Cemil Meriç ve İmam-ı Gazali








İnsan okudukça neler öğreniyor. Yıllarca merhum Cemil Meriç’in yanında bulundum. Kendisine koca koca kitaplar okudum. Mesela Şehbenderzade Filibeli Ahmet Hilmi’nin o meşhur eserini –ki yedi yüz sayfadan fazladır – kıraat ettim. Özel sohbetlerini büyük bir zevkle dinledim. Sert bir üslupla yaptığı eleştirilere kulak verirken yeni yeni bilgilere ulaştım. Merhum, hem batı kültürüne, hem doğu irfanına aşina idi. Bu arada belirteyim ki, “kültür” kelimesinden pek hoşlanmadığı için ciddi ciddi tenkit ederdi. Ona göre “irfan” daha geniş kapsamlı, daha sıcak ve yerli bir kavramdı. Nitekim eserlerinden birinin adı da “Kültürden İrfana”dır.

Cemil Meriç’in kitaplarını okuyanlar veya sohbetlerini dinlemiş olanlar onun İbn-i Haldun, Ahmet Cevdet Paşa, Tunuslu Hayrettin Paşa, Ahmet Mithat Efendi gibi kalem erbabına büyük bir hayranlık duyduğunu bilirler. Mesela, İbn-i Haldun için “kendi semasında tek yıldız” derdi. Nesirdeki üstadlarının Sinan Paşa ve Ahmet Cevdet Paşa olduğunu söylerdi. Hace-i Evvel Ahmet Mithat Efendi’nin ne büyük bir tecessüse sahip olduğunu her fırsatta söylerdi. Son yıllarında bu zevat-ı kirama Said Nursi merhum da katılmıştı. İtiraf edeyim ki İmam-ı Gazali hazretlerine duyduğu ilgiyi ben de bilmiyordum. O kadar zaman yanında bulunduğum halde, bu konu hakkında tek bir cümlesine rastlamadım. Otuz yıl sonra okuduğum bir röportajdan, Cemil Meriç’in aynı zamanda Gazali’yi de keşfetmiş olduğunu öğrendim. Merakınızı şöyle gidereyim:

Kadim dostum Ekrem Kızıltaş’ın 1984 yılında Cemil Meriç’le yaptığı mülakat “Dil ve Edebiyat” dergisinin Şubat sayısında bu kadar uzun bir aradan sonra bir kere daha yayımlandı. “Cemil Meriç ile Lisan Meselesi ve Aydınlar Üzerine” başlığıyla neşredilen bu mülakatı büyük bir zevkle okudum. Arkadaşımızın üstada yönelttiği bir soru da şöyle: “Yeni yetişen nesle, okumada ne gibi bir yol takip etmelerini ve öncelikle hangi kitapları okumalarını tavsiye edersiniz?”

Cemil Meriç, ne tavsiye edebilirim ki, tavsiye edebileceğim kitapların yüzde doksanı tercüme, tercümelerin de yüzde doksan dokuzu berbat deyip acı bir gerçeği dile getirdikten sonra irfan açısından belli bir yere gelmek isteyen gençlerin lisan öğrenmelerini ve kendilerini iyi yetiştirmelerini istiyor. Yani, suyu kaynağından içiniz diyor. Doğru söylüyor. Maalesef tercüme edilen kitaplar, kötü tercüme edildikleri, dil keşmekeşine maruz kaldıkları için okunmuyorlar. Böylece o kıymetli eserler bir nev’i katledilmiş oluyor. “Mütercim katildir!” sözü, işte bu faciaya, dil faciasına işaret ediyor. Yıllar önceydi. Kayıhan Yayınevi’nin sahibi merhum Burhaneddin Kayıhan, bir gün bana basılmadan önce redaksiyonunu yapmam için bir dosya verdi. Bu, Hazreti Ömer hakkında tercüme bir kitaptı. Doğrusu, ilk başta, İslamın ikinci büyük halifesi hakkında – redaksiyon maksadıyla da olsa – böyle koca bir kitap okuyacağım diye sevindim. Eyvah, daha birkaç sayfa okur okumaz sevincim kursağımda kaldı. Çünkü, mütercim son derece bozuk bir tercüme ile hazırlamış. Burhaneddin Bey’e, bütün sayfaları kırmızıya boyasam bile yine düzeltemeyeceğim, eseri yeniden yazmak gerekir dedim. Mütercimi razı olursa ben bunu yapabilirim, diye ilave ettim. “Uyanış Devirlerinde Tercümenin Rolü”nden bihaber mütercim bu teklifi: “Benim cümlelerime kimse dokunamaz!” efelenmesiyle kabul etmedi. Böylece ben de büyük bir sıkıntıdan kurtulmuş oldum.

İşte Cemil Meriç, bu bozuk ve kötü tercüme furyasına ne yazık ki, Gazali’nin de kurban edildiğini belirtiyor, dolayısıyla irfan dünyamıza beklenen faydayı verememiştir, diyor. Ona göre böyle yetersiz çeviriler, müellifin hakkıyla anlaşılmasına ve istifade edilmesine engeldir. Sadece Gazali mi, İbn-i Haldun da aynı akıbete uğramıştır. Gazali’nin eserlerinin başına gelenler, “Mukaddime” nin de başına gelmiştir. Cemil Meriç, sözün burasında “Tercüme edilen, sadeleştirilen kitaplar ne dereceye kadar aslını aksettirebilir?” diye sorduktan sonra, acı bir gerçeği dile getiriyor, işte bu yüzden gençlerimize tavsiye edebileceğim on kitap bulabileceğimi zannetmiyorum, diyor.

Tercüme hastalığına böyle bir teşhis koyan Meriç, yeri gelmişken ilginç bir noktaya daha değineyim deyip, sözü halkımızın Gazali hayranlığına getiriyor. Tercümedeki bütün bu olumsuzluklara rağmen Büyük İmam’a, büyük bir muhabbet duyulmaktadır. Acaba bu sevginin kaynağı nedir? Mesela her türlü reklam vasıtasıyla desteklenmesine rağmen Charles Darwin’in tercüme edilen kitabı 250 adet bile satılmıyor ama Gazali 250.000 satabiliyor. Burada araya girip ben de bir ilavede bulunayım. Bugün Hazretin eserleri çok daha fazla satılıyor. Neredeyse “İhya”nın ve “Kimya”nın girmediği ev kalmadı. Aynı oranda okunup okunmadığı başka bir yazının konusu olduğu için onu geçiyorum. Eğer okunmuyorsa sebeplerinden biri de – yukarıda da belirttiğim gibi – kötü tercümelerdir.

Yine Cemil Meriç’e dönecek olursak, sözü tekrar ilgi ve alaka meselesine getiriyor, Darwin ve benzeri yazarların kitaplarının tutması için bütün yollar denendi. Akla gelen her şey yapıldı. Okullara sokuldu, klasikler arasında basıldı. Ama bir Gazali’nin binde biri kadar bile ilgi görmedi. Bu nedendir acaba, sorusunu bir kez daha kendi kendine soruyor. Merak etmeyin, cevabını da yine kendi veriyor: “Gazali Huccetü’l-İslam’dır. Bir çok meselede son mercidir. Müphem de olsa bu özelliği toplumun şuur altına sinmiştir.”diyor.

Evet, Gazali, hem “Huccetü’l İslam”dır, hem “Zeynü’d-Din”dir. Yani dinin hem delili hem zinetidir, süsüdür. Delilden, zinetten kim hoşlanmaz. Bu millet, bu sırrı keşfettiği için onu baş tacı ediyor.

Sevmeyenleri mi sordunuz? İsterseniz bu sevimsiz konuya hiç girmeyelim.

Dursun Gürlek



Devamını Oku »

Mevlânâ Hakkında Doğru Bilgiler



Mevlânâ Hakkında Doğru Bilgiler







Bilindiği gibi her yıl Aralık ayında Hazreti Mevlânâ’yı anma toplantıları düzenlendiği gibi Şeb-i Arus törenlerine de yer verilir. Öncelikle Konya’da icra edilen bu törene devlet ricali de tam kadro katılır.









Geçen yılın Aralık ayında, bir gün Üsküdar’da bir taksiye bindim. Araba biraz ilerleyince ön koltuğun arka cebindeki gazeteyi alıp okumaya başladım. Bu, 14 Aralık 2014 tarihli Habertürk gazetesiydi. Manşeti, “Şeb-i Arus’a Daha da Gitmem” şeklindeydi. Başlık ilgimi çektiği için haberin ayrıntılarını okumaya koyulmuştum ki, karayağız taksi şoförü birden arkaya dönüp “Dayı, gaste ne yazıyor?” diye sordu. Manşeti okuyarak Kılıçdaroğlu “Şeb-i Arus’a Daha da Gitmem” demiş cevabını verdim. Bir şey anlamayan şoför, “Nereye gitmeyecekmiş?” dedi. Yine “Şeb-i Arus’a” dedim. Bir şey söylemedi, yani sustu. Kim bilir, “Şeb-i Arus’u, belki de Şebinkarahisar zannetti. Yahut bu sözü ilk defa duyuyordu.

Haberin metni şöyleydi: “Kılıçdaroğlu, Diyanet İşleri Başkanı Prof. Mehmet Görmez’i de eleştirdi. Görmez, hümanizmi tenkit eden bir konuşma yaptı, yadırgadım. Bir kere Mevlânâ’nın kendisi Hümanizm’dir, insan sevgisidir. Akıl tutulması yaşanıyor. Topluma bir şeyler dayatılıyor.”

Hemen belirtmek isterim ki sayın Kılıçdaroğlu’nun bu sözleri külliyen yanlıştır ve gönüller sultanı Hazreti Mevlânâ ile hiçbir ilgisi yoktur. Bütün sözlükler, bütün kaynaklar Hümanizmi “Eski Yunan ve Latin edebiyat ve felsefelerini en yüksek kültür örneği olarak ileri sürenlerin mesleklerine verilen isimdir. İnsanlık sevgisini en yüksek paye sayan felsefi doktrin, insancılık” diye tarif ediyor.

Allah aşkına söyleyiniz. Mevlânâ gibi, Cenab-ı Hakk’ı ve aziz Peygamber’ini yegane rehber kabul eden, ben Muhammed Muhtar (s.a.v.)’ın ayağının tozuyum diyen, Kur’an-ı Kerim’i başına taç edinen bir İslam bilgini, bir İslam mutasavvıfı, hiç eski Yunan felsefesini ve filozoflarını kendine örnek alır mı? İslam dini cihanşümul özelliğiyle ve güzelliğiyle ortada dururken ne idüğü belirsiz hümanizme ve bu doktrini en yüksek kültür örneği kabul eden adamlara ilgi duyar mı? Filozofların ve hümanistlerin birbirlerini tekzip eden saçma sapan sözlerine kulak verir mi. Bu büyük İslam aliminin felsefe için, “Silsile-i mükezzibin” nübüvvet için de, “silsile-i musaddikîn” denildiğini bilmediğini mi sanıyorsunuz. Hem güneş varken mum ışığı aramak akıl kârı mıdır?

Yeri gelmişken, Mevlana ve Mesnevi aşığı Tahirü’l- Mevlevi’den, konumuzla ilgili kısa bir iktibasda bulunmak istiyorum. Merhum diyor ki:

“Tasavvuf erbabı, felsefeyi ve müntesiplerini (bağlılarını) kabul etmiyor. Sırası geldikçe bu iki meslek arasında yakınlık bile olmadığını söylemekten geri durmuyor. Mesela, zahiri ve batıni ilimleri birleştirmek suretiyle hem medresede hem tekkede muhterem bir insan olarak tanınan Molla Cami, ‘Lehcetü’l-Esrar’ isimli kasidesinde, ‘Yunan filozoflarının hikmeti, nefsin ve hevanın verdiği vesvesedir. Ehl-i imanın hikmeti ise Peygamber’in buyurduklarıdır’ diyerek felsefe ile tasavvufun ayrı ve birbirine aykırı olduğunu açıktan açığa söylüyor. Yine o kaside de İbn-i Sina gibi bir dahi için, ‘Manevi rayihayı (kokuyu) Hazreti Ali’de ara. Ebû Ali’nin kokusu kerihtir!’ demekten çekinmiyor.”

Hazreti Mevlânâ’dan, bahs ederken, “filozof”, “hümanist” kelimelerini kullananların, “büyük Türk düşünürü ve hümanisti” diyenlerin sayısı eskiden daha fazlaydı. Özellikle Mevlana özel sayısı düzenleyen bazı dergilerde, böyle abuk subuk yazılara da yer veriliyordu. Kütüphanemde de “Mevlana Özel Sayısı” olarak çıkmış bir hayli dergi var. Bunların hemen hemen hepsinde ya cehalet sonucu olarak kaleme alınan veya kasten yazılan bu türlü yazılara da rastlıyoruz. Mesela Temmuz 1964 tarihli “Türk Yurdu” dergisi, “Mevlana Özel Sayısı” olarak göz dolduruyor. Mevlana ve Mevlevilikle ilgili bu yazıların büyük bölümü ilgiyle okunuyor. Yukarıda da belirttiğim gibi, bunların arasında aykırı ve yanlış yazılara da yer veriliyor. Mesela “Hümanist Mevlana”, “Mevlana ve Felsefesi” başlıklarıyla yayımlanan iki makale –maalesef- okuyucuya baştan sona yanlış bilgi veriyor.

İsterseniz bir özel sayıdan daha söz edeyim. 1943 tarihli “Konya Halkevi Kültür Dergisi Mevlana Özel Sayısı” da konuyla ilgili yazılara büyük  bir yer veriyor. Dergide Hasan Ali Yücel, Veled Çelebi İzbudak, Ömer Ferid Kam, Halid Ziya Uşaklıgil, Prof. Mehmet Ali Ayni, Mithat Bahari Beytur, Prof. Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu, Tahir Olgun, İsmail Fenni Ertuğrul, İbnülemin Mahmut Kemal, Prof. Süheyl Ünver, Yaman Dede, Saadeddin Nüzhet Ergun gibi önemli yazarların makaleleri bulunuyor. Hakikaten zengin bir kaynak. Ayrıca Hazret’in filozof veya hümanist olduğunu iddia eden görüşlere yer verilmemiş. Adı geçen dergide beni rahatsız eden, sadece “Konya Halkevi, büyük ölünün ruhunu taziz eder” cümlesi oldu. “Büyük ölü” sözü Mevlana’ya hiç ama hiç yakışmıyor. Ben buna müsaadenizle “ölü cümle” demek istiyorum.

Mevlana’yı en doğru ve en güzel yine Mevlânâ tarif ettiğine göre, sahih Mesnevi şerhlerini  büyük bir dikkatle okumak gerekiyor. İsterseniz birkaç “şarih” ismi vereyim:

Abidin Paşa, Tahirül-Mevlevi, Ahmet Avni Konuk, Şefik Can…

 

Dursun Gürlek



Devamını Oku »