Duanın Karşılığı
Duanın karşılığı [icabet] tasavvura bağlıdır. Binaenaleyh Hakk'ı en iyi tasavvur eden kimsenin duaları en çok kabul edilen kimsedir. Sahih tasavvur ise gerçek ilim ve sahih müşahedeye tabidir.
Bunun için Hz. Peygamber (a.s.) şöyle buyurmuştur: "Eğer Allah'ı hakkıyla bilseydiniz, duanızla dağlar yerinden oynardı"
Görmüyor musunuz ki Hz. Peygamber tam marifet ve müşahede sahibi olduğu için, dualarının çoğu kabul edilmiştir. Bilgide [marifet] Hz. Peygamber'e yakın olan peygamberler de "Bana dua ediniz ki size icabet edeyim" âyetine göre dua ettikleri zaman dualarının kabul edileceği vaad edilen kimselerdir.
Şu halde marifeti olmayan ve duası esnasında herhangi bir şekilde zihninde bir şey canlandırmayan kimse Allah'a dua etmiş sayılmaz, bu nedenle de böyle bir kişinin duasına icabet edilmez.
Bunu anladıktan sonra şu da bilinmelidir ki duada kaldınlan bilinci el kulun zâhiren Allah'a yönelmesine işaret ederken, İkinci el bâtınen de Allah'a yönelmeye işaret eder. Kişinin dili bütün varlığıyla Allah'a yönelmeyi ifade eder; yüzün meshedilmesi ise teberrük niyetiyledir ve ruh ile bedeni birleştiren hakikate dönmeye dikkat çeker. Bu da kişinin Hakk'ın ilminde ezelî ve ebedî olan ayn-ı sabitesinden kinayedir: çünkü bir şeyin yüzü o şeyin hakikatidir. Yüz de bu hakikatin mazharıdır.
"Her şey helak olacaktır, O'nun vechi müstesna" âyetinin sırrından bir şeyler kalbine açıldıysa ehlinden başkasına açıklanması ve İfşası caiz olmayan bu anlattıklarımızdan daha garip sırra muttali olursun.
Bu, akıl sahiplerine bir ikazdır. Allah gerçeğe ulaştırandır.
Sadreddin Konevi,Kırk Hadis Şerhi (çev:Ekrem Demirli)
İnsanın Bedeninin Temizliği'nin Batıni Anlamı
İnsanın bedenin temizliği kirlerden ve büyük pisliklerdendir; duyularının temizliği, gereksiz şeylerle ilgilenmekten onları alıkoymaktır. Uzuvlarının temizliği ise akli ve şer-i mizan hükümlerinden bilinen itidal dairesinin, ayrıca nasihat ve ikazların dışında onları kullanmaktan alıkoymaktır; bu konuda özellikle dili korumak gerekir. Çünkü insanın dilinin iki temizliği vardır;
Birincisi faydalı ve manalı şeylerin dışında sükut etmektir. İkincisi ise konuşmalarında itidale riayet etmesidir. Bir şeyi eksik ifade etmek kadar, o şeyi, gerektirmediği ve onda bulunmayan bir özellikle nitelemek de doğru değildir: çünkü bu davranış, zulümdür ve yalan şahitliğe girer......
İnsanın temizliği, sadece kendisinden yaratıldığı şey vasıtasıyla gerçekleşir.
Buna göre insanın bedeninin temizliği, bedenin yaratıldığı şeyle gerçekleşir.
Ruhunun temizliği ise kudsî teyit, küllî-özel ruhani yardımlarla gerçekleşir. Allah Teâlâ, âyet-i kerimelerde bu yardımlara meleklerin büyüklerinin ifadeleriyle ve onların yardımlarını anlatarak işaret etmektedir:
"Rabbimiz! Her şeyi rahmetinle ve ilminle kuşatmışsın. Tevbe edenlere ve yoluna uyanlara mağfiret et. Onları ateşin azabından koru. Rabbimiz, onları vaad ettiğin Adn cennetlerine yerleştir. Babalarından zevcelerinden ve zürriyetlerinden salihleri de dâhil eyle. Sen aziz ve hakimsin. Onları günahlardan koru. O gün günahlardan korunan kimse, merhamet ettiğin kişidir. Bu da büyük bir kurtuluştur."
Bütün bunların bu hayattaki meyvesi ise ruhun kirlendiği şeylerden temizlenmesidir. Ruh, kendisini idare ettiği esnada tabiî mizaçla olan birlikteliği ve ona ulaşan bu mizacın zararlı özellikleriyle kirlenir.
Sadreddin Konevi,Kırk Hadis Şerhi (Çev:Ekrem Demirli)
Taharetin Batıni Anlamı
Bazılarının bâtından zâhire sirayet eden özellikleri olsa da bütün günahlar,bâtını necasettir. Nitekim Hz. Peygamber (a.s.) Kul işlediği günahtan dolayı rızkından mahrum kalır" buyurmaktadır. Hadisin başka bir sırrı daha vardır; Mahrumiyet, manevi ve ruhani rızıktan olabileceği gibi bazen de maddi-zâhirî rızıktan olabilir.
Sonra şöyle deriz: Bütün ibadetler temizleyicidir. Temizlik bazen Allah Teâlâ'nın "İyilikler kötülükleri giderir" âyet-i kerimesiyle; Hz. Peygamberin de "Kötülüğün ardından hemen onu silecek bir iyilik yap" hadisiyle işaret ettikleri gibi 'yok etmek' [mahv] suretiyle gerçekleşir. Bazen de Allah Teâlâ'nın "Ancak tövbe eden, iman edip salih amel işleyenler müstesna. Allah onların kötülüklerini iyiliklere çevirir"âyetinde işaret edildiği gibi' tebdil'yoluyla kötülüklerin iyiliklere çevrilmesiyle gerçekleşir.
Söz konusu mahv [silmek], affın hakikatinden ibaretken, tebdil mağfiret makamından ibarettir, işaret ettiğim şeye dikkat ettiysen, af ve mağfiret arasındaki farkı anlamışsındır.
Sadreddin Konevi - Kırk Hadis Şerhi (Çev:Ekrem Demirli)
Fatiha Suresi ve Marifetullah
Allah'a yemin ederim ki Mikâil şöyle haber vermiştir: Allah'a yemin ederim ki İsrafil şöyle haber vermiştir: Allah'a yemin ederim ki Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: Ey İsrafil izzet ve celalim, varlığım ve keremim üzerine yemin ederim ki: Fatiha suresiyle beraber besmeleyi bir defa okuyan kimseyi bağışladığıma şahit olunuz. O kimsenin iyiliklerini kabul ettim ve günahlarını sildim; dilini ateşte yakmayacağım, kabir ve ahiret azabından ve büyük korkudan onu kurtaracağım, peygamber ve velilerden önce bana kavuşacaktır”
Hadisin Sırrı ve Manalarının İzahı
Bir kudsi hadiste Hz. Peygamberin Allah Teâlâ'nın namaz hakkında şöyle buyurduğunu haber verdiği rivayet edilmiştir: "Kul, besmele çekince Allah Teâlâ 'Kulum beni zikretti' der. El-hamdu li'llahi rabbi'l-âlemin [Hamd âlemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur] deyince de'Kulum beni övdü'buyurur."
Hadis böyle devam etmektedir.
Bu hadisten bu ölçüde bir iktibas, önceden zikredilen hadisin manasını açıklamada bir anahtar ve mukaddime gibidir.
Bunu anlayınca şu da bilinmelidir ki:
Akıllı insan, tek başına besmelenin Fatiha ile birleştirilmesinin ve bunun telaffuz edilmesinin böyle bir neticeyi ve kıymeti meydana getiremeyeceğini bilir. Buradaki sır şudur: Hak besmeleyi zikir, hamdı da bir övgü kabul ederek, bunları bu yönden ayırt etmiştir.
Akıllı kişiler ve tahkik ehli şunu bilir: Övenin övülene sena etmesi, övenin bulunduğu hale nispetle, övülenin bulunduğu hali tarif eder.
Gerçek zikrin hakikati, zikredilene tam olarak delalet eden şeyi ifade etmesi ve onun zâtını dile getirmesidir; ya da zikredenin, zikredileni nefsinde hazır kılması [istihdar] veya onunla birlikte hazır olmasıdır. Huzûr ve istihdar ise bilinenin ortaya çıkartılmasından [istida] ibarettir. Bunun neticesi de ilme râcidir.
Buna göre zikir bir açıdan senadan farklı değildir, fakat Hakk'ı bilerek ve tanıyarak zikreden kimseye nispetle böyledir.
Buna göre Hak adeta şöyle demektedir: Sena eden kişi senasıyla gerçek bir tarif —ki bu tarif, o varlığın zikredilen olması yönünden olsa bile- yaptığı gibi zikri senasıyla birleşip zikretmesi övülenin zâtını övmesi haline gelen kimse muhakkik, ikram ve yakınlığı hak etmiş kişidir.
Böyle bir halin gerçekleşmesinin zor olduğu ve insanların genelinin bundan mazur sayılacağında şüphe yoktur. Bu zikrin neticesi, Hakk'a yakınlık ve ikram getirmesidir.
İşte nadir bulunan budur, yoksa insanların zannettiği gibi besmelenin fatihayla beraber telaffuz edilmesi değildir.
Allah Teâlâ, gerçek mürşiddir.
Derecelerin Selamı Yaymak,Yemek Yedirmek, İnsanlar Uyurken Gece NamazıKılmak Olmasının Nedeni
Derecelerin selamı yaymak, yemek yedirmek, insanlar uyurken gece namazı kılmak olmasının nedeni ise şudur: insanın davranışları iki esasta sınırlıdır. Buna göre insan ya Hak'la ya da halkla ilişki içerisindedir. Her iki muamele de fiilî ve kavil İlişki diye ikiye ayrılır. Halka yönelik kavlî muamele selam vermektir; bu asildir. Yemek yedirmek ise fiildir ve sahibini aşan bir hayırdır. Selam sahibini aşan sözlerin en hayırlısı olduğu gibi böyle bir hayrın da sahibini aşmayan herhangi bir hayırdan daha üstün olduğu kesindir.
Gece namazına gelince: Gece namazı Hak ile bir muameledir ve söz ve fiilden oluşur. Buna göre gece namazı, Allah Teâlâ'nın kelamını okumak, Allah'ı zikretmek, teşbih, tehlil tekbirleri yönünden bir sözdür. Bu nedenle Hz. Peygamber "Namaz kılan Rabbine münacat eder" buyurmuştur. Namaz, içindeki rüku, kıyam, secde gibi rükünleri açısından ise fiildir.
Sadreddin Konevi,Kırk Hadis Şerhi,çev:Ekrem Demirli
Bir Hadis ve Şerhi
Hz. Peygamber'in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir : ' Kulunu veya kölesini zina ederken gören Allah'tan daha kıskanç hiç kimse yoktur.' " (Bu hadisi Buharî, Müslim, Tirmizî, Nesâî, Dârimî, İbn Hanbel rivayet etmişlerdir. Bu konuda kitapta daha ayrıntılı bilgi vardır.)
"Hadisin Sırrı ve Mânâlarının İzâhı"
" Bu hadisin sırrı hakkında aniden kalbime şöyle bir şey geldi / varid :
Kıskançlığın ortaya çıkması ve etkin olmasının sebebi, bizzat yasaklanan fiil değildir, bilakis kıskançlığa neden olan şey, ortaklık özelliğiyle rablık / rubûbiyet makâmıyla bezenmektir / telebbüs. Çünkü davranışlarda bağımsızlık ve failin her istediğini hiçbir engel, mani ve sıkıntı olmaksızın yapması, rablık özelliklerinden birisidir: Allah'tan başka hiç kimse, bir engel ve mani olmaksızın dilediği her şeyi yapamaz. Binaenaleyh, sınırlanma ve engellenme kulun bir özelliğidir.
Kul sınırlanma özelliklerinden çıkıp, istediği gibi davranma özgürlüğü elde etmek isterse, Hakkın rablık sıfatına ortak koşmaya yeltenmiş, büyüklüğüne sataşmış olur.
Şüphesiz ki, böyle bir durum, kıskançlığın doğmasına sebep olur. İlâhî inâyet (lûtuf, iyilik) olmadığında bu kıskançlık gazabı ve cezayı gerektirir. Buna göre, zina eden kişiye atılan yüz değnek sopa, Allah'ın rablık mertebesinin ana hükümlerini ifade eden sınırlı isimlerinin karşılığındadır; bu ismlerin özelliğine daha önce dikkatinizi çekmiştik. Zat'a mahsus evvellik ve birliğin baskın gelmesinin şefaatiyle bekâra verilen ceza sadece dayak ile sınırlanmıştır.
Bu hükümler, evli zanide ortadan kalktığı için o recmedilerek öldürülür; bu ceza, rablık / rububiyet mertebesinin tafsîlî hükümlerinin bir benzeridir. Bunu anlayınız, çünkü bu, şeriatın sırlarının büyük anahtarlarından birisidir.
Şayet bu meseleyi anlarsan şunu da idrak edersin ki: Şeriatta konulan her hüküm ve belirli sayı, rabbanî bir esasa ve hakîkatlere uygun belirli bir tertibe dayanmaktadır. "
Kırk Hadis Şerhi,Sadreddin Konevî,
Ekrem Demirli
Havf ve Takva
Havf ve takva, kendileriyle vasıflanan kimselerde farklı derecelerde bulunurlar. Bu farklılığın nedeni ise insanların nebevi haberleri ve onlarla birlikte gelen vaad ve tehditlerin her birisini akıllarında canlandırmalarının gücüne ve zayıflığına bağlıdır.
Buna göre günah işlemeye devam eden kimse tafsili değil, sadece icmali olarak tasdik etmektedir. Nitekim Hz. Peygamber şu hadisiyle buna işaret etmektedir: "Kişi, mümin olduğu halde zina etmez."
Burada müminlikten maksat tam iman sahibi olmaktır ki bunun anlamı tasdikin kemâlinin, tafsili ve icmalî tasdik türlerini birleştirmeye bağlı olması demektir.
Şayet günahkâr kişi zehirleri, şiddetli zararları olan yiyecek ve içecekleri yemekten kaçınan uzman doktor gibi işlediği her kötülükten sonra gelecek cezayı aklına getirip bu cezanın gerçekleşeceğine de kesin olarak inansa o günahı işlemezdi. Binaenaleyh günahkâr kişi tasdikindeki bir eksiklik nedeniyle veya tövbe, mağfiret ve bağışlanma ümidini aklına getirdiği için günah işler.
Sadreddedin Konevi,Kırk Hadis Şerhi (Çev:Ekrem Demirli)
Namazda Kafirun ve İhlas Suresi Okumanın Sırrı ve Manaları
Cabir b. Abdullah'tan, Hz. Peygamberin şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir. "Adamın birisi ayağa kalkmış ve iki rekât fecir namazı kılmıştır. Birinci rekâtında Kâfirun suresini okumuştu. Okumayı tamamlayınca, Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: 'Bu adam, rabbini bilen bir kimsedir.'
İkinci rekâtta ise Ihlas suresini okumuş; okumasını tamamlayınca Hz. Peygamber 'Bu adam, rabbine iman eden bir kimsedir' buyurmuştur."
Hadisin Sırrı va Manalarının İzahı Bilinmelidir ki:
Marifetin çeşitli dereceleri vardır. Bunların bazıları diğerlerinden üstündür.
Birinci çeşit marifet şeriattadır. Hz. Peygamber devrinde Hak, itikat yönünden Arapların taptıkları putlardan, yıldızlardan, vb. batıl ilahlardan ayırt edilmiştir. Kafırun suresi, bu tür ayırımı ifade etmektedir.
Bunun için Hz. Peygamber Hıristiyan cariyeye "Allah Teâlâ nerededir?" diye sorduğu soruya, cariyenin göğü işaret ederek verdiği cevaptan memnun kalmıştır. Bunun ardından Hz. Peygamber cariyeye ben kimim diye sormuş, kadın da kendisinin Hz. Peygamber olduğunu bildiğini ifade eden bir işaret ile cevap vermiştir. Bunun üzerine Hz. Peygamber cariyenin efendisine "Bu kadın mümindir, onu azat et" diye emretmiştir.
Benzer bir mana, Muaz hadisinde de zikredilmiştir. Hz. Peygamber Muaz'ı Yemen'e görevli olarak gönderirken kendisine şöyle demiştir: "Sen, Ehl-i kitabın yanına gidiyorsun. Onları ilk davet edeceğin şey, Allah Teâlâ'nın birliği ve benim peygamberliğime şahitlik etmeleridir. Allah'ı bildiklerinde [marifet] ise üzerlerine gece gündüz vakitlerinde farz kılınan beş vakit namazı bildir."
Böylece bu İki şahitliği kabul etmek marifet diye isimlendirilmiştir. Buradaki marifet, Hakk'ın vahdaniyet özelliğiyle birlenmesi ve Arapların Uluhiyet'te kendisine ortak koştukları şeylerden temyiz edilmesidir.
Adam namazında "De ki Allah birdir [ehad] ve sameddir" âyetini okuduğunda Hz. Peygamberin "Bu adam, Rabbine iman eden birisidir" buyurmasındaki sır şudur: Ehad [Bir] lafzı, Hakkin sayısal mertebelerden tenzihinin en üst mertebesini ifade etmek için vazedilmiştir. Bunun için muhakkikler, şu konuda! kesin olarak görüş birliğine varmışlardır: Mutlak birlik fa ha diyeti! mertebesinde tecelli imkânsızdır.
Çünkü mutlak birliği yönünden Hak ile herhangi bir şey arasında hiçbir noktada bir ilişki ve irtibat söz konusu olamaz. Bul mertebede Hakk'ın bilinmez zâtı, isim, sıfat, vasıf, hüküm ve ilim ile nitelenemez. Hakk'ın bütün bunlardan mutlak olması! gerekir. Bunlardan birisinin Hakk'a izafe edilmesi itibar, mertebe ve cihet taakkulu iie gerçekleşir.
Bütün itibarların ortadan kalkması gerektiği için, bütün bu ilişkiler ve izafetler düşmüştür. Bu mertebede sadece Hakk'ın kendisini bildiği ve bizim ise O'nu bilemediğimiz için kendisinden bildirdiği şeyi tasdik etmemiz söz konusudur.
İşte "De ki: Allah Teâlâ birdir" âyetini okuyan kişi hakkında, Hz. Peygamberin söylediği Bu adam Rabbine iman etmiş bir insandır sözünün manası budur.
Bu bağlamda söylenen şeyler, Hakk'a dair sırların pek çoğunu içermektedir. Büyüklüğü ile birlikte tevhidin tecridi makamı, bu makamın feridir. Çünkü tevhidin tecridi, muvahhid [birleyen] ve mücerridin [tecrit eden] bir özelliğidir.
İşte Hakk'ın masivadan [Hakk'ın dışındakiler] ayrıldığı özelliğiyle tecrit edilmesinin anlamı budur.
Bu marifete ise sadece zâtî tecelliler ve mazharların hükümlerini aşan özel berk» tecellilere nail olan kişi ulaşabilir. Böylece bu kişi imkân ve vücûbu ve de bunların içermiş olduğu her şeyi ihata eden büyük berzahlığı iie Hakkin muradını ve bilinmeyen zâtı hakkında verdiği haberi Hak'tan anlar. Bu anlamada herhangi bir varlık, bir isim veya sıfat vasıta değildir.
Marifette en üst derece budur. Bu marifet, ilk mertebede işaret edilen marifetin mukabilidir. Diğer marifet dereceleri ve mertebeleri ise bu iki marifet arasında ortaya çıkarlar.
Bunları anlarsan Allah'ın izni ile doğruyu bulursun!
Sadreddin Konevi,Kırk Hadis Şerhi,
Ekrem Demirli
Ebu Talib el-Mekki'de Namazda Şekil ve Mana İlişkisi
...İbadetin özü Allah’a saygı ve itaattir. Bu da Allah’ı gereği gibi takdir etmekle olur. Sırf cennet ümidiyle ibadet etmek veya cehennem korkusuyla isyandan kaçınmak, Mekkî’ye göre Allah’ı hakkıyla takdir edememekten ileri gelmektedir..
Namazda Şekil ve Mana İlişkisi
Mekkî,namazın sözlü ve şeklî rükûnları olan tekbir, kıyam, rükû’, kıraat gibi fenomenlerin bedenen ve lisanen yerine getirilişi esnasında bunların içte ruhen ve zihnen de yaşanmasının gereğine dikkat çeker. Ona göre mü’minin kalbi, namazın rükûnlarıyla vasıflanmak, yani kişi yaşayarak namaz kılmalı, diliyle söylediğine ve bedeni ile yaptığı davranışa kalbi iştirak etmelidir. O “Allahu Ekber” dediğinde, Allah’ın her şeyden yüce olduğunun şuurunda olmalı, Allah’ın zikri olan namaz, kalbinde en büyük yeri kaplamalıdır. “Allahu Ekber” diyen kişi, bunu söylerken bir başkasının sözü olarak nakletmemekte, bir başkasından haber vermemekte, kendi samimî inancını manasına vermiş olarak ifade etmektedir. “Allahu Ekber” derken, söze uygun amel, Allah’ın kalbte her şeyden daha büyük olmasıdır. Bunu dil ile söylerken kişi kalbinde dünyada yüksek mevki ve statü sahibi olan kişilere, Allah’tan daha büyük yer veriyorsa, o kişi tekbir cümlesinin manasını yaşamamış olur. Onun sözü ile özü birbirine uymamıştır. (el-Mekkî, Kûtu l-Kulûb, c. II, sş. 196, 198.)
Kıyam, ilâhî huzurda saygı ile duruştur. Namaza niyetlenerek ayağa kalktığında kalbi âlemlerin Rabbi için kıyam ettiğine şehadet eder. Allah’a ta’zim duygusu onun bütün varlığına hakim olur, her şeyi gözetimi altında tutan Allah ın korkusu onu içine alır.(ayn eser,cilt:2,s.198)
Kur an okumaya başladığı zaman, kelâmın sahibiyle olan beraberliği onun kaygısını azaltır. Çünkü o, kelâmın sahibiyle konuşmaktadır. Namazda Kuran ayetlerini okurken tertîl ile (yavaşça) okumalı, İlâhî kelâmın manaları üzerinde düşünmeli ve manası yaşanmaya çalışılmalıdır. Bir rahmet âyeti ile karşılaşılaştığında onu arzulamalı, istemeli, azap âyetiyle karşılaşıldığında korkup Allah'a sığınmalı, teşbih ve tazim ifade eden bir âyet okunduğunda (kalkan) hamd, teshih ve tazîmde bulunmalıdır. (el-Mekkî, Kûtu'l-Kulûb, c 2, ss 195. 198)
Huşû ile namaz kılan kişi, ruküa eğildiği zaman kalbi derin bir saygı ile dolar, onun gönlünde Allah'tan daha yüce hiçbir şey bulunmaz. Rükûdan doğruldu ğu zaman hamdın ancak Allah'a mahsus olduğunu müşahede eder, kalbi huzurla dolar. (Aynı eser, c. II, s. 199.)
Secde kulun ruhen Allah’a en çok yaklaştığı, kalbinin ulvî mertebelere ulaştığı andır. Bu durum Kur’ân’da “Secde et ve Allah’a yaklaş.'' âyetinde ifadesini bulmuştur.
Burada yeri gelmişken namazdaki kıyam, rükû ve secdeden ibaret olan şekli erkânın, dindarın Rabbi karşısında duyduğu saygının bedenen ifade edildiği fenomenler olduğunu hatırlatalım. Buna göre ibadetler aynı zamanda kulun Rabb ine duyduğu ta’zim hislerinin bedenen ifade edilişidir.
ed-Dehlevînin de belirttiği gibi, ta zimin bedenen ifade edilişinde esas olan, boyun eğip teslim olunarak saygı gösterilenin huzurunda kıyam, rükû ve secde şeklinde birbirini takiben bir arada yerine getirilmesidir.' Buna göre kıyam, Allah’a saygı (tazim)nin gösterilişinin ilk aşaması, rükû ikinci aşaması, secde ise en ileri aşamasıdır.(Abdullah Yıldız,Namaz,syf;111)
Mekkî, sahibini her türlü büyük günahlardan ve ahlâk dışı davranışlardan alıkoyan namazın gereği gibi kılman ve Allah taralından kabul edilen namaz olduğunu söyler.Kur’ân-ı Kerim de de namazın inananlar üzerinde gerçekleşmesi beklenen bu işlevine dikkat çekilerek “Sana vahyedılen Kur’ân-ı oku ve namazı kıl. Gerçekten namaz, kötü işlerden ve uygunsuz davranışlardan alıkor.’’ buyurmaktadır.
Namazın günlük hayatla müminler üzerinde görülmesi beklenen kötülüklere karşı frenleyici etkisi, namazla oluşacak ilâhı murakabe hissi ve güç kazanan inanç ve irade gücü sayesinde gerçekleşebilir. Sırf dinî sorumluluktan kurtulmak, dindar bir çevrede yaşadığı için sosyal uyumun bir sonucu olarak toplumda kabul görmek için biçimsel olarak, şuuruna varmadan âdeten kılınacak namazlardan böyle bir sonucun alınamayacağı açıktır. Günümüzde dindarların bir ahlâk problemi varsa ve ibadetlerine devam eden insanların bir çoğu ahlâkî zaaflarıyla sık sık eleştiriliyorsa, yani ibadetleri kişinin davranışlarına müsbet yönde etki etmiyorsa, bunun bir sebebi de ibadetleri ve özellikle namazı özümseyememektedir.
Namaz ilk bakışta tek bir ibadet gibi görünmekle birlikte o, bir ibadetler mecmuasıdır. Mekkî bu hususa da dikkat çekerek, namazın kıyâm, rükû, secde, tekbir, hamd, kıraat, teşbih, duâ, istiğfar ve salâvât gibi öğelerinden her birinin müstakilen yapılması hâlinde de ayrı birer ibâdet ve zikir olduğunu söyler.(el Mekki,cilt:2,syf;200) Buna göre namaz en şumullü ibadettir. Namaz ona göre aynı zamanda diğer farz ibadetlere değer ve anlam kazandırır. Oruç, hac ve zekât ibadetleri, ancak namazla bir anlam kazanır. Yani kişinin namaz kılmaksızın haccetmesi, oruç tutması veya zekât vermesi sağlıklı bir dinî yaşayış değildir.(El-Mekki,age,c.2,syf;306)
Hüseyin Certel,Tasavvuf Dergisi 2003,Sayı:10
Devamını Oku »
Namazda Şekil ve Mana İlişkisi
Mekkî,namazın sözlü ve şeklî rükûnları olan tekbir, kıyam, rükû’, kıraat gibi fenomenlerin bedenen ve lisanen yerine getirilişi esnasında bunların içte ruhen ve zihnen de yaşanmasının gereğine dikkat çeker. Ona göre mü’minin kalbi, namazın rükûnlarıyla vasıflanmak, yani kişi yaşayarak namaz kılmalı, diliyle söylediğine ve bedeni ile yaptığı davranışa kalbi iştirak etmelidir. O “Allahu Ekber” dediğinde, Allah’ın her şeyden yüce olduğunun şuurunda olmalı, Allah’ın zikri olan namaz, kalbinde en büyük yeri kaplamalıdır. “Allahu Ekber” diyen kişi, bunu söylerken bir başkasının sözü olarak nakletmemekte, bir başkasından haber vermemekte, kendi samimî inancını manasına vermiş olarak ifade etmektedir. “Allahu Ekber” derken, söze uygun amel, Allah’ın kalbte her şeyden daha büyük olmasıdır. Bunu dil ile söylerken kişi kalbinde dünyada yüksek mevki ve statü sahibi olan kişilere, Allah’tan daha büyük yer veriyorsa, o kişi tekbir cümlesinin manasını yaşamamış olur. Onun sözü ile özü birbirine uymamıştır. (el-Mekkî, Kûtu l-Kulûb, c. II, sş. 196, 198.)
