdı. Akşam, Cumhuriyet, Milliyet, Son Havadis...gibi gazete­lerde arz-ı endam etmiştir.

Bir inkılâb (devrim) yapılmış memlekette ve bunun başlangıcı yüz elli yıla dayanıyordu. Bu süre içinde çok şeyler yazılmış ve söylenmiştir. Nurullah Ataç da bu gelişme içinde kendine göre hizmetlerde bulunmak istiyor. Her şeyi alırken de Batı'dan dil de­ğeri ne varsa alınmalı, bu bizim öz değerlerimize uymasa da...

En çok tutarlı olan tarafı, günlük gazetelerde yazması idi. Çün­kü devletin fakültelerinde dil ve edebiyat sahasında kürsü işgal edenler bir bakıma halktan kopmuş, akademik tarzda yayınlarım sürdürüyorlardı. O ise yazdı da yazdı. Öyle ki ilk nazarda garipse­niyordu. Ama bu acayip dil keşmekeşliğini ısrarla devam ettirme­si, hem kendi etrafında hem de neşriyat hayatında sesini duyurup "kamu-oyu" teşkil ettirenleri ortaya çıkarmıştır.

Bugünkü dil kurumu onun eseridir, diyebiliriz. Onun attığı te­meller, daha doğrusu tahrîbkâr yerler üzerinde yürüyor dilcileri­miz. Açtığı yol gelişmeden çok değişmeyi hedef aldığından her geçen gün daha da batağa saplanmakta, millet fertlerinin anlaş­makta ve konuşmakta dar ve ilkel, düşünde de daha sığ bir hayat anlayışı içine sokulmasına yaramıştır.

 

Dinî değerlere düşmanlığı onun dostları tarafından yan şaka yan ciddi öldükten sonra müslüman mezarlığına konulacağı hatır­latılır. O ise böyle bir hareketin onun için en büyük azap olacağı görüşünü ifade ederdi. Ne acı ki devrim adına yol alanların akıbeti hep böyle olduğu gibi o da istemediği şekilde bir dinî törenle tabuta konmuş ve gideceği yer maşatlık olduğu halde, öldüğü 1957de mezarlığın yolunu tutmuştur, elinde olmadan (!)...

 

Sadık Albayrak - Kemalist Devrin Çakıl Taşları

 

 
Devamını Oku »

Tüccarın Oğlu Adam Olmayınca

Tüccarın Oğlu Adam OlmayıncaTüccar bir baba konuşma arasında şöyle dedi:

-Bizim oğlana dünyanın parasını harcayarak bir iş yeri kurdum. Ama işletip adam olmadı. Ben de bunun üzerine ne ha­li varsa görsün diye okula yolladım.

Suçlayalım mı bu tüccarı?

Adam olmak diye anladığı model pek mi fena? iyice maddileştirilen bir dünyada, okuyanlar yarı aç yan tok gezmeye başlayınca ne düşünür adam olmak konusunda bir tüccar? Yalnız tüccarlar mı? Memura, okumuşa kız verilmediği­ni, tahsilleri ilk’den ya da Orta’dan terk bankerlerin onbinleri il­gilendiren bir sorun olarak aylardır gündemde durduğunu gö­ren insanlar için “adam olmanın” tarifi başka nice olur?

Ve sonra bakıyor insan, okumak karın doyurmadığı gibi, bir de okuyanlar mesela cinayet işlediler mi polise nanik yapa­rak işliyor, onlara kök söktürüyorlar. En kurnaz banka soygun­ları okumuşlar eliyle oluyor. Hele ihracat-ithalat oyunlarını, mevzuatlardaki gedikleri en iyi bilenler ve vurgunlar vuranlar onlar. Yani okuyunca adam olunmuyor da ya fakir olunuyor ya da onu bunu, devleti aldatmanın ince yollarına varılıyor.

Bizim tüccar baba da bunu görüyor elbet. En iyisi diyor, oğlumu okutacağıma, onu adam etmeyi tercih edeyim daha iyi. Bunun için de eline sermayeyi verip adam olmaya giden yolu gösteriyor. Fakat çocuk kabiliyetsiz çıkmış adam olmak istemekmiş.

Çağımızdaki okumanın anlamı böylesine basit bir mizah­ tan ibaret değil elbette. Aksaklık okumaya biçilen değerde.

İslâm, ilimleri, yararlı ilimler, yararsız ilimler diye ayırdı. Kıstası da Rıza-i Bârî. Bir ilim kişiyi Allah’a yaklaştırıyor, onun takvasını artırıyorsa faydalı, bunlardan uzaklaştırıyorsa faydasız telakki edildi.

Bu ölçü dikkatten kaçırılınca, okumak, ilim tahsil etmek; para getirmesi, başkalarının nezdinde kişiye saygınlık kazandır­ması nispetinde makbul sayılmaya başlandı.

Mü’mini ilim tahsil etmeye teşvik eden âyet-i kerime ve hadis-i şeriflerin işaret ettiği ilimle, Batı’nın benimsediği ve bü­tün dünyaya da kabul ettirdiği ilim birbirinden ne kadar farklı.

Gazali hazretlerinin Ihyasında bunlar çok açık ve teferru­atlı olarak anlatılmıştır. Oradan yararlanarak sadece birkaç nok­tanın kafamızda tazelenmesine çalışalım:

Hazret-i Ali radıallahu anh şöyle diyor: “Ey Kümeyl, ilim maldan hayırlıdır. Çünkü malı sen koruyacaksın, fakat ilim seni korur. İlim hâkim, mal mahkumdur. Mal sarfetmekte azalır, ilim sarfiyatla çoğalır.”

Batı öyle bir ilim yolu tutturmuştur ki, hem sahibini, hem öğreteni, hem malı, hem bütün zayıfları, hem de bilgiyi mah­kum etmiş, sultasına almıştır.

İbn-i Abbas radıyalîahu anh: “Hazret-i Süleyman aleyhis-selâm mal, ilim ve hükümdarlık arasında muhayyer iken ilmi tercih etti ve bu sayede diğerlerine de malik oldu” diyor.

Batı bilgiyi maddenin emrine verdi.

Gazali hazretleri: “İnsanın diğer canlı mahlukattan ayrılığı ilmi sayesindedir. Şüphesiz ki insanın diğer mahlukattan im­tiyazlı olması, güç ve kuvvetiyle değildir, çünkü deve kendisin­den kuvvetlidir. Vücut iriliğiyle de değil, çünkü fil hepsinden büyüktür. Yiğitlikle de değil, çünkü aslan hepsinden yüreklidir. Çok yemesiyle de değil, çünkü öküzün karnı daha büyüktür. (...) Şu halde insan ancak ilim içindir.” diyor ve bağlıyor:

-“Ilimsiz kalp ölüme mahkumdur. Fakat aşırı korku yaranın acısını duyurmadığı gibi, aşırı dünya sevgisi de bu duyguyu iptal etmiştir.”

Büyüklerimizin “Alimler efendi olmaya layık kimselerdir.

Bilgisiz ululuğun sonu horluktur” diye, veya “Oku, çünkü ilim fakirlikte servet, zenginlikte ziynettir” diye tarif ettikleri ilim, ki-şiyi Rabbinden başka arzusu olmayanların katma yüceltir.

Bu idrak kaybolmuş, dünyaya meyl artmış, mal bilginin efendisi olmuşsa, adam olması istenenlerin eline ilim değil, el­bette mümkünse sermaye silahı tutuşturulacaktır...

Cahit Zarifoğlu - Zengin Hayaller Peşinde
Devamını Oku »

Gerçek İslâmî Edebiyat

Gerçek İslâmî EdebiyatGerçek İslâmî edebiyat, Franz Kafka veya en iyi biçimde Dostoyevskinin yazılarında gördüğümüz öznel edebiyat türünden bütünüyle farklıdır. Bunlar ve bunlar gibi daha başka yazarlar, kuşkusuz modern Batı edebiyatının en önemli simalarıdır; fakat daha pek çok batılı modern edebiyatçı gibi, hepsi de İslâm’ınkinden farklı, hattâ bütünüyle İslam’ın ruhuna aykırı bir bakış açışı taşımaktadırlar. İslâmî bakış açısına bira/ yakın olan eski Batılı edebiyatçılardan, bütünüyle Hrıstıyan olmalarına rağmen, çok yönlerden Müslüman yazarlara benzeyen Dante ve Goetheyi gösterebiliriz.

Son zamanlarda ortaya çıkanlar arasında ise, modern yazarların aksine içten bir Hristiyan olup, bu yüzden dünyaya İslâm’mkine nisbeten yakın bir gözle bakan T. S. Eliot'u anabiliriz.

Bu tür kişilerin eserlerinin tersi yönde giden psikolojik roman, nes-nel bir gerçeklik olarak Hakikati görebileceği bir ölçüden yoksun olduğu halde, insan nefsine nüfuz etme girişimi ve sahip olduğu biçimle Islâm'a bütünüyle yabancıdır. Marcel Proust, kuşkusuz Fransız dilinin büyük bir ustasıydı ve A la reeherehe du temps perdu (Kayıp Zamanın İzinde) adlı eseri, modern Fransız edebiyatına tutkun olanların büyük ilgisini çekmişti; ancak bu tür metinler, her ne olursa olsun, İslâmî edebiyat için bir model oluşturmaktan çok uzaktır.

Evet, bu türden edebiyat, Arapça ve Farsça yazan birtakım yazarlar için bir ‘ilhâm kaynağı' olmaya başlamıştır; İran’ın son dönem en ünlü edebi figürü olan ve Kafka'nın çok fazla etkisinde kalan Sadık Hîdayet’in psikolojik bir umutsuzluk içinde intihar etmesi ne kadar ilginçtir. Büyük bir edebî yetenekti Sadık Hidayet; fakat, İslâmî hayat akışından kopmuştu bir kez. Bugün, görüşlerine İran toplumundaki İslâmî öğeler kuşkusuz karşı çıkıyor. Ama, Batı toplumunun yaşadığı düzensizlikleri ve psikolojik sorunları, Müslümanların henüz karşı karşıya bulunmadıkları sorunları ele alan bu tür yazarlar, kendilerini tanıyıp, bu yem has talıklara tutulan Müslüman gençler arasında yavaş yavaş popüler hale gelmektedir

Bugün Müslüman dünyada gözlemlenen en kötü trajedilerden biri de, son zamanlarda bilerek Batı’nın hastalıklarını taklide yeltenen yeni bir insan tipinin ortaya çıkmış olmasıdır. Böyleleri, gerçekten bir bunalım içinde olmadıkları halde, modern görünmek hevesiyle kendilerini bunalıma itmeye çalışmaktadırlar. Fırtınalı ve bunalımlı bir ruhtan çıkıyormuş izlenimi verecek şiirler yazmaktadırlar; oysa, hiç de bir bunalım içinde değillerdir. Nihilist olmaktan kötü bir şey yoktur; fakat,Batı san'atının çöküşünü taklit etmek için, nihilist edebiyat ve san'at üretme çabasıyla nihilizm taklidi yapmak daha kötüdür.

Tanrı-tanımaz ve nihilist bir bakış açısının yanı sıra, İslâm dünyasında sanat ve edebiyat yoluyla yayılan psikoloji ve psikanaliz, İslâm karşısında bugün cidden büyük bir tehlike arz etmektedir; bu noktada yapılacak olan, geleneksel İslâmî psikoloji ve psikoterapiye dönmek ve edebiyat adına İslâm dünyasına giren bu kadar şeyin nesnel bir değerlendirmesini gerçekleştirmeye imkân verecek ölçüde özgül bir İslâmî edebiyat eleştiriciliği yaratmaktır.

Batı’dan gelen İslâm karşıtı psikolojik ve felsefî fikirlerin edebiyat kanalıyla İslâm dünyasına ne ölçüde sızdığını görmek için, çeşitli Orta Doğu kentlerinde üniversitelerin bulunduğu caddelerden şöyle bir geçivermek yeterlidir. Her tarafta, standlarda veya yerlerde yayılmış bulunan kitaplar içinde dinî eserler ve özellikle bir Kur’ân bulmak hâlâ mümkündür. Fakat, İslâmî dillerde, ‘edebiyat’ kılıfı içinde sunulan, Marksizm ve egzistansiyalizmden tutun da Batı pop kültürüyle ilgili kitaplara kadar, yığınla eser bulmak da mümkündür. Bunlara karşı verilmiş cevapları ve reddiyeleri içeren kitaplar da var kuşkusuz; çünkü, İslâm ve yaydığı manevî hava hâlâ canlılığını koruyor. Fakat bütün bu olgular, İslâm’ın karşısındaki tehlikenin büyüklüğünü göstermektedir.

 

Seyyid Hüseyin Nasr,İslam ve Modern İnsanın Çıkmazı
Devamını Oku »

Cemil Meriç ve İmam-ı Gazali








İnsan okudukça neler öğreniyor. Yıllarca merhum Cemil Meriç’in yanında bulundum. Kendisine koca koca kitaplar okudum. Mesela Şehbenderzade Filibeli Ahmet Hilmi’nin o meşhur eserini –ki yedi yüz sayfadan fazladır – kıraat ettim. Özel sohbetlerini büyük bir zevkle dinledim. Sert bir üslupla yaptığı eleştirilere kulak verirken yeni yeni bilgilere ulaştım. Merhum, hem batı kültürüne, hem doğu irfanına aşina idi. Bu arada belirteyim ki, “kültür” kelimesinden pek hoşlanmadığı için ciddi ciddi tenkit ederdi. Ona göre “irfan” daha geniş kapsamlı, daha sıcak ve yerli bir kavramdı. Nitekim eserlerinden birinin adı da “Kültürden İrfana”dır.

Cemil Meriç’in kitaplarını okuyanlar veya sohbetlerini dinlemiş olanlar onun İbn-i Haldun, Ahmet Cevdet Paşa, Tunuslu Hayrettin Paşa, Ahmet Mithat Efendi gibi kalem erbabına büyük bir hayranlık duyduğunu bilirler. Mesela, İbn-i Haldun için “kendi semasında tek yıldız” derdi. Nesirdeki üstadlarının Sinan Paşa ve Ahmet Cevdet Paşa olduğunu söylerdi. Hace-i Evvel Ahmet Mithat Efendi’nin ne büyük bir tecessüse sahip olduğunu her fırsatta söylerdi. Son yıllarında bu zevat-ı kirama Said Nursi merhum da katılmıştı. İtiraf edeyim ki İmam-ı Gazali hazretlerine duyduğu ilgiyi ben de bilmiyordum. O kadar zaman yanında bulunduğum halde, bu konu hakkında tek bir cümlesine rastlamadım. Otuz yıl sonra okuduğum bir röportajdan, Cemil Meriç’in aynı zamanda Gazali’yi de keşfetmiş olduğunu öğrendim. Merakınızı şöyle gidereyim:

Kadim dostum Ekrem Kızıltaş’ın 1984 yılında Cemil Meriç’le yaptığı mülakat “Dil ve Edebiyat” dergisinin Şubat sayısında bu kadar uzun bir aradan sonra bir kere daha yayımlandı. “Cemil Meriç ile Lisan Meselesi ve Aydınlar Üzerine” başlığıyla neşredilen bu mülakatı büyük bir zevkle okudum. Arkadaşımızın üstada yönelttiği bir soru da şöyle: “Yeni yetişen nesle, okumada ne gibi bir yol takip etmelerini ve öncelikle hangi kitapları okumalarını tavsiye edersiniz?”

Cemil Meriç, ne tavsiye edebilirim ki, tavsiye edebileceğim kitapların yüzde doksanı tercüme, tercümelerin de yüzde doksan dokuzu berbat deyip acı bir gerçeği dile getirdikten sonra irfan açısından belli bir yere gelmek isteyen gençlerin lisan öğrenmelerini ve kendilerini iyi yetiştirmelerini istiyor. Yani, suyu kaynağından içiniz diyor. Doğru söylüyor. Maalesef tercüme edilen kitaplar, kötü tercüme edildikleri, dil keşmekeşine maruz kaldıkları için okunmuyorlar. Böylece o kıymetli eserler bir nev’i katledilmiş oluyor. “Mütercim katildir!” sözü, işte bu faciaya, dil faciasına işaret ediyor. Yıllar önceydi. Kayıhan Yayınevi’nin sahibi merhum Burhaneddin Kayıhan, bir gün bana basılmadan önce redaksiyonunu yapmam için bir dosya verdi. Bu, Hazreti Ömer hakkında tercüme bir kitaptı. Doğrusu, ilk başta, İslamın ikinci büyük halifesi hakkında – redaksiyon maksadıyla da olsa – böyle koca bir kitap okuyacağım diye sevindim. Eyvah, daha birkaç sayfa okur okumaz sevincim kursağımda kaldı. Çünkü, mütercim son derece bozuk bir tercüme ile hazırlamış. Burhaneddin Bey’e, bütün sayfaları kırmızıya boyasam bile yine düzeltemeyeceğim, eseri yeniden yazmak gerekir dedim. Mütercimi razı olursa ben bunu yapabilirim, diye ilave ettim. “Uyanış Devirlerinde Tercümenin Rolü”nden bihaber mütercim bu teklifi: “Benim cümlelerime kimse dokunamaz!” efelenmesiyle kabul etmedi. Böylece ben de büyük bir sıkıntıdan kurtulmuş oldum.

İşte Cemil Meriç, bu bozuk ve kötü tercüme furyasına ne yazık ki, Gazali’nin de kurban edildiğini belirtiyor, dolayısıyla irfan dünyamıza beklenen faydayı verememiştir, diyor. Ona göre böyle yetersiz çeviriler, müellifin hakkıyla anlaşılmasına ve istifade edilmesine engeldir. Sadece Gazali mi, İbn-i Haldun da aynı akıbete uğramıştır. Gazali’nin eserlerinin başına gelenler, “Mukaddime” nin de başına gelmiştir. Cemil Meriç, sözün burasında “Tercüme edilen, sadeleştirilen kitaplar ne dereceye kadar aslını aksettirebilir?” diye sorduktan sonra, acı bir gerçeği dile getiriyor, işte bu yüzden gençlerimize tavsiye edebileceğim on kitap bulabileceğimi zannetmiyorum, diyor.

Tercüme hastalığına böyle bir teşhis koyan Meriç, yeri gelmişken ilginç bir noktaya daha değineyim deyip, sözü halkımızın Gazali hayranlığına getiriyor. Tercümedeki bütün bu olumsuzluklara rağmen Büyük İmam’a, büyük bir muhabbet duyulmaktadır. Acaba bu sevginin kaynağı nedir? Mesela her türlü reklam vasıtasıyla desteklenmesine rağmen Charles Darwin’in tercüme edilen kitabı 250 adet bile satılmıyor ama Gazali 250.000 satabiliyor. Burada araya girip ben de bir ilavede bulunayım. Bugün Hazretin eserleri çok daha fazla satılıyor. Neredeyse “İhya”nın ve “Kimya”nın girmediği ev kalmadı. Aynı oranda okunup okunmadığı başka bir yazının konusu olduğu için onu geçiyorum. Eğer okunmuyorsa sebeplerinden biri de – yukarıda da belirttiğim gibi – kötü tercümelerdir.

Yine Cemil Meriç’e dönecek olursak, sözü tekrar ilgi ve alaka meselesine getiriyor, Darwin ve benzeri yazarların kitaplarının tutması için bütün yollar denendi. Akla gelen her şey yapıldı. Okullara sokuldu, klasikler arasında basıldı. Ama bir Gazali’nin binde biri kadar bile ilgi görmedi. Bu nedendir acaba, sorusunu bir kez daha kendi kendine soruyor. Merak etmeyin, cevabını da yine kendi veriyor: “Gazali Huccetü’l-İslam’dır. Bir çok meselede son mercidir. Müphem de olsa bu özelliği toplumun şuur altına sinmiştir.”diyor.

Evet, Gazali, hem “Huccetü’l İslam”dır, hem “Zeynü’d-Din”dir. Yani dinin hem delili hem zinetidir, süsüdür. Delilden, zinetten kim hoşlanmaz. Bu millet, bu sırrı keşfettiği için onu baş tacı ediyor.

Sevmeyenleri mi sordunuz? İsterseniz bu sevimsiz konuya hiç girmeyelim.

Dursun Gürlek



Devamını Oku »

Tanzimat Dönemi Romancılık

Tanzimat döneminde, Batıda birçok büyük roman varken Telamak’ın çevrilmiş olması da ilginçtir. Yusuf Kamil Paşa bir yazar veya romancı değildir, onun için de seçimi bir roman olmaktan çok bir eğitim kitabına yöneliktir. Yani o, Telemak’ı ro­man olduğu için değil, eğitim kitabı olduğu için çevirmiştir. Fenelon, romancı olarak da yazar olarak da kendi ülkesinde (Fransa) bile çok okunan bir yazar değildir. Dola­yısıyla çeviride amaç toplumu eğitmektir. Bu anlayış yerli romanlarda da kendini gös­termiş, Tanzimat romancılarında bir amaca, bir ideale dönüşmüştür. Bunun için de ro­manlarında yaratılan tipler hem doğudan, hem batıdan izler taşır; ne tam anlamıyla ba­tılı ne tam anlamıyla doğulu (Osmanlı) dur. Yazarlar, Batılılaşma karşısında sarsıldık­ları, şaşırdıkları için kahramanları da şaşkın tiplerdir. Kahramanlar yapay ve ruhsuz­dur. Belirli bir amaca yönelik üretildikleri bellidir. Batı’dakinin aksine, kahramanlar hayattan alınmamış, toplumu yönlendirmek, şekillendirmek amacıyla üretilmiş tipler­dir. Namık Kemal’in (İntibah/Ali Bey) ve Ahmet Mithat’ın (Felatun Bey, Rakım Efendi vb.) kahramanları yaşayan değil, yaşaması istenen tiplerdir. Romandan hayata geçişin yollan aranmaktadır. Bu ise uzun ve sancılı bir süreçtir. Toplumun roman kahramanlarını benimsemesi, onlara benzemesi ya da kahramanların hayatıyla benzer bir hayatı yaşamayı düşünmesi için eserlerin de cazip hâle getirilmesi gerekmektedir. Onun için yazarlar, bir yandan klasik Doğu hikâyelerinin içeriğinden yararlanma (intibah. Hançerli Hanım diye bilinen bir meddah hikâyesinden esinlenerek yazılmıştır. Dino-1978-35) yoluna gitmiş, diğer taraftan da toplumun merakını alevlendirecek mahrem ve yasak konuların anlatımına ağırlık vermişlerdir. Özellikle, ‘aşk’ mahrem iki kişi arasında yaşanan bir duygu olmaktan çıkarılarak, Batı’daki benzerleri gibi sı­radanlaştırılmış, hatta cinselliğe indirgenmiştir. Bunu yaparken ilk dönem romancıları, geçmiş edebiyatımızı gerçekçi olmamakla, ayaklan yere basmamakla itham etmiş; buna karşılık kendilerinin daha hayata dönük eserler verdiklerini iddia etmişlerdir. Pek çok konuda olduğu gibi buna da ıslahat gözüyle bakılmış, ‘edebiyatın hali dahi mülkümüzde ıslahına ihtiyaç olan nekayıs (eksiklikler) cümlesinden değil midir? (N. Kemal-Bilgegil-22) toplumun Batılı olması için yazarlar toplum mühendisliğine so­yunmuşlardır. Ellerinde malzeme olarak basın ve edebi türler vardır.

‘İlk romancılarımızın, kişilerini seçerken ve bunlara uygun bir öykü tasarlarken kendi halk hikayelerine dönmeleri biraz da zorunluydu, çünkü Batı romanlarındakine benzer kadın erkek ilişkilerine oturtulmuş bir aşk serüveni, o dönem Türk toplumunda geçen bir öyküye konu olamazdı. Genç bir kızın bir erkekle görüşmesi, arkadaşlık et­mesi ne kadar imkansızsa evli bir kadının da, Fransız toplumunda olduğu gibi aşk se­rüvenleri yaşaması o kadar imkansızdı. Bu koşullar altında, yazarlarımızın, çok iyi bil­dikleri eski halk hikayelerinden, bilinçli ya da bilinçsiz, yararlanmalarını doğal karşı­lamak gerekir. Ancak daha önce de söylediğimiz gibi alman kalıplar ve kişiler yazarın çağındaki kültür çevresinin oluşturduğu bağlama uydurulmuştur. ‘(Moran-1991/1-36)

Tanzimat döneminde yazarların dikkate almak durumunda oldukları toplumsal ref­leks yaklaşık yirmi yıl sonra tamamen ortadan kalkmış; günümüzde bile yaşanması zor olaylar, romanların konusu olmuştur. Halit Ziya’nın Aşk-ı Memnu’da anlattığı aile içi ilişkiler, ancak bir Fransız ailesinde olabilir. Eserin bayan kahramanı Bihter, Emma Bovary’nin yerli versiyonudur. Eylül ise bir başka tutarsızlığı beraberinde getirir.

‘Mehmet Rauf, aşk ve evlilik konusunda da bazı yeni şeyler söylemektedir. Ne­cip ile Suat’ın gayrimeşru aşklarını hoşgörmek hatta yüceltmekle, evliliğin kurumsal ve ahlakı görünümüne karşı kişisel ve duygusal yanım vurgulamaktadır.’ (Belge- 1998-345) Çağdaşlaşma adına en mahrem oluşumlar bile ifşa edilmeye başlanır. Çünkü eserde anlatılan, M. Rauf un, Tevfik Fikret’in hanımına duyduğu, Necip’in- kine benzer bir aşktır. ‘Bu uğurda başına çok şey gelmiş, aşk hayatının en önemli olaylarından biri olmuştu. Eylül’ün çok iyi yazılmış bir roman olmasında bu kişisel yaşantının şüphesiz bir payı vardır’ (Belge-1998-347)

Tanzimat yazarları çelişkili ve sağlıksız insanlardır. Hemen hepsi Jön Türk gelene­ğinden geldiği için kendilerini ‘kurtarıcı’ olarak görmektedirler. Ama neyi kurtaracak­larını kendileri bile bilmiyorlardı: hepsinin ortak düşmanı ‘padişah’tı. Bu düşmanlık, padişahların şahsından çok, onların temsil ettiği kuruma karşıydı. Arka planda ise Avrupa ve -Ahmet Paşa’nın torunu Mustafa Fazıl Paşa vardı, Osmanlı yıkılsın da ne olursa olsun gibi bir anlayışla yola yıkmışlardı. Abdülazizin Paris seyahatin­den sonra hepsi İstanbul'a dönmüş ve devletin çeşitli kademelerinde görev almışlardır. Dün padişaha şovenler, bugün ‘padişahım yok yaşa’ diye sokaklarda yürüyen insanlar olmuştur. Bir yönüyle batıcı, meşrutiyetçi olan isimler diğer yandan İslamcı olmak gi­bi bir niteliğe de sahiptirler. ‘Hürriyet, şiirleri döktüren N. Kemal aynı zamanda:

Biz ol nesl-i kerim-i dude i Osmaniyiz kim

Cihan-giraane bir Devlet çıkardık bir aşiretten

(kaside)

Osmanlıyız can veririz nam alırız biz

gibi şiirler söylüyordu. Aynı N. Kemal ‘Renan Müdafaanamesi’ni yazıyordu, aynı zaman da ‘mason’du.

'Osmanlı 18. yüzyıl üst tabaka kültürüne baktığımız zaman bunların içinde İslami inançları -muhtemelen tasavvuf yoluyla- bir çeşit hümanizme çevirdiklerine işaret eden kanıtlar buluyoruz. Ancak, bu eğilimler hakkında bugün çok az bilgiye sahibiz. Muhtemelen Osmanlı İmparatorluğu’nun ‘Batılılaşma’sında bu eğilimler etkili ol­muştur. Gene bir ihtimal, Tanzimat düşünürlerinin bir kısmında gördüğümüz ‘Ma­sonluğun bu akımlardan kaynaklandığıdır’. (Şerif Mardin- Türkiye Ans. C2/s.98)

Çok yönlü çelişkiyi bünyesinde barındıran Tanzimat romancıları ‘Kendilerini ge­leneklerine bağlı, uygar birer Müslüman olarak gören bu Osmanlı aydınlarına göre hem Batı örneğine bakarak çağdaşlaşmak hem de dinine bağlı bir Osmanlı olarak, kalmak mümkündür.’ (Moran-91-17) Ama zaman, olayın böyle ve bu kadar kolay ol­madığını göstermiş, bünyesinde intiharlar da (Pozitivist ve Naturalist Beşir Fuad) ta­şıyan çağdaşlaşma bir türlü gerçekleşmemiştir.

Hece Dergisi, Postmodernizm Özel Sayısı
Devamını Oku »

İslam Aleminden içki Alemine

Yahya Kemal Beyatlı, Ziya Gökalp ile ilgili hatıralarını anlatırken içki sofralarında çok coştuğunu ve eski bir şiirden şu mısraları okuduğunu söyler

İçelim içelim şarap içelim,
Nice bir gâv (öküz) gibi âb (su) içelim’'
"Şaraptan yana olur, suya karşı bu durum alır, derken, Türklerın Asya'daki şarap şehrı Fergana‘dan tutturur, ilk Şölenlere geçer, ataerkil (pederşahi) aileden şimdiki yüzyıla kadar uzanıverirdi.

Tabı, biz bu içki sofralarını anlatırken, Gökalpı özel hayalındaki içki düşkünlüğü açısından eleştirmiyoruz. Bizim için nasıl yaşadıkları değil, cemiyete bıraktıkları eserler önemlidir. Bu sofralarda dikkat çeken husus, Gökalp’in içkiye bakışında hile Türklerin eski şarap şehri Fergana'dakı şölenlerden bahsederek içkiye de Türkçü bir yorum getirmesidir. Oysaki her zamanda ve her toplumda içki içenler de içkiye karşı olanlar da vardır. Bunun milliyetçi bir yorumu olmayacağı kesindir. Fakat Gökalp, sadece içerken değil, normal zamanlarında yazdığı eserlerinde de yukarıda gördüğümüz gibi, Allah’tan korkmamayı ve günahlardan sakınmamayı bir meziyet olarak işlemiştir. Esasen Yahya Kemal de içki içen birisi olmasına rağmen, asla dindarlara irticacı dememiş, tam aksine daima İslâmî değerleri savunmuş ve “Türk devleti, aslı olan Müslüman tabakanın hamuruyla tekrar yoğrulmadıkça tam bir sıhhatle yaşayamaz” demiştir. Aynca Yahya Kemal'in düşünce dünyasında, “Fatih’in Ayasofya'da okuttuğu ezan ve Yavuz Selim’in Hırka-i Saadet önünde okuttuğu Kur’an” devletin iki manevî temelidir.

Yine o içki sofralarından birinde Gökalp, Yahya Kemal’i şöyle eleştiriyordu:

“Harabisin harabati değilsin
Gözün mazidedir ati değilsin."

Yahya Kemal ise ona şu cevabı veriyordu:

“Ne harabiyim ne harabatiyim
Kökü mazide olan atiyim

 

Hüseyin Dayı, Milliyetçiliğin Dinle Kavgası
Devamını Oku »

Zaman Kafesinin İçinde İnsan

Zamanın mı mekân üzerinde yoksa mekânın mı zaman üzerinde etkisi vardır. Bir yerde hareket yoksa orada zaman da yoktur.

Coğrafyanın mı millet, milletin mi coğrafyada etkisi vardır.
Millet, coğrafyanın ruhudur. Beden de ruhun coğrafyasıdır. Muhatabımız coğrafya mı, millet mi? Muhatabımız beden mi, ruh mu?

Hatip, muhatabını tanıyan, tanıması gereken kişidir. Hatip, muhatabın ne soracağını önceden tahmin edip, soru sorulmadan evvel cevap veren adamdır. Muhatap, hatibi değil, hatip muhatabı tanımak zorundadır.
İnsan, alıcısı ve vericisi kendinde olan bir varlıktır. Ve insan, iki derinlik arasında sıkışmış bir varlıktır. O bakımdan hem içini hem dışım çok iyi tanıması lazımdır. Tanımadığına hitap etme imkânı yoktur.

İnsan kafası, telkin tarlasıdır. Ne ekilirse o biçilir. İnsanın kafa tarlasına ne ekilmesi gerektiğine kim karar verecek ve neye göre verecek.

Dünya, insan tohumunun toprağıdır. Büyüğün küçükte gizlenişi demek olan tohumun, çorak ve çürük toprağa düşmemesi lazımdır.
Zaman da insan gibi insan da zaman gibi araçtır. Aracı kullanmasını bilmeyen el veya kafa, aracı suçlamasın.

Başarı, insanın hedefiyle orantılıdır. Hedefi büyük olanın zamanı ve mekânı çok iyi kullanması gerekir. Zamanın ve mekânın dilinden anlayamayanın verebileceği hiçbir şey yoktur. Bilginin üç vasfı;

Bilgi; Silahtır,
Bilgi, Işıktır,
Bilgi; Anahtardır.

Silahın, ışığın ve anahtarın yoksa hiçbir kapıyı açamazsın.
Yaratanın Kur’an’da tavsiye veya takdim ettiği metodu, usulü merak ediyorum. Acaba Cenab-ı Hak tüme varım mı yoksa tümden gelim metodunu mu bize telkin ediyor. Yani;
Mahlûktan Hâkka mı?
Parçadan bütüne mi?
Sanattan sanatkâra mı?
Eserden müessire mi dikkat çekiyor?

Parçayı kavrayamayan, bütünü nasıl kavrasın, insanın amacı, zaman merdivenim kullanarak yükselmek ve yücelmektir. Dünyaya geliş hüner değildir. Asıl hüner, dünyaya gelirken getirdiğimiz bazı değer ve kabiliyetlerimizi geliştirmek ve tekâmül ettirmektir. Bunun için zamana ve mekâna ihtiyaç vardır. Zaman ve mekân kullanana göre değer kazanır. Aklını kullanmıyorsan, cehaletinden dolayı kendinden yüz çevir.

Hz. Ali, cahil cennette komşum olsa, ondan kurtulmak için cehennemi tercih ederim, diyor. Aklını kullanmayanlar çok zalim, aklını kullanamayanlar çok cahildir.
Sünnet; bir açıdan ikiye ayrılır:
a- Sünnetullah (Allah’ın Sünnetleri)
b- Sünnetünnebi (Peygamberimize ait sünnetler)

Allah’ın sünnetlerini yani tabii kanunlarını bilen Batı, Avrupa ve Amerika, peygamberimizin sünnetlerini bilen, bildiğini zanneden İslâm âlemini eziyor, neden? Zamansa aynı zamanı kullanıyoruz, mekânsa aynı mekânı kullanıyoruz, o zaman aradaki farkın sebebi nedir?

İlim, maluma tâbidir. Malumu bilmeyenlerin hiçbir zaman söyleyebilecekleri bir şey yoktur.

Mehmet Akif gibi İslâm’ı, asrın idrakine söyletmek istiyorsak, aklımızı kullanarak tüme varım metodunu tavsiye ederiz. Tüme varmışsak, niçin tekrar tümden gelelim. Hâlıktan, mahlûka inilmez. Mahlûktan, hâlıka gidilir.

Bütüne varmak isteyenlere hayırlı yolculuklar.

Ömür okunu hedefine fırlatabilmek için yayın, boş ve gevşek olmamasına dikkat gerekir. Bilenin inanmadığı, inananın bilmediği bir yerde denge bozuktur. Dengesi bozuk insanların zamana hitap etmeleri mümkün değildir. Araçsız amaca ulaşılamaz.

Bilenin, iman aracına, inananın da bilim aracına ihtiyacı vardır. Cahiller imanla cennete, bilenler bilgileriyle cehenneme mi gidecektir.
Cennet cahillerle, cehennem âlimlerle mi dolacak? Allah’ın kullarına cahillik yakışır mı? Önce akîlbâliğ-akıllı ve reşit olacaksın. Sonra sorumluluk yükleneceksin. Aklı olmayanın sorumluluğu yoktur. İnsan, bilgisi nispetinde sorumludur.

Vehbi Sınmaz, Hece Dergisi, İslam Medeniyeti Özel Sayısı
Devamını Oku »

Menkıbeler


Menkıbe, Şark toplumlarının en önemli hikâye anlatım biçimlerinden biridir. Menkıbeler, tasavvuf anlayışının bir yansıması olarak velilerin kerametlerinin, İs­lâm’ın iyilik, doğruluk, hakikat mesajlarının, din büyüklerinin hikmetlerinin “hi­kâye” edildiği kısa, öz, hikmetli anekdotlar, fıkralar, hikâyeciklerdir. Sözlü men­kıbeler, yazılı hâle gelince menakıpname olarak adlandırılırlar. Menakıpname, İs­lâm coğrafyasında tasavvufi hareketin gelişmesine, yaygınlaşmasına paralel ola­rak bazen yoğunlaşmış, bazen azalmış, günümüzde ise büsbütün etkisini yitirmiştir. Menakıpnameler, öncelikle keramet anlatılarıyla müridin tarikata olan saygı ve bağlılığını artırmak, tarikata toplum nezdinde itibar, meşruiyet ve saygınlık ka­zandırmak amacıyla yazılır.



 



Ağırlıklı olarak din ulularının kerametlerine yaslandıktan için kuşkusuz menkı­belerin çoğu olağanüstü, gerçeküstü, fantastik anlatılardır. Bazılarının ne akıl ne de fiziki kanunlarla izahı mümkündür. Ancak, menkıbelerin en önemli özellikleri ger­çek olup olmaması değil, yüzyıllardır bu topraklarda onların doğruluklarına “ina­nılmasıdır.” Yazan da okuyan da bunun gerçekliğine inanır. Destan, efsane ve mit­ten işte tam da bu yanıyla ayrılırlar. Çünkü diğer anlatılarda bir inanç bağı aran­maz. Menkıbeler de ise inanç şarttır ve bunlar bir anlamda kutsalın bir parçası ol­muşlardır. Ancak menkıbelerin ortak özellikleri hikâye aracılığıyla bir hakikate işaret etmeleridir. Bu anlamda menkıbeler sadece şahıs yüceltilmesini değil, dü­rüstlük, doğruluk, fazilet gibi üstün değerleri de gündeme getirirler.



 



Masal, efsane ve menkıbe birbirlerine benzer anlatma, hikâye etme türü olsalar da menkıbenin diğer anlatı türlerinden ayrışan kimi yanları vardır. En önemli faik gerçeklik olgusudur.




Menkıbenin masal ve efsaneden farkı kişilerin gerçek olma­sıdır. Menkıbenin kahramanı yaşamış, bilinen bir kişidir ve giderek otobiyografik yanları olan bir anlatıdır. Yer ve zaman bellidir. Ayrıca bir olay, bir enstantane, bir hikmet anlattıkları için tahkiye esasına yaslanırlar ve edebî bir yanları vardır. On­lara “küçük hikâyecikler” demek daha doğrudur. Menkıbelerle ilgili en nitelikli ça­lışmayı yapmış olan Ahmet Yaşar Ocak bu farklılığı şöyle değerlendirir: “Evliyâ menkıbeleri, edebî tür itibariyle, konusu harikulade olaylara dayanan masal, efsâ­ne, destandan farklıdır. Evliyâ menkabelerinin konusu gerçek kişilerdir. İşte bu noktadan itibaren masaldan ve efsâneden ayrılır. Bu gerçek kişilerin yaşadıkları za­man ve mekân bellidir. Ama evliyâ menkıbeleri yan mukaddes addedilir. Bu su­retle efsâne ve destanlarla aralarındaki en esaslı fark açığa çıkmış olur.



 



İslâm coğrafyasında geniş, güçlü bir menkıbe geleneği vardır. Bu gelişme kuşkusuz tasavvuf anlayışının yaygınlığı ile ilgilidir. Çünkü menkıbeler velilerin hayadan ve onların kerametlerini anlatan kısa hikâyelerdir. Keramet ise veliliğin işaretlerinden olan onların başından geçen olağanüstü olaylardır. Kerametler normal bir insanda bulunması imkânsız, sıra dışı, olağanüstü ve şaşırtıcı güçler­dir. Veliler denizde yürüyebilir, gökte uçabilir, ölüyü diriltebilirler. Keramet, Al­lah’ın bir lütfudur ama yinede kerametsiz de veli olunabilir. Aslolan istikamet Üzre olmaktır. Keramet anlatılan her dönemde tartışma konusu olmuş, velilerin Peygamberle eşitlenmesine tasavvuf dışındaki Müslümanlar çeşitli itirazlar getir­mişlerdir. Sufiler de bu yüzden Peygamber mucizeleri ile kerameti ayırmış, Pey­gamberlerin gösterdiği olağanüstülükleri mucize, velilerin olağanüstülüklerine keramet adını vermişlerdir. Ama zamanla evliya kerametleri yüzyıllar boyunca halk nezdinde de çoğaltılıp zenginleştirilerek dinin bir parçası olarak kabullenilmiştir. Kuşkusuz bu kerametlerin önemli bir kısmı, dini insanlara anlatmak, sev­dirmek amacına matuf olarak var olmuşlardır. Eğitici, yol gösterici bir mesaj ta­şıyan menkıbeler, asıl olarak şeyhi yüceltme ve onun tasarruflarını ortaya koyma amacı taşır. Veli bu menkıbelerde kusursuz bir kişilik, ahlak ve fazilet timsalidir. Kerametler olağanüstü özellikleri taşımakla birlikte hiçbir durumda temsil, sem­bol özelliği taşımazlar ve gerçek olarak kabullenilir.



 



Gerçekliğin üzerindeki anlamsızlık örtüsünü kaldırmak, yeni bir sunumla ha­kikati sezdirmek, okura yeni pencereler açmak tam da edebiyatın yapacağı bir şeydir. Bu anlamıyla fantazya, gerçek değildir ama okur bu dünyayla hakikate değebilir. Örneklerine bakıldığında edebiyatın pek çok önemli gerçekçi eserleri­nin bu akıl dışı dille yazılması da bunun bir kanıtıdır. Menkıbelerin günümüz fantastik türü yazan yazarlarına, araştırmacılara büyük bir kaynak, rehber sundu­ğunu söylemek mümkün.



Açıktır ki, menkıbelerde amaç “hikâyeler” yoluyla hikmetler anlatmak ve onu yarınlara taşımaktır.



Necip Tosun, Hece Dergisi, İslam Medeniyeti Özel Sayısı

Devamını Oku »

Modern Zamanlarda İslam Sanatı ve Estetiği Ne Söyler ?

Bugün İslam estetiği üzerine yapılmış çalışmalara baktığımızda, bu çalışmaların genellikle İslam’ın siyasette, sanatta belirleyici olduğu dönemlerden hareketle yapıldığı görülecektir. Bunda garipsenecek bir yan yok. Çünkü o dönemler, her türlü tartışmaya açık olmakla birlikte, İslam’ın egemen bir paradigma olarak hayatı kuşattığı ve dolayısıyla her alanda Müslümanların kendilerini ifade edebildiği dönemlerdir. Sanatın ve estetiğin bir hayat telakkisinden bağımsız düşünülemeyeceğini hatırlarsak, o zaman sözünü ettiğimiz estetik çalışmalarda, Müslümanların kendilerini en rahat şekilde ifade ettikleri dönemlerin esas alınması doğaldır. Bu nedenle İslam sanatı ya da estetiği başlıklı kuramsal arayışlar, söz konusu dönemin genel eğilimlerini yansıtacak şekilde kurgulanmaktadır. Örneğin Turan Koç’un İslâm Estetiği adlı kitabının bölüm başlıklarına bakmak bile bize fikir verebilir: “İslâm Estetiği ve Sanatının Ufukları”, “Güzellik ve Estetik Tecrübe”, “İslâm Estetiği ve Sanatının Kelâmî Boyutları”, “İhsanın Tezahürleri”, “İslâm Sanatı ve Resim.” Tevhid, ihsan, iman, güzellik, hakikat, bilgi, kutsal ve ulvilik gibi kavramlar kitapta sıkça karşımıza çıkar. Zaten Koç’a göre, İslam sanatının ne olduğunu kavramanın yolu nihai anlamda İslam’ın özünü anlamaktan geçer: “Kısaca İslâm sanatının temelini İslâm’a ait aslî değerlerin birliği ilkesi oluşturur. Bu sanatta güzel ile iyi, işe yarama ile zevk verme birbirinden bağımsız değerler olarak görülmez.” (Turan Koç, İslam Estetiği, İsam Yay. İst. 2008, s. 18).

İslam’ın özü mahiyetindeki tevhid ilkesi, Müslümanların sanatı üzerinde de temel belirleyici olmuştur. Kutsal-dünyevi, dünya-ahiret, fizik-metafizik gibi ayrımların görünmediği İslam sanatında, her şey Allah’ın eşsiz yaratmasının delilidir.  Âlemler, ilahi uyumun gereği olarak düzenlilik, hesap ve takdirle yaratılmıştır. Böylesi bir uyum, aynı zamanda güzelin neşet ettiği vasattır, dahası duyularımızla algıladığımız âlem de bir bütün olarak güzeldir. Burckhard’a göre: “Sanatın özü güzelliktir ve bu da, İslamî terimlerle ifade edecek olursak, ilahî bir niteliktir; dolayısıyla ikili bir özelliğe sahiptir: olgu ve olaylar dünyasında görünüştür; güzel varlıkları ve güzel şeyleri âdeta bürüyen bir örtüdür; ama Tanrı’da veya bizatihî olarak bâtınî bir güzelliktir; o, bu âlemde tezâhür eden bütün ilahî sıfatlar içinde saf Varlık’ı en dolaysız bir biçimde hatırlatan ilahî bir niteliktir.” (Titus Burckhard, İslam Sanatı, (çev. Turan Koç), Klasik Yay. İstanbul 2005, s.1).

Allah’ın yarattığı her şey güzeldir; O’nun yarattıkları arasında çirkin, abes, lüzumsuz şeyler yoktur; şerri ve kötülüğü de yaratmaz: “Yedi göğü birbiriyle tam bir uyum içinde yaratan O, [ne yüce]dir: Rahmân’ın yaratışında hiçbir aksaklık göremezsin. Gözünü bir kez daha [ona] çevir: Hiç kusur görüyor musun?” (67/Mülk-3) (Meallerde Muhammed Esed’e başvurulmuştur). “O, yarattığı her şeyi en mükemmel şekilde yapandır” (32/Secde-7).

İslam sanatı mimetik değildir. Zaten Allah her şeyi güzelce yarattığı için, onun yarattıklarını taklit etmek, sadece güzel’in kopyası olacak ve bu kopyalama güzel’i, insanın eksiklikleriyle, kusurlarıyla sakatlayacaktır. Burckhard’ın da dikkat çektiği gibi, İslam sanatı daha çok Allah’ın güzel âyetlerine dikkat çekmek ve bu âyetlerle Allah’ı hatırlatmak, ima etmek üzerine kurgulanmıştır. Turan Koç’un, kitabında Gazzâlî’den yaptığı alıntı tam yerindedir: “Allah’ı bilmek (mârifetullah) insana has bir özelliktir. Gerek yer ve göklerde, gerek bitki ve hayvanlar dünyasında Allah’ın yarattığı hayret uyandıran güzellikleri inceleyerek, bu, insanın başını döndüren işin, sağlam düzenin, düzen veren bir yaratıcı, bir hüküm verici ve yerli yerine koyucu bir fâil olmadan gerçekleşmeyeceğini birazcık aklı olan herkes anlar.” (T. Koç, age, s. 103). Bu bağlamda sanat, bütünsel bir âlem tasavvuruna sahip insanların, yaratılmışların bütünsellik içindeki yerini, anlamını, işlevini anlamaya yönelik kaygısının estetik tezahürüdür diyebiliriz. Bu yaratıcı süreci Bruckhard şöyle özetler: “Sanat bir yandan nispeten biçimsiz olan bir malzemenin genellikle zahmetli bir şekilde ideal bir modele göre şekillenmiş bir nesneye dönüşmesinden ibarettir. İmdi bu şekillenme su götürmez bir şekilde ilahî gerçeklikleri temaşaya tâlip olan bir kimsenin kendi içinde ve yine karmaşık ve şekilsiz ama potansiyel olarak soylu bir hammadde rolü oynayan nefsinde (soul) tamamlamak zorunda olduğu eserin bir imajıdır. Öte yandan, temaşa nesnesi duyularla idrak edilebilen bir güzellikte hayal ve tasavvur edilir; çünkü bu güzellik aslında mahiyeti bakımından biricik ve sınırsız olan bizâtihî Güzel’den başka bir şey değildir.” (T. Burckhard, age, s. 227).

İslam sanatı ve estetiği hakkında bilinen nitelikleri daha fazla aktarmanın yazımız bağlamında bir anlamı yok. Buradaki kısacak hatırlatmamızda da görüldüğü üzere, İslam sanatının ve estetiğinin özü; yaratılmış her şeyi Allah’ın güzelce yaratışının bir âyeti olarak görmek ve güzellikler karşısında yaşanan heyecanı, hazzı, haşyeti… sanatın imkanları içinde, ama İslam’ın belirlediği tevhidi algıya uygun olarak ifade etmektir, dersek sanırım yanılmış olmayız.

Buradaki sorun, İslam estetiğine dair genel kabullerin günümüz modern sanatıyla ve estetiğiyle herhangi bir şekilde bağdaşmaması; günümüz sanatını ifadeden uzak olmasıdır. Yazımızın girişinde, İslam estetiği çalışmalarının İslam’ın belirleyici olduğu dönemlerden hareketle yazıldığını söylemiştik. Dolaysısıyla modern sanatı kapsamaması doğal karşılanabilir. Bu durumda ciddi bir soru doğmaktadır: Pekala son yüzeli-ikiyüz yıldır Müslüman sanatçılar ne yapmaktadır?

Modernleşme tarihimiz diyebileceğimiz bu süreçte, gündelik hayatı düzenleyen egemen paradigma yıllar içinde değişti. Bu öylesine radikal bir değişimdi ki, Müslümanlar kendilerini, hiç tanımadıkları, bilmedikleri bir dünyanın içinde buldular. Giyim-kuşamdan, yeme-içme alışkanlığımıza kadar gündelik hayatın her anını ve her yanını kuşatan bu yeni hayat içinde, zamanla eşyayla ilişki biçimimiz de değişti. Örneğin okurken hafif bıyık altından tebessüm ettiğimiz, Tanzimat dönemi romanlarındaki ‘yanlış batılılaşmış tip’ler, sözünü ettiğimiz yabancılığın en güzel örneklerindendir.

Tevhidi ilkenin belirlediği bütünsel tasavvur da aynı dönemde yıkıldı; her şey bölünüp parçalandı. Bugün sıkça karşılaştığımız İslam ve Sanat, İslam ve Bilim, İslam ve Tarih gibi çalışmalar, mezkur parçalanmışlığımızı göstermesi bakımından önemlidir. Çünkü bu tür çalışmalar; sanatı, bilimi, tarihi vb. disiplinleri İslam’ın içinde, İslam’la birlikte düşünemediğimizi, araya koyduğumuz ‘ve’ bağlacıyla İslam’la telif etmeye çalıştığımızı gösterir.

İnsanın yeryüzünde kendi otoritesini ihdas etmek için Tanrıyı öldürmeye kadar varan azgınlaşması, sanat ve estetik anlayışı da radikal bir biçimde değiştirdi. Belki insanlık tarihinde ilk kez ‘karşı estetik’ başlığı altında kötünün, sahtenin ve çirkinin güzelliğinden/estetiğinden söz edilir oldu. Ali Artun Modern Hayatın Ressamı’na yazdığı önsözde şunları kaydeder: “Modern sanatın sahnesi doğa olamaz, kenttir; kent doğa gibi ‘hakiki’ değil, sunidir; tanrısal değil şeytanîdir. Kahramanları da lanetlidir, kötüdür, çirkindir. Doğa cennetse, kent cehennemdir. (Buradan itibaren Sartre’dan bir alıntıyla devam eder)Baudelaire bir kentlidir: Ona göre ‘sahici’ su, ‘sahici’ ışık, ‘sahici sıcaklık, kentin suyu, ışığı ve sıcaklığıdır… sanatın malzemesi bunlardır.” (Charles Baudelaire, Modern Hayatın Ressamı,(çev. Ali Berktay), İletişim Yay. İstanbul 2009, s. 56).

Bu tarihe kadar neredeyse her zaman ve her toplumda sanat, güzelin peşinde bir arayışken, zamanla ‘kötünün estetiği’ne doğru yön değiştirdi. Baudelaire bunun bir zorunluluk olduğunu söyler, çünkü ona göre: “Antik sanattan saf sanat, mantık, genel yöntem dışında kalan şeyleri öğrenmeye çalışanın vay haline! Oraya fazla gömülünce şimdi’ye ilişkin belleğini de yitirir; içinde yaşadığı koşulların sağladığı haklardan ve ayrıcalıklardan vazgeçer. Burada gerçekten bir ayrıcalık söz konusudur, çünkü neredeyse bütün özgünlüğümüz, zamanın duyularımıza vurduğu damgadan kaynaklanır.” (C. Baudelaire, age, s. 217). Modernliğin ‘hemen, şimdi, burada’ vurgularıyla birlikte, sanat boş tuvallerin sergi salonlarında sergilenmesine ya da dışkıyla resim yapılmasına kadar geldi dayandı.

Böylesi gelişmeleri elimizin tersiyle itemeyiz. Zira bizler de modern zamanlarda doğduk, modern formasyonlardan geçtik ve artık eşyayla birer modern insan olarak ilişki kuruyoruz. İslam sanatı olarak bildiğimiz mimari, musiki, şiir, hat, tezhip ve minyatür; modern dünyada, -şiir dışında kalanlar- sanatın bir şubesi olarak bile görülmüyor. Şimdilerde, geleneksel sanat olarak tesmiye edilen sanatlar ya taklide düşüyor ya da ‘gelenekselle moderni buluşturma’ gayretiyle parodi, pastiş ve kiç gibi postmodernist sanatın niteliklerine bürünüveriyor. Ömer Lekesiz’in uzunca bir zamandır Yeni Şafak gazetesinde konuyla ilgili yazdıkları, şimdilik kuramsal arayışlar bakımından kayda değer nadir çalışmalardandır.

Selçuk Mülayim; kültür ve sanatta İslami motiflerin altını kalınca çizmeye çalışan yeni eğilimin, mimari ve el sanatlarında, ‘ötekiler’den ayrılmanın bir yolu olarak kendini dışa vurduğunu söylüyor: “İslâm’a ait olduğu var sayılan her şekil ve renk, Hint, Endülüs ya da Memlük kökenli olmasına bakılmaksızın aceleyle devşirilirken, yeni İslâm enternasyonali adına, tuhaf bir Esperanto doğmaktadır. Sanattaki bu eklektik yönelim, panik halindeki arayışlar sırasında ortaya çıktığından, ölçü, uyum ve esasları açısından ciddi, fakat daha çok ironik göstergeler sunuyor.” (Selçuk Mülayim, İslâm Sanatı, İsam Yay. İstanbul 2010, s. 197)

Sanatın, hayat telakkisinden bağımsız olamayacağını söylemiştik; yeni hayat telakkisi her anımızı ve her yanımızı kuşatmışken, metropollerde neredeyse tabii olanla yüz yüze gelme imkanımızı bunca yitirmişken, atalarımız gibi bir sanat ve estetik ortaya koymamız muhaldir. Bu izleri öykü ve roman üzerinden sürmek çok daha kolaydır. Örneğin Rasim Özdenören’in öykü kitaplarının başlıkları bile sözünü ettiğimiz parçalanmayı göstermek için yeterlidir: Hastalar ve Işıklar; Çarpılmışlar; Çözülme; Çok Sesli Bir Ölüm; Acemi Yolcu. Ya da Necip Fazıl Kısakürek’in şiirlerindeki modern insanın kaldırımlarda, otel odalarında geçirdiği cinneti hatırlayalım.

Atalarımız gibi salt güzeli, iyiyi, doğruyu yazamıyoruz; yazdığımız öykü ve romanlar mutlaka çatışma, gerilim, dram, trajedi, dağılma ve parçalanma üzerine kuruluyor. Marshall Berman’a göre modern olmak, paradoks ve çelişkilerle dolu bir hayat sürmek demektir: “Modern ortamlar ve deneyimler coğrafi ve etnik, sınıfsal ve ulusal, dinsel ve ideolojik sınırların ötesine geçer; modernliğin, bu anlamda insanlığı birleştirdiği söylenebilir. Ama, paradoksal bir birliktir bu, bölünmüşlüğün birliğidir: Bizleri sürekli parçalanma ve yenilenmenin, mücadele ve çelişkinin, belirsizlik ve acının girdabına sürükler. Modern olmak, Marx’ın deyişiyle ‘katı olan herşeyin buharlaşıp gittiği’ bir evrenin parçası olmaktır. Kendilerini bu girdabın tam ortasında buluveren insanlar buraya düşen ilk, belki de tek insanın kendileri olduğunu düşünürler; modernlik öncesi bir ‘Yitik Cennet’e dair sayısız nostaljik mitosu doğuran işte bu duygudur.” (Marshall Berman, Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor, (çev. Ü. Altuğ-B. Peker), İletişim Yay. İstanbul 2004, s. 27-28) Bugün yazılan öykü ve roman, modernliğin yarattığı bütün bu parçalanmışlık, dağılmışlık, yalnızlık halleriyle savrulduğumuz hayat içinde yaşadığımız yabancılığımız, ruhsal gerilimlerimiz, çatışmalarımız, varoluşsal kaygılarımız ve cinnetimizle maluldür.

Gelenek ve modernlik arasında yaşanan yarılma, çatışma ve gerilim ister istemez eserlere yansımaktadır. Doğal olarak bu dönemin eserleri de iyiyle kötünün, doğruyla yanlışın, güzelle çirkinin arasında salınıp durmaktadır. Çünkü kötü, çirkin, zararlı gibi fuhşiyatın tamamının men edilemediği, tersine giderek meşruiyet kazandığı modern hayat içerisinde, geleneksel sanatta ortaya konan ‘saf’lığa ulaşmak da mümkün olamamaktadır.

Elbette insan yeryüzünde başıboş bırakılmamıştır; Kur’an bir hidayet rehberi ve Furkan olarak elimizin altındadır. İnsanın öncelikle kendi yaratışına, fıtratına uygun bir halin ve adil, ahlaklı bir toplumun nasıl teşekkül edeceğine dair ilkeleri belirlemiştir. Ancak bu hal, toplumsal yaşamın söz konusu ilkeler etrafında kurulmasıyla mümkündür; değilse, geriye kalan tek tek insanların, böylesi bir dünyada nasıl daha adil ve ahlaklı olabileceği kaygısıyla sınırlı kalmaktadır.

İşte insanların tek tek yaşadıkları bu kaygı, Müslüman sanatçının da kendini ifade ederken neyi, nasıl anlatacağını belirler. Zira “Bunlar Allah’ın koyduğu sınırlardır; onları ihlal etmeyiniz: Zira kim Allah’ın koyduğu sınırları ihlal ederse, işte onlar zalimlerdir!” (2/Bakara-229) diye Kur’an uyarır. Ancak modern hayat içerisinde sanatın sınırları konusu yeterince tartışılmamıştır. Yazımız boyunca vurguladığımız gibi İslam sanatı ve estetiği çalışmaları da bu dönemi kapsayacak şekilde genişletilmediği için, söz konusu sınırları aramak, sanatçının kaygısıyla sınırlı kalmıştır. Örneğin Rasim Özdenören’den mülhem söylersek, Müslüman bir müteahhit ne kadar bina yaparsa yapsın, hiçbirinin tuvaleti kıbleye bakmaz.

Gündelik hayatını imanın ilkeleri çerçevesinde düzenlemeye özen gösteren Müslümanlar, sanat ya da başka alanlarda kendilerini ifade ederken, elbette kendilerini aynı çerçeveyle sınırlamaktadırlar. Çünkü eser de amellere dahildir ve müminler amellerinden hesaba çekileceklerdir. Ancak bu sorumluluk bilincine rağmen modern hayat içindeki Müslüman sanatçılar, eserlerinin de sınırlarını sorgularken ister istemez modern reflekslerle hareket edebilmektedirler. Çünkü bu hayatın dışına çıkabilmek mümkün değildir, yıllar içinde neyin ne kadar modern bir refleks ya da modern bir anlayış haline geldiğinin muhasebesini yapabilmek de zordur; tıpkı balığın suyu bilmemesi gibi. Hasan Aycın’ın sıkça çizdiği gibi idam ipi boynumuza geçmiştir ve ucu da elimizdedir.

Öykü ve roman üzerinden iz sürdüğümüzde iki tür refleks geliştiğinden söz edebiliriz. Birincisi, modern hayat içinde meşruca arz-ı endam eden her türlü fuhşiyata sırt dönmek ve böyle bir şey yokmuş gibi davranmak. İkincisi modern hayata sabırla göğüs germek, onunla hesaplaşmak ve sözünü çağa karşı söyleyebilmek. Şimdilik bu arayışlar alabildiğine indî kalmaktadır. Tabii ki burada önemli olan, yıllar içinde bizim de bir medeniyet kurduğumuzun bilincinde olmaktır ya da en azından kültür diyelim. Şimdi biz nasıl geriye dönerek, tarihi dönemselleştirip atalarımızın kurduğu medeniyetlerden söz ediyorsak; bir zaman sonra torunlarımız da geriye dönüp bizim ortaya koyduklarımızı değerlendirecektir. Biz tarihe bakıp ‘atalarımızın şanlı geçmişinden, şaheserlerinden’ bahsederken; onlar bizler için ne diyecekler acaba?

(Hece, Haziran-Temmuz-Ağustos 2013, s. 198-199-200)

Cemal Şakar
Devamını Oku »

Susmaktır Aşkınlığın Önemli Bir Belirtisi

Susmaktır Aşkınlığın Önemli Bir Belirtisi
Susmaktır aşkınlığın önemli bir belirtisi. Gösteriş olsun, derin düşünceli sayılsın diye değil, çok boyutlu bir konuşmayı içine sığdırabilmek için susmak. Konuş­mak isteyen, konuşmakla varlığını kanıtlama yolunda bulunan konuşmalıdır, samimiyeti bunu gerektirir. Bağ­lantıyı konuşmakla kurma aşamasındaki insanın susma­sı kendine zarar getirir. Aşkınlık kendini çetin bilmeceler içine salmakla değil, safiyeti ele geçirmeye çabalamakla değil; bilmecenin bir birimi olmanın heyecanını duymak­la, safiyetin kendinde mündemiç olduğunun sevgisiyle elde edilir.

 

İsmet Özel,Zor Zamanda Konuşmak

 

 
Devamını Oku »

Şimdinin Vakitsiz Seferberliği

Günümüzde de dünyanın bütün çocuklarının masal dinleyerek büyüdüğünü mü umanlardansınız yoksa? Hangi çocuk ruhu, en çok gereksindiği evrede hayalimi kışkırtan ve onu insan-toplum-nesne ilişkilerine farkettirmeden hazırlayan, zihnini dünyaya ayarlamasını kolaylaştıran masalların yokluğunun bıraktığı boşluğu bir benzeriyle doldurabilir? Hangi şey, varolmayan tiplemelerle dolu bir olay örgüsü üzerin- den varolanlar dünyasına özgü gerçekleri işaret eden masalın yerine geçebilir.Hangi yetişkin , çocukluğunda tatmadığı, düşlemediği bir dünyanın kendisine neler verebilceğini düşünebilir?

Zamanımızın insanlarını öncekilerden ayıran niteliklerinden biri de, hangi dünyâ görüşüne mensup olurlarsa olsunlar, neye inanırlarsa inansınlar, birincil sorumluluklarının doğum ile ölüm arasındaki bu dünya hayatının niteliğini, öbür kabullerini zorlayacak kadar önemsediklerinin ayırdına varmalarının engellenecek mekanizmalarla kuşatıldıkları. İster Budist olsun, ister Brahman, ister panteist olsun, ister ateist,zamanımızın insanı,dünyada olup bitenlerin öncesi ve sonrasıyla,eskiden olduğu denli ilgili değil,Varsa yoksa ‘an’

Bu  durumu kavrayabilmek için seçilesi vasıtalardan biri hikâye…Yakından bakalım

Ruhunuzu Kaşıyabilir miyim?

İşte  asıl bunun nedenleri kavrandığında, una tapınmayı hazırlayan hissi, zihni, ruhi bedeni dayatmaların sonucunda ulaşılan konum tespit edildiğinde hikâyenin bitişini hazırlayan etmenlere de yakınlaşılmış olunur. Soruna böyle yakınlaşıldığında, televiz­yon dizilerinin, bilimkurgu filimlerinin, alt düzeyli fantastik edebiyatın, aslında hikâye­nin karşısında değil, belki onun hükmünde, ona tabi birer öğeler olduğu görülebilir. Zamane insanını öncekilerden ayıran ve demin andığımız niteliğe yapışık bir baş­ka durum da, çağdaş insanın gittikçe birbirine benzetilmesi, tekdüzeleştirilmesi: ortak bilgilenme süreci, ortak algı düzeyi, ortak beğeni eşiği, ortak yaşama mekânı, ortak ça­lışına ortamı, dahası ortak düşünme ve hissetme formları... Bunca ortaklık sonrasında hiç ortalıkta hikâyenin dolaşacağı alan kalır mı? Bunca ortaklık, insanlar arasındaki farkları ortadan kaldırdığı kadar, insanların birbirlerine gereksinimlerini azaltmaz mi? insanın bıraktığı bu boşluğu ne doldurdu dersiniz? Makine! Her cinsten alet, edevat..

Öyle metal yığını kocaman aletleri akla getirmenin gereği yok. Sanırım ilk gör­düğünüzde sizi de benim kadar şaşırtmıştır, oklava boyunca ama çomak kalınlığında birçubuk; ucunda, parmaklarını hafifçe ayalarına doğru bükmüş bir el. Sırtı kaşıma­ya yarayan bu aletin üretildiği bir dünyada hangi zihin ve ruh ihtiyacına karşılık ve­rebilir ki bir hikâye?

Kendine Yeterliliğin Zindanı

İnsanın kendi kendisine yetmesini ve handiyse cinselliğini bile bir türdeşine gereksinmeden ‘yaşayabilmesini’ mümkün kılan çağımız, aynı zamanda insanı kendi kendisine hapseden bir düzeye indirgemiş olmuyor mu? Kendi mahzeninde tutuklu bir insanın, bir başkasının birikimlerine, gözlemlerine, duygularına, bilgilerine, görgülerine, kaygılarına, korkularına gereksinmeni nasıl beklenebilir ki! Çünkü çağımız insanın bilme açlığını bilim ve teknoloji bilgilerinin kırıntıları, magazin haberlerinin ayrıntıları, en hafifinden ta­mdık bildiklerin yaş tahtaya basmalarının dedikoduları yeterince gidermekte.

Öbür yandan, insanın kendini ifade etme gereksinimi de çağımızda en aza indirgenmiş durumda. İnsanın kendini modernitenin dayattığı kuralları zorlayarak anlatabilmesi neredeyse psikoloğunun koltuğuna oturduğunda mümkün olabilmekte. Bu- arada asıl hikâyeci kendi derdine yansın. Çünkü handiyse bir tek o kendisine muhatap bulamamakta.

Nekahet Zindeliği

Büyülerin ve büyücülerin cirit attığı, gecenin bir saatinden sonra her an bir canavarın pencereden bakan birine şöyle bir görünüvereceği; cinlerin, perilerin, gülyabanilerin insanlarla birlikte yaşayıp gittiği dünya artık yok. Bizim dünyamız açıklanabilirlikler ve formüle edilebilirliklerin dünyası. Böyle bir dünyada olağanüstüye kim ihtiyaç duyar ki? ‘’İyi ama asıl bilim-teknikteki gelişmelerin katkısıyla modern hikaye türü,bırakın ölmeyi,başka bir bünyede çok daha büyük atılımlar gerçekleştirmedi mi?’’diye karşı çıkan soruyu duyar gibiyim.

Doğru. Hikaye XV11.yy sonrasında,bir kısım insanların gözünde daha öncekiyle karşılaştırılamayacak denli önem kazandı ve modern hikaye

Son 300 yılın en önde gelen zihni etkinliklerinden biri haline geldi.

Ne ki insanlık tarihini aklımıza getirdiğimizde, bu son üç yüzyıllık gelişmenin,ancak ölmek üzre olan bir hastanın nekahet evresindeki canlanmasından başka bir nitelikte olmadığı görülür.Çünkü olağansütüyü rededen hikayenin gideceği uç,olağandışı’dan başkası olamazdı.Olağandışı,yani aykırı tipler,sıradışı durumlar ve gerektiğinde çizgi dışı çözümlemeler…

Böylelikle aykırı tiplerin geçici sarhoşluğuna kanan modern edebi hikaye,yerini küçük insan’ın tahkiyesine değin gününü gün etti.

Muhatap Sorunu

Sıradan insanı anlatan,küçük adam hikayeciliği…

Sıradışı tiplerden sonra mal bulmuş mağribi gibi sarılınan bu olgu da hızla tükenir çünkü okur bu tip hikayelerde, dilediğinden çok kendisini bulur; dahası, kendisinden başka da pek bir şey bulmaz.

Tüm hikayecilerin birincil kaynağı, ne kendisinden öncekilerin yazdıkları, ne de kendi yaşantısından süzdükleri. Hikâyenin beslendiği ana damar, kelimenin en geniş anlamıyla başkasının deneyimleri... Hele artık hiç esamesi okunmayan ve kimileyin elinde geleneksel sazıyla o köy senin, bu kasaba benim gezen hikâyepcrdâz, yani bütün edebi hikayelerin ana kaynağı tarih olalı beri,hikaye de ilk ciddi yarayı almıştı bile
Edebi hikaye île hikâyeperdâzın anlattığı arasında nitelik farkları sanıldığında da azdır. Çünkü her iki hikayeci de muhataplarına göre, onların gereksinimleri doğrultusunda kurgularlar anlatacaklarını.

‘Estetik Merak’ın Yitimi

Günümüzde, şu ya da bu yayın organından, dünyanın en ücra köşesinde bile olup bitenlerden haberli oluyoruz ama artık önümüzde bizi çarpacak, hatta etkileyecek,kendimize pay devşirebileceğimiz hikâye yok. Dikkat edilirse, asıl bu haberliliğin,hikayenin tahtına oturduğunu görürüz. Bir zamanlar hikâye ile kışkıran merak duygumuz,şimdilerde bir mastürbasyondan farklı olmayan yığınla ayrıntı üzerinden tatmin olmakta.

Bize ulaşan tüm bu haberler arasındaki açıklamamıza pay bırakan ya da bir başkasının açıklamasını zorunlu kılan yönler yok.Tümü bize açıklanmış,algılanmaya ve algılandığı gibi kabullenilmeye hazır halde ulaşmakta.Çünkü birilerinin,düşgücümüzün tahrik olmasından çekinmesi için haklı gerekçeleri var.

Öbür yandan,haber yalnızca yeni olduğunda bir değere sahiptir,ya hikaye ?Hikaye öyle mi ?

Vak'a ile vakıa

Hikaye, yalnızca bir kişinin değil bir kültürün hatıra ve hafızasıdır. Dolayısıyla burada şunu sormamız gerekli: kaçımız hafızasına 'güvenebilmekte'? Kaçımızın bir başkasına anlatabileceği ayrıcalıkla hatırası var?

Üstelik bu haberli edilme, bize her olup biteni olay diye sunmakta. Olay, yani ka-yıtsız kalınarak edilemeyen. Sanki bu süreci kolaylaştırmak için mi ne, dilimizde va­rolan vak’a ile vakıa arasındaki ayrım da ortadan kaldırılmış durumda. ‘Olmuş bit­miş olan" karşılığındaki vak'a ile ‘olduğunda işin rengi değişir’ havasındaki vakıayı birbirinden ayırmamak demek, sıradan bir olayı nadirattanmış gibi ya da kırk yılın başı olmuş bir olayı her gün yaşanıyormuş gibi sunmanın önünü açmak demek. Ha­ber merkezli çağımız dünyasının son derece işine gelen bu durum, hikâye içinse tam bir ölüm fermanı... Çünkü ancak böylelikle olmuş olanlarda açıklanamaz bir yön bı­rakmamış izlenimini verebilirsiniz.

Hikâyeyi bir başına ayakla tutan öğe, açıklamanın el atmasına fırsat vermeden kurgulanabilmesi. Sonunda bir 'kıssa'sı olsa bile iyi bir hikâye, okurun yorumunu önceler. Ancak okurun kendince açıklamalarıyla bir hikâye ‘gerçekte" bitmiş olur. Bunun için de hikâyenin kurgusu, okurunun düşgücünü  tahrik ederek onu olağanın üstüne çıkarmayı hedefler.

Hece Dergisi,Postmodernizm Özel Sayısı
Devamını Oku »

Tiyatro bir mekteb-i edeb değildir, mekteb-i fuhşiyattır Batı'da.

tiyatro


Esasen Türk Tiyatrosu diye birşey yok. Bizde tiyatro yok. Yapılanlar ve yazılanlar Batı'nın birer taklidi. Roman olmadığı gibi, tiyatro da yok bizde.

Batı'da tiyatro kiliseden çıkmıştır. Kiliseden, yani hıristiyanlıktan. Papazlar câhil halka İsa'yı, doğumunu anlatabilmek için bazı vâsıtalara, gösteri vâsıtalarına baş vurmuşlar. Oradan çıkmış. Yerini, zamanla, bütün diğer sahalarda olduğu gibi drama bırakmış. Yani tezatlara.

Bizde tiyatronun ne dinde yeri var ne örfte, âdette. Orta oyunu ise bir eğlence vâsıtasıdır. Makbul görülmemiş oyuncular, hâlâ da öyle. Kızımı bir tiyatrocu istese vermem şahsen. Hakîr görmek değil bu benimki. İnsan olarak ancak nazarımda bir değeri vardır; ama o kadar.

Tiyatro ve tiyatroculuk, Avrupalılaşmış zümrenin tutkusu. Kendi rezaletlerini, fuhşiyâtını ve zinalarını görüyorlar, seyrediyorlar. Halk pek îtibar etmemiştir.

Tiyatro bir mekteb-i edeb değildir, mekteb-i fuhşiyattır Batı'da.

 

Cemil Meriç ile Sohbetler - Halil Açıkgöz
Devamını Oku »

DİVAN EDEBİYATINDA ROMAN

Divan Edebiyatı’nda roman yok. Niçin olsun?

Batı’nın ilk romanlarından biri "Topal şeytan". Kahraman, evlerin damını açar, bizi yatak odalarına sokar. Roman başlangıcından itibaren bir ifşâdır. Osmanlı’nın ne yaraları vardır, ne yaralarını teshir etmek hastalığı. Hikayeleri ya bir cengâveri ebedîleştirir, ya "hisse alınacak bir kıssa”dır.

Roman’ın burjuvaziyle doğduğunu söylerler. Burjuvazi Avrupa’nın imtiyazı, daha doğrusu yüz karası. Bir kelimeyle roman, başka bir dünyanın, başka bir ruh ikliminin, başka bir toplumun eseri. Daha zavallı bir dünya, daha dişi bir manevi iklim, daha geveze bir toplum.

Başka bir tabirle, bu edebi nevi bir buhranın, bir uyuşmazlığın, reelle ideal arasındaki bir nispetsizliğin çocuğu. İçtimâî bir sıhhatsizlik, hiç değilse bir tedirginlik alâmeti. Sınıf kavgalarıyla sahneye çıkışı bundan. İnanan bir toplumda, pürüzleri yok etmiş bir toplumda, hayalî çözüm yolları aramaya ihtiyaç duymayan bir toplumda romanın ne işi var?

Osmanlı, Osmanlı kaldıkça Batı romanı’nı anlayamazdı. Önce uzun bir temessül, daha doğrusu tesemmüm merhalesinden geçecek, iktisadi ve içtimai müesseseleriyle değişecekti.

Medeniyet can çekişiyor. Gök bomboş, hayat abes; roman bu kalpsiz dünyanın insanını bütünüyle sahneye koymak iddiasında. Bütünü, yani çarpık insiyakları, hayvanca iştihaları, çılgın arzuları veya arzusuzlukları ile. Aşk da -Tanrı gibi- öldüğüne göre, cinsiyet tek değer. Bezirgan hayasızlığın üstüne bir sal attı: cinsi bunalım. Sade, kütüphanelerin şeref misafiri, sadizm abesin ikiz kardeşi.

Bu Ülke -Cemil Meriç - s. 120..
Devamını Oku »

KELÂM, BÜTÜNÜYLE HAYSİYETTİR ''Cemil Meriç''

İlk kitap: hafıza. Şaman veya rahip , yazının icadından sonra da imtiyazlarını titizce korur, fetihlerini uzun zaman yazıya dökmez, nesilden nesile sözle aktarır; sözle, yani nazımla. Sırlar, harflere tevdi edildiği zaman bile sokağın dili kullanılmaz. İlâhiler manzum, büyüler manzum, destanlar manzum. Şairler yoğurmuş dili, düşünceyi şairler uysallaştırmış. Beşiğinde Tanrıların dilini konuşmuş insan. Nazım en olgun meyvelerini verdikten sonra nesir  doğmuş. Hantal, ürkek, acemi bir nesir.

Nazım, imkânlarını araştıran düşünce: hatalarını bağışlatmak için musikinin yardımına muhtaç; musikinin, yani  veznin, kafiyenin. Nazım, ifadenin çocukluğu: sevimli ve serkeş  Nesir, bütün nazımları kucaklayan bir orkestra: girift ve kâmil. Kur’an mensurdur: Yedi Askı şairlerini secdeye kapandıran bir nesir.

Büyük nâzımların çoğu, nesirde de büyüktürler: Namık Kemâl  ve Hâşim gibi. Ama istisnası bol kâide bu: hecenin en usta şairi Rıza Tevfik , nesirlerinde ne kadar derbeder, ne kadar yavan. Genç nâsirler , nazımın tezhibinden geçseler şüphesiz ki üslupları daha derli toplu, daha tannan , daha ölçülü olurdu. Heyhat ki, nazımperdazlığın  tiryakilik gibi  tehlikeleri de var. Bazen, bütün dikkatini, bütün hünerini nazımda tüketiyor sanatçı; mısra “haysiyet”i oluyor, cümle “haysiyet”sizliği.Oysa kelam bütünüyle haysiyettir.

Bugünkü “düz yazı”nın ne edebiyatla münasebeti var, ne haysiyetle: bed, cıvık, yüzsüz. Kelimeler, ibarenin içinde, tımarhaneden fırlayan akıl hastaları gibi koşuşuyor. Hepsinin sırtında aynı urba , bakışlarında aynı manasızlık. Nesir yok artık. Nazım var mı ki?

Bu Ülke. İletişim Yayınları İstanbul 1996 s.82.
Devamını Oku »