Kıyam, ilâhî huzurda saygı ile duruştur. Namaza niyetlenerek ayağa kalktığında kalbi âlemlerin Rabbi için kıyam ettiğine şehadet eder. Allah’a ta’zim duygusu onun bütün varlığına hakim olur, her şeyi gözetimi altında tutan Allah ın korkusu onu içine alır.(ayn eser,cilt:2,s.198)
Kur an okumaya başladığı zaman, kelâmın sahibiyle olan beraberliği onun kaygısını azaltır. Çünkü o, kelâmın sahibiyle konuşmaktadır. Namazda Kuran ayetlerini okurken tertîl ile (yavaşça) okumalı, İlâhî kelâmın manaları üzerinde düşünmeli ve manası yaşanmaya çalışılmalıdır. Bir rahmet âyeti ile karşılaşılaştığında onu arzulamalı, istemeli, azap âyetiyle karşılaşıldığında korkup Allah'a sığınmalı, teşbih ve tazim ifade eden bir âyet okunduğunda (kalkan) hamd, teshih ve tazîmde bulunmalıdır. (el-Mekkî, Kûtu'l-Kulûb, c 2, ss 195. 198)
Huşû ile namaz kılan kişi, ruküa eğildiği zaman kalbi derin bir saygı ile dolar, onun gönlünde Allah'tan daha yüce hiçbir şey bulunmaz. Rükûdan doğruldu ğu zaman hamdın ancak Allah'a mahsus olduğunu müşahede eder, kalbi huzurla dolar. (Aynı eser, c. II, s. 199.)
Secde kulun ruhen Allah’a en çok yaklaştığı, kalbinin ulvî mertebelere ulaştığı andır. Bu durum Kur’ân’da “Secde et ve Allah’a yaklaş.'' âyetinde ifadesini bulmuştur.
Burada yeri gelmişken namazdaki kıyam, rükû ve secdeden ibaret olan şekli erkânın, dindarın Rabbi karşısında duyduğu saygının bedenen ifade edildiği fenomenler olduğunu hatırlatalım. Buna göre ibadetler aynı zamanda kulun Rabb ine duyduğu ta’zim hislerinin bedenen ifade edilişidir.
ed-Dehlevînin de belirttiği gibi, ta zimin bedenen ifade edilişinde esas olan, boyun eğip teslim olunarak saygı gösterilenin huzurunda kıyam, rükû ve secde şeklinde birbirini takiben bir arada yerine getirilmesidir.' Buna göre kıyam, Allah’a saygı (tazim)nin gösterilişinin ilk aşaması, rükû ikinci aşaması, secde ise en ileri aşamasıdır.(Abdullah Yıldız,Namaz,syf;111)
Mekkî, sahibini her türlü büyük günahlardan ve ahlâk dışı davranışlardan alıkoyan namazın gereği gibi kılman ve Allah taralından kabul edilen namaz olduğunu söyler.Kur’ân-ı Kerim de de namazın inananlar üzerinde gerçekleşmesi beklenen bu işlevine dikkat çekilerek “Sana vahyedılen Kur’ân-ı oku ve namazı kıl. Gerçekten namaz, kötü işlerden ve uygunsuz davranışlardan alıkor.’’ buyurmaktadır.
Namazın günlük hayatla müminler üzerinde görülmesi beklenen kötülüklere karşı frenleyici etkisi, namazla oluşacak ilâhı murakabe hissi ve güç kazanan inanç ve irade gücü sayesinde gerçekleşebilir. Sırf dinî sorumluluktan kurtulmak, dindar bir çevrede yaşadığı için sosyal uyumun bir sonucu olarak toplumda kabul görmek için biçimsel olarak, şuuruna varmadan âdeten kılınacak namazlardan böyle bir sonucun alınamayacağı açıktır. Günümüzde dindarların bir ahlâk problemi varsa ve ibadetlerine devam eden insanların bir çoğu ahlâkî zaaflarıyla sık sık eleştiriliyorsa, yani ibadetleri kişinin davranışlarına müsbet yönde etki etmiyorsa, bunun bir sebebi de ibadetleri ve özellikle namazı özümseyememektedir.
Namaz ilk bakışta tek bir ibadet gibi görünmekle birlikte o, bir ibadetler mecmuasıdır. Mekkî bu hususa da dikkat çekerek, namazın kıyâm, rükû, secde, tekbir, hamd, kıraat, teşbih, duâ, istiğfar ve salâvât gibi öğelerinden her birinin müstakilen yapılması hâlinde de ayrı birer ibâdet ve zikir olduğunu söyler.(el Mekki,cilt:2,syf;200) Buna göre namaz en şumullü ibadettir. Namaz ona göre aynı zamanda diğer farz ibadetlere değer ve anlam kazandırır. Oruç, hac ve zekât ibadetleri, ancak namazla bir anlam kazanır. Yani kişinin namaz kılmaksızın haccetmesi, oruç tutması veya zekât vermesi sağlıklı bir dinî yaşayış değildir.(El-Mekki,age,c.2,syf;306)
Hüseyin Certel,Tasavvuf Dergisi 2003,Sayı:10
İbn Arabi'den 'Söz Hastalıkları' Hakkında
Bu hastalıklardan biri, hak sözü, doğru sözü iltizam etmektir. Bu en büyük hastalıklardan biridir. Bunun ilâcı ise, hak sözün, doğru sözün nerede, hangi alanda sarf edileceğini bilmektir. Hiç kuşkusuz gıybet doğrudur, gerçektir; fakat gıybet yasaklanmıştır. Dedikodu da (nemime} doğrudur, gerçektir; fakat o da yasaklanmıştır. Bir adam eşiyle yatakta başbaşa yaptığı şeyleri açıklasa, onları başkalarına anlatsa, onlarda doğru şeylerdir, gerçektir; fakat onları başkalarına anlatmak günah-î kebâir'dendir, yani büyük günahlardan birisidir Ayrıca, birine toplum içinde (mele') doğru, gerçek sözle nasihat etmek de doğrudur; fakat bu şekilde toplum içinde birine nasihat etmek kesinlikle ayıptır. Böyle birşey ancak cahillerden ve garaz sahiplerinden sadır olur. Çünkü nasihattan amaçlanan fayda, bir yararın sağlanması ve arada bir sevginin husule gelmesidir. Eğer nasihatler toplum içinde yapılırsa, kabul görmez, hatta düşmanlık bile doğurabilir. Allah bu tür davranışı zemmetmiştir, yermiştir. Çünkü bu şekilde toplum içinde açıktan açığa yapılan nasihat, kendisine nasihat edilen kimseyi zor durumda bırakır, onu utandırır ve o konuda yalan söylemek zorunda bırakabilir. Böyle bir davranış büyük bir fesada sebep olabilir. Oysa ki, o nasihati ona yalnız başına olduğu bir zamanda, güzel bir tarzda yapmış olsaydı,
işte o kimsenin kusurunu, ayıbını güzelce izhar etseydi, kendisine nasihat ettiği konuda o işin çirkin ve kaba bir iş olduğunu bilmiyorsa, amacının ona bunu öğretmek olduğunu kibar bir dille ona açıklamış olsaydı, hiç kuşkusuz o kimse kendisine teşekkür ederdi, onu severdi ve hayır duada bulunurdu. Böylece o kimse için sonuç hayırlı olurdu. Dolayısıyla o kimse onun ölçüsü (mizan) içinde olurdu. Demek ki, her hak sözü, her doğru sözü gelişi güzel söylemekle yükümlü değiliz. Buna, ne şeriat ne yasa ne de örf izin verir.
2. Aynı şekilde, bir kimsenin, insanlara nefret edecekleri bir tarzda cevap vermesi de böyledir, o cevap doğru bile olsa. Çünkü böyle bir davranış kötü tabiat, karaktersizlik, bilgisizlik ve Allah'a karşı hayasızlığa delildir. Çünkü böyle bir kimse kendisinde, Allah'ın razı olmadığı bir ayıbı giderrnekten uzaktır. Eğer o kimse kendi ayıbına bakmakla meşgul olaydı, bu tutumu kendisini başkasının ayıbıyla uğraşmaktan alıkoyardı.
3. Arkadaşının ya da dostunun hareketlerini izlemeyi, adetâ onun aldığı nefesleri sayacak kadar herşeyi kaydetmeyi kendisine uğraş edinen bir kimse, bu tutumuyla çok şiddetli bir hastalığa yakalanmış demektir. Çünkü o kimse kendisini ilgilendirmeyen bir şeyle uğraşıyor. Kendi nefsinden gafil oluyor. Oysa ki kendisi için farkına varmaksızın, herhangi bir gün için, onun sadakati zamanındaki bu tutumu onun ruhunda yer eder, nefsinde birikir. Ona ötedenberi duymuş olduğu muhabbeti, onun bu tutumu kapatır. Fakat, zaman geçip de kendi nefsinde arkadaşı hakkında en ufak bir çirkinlik (kerahet) görünce ya da ondan bir bıkkınlık ve usanç duyunca, ya da onun hakkında kendisinden bir yanılgı sudur edince, o zaman kendisinde birikmiş halde duran onun bütün kusurlarını, kabahatlerini ortaya çıkarır.
O çirkinlikler kabahatler kendisinde gizli halde durmaktaydı ve onları kendi nefsinde, tetebbuunda biriktirmişti. Bu durumda, arkadaşını paylama sırasında ona herşeyi sayıp döker ve «Sen falan gün şöyle şöyle demedin mi? Falan gün şunu şunu yapmadın mı?» der. Sonra, içinde biriktirdiği şeyleri teker teker sayıp dökünce, ona şöyle der: «Bütün bunlar dinin azlığına ya da dinin yokluğunu delildir; ben sende bütün bunları görüvordum ve diyordum ki, umulur ki onun bunda bir gerekçesi (vech) vardır. O konuda Şeriatta senin için bir gerekçe yoktur.» Ve bu , doğru sözün ihtilafıdır. Sonra, kötü gördüğü.; gafil olduğu, üzerinde nefeslerini saydığı şeylerin hepsini duyurur. Bu kez arkadaşı ya da dostu ona en büyük düşmanlardan biri olarak görünür. Bütün bunların aslı, kötü huyları, kusurları ve ayıpları için kendi tetebbuundandır, ayrıca kendi nefsinde biriktirmiş olduğu birikimlerindendir. Bu ise kötü tabiata, asıl ve füru'unun alçaklığına bir delildir. Bu tür tutumlar dostlar arasında çok sık görülen şeylerdir. Bu konuda bir şiirde şöyle denilmektedir:
Düşmanından bir kez sakın,
Dostundan bin kez sakın!
Çünkü dostluğunuz bozulursa şayet bir gün,
Sana nasıl zarar vereceğini çok iyi bilir dostun!
İşte, bütün bunlar bir vebaldir. Bu sözler doğru bile olsa söyleyen üzerine tekrar döner gelir.
4. Söz hastalıklarından biri de, insanların hallerini ve ne yaptıklarını sorup sual etmektir. Falan niçin geldi? Falar niçin gitti? gibi kendini ilgilendirmeyen şeyleri sormaktır. Ayrıca kendisinin evde olmadığı bir esnada, insanın ailesinin neler yaptığını araştırıp sorması, soruşturmasıdır. Bunun ilacı Allah'ın Resulü sallallahü aleyhi ve sellem'i davranışında taklit etmektir. Hz. Peygamber savaş dönüşünde, ailesini yanına geceleyin gelmemiştir. Geceleyin ansızın, haber vermeden ailelerinin yanına girmesinler diye, sahabelerini bundan sakındırmıştır, olur ya hoşlanmayacakları çirkin bir durumm görebilirler.
Gizli şeylerin örtülü, saklı kalması için bir yere girerken izin istemek de bu babdandır. Çünkü o, herkesin anlatmak istemediği bir şeyleri (hünât) olduğunu biliyordu. İnsan, yaptığı şeyler iyilik bile olsa, yaptığı herşeyin tamamının başkası tarafından bilinmesini istemez. Eğer bu soru soran kimse onunla ilgili bilgileri sormaya devam etse, soru sorulan kişiyi, istemediği şeyleri söylemeye veya yalana mecbur eder. Eğer konuşmazsa, devamlı soru soran kimse üzerinde bir diken etkisi bırakır. «Eğer onun benden gizlemiş olduğu şeyler konusunda, onun yerinde ben olsaydım, bunu ona sormazdım» der. Böylece ona beslemiş olduğu sevginin samimiyetinden bir şeyler eksilir. Eğer onun için kendi nefsinde bir töhmet hasıl olsa, o töhmet onu böyle bir fiile, böyle bir davranışa götürürdü. Ne şer'an ne aklen ne de görgü kurallarına göre bu, onun için uygun değildir. Bu, nadiren vuku bulan bir durumdur. Bu, ancak kalbi pis, dini zayıf, kötü ahlâklı kimselerde görülür. Nitekim, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır: «Kişinin kendini ilgilendirmeyen şeyleri terketmesi, onun müslümanlığının güzeliğindendir» (Tirmizî, Zühd, 11; A. İ. Hanbel, 1/201)
5. Söz hastalıklarından biri de insanın yaptığı iyiliği başa kakmasıdır. İyilik yaptığı şahsa iyiliğini başa kakma suretiyle söylemesidir. İyiliği başa kakma ise, bir eziyettir. Bunun ilacı şudur: Bu kötü durum insanın başına gelince, nimetleri veren Allah bunun karşılığını boşa çıkarır. Hiç kuşkusuz Allah Telala bu tür bir ameli iptal eder. Nitekim şöyle buyurmaktadır: «Ey iman edenler! Malını gösteriş için infak eden gerçekte Allah'a ve ahiret gününe inanmayan kimseler gibi, başa kakmak ve eziyet etmek suretiyle yaptığınız hayırlarınızı iptal etmeyin, boşa çıkarmayın» (Kur'an, Bakara, 2/264). İyiliği başa kakmaktan daha büyük bir eziyet var mıdır? Çünkü bu nefsî (ruhî) bir eziyettir. Bunun ilacı ise, insanın elinde bulunan imkanların, Allah'ın ilminde ne ise o şekilde kendisine bir nimet olarak verildiğini ve bu iyiliklerin, bu nimetlerin ancak bir emanet olarak kendi elinde bulunduğunu, onların gerçek sahibini henüz tanımadığını idrak etmektedir. O nimetleri, işin aslında Allah'ın belirlediği kimselere vermek suretiyle elinden çıkardığı zaman, işte ancak o zaman, o emanetin gerçek sahibini tanımış olur. Emaneti ehline teslim etmiş olduğu içir Allah'a şükreder. Kim bu görüşle, bu düşünceyle iyilik yaparsa, ondan asla eziyet doğmaz.
6. Söz hastalıklarından biri de aynı şekilde şudur: Bir insan kendi nefsinde tasarladığı bir işten dolayı çocuklarından; bazısına bir iyilik yapar ve aynı iyiliği diğer çocuklarına yapmaz. Birisi gelip de kendisine, iyilik yapmadığı çocuklarının, huzurunda, «Niçin aynı iyiliği bu çocuklara da yapmadın?” der. İşte, bu tür bir söz gerçekten fuzûli bir kelâmdır, lüzumsuz bir sözdür. Bu sözü, çocuğunun yanında söylemesi çok yersiz bir davranıştır, çünkü bu çocuğun nefsinde babasına karşı bir düşmanlık doğurur. Böyle bir davranış ancak cahil bir kimseden vaki olur. Çok lüzumsuz sözler sarfetmek şeytani sözler sarfetmektir. Böyle davranışlar vaki olduktan sonra, onların bir ilacı da yoktur; fakat vaki olmadan önce olursa, o zaman bunun ilacı Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'in sözündedir. O şöyle buyurmaktadır: «Kendini ilgilendirmeyen şeyleri terketmesi, kişinin İslâm'ının güzeliğindendir» (Tirmizî).
7. Aynı şekilde, söz hastalıklarından biri de bir insanın «Ben doğruyu söylerim; bunu duyan kimseye zor gelecekmiş, buna hiç aldırmam, beni hiç ırgalamaz» demesidir. Peki fuzûli kelâma bakması ve lüzumsuz sözlerin alanlarıyla (mevatın) ilgilenmesi ona zor gelmez mi? «Ben falana doğruyu söyledim; bunu duymak ona zor geldi» der. Kendi nefsini temize çıkarır ve başkasını yaralar ve incitir; ayrıca Allah'ın şu sözünü unutur: «Onların kendi aralarında gizli gizli konuşmalarının (necvâhüm) çoğunda hayır yoktur» (Kur'an, Nisa, 4/114) Bu ayet bu hastalığın ilacıdır. Bunun da yerleri vardır, ayrıca özel bir sıfatı vardır.
Bu ise, bir kimseye gizlice sadaka vermesini bildiren sözler söylemektir, açıktan, herkesin içinde sadaka vermeyi değil. Çünkü açıktan sadaka vermek de o kimsenin farkına varmadığı bir hastalıktır, çünkü o zaman o sadakayı Allah'tan başkası için veriyor duruma düşer. «Onların , konuşmalarının çoğunda hayır yoktur, ancak sadaka vermeyi emreden kimseninki müstesna» (Kur'an, Nisa, 4/114). Evet, bu ayet bir ilaçtır. Daha sonra, Allah «ya da iyiliği emreden kimsenin sözü müstesna» (Kur'an, Nisa, 4/114) diye buyurdu. İyiliği emreden sözün de nerede, nasıl sarfedileceğini Allah bildirmiştir. Bu sözü söyleyen kişi, onu dinleyen hakkında bir fayda hasıl olmasını umar. Bunun anlamı budur, ya da iyiliği emreden söz (maruf) budur. Öyleyse, kim böyle yapmazsa, o kimse ilim sahibi olduğunu iddia etse bile cahildir. Daha sonra Allah "ya da insanların arasını düzeltmeyi isteyen kimsenin sözü müstesna" diye buyurmaktadır. Bu tarz bir konuşma yapan kimsee bilir ki, Allah'ın muradı insanlar arasında sevginin ve saygının oluşmasıdır. O kimse bu uğurda çalışır, gayret eder. Eğer konuşan kimse sözü yerinde kullanmazsa, o zaman çatışmaya, kızgınlığa, nefrete ve tepkiye neden olur. Bütün bunlardan sonra, Allah bu ayetin sonunda, konuşmayı yapan, sözü söyleyen kimse hakkında şöyle buyurmaktadır:
“İşte kim bunu Allah'ın rızasını kazanmak amacıyla yaparsa, o zaman biz ona büyük bir ecir veririz » (Kur'an, Nisa, 4/114). Bu ancak, nelerin Allah'ı razı edeceğini, nelerin Allah'ı razı etmeyeceğini bilen kimselerin yapacağı bir iştir, ki bu da Allah'ın Kendi Kitabında ve Resulünün dilinde bildirdiği Şeriatın bilinmesiyle mümkündür. Dolayısıyla bir insan konuşmak istediği zaman, bu alanda her açıdan Allah'ın razı olacağı bir tarzda konuşup konuşmadığına bakar. Eğer konuşmasında, bir kimse hakkında bir açıdan kötü konuştuğunu görürse, konuşmasının tümü Allah katında gayri makbuldür, yani kabul görmez. Allah o konuşmadan razı olmaz. Çünkü O, parçalanmayı (tecezzi) da bölünmeyi (inkisam) de hoş görmez. Bu galat bir mevzudur, ilacı da söylediğimiz meşru amelleri yapmak ve Allah'ın nelerden razı olacağını iyi bilmektir.
8. Aynı şekilde söz hastalıklarından biri de, geneli kapsamaksızın, devlet adamlarından (sultan) biri ya da bir başkası olabilir, muayyen bir şahıs üzerindeki bir kötülüğü (münker) iyilik olarak sunmaktır. Bunun ilacı, bu konudaki ölçüyü bilmektir ve kendi nefsinde her türlü kötülükten aklanmasıdır, çünkü şeriatın onu o şahıs üzerinde, kendi mezhebinde ve içtihadında bir kötülük olarak gördüğünü bilir, onu değiştirmez ve onu kendi dışındaki kimse nezdinde kötü ve kendi nezdinde mübah olarak değerlendirmez. Sonra, kendi nezdinde kötülük olan kimse, kendi üzerindeki bu kötülüğü değiştiren kimsenin kendi yanında tanınmış biri olup olmadığına bakar, tıpkı Hanefîler nezdinde, hurmadan elde edilen "hurma şarabı" (nebîz) gibi. Nezdinde hurma şarabı haram olan bir hanefî onu içerken ya da onunla abdest alırken bir kimseyi görse, özellikle onun haramlığına inanan bir kimse üzerinde bunu değiştirir ya da o kimse üzerinde bulunan kötülükten sayılır, işte, ölçü budur.
9. Bu söz hastalıklarının ayrıntıları pek çoktur. Söz hastalıklarını ve ilaçlarını iki kategoride toplayabiliriz: Birincisi sükut etmek istediğin zaman konuşman; ve konuşmak istediğin zaman da susmandır; ikincisi ise,- sükut ettiğin zaman eğer Allah'a asi olacaksan, ancak o zaman konuşmandır; eğer böyle bir durum söz konusu değilse, o zaman bir kelâm etmekten kesinlikle sakınmalısın! Konuşmanı beğenip güzel bulduğun ve konuşmayı süsleyip püslediğin zaman konuşmaktan sakın, çünkü o anda konuşmak en büyük hastalıklardan biridir. Susmaktan başka bunun bir ilacı da yoktur; fakat gizli kalmış bir hususu açığa çıkarmak için şahitlik yapan insan, o başka; Ölçü (zabit) budur!
İbn Arabi-Marifet ve Hikmet adlı kitaptan-İz yayıncılık
Hz.Mevlana 'Notlarım'
-----------------------
Hayatta Neler Öğrendim Bilmek İstersen
Sonsuz bir karanlığın içinde doğdum. Işığı gördüm, korktum, ağladım.
Zamanla ışıkla yaşamayı öğrendim.
… Karanlığı gördüm, korktum.
Gün oldu sonsuz karanlığa uğurladım sevdiklerimi.
Ağladım.
Yaşamayı öğrendim.
Doğumun, hayatın bitmeye başladığı an olduğunu,
Aradaki bölümün ölümden çalınan zamanlar olduğunu öğrendim.
Zamanı öğrendim.
Yarıştım onunla.
Zamanla yarışılamayacağını, zamanla barışılacağını zamanla öğrendim.
İnsanı öğrendim.
Sonra insanlar içinde iyiler ve kötüler olduğunu…
Sonra da her insanın içinde iyilik ve kötülük bulunduğunu öğrendim.
Sevmeyi öğrendim.
Sonra güvenmeyi.
Sonra da güvenin sevgiden daha kalıcı olduğunu
Sevginin güvenin sağlam zemini üzerine kurulduğunu öğrendim.
Evreni öğrendim.
Sonra evreni aydınlatmanın yolları olduğunu öğrendim.
Sonunda evreni aydınlatmak için önce çevreni aydınlatmak gerektiğini öğrendim.
Ekmeği öğrendim.
Sonra barış içinde ekmeğin bolca üretilmesi gerektiğini.
Sonra da ekmeği hakça üleşmenin,
Ekmeği bolca üretmek kadar önemli olduğunu öğrendim.
Okumayı öğrendim.
Kendime yazıyı öğrettim sonra.
Ve bir süre sonra yazı, bana kendimi öğretti…
Gitmeyi öğrendim.
Sonra dayanamayıp, dönmeyi.
Sonra da kendime rağmen gitmeyi…
Dünyaya tek başına meydan okumayı öğrendim genç yaşta…
Sonra kalabalıklarla birlikte yürümek gerektiği fikrine vardım.
Sonra da asıl yürüyüşün kalabalıklara karşı olması gerektiğine inandım.
Düşünmeyi öğrendim.
Sonra kalıplar içinde düşünmeyi.
Sonra sağlıklı düşünmenin kalıpları yıkarak düşünmek gerektiğini öğrendim.
Namusun önemini öğrendim.
Sonra yoksundan namus beklemenin namussuzluk olduğunu;
Gerçek namusun günah elinin altındayken, günaha el sürmemek olduğunu öğrendim.
Gerçeği öğrendim bir gün…
Gerçeğin acı olduğunu..
Sonra dozunda acının,
Yemeklere olduğu kadar hayata da lezzet kattığını öğrendim.
Her canlının ölümü tadacağını,
Ama sadece bazılarının hayatı tadacağını öğrendim.
Dostlarım,
Ben dostlarımı ne kalbimle ne de aklımla severim.
Olur ya ,
Kalp durur…
Akıl unutur…
Ben dostlarımı ruhumla severim.
O ne durur, ne de unutur.
____________________
İnsanların çoğu, Allah’ın nimetlerini inkâr eder de yazın kışı ister, kış gelince de ondan hoşlanmaz.
Bir hâle insan katiyyen razı olmaz; ne darlığa razı olur, ne de genişliğe.
“Kahrolası insan, Rabbi’ne karşı ne kadar da nankördür!” Doğru yolu bulunca da, bir hâlde kalamadığı için, tutar Hakk’ı inkâra sapar.
İşte nefis böyle aşağıdır; nimetleri inkâr edicidir. O yüzdendir ki Cenâb-ı Hakk “Ne…fislerinizi öldürünüz diye buyurdu?
Nefis, üç köşeli dikendir. Her nasıl koyarsan koy, sana batar. Sen, onun yarasından nasıl kurtulabilirsin?
Hevesten geçiş ateşi ile o diken gibi olan nefsi yak da, işi gücü hayır olan, güzel olan Allah’ın lûtfuna ve keremine SARIL!
Mesnevi Tercümesi,Şefik Can,377-382.beyit
____________________
Ey bir tarafından yaratılan, yaşatılan ve öte yandan çürütülüp yok edilenlerin aleminde yaşayanlar! Eğer velilerin gönüllerinden, yükselen sesi duymuyor, eğer çevrenizde ilahi varlığın türlü tecellileri görmüyorsanız, bilin ki sizin vücudunuzda ebedi ve baki olan hakiki can yoktur. O ruh sizinle birlikte doğmamıştır.Yahut canınızın kulağı açılmamış,gönlünüzün gözleri görmez kalmıştır.
Hakikatte o evliyanın gönüllerindeki mukaddes nağmelerden herhangi biri dünya aleminde bir duyulacak olsa değil yanlız canlılar, yüzyıllardan beri ölmüş ve toprak altına gömülmüş bulunanların ruhları bile kabirlerinden başlarını kaldırırlardı.
Can kulağını sana mana lisanıyla böyle nağmeler söyleyene tut! sana o güzel sesi duyuracaklar, dünyanın her asrında her yerinde ve her zaman vardır. Lakin çok kere o ledün musikisini söz ve mana haline koyup sana söylemeye izinli değildirler.
Gönül kulağını yaklaştırırsan ,onların derunundaki sesi duyarsın. Çünkü Allah velileri, yaşadıkları zamanın ve çevrenin İsrafil’idir….
Şerhli MESNEVİ-İ ŞERİF’ den Sf 274….
____________________
Sözdeki birlik daima yol vurur. Kafirle müminin birliği, ten bakımındandır.
Bedenler ağızları kapalı testilere benzerler. Her testide ne var? Sen ona bak. O beden testisi, abıhayatla doludur, bu beden testisi ölüm zehriyle. içindekine bakarsan padişahsın, dışına bakarsan yolunu azıttın gitti. Söz,bil ki şu bedene benzer, manası da içindeki candır. Baş gözü, daima bedeni görür, can gözü ise, hünerli canı.
Mesnevinin sözlerindeki suret de surete kapılanı azdırır, yolunu kaybettirir, manaya bakan kişiye de yol gösterir, doğru yolu buldurur.
Allah da “Bu Kuran, gönül yüzünden bazılarına doğru yolu gösterir, bazılarının da yolunu azıtır” buyurmuştur.
____________________
«Ey Hak yolu yolcusu! Senin bedenin ve hâllerin bir mektup gibidir; ona dikkatle bak! Pâdişaha (yâni Hakk’a) layık olup olmadığını anla da, onu, ondan sonra yerine gönder!
Bir köşeye çekil, kendini sorgula; mektubu, yani kendini, iç dünyanı aç da oku bakalım! İçindeki hisler ve hâller, Rabbine lâyık mıdır? Eğer o mektuptaki yazı (yâni senin bedenindeki huylar) velîlere layık değilse, o mektubu parçala, yırt at da, (yani kendini ıslah edip) başka bir mektup yazma çâresini ara!
Fakat beden mektubunun açılmasını ve okunmasını kolay sanma! Öyle olsaydı, herkes, gönül sırlarını kolayca, apaçık görürdü! Kapalı bir mektup gibi olan bedeni açmak, içindeki yazıları, yâni insanın huyunu, iç durumunu anlamak, yani kendi hakîkatini keşfetmek ne kadar güçtür! Bu; olgun kişilerin, âriflerin işidir; sokak çocuklarının işi değildir!»
Kendi iç âlemini okuyacak duruma gel!.. Çâre, Hakk’ın kelâmına gönül vermektedir. Cenâb-ı Hak buyurur ki:
«Nefsini kötülüklerden arındıran felâha ermiş, onu kötülüklere gömen de ziyan etmiştir.» (eş-Şems, 9-10)
Unutmayalım ki;
Bir gün hayat kitabımız açılacak. Kıyamet günü bize denilecek ki:
«Kitabını oku!»
O gün, bütün uzuvlarımız ağız hâline gelecek. Yaptıklarımızı onlar söyleyecek. Kendi şahidimiz kendi uzuvlarımız olacak…
Rabbim, o gün amel defterleri tertemiz olanlardan eylesin… Âmin
____________________
Kuran’ın zahiri, insanın terkibine benzer. Sureti görünür ama can gizlidir. Günümüz ateist, materyalist, kafirleri şaşırtan şeylerin başında Kuran’ın Allah kelamı değil kendileri gibi bir insan sözü olduğu kanaatinde olmalarıdır. Hattâ kendileri gibi olduğunu bile kabul etmezler. Onu yalnız Arapça sözlerden meydana gelen eski bir kitap kabul ederler.
...Sarımsak yiyenin ağzı koktuğu gibi, uyuşturucu, kullananın tenini ve huyunu kötü yönde etkilediği gibi okuduklarımız bizi daha çok etkiler. Çünkü yediklerimiz vücudumuz tarafından dışarı atılıncaya kadar bizi etkiler. Okuduklarımız ölünceye kadar etkilediği gibi öldükten sonraki ahiret hayatımızı da etkiler.
Miden, reyhan ve güllerle ülfet etsin de peygamberlerin hikmet ve gıdası feth olsun.
Ey oğul, âlemi ağzına kadar ilim ve güzellik dolu bir testi bil.
Bu ilim ve güzellik, cana ve tene sıkışmamış olan Allah’ın, güzellik deryasından bir damladır.
____________________
Ticarette kamil değilsen yalnız başına dükkan açma; yoğrulup kemale gelinceye dek birisinin hükmü altına gir!
"Susun, dinleyin!" emrini işit, sükût et. Madem ki Hak dili olamadın, kulak kesil.
Söylersen bile sual tarzında söz söyle. Padişahlar padişahıyla edepli konuş!
Kibir ve kinin başlangıcı şehvettendir. Şehvetinin yerleşip kuvvetlenmesi de "itiyat" yüzündendir.
Kötü huy, adet edindiğinden dolayı sağlamlaşır, yerle-şir .. seni, ondan vazgeçirmek isteyene kızarsın.
Toprak yemeye alışırsan kim seni bundan menetmeye kalkışırsa onu düşman sayarsın.
Puta tapanlar, bu tapmayı huy edindiklerinden men edenlere düşman olmuşlardır.
____________________
Ey müslüman, edep nedir?" diye sorarsan bil ki edep, ancak her edepsizin edepsizliğine sabır ve tahammül etmektedir.
Kimi, "falan adamın huyu kötü, tabiatı fena" diye şikayet eder, görürsen,
Bil ki, bu şikayetçinin huyu kötüdür; kötüdür ki o kötü huylunun kötülüğünü söylüyor!
Çünkü iyi huylu, kötü huylulara, fena tabiatlılara tahammül eden, onların kötülüğünü söylemeyen kişidir.
Neresi alçaksa, su oraya akar.
Bulut ağlamadıkça yeşillik nasıl güler?
____________________
Her ağlamanın sonu gülmektir
Birisi ağzını eğer de eğlenerek Muhammed'in adını anardı; anarken ağzı eğri kalıverdi.
Pişman oldu da "ey Muhammed" dedi, "lûtuflar sahibisin, ledün bilgisi katında; sen bağışla.
"Bilgisizliğimden seninle alay ettim; halbuki asıl alay edilecek benmişim.
Allah, birisinin perdesini yırtmak isterse gönlüne, temiz kişileri kınama isteğini verir.
Fakat Allah, birisinin aybını örtmek isterse, o kişi nefis yüzünden ayıplara bulanmış kişilerin bile ayıplarını söylemez.
Allah, bize yardım etmek dilerse gönlümüze, ağlayıp inleme isteğini verir.
Ne mutlu gözdür o göz ki onun için ağlar; ne kutlu gönüldür o gönül ki onun için yanar kavrulur.
Her ağlamanın sonu gülmektir; sonu gören kişi kutlu bir kuldur.
Nerde akarsu varsa orada yeşillik vardır; nerde akan gözyaşı varsa oraya rahmet gelir.
İnleyen dolap gibi gözlerinden yaşlar saç da can alanından yeşillikler bitsin.
Ağlamak istiyorsan gözyaşı dökenlere acı; acınmak istiyorsan sen de acı zayıflara.
Mevlana-Mesnevi
____________________
Bir gün bir aşık sevgilisinin kapısına gidip kapıyı çalınca sevgiliiçerden seslendi.
“Kapıyı kim çalıyor, kim o!”
Aşık cevap verdi:
“Ey yüce sevgili kapına gelen benim, ben zavallı sadık kölen.” dedi.
Sevgili kızarak bağırdı.
“Çekil git kapımdan sen daha olgunlaşmamışsın. Bu sofrada hamlara yer yok, bu ev küçük iki kişi sığmaz.” dedi.
Zavallı adam çaresiz oradan ayrıldı tam bir yıl o sevgilinin ayrılığıyla yanıp dolaştı kavrulup pişti. Bir sene sonra sevgilinin kapısına geldi kapıyı çaldı. Sevgili içerden seslendi.
“Kimdir o, kim kapımı çalıyor?”
Çaresiz aşık perişan bir halde cevap verdi:
“Ey cana can katan sevgili ey bir bakışıyla binlerce aşığı perişan eden, gönlümü alan sensin.” dedi.
Sevgili seslendi:
“Madem ki sen bensin ey ben gel içeriye, gönül evi dardır oraya iki kişi sığmaz.” dedi.
____________________
Ay nasıl parlaklığı, büyüklüğü ile yıldızlar arasında ihtişamlı bir şekilde görülürse, Cenab-ı Hak da lütfu, ihsanı, kudreti ve yaratma gücü ile fanî varlıklar arasında öylece apaçık görülür.
Sen iki parmağını götür de iki gözüne koy. Dünyadan bir şey görebilir misin? İnsaf et de söyle,
İşte sen, gözünü kapadığın için bu dünyayı görmesen de, bu dünya yok değildir. Dünyayı görmemek ayıbı, hakikati göstermemek kabahati, ancak uğursuz nefsin parmağına aittir.
Sen aklını başına al da, önce gözlerinden parmaklarını çek, ondan sonra dilediğine bak, gör.
____________________
İnsanlık yolunun her tarafı kanla ıslanmış;
Dikkat et de kayma!
Bu zamanda insan çalanlar, altın çalanlardan daha fazla.
Duyarsın; hırsızlar sadece malı değil, aklı da çalarlar.
Tamam, kendini önemseme;
Ama dikkat et, kendini de çaldırma!
Ey Hakk yolcusu!
Kendinde bir şey yoksa düşmanı da yok sanma!
Hırsızlar altın peşinde koşuyor;
Sen de altın madenisin, kendinden habersiz olma!
Ey insanoğlu!
Hazine bulursun, ama ömür bulamazsın.
Sen uğraş da kendini bul;
Kendindeki gizli hazineyi araştır! Kendini bul;
Bul, ama dikkatli ol, kendini çaldırma!
Bu Hakk yolunda açıkgöz bir hırsız pusu kurmuş, seni bekliyor.
Bu hırsıza dikkat et de kendini çaldırma!
____________________
Sevilen her sey güzeldir; fakat aksine her güzel olanin sevimli olmasi gerekmez. Güzellik, sevimliligin bir parçasidir; sevimli olmaktir temel olan. Sevimlilik oldu mu, elbette güzellikte olur; bir seyin parçasi tümünden ayrilamaz; onunla beraberdir, birdir.
Mecnun' un zamaninda Leyla'dan daha güzel olanlar vardi; fakat Mecnun' un sevgilisi degildi onlar. Mecnun'a, Leyla'dan daha güzel olanlar var, onlari getirelim dediler.
Dedi ki: Leyla'nin seklini sevmiyorum ki ben; Leyla bir sekil degil; elimde bir kadehe benzer Leyla. Ben o kadehle sarap içerim. Su halde ben içip durdugum o saraba asigim. Siz kadehi görüyorsunuz, saraptan haberiniz bile yok. Bana altinlarla bezenmis, mücevherlerle süslenmis kadeh sunsalar, fakat içinde sirke olsa, yahut saraptan baska bir sey bulunsa ne isim var o kadehle benim? Içinde sarap olan eski, kirik bir kadeh o kadehten, hatta o kadeh gibi yüzlerce kadehten daha iyidir bence; fakat kadehi saraptan ayirt edebilmek için bir ask, bir sevk gerek. Hani aç, on gün bir sey yememis biriyle günde bes kere yemek yemis bir tok...
Ikisi de ekmege bakar ama tok, ekmegin seklini görür; açsa ekmegi degil, cani görür; can görünür ona ekmek. Çünkü ekmek kadehe benzer, tadiysa içindeki saraptir sanki; o sarap ancak istah özleyis gözüyle görülebilir. Simdi istahlan, özle de sekli görme, varlik aleminde, her yerde sevgiliyi gör. Su halkin sekli, kadehlere benzer; su bilgiler, hünerler, sanatlarda kadehte ki nakislardir. Görmez misin, kadeh kirildi mi, nakislar kalmaz. Su halde is, kalip kadehlerindeki sarapta, o sarabi içen ve gören kiside. <<Kalanlar, iyi seylerdir.>
Vücut kendini hem var, hem güzel sanmak aldanışı içinde yaşar. Varlığı ve güzelliğiyle övünmek, onun tabiatıdır. Ruh ise görünmez; şeffaf bir cisim halinde bile gözlere çarpmaz. Vücudu, canlı, renkli, güzel ve ayakta tutan kudret ve kuvvetini gözlerden gizli tutar.
Ruh vücuda der ki:"Ey bir avuç topraktan ve süpürüntüden ibaret olan mahluk, neyinle övünüyorsun? Seni taze ve canlı tutan ben değilmiyim? Ben bir gidecek olsam, sen geride ne halde kalırsın? Ne olursun? Ey vücut! Ey geçici meskenin olan fani gölge! Ey en güzel sanılanların vücutları! Bilmezmisiniz ki ben sizde iken, sizi seven, size tapacak kadar vurgun olanlar, ben ayrılınca, size kendi kucaklarında değil, toprağın kucağında mesken kazarlar.
Geride bıraktıklarınızın en iyileri, size kendiniz için yani vücudunuz için değil, benim için yani ruhunuz için Fatiha okurlar. Güzel yüzleriniz ve narin endamınız için canlarını feda edeceklerini söyleyen aşıklarınız, ruhsuz bir vücut olup da bozulmaya ve kokmaya başlayınca, sizi bırakıp gider, canlı ve güzel anılarınızın hatırasını bile artık hayal etmez olurlar.
Vücutta ruh olduğu müddetçe, gül rengi dudaklardan sözlerin en güzelleri, en sıcak ve vefalı olanları dökülür. Her kelime bir sazın telinden yükseliyormuş gibi bir güzel nağme halini alır. Kulak bu güzel sesi duyucu olur ve göz, bu güzel sözü söyleyen kişiye hayran kalır.
Gözdeki görücülük, kulaktaki duyuculuk ve dildeki söyleyicilik ruhun seridir, suyu kaynatan ateş olduğu gibi.
-Ken'an Rifai Şerhli Mesnevi-i Şerif (s:479)
____________________
Dua edenin, 'Rabbim' demesi,
Allah'in 'efendim' demesinin ta kendisidir...
Birisi her gece kalkip Allah'i aniyor, O'na dua
ediyordu..
Seytan ona dedi:
Ey Allah'i çok anan kisi !
Bütün gece Allah deyip çagirmana karsilik seni buyur eden var mi?
Sana bir tek cevap bile gelmiyor, daha ne zamana kadar dua edeceksin?
Adamin gönlü kirildi, basini yere koydu ve uyudu.
Rüyasinda ona söyle dendi:
Kendine gel uyan!
Niye duayi, zikri biraktin? Neden usandin?
Adam: Buyur diye bir cevap gelmiyor ki, kapidan
kovulmaktan korkuyorum dedi.
Bunun üzerine dendi ki ona:
Senin Allah demen, O'nun buyur demesi sayesindedir...
Senin yalvarisin, Allah'in senin ruhuna haber
uçurmasindandir...
Senin çabalarin, çareler araman, Allah'in seni kendine
yaklastirmasi, ayaklarindaki baglari çözmesindendir...
Senin korkun, sevgin, ümidin Allah'in lütfunun
kemendidir...
Senin her Yarabbî demenin altinda, Allah'in buyur
demesi vardir...
Gafilin, cahilin canİ, bu duadan uzaktir...
Çünkü Yarabbî demeye izin yok ona...
Agzinda da kilit var, dilinde de...
Zarara ugradigi zaman, aglayip, sizlamasin diye Allah ona dert, agri, sizi, gam, keder vermedi...
Bununla anla ki, Allah'a dua etmeni, O'nu çagirmani saglayan dert,
Dünya saltanatindan daha iyidir...
Dertsiz dua soguktur.
Dertliyken yapilan dua gönülden kopar..
____________________
Sen insan bedenini insanın kendisi sanmadasın. Oysa bu beden ruhun elbisesinden başka nedir ki Hiç insanın değeri giydiği elbiseyle ölçülür mü Değer ya da değersizlik onun ruhuyla ilgildir, bedeniyle değil. O halde sen gözünü ten elbisesinden çek de o libasın içindekine dikkat et. Şekle değil manaya bak.Eğer şekilce benzerlik insan olmaya yetseydi iyi de kötü de bir olurdu. -
Mevlana, birgün oğlu Bahaeddin'i sıkıntılı görür. Eğitimci bir baba ve ruh terbiyecisi olarak hemen harekete geçer. Gerisini oğlu Bahaeddin şöyle anlatıyor:
Birgün bana büyük bir ruh bezginliği ve iç sıkıntısı geldi. Beni bezgin ve sıkıntılı gören babam sordu:
"Birinden mi incindin? Niçin böyle sıkıldın?"
Ben de "Bilmiyorum, bu ne haldir" dedim.
Babam ayağa kalktı ve yan odaya girdi. Biraz sonra bir kurt postunu başına geçirerek yanıma geldi ve çocukları eğlendirmek için yaptığı gibi, " Buu..Bu..Buuuu!" diye sesler çıkarmaya başladı.
Babamın bu hareketine çok güldüm. Onu bana karşı böyle görmek, beni anlatılamayacak kadar neşelendirmişve güldürmüştü. Sonra da yere kapanarak ayaklarını öptüm.
Babam, " Bahaeddin, eğer latif bir sevgili sana sıkı sıkıya bağlansa, daima senle şaka şenlik etse ve sonra birdenbire yüzünün şeklini değiştirip yanına gelse de sana "bu bu buu" dese ondan hiç korkar mısın? " dedi.
Ben de "Hayır, korkmam." dedim. Bunun üzerine buyurdu ki:
"Seni sevindiren, seni sevinç ve neşe içinde tutan sevgili, seni üzen ve kendisinden sıkıntı duyduğun aynı sevgilidir. Hep O'dur. Hep O'ndandır. o halde niçin boş yere üzgün duruyor, sıkıntının elinde aciz kalıyorsun? İçinde sıkıntı görünce onun çaresine bak; çünkü dalların hepsi aynı kökten biter. İçinde genişlik, ferahlık görünce de ona su ver. Kalp ferahlığının verdiği meyveyi de dostlara ve ahbaplara sun!"
Aşk Çağlayanı Mevlana / V.Vakkasoğlu
____________________
Ey kusur arayan gözlerin sahibi;
aradığın her kusuru buluyorsun...
Evet...Çokca kusur görüyorsun insanlarda...
ama şunu bil ki...
Gördüğün her kusur senden bir parça taşıyor.
... ... Eleştiren zihninin sana yaptığı kötülüğü bir idrak etsen...
Aklından vazgeçersin...
Çevir gözlerini...
ÖZE DÖN...İçine bak...
Gördüğün her kusurun izini...hatta özünü bulacaksın Özünde...
... Hayata geliş nedenini soruyor/sorguluyorsun;
Geliş nedenin gerçektende kusur aramak,bulmak...
ama KENDİNDE...
Varlık nedenin onları kapatmak...düzeltmek...
MÜKEMMELLEŞMEK.
Gördüğün herkes sana AYNA olur...
Kusurların gelir seni bulur...
Düşüncelerin bir Varlık olur...Karşında durur.
DİNLE...içinde ki çatışmayı...
DİNdir...o kaos ve kargaşayı...
____________________
Çalgıcı
Hz. Ömer (r.a) döneminde bir çalgıcı vardı. Müthiş çenk çalardı. Yaşı ilerleyip ihtiyarlayınca sesinin güzelliği kayboldu, beli büküldü, itibardan düştü, bir parçacık ekmeğe muhtaç oldu.
"Ya Rabbi, bunca zamandır sana isyan edip durdum, benden bir gün bile ihsanını kesmedin, bugün kazanç yok, çengi senin için çalacağım." dedi. Çengini alarak mezarlığa gitti, bir hayli çaldıktan sonra, çengi başının altına alarak yatıp uyudu. O sırada Hz. Ömer 'e (r.a) de bir uyku geldi uyudu. Rüyasında bir ses ona :
- "Ey Ömer, kulumuzu ihtiyaçtan kurtar, mezarlıkta bir kulumuz var, beytülmaldan yedi yüz dinar alarak götürüp ona ver, ona : "Bunu al harca bitince yine buraya gel, de." dedi.
Hz. Ömer bu sesin heybetinden sıçrayıp kalkarak doğruca mezarlığa gitti aradı taradı lakin ihtiyar çalgıcıdan başka kimse yoktu. İhtiyar çalgıcının has bir kul olabileceğine ihtimal vermeyerek, mezarlığı yeniden dolaştı fakat başka kimseye rastlamadı. Bunun üzerine kendi kendine :
- "Bana mübarek ve makbul bir kul diye söylendi, nasıl olur da ihtiyar bir çalgıcı Allah'ın (c.c) has kullarından olur." diye düşündü. Yeniden mezarlığı baştan başa dolaştı fakat başka kimse yoktu. Gelip çalgıcının yanı başına oturdu.
Çalgıcı uyanıp da Hz. Ömer'i (r.a) görünce şaşırdı. Bir an önce oradan uzaklaşmak isteyince Hz. Ömer (r.a) :
- "Benden kaçma ben sana Allah'ın emriyle şu kadar para getirdim. Bunları harca bitince yine gel." dedi, ve parayı çalgıcıya verdi.
Çalgıcı çok utandı bütün bir ömrünü boşa harcadığına, heba ettiğine pişman oldu. Çengini yere vurup parçaladı ağlayıp inleyerek Allah'a yalvardı. Şükretti...
Hz Mevlana-Mesnevi
____________________
Şu hâfız Kur'ân'ı doğru okuyor. Evet, Kur'ân'ın şeklini doğru okuyor amma anlamdan haberi yok. Delili de şu: Anlamı söylersen reddeder, sözleriyle korü-körüne okur-durur. Şuna benzer bu:
Adamın biri, eline bir kunduz alır. Ondan daha güzel bir kunduz getirirler, istemez. Anlarız ki kunduz utanımıyor, bilmiyor bu adam. Birisi bu kunduzdur demiş ona, o da ona uyup kunduzu eline almış. Hani ceviz oynayan çocuklar gibi; oynarlar amma cevizin içini versen, yağını versen istemezler; ceviz, şakır-şakır ses çıkaran şeydir, bununsa şakır şakır şakırdaması yok derler.
Allah'ın hazneleri çoktur. Allah'ın bilgileri çoktur. O hâfızın bilgisi var da Kur'ân'ı okuyorsa peki, neden öbür Kur'ân'ı reddediyor? Bir hafıza söyledim, anlattım; dedim ki: Allah Kur'ân da diyor ki: "Söyle, deniz sözlerine mürekkep olsa o mürekkep,Rabbimin sözleri bitmeden tükenir-gider." Şimdi, bu Kur'ân, elli dirhem mürekkeple yazılabilir. Bu söz,Allah bilgisine bir işarettir; Allah bilgisiyse yalnız bu kadar değildir. Bir aktar, bir parça kağıda bir ilâç kosa,sen de bütün aktar dükkânı bu kağıt parçasındandır desen aptallıktır bu. Mûsâ'nın, İsâ'nın, bunlardan başka peygamberlerin zamanında da Kur'ân vardı, Allah sözü vardı, fakat arapça değildi. Bunu anlattım, o hafıza tesir etmedi; ben de vazgeçtim.
Rivayet etmişlerdir, Allah rahmet etsin, esenlikler versin, Peygamber'in zamanında sahabenin her biri,bir sûre, yarım sûre ezberlemişti. Ezberleyeni de pek büyük görürler, bir sûre ezberinde diye parmakla gösterirlerdi. Bunun sebebi de şuydu: Onlar, Kur'ân'ı içiyorlardı, yiyorlardı, sindiriyorlardı. Bir batman,yahut iki batman ekmek yemek, büyük bir iştir. Ancak ağza alınır, çiğnenir, çıkarılırsa bin eşek yükü ekmekde yenebilir. "Nice Kur'ân okuyan var ki Kur'ân, lanet eder onlara" denmiş.
Bu söz, Kur'ân'ın anlamını anlamayanadır. Amma bu da iyidir.Allah şu dünyayı kursunlar, yapsınlar diye bir bölük halkın, gafletle gözlerini bağlamıştır. Kimisini öbür dünyadan gaflete salmasaydı dünya, hiçbir vakit mâmur hale gelmezdi.Kuruluşları, mâmurluğu meydana getiren gaflettir. Şu çocuk da gafletle büyür, boy atar. Aklı olgunlaştımı artık boy atmaz. Şu halde mâmurluğu meydana getiren, kurup yapmaya sebep olan gaflettir; yıkıma sebep olan da uyanıklıktır
____________________
Ey dost! Aynaya iyi bak! Son nakşı gör!
Bir güzelin ihtiyarlığındaki çirkinliğini düşün. Bir binânın harâbeye nasıl dönüştüğünü hatırla. Aynadaki yalana güvenme. Aynada gördüğün fânî güzelliklerin aldatıcılığını unutma.
"Kime uzun ömür verirsek, biz onun gelişmesini tersine çeviririz." diyen sonsuzluk sahibi güzelin uyarısına kulak ver.
"Sen ey ilkbahar güzelliğine karşı dudak ısıran, hayran olan kimse! Bir de sonbaharın sararmış hâline ve soğukluğuna bak!"
"Şafak vaktinde güzel güneşin doğuşunu görünce, gurûb zamanı, onun ölümü demek olan batışını hatırla!"
"Eğer güzel tenli güzeller seni avladıysa, ihtiyarlıktan sonra bir de pamuk tarlasına dönen o bedene bak!"
"Kezâ cam gibi nergis bakışlı mahmur bir gözü, sonunda çipil olmuş ve suları akmağa başlamış bir halde görürsün.
İnsanların bütün suçları, bütün ayıpları büyükleri tarafından yüzlerine vurulsaydı, hayat daha müşkül olurdu. O, tarikat aslanı elbette senin düşünce ve duygularını bilir. Fakat sırlarını sana söylemek şöyle dursun, bu ayıp düşünceler bir güzel tebessümle örtülsün, günahkâr derisinden sıyrılsın ve yok olsun diye yüzüne güler, bilmezlikten, duymazlıktan gelmeyi doğru bulur.
Ken’an Rifâî, Şerhli Mesnevî-i Şerif, s. 442
____________________
Mîrâc gecesinde Hz. Muhammed (s.a.s.) ümmetine Allah’tan rahmet ve mağfiret (bağışlanma) dilediği zaman ulu Allah, “Her dileğin kabulümdür” buyurdu “Senin ümmetin daima üç bölük olacaktır İsyan edenler, itaat edenler ve çölde susuz kalmışlar ne türlü su dilerse, Allah’larına karşı öylesine özleyiş duyanlar. Ben, rahmetimi ve mağfiretimi, senin âsî kullarına göndereceğim. İtaat edenlere cennetlerimi vereceğim. Benim sonsuz güzelliğimi görmek saadetini ise, o susamışlara sunacağım” buyurdu.
“Mûsâ’nın ve Isâ’nın kavimleri kendi istidadan ölçüsünde ne diledilerse onu gördüler. Ama senin ümmetin, benim mânevîyat âlemimi, benim ruhlara bahşettiğim İlâhî kudreti, bir tek söyleyişle bana varma yolunu isteyenlerdir. Onlara diledikleri yolda doğru gitsinler diye velilerimi örnek göstereceğim”
.Ken’an Rifâî, Şerhli Mesnevî-i Şerif, s. 552.
____________________
Ey mü’minler! Felsefecilerin, yollarını şaşırmış olanlarına benzemekten çekinin! Çünkü felsefeci damarı hemen her insanda vardır. Hemen her insanın bir şek ve şüphe içinde kaldığı anlar olur. Sizin de içinizde henüz bilmediğiniz nice ve sonsuz âlemler vardır.
Eğer velîlerle nebilerin yollarını bırakıp, felsefe şuphelerine dalar, her biri ötekinin zıddını söyleyen felsefecilerin yollarına saparsanız, saptığınız yolun neticesinde yalnız hüsranla karşılaşırsınız
Her kimin ki kalbinde tam bir îman yerine bir şüphe ve delalete inanış vardır, onun kalbi kıyâmet gününde hazan yaprağı gibi titreyici olur.
Sen kendini adam sandığın ve “üstün insanlığın vasfı, görünmeyen yani senin görmediğin her şeyi inkâr etmektir” zannettiğin için devlere, şeytanlara ve cinlere gülersin. Halbuki kendi bilemediğini ve kendi göremediğini aslında da yok sanmak cehalet ve dalaletin açık ifadesidir.
____________________
Dört Hintli bir mescitte namaza durmuşlar, ibadet ediyorlardı. Bu sırada müezzin içeriye girdi. Hintlilerden biri farkında olmadan konuştu:
"Ey müezzin ezanı okudun mu yoksa vakit daha var mı?" diyerek sordu.
İkinci Hintli: "Süs yahu konuştun namazın bozuldu" dedi.
Üçüncü Hintli ikinci Hintli'ye: "Sen onu kınayacağına kendine bak kendi derdine yan" dedi.
Dördüncü Hintli: "Allah'a (c.c.) hamdolsun ki ben üçünüz gibi kuyuya düşmedim konuşup namazımı bozmadım," dedi.
Böylece farkında olmadan dördünün de namazı bozulmuş oldu.
Ne mutlu o kişiye ki kendi ayıbını görür.
____________________
Bir vaiz vardi... Minbere çiktigi zaman ilk isi söyle dua etmek olurdu:
-Ya Rabbi!.. Kötülere, fesatçilara, isyancilara merhamet et. Hayir sahipleri ile alay edenlerin tümüne, kafir gönüllülere, kilisede bulunanlara yardim et...
Ona:
-Hiç böyle bir adet, böyle dua görmedik. Iyileri, hayir sahiplerini, dua edilmeye layik olanlari birakip; nerede beddua edilmesi gereken it, kopuk, zararli insan varsa onlara dua ediyorsun.. Bu mertlige, insanliga, yigitlige, fazilete sigmaz...
dediklerinde:
-Ben onlardan iyilikler gördüm, bu yüzden onlara dua etmeyi âdet edindim... diyor.
-Onlardan ne iyilik ulasabilirki insana... olsa olsa ancak bela gelir bulur. Sen galiba iyiden iyiye karistirir oldun her seyi... Iyilik nerede, o saydiklarin nerede?. Ates ile su gibi.. Asla bir arada olamazlar.
-Hayir dostlar hayir!. Yaniliyorsunuz!. Dua ettiklerim var ya; o kadar kötülükte bulundular, o derece zulüm, eza, cefa edip incittiler ki beni, sonunda serden kurtarip, hayira ulasmama vesile oldular. Ne vakit dünyaya yöneldim ise onlardan eziyet gördüm, dayak yedim, bu nedenle iyilik tarafina kaçar oldum. Beni o kurtlar yola getirdiler... Iyiligime sebep oldular..
Ey akli basinda olanlar!.. Bu yüzden onlara dua etmek boynumun borcudur. Kul dertten elemden Allah’a siginir, O yüce Padisaha sizlanir, ugradigi zahmetten yüzlerce sikayette bulunur da, Allah:
-Gördün ya, sonunda dert ve zahmet seni bana yalvartir hale getirtti, seni dogrulttu. Sen; seni yolundan alikoyandan, bizim kapimizdan uzaklastirip kovandan sikayette bulun. Hakikatte her düsman senin ilacindir... Çünki ondan kaçar, saklanir, gizli yerlerde Lûtfumdan yardim dilersin...
Dostlarinsa; hakikatte düsmanlarindir, onlar; seni mesgul ederek benden uzaga düsürürler...
Bir hayvan vardir, adina porsuk derler... dayak yedikçe semirir, sismanlar...
Iste mü’minin canı da gerçekten porsuga benzer... O da zahmet ve mesakkatlerle kuvvetlenir semirir.
Bu yüzden en büyük zorluklara ugrayanlar Nebi ve Rasûllerdir... Onlarin çektigi mesakkat, bütün cihan halkinin çektiklerinden daha üstün, daha fazla idi.
Çünki; canlari da bütün canlardan daha büyük, daha üstündü... Onun için onlarin ugradiklari belalara baska kimse ugramamistir...
Bir adam belada sefa görürse bela tatlilasir... Hasta iyilestigini görünce ilaç kendisine hos gelir...
Kötü kisi de baskalarina fayda verir ama, kendi hakkinda Allah’in merhametinden çikarilmis olur.
Baskalarindan gelen merhamet, dua ona ulasmaz, çünki; uzak düsmüslerden olur...
Mesnevi:4.Cilt-Sayfa:7-8-9-10
____________________
Senin iç dünyân bir misâfirhâne gibidir. Sevinçler de kederler de gelip geçicidir. Ne sevinçlere aldan ne de gamları kendine dert edin! Gamlar sürûruna mânî olursa üzülme; çünkü o gamlar, senin için sevinç ve neş’e hazırlamaktadır. Ey Hak yolunun yolcusu! Gönle gelen üzüntüleri tebessümle karşıla ve şöyle duâ et: Ey benim Rabbim! Sen beni belânın şerrinden muhâfaza et, fakat onun vâsıtasıyla gelecek lutuf ve ihsândan da mahrûm bırakma! Rabbim, lutfet de belâlara şükredeyim. Geçip gidince neden şükretmedim diye hasret çekmeyeyim.”
Ey aziz can! O güzeller güzeli gönlümüzü bazen sıkar, bağlar, hayatı zehir eder. Bazen bağlarımızı çözer, sıkıntılarımızı giderir, bizi rahata erdirir, mutlu eder, huzura kavuşturur. Eğer senin gönlün eşek değilse, bu hallerin nereden geldiğini, kimin işi olduğunu anlar, bilir; o işin sahibini, o işleri vereni tanır.
İyi bil ki, dünya malına aşırı düşkünlük, maddeye karşı duyulan tamah seni kör eder. Senden “yakîn”i, yani tam inancı alır götürür de, seni şüpheli hâllere düşürür.
Tamah yüzünden Hakk sana bâtıl görünür. Tamah yüzünden sende yüzlerce körlükler meydana gelir.
Hakk yolunda yürüyen temiz insanlar gibi sen de tamahtan kaç, kurtul da, ayağını hakîkat dergâhının eşiğinin başına bas!
O kapıdan içeri girebilirsen, şu dünya hayatının kötülüklerinden, iğrenç hâllerinden kurtulursun, olgunlaşırsın da, dünyanın gamından da, neşesinden de dışarıya ayak atmış olursun.
O zaman senin gönül gözün, can gözün aydınlanır. Hakkı hakîkati görür, küfür karanlığından kurtulur, din ve iman nûru ile parlar.
Sen aklını başına al da, velîlerin öğütlerini canla başla dinle! Dinle de, üzüntüden, korkudan kurtul, mânevî rahata kavuş, eminliğe eriş!
Yeryüzü, gökyüzüne teslim olmuştur da “Ben bir esirim; ne dilersen yağdır” demektedir
Âlemin bütün zerreleri, birbirine girse de kale kesilse, yâni çâre bulmaya çalışsa, yine gökten gelecek kazâya karşı hiçtir. Hiç…
Şu yeryüzü gökten nasıl kaçabilir? Kendini gökten nasıl gizleyebilir?
Gökten yağana karşı yeryüzü ne kaçabilir, ne bir çâre bulabilir, ne de sipere girip gizlenebilir.
Güneşten onun üstüne ateş yağsa, yeryüzü o ateşe yüz tutmuştur. Ondan kaçmak şöyle dursun, o ateşe karşı yüzünü yerler sererek, sessizce ona teslim olmuştur.
Çok yağmurlar yağsa da tufan olsa, yeryüzündeki şehirleri yıksa, silse, süpürse;
Yeryüzü Eyüp (a.s) gibi gökyüzüne teslim olmuştur. “Ben bir esirim; ne dilersen yağdır” demektedir.
Ey insanoğlu, sende yeryüzünün bir cüz’üsün. Onun üstünde yaşıyorsun; sen de Allah’ın buyruğuna, kazâ ve kaderine karşı gelme.
“Sizi topraktan yarattık” âyetini duydun, işittin. Demek ki, Allah da senin toprak olmanı istiyor. İlâhî emre karşı gelme… (53)
Allah buyurdu ki: “Ey insan, dikkatle bak da gör, senin topraktan yaratılmış bedenine, rûhumdan bir tohum ektim, seni yücelttim. Sen bu toprağın bir tozu iken, seni üstün bir varlık yaptım. Sana akıl verdim, aşk verdim.
Sen bir hamle daha yap da, topraklığı, yâni tevâzuyu kendine sıfat, huy edin. Ben de, seni bütün yaptıklarımın üstüne emîr kılayım.
Su, yüksekten aşağıya akar, sonra da aşağıdan yukarıya doğru yükselir, çıkar.
Buğday, çiftçi tarafından toprağa atılır. Böylece yükseklerden gelir, toprağın altına girer. Sonra toprağın altından baş kaldırır, yükselir; dik, kuvvetli bir başak hâline gelir.
Her meyvenin tohumu önce yerdedir. Yere girer, ondan sonra yerden başkaldırır, yükselir.
Bütün nimetlerin asılları, gökten toprağa yağdı, toprağın altına girdi. Ondan sonra tertemiz cana gıda oldu.
Bütün nimetler, gönül alçaklığı ile gökten yere indikleri için, diri ve yiğit bir insanın cüz’ü oldular.
Böylece senin cansız sandığın yağmur ve güneşin yetiştirdiği nimetler, insan tarafından yenildiği zaman şereflenirler de insanın sıfatları olurlar. Arşın üstüne neşeli neşeli uçarlar.
Biz önce rûh âleminden, hayat âleminden bu aşağılık dünyaya gelmiştik; şimdi yücelere yükseldik, derler.
Aslında cihanın bütün cüz’leri ve zerreleri hareket hâlinde olsun, sükûn hâlinde olsun, içlerine düşen ilâhî aşkın tesiri ile çırpınıp durmada ve; “Biz Rabbimize dönüyoruz” demektedirler.
Cihân cüz’lerinin zikir ve tesbihleri, göklere bir uğultu düşürmüş ve oraları çınlatmıştır.
Mesnevi Tercümesi,Şefik Can,447-469.beyid
____________________
Allah’tan başka her şey, İnsanı yavaş yavaş ölüme doğru götüren şeylerdir
Allah’ın lütf ettiği kârdan kâr edin. Yararlanın, ama lütuflara karşı pek de şımarmayın, aşırı sevinç göstermeyin, çünkü, Allah sevinip övünenleri sevmez.
Size gelen dünya nimetlerinden yararlanın, bir miktar ferahlanın. Fakat şunu da bilin ki, dünya nimetleri; para, pul, mevki şöhret gibi aşırı derecede meşgul eden, gönlünüzü çelen bu şeylerin hepsi de sizi Rabbinizden uzaklaştırır.
Ey Hakk yolcusu, sen Hakk’la sevin, Hakk’la neşelen, O’ndan başkası ile olma. Çünkü O bahar mevsimi gibidir. Başkaları ise kara kış ayı.
Sen bir pâdişah olsan, senin malın, mülkün, orduların, tâcın, tahtın bulunsa; şunu iyi bil ki, Allah’tan başka her şey, seni yavaş yavaş ölüme doğru götüren şeylerdir.
Ey Hakk yolcusu, gamın, kederin varsa sevin, neşelen; çünkü gam buluşma tuzağıdır. İnsan gamlı olduğu zaman Hakka sığınır. Hakkı hatırlar. Sonra bu yolda alçak gönüllü olmak, alçaklarda dolaşmak, hor görülmek, mânen yükselmektir.
Aslında gam ve keder bir hazînedir. Senin hastalığın ve başına gelen belâlar, sıkıntılar da birer hazînedir. Fakat bu düşünce çocuklara nasıl tesir eder? Bunun bir hakîkat olduğunu nasıl anlarlar?
Çocuklar hakîkate akıl erdiremedikleri için, oyunun adını duyunca yaban eşekleri ile yarış ederek koşarlar.
Ey kör eşekler, bu tarafta, yani dünyada şehvet tuzakları kurulmuştur. Kahır ve ilâhî gazap gibi kan içiciler, pusuya yatmışlardır.
Oklar uçuşup durmada, onları atan yay da, gayb âleminde gizlidir. Gençlere, ihtiyarlatıcı yüzlerce ok saplanmaktadır. (61)
Gönül ovasına adım atmak gerek. Çünkü bedenimizin mayası olan balçık ovasında açılıp saçılmaya, gönül ferahlığı elde etmeye, mânen yükselmeye imkân yoktur.
Ey dostlar, gönül yurdu eminlik ülkesidir. Orada mânevî kaynaklar var, çeşmeler var. Orası güllük, gülistanlık; orada gül bahçeleri içinde gül bahçeleri var.
Ey dünya gecesinin yolcusu, acele gönüle doğru gel. Orada gez dolaş. Çünkü, gönülde yol yol mânâ meyveleri veren ağaçlar var. Orada bilgi ve duygu dereleri akmaktadır.
Fakat her insanın evveli, ibtidâsı şekildir, sûrettir. Ondan sonra can gelir, gönül gelir ki, o da, insanın iç yüzünün kemâli ve güzelliğidir.
Her meyvenin ibtidâsı şekilden, sûretten başkadır. Ondan sonra onun tadı, lezzeti gelir. Lezzet onun mânâsıdır.
Önce çadır bulurlar, kurarlar da, sonra Türk’ü oraya misâfir ederler.
Ey Hakk âşıkı, kendi maddî şeklini, sûretini sen çadır, mânâsını da Türk olarak kabul et; yine mânânı kaptan, şeklini de gemi olarak düşün!
____________________
Yeryüzü, gökyüzüne teslim olmuştur da “Ben bir esirim; ne dilersen yağdır” demektedir
Âlemin bütün zerreleri, birbirine girse de kale kesilse, yâni çâre bulmaya çalışsa, yine gökten gelecek kazâya karşı hiçtir. Hiç…
Şu yeryüzü gökten nasıl kaçabilir? Kendini gökten nasıl gizleyebilir?
Gökten yağana karşı yeryüzü ne kaçabilir, ne bir çâre bulabilir, ne de sipere girip gizlenebilir.
Güneşten onun üstüne ateş yağsa, yeryüzü o ateşe yüz tutmuştur. Ondan kaçmak şöyle dursun, o ateşe karşı yüzünü yerler sererek, sessizce ona teslim olmuştur.
Çok yağmurlar yağsa da tufan olsa, yeryüzündeki şehirleri yıksa, silse, süpürse;
Yeryüzü Eyüp (a.s) gibi gökyüzüne teslim olmuştur. “Ben bir esirim; ne dilersen yağdır” demektedir.
Ey insanoğlu, sende yeryüzünün bir cüz’üsün. Onun üstünde yaşıyorsun; sen de Allah’ın buyruğuna, kazâ ve kaderine karşı gelme.
“Sizi topraktan yarattık” âyetini duydun, işittin. Demek ki, Allah da senin toprak olmanı istiyor. İlâhî emre karşı gelme…
Allah buyurdu ki: “Ey insan, dikkatle bak da gör, senin topraktan yaratılmış bedenine, rûhumdan bir tohum ektim, seni yücelttim. Sen bu toprağın bir tozu iken, seni üstün bir varlık yaptım. Sana akıl verdim, aşk verdim.
Sen bir hamle daha yap da, topraklığı, yâni tevâzuyu kendine sıfat, huy edin. Ben de, seni bütün yaptıklarımın üstüne emîr kılayım.
Su, yüksekten aşağıya akar, sonra da aşağıdan yukarıya doğru yükselir, çıkar.
Buğday, çiftçi tarafından toprağa atılır. Böylece yükseklerden gelir, toprağın altına girer. Sonra toprağın altından baş kaldırır, yükselir; dik, kuvvetli bir başak hâline gelir.
Her meyvenin tohumu önce yerdedir. Yere girer, ondan sonra yerden başkaldırır, yükselir.
Bütün nimetlerin asılları, gökten toprağa yağdı, toprağın altına girdi. Ondan sonra tertemiz cana gıda oldu.
Bütün nimetler, gönül alçaklığı ile gökten yere indikleri için, diri ve yiğit bir insanın cüz’ü oldular.
Böylece senin cansız sandığın yağmur ve güneşin yetiştirdiği nimetler, insan tarafından yenildiği zaman şereflenirler de insanın sıfatları olurlar. Arşın üstüne neşeli neşeli uçarlar.
Biz önce rûh âleminden, hayat âleminden bu aşağılık dünyaya gelmiştik; şimdi yücelere yükseldik, derler.
Aslında cihanın bütün cüz’leri ve zerreleri hareket hâlinde olsun, sükûn hâlinde olsun, içlerine düşen ilâhî aşkın tesiri ile çırpınıp durmada ve; “Biz Rabbimize dönüyoruz” demektedirler.
Cihân cüz’lerinin zikir ve tesbihleri, göklere bir uğultu düşürmüş ve oraları çınlatmıştır.
____________________
Sen, köpekten de aşağı mısın?
Bir köpeğe bir kapıdan bir lokma verilse, o kapıya bağlanır, o kapının minnettârı ve hizmetkârı olur.
O köpeğe eziyet edilse bir şey verilmese bile, o kapıdan ayrılmaz,
oranın muhâfızı ve bekçisi olur.
Âdetâ o kapının çavuşu olur, orada yerleşir kalır. Bir başka kapının çevresinde dolaşmayı nankörlük, küfür bilir.
O mahalleye başka bir yerden bir garip köpek gelirse, hemen o mahalle köpekleri toplanır, gelen garip köpeğe havlarlar; onu edebe dâvet ederler.
Ona derler ki: “İlk önce ekmeğini yediğin kapıya dön! Orada yediğin nimetlerin hakkı, senin gönlünü oraya bağlamandır!
Haydi git! Vakit geçirmeden eski yerine git, orada nâil olduğun nimetlerin hakkını yerine getir!” diye ona bağırırlar, onu ısırırlar.
Ey sana verilen mânevî yemekleri unutan kişi! Sen de gönül kapısından ve gönül sahipleri kapısından kaç kere âb-ı hayat içtin, gözlerin açıldı?
Hatırlamıyor musun? O gönül ehlinin kapısından aldığın mânevî gıdalarla, mânevî zevklerle bir çok defa âdetâ mest olmuş, kendinden geçmiş bir hâlde ayrılırdın?
Sonra hırsa kapıldın, bir şeylere kızdın, bağlı olduğun ilk kapıya önem vermez oldun. Kendi benliğinin etkisinde kalarak o kapıda kusurlar gördün de, başka kapıların çevresinde dolaşmaya başladın.
Gösterişli ve tenceresi yağlı nimetler verenlerin kapılarına, artık yemekler için koşuyor, çanak yalayıcılık ediyorsun.
Asıl besleyici yiyeceklerin, zenginlerin kapısında değil, burada, ehl-i dil kapısında olduğunu bil ki, rûhun mânevî gıda ile güçlensin, ümitsiz işler burada düzene girsin, iyi olsun.
____________________
Gönül verdiğin şeyin yaldızı aslına gidip de o şey çirkinleşince, bakırı meydana çıkınca, tabiatın ona doyar, ondan hoşlanmaz, onu boşlayıverir.
Sevgilinin seni büyüleyen o yaldızlı sıfatlarından, o yaldızlı güzelliğinden elini ayağını çek; bilgisizlik yüzünden sahte bir madeni altın sanıp da hoş deme.
Çünkü sahte şeylerdeki hoşluk, güzellik iğretidir. Görünüşte süslü püslüdür ama altında süssüzlük ve çirkinlik vardır.
Fani varlıklarda görülen güzellik, ilahi güzelliğin iğreti olarak onlara aksetmesinden ibarettir. Akseden o nur, günün birinde aslına geri dönecektir. Bu yüzden ey salik; iğreti güzelliklere bakma da, sen onun aslını, yani güzelliği vereni ara!
Güneşin duvara düşen nuru, yine güneşe gider. Sen duvara düşen nura değil de, o nuru düşürene, yani güneşe git. Sana layık olan da odur.
Madem ki oluktan su akmadı, yani güzellerden vefa görmedin; bundan sonra suyu sen göklerden elde et.
____________________
Cenâb-ı Hakk; “Biz onların boyunlarına birer ip bağladık. O ipi onların ahlâkından, huylarından meydana getirdik” diye buyurdu.
Hiç bir pis, kötü yahut temiz, iyi kişi yoktur ki, yaptığı işlerin yazıldığı defter boynunda asılmamış olsun.
Ey şehvet peşinde koşan kişi, senin kötü işlere olan düşkünlüğün, hırsın ateşe benzer. Simsiyah olan kömür ateş rengine girince güzelleşir, yani kötü işlerin sana kötü görünmez.
Kömürün karanlığı ateşte gizlenir, ateş sönünce karanlık meydana çıkar.
Hırs ve şehvet, senin yaptığın kötü işi süslemiş, sana hoş göstermişti. Hırs gitti, yaptığın iş kapkara meydana çıktı.
Allah, namus, ar ve hayayı yüz batman ağırlığında bir demir bağ, bir demir bukağı (halka) haline koymuştur. Nice kişiler bu görünmez bağa bağlanıp kalmışlardır.
Kibir ile kâfirlik (Allah'ı inkâr eden), Hakk yolunu öyle bir bağlamıştır ki, kibirli olan, kâfir olan açıkça âh bile edemez.
Cenâb-ı Hakk buyurdu ki: “Biz onların boyunlarına, çenelerine kadar varan demir çemberler geçirdik. Bu yüzden onlar, başlarını kaldırmaya zorlanmışlardır.” bu zincirler, bizzat insanın kendindendir, kendi içindendir. Hariçten vurulmuş değildir.
“Onların önlerine, ardlarına engeller koyduk, gözlerini perdeledik” diye buyurdu. Bu hale düşen, önündeki, ardındaki engeli göremez.
O, öne dikilen engel, ovanın rengindedir, görülmez ve bu engele uğrayan, bu engelin kaza ve kader engeli olduğunu bilemez.
Senin bu dünyada karşına çıkan, seni etkisi altında bırakan fâni sevgilin, gerçek ve asıl sevgilinin yüzünü göstermeğe engel olmaktadır. Sahte mürşid de, senin gerçek mürşidinin sözünü dinlemene mânî olmaktadır.
Nice kâfirler var ki, din sevdasına düşmüşlerdir. Gerçek dini bulacak gibi olmuşlardır. Fakat ar, namus, kibir, şu ve bu onlara bağ olmuştur.
Bu gizli bir bağdır ama, demirden de beter ve kuvvetlidir. Demir bağı ancak balta kırar.
Demir bağı, demir zinciri kırmak, ondan kurtulmak mümkündür. Fakat gaybın (görünmeyen) bağladığı gizli bağa, kimsecikler çare bulamaz
Şefik Can-Mesnevi Tercümesi,cilt:3-4,beyit;1120,1126 , cilt:1-2,beyit;209-210
____________________
Dünya dükkânında bütün yaldızlı eşya, göze altın gibi görünmenin şevki içinde neşeli ve handandır. Bunların satıcıları ise, her gelene, bakırı altın diye göstermenin cesareti içindedir. Bunun sebebi o dükkânda bir mihenk taşı olmayışı, daha doğrusu, mihenk taşının gözlere görünmez bir yerde, gizli oluşudur
İnsanların davranışları ve inanışları da böyle ya bakırdan ya altından olur. Bu îman ve davranış altınlarının kalpını halisten ayırt edecek ruh ve irfan mihengi (ölçü) bir perde arkasında örtülü ve vazife görmez halde olursa insanlar kendi bakırlarını altın sanacak kadar aldanabilirler.
Her ne kadar gece karanlığında ve aynı dükkânda halis altınla yan yana duran ve onun kadar parıldayan kalp altının cakası büyükse de altının halisi bundan alınmaz. Onun ancak gece karanlığında gösterdiği böbürlenişe güler ve vakur bir sabırla gündüzü bekler ve yanındaki sahte madene kendi hal diliyle şunları söyler: “Ey zavallı yalancı! O zaman senin nasıl kıpkızıl olduğunu ve benim altın sarılığımı kendin göreceksin”
Bilmez misin ki Allah’ın lânedediği şeytana, yüzbinlerce yıl melekler secde etmişti. Ateşten yaratılmış olmanın verdiği gurur içinde şeytan çağlar boyunca İlâhî âlemdeki meleklerin hocası ve onların emîri olmuştu
Fakat aynı gurur, naz ve kibirlilik içinde bir gün topraktan yaratılan Âdem’le müsabakaya girdi. Allah’a “Ben ondan üstünüm” demek cesaretinde bulundu.
Sonra bizzat meleklerin önünde Hz. Adem’le giriştiği imtihanı kaybedince üzerine güneş ışığı ve güneş sıcaklığı vuran kirli ve pis
şeylerin bütün kokularını dışarıya vermeleri gibi onunda içinde ki kirler ortaya çıktı.
Kenan Rifai,Şerhli Mesnevi Şerif,syf;476-482
____________________
Cenâb-ı Hakk’ın mahşer gününe kadar kendi gayb âleminde kalmayı tercih edişi sebepsiz değildir.
Cenâb-ı Hakk, gayb perdesi arkasında kalıp kullarının ümit ve emeller peşinde olmalarını ve bir ümit ile kendisine ibadet eylemelerini ister. Kulun ümidi ya âhirettir, ya dünya. Her iki taleb sahipleri için de niyaz (âna) kapıları açıktır. Ahireti yani manevî lezzet ve hazları isteyenlerin, bu talebleri ve dünya zevk ve arzularının peşinde koşanların ümit ve emelleri Cenâb-ı Hakk’la aralarında bir bağ demektir. Her kul bir ümit ve endişe ile bilerek, bilmeyerek Allah’a bağlıdır.
Ümit ve endişe gayb âleminin perdeleridir. O perdenin arkasında ister korku ile, ister ümit ile Allah’tan merhamet dileyenler, bir gün bu perde yırtılınca o âlemin bütün saltanatıyla meydana çıktığını görürler.
Perde yırtılınca herşey aşikâr olacağından ne korku, ne ümit kalır. O anda insan ya iyi niyetli davranışlarının ve Allah’a varma dileklerinin kabul olduğunu görür, Allah’ın cennet sözüyle vaad ettiği mükâfâta ulaşır yahut korktuğuna uğrar. Bu böyle olmayıp da her kul mahşerdeki encâmını (gelecek işin sonu) dünyada bilecek olsa, dünya ehli ve şakiler (bedbaht, ebedî kurtuluştan mahrum olan) yese (üzüntü) düşüp, mü’minler saadet içinde kalırdı. Fakat İlâhî hikmet hükmünü bulmazdı. Çünkü Allah yalnız mü’minin değil, şakinin hatta kâfirin de kendisinden bir ümidi olsun ister. Ve kim bilir, belki bir gün, henüz vücut ve dünya âleminde, nefsinin esiri olarak yürüyenlerden biri bir an İçin gafletten uyanır da Allah’ından yardım ve iyilik dilerse, şüphen olmasın ki Allah, onu affedecek ve iyi kulları arasına almakta bir an tereddüt etmeyecek kadar büyüktür.
Kenan Rifai-Şerhli Mesnevi Tercümesi,sy;532,535
____________________
Şekle aldanan, kıyas yüzünden
hataya düşen gâfiller
O gâfiller şekle aldandılar da, peygamberlerle eşitlik davasına kalkıştılar. Velîleri de kendileri gibi sandılar.
“İşte, biz de insanız, onlar da insan. Biz de yemeğe içmeğe ve uyumağa mecburuz, onlar da.” dediler.
Körlükleri yüzünden, aralarında uçsuz bucaksız bir fark olduğunu bilemediler.(1)
Her iki çeşit arı bir yerden gıdalandıkları halde, birinde yalnız iğne bulunur, diğerinde bal vardır.
İki tür kamış da bir dereden su içtikleri halde, birinin içi bomboştur, diğeri şekerle doludur.
Böylece yüz binlerce birbirine benzer şeyler bulunur ki, aralarında yetmiş yıllık fark vardır.
Bu yer, yediği posa olarak kendinden ayrılır. Öbürü yer, yedikleri bütün ilâhî nûr olur.
Başka birisi yer, yediği şeyler, cimrilik, çekememezlik huylarını meydana getirir. Başka birisi yer, yediklerinden Hakk’ın, hakîkâtin nûru husûle gelir.
İmanlı kişi feyizli, ekime müsâit, tertemiz bir tarlaya benzer,
İmansız kişi ise çorak, hiçbir şey bitirmeyen kötü bir arazidir. İmanlı, melek gibi masûmdur.
İmansız ise şeytan ve canavar mîsâlidir. (2)
Dipnotlar:1- Gâfillerin, peygamberleri, velîleri kendileri gibi sandıklarını Kur’ân-ı Kerîm'de haber veriyor:”Bu nasıl peygamber; bizim gibi yemek yiyor, çarşıda pazarda geziyor. ”Furkan Sûresi’nin 7. ve Yasin Sûresi’nin 15. âyetlerinde de bu husus bildiriliyor.
2-A’raf Sûresi’nin 57-58. âyetlerine işâret var.
Şefik Can,Mevlana Mesnevi Tercümesi,cilt:1-2,s.30
____________________
İnsandaki şeytanı harekete geçirip nefsi eğri yola saptıran o menfur (nefret edilen) haseddir. Şeytan’ın Adem’e secde etmeyişi onu kıskanmasındandır. Bu sebeple Hak katından ve nur âleminden kovuldu. Sen de kendinden üstün olanlara, hele üstün insanlara hased gözüyle bakma.
Gözlerine âlemleri simsiyah gösterecek olan o hasut (hased dolu) bakışlardır. Hased'den kurtulduğun ve hased şeytanının tuzağına düşmediğin takdirde büyük nuru göreceksin.
Vücûdu içinde akıl, idrak ve duygular barınan bir yuva gibi düşüneceksin. Bunların her biri, araya giren hased yüzünden hem vazifelerini, hem selâmetlerini şaşırır. Bu yüzden de ak yüzlerini kara ederler. Gönül, hele gönlü temiz olanlara duyulan hasedle kararır. Allah nasıl peygamberlerinin ve evliyasının gönüllerini hasedden tertemiz ettiyse, kendi aşkı yolunda olan bütün kullarının kalplerini de ilim ve irfan yoluyla pak edicidir.
Mevlana-Mesnevi,Çeviren;Abdülbaki Gölpınarlı
____________________
Dünyaya gönül verenler Mevlâ aşkından habersizdirler. Aslında her cüz (parçaj, küllün (bütünün) bir parçası olduğundan, külle doğru bir yöneliş ve çekiliş halindedir. Bu yüzden cüz’ün cüz’ü yakalamasıyla elden kaçırması bir olur. Ancak ona meyli olduğu, ona gönül verdiği için de ondan mahrum kalmanın ızdırabını duyar. Dünya cüzlerine ve onlardan doğan fânî lezzedlere meyil ve muhabbet duyanların hüsranı bundandır.
Sen aslı koyup, Allah’ın güzel adları ve bu adlarla ifade bulan yüce zatı yerine tezahürlere (ortaya çıkma) bağlanırsan ya yolunu uzatmış yahut şaşırır olursun.
Cüz’ün külle bağlılığı yani cüz’ün kül oluşu her noktadan tam olsaydı, Rabbin, dünyaya peygamberler göndermesine lüzum kalmazdı. Peygamberler, cüzleri, onların külle bağlanmaları lazım gelen her noktadan külle bağlamakla vazifelidirler. Meselâ hangi hadiseler Rahmânî, hangileri şeytanîdir? Hangi bağlar insanı Allah’a ulaştırır; hangileri gaflette ve yolda bırakır? Ayrıca evliya olanlar kimlerdir ve onlar bu cüzleri nasıl ve ne yolla irşâd (doğru yolu gösterme) ederler?
Demek ki mesele; cüz’ün külle her noktadan, ama her noktadan bağlı olduğunu idrak edecek mertebeye çıkma davasıdır.
Kulları Hakk’a ulaştırmakla vazifeli olan peygamberler ne iş görür? Kimi tutar ve kime ulaştırır?
Peygamberlerin vazifesi Allah’la bir vücut olmuşları değil, olmamışları uyandırmaktır. Gönül ehillerini değil, bu gece karanlığında ayakları kayıp düşen ve yoldan ayrılanları tekrar o ulu yola getirmekle vazifelidirler.
Kenan Rıfai,Şerhli Mesnevi Şerif,syf;411,412
____________________
Dünya, türlü türlü nimetlerle dolu bir bağdır. Fare ile yılan ve bunlar gibi olanların, bunların tabiatında bulunanların kısmeti yine topraktır. Yâni bunlar mânevi sofradan nasiplerini alamazlar.
İster kış olsun, ister yaz; onların yiyecekleri topraktan gelen gıdalardır. Fakat sen ey insan, kâinatın emîrisin. En üstün bir varlıksın. Öyle olduğu halde neden yılan gibi topraktan gelen gıdaları yiyorsun da, rûhanî gıda olan gök sofrası aramıyorsun?
Tahtanın içindeki küçük kurt, tahtayı yer de; “Kimin böyle lezzetli helvası var?” diye mırıldanır.
Pislik böceği de, pislikler içinde iken, dünyada ondan başka gıda aramaz.
(Şefik Can,Mesnevi Tercümesi,Cilt:5-6,syf;39
____________________
Hazret-i Nûh, kavmine dedi ki:
“Ey iz’ansızlar (anlayışsızlar, saygısızlar), beni içinizden biri gibi bilip hırpalamaya kalkmayınız. Ben, ben değilim. Ben hayvanı ruhtan kurtuldum, sevgili ile diri ve onunla ebedî (sonsuz ölümsüz)oldum. Onun için de Hak, duyan kulağım, gören gözüm oldu: Göğsüme dolan ve oradan boşalan nefes, onun nefesidir. Benim, sizlerin kulaklarınıza ulaştırmaya vasıta olduğum ses, onun sesidir. Görünüşte ben de sîzler gibi insan şeklinde isem de hakikatte bu şekle bürünüp size, kendine varacak yolu gösteren ben değilim, O’dur. Buna inanmayan, bu sözleri ve bu hareketlerdeki hakikati anlamayanlar, inkarcılardır, kâfirlerdir.” buyurdu.
Size görünen şekil bir tilki veya koyun olabilir. Ancak bu tilkinin diki görünüşü içinde ve bu koyun postu altında gizli bir aslan vardır.Ne bu tilki nakşına ne bu koyun postuna yiğitlik satmak olur.
Hudâ (Allah) elçileri ve Allah erenleri vücut, şekil ve görünüş bakımından ufak, zayıf ve gösterişsiz olabilirler.Ancak onların gönülleri aynasında, varlık ve birlik aslanı vardır. Onlar, gönüllerinde ışıldayan bu nurla, en heybetli varlıklardan kuvvetlidirler.
Eğer Nuh Peygamberde Hakk’ın kudret eli olmasa idi nasıl olur da cihan halkını yeniden kurabilirdi? O beddua edince yeryüzünde ne kadar imansız varsa ölür, o bir aslan kükreyişiyle cihanı ve cihân halkını birbirine vurur. O sanki bir ateş, âlem halkı da bir harmandır. Harman, onun öşrünü yani onda bir bile hakkını vermeyince O, bu harmanın yakılmaktan başka işe yaramayacağını bilir ve âleme öyle bir ateş salar ki her şey yanıp kül olur.
Kâinata gönderilmiş her gizli aslanın önünde haddini bilmeyenler, er geç cezaya çarptırılır. Aslan huzurunda yiğitlik taslamak ancak ahmaklara vergidir.
Bununla beraber, keşke aslanlar pençesinde parçalanan sade insan vücûdu olsa. Keşke kâfirler ve münâfıklar (içi başka dışı başka olan), vahşi hayvanlar gibi saldırıp sadece insan vücûdunu parçalasalar. Ve kalp, îman ve gönül dalâletle parçalanmasa. Allah’ın aslanları olan velîler ve nebiler önünde, inkâr, inat ve küfür yollanna sapıp, İslâm’dan ve îmandan parçalanıp kopmak gibi bir akıbet vücut bulmasa.
(Kenan Rıfai,Şerhli Mesnevi Şerif;syf;456)
____________________
Niçin bu câhiller Allah’a yakın olan sâlih kimseleri, mekânın her yerinde ve zamânın her çağında dinlemez olurlar?
Bilmezler mi ki, Allah dostlarının ruhlarının incitmeye gelmez.Çünkü onların ruhu, Allah ile devamlı vuslat halindedir.
Bir hadis-i kudside;Allah ''Bir velîme kötü muamele eden kişi hakikatte bana savaş açmış demektir” buyurur: Bir hadîs-i şerifte ise “Beni inciten, Hakk ’ı incitir. ” deniyor.
Hey yükünü yıkamamış pis herif, nerdesin sen? Kiminle kavgaya girişiyor, kime hased ediyorsun?
Sen aslanın kuyruğuyla oynamakta, meleklere saldırmaktasın.
Hayırdan ibaret olana neden kötü söylüyorsun. Kendine gel, o alçalışı yücelme sayma.
Kötü nedir? Aşağılık ve muhtaç bakır. Şeyh kimdir? Ucu sonu olmayan kimya!
Bakır kimya yüzünden altın olmak kabiliyetinde değişe kimyâ bakır yükünden bakırlaşmaz ya !
Kötü nedir? İşi ateş gibi serkeş (dik başlı) kişi. Şeyh kimdir? Ezel (başlangıcı olmayan) denizinin ta kendisi.
Ateşi dâima su ile korkuturlar. Fakat suyu hiç ateş ile korkutabilirler mi?
Sen ayın yükünde ayıp, noksan buluyor; cennette diken topluyorsun.
Ey diken ariyan, cennete bile gitsen senden başka bir diken göremezsin
(Mevlana,Mesnevi)
____________________
Kıyamet gününde Allah: “Ey kullarım!” diyecektir, “bana hediye olarak hangi güzel ve iyi davranışlarınızı getirdiniz? Ömrünüzü neye ve nereye harcadınız? Size nimetler verdim, ne yaptınız? Size kuvvetler verdim, nereye sarf ettiniz? Size akıl verdim ne yolda kullandınız?”
Kıyamet günü, Hakk’ın huzuruna iletilmesi gereken, îman, amel (dinin emirlerini yerine getirmek için yapılan iş) ve muhabbet (sevgi) hediyelerinden mahrum, eli boş, imansız bir ruhun uğrayacağı dehşet büyüktür. Her iki dünya için sayısız nimet ve devletler yaratan Allah’ın, gerçi kuldan gelecek hediyeye ihtiyacı yoktur. Fakat Allah’ının huzuruna yükselecek bir ruhun ibâdet ve îman sermâyesine sahip olmaya ihtiyacı büyüktür.
Hesap gününde insan olarak yaratılmış bulunmanın şükrânını (teşekkür) ve karşılığını ödeyebilmek için, dağarcığı boş olmamak gerektir. Allah’ın huzuruna ilk yaratıldığımız şekilde çıplak ve eli boş dönmek olmaz. Günün birinde Hakk’ın misafiri olacaklarına inanmayanlar, onun ebed mutfağından ancak ateş, kül ve toprak alabilirler. Uykudan ve oburluktan kaçıp bir temiz gönül ve bir mânevi zâhire (mahsül, tahıl) biriktirmemiş; ibâdetten lezzet almamış, oruç tutmaktaki ferâgat (fedakarlıkla vazgeçmek) ve bekleyişten nasîbedâr olmamış kişi âhirete neyi armağan eder?
(Kenan Rıfai,Şerhli Mesnevi Şerif;syf;464)
____________________
Kıyamet günü, her şeyin Hakk’a arz (sunmak) edileceği gündür. O günde, İnsan-î vazelerini yapmış olanlar, temiz ve faziletli kişiler, kendilerini göstermek isterler.
O kendini gösterme gününde, kötü işler yaparak yüklerini karartmış kişiler, artık kendilerini gidilemeyecekler ve rezil olacaklardır.
Güneş gibi parlak yüzü olmayan ve günahlarla yüklerini karartmış kişiler elbette kendi kirliliklerini göstermemek için gecenin karanlığı ile perdelenmek, gizlenmek isterler.
O günahkârın diken gibi olan vücûdunda bir gül yaprağı bile yoktur. Bu sebeple ilkbaharlar, gül yetiştirmeyen dikenlerle dolu fidana ve onun gizlediği sırlara düşmandır.
Fakat baştan aşağı gül gibi ve süsen çiçeği gibi güzel ve hoş olan kişi için bahar, görür ve gösterir iki göldür.
Mânâsız ve faydasız olan diken, gül bitirmediğinden, gül bahçesinde yan gelip oturmak için güz mevsimini ister.
Güz mevsimini ister ki, o mevsim, gülün güzelliğini örtsün, gizlesin de kendinin çirkinliğini, ayıbını kimseye göstermesin; böylece sen ne bu gülün rengini, güzelliğini görürsün, ne de dikenin çirkinliğini.
Bu yüzdendir ki gür (sonbahar) mevsimi, diken için bahardır, hayattır; çünkü o mevsimde, kara taşla yakut bir görünür.
Ama bahçıvan, gül müdür, diken midir? Bunu güz mevsiminde de bilir ve görür. Onun görüşü cümle âlemin görüşünden üstündür
Zâten dünyâ, ondan ibârettir. O, kendinden geçmiş, gerçeğe dalıp gitmiş kişidir. Geri kalanlar, hep ona bağlıdırlar. Gökteki yıldızların hepsi de, Ay'ın cüzüdürler.
Gülsüz dikenler gibi bahardan korkmayan güzel çiçekler, müjde, müjde bahar geliyor, diye sevinirler.
Çiçek, parlak bir zırh giyinmiş gibi kalıp dökülmedikçe, meyveler varlıklarını nasıl gösterebilirler?
Çiçekler dökülünce, meyveler baş gösterir; beden de kırılınca can baş gösterir. Çiçek şekilden, suretten ibârettir. Meyve de mânâdır.
Çiçek bir müjdecidir, meyve ise Allah'ın nimetidir.
Çiçek dökülünce meyve belirir O dökülüp kaybolunca meyve çoğalır.
(Şefik Can,Mevlana Mesnevi Tercümesi,cilt:1-2,syf;185-186)
Her şey zıddı ile daha iyi bilinir. Çokluk olmasa birliğin, çok renk olmasa renksizliğin, kötülük olmasa iyiliğin, çirkinlik olmasa güzelliğin ve bilhassa ölümün yani yokluk olmasa varlığın ne kıymeti, ne hikmeti bilinir. Yine bunun içindir ki yeryüzünde kâfirler, sapıtmışlar, azmışlar, ahlâksızlar ve imansızlar yanında nebiler, velîler, mü’minler ve saf gönüllü ve yaratana bağlı sâdık ruhlu insanlar vardır.
(Kenan Rıfai,Şerhli Mesnevi Şerif;syf;135)
____________________
Ulu Allah her ikisinin de belli olması için, insanlıkla hayvanlığı bir araya getirmiştir.
Eşya zıddı ile belli olur.
Zıddı olmayan bir şeyi tarif etmek imkânsızdır.
Yüce Allah’nn zıddı olmadığından:
“ Ben gizli bir hazine idim bilinmek istedim”
(Hadis) buyrulduğu gibi, bu nurun belli olması için, karanlık olarak yaratılmış bulunan bu âlemi yarattı.
Bunun gibi nebilerin ve velilerin de:
“ Benim sıfatlarımla çık, halka görün” (Kün.feyekün) diyerek vücuda getirdi.
Onlar Allah'ın nurunun mazharıdır (Çıktığı, görüldüğü yer).
Dost düşmandan, gözde olan yabancı bulunandan bunlar vasıtasıyla ayırt edilir.
Çünkü o mananın mana olarak zıddı yoktur ve ancak suret yoluyla gösterilebilir.
Mesela Âdem’in karşısında iblis, Musa’nın yanında Firavun, İbrahim’in karşısında Nemrut olduğu gibi ve buna daha başka sonsuz örnekler verilebilir.
Şu halde mana itibariyle zıddı yoksa da veliler vasıtasıyla Allah'a zıt peyda olur.
Mesela:
“ Onlar ağızlarıyla Allah’ın ışığını söndürmek isterler.
Allah ise nurunu tamamlayacak.
Kâfirler karşı gelse de.”
(Saf suresi 8) ayetinde buyrulduğu gibi (Onlar) ne kadar düşmanlık, aksilik ederlerse, bunların işleri de o kadar ilerler ve o kadar çok tanınmış olurlar.
(Kenan Rıfai,Şerhli Mesnevi Şerif,syf;327)
____________________
Evdeki kadın onu kendine çağırdı, kapıları sıkıca kapadı ve “Gelsene” dedi. Yûsuf: “Günah işlemekten Allah’a sığınırım, doğrusu kocan benim efendimdir; bana iyi baktı. Haksızlık yapanlar (zâlimler) felah bulmaz (Yûsuf, 23)
And olsun ki, kadın Yûsuf'a arzulu idi. Rabbinden bir işaret olmasa Yûsuf da onu isteyecekti,işte ondan kötülüğü ve aşırılığı engelledik. O bizim çok içten kullarımızdandır" (Yûsuf, 24)
Kanadını yolma, onun sevgsini gönlünden sök çıkar. Çünkü savaşmak için düşmanın bulunması şarttır.
Düşman olmadıkça savaş imkânı yoktur. Şehvetin olmaksa, ondan kaçınma emrine uyman mümkün değildir.
Meylin (eğilim) olmaksa sabrın mânâsı yok. Düşman yoksa ordu sahibi olmana ne hacet?
Kendine gel de kendini hadım etme, papaz olma. Çünkü çekinmek ve temiz durmak, şehvetin zıddıdır.
Hevâ ve heves olmadıkça hevâ ve hevesten çekinin denmesi mümkün değildir. Ölülere gâzilik taslanmaz ya! Yine böyle o padişah
“Sabredin!" buyurdu. Bir istek olmalı ki ondan yüz çeviresin.
Şehvet olmasa ondan kaçınmaya imkân olabilir mi?
Sabretme esâsına uğramadıkça karşılığında bir hayır ve mükâfât elde edemezsin.
Sınamada şart ihtiyar sahibi olmaktır. Kudret elde olmadıkça da ihtiyâr olamaz.
İhtiyarına sahib olmak “Sakının” emrine uyan ve kendisine sahib olan adam için iyidir.
Sabır sahibi, kendi kanadını yok farzeder, bu suretle kanadı da onu kötü düşüncelere sevk etmez.
(Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevi,\ çev. Veled Izbudak, Abdülbâkî Gölpınarlı (haz.), İstanbul: Millî Eğitim Basımevi, 1991, c. 5, beyit. 574-577, 581, 583, 584,625,649,652)
____________________
Ne mutlu o kişiye ki gençlik çağını ganimet bilir de borcunu öder.
Kudretli olduğu günlerde sıhhatli, güçlü, kuvvetli bulunduğu zamanlarda bu işi başarır.
Çünkü gençlik çağı, yemyeşil,terütaze bir bahçe gibi esirgemeksizin meyveleri yetiştirir.
Genç adamın kuvvet ve şehvet çeşmeleri akıp durur. Bedenin zeminini onlarla yeşertir.
Gençlik; mamur, tavanı adamakıllı yüksek, dört duvarı sapasağlam bir eve benzer.
.
Ne mutlu o kişiye ki ihtiyarlık günleri gelip çatmadan, boynunu liften yapılmış iple bağlamadan…
Toprak çoraklaşıp akmadan, kaymadan işini başarmıştır. Çünkü çorak yerden güzel nebatat asla yetişmez.
İhtiyarın gücü, kuvveti kesilir, şehvet suyu akmaz olur. Kendisinden de faydalanmaz, başkalarına da faydası dokunmaz.
Kaşları eyer kuskunu gibi aşağı düşer, gözü yaşarır, görmez olur.
Yüzü buruşur, kertenkele sırtına döner. Söz söyleyemez, tat alamaz olur, dişleri bir şey kesmez bir hale gelir.
Gün geçip gitmiş, akşam çağı gelip çatmış,leş gibi beden topallamakta, yolsa uzun.. İş görülecek yer yıkık iş işten geçmiş..
Kötü huyların kökleri kuvvetlenmiş, onu kökünden söküp çıkarma kuvveti de azalmış!
Valinin,yola diken ekene “Yola diktiğin dikenleri sök” diye emir vermesi
Bu iş, o tatlı sözlü, fakat kötü huylu adamın yol üstüne diken dikmesine benzer.
Yoldan geçenler ona darılmaya başladılar, bu dikenleri sök diye bir hayli söylediler, fakat fayda etmedi.
Her an o dikenler çoğalmakta, halkın ayağı dikenler yüzünden kanamaktaydı.
Halkın elbisesi dikenlerden yırtılmakta, yoksulların ayakları paramparça olmaktaydı.
Vali, ona “Mutlaka bunları sök” dedikçe. “ Evet, bir gün sökerim” diyordu.
Bir müddet “Yarın, yarın” diye vâde verip durdu. Bu müddet için de diktiği dikenler kökleşti, kuvvetlendi.
Vali, bir gün “ Ey va’din de durmayan, beri gel, emrettiğimiz işi sürüncemede bırakma” dedi.
Adam dedi ki: Babacığım, bir hayli gün var, bugün olmazsa yarın!”Vali “ Hayır,acele davran, işi savsaklama.
Sen bu işi yarın görürüm diyorsun ama şunu bil ki gün geçtikçe,
O dikenler daha ziyade yeşeriyor, dikeni sökecek de ihtiyarlayıp âciz bir hale geliyor.
Diken kuvvetlenmekte, büyümekte, diken sökecekse ihtiyarlamakta, kuvvetten düşmekte.
Diken her gün, her an yeşerip tazelenmekte.Diken her gün perişan bir hale gelmekte, kuruyup kalmakta!
O daha ziyade gençleşiyor, sen daha fazla ihtiyarlıyorsun. Çabuk ol, zamanını geçirme” dedi.
(Mevlana,Mesnevi,cilt:2,çeviren,Abdülbaki Gölpınarlı)
____________________
Her işin yapıcısı Allah’tır. Ancak yine Allah bize yaptığımız ve yapamadığımız hareketlerin iyi ve kötü oluşlarını ayırt etme kudretini vermiştir. Bizim Cenâb-ı Hakkk’a yalvararak, bazen utancımızdan renkten renge girerek; Allah’ım! Bize doğru yolu sen göster! diyebilmemiz ve bizi Yaratandan iyiyi, doğruyu ve güzeli istememiz bu hakikatin büyük delilidir.
Çünkü elimizde hiç bir kudret ve ihtiyâr bulunmasaydı, bize fiillerin ve hareketlerin en iyisini nasip etmesi için Allah’a nasıl yalvarır, hattâ bunu nasıl akla getirebilirdik?
Tıpkı bizim gibi canlı olan hayvanlar, yaptıkları hareketlerden dolayı ne Hak’tan, ne de halktan utanmayı akıl etmediklerine, bunu bilmediklerine göre, bize verilen ve “cüz’î ihtiyar” dediğimiz iyiyi, kötüden ayırt etme kudretinden nasıl gafil olabiliriz.
Kuldaki ihtiyarı tamamiyle yok farz ederek insanı cansız cisim sanmak, İlâhî cebir kudredni yanlış anlamak, o kadar ki, bizzat anlayışı kötüye kullanmaktır.
İnsan, kendisine yine Hak’tan gelen böyle bir kudretin arifi olabildiği ölçüde insandır.
Sen önce Allah’ın büyüklük ve kudret derecesini bileceksin. Sonra onun, insan derecesine ulaştırmakla, sana verdiği kıymetin kadrini anlayacaksın.
Sen Hakk’ın irâdesi hapsinde esir değilsin. Hür kimseler gibi bir gönül ve vicdan rahatında bulunman için sana verilmiş İlâhî hürriyetin farkında olmalısın.
(Kena Rıfai,Şerhli Mesnevi Şerif;syf;129)
____________________
Bu ekim dünyası, mahşere hazırlanmak, ahirette burada ektiğini toplamak, devşirmek için yaratılmıştır
Suyla topraktan mâna zuhur etsin diye cana ait adlar, harf ve nefes nikabiyle yüzlerini örttüler.
Saf ruhun harflerden kurtulması için pek çok belâlar çekmesi, pek anlayışlı olması lâzımdır.
Musa aleyhisselâm’ın Allah'a “Neden halkı yarattın,sonrada onları helak adiyorsun?” diye sorması ve Allah’ın cevabı
Musa dedi ki: Ey soru hesap gününün sahibi Allah, yapıp düzdün, neden yine bozar yıkarsın?
Cana, canlar katan erler, dişiler yaratırsın... sonra bunları yıkar, mahvedersin; neden?
Allah dedi ki: Bu suali inkâr yüzünden, yahut gafletle ve nefsine uyarak sormuyorsun, biliyorum.
Yoksa hoş görmez, gazap eder, bu soru yüzünden seni incitirdim.
Fakat bizim işlerimizdeki hikmetleri, varlık sırlarını araştırıyorsun...
Bunu bilip sonra da halka bildirmek ve her ham kişiyi bu suretle olgunlaştırmak istiyorsun.
Sen bunu biliyorsun ama halka da bildirmek için sormaktasın.
Allah buyurdu ki: Ey akıl sahibi Musa, madem ki sordun gel de cevabını duy.
Ey Musa, yere bir tohum ek de bunun sırrını anla, insafa gel!
Musa tohum ekti, ekin bitti, kemale gelip başaklandı, güzelce, düzgünce yetişti...
Orağı alıp biçmeye başladı. Gaybtan kulağına bir ses geldi:Neden ekiyor, besliyorsun da kemale gelince kesiyor, biçiyorsun?
Musa dedi ki: Yarabbi, burada tane de var saman da... onun için kesiyorum.
Çünkü tanenin saman ambarına konması lâyık değil... saman da buğday ambarına konursa yazık olur!
Bu ikisini karıştırmak hikmete uygun olamaz. Mutlaka elerken ayırt etmek lâzım.
Allah dedi ki: Bu bilgiyi sen kimden aldın da bir harman meydana getiriyorsun?
Musa,Allahım bana bu temyizi sen verdin dedi... Allah dedi ki: Öyleyse bende nasıl olur da temyiz olmaz?
Halk arasında temiz ruhlar da var, topraklara bulanmış kara ruhlar da.
Bu sedeflerin hepsi bir değil... birisinde inci var, öbüründe boncuk!
Buğdayları samandan ayırmak nasıl lâzımsa bu iyiyi de kötüyü de ayırmak vâcip.
Bu âlem halkı, hikmet hazineleri gizli kalmasın, meydana çıksın diye yaratılmıştır.
Ben bir hazineydim dedi Allah, hem de gizli... bunu duy da cevherini kaybetme, meydana çıkar!
Hayvani ruhla cüz’i akıl,vehim ve hayal ayrana benzer..bakî olan ruhsa bu ayranda gizli olan yağa
Ayran içinde yağ nasıl gizliyse, doğruluk cevherinde yalan da gizlidir.
O yalanın, şu fâni tendir... doğrun da Allah'a mensup olan can!
Yıllardır şu ten ayranı meydandadır da can yağı onda fâni ve değersiz bir hale gelmiştir.
Nihayet Allah, bir elçi kulunu, ayranı yayığa koyup döven birisini gönderir de,
Bende bir ben gizli olduğunu bileyim diye sıfatla hünerle o yayığı döver.
Yahut da zatından âdeta bir cüz olan bir kulunun sözünü izhar eder de o söz, vahiy arayan kişinin kulağına girer.
Müminin kulağı, vahyimizi kavrar, beller... öyle kulak, insanı Hakk’a davet edenin eşidir, arkadaşıdır.
(Mevlana,Mesnevi,cilt:4
____________________
Alemde iki zıd ses gelmektedir.Bakalım sen hangisine istidadlısın?
Bir tanesi, iyi kişilere hayattır. Öbürü kötü kişilere hile!
Bir ses, ey güzel ve bana düşkün olan kişi, ben diken çiçeğiyim, çiçek dökülür, ben kahrım; diken dalından ibaretim ben, der.
Çiçeği, ey gül satan, gel buyana der. Dikenin sesiyse bizim yanımıza gelmeye kalkışma der.
Bu seslerden birini kabul ettin mi öbürünü duymazsın bile... Çünkü seven kişi, sevgiliye aykırı olan kişilerin sözlerine sağır olur.
İki çuvaldan birine girdin mi öbürüne zıt olur, artık ona lâyık olmazsın!
Gönül evini hangi ses boş bulursa o gelir, tutar. Artık sahibine ondan başkası ya eğri görünür, yahut acayip!
Alemde her şey, bir şeyi çekmektedir. Küfur, kâfiri, doğruluk, doğru yola götüreni!
Kehribar da vardır mıknatıs da... Sen demir de olsan, saman çöpü de olsan elbet bir tuzağa düşersin.
Demirsen seni bir mıknatıs kapar. Yok, saman çöpüysen kehribara tutulur ona gidersin.
İyi kişilerle dost olmayan, elbette kötülerin yanında yer alır, onlara komşu olur.
Musa, Kıptîye göre pek kötüdür ama Hâmân da Israiloğullarına göre taşlanmış melûnun biridir.
Hâmân’ın canı Kıptîyi çeker. Musa’nın canı da Israiloğullarını diler.
Karanlık yitiğinden birisini tanıyamadın mı, kendisine kimi imam edinmiş, kime uymuş bak, ne olduğunu anlarsın.
1) Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevi, çev. Veled İzbudak,
Abdülbâkî Gölpınarh (haz.), İstanbul: Millî Eğitim Basımevi, 1991, c. 4, beyit. 1622-1626, 1629, 1631,1633-1638,1640
____________________
İnsandaki büyük illet, kendini mükemmel sanma dalâletidir. Ruh hastalıklarının en zararlısı budur. İlâhî kudrete yabancı kalıp, kendi kudreti vehmiyle kibirlenmek, gururlanmaktır.
Şeytanın büyük illeti kendini Adem’den daha yüksekte görmesıydi. Bu yüzden Adem’e secde etmekten sakındı. İlâhî emre karşı geldi ve Şeytan adıyla lânetlendi. Kendini herkesten ve herşeyden üstün
görme tezâhüründeki (görünme) bu şeytan ruhu çok hem de pek çok kimselerde vardır. Sen öyle düşüncelerden ve öyle kimselerden sakın.
O kimseler bazen aldatıcı bir tevâzu içinde, kendilerini boynu bükük ve başları secdede gösterirler. İbâdeti sırf âdet haline getirir, saf, temiz ve inanmış kimselerden olduklarım gösteren davranışlarda bulunurlar. Kendilerini bir mürşide teslim etmemiş bu kimselerin tevâzuunu sen kibirlenme bil!
Eğer bir ermiş insan, bir pir, bir mürşid gelir de aşk, muhabbet ve hidâyet (doğruyol) merhemini senin o azmış, azıtmış yaranın üzerine sürerse Allah’ı duymanın, Allah’a âşık olmanın çoşkunluğu seni kendi nefsinden ve nefsinin yaralarından kurtarır. İçin bilmediğin ve o hale gelmeden hazzındaki sonsuzluğu bilemeyeceğin Hak nuruyla dolar. Hem dünya hem de âhiret tasalarından kendini âzâde bulursun.
Bazen Öyle olur ki merhem yaraya konunca, hasta ufûnet (sıkıntı veren ağırlık) bitti sanır, kendini bir anda iyi olmuş görmenin gafletine kapılır. Halbuki bu, sadece yaraya bir ışık vurmasıdır. İyi olmak tamamiyle Allah’ın istediği gibi bir ruh olmak için tedâviye devam lâzımdır. Mürşidinden ayrılma! Onun sana göstereceği yol, sadece yolun başı değildir. Bu yolda sonuna kadar yürümek gerekir.
(Ken’an Rifâî, Şerhli Mesnevî-i Şerif, İstanbul: Kubbealtı Neşriyatı, 2000, s. 469.
____________________
Nice insanlar vardır ki ibâdet vazifelerini Allah’tan karşılık bekleyerek yaparlar. Bundan mükâfat görmeyi beklerler, ibâdet ederlerse Allah nazarında makbul olacaklarına ve Cenâb-ı Hakkk’ın, bu ibâdeti kendilerine ödeyeceğine inanırlar.
Hakikatte böyle ibâdetlerin arkasından türlü günah işlemekten çekinmezler. Yaptıkları ibâdetin, kıldıkları namazın geçmiş ve gelecek günahlarına bedel olacağı zannındadırlar. Böyle hakikatte ibadetin günahtan farkı yoktur. Bu bir gizli günahtır ki ibâdete hile katanlar tarafından işlenir.
Sadece içki yüzünden doğan sarhoşluktan değil, bir takım gafletlerin, maddî ve mânevi şehvetlerin sarhoşu olduğunuz zamanlarda dahi namaz kılamazsınız. Bu, kimin huzurunda olduğunuzu bilememekten doğan en büyük günah olur. Allah’ın huzuruna ancak saf ve gönül dolusu bir Allah aşkı ile çıkılır. Onun huzuruna hatta büsbütün vücutsuz, sâde ruhtan ibâret bir saflık ve temizlikle çıkabilenlerdir ki hakîkî bir ibâdet hâlindedirler.
(Kenan Rıfai,Şerhli Mesnevi Şerif;syf;548)
____________________
Kimi insan sabır ve şükür bilmez. Bunun sebebi kâhillik, kocamışlıktır. Allah’a şükretmez, Hakk’ın emirlerine ve emrettiği ibâdete sabrı ve tahammülü yoktur. Kocamış ruh, bütün miskinlerde olduğu gibi buna da bir sebep bulur. Der ki: Eğer Allah benim ibâdet etmemi isteseydi, bana ibâdet için şevk ve arzu verir, yol gösterirdi. Böyle söyleyerek; rûhunun değil, nefsinin emirlerine uyar. Allah yolundan değil, dünya yolundan gider.
Böyleleri tam bir cebir içinde, ayaklan cebir zinciriyle bağlı iradesizlerdir: Tâat yolunda itaatsizlik gösteren ve kendini ibâdete kudretsiz ve hasta sanan, miskinliği yüzünden mevhum bir hastalık bahanesi içinde nefsine uyan kimse birgün gerçekten hasta olur. Ya ölür, yahut bir yaşama yorgunluğu, bezginliği ve bıkkınlığı içinde vehimlerinin mezarına gömülür.
Kendini Allah’ın emirleri yolunda hasta sananların ve yine bir Allah emri olan çalışmaktan kaçanların, kendilerine verilen kudreti fenaya kullanmalarıdır ki bir gün onları gerçekten kudretsiz bırakır.
Hazreti Muhammed’in “şakadan hastalık, hastalığın gerçeğini getirir ve inşam bir mum gibi söndürür” buyurması bundandır.
Cebir kelimesinin lûgattaki bir mânâsı da kırık yâhut çıkık kemiği sarıp sarmalayıp yerine getirmektir. Kırılmış kemiği bağlamak, kopmuş damara yapıştırmak, cebirdir.
Cebir, ıslahtır, tâmir etmektir.
Mâdemki sen ibâdet ve tâat yolunda yorulmadın, bu yolda ayağını kırmadın, şimdi ne diye ayağını sargılara koyarsın? Kendi imkânlarının, çeviklik, sağlamlık nimetlerinden kaçıp ayağını cebrin sargılarıyle bağlarsın. Itâat etmez ve ben âcizim, hastayım diye canlı iken ölmüşlük yollarında kalırsın?
Olacaksan, ayağını ibâdet yolunda yoran gibi ol, ki sana Hakk’ın yolladığı Burak (Hz Peygamberi mîrâca çıkaran binek) erişsin, bu îman ve mânevîyat burağına binip gönül âlemlerinde seyr eylemen hakikat olsun.
Ken’an Rifaî, Şerhli Mesnevî-i Şerif, İstanbul: Kubbealu Neşriyatı, 2000, s. 147.
____________________
Nefsi mağlup etmek, gazâda düşmanı yenmekten güçtür. Nefsi mağlup etmek, Kaf Dağı’ndan, iğne ile kaya koparmak kadar müşküldür. Nefse galip ve bu zorlu ülkeye hâkim olmak ancak Hakk’ın yardımıyla ve Hak velîlerinin gösterdikleri yoldan yürümekle mümkündür. Nefsi yenmek katı silâh, uzun mızrak İstemez. Nefsi yenmek insan gönlünü İlâhî aşk nuruyla aydınlatmak, bu ışıkla doldurmak sâyesinde mümkündür.
Aynı mevzûda Hz. Ali’nin söylediği: “Nefsin bir tek vasfını terk etmek, hakikatte Hayber Kalesi’ni fethetmekten müşküldür.” sözünü hatırla!
Savaşlarda düşman saflarını darmadağın eden aslan mühim değildir. Hakîkî aslan odur ki kendi nefsiyle yaptığı savaşmayı kazanır. Muharebede kendi nefsini mağlup eder; onu yok eder.
(Kenan Rıfai,Şerhli Mesnevi Şerif;syf;190
____________________
Eşi olan kişinin ,eşinin huyu ile huylanması, birbirine benzemesi gerek.
Ayakkabı ve mest gibi çift olan şeylere bak da bunu anla!
Ayakkabının bir teki, ayağa dar gelince,
öbürü de senin işine yaramaz.
Bir kapının iki kanadından birinin büyük, öbürünün küçük olduğunu gördün mü? Ormandaki arslana, bir kurdun eş olduğu görülmüş müdür?
Allah, kadını erkek onunla huzûra kavuşsun, rahatlasın, ona eş olsun diye yarattı.
Hz. Âdem nasıl olur da Hz. Havva’dan ayrılabilir?
Erkek, yiğitlikte Zaloğlu Rüstem olsa, kahramanlıkta Hz. Hamza’yı bile geçse,
kendi kadınının esiridir.
Mübârek sözleri ile cümle âlemi mest eden Hz, Muhammed bile, Hz. Aişe’ye
“Ey pembe beyaz kadın, ey Humeyra, bana bir şeyler söyle de beni rahatlat,”
diye buyururdu.
____________________
Arayan, sonunda aradığını bulur
İster yavaş gitsin, ister acele koşsun arayan elbette aradığını bulur.
Ey Hakk yoluna düşen kişi, isteğine iki elinle sarıl! Çünkü istek, iyi bir kılavuzdur.
Topal da olsan, sakat da olsan, uyuklasan, edepsizce bile olsa, yine O’nun yolunda ol. O’na doğru sürün, O’nu yani Allah’ı ara!
Bazen söz söyleyerek, bâzen susarak, bâzen koklayarak her taraftan O hakîkat pâdişahının feyiz kokusunu almaya çalış!
Yakup (a.s) oğullarına; “Yûsuf’u, haddinden fazla, yâni çok çok arayınız!” dedi.
“Her duygunuzu, yâni gözünüzü, kulağınızı hep bu aramaya verin ve ‘Onu bulacağız’ diye her tarafa koşun, her tarafta onu arayın!”
“Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyiniz!” Yâni “Umutsuzluğa düşmeyiniz! dedi. “Oğlunu kaybetmiş bir baba gibi her tarafa gidin, her tarafta onu araştırın!
Onu ağızla sorup soruşturun; dört yana kulak verip, onun sesini duymaya çalışın!
Nereden güzel bir koku gelirse, onu koklayınız; ne taraftan o tanıdığın, o bildiğin kokusunu alırsanız o tarafa yürüyünüz!”
Nerede birisinden bir iyilik, bir lütuf görürsen sevin, teşekkür et! Böylece, belki sen o lütfun aslına, kaynağına yol bulursun.
Çünkü, bu dünyada gördüğün bu boşluklar, bu güzellikler, bu iyilikler; sonsuz bir deryâdan sızıp gelmektedir. Sen cüz’ü bırak da, külle doğru yüz çevir; küllü ara, küllü bul!
Halkın didişmesi, çekişmesi hep güzellik içindir. Yapraksız bulunmanın güzelliği, süsü; Tûbâ ağacının nişanıdır. Yani yoksulluk azığı, mutluluk belirtisidir.
Halkın hiddeti, öfkesi, savaşı uzlaşmak, barışmak içindir. Rahatı tuzağa düşürecek, yani elde edecek olan rahatsızlıktır.
Her tokat, okşamak için vurulur; her şikâyet insana şükretmeyi anlatır.
Ey kerem sahibi, sen cüz’den küllün kokusunu al! Ey hikmet sahibi, sen de zıttın kokusunu, yâni kötülüklerden iyilik, mutsuzluklardan mutluluk kokusu al!
Zavallı insan! Kendini gereği gibi bilemedi, tanıyamadı. Çok ötelerden, yücelerden, ezel âleminden geldi; bu noksanlar âlemine, bu kirli dünyaya düştü.
İnsan kendisini ucuza sattı. O çok değerli atlas bir kumaş gibi idi; tuttu, kendini bir hırkaya yamadı.
Şefik Can,Mesnevi Tercümesi,cilt:3
____________________
Yeryüzü, gökyüzüne teslim olmuştur da “Ben bir esirim; ne dilersen yağdır” demektedir
Âlemin bütün zerreleri, birbirine girse de kale kesilse, yâni çâre bulmaya çalışsa, yine gökten gelecek kazâya karşı hiçtir. Hiç…
Şu yeryüzü gökten nasıl kaçabilir? Kendini gökten nasıl gizleyebilir?
Gökten yağana karşı yeryüzü ne kaçabilir, ne bir çâre bulabilir, ne de sipere girip gizlenebilir.
Güneşten onun üstüne ateş yağsa, yeryüzü o ateşe yüz tutmuştur. Ondan kaçmak şöyle dursun, o ateşe karşı yüzünü yerler sererek, sessizce ona teslim olmuştur.
Çok yağmurlar yağsa da tufan olsa, yeryüzündeki şehirleri yıksa, silse, süpürse;
Yeryüzü Eyüp (a.s) gibi gökyüzüne teslim olmuştur. “Ben bir esirim; ne dilersen yağdır” demektedir.
Ey insanoğlu, sende yeryüzünün bir cüz’üsün. Onun üstünde yaşıyorsun; sen de Allah’ın buyruğuna, kazâ ve kaderine karşı gelme.
“Sizi topraktan yarattık” âyetini duydun, işittin. Demek ki, Allah da senin toprak olmanı istiyor. İlâhî emre karşı gelme…
Allah buyurdu ki: “Ey insan, dikkatle bak da gör, senin topraktan yaratılmış bedenine, rûhumdan bir tohum ektim, seni yücelttim. Sen bu toprağın bir tozu iken, seni üstün bir varlık yaptım. Sana akıl verdim, aşk verdim.
Sen bir hamle daha yap da, topraklığı, yâni tevâzuyu kendine sıfat, huy edin. Ben de, seni bütün yaptıklarımın üstüne emîr kılayım.
Su, yüksekten aşağıya akar, sonra da aşağıdan yukarıya doğru yükselir, çıkar.
Buğday, çiftçi tarafından toprağa atılır. Böylece yükseklerden gelir, toprağın altına girer. Sonra toprağın altından baş kaldırır, yükselir; dik, kuvvetli bir başak hâline gelir.
Her meyvenin tohumu önce yerdedir. Yere girer, ondan sonra yerden başkaldırır, yükselir.
Bütün nimetlerin asılları, gökten toprağa yağdı, toprağın altına girdi. Ondan sonra tertemiz cana gıda oldu.
Bütün nimetler, gönül alçaklığı ile gökten yere indikleri için, diri ve yiğit bir insanın cüz’ü oldular.
Böylece senin cansız sandığın yağmur ve güneşin yetiştirdiği nimetler, insan tarafından yenildiği zaman şereflenirler de insanın sıfatları olurlar. Arşın üstüne neşeli neşeli uçarlar.
Biz önce rûh âleminden, hayat âleminden bu aşağılık dünyaya gelmiştik; şimdi yücelere yükseldik, derler.
Aslında cihanın bütün cüz’leri ve zerreleri hareket hâlinde olsun, sükûn hâlinde olsun, içlerine düşen ilâhî aşkın tesiri ile çırpınıp durmada ve; “Biz Rabbimize dönüyoruz” demektedirler.
Cihân cüz’lerinin zikir ve tesbihleri, göklere bir uğultu düşürmüş ve oraları çınlatmıştır.
Mevlana Mesnevi cilt:3
____________________
Allah’tan başka her şey, İnsanı yavaş yavaş ölüme doğru götüren şeylerdir
Allah’ın lütf ettiği kârdan kâr edin. Yararlanın, ama lütuflara karşı pek de şımarmayın, aşırı sevinç göstermeyin, çünkü, Allah sevinip övünenleri sevmez.
Size gelen dünya nimetlerinden yararlanın, bir miktar ferahlanın. Fakat şunu da bilin ki, dünya nimetleri; para, pul, mevki şöhret gibi aşırı derecede meşgul eden, gönlünüzü çelen bu şeylerin hepsi de sizi Rabbinizden uzaklaştırır.
Ey Hakk yolcusu, sen Hakk’la sevin, Hakk’la neşelen, O’ndan başkası ile olma. Çünkü O bahar mevsimi gibidir. Başkaları ise kara kış ayı.
Sen bir pâdişah olsan, senin malın, mülkün, orduların, tâcın, tahtın bulunsa; şunu iyi bil ki, Allah’tan başka her şey, seni yavaş yavaş ölüme doğru götüren şeylerdir.
Ey Hakk yolcusu, gamın, kederin varsa sevin, neşelen; çünkü gam buluşma tuzağıdır. İnsan gamlı olduğu zaman Hakka sığınır. Hakkı hatırlar. Sonra bu yolda alçak gönüllü olmak, alçaklarda dolaşmak, hor görülmek, mânen yükselmektir.
Aslında gam ve keder bir hazînedir. Senin hastalığın ve başına gelen belâlar, sıkıntılar da birer hazînedir. Fakat bu düşünce çocuklara nasıl tesir eder? Bunun bir hakîkat olduğunu nasıl anlarlar?
Çocuklar hakîkate akıl erdiremedikleri için, oyunun adını duyunca yaban eşekleri ile yarış ederek koşarlar.
Ey kör eşekler, bu tarafta, yani dünyada şehvet tuzakları kurulmuştur. Kahır ve ilâhî gazap gibi kan içiciler, pusuya yatmışlardır.
Oklar uçuşup durmada, onları atan yay da, gayb âleminde gizlidir. Gençlere, ihtiyarlatıcı yüzlerce ok saplanmaktadır. (61)
Gönül ovasına adım atmak gerek. Çünkü bedenimizin mayası olan balçık ovasında açılıp saçılmaya, gönül ferahlığı elde etmeye, mânen yükselmeye imkân yoktur.
Ey dostlar, gönül yurdu eminlik ülkesidir. Orada mânevî kaynaklar var, çeşmeler var. Orası güllük, gülistanlık; orada gül bahçeleri içinde gül bahçeleri var.
Ey dünya gecesinin yolcusu, acele gönüle doğru gel. Orada gez dolaş. Çünkü, gönülde yol yol mânâ meyveleri veren ağaçlar var. Orada bilgi ve duygu dereleri akmaktadır.
Fakat her insanın evveli, ibtidâsı şekildir, sûrettir. Ondan sonra can gelir, gönül gelir ki, o da, insanın iç yüzünün kemâli ve güzelliğidir.
Her meyvenin ibtidâsı şekilden, sûretten başkadır. Ondan sonra onun tadı, lezzeti gelir. Lezzet onun mânâsıdır.
Önce çadır bulurlar, kurarlar da, sonra Türk’ü oraya misâfir ederler.
Ey Hakk âşıkı, kendi maddî şeklini, sûretini sen çadır, mânâsını da Türk olarak kabul et; yine mânânı kaptan, şeklini de gemi olarak düşün!
Mevlana,Mesnevi cilt:3
____________________
Gönül verdiğin şeyin yaldızı, aslına gidip de o şey çirkinleşince, bakırı meydana çıkınca, yâni sevdiğin güzelliğini kaybedince, tabiatın ona doyar, ondan hoşlanmaz, onu boşlayıverir.
Sevgilinin seni büyüleyen, o yaldızlı sıfatlarından, o yaldızlı güzelliğinden elini, ayağını çek; bilgisizlik yüzünden kalp bir mâdeni altın sanıp da hoş deme.
Çünkü kalp şeylerdeki hoşluk, güzellik iğretidir. Görünüşte süslü püslüdür ama altında süssüzlük, çirkinlik vardır.
Fânî varlıklarda görülen güzellik, ilâhî güzelliğin iğreti olarak onlara aksetmesinden ibârettir. Akseden o nûr, günün birinde aslına geri dönecektir. Bu yüzden ey sâlik, iğreti güzelliklere bakma da, sen onun aslını, yâni güzelliği vereni ara.
Hz Mevlana,Mesnevi cilt:3
____________________
Düşünceleri, endişeleri silip süpürmek için hayret gerekir!
Bir hayret gerek ki, düşünceleri, endişeleri silip süpürsün. Çünkü hayret; fikri de, zikri de alır götürür.
Dünya işlerinde bilgi bakımından çok ilerde olan, hünerleri olan kişi maddî yönden ileridir; mânâda, mânâ âleminde gerilerde olabilir.
Cenâb-ı Hakk, Kur’ân-ı Kerîm’de “geri dönenler” diye buyurdu. Bu geri dönüş, bir sürü koyunun mer’adan ağıla dönmesi gibidir.
Fakat sürü ağıla dönünce, giderken en önde olan keçi en geride kalır. Bunu gibi sûrette, şekilde ileri olanlar, mânâda geri bulunanlardır.
Ağıla dönüşte geride kalan o topal keçi, sürü otlak yerine giderken suratı asıkları bile güldürecek bir hâlde öne düşer.
Bu toplum, yâni Hakk âşıkları, neden topal olup sûrette geri kalırlar? Neden övünmeyi, iftiharı bırakır da utancı, arı kabul ettiler; bunları boş yere yapmadılar.
Hacca gidenler içinde kırılmış ve dikenlerden yaralanmış ayaklarla yürüyenler bulunûr. Çünkü sıkıntılardan, ızdıraplardan, acılardan neşeye, ferahlığa gizli yol vardır.
Hakk yolunun âşıktları, gönüllerinden maddi ilimleri çıkarmışlar, almışlardır. Çünkü maddî ilimler hakk yolunda bir işe yaramaz.
Hakk yolu için Hakk'tan gelen, yâni aslı Allah tarafından olan bir bilgi; “ledün ilmi” gerekir. Çünkü, her cüz aslına, külle yol gösterir, kılavuzluk eder.
Her kanat, geniş bir denizi aşabilir mi? Allah ilmi olmalı ki, insanı Allah’a götürsün.
İş böyle iken, sonunda gönülden silinecek, atılacak ilmi sen adama ne diye öğretiyorsun?
Ey Hakk yolunun yolcusu; bu fânî dünyada baş olmaya, öne geçmeye heves etme, topal ol, geri kal da, Hakka dönüşte öne bulun.
Ey nâzik, zarif dost; geride, en ileride gidenlerden ol! Turfanda meyve de ağaçtan ileridir, ağaçtan öncedir.
Görünüşte meyve ağaçtan sonra gelirse de, aslın da o öncedir, ileridir. Çünkü ağaçtan maksat meyvedir.
Ey sâlik; sen de melekler gibi; “Bizim bilgimiz yok” de. Bu sözü söyle de; “Ancak senin öğrettiğin bilgiyi biliriz” âyeti elini tutsun, yardımcın olsun!
Eğer bu madde âlemi mektebinde hecelemeyi bilmezsen, bildiklerini de unutacak olursan, o zaman Hz.Ahmed (s.a.v) gibi irfan nûru ile dolarsın, akıl ve zekâ kanataları ile uçarsın.
Eğer şehirde tanınmıyorsan; ad, san sahibi değilsen üzülme, kaybolmazsın. Allah, kullarının hâllerini, ne olduklarını daha iyi bilir.
Hani o tanınmayan kimsenin bilmediği bir yıkık yer var ya, orada korunmak için gömülmüş bir hazîne vardır.
Hazîneyi hiç bilinen yere korlar mı? İşte tıpkı bunun gibi, feraha kavuşma, kurtulma da, hastalıklar da, meşakkatler da, sıkıntılar da gizlidir.
Burada hatıra birçok şüpheler, tereddütler gelebilir. Ama iyi at, köstekleri kırar, kendini kurtarır. Yâni olgun bir derviş, nefsânî bağlardan kendin kurtarır, doğru yolu bulur.
Allah’ın aşkı zorlukları yakıp yandıran bir ateştir. Nitekim, gündüzün nûru da, her türlü hayâli siler süpürür yok eder.
Ey Allah’ın makbûlü, rızâsını kazanmış kişi, bu gibi soruların cevabını o soruların geldiği yerden, yâni Hakktan niyâz et!
Gönlün köşesiz köşesi, Allah’a giden bir caddedir. Onun nûru da, doğusu, batısı olmayan bir ay’dandır.
Ey mânâ dağı, ey Hakk âşıktı! Sen bir dilenci gibi ne diye o yandan, bu yandan sesin yankısını, aksini arar durursun?
O mânâ sesini, derde düşünce iki büklüm olup “Ya Rabbi!” diye yalvardığın taraf yok mu, işte o tarafta ara!
Sen dertlerle kıvrandığın, ölümle yüz yüze geldiğin zaman, O’na, o tarafa yönelirsin; fakat derdin geçince, ölüm korkusu kalmayınca o tarafa yabancı olursun.
Mihnet ve ızdırap içinde kıvranırken Allah’ı arasın, mihnet geçince;
“O’na giden yol nerede?” diye sorarsın.
Bu hâl, Allah’ı gereği gibi bilmemenden ileri geliyor. Hâlbuki, Cenâb-ı Hakkı şeksiz şüphesiz bilen, tanıyan kişi daimâ O’nu zikreder, O’ndan ayrı düşmez. Yâni, mihnetin gitmesi ve âfiyetin gelmesi, Hakkı şüphesiz tanıyan kimsenin her vakit O’nu zikretmesi içindir.
Cenâb-ı Hakkı şüphesiz tanıyan kişi; mihnette de, âfiyette de Allah’ı zikreder. Fakat, gaflet içinde bulunan böyle değildir. Gaflet perdesi bâzen açılır, o zaman Allah’ı hatırlar ve zikreder. Bâzen de mânen gözünün önünde perde gerilir, Allah’ı zikretmez olur. Bu da, kulun gafletinden ve idrâkinin eksikliğindendir.
Cüz’i ve eksik olan akıl, bâzen şaşırır kalır, bazen de baş aşağı düşer. Küllî ve tam olan akıl ise zamanın hâdislerinden emindir, kurtulmuştur.
Evlâdım! Sen aklı, hüneri sat; hayranlığı, şaşkınlığı satın al! Küçük
görülmeye, değersiz sayılmaya bak; horluğa yürü! Böylece mânâya yönel; yoksa dünyalık kazanmak için, ticaret maksadı ile Buhara’ya gitme!
Biz, ne diye bu derece söze daldık? Hikâye söyleyeyim derken kendimiz hikâye olduk gitti.
Böylece ben maddî varlığımdan kurtuldum, yok oldum, masal oldum. Bâri mânen yalvararak, inleyerek secde edenlerin arasına katılayım!
Hakkı arayanlar için bu söylenilen sözler hikâye değildir. Sadık ve merhametli olan mânâ dostunun huzûrunda durumu anlatmaktır.
Hakka âsi olan Nâzır bin Harîs Kur’ân’a; “Öncekilere ait masallardır” dedi. Bu sözü nifak, iki yüzlülük belirtisi oldu.
Geçmiş ve gelecek zaman, sana göredir. Senin iki ayrı zaman sandığın geçmiş zaman ile gelecek zaman, Hakkın nazarında birdir. Yâni devam edip giden bir geniş zaman vardır.
Bir kimse; bir başkasının babası, bizim oğlumuz olur. Yezid’in altında olan dam, Amr’ın üstünde bulunur.
Damın altta, üstte oluşu, o iki adama göredir. Hakîkatte dam tek bir şeydir.
Bu söz de; onun misli, yâni eşiti değil, bir örneğidir.
Ey hakîkate susammış kişi! Allah’ın bu şeker denizinin ne kıyısı var, ne de kenarı! Bu sebeple ağzını kapa; burası dere kıyısı değil!
Hz Mevlana,Mesnevi,cilt:3
____________________
Gaflet hastalığı insanı hak ve hakikatin düşmanı yapar
Peygamberler dediler ki: “Gönülde bir gaflet illeti peydâ olur. Bu illet yüzünden, insan hakikatin düşmanı kesilir.
Bu gaflet hastalığı yüzünden, Allah’ın verdiği nimet tamamıyla illet olur. Hastalıkta yenen yemek insana nasıl kuvvet verir?
Ey günah işlemekte ısrar eden, direnen kişi, senin karşına nice hoş şeyler gelir, gelir ama, onların hepsi de sana kötü görünür. Saf, duru su senin gözünün önünde bulanır, içilmez olur.
Sen bütün bu hoş şeylere düşman oldun da, bu yüzden neye el atarsan, o şey sana kötü görünür, kötü olur.
Sana hayat olan, dost olan kişi, gözüne hor hakîr görünür.
Sana yabancı olan kişi, senin nazarında çok büyük ve muhterem sayılır.
Bütün bunların hepsi de, gönlündeki gaflet hastalığının tesiridir. Bu hastalığın zehri, bürün bedene, bütün uzuvlarına yayılır.
Önce, bu illeti defetmek gerek. Çünkü, insan da bu illet bulundukça şeker bile ona pis görünür.
Karşına çıkan her güzel şey, her iyi şey sana çirkin görünür. Kötü gelir. Hattâ âb-ı hayat elde etsen, sana ateş görünür.
Birer mânevî hastalık olan gaflet ve kibir kötü huylar ölümün ve onunla bununla didişmenin kimyası, yâni sebebidir. Bu kötü huylar insanı mânen öldürür de, o kişi artık Hakk’ı ve hakîkati aramaz olur.
O hastalık sende bulundukça, gönlü dirilten can gıdasını yersen, o gıda bedenine gelince kokar, leş kesilir.
Nazlarla, niyâzlarla avlanan, yâni gönülleri kazanılan azîz varlıklar sana yaklaşsalar, o azîz varlıklar sana bayağı görünürler.
Akıllı bir kimse, başka akıllı bir kişi ile dost olunca aralarındaki sevgi gün geçtikçe artar.
Fakat nefsin aşağılık nefislerle tanışması, sevişmesi, iyice bil ki her an sevgiyi azaltır.
Çünkü nefsânî arzular peşinde koşan dostların nefsi, tanışmada bir maksat, bir fayda gözetir. Onu bulamayınca dostluğunu çabucak bozar.
Eğer dostunun yarın âhirette senden nefret etmesini istemez isen, bir akıllı kişi ile, bir akılla dost ol. (307)
Nefsânî arzulara boyun eğmiş, nefsin zehirleri ile hastalanmış isen, eline ne alırsan al, o da hastalanır, illet kesilir.
Eline bir mücevher alsan, taş olur; birine gönülden bağlansan, o sana düşman kesilir, seninle kavga eder.
Kimsenin söylemediği, duymadığı bir nükte duysan, onun üzerine akıl yorsan, onu anlasan, o nükte sana tatsız, zevksiz, mânâsız gelir.
Onu anladığın halde, zevkine varmadığın için, “Ben bunu çok işittim, artık eskidi. Arkadaş, sen bana bundan başka bir şey söyle” dersin.
Bir başka taze, yepyeni bir şey duyduğunu farzet. Ertesi gün ondan da bıkar, ondan da nefret edersin.
Sen sendeki hastalığı gidermeye bak. Hastalık geçince, her eski söz, sence, yeni bir söz olur.
O eski söz, yepyeni dallar, budaklar verir. Yüzlerce meyve hevenkleri bitirir, yetiştirir.
Mevlana,Mesnevi
____________________
Hz. Hamza’nın zırhsız savaşa girmesi
Hz. Hamza ömrünün sonlarında, düşman saflarına zırhsız girer, kendinden geçmiş halde savaşa atılırdı.
Göğsü, kolları, bedeni açık, yâni zırhsız bir halde kendini düşman safına, kılıçların önüne atardı.
Halk; “Ey peygamberin amcası! Ey saflar yaran aslan! Ey yiğitler pâdişahı! Sen Allah’ın buyruğunda, ‘Kendinizi tehlikeye atmayın’ âyetini okumadın mı? (1)
O halde neden savaş meydanında, kendini böyle tehlikeye atıyorsun?” diye sordular.
“Sen genç iken, sağlam iken, gücün kuvvetin varken düşman safına zırhsız girmezdin.
Şimdi ihtiyarladın, zayıf düştün, belin büküldü ama, tedbirsiz olarak düşmana atılıyorsun.
Hiçbir şeye aldırmıyorsun. Bir kılıç ve bir mızrakla savaşa giriyor, sanki kendini imtihana çekiyorsun.
Kılıç duygusuzdur, ihtiyara saygı göstermez, acımaz; kılıçta, okta insanı ayırt etmek hassası yoktur.”
Bir şeyden haberleri olmayan dostlar, onun durumuna üzülenler, gayret ve sevgilerinden ötürü, ona böyle öğüt veriyorlardı.
Hz. Hamza dedi ki: Ben genç iken, ölümü bu dünyaya vedâ etmek gibi görürdüm
Ölüme doğru kim isteyerek gider? Ejderhanın önüne kim çıplak çıkar?
Fakat Hz. Muhammed’in (s.a.v.) nûru sâyesinde ben şimdi bu fâni dünyaya bağlı ve ona boyun eğen değilim.
Ben duyguların ötesine çıkıyorum da, hakikat şâhının ordugâhını, Hakk nûru ve askerleri ile dolu görüyorum.
O ordugâhta çadırlar çadırlara bitişmiş, ipler iplere sarılmış. Allah’a şükürler olsun ki beni gaflet uykusundan uyandırdı.
Ölüm kimin gözünün önünde tehlike olarak görülürse ‘Kendinizi tehlikeye atmayın’ âyeti onun içindir.
Fakat birisinin nazarında ölüm, hakikat kapısının açılmasına sebep olursa, ona; ‘Haydin, çabuk ölün’ emri gelir.
Ey ölümü görenler, uzaklaşın, kaçışın, sakının. Ey haşri, dirilmeyi görenler; çabuk olun, buraya koşuşun.
Ey Allah’ın lütfunu görmüş olanlar, ferahlanın, içiniz rahatlasın. Ey kahrı görenler; siz de üzülün, dertlenin.”
(1)- Bakara Sûresi 195.
Mevlana,Mesnevi
____________________
Nerede bir dert varsa deva,oraya gider;neresi alçaksa,su oraya akar. Kederlendinse,kalbinde gam hissettinse,Allah'tan bağışlanma dile.
Ey işin aslını arayan kişi!Şu hakikati iyi bilki,kimde dert varsa,kimin gözü yaşlı,gönlü yaralı ise o,ilahi sırlardan koku alır,dermana erişir.Mademki aslan değilsin, ileri doğru adım atma
Mademki aslan değilsin, aklını başına al, ayağını ileri atma, çünkü ecel kurttur. Senin canın ise dişi bir koyun gibidir.
Eğer sen, ilâhî vasıfları kazanmış abdal bir kişi isen ve senin koyunun aslan oldu ise, yâni nefsânî arzularını yenerek rûhunu arındırdı isen, emin olarak gel; ölümün başını eğmiş, sana yenilmiş, alt olmuştur.
Abdal kimdir? Varlığı değişmiş, Allah’ın lütfu ile onun şarabı sirke olmuş kişidir. (1)
Fakat sen dünya sarhoşusun, kendini aslan olacak bir yiğit sanıyorsun. Hattâ “aslanım” zannına düşmüşsün, aklını başına al da ileri atılma.
Ben cefâya uğrayıp, kemâle ereceği ve safâ bulacağı zaman kaçan, sonra da mânevî safâ, huzûr dileyen kişiye şaşarım. (2)
Aşk bir dâvâya benzer, sefâ çekmek de tanıktır. Tanığı olmayan dâvâ kaybedilir.
Kadı senden tanık isterse, sakın onu incitme; cefayı, kederi, ızdırabı güler yüzle karşıla. Onları bağrına bas da, hakikat defînesini elde et. (3)
Ey oğul, senin başına gelen cefâlar, belâlar sana değildir; sende bulunan kötü huylaradır. Sende bulunan kötülük sıfatının gidebilmesi içindir.
Anan sana kızınca ;”Allah canını alsın” der. Fakat onun istediği, senin değil de, sendeki kötü huyun ölümüdür. Edep ve terbiyeden kaçan kimseler, mertliğin de, mertlerin de, şereflerini onurlarını çiğnemişlerdir.
Güzelce dövülmüş, ve elenmiş az miktardaki tatlı badem; acı badem içine giren, acı bademlerin içine karışan çok miktardaki bademden daha hoştur.
Bademin acısı ve tatlısı görünüşte birdir, ayırt edilemez. Kusur şunda ki, onların şekilleri, görünüşleri bir ama, gönülleri bir değil, birisi acı, birisi tatlı.
Allah’a inanmayan kişinin gönlünde korku vardır. Çünkü o, öbür dünyanın, yâni âhiretin hâlinden şüphe eder; zanla, şüphe ile yaşar durur.
Onun da bir yolu vardır. Orada koşar durur. Fakat o yol bir hakikat menzile varamaz. Gönlü kör olan kişi adımı korka korka atar.
Yolcu gideceği yolu bilmezse, nasıl yol alabilir ? Korku ile, dertlerle ve gönül almalarla dolu olarak gider.
Birisi; “Hey yolcu! Dikkat et, bu tarafa yol yoktur” derse, korkusundan hemen orada durur.
Fakat gönlü ile hakikati duyan ve yolu bilen kişinin kulağına hiç böyle hay huylar girer mi?
O hâlde, ey sâlik, sen böyle deve yürekli, yâni korkak insanlarla yoldaşlık etme! Çünkü darlık ve korku vaktinde onlar işe yaramazlar.
Dipnotlar:
1- Abdal denilen ermişler Allah’ın çok sevdiği velîlerdir. Kötü ahlâkları, iyi ahlâkla değiştirdikleri için onlara “abdal” denilmiştir.
2- Çünkü sevgilinin cefâsı, kalpteki günâh pasını siler, temizler. Cefâdan, belâdan şikâyet etmek ise, o pasın kalmasını, belki artmasını istemektir:
“Yârin cefâsı, cümle safâdır, cefâ değil.
Yâri “cefâ kılar” diyen, ehl-i vefâ değil.”
3- Define tılsımlı bir yılan tarafından korunduğu için, Mevlâna
;”Yılan gibi olan cevr ve cefâya katlanın ki, yâra kavuşasınız” demek istiyor.
____________________
Çünkü gam,Allah'ın izniyle gelir,yaptığı işi Allah'ın emriyle yapar.Şunu iyi bil ki,sana Allahı hatırlatan,seni inciten,gizlice Allah'a yalvartan dert,bütün dünya mülkünden ve saltanatından daha iyidir.
Dertsiz yapılan dua soğuktur,bir işe yaramaz.fakat dertliyken,acı çekerken edilen dua,gönülden kopar gelir.
Ey oğul!senin başına gelen cefalar,belalar sana değildir.
Sende bulunan kötü huyadır.
Sende bulunan kötülük sıfatının gidebilmesi içindir.
Ne olursa olsun,kötü bile olsa,değilmi ki sana kılavuzluk etti,SEVGİLİYE ulaştırdı,sevimlidir dosttur...
____________________
Ey insan, sen görünüşte maddî varlığınla “küçük bir âlem”sin. Fakat mânen, gerçek varlığınla, “büyük bir âlem”sin.
Görünüşte bir ağacın dalı, meyvenin aslı, temelidir. Çünkü yemiş dalda bulunûr, dalda olur. Fakat hakikatte, o dal, o meyve için var olmuştur.
Meyve elde etmeğe meyli , bir ümidi olmasaydı, bahçıvan hiç ağaç diker mi idi?
Öyle ise görünüşte meyve, ağaçtan meydana geliyor da, hakikatte o ağaç meyve çekirdeğinden doğmuştur.
Bu sebepledir ki, Peygamber Efendimiz ;”Hz. Âdem de ve bütün peygamberler de benim arkamda, benim sancağımın altındadır1 diye buyurmuştur.
O hüner sahibi bu yüzdendir ki: “Biz sonra gelenler en ileri gidenleriz” diye buyurdu.
Peygamberimiz buyurmuştur ki: “Ben görünüşte maddî bakımdan Âdem’in neslinden gelmiş isem de, mânâ bakımından, ben Âdem’in anasının da ansıyım.
Meleklerin Âdem’e secde etmeleri, benim yüzümden, yâni Âdem’de benim nûrumu gördükleri içindir. Âdem, benim sebebimle yedinci kat göğe çıkmıştır.
Öyle ise, ağacın meyveden doğduğu gibi, mânâ bakımından babam da benden doğmuştur.
Düşüncenin evveli amelde, yâni yapılan işte son olarak geldi. Hele önüne ön olmayan, ezelî olan zamanı sıfat edinmiş düşünce olursa.
Hâsılı bir an içinde gökten yeryüzüne nice kervanlar gelip gitmede.
Bu yol, bu kervan uzun değildir. Hakk’ın inâyetine mazhar olan kişiye kurtuluş çölü uzun olur mu?
Gönül her an Kâbe’ye gider, gelir. Allah’ın lütuf ve ihsanıyla beden de gönlün huyunu huy edinmektedir.
Yolların uzunluğu, kısalığı bedene göredir. İlâhî âlemde uzunluğun kısalığın yeri olur mu?
Allah, bedeni değiştirince, fersaha, mile bakmadan yürür, gider.
Bu zamanda yüzlerce ümit var. Lâfı bırak da hemen Hakk âşıklarına yaraşır şekilde adımını atmaya bak.
Gözlerini kapayınca, kendini Hakk’a giden bir gemide yatmış, uyumuş bulursun. Uyumuşsun ama, geminin yol alması ile sen de durmaz, gemi ile beraber yol alırsın.
____________________
Benim ümmetim nûh’un gemisine benzer, o gemiye giren kurtulur, girmeyen boğulur, gider.” hadîsinin tefsiri
Bu sebepledir ki, Peygamber Efendimiz (s.a.v.) buyurmuştur ki :”Ben hayat şartlarının getirdiği felâketlere, tufanlara karşı, başa gelen belâlara karşı bir gemiyim.
Ben ve ashabım Nûh’un gemisine benzeriz. Kim bu gemiye el atar, binerse kurtulur.”
Sen şeyhle beraber oldukça, çirkinlikten, kötülükten uzak kalır, gemiye binmiş olur, gece gündüz Hakk’a doğru yol alırsın.
Canlar bağışlayanın rûhânî himâyesi altında, gemide yattığın hâlde ilerlersin.
Zamanın peygamberi demek olan ve peygamberlerin vârisleri sayılan velîlerden ayrılma; kendi hünerine, kendi bilgine pek güvenme.
Aslan bile olsan kılavuzsuz yola çıkma; gurura kapılır, kendini görür, yoldan çıkar, sapıtır, aşağı bir hâle düşersin.
Aklını başına al da, kendine gel de, ancak şeyhin kanatları ile uç, uç da şeyhin yardımını gör; mânevî ordusunu seyret.
Zaman olur şeyhin lütfunun dalgası sana kol kanat kesilir. Zaman olur kahrının ateşi hamal olur, seni taşır.
Onun kahrını, lütfunun zıttı bilme; dikkatle bak da, tesir bakımından kahrı ile lütfunun birbirinin aynı olduğunu gör, anla.
Şeyh bir zaman seni toprak gibi yeşertir, bir zaman da seni rüzgârla doldurur, şişirir, büyütür.
Ârifin bedenine cansız toprağın huyunu verir de, onda neşeli ma’rifet gülleri ve hakikat nesrinleri bitirir.
Fakat o yetişen gülleri, nesrinleri ancak şeyh görür. Başkaları görmez. İçi tertemiz olan kişiden başkası cennetin kokusunu alamaz ki….
İçini sevgiliyi inkârdan kurtar da, sevgilinin gül bahçesinden gelen fesleğen kokusunu duy.
Peygamber efendimiz nasıl Rahman’ın kokusunun Yemen’den aldı ise, sen de benim sevgilimin cennet kokusunu al.
Mirâç edenlerin safında durursan yokluk bir burak olur, seni alır, göklere doğru yüceltir.
Bu mirâç seni yer yüzünden ay’a kadar yükseltecek mirâç değildir. Belki kamışın şekere kadar olan mirâcıdır. Yâni Hakka şıkının zevksizlikten kurtulması ve gerçek zevki bulma mertebesine ulaşmasıdır.
Bu mirâç, bir dumanın göğe doğru çekilmesi değildir. Ana karnındaki ceninin büyümesi, duygu ve bilgi derecesine mirâcıdır.
Yokluk kır atı ne de hoş bir buraktır. Sen gerçekten yok oldunsa, benlikten kurtuldunsa, yâni ölmeden önce öldünse, seni alır, hakiki varlık durağına götürür.
Dağlar, denizler o yokluk burağının ancak tırnağına dokunabilirler. O öyle koşar ki ,duygu dünyasını bile ardında bırakır.
Ey Hakk yolcusu, gemiye bin, yâni şeyhin sohbetine gel. Orada ayağını topla, edeple otur. Yürüyüp giden can gibi can sevgilisine yürü.
Ruhlar yokluktan nasıl koşup geldilerse, sen de öyle, elsiz, ayaksız, evvelîne evvel olmayan aleme kadar yürü, git.
Eğer dinleyen, gaflet uykusunda olmasaydı, can kulağı da açık bulunsa idi, sözdeki kıyas perdesini yırtardın ya..
Ey gökyüzü, o söyleyenin sözleri üzerine inciler saç; ey dünya sen de onun bulunduğu, âlemden utan, hâyâ et.
Ey gökyüzü, o sözler üzerine inciler saçacak olursan, incilerin yüz kat artar. Cansız bedenin görüş, söyleyiş sahibi olur.
O saçtığın incileri, kendin için saçmış olursun. Çünkü sermâyen; maddî, mânevî servetin yüz misli artar.
____________________
Bedevînin armağanını, yâni su testisini halifenin kullarına teslim etmesi
Bedevî, su testisini takdim etti. Böylece, o dergâha hizmet tohumunu ekti.
Dedi ki: “Bu armağanı pâdişaha götürün. Pâdişahtan ihsan, iyilik dileyen benim gibi bir fakiri, yoksulluktan kurtarın.
Getirdiğim su tatlı ve lezzetlidir. Testi de yeşil sırlı ve yenidir. İçindeki su ise, bir çukurda dinlenmiş yağmur suyudur.”
Bedevînin bu sözlerine, saray memurlarının güleceği geldi. Ama gülmediler. Testiyi can gibi aldılar, bağırlarına bastılar.
Çünkü her şeyden haberi olan , o güzel huylu pâdişahın lütfu adamlarına tesir etmiş, onlar da güzel huylu olmuşlardı.
Halife, bedevînin hediyesini görüp ahvâlini işitince, o testiyi altınla doldurttu ve türlü türlü ihsanlarda bulundu.
Böylece bedevîyi ihtiyaçtan kurtardı. Ayrıca ona armağanlar verdi, husûsî elbiseler giydirdi.
O yüce pâdişah, o iyilik ve adâlet deryası, saray memurlarına dedi ki:
“Şu altınla dolu testiyi eline verin; yurduna dönerken onu Dicle kıyısından geçirin.
O kara yolundan çölleri aşarak gelmiş, hâlbuki Dicle yolu, bulunduğu yere daha yakın, daha kestirmedir,” dedi
Bedevî gemiye binip de, Dicle'yi görünce, utancından yere kapandı, eğilip secde etti.
“Ben, bu ihsan sahibi, cömert pâdişahın lütuflarına, hediyelerine şaşırdım kaldım. Ama, bundan da daha şaştığım şey, onun benim getirdiğim suyu kabul etmesidir.
Nasıl oldu da, o cömertlik denizi, benim bir pula değmez armağanımı çabucak kabul etti?”
Oğlum, sen bütün dünyayı ağzına kadar ilimle, güzellikle dolu bir testi bil.
O testideki su, Cenâb-ı Hakk’ın güzelliği Dicle’sinden bir damladır. O güzellik ise çokluğundan, bolluğundan, hadsiz hesapsız oluşundan kabına sığamamaktadır.
Şânı ve kudreti pek yüce olan Allah, gizli bir hazîne idi. Güzelliğinden, büyüklüğünden, hadsiz hesapsız dolgunluğundan ötürü gayb perdesini yırttı. Ve kara topraktan ibâret olan şu dünyayı sayısız varlıklarla, güzelliklerle, hesapsız nimetlerle doldurdu da göklerden daha parlak bir hâle getirdi.
Gerçekten de Allah gizli bir hazîne iken bilinmek istedi.Güzelliklerle dopdolu olduğundan coşup taştı ve toprağı atlaslar giyinmiş bir sultan gibi süsledi, donattı.
Eğer o bedevî, Allah Dicle’sinin bir kulunu görmüş olsaydı, kendi varlık testisini kırar yok ederdi.
Zaten, Allah Dicle’sinin bir kulunu görenlerin hepsi de, her zaman kendilerinden geçmiş halde olup, varlıklarının testisini kırmağa çalışırlar.
Ey aşkından, gayretinden ötürü varlık testisini taşa tutan Hak âşıkı, sen testiyi kırmakla, onu daha sağlam, daha mükemmel bir hâle getiriyor, bu suretle gölge varlığından kurtuluyorsun.
Varlık küpü kırılmış, fakat içindeki su dökülmemiştir. Bu kırılıştan yüz binlerce sağlamlık meydana gelmiştir.
Kırılan varlık küpünün her zerresi, raks ve cezbe hâlindedir. Fakat cüzi akıl bunu olmaz bir şey görür.
Bu vecd hâlinde ne testi görünür, ne de su. Bu sözün hakikatini iyice anla. Doğruyu en iyi bilen Allah’tır. (184)
MEVLANA-MESNEVİ CİLT:1 (ŞEFİK CAN ŞERHİ) ^^---
___________________
KİBİR ŞAŞKINLIĞI
Mesneviden:
Küçük bir fâre kocaman bir devenin yularını kapmış, eline almış, kurula kurula gidiyordu. Deve, kendi huyu, uysal tabiatı yüzünden, onunla yol alıp giderken fâre, kendi küçüklüğünü göremeden:
Meğer ben ne müthiş bir pehlivanmışım, develeri sürükleyebilecek bir yiğitmişim!” diye böbürleniyordu.
Gide gide bir nehrin kenarına geldiler. Nehri gören fare, kibrinin şaşkınlığı içinde donup kaldı. Onun kibrinin farkında olan deve ise, mânidâr bir şekilde:
Ey dağda, ovada bana arkadaşlık eden! Neden durakladın? Neden böyle şaşırıp kaldın? Haydi, yiğitçe nehrin içine gir. Sen benim kılavuzum, öncüm değil misin? Yol ortasında böyle şaşırıp kalmak, sana yaraşır mı?” dedi.
Mahcûp düşen fâre, kekeleyerek şöyle cevap verdi:
Arkadaş! Bu su pek büyük, pek derin bir su; boğulurum diye korkuyorum.”
Deve suyun içine girip:
Ey kör fâre! Su diz boyu imiş, korkmana gerek yok!” dedi.
Fâre çaresiz ve mahcûp îtirafına devam etti:
Ey hünerli deve! Nehir sana göre karınca, bize göre de ejderha gibidir. Çünkü dizden dize fark vardır. Benimki gibi yüz tane dizi üst üste koysak, ancak senin bir dizin eder.”
Bunun üzerine akıllı deve, fâreye şu nasîhatte bulundu:
Öyleyse, gurur ve kibire aldanıp bir daha terbiyesizlik etmeye kalkma; haddini bil! Sana olan hoş görüş ve müsâmahama kapılıp şımarma; çünkü Allâh, şımaranları sevmez!..
Var git; sen, kendin gibi fârelerle boy ölçüş!”
Artık, iyiden iyiye gerçeği anlayıp utanmış bulunan fâre:
Tevbe ettim, pişman oldum. Allâh için olsun şu öldürücü, şu boğucu sudan beni geçir!” diye yalvardı.
Böylece deve, yine merhamet edip ona acıdı da:
Haydi! Sıçra da hörgücümün üstüne çık, otur! Bu sudan geçmek veya başkalarını geçirmek benim işimdir. Zîrâ vazîfem, senin gibi yüz binlerce âcize hizmetten ibarettir.” dedi ve fareyi nehrin öbür tarafına geçirdi.
Hazret-i Mevlânâ’nın Mesnevî’de anlattığı bu hikâyede fâre; başından büyük işler görmeye kalkışan, kendini başkalarından üstün gören, böbürlenen bir kişinin sembolüdür. Deve ise sabırlı, tecrübeli, hünerli ve kâmil bir insanın remzidir.
Hazret-i Mevlânâ’nın bu kıssayı nakletmekten murâdı da, ondan nice ibretli düşünce, fikir ve hisseler aksettirmektir. Cümlelerinin her birini bir irfan deryâsı hâlinde söyleyen Hazret-i Pîr, buradan çıkarılması gereken nükteleri de yine kendisi şöyle ifâde buyurur:
“İblis, önceleri melekler arasında büyük tanınmış, kendini üstün görmeye alışmıştı. Bu alışkanlığı yüzünden şımardı ve Allâh’ın emrinin azamet ve haşmetinin farkına varmadı; Âdem -aleyhisselâm-’ı hakîr, aşağı gördü. Böylece aşağıların aşağısı bir âkıbete dûçâr oldu…”
“Bil ki, bakır, altın olmadıkça bakırlığını bilmez. Gönül de mânevî kıvâma ulaşmadıkça hatalarını görmez, süflîliğini anlamaz. Ey gönül! Nefsin kibir ve gurur çukurundan kurtul da sen de bakır gibi iksîre hizmet edip bir altın hâline gel! Gönülleri kuşatan sevgiliye hizmet et!..”
“Bu sevgililer, gönül sahibi olanlardır. Gece ile gündüz birbirinden nasıl çekinir ve ayrılırsa, onlar da dünyadan öyle çekinir, öyle kaçıp dururlar…”
Bütün bu anlatılanlar gösteriyor ki, «benlik» ve «iddiâ»nın girdiği yerde mevkî ve rütbenin putperestliği başlar, orada aslâ rahmet tezâhür etmez. Zîrâ benlik ve iddiâ, rûhânî hayâtın kanseridir-
___________________
Hz. Ali’nin imanı ve aşkı yüzünden Müslüman olan hasmının sorularına verdiği cevap
Hz. Ali buyurdu ki: “Ben kılıcı, Allah rızâsı için vururum. Ben Allah’ın kuluyum. Nefsimin, bedenimin kulu değilim.
Ben, Allah aslanıyım, nefis aslanı değilim. Yaptığım işler, dinime bağlılığıma şâhittir.
Ben savaşta; ‘Attığın zaman sen atmadın, Allah attı’ ayetinin anlamını yaşıyorum. Ben kılıç gibiyim. O kılıcı, hakîkat güneşi benim elimle vurur.
Ben nefsimin varını yoğunu, yâni gölge varlığımı yoldan kaldırdım, attım; ben Hakk’tan gayrı ne varsa onu yok bildim.
Ben gölgeden başka bir şey değilim. Efendim de hakîkat güneşidir. Ben hidâyet göklerinin kapıcısıyım; hidâyet göklerinin perdelerini açarım, fakat hakîkate perde değilim.
Ben vuslat incileri ile dolu bir kılıcım; ben savaşta adam öldürmem, diriltirim.
Benim kılıcım, haksız yere kana bulanmaz. Nefis rüzgârı, benim merhamet bulutumu nasıl yerinden kıpırdatır, sürüp götürebilir?
Saman çöpü değilim; hilim, sabır, adalet dağıyım. Kasırga, nasıl olur da koca bir dağı yerinden koparabilir?
Bir rüzgârla yerinden oynayıp uçan, ancak saman çöpüdür. Zaten, uygun esmeyen nice rüzgârlar vardır.
Ben bir dağım, benim varlığım onun binasıdır. Beni o yaratmıştır. Saman çöpü olsam bile, beni kımıldatan, uçuran O’nun rüzgârıdır.
İsteğim, dileğim, O’nun irâdesi rüzgârından başka bir şeyle hareket etmez. Ruhani ve cismânî kuvvetlerimin, gönül ordularımın baş komutanı, tek olan, eşi, benzeri bulunmayan Allah’ın aşkıdır.
Hiddet, öfke pâdişahlara pâdişahtır. Fakat, bizim kölemizdir. Ben öfkenin ağzına gem vurmuşumdur.
Hilmimin kılıcı, hiddetimin boynunu vurmuştur da, bu yüzden Hakk’ın hışmı, bana rahmet ve rahat olmuştur.
Gönül evi yıkıldı, tavanı çöktü. Ama içeriye Hakk güneşinin nûru doldu. Böylece nûra gark oldum. Ebû Turâb’ım ama, hakîkat ve ma’rifet bahçesiyim.
Savaşırken, yüzüme tükürdüğün için nefsânî bir benliğe, öfkeye kapılırım diye kılıcı gizlemeyi daha doğru buldum.
‘Kim Allah için severse, kim Allah için nefret ederse’ hadisine uymak, o emri yaşamak istedim.
İstedim ki cömertliğim Allah rızâsı için verenlerinki gibi olsun; malımdan sakınmam, vermemem de yine Allah rızâsı için vermeyenlerinki gibi olsun.
Benim malımdan vermeyişim de, verişim de ancak Allah içindir. Ben tamamıyla Allah’a âit bir kulum. Başka bir kimsenin adamı değilim.
Ben ne yapıyorsam, Allah içindir. Taklit değildir. Hayâle kapılarak, zanna, şüpheye düşerek iş görmedim. Ben görerek iş yaparım.
Ben ictihattan, hüküm vermeden ve araştırmadan kurtulmuşum. Gönlümle sıkıca Hakk’a bağlanmış, başka şeyler düşünmez olmuşum.
Mânen uçarsam, çıktığım yükseklikleri; dönüp dolaşırsam, dönüp dolaştığım yeri görürüm.
Mânâ yükümü, nereye kadar çekip götüreceğimi bilirim. Ben Hakk ve hakîkat nûru ile parlayan bir ayım. Önümde yol gösterenim Hz. Muhammed’in nûrunun güneşidir.
Halka bundan fazlasını söylemek doğru değildir. Çünkü deniz bir ırmağın yatağına sığmaz.
Bu yüzden herkesin anlayacağı, akıllarının ereceği derecede, basit bir şekilde söyleyeyim. Böyle söyleyiş, ayıp değil, Peygamberimiz
Efendimizin emridir.
Ben garazdan kurtulmuşum, hür bir adamım. Hür bir adamın tanıklığını dinle, kölelerin tanıklığı bir para etmez.
Madem hürüm, öfke, hiddet beni nasıl olur da bağlar? Bende Hakk’ın sıfatlarından gayrı sıfat yoktur. Eğer mutlu olmak istiyorsan, beri gel ve bana yaklaş.
Beri gel ki: “Allah’ın fazl u rahmeti, seni küfürden azat etmiştir. Çünkü O’nun rahmeti, merhameti gazabından üstündür.
Beri gel ki, şimdi tehlikeden kurtuldun. Artık Hakk’ın bahçesinde bir gül gibi açıl, saçıl…
Ey muhteşem pehlivan, artık sen bensin, ben de senim. Sen, Ali oldun, ben Ali’yi nasıl öldürebilirim?
Tam öldürüleceğim anda, yüzüme tükürme suçun, her türlü ibâdetten hayırlı bir suç oldu da, o suç yüzünden bir anda, gökleri bir uçtan bir uca aştın.”
O adamın işlediği suç, ne de kutlu bir suç ki, kendisini mânen yükseltti. Buna şaşılmasın. Gül yaprakları da dikenler arasında bitip çıkmıyor mu?
Hz. Ali öldürmekten vazgeçtiği yiğide dedi ki: “Sana kapıyı açtım, içeri gir. Sen, bana tükürmüştün. Ben sana armağan veriyorum.
Bana cefâ edenlere bile, bu çeşit armağanlar veririm. Bana kötülük edene iyilik ederim.
Artık vefâ edene neler bağışlarım, sen anla. Ona bitmez, tükenmez defineler, hazîneler, mallar, mülkler veririm.”
Emîrü’l-müminîn Ali, o gemce dedi ki: “Ey yiğit, savaşırken sen yüzüme tükürünce, nefsime ağır geldi, benim huyum değişti.
Yapacağım savaşın yarısı Allah rızâsı için, yarısı da öfkem zoru ile nefsim için, intikam almak için olacaktı. Halbuki, Allah’a ait işlerde ortaklık uygun değildir.
Allah seni kudret eli ile yarattı, süsledi. Sen Allah’ınsın, benim mahlukum değilsin.
Allah’ın yarattığını yine Allah’ın emri ile kır, dök; ‘Dostun camına dostun taşını at’ demişlerdir.”
Hz. Ali’nin düşmanı, bu sözleri işitince, gölünde Hakk nûru parladı, imana geldi.
Dedi ki: “Ya Ali, meğer ben seni fenâ huylu kişilerle kıyas ederek, hatâ etmişim, cefâlara düşmüşüm ve seni başka türlü insan sanmışım.
Halbuki sen, adalette, bir Hakk terazisi imişsin; Hatta doğru tartar her terazinin ibresi imişsin.
Meğer sen benim soyum, sopummuşsun, yakınımmışsın. Meğer, sen benim dinimin, imanımın ışığı imişsin.
Ben gerçekleri gören göz arayan, o Hakk çerağının, Hz. Muhammed’in kulu, kölesiyim. Zaten senin çerağın da, ondan nûrlanmış, aydınlanmıştır.
Ben o nûr deryasına, yani Hz. Muhammed’e kul, kurban olayım ki, senin gibi bir inciyi meydana getirmiştir.
Ya Ali, bana Kelime-i Şahâdeti öğret ki, seni zamanın en üstün, en yücesi olarak gördüm.”
O yiğidin kabilesinden, en yakınlarından elli kadar kişi, bu vaka üzerine şevkle, aşkla dine yöneldiler, Müslüman oldular.
Hz. Ali böylece, hilim kılıcı ile bunca halkı, bunca insanı kılıçtan kurtardı.
Hilim kılıcı, çelik kılıçtan daha keskindir. Belki, yüzlerce ordudan daha fazla üstünlükler elde ettirir.
___________________
Anlayışlı, hâl hatır, yol yordam bilen birisi bir sağıra; “Komşun hastalanmış, haberin yok mu?” dedi.
Sağır kendi kendine; “Bu sağır kulakla, o hasta gencin ne dediğini ben nasıl anlarım?” dedi.
İnsan hasta olunca sesi de hafiflenir, zayıf çıkar. Bu durumda onun sözlerini hiç anlayamam. Ama, komşum olduğu için mutlaka gitmeliyim, diye düşündü.
Onun dudaklarının kımıldadığını görünce, ne dediğini tahmin yolu ile, kıyasla anlarım.
Evvela; “Nasılsın ey benim dertli komşum?” derim, o da elbette karşılık olarak, iyiyim, hoşum diyecektir.
Ben; “Allah’a şükürler olsun” derim. Sonra; “Ne yemek yedin?” diye sorarım, o da; “Şerbet içtim yahut mercimek çorbası yedim” der.
Ben de; “Sıhhatler olsun, afiyetler olsun” derim. “Peki hekimlerden kim geliyor? Kim bakıyor?” diye sorarım. O da; “Filân geliyor” diye cevap verir.
Ben; “O hekimin ayağı çok uğurludur, İyi ki onu çağırmışsınız, o gelince işler yoluna girdi demektir” derim.
“Bir de, o hekimin ayağının uğurunu deneyin, o hangi hastaya gitmişse, muratlar hasıl olmuş, hasta sağlığına kavuşmuştur.”
O saf adam, aklınca bu tahmini konuşmaları, bu kıyaslamayı, bu soru ve cevapları tasarladıktan sonra kalktı, hastayı ziyârete gitti.
“Nasılsın?” diye sordu. Hasta çok fenayım, ölüyorum” deyince, sağır komşu; “Allah’a şükürler olsun” dedi. Hasta bu söze incindi, canı pek sıkıldı.
“Bu ne biçim şükür? Şükrün sırası mı? Demek ki bu komşu bizim ölmemizi istiyor” diye düşündü. Böylece sağır bir kıyasta bulundu ama, kıyas ters çıktı.
Sonra hastaya; “Ne yedin?” diye sordu. Hasta; “Zehir, zakkum” dedi. Sağır; “Afiyetler olsun” deyince, hastanın kahrı büsbütün arttı.
Bundan sonra da; “Derdine çâre bulmak için, hekimlerden kim geliyor? Seni kim tedavi ediyor?” diye sordu.
Hasta; “Azrâil geliyor, ama sen de buradan defol git” diye söylendi. Sağır; “Onun ayağı çok uğurludur, o geldiği için sevin, neşelen” cevabını verdi.
Sağır evden çıktı; sevinerek “Şükürler olsun” dedi. “Böyle rahatsız bir zamanında komşumun hâlini hatırını sordum, gönlünü aldım.”
Sağırlıktan ötürü kıyasları, tahminleri tamamıyla aksi oldu, ters düştü. Zavallı bu ziyâretinden çok zararlı çıktığı hâlde, kendisini kârda sanıyordu.
Hasta ise; “Meğer bu adam bizim can düşmanımızmış, onun cefâ mâdeni, cefâ kaynağı olduğunu bilmiyormuşuz.”
Hasta hatırından kötü şeyler geçiriyordu. Ona, üzecek, kıracak, onu küçük düşürecek sözler, hakaretli haberler göndermek istiyordu.
“Hasta ziyâretine gitmek, hal hatır sormak, gönül almak içindir. Bu adam ise hatır sormak değil hatır kırmak için, düşmanlık etmek, kötülük etmek için gelmiş.
Düşmanını hasta, zayıf, bitkin bir hâlde görüp, kötü kalbini sevindirmek, memnun etmek istemiş” diyordu.
Nice kişiler vardır ki, ibâdetlerini menfaat karşılığı yaparlar da sapıtırlar, ibâdetleri ile sevap kazanmaya ve dolayısıyla cenneti elde etmeye çalışırlar.
Böylece onların ibâdet diye yaptıkları işler, birer gizli günah olmaktadır. Çünkü Hakk’tan gayrıyı hedef tutan ibâdet suçtur.
Gösteriş için, sevap için kılınan namaz, dıştan temiz, saf görünse de içi gizli şirkle bulanmaktadır.
Hikâyede geçen sağır adam da iyilik ettim sanıyordu ama, iş tersine idi.
O bir hastayı ziyaret ettim, komşu hakkını yerine getirdim diye, kendinden memnun olarak rahatça oturmuştu.
Halbuki, o farkına varmadan gönül yapayım derken gönül kırmıştı.
Tahmin ve uydurmaca sözlerle hastanın kalbine ateşler
düşürmüştü. Gösteriş için hasta ziyâretine gittiğinden kendini günaha sokmuş, yakmıştı.
Yaktığınız ateşten sakının, siz gerçekten de günahlarınızı çoğalttınız.
Rasûlullah Efendimiz, huzûrunda gösteriş için namaz kılan bir gence; ” Kalk, tekrar namaz kıl, çünkü sen namaz kılmadın” diye buyurdu.
İşte bu korkulara bir çâre bulmak içindir ki: Her namazda; “Allah’ım doğru yolu bize göster.
Allah’ım bu namazımı, yollarını sapıtanların, gösteriş için namaz kılanların namazları arasına karıştırma” denmektedir.
O sağırın yaptığı kıyas yüzünden, on yıllık komşuluk hakkı, ahbaplığı yok olup gitti.
Senin şu görünen baş kulağın, yani duygu kulağın harfleri, sözleri anlayabilirse de, bil ki gaybı, gizli şeyleri duyan gönül kulağın sağırdır.
___________________
Dostum! Şeker mi daha iyidir, yoksa şekeri yapan mı? Ay mı daha güzeldir, ayı yaratan mı?
• Şekerden vazgeç, ayı da bırak; o yaratan bambaşka şeyler biliyor, bambaşka. şeyler yaratıyor!
• Denizde inciden başka ne acaip yaratıklar, ne şaşılacak şeyler var fakat, denizi yaratan, incileri, o acaip balıkları,
çeşit çeşit varlıkları yaratan padişah bambaşka bir padişahtır!
• Şu ırmağın üstünde gördüğün dolaptan başka, akıl almaz, öyle görülmemiş, şaşılacak bir kainat dolabı var ki, bu
sudan başka bir su ile bir an bile durmadan dinlenmeden dönmede, sayısız mahlukata can gıdaları hazırlamadadır!
• Hamamın duvarına çizilen resim bile akılsız çizilmezken aklı, haberi yaratanın bilgisi nicedir; onu sen düşün!
• Canlar vardır ki, sevdalıdırlar; seher vaktinde kurulan o manevî, acaip meclis için şaşırmışlar, yememişler,
içmemişler, uyumamışlardır!
* Sustum, sustum; artık sözü bıraktım! Kulağa görüş kabiliyeti veren, ona ötelerden ses duyuran sevgili söylesin!
| Divan-ı Kebir - Mevlana
___________________
AŞK! Beşeri gözlerle görülmeyecek kadar şeffaf,
Yalancı gönüllere sığmayacak kadar büyük bir ummandır.
AŞK; Rabbin katında yanmaktır.
___________________
Neden Dua'sız bırakıyorsun dilini?
Kapıyı çalmadan,
Açılmasını bekleyenlerden misin yoksa.
___________________
İki alem vardır:
İlki varlık alemi, ikincisi manâ alemi. Varlık alemi gündüz gibidir, olanı biteni açıkça görürsün, kendini kolayca ele verir.
Manâ alemi ise gece gibidir, onu bulmak için mutlaka gönül ışığını yakman gerekir...
___________________
Sen, Allâh’ın verdiklerine râzı olmadıkça, rahat etmek ve kurtulmak ümidi ile nereye kaçarsan kaç, orada karşına bir âfet çıkar; gelecek olan belâ gelir ve yine sana isâbet eder.”
“Bilesin ki, bu fânî cihânın hiçbir köşesi tuzaksız değildir. Hakk’ı gönülde bularak ve O’na sığınarak, O’nun mânevî huzûrunda yaşamaktan başka kurtuluş ve rahat yoktur. Bak; bu fânî âlemde en emin yerlerde yaşayanlar da en güçlü zannedilenler de nihâyet ölümün kucağına düşmüyorlar mı?”
“Sen fânî tuzaklardan emin olmaya değil, Hakk’a sığınmaya bak! O dilerse senin için zehri şifâ yapar, dilerse suyu zehir hâline getirir!”
___________________
Bu dünyanın dedikodusu, toz gibidir. Gönül aynasını örter. Sen aklını başına al da, bir zaman için susmayı huy edin.
___________________
Sen ölmeden evvel ölüp ilahi lütufla tekrar dirilmedikçe,Alemlerin Şahı'na karşı ülke ve devlet kazanmaya çalışan,O'nunla ortaklık davasına kalkışmış bir düşman olursun!Fakat O'nunla dirildin mi,zaten dirilen O'dur..Bu,tam birliktir;şirk ortadan kalkar.
Hz Mevlana-Mesnevi,Cilt:|V,b.2766-7 ^
___________________
Kırdığın kalbi ya ALLAH seviyorsa? Bilemezsin, Bilseydin ödün kopardı; Dokunamazdın.
___________________
Ey gâfil kişi! Cenâb-ı Hakk’ın Kur’ân’da; «Hakk’ın verdiği rızıktan yiyin!» diye buyurduğu rızkı, sen hikmet sanmadın da ekmek sandın.”
“Allâh’ın verdiği rızk; kişinin mertebesine, anlayış ve seziş kabiliyetine göre, hikmet ve ma’rifettir. O, yiyenin sonunda boğazında durmaz, onu öldürmez.”
“Bu bedene ait olan ağzı kaparsan, sende mânevî ve rûhânî bir ağız açılır da, o ağızla ilâhî sırlar ve ma’rifetler lokmalarını yersin.”
Hz Mevlana
___________________
Yaya düzgün ok lazımdır. Yay ne kadar güçlü çekilirse çekilsin düz olmayan ok uzağa gidemez. O halde ey Hak yolunun yolcusu !Sen de niyetinle amelinle bu yolda ok gibi dümdüz ol ! Ta ki üstadın bir yay gibi seni ötelerin ötesine ulaştırsın.
___________________
Niçin hayallerin peşinde dolaşıp duruyorsun?
Gözlerinin kanlı yaşlarıyla neyi yıkamak istiyorsun?
Baştan ayağa kadar Hak'sın;
Ey haberi olmayan,
sen kendinden başka neyi arıyorsun ?
___________________
Sık sık verilen öğütten sıkılma....!
Çünkü her çiviyi çakabilmek için, defalarca vurmak gerekir....!"
___________________
0 nedir ki,
sürete, sekle lezzet ondan gelir? 0 ne seydir ki, onsuz sekil de kederlidir, bulanıktır,
süret de? 0 sey, bir an olur ki süretten gizlenir. Bir an olur ki mekansızlık aleminden sürete
akseder, sekilde parlar, görünür.
Ey cahil nefsinin havasına uyan kisi!
Ey baskalarının halinden ibret almayan! Senin bütün
hayrın, su içilecek yere bir tas koymaktan ibaret. Sen istiyorsun ki, bu tastan bütün sehir halkı
senin hayrına su içsinler, kansınlar degil mi?
| Hz Mevlana - Divanı Kebir'den
___________________
Allah, mülk ve saltanat sahibidir. Kendisine baş eğene, bu topraktan yaratılan dünya şöyle dursun, yüzlerce mülk, yüzlerce saltanat ihsan eder.
İki deme, iki bilme, iki çağırma (Ben ve O). Kulu, efendisinde yok olmuş bil!
___________________
Kendine gel, bundan böyle çekin artık...
Çünkü Allah'ın c.c keremiyle tövbe kapısı açıktır.
Tövbenin batı tarafında bir kapısı vardır, kıyamete kadar açıktır.
O kapı, güneş batıdan doğuncaya dek açık kalacaktır, o kapıdan yüz çevirme!
Cennetin Allah rahmetiyle sekiz kapısı var oğul, o sekiz kapıdan biri de tövbe kapısıdır.
Öbürlerinin hepsi de açılır, bazan kapanır... Fakat tövbe kapısı hep açıktır.
Bunu ganimet bil... Kapı açık, hasetçinin körlüğüne rağmen derhal pılını pırtını oraya çek!.
___________________
Kısmet etmiş ise Mevla; el getirir, yel getirir, sel getirir.
Kısmet etmez ise Mevla; el götürür, yel götürür, sel götürür.''
___________________
Kibriya ve azamet Hakk'a yarar,
Kul olan da bu sıfatlar ne arar?
''Ey Gafil insan! Madem ki peygamber değilsin, ötelerden haber alamıyorsun, sana uyanlar da yok; bu yolda haddini bil, kendi safında kal; ileri gitme! Yürüdüğün hakikat yolunda da büyük bir velinin arkasından yürü ki, bir gün nefsaniyet kuyusundan çıkıp Hz. Yusuf gibi bir mana padişahı olasın
___________________
Mademki kendinde bir dert veya pişmanlık hissediyorsun; bu, Allah’ın sana olan yardımının ve sevgisinin bir delilidir.
Sen değerinle ve düşüncenle, iki âleme de bedelsin, ama ne yapayım ki kendi değerini bilmiyorsun.
___________________
Teni aşırı besleyip geliştirmeye bakma! Çünkü o, sonunda toprağa verilecek bir kurbandır. Sen, asıl gönlünü beslemeye bak! Yücelere gidecek ve şereflenecek olan odur.”
____________________
Sesini değil, sözünü yükseltmeli insan ! Zira gök gürültüleri değil, yağmurlardır yaprakları yaşatan..
____________________
Ömür yarınlara bağlanan ümitlerle geçip gitmede.
Gâfilcesine kavgalarla gürültülerle didinmelerle tükenip durmada…
Sen aklını başına al da ömrünü şu içinde bulunduğun gün say.
Bak bakalım bu günü hangi sevdalarla harcıyorsun?”
____________________
Ey insan,ne tuhaf bir varlıksın sen. Zıtlıklar sende birleşmiş. Hayvan da melek de yerinde sabit ama sen bunları nefsinde cem etmiş ten hayvanıyla can meleğini bir araya getirmişsin.. Bu yüzden hem göğe mensupsun hem yere .Bu ikili yapını bil ve ona göre dikkatli davran.. Ta ki tenin canına diş geçirmesin, kötülük iyiliğine baş eğdirmesin. Gökler dururken bürtü böcek gibi toprağın altını vatan edinme.
Fihi Ma Fih - Hz Mevlana
__________________________
Şunu iyi bil ki, bu dünyadaki fânî ve yalancı dostlar, sahte sevgililer, sonunda hepsi sana düşman olacaktır. Baş kesen düşman kesilecektir.”
Hâlbuki sen, feryatlar içinde mezarda: «Ya Rabbi, beni yalnız bırakma!» diye Allâh’a yalvaracaksın.
____________________
İnsan görüştür, öte yanı deri, görüşte dostun görüşüdür, dostu görüştür. Sen bu cisimden ibaret değilsin, et kemik hayvanda da var. Sen gözden ibaretsin. Canı görsen cisimden vazgeçersin . Gözün neyi görürse değerin o kadardır…
____________________
Ben insanların ayıplarını gören gözlerimi kör ettim.
Sen de onlara benim gibi iyi gözle bak.''
____________________
A insan, Allah kitabı sensin, sen.
Padişahın güzelliğine bir aynasın sen.
Kâinatta ne varsa senden dışarda değil;
Ne istiyorsan kendinden iste, kendinde ara...
Ne arıyorsan sensin, sen....
Hz Mevlana - Fih Ma Fih
____________________
Ey insan, sen görünüşte maddî varlığınla “küçük bir âlem”sin. Fakat mânen, gerçek varlığınla, “büyük bir âlem”sin.
* Görünüşte bir ağacın dalı, meyvenin aslı, temelidir. Çünkü yemiş dalda bulunur, dalda olur. Fakat hakikatte, o dal, o meyve için var olmuştur.
...
* Öyle ise görünüşte meyve, ağaçtan meydana geliyor da, hakikatte o ağaç meyve çekirdeğinden doğmuştur.
____________________
Allah der ki; Kimi benden çok seversen onu senden alırım... Ve ekler: "Onsuz yaşayamam" deme, seni onsuz da yaşatırım. Ve mevsim geçer, gölge veren ağaçların dalları kurur, sabır taşar, canından saydığın yar bile bir gün el olur, aklın şaşar. Dostun düşmana dönüşür, düşman kalkar dost olur, öyle garip bir dünya. Olmaz dediğin ne varsa hepsi olur... "Düşmem" dersin düşersin, "Şaşmam" dersin şaşarsın. En garibi de budur ya, "Öldüm" der durur, yine de yaşarsın...
____________________
Ey burnu kanasa hemen kadere küsüp yüzünü ekşiten.
Gülden hiç ders almıyor musun?
Bütün yaprakları tek tek yolsan gül yine de gülmekten vazgeçmez.
Hale razı oluş şükürdür.
Gül de daimi bir şükür makamındadır.
Hem bilmez misin ki başına gelen sıkıntılar aslında daha büyük bir sıkıntıya set olur da başındaki belayı def ederler.
O halde yüzün gülsün..
____________________
Bir gönül mü kırdın? Ağlamalısın…
Hele özür dilemesini bilmiyorsan; Senden dost olmaz!.. Senden yâren olmaz..!
Ya incittiğin kırdığın o gönlü ALLAH (c.c) seviyorsa? Ya Resulullah (S.a.v) seviyorsa? Hatta arz-ü sema dahi seviyorsa!!
Nerden bileceksin…Bilmiyorsun..! Bilseydin ödün kopardı..!Dokunamazdın..!
”Ben kırık kalplerdeyim” buyurmadı mı???
_____________________
İki parmağının ucunu iki gözüne koy. Dünyadan bir şey görebilir misin? Görmüyorsan bu alem yok değildir. Görmemek ayıp ve kusuru ancak nefsin uğursuz iki parmağına aittir. Sen evvela gözlerinden parmaklarını kaldır. Ondan sonra dilediğini gör.”
____________________
Kimden kaçıyoruz, kendimizden mi?
Ne olmayacak şey!
Kimden kapıp kurtarıyoruz.
Haktan mı?
Ne boş zahmet!
Kaçsan kaçsan nereye kadar kaçacaksın ki,
Kitap buyurmuyor mu? “Ey insan kaçış nereye?”
___________________
Allâh aşkı için çalış, Allâh aşkı için hizmette bulun; halkın kabul etmesi veya reddetmesi ile senin ne işin var? Bu fânî dünya pazarında sana bol bol kazandıracak bir müşteri olarak Allâh kâfî değil mi? Allâh’tan alacağın karşısında insanların verebilecekleri ne ki!.. O hâlde gözünü ve gönlünü insanlardan gelecek teşekkürlere değil, Allâh’tan gelecek mazhariyete döndür!..”
____________________
Ey Müslüman, amaç yolunda edep nedir diye sorarsan bil ki edep; her edepsizin edepsizliğine sabır ve tahammül etmektir.
Kimi falan adamın huyu kötü, tabiatı fenâ diye şikâyet eder görürsen,
Bil ki bu şikâyetçinin huyu kötüdür; kötüdür ki o kötü huylunun kötülüğünü söylüyor!
Çünkü iyi huylu, kötü huylulara, fenâ tabiatlılara tahammül eden ve onların kötülüğünü söylemeyen kişidir.
____________________
Yüzde ısrar etme, "Doksan da olur."
İnsan dediğinde, "Noksan da olur."
Sakın büyüklenme, "Elde neler var?"
Bir ben varım deme, "Yoksan da olur!"
Hatasız dost arayan, "Dosttan da olur!
____________________
Canın için bir gececik olsun iş arasında uyuma. Ömürden bir geceyi eksik say da, diri ol; uyuma. Kendi hevesin için binlerce gece uyudun, ne olur bir gece de Allah için uyuma. Geceleri uyumaktan da münezzeh olan o Sevgili için uyuma; Uyuma da gönlünü ona teslim et. Yüce Allah'ın ‘Dostlar gece uyumazlar' sözünden utan da bir gececik uyuma.
____________________
İçimden çıkan lafların etrafı, yangın yerine çevireceğini düşününce kilit vuruyorum dilime...
Sonra YAN! diyorum içime.
Sadece sen yan ve dayan diyorum gönlüme
Herkes mutlu olsun
Sen DAYAN !
____________________
Yâ Rabbi! Bizim hâlimize bakarak muâmele etme. Kendi ikrâm ve ihsânına göre bize muâmele eyle. Yâ Rabbi! Kerem ve lütfunla hidayet ettiğin kalbi tekrar dalâlete, sapıklığa meylettirme. Belâları bizden sarf eyle, çevir ve değiştir. Ey affı çok olan, günahları örten Rabbim! O günahlar dolayısı ile bizden intikam alma. Bize azâp etme. Yâ Rabbi! Biz nefis ile şeytana köpek gibi tâbi olduksa da sen, azap aslanını bize saldırtma.
____________________
Ey gönül ses etme! Bekle! Ya nasip de Rabbine bırak...
___________________________
Muhammet Mustafa parmagindaki yüzügü döndürdügünde seni oyalanmak, oynamak için yaratmadik diye paylandi. Var, bundan kiyasla da günün, suçla mi geçiyor, ibadetle mi bir düsün.
___________________________
Olduğum gibi kim görebilir beni, ne rengim var benim, ne nişanım. Benim de bildiğim sırlar var, diyeceksin ama, hem o sırlarım ben, hem o sırları saklayanım. Bu gönül ne vakit durulacak, bilmem. Ama şu anda hiç kımıldamadan duran da benim, yürüyüp giden de ben...
_____________________
Aç gözünü öyle bak Kur’an’a ayet ayet,
Manası edeptir; görürsün sen de nihayet.
Sordum akıldan söyle bakalım nedir iman?
Akıl gönül kulağıma “edep” dedi heman.
Sen sırr-ı ilahisin; sus ey Şems-i Tebrizi,
Edeptir aydınlatan gündüz ile gecemizi.
____________________
O ne akıl almaz işler yapar,ne nakışlar,
ne san'at eserleri ortaya koyar.
Şekillerde, suretlerde görünür,
ama kendisi can yolundan kaçar gider.
Sen onu göklerde ararsın,
ay gibi suyun üstüne düşer,
orada parıl parıl parlar.
Sen onu bulabilmek için suya girersin.
Bu defa o gökyüzüne kaçar.
Sen onu mekansızlık aleminden ararsın,
o izini sana mekan aleminde gösterir.
Mekan aleminde aramaya çalışırsın,
o mekansızlık alemine kaçıverir.!
____________________
Dünyaya böylesine aşık olanlar; duvara aks eden ışığın güneşten geldiğini görmeyip, duvara aşık olanlar gibidir. Işığın kaynağı güneşi inkâr edip, duvara gönül verenler; ışık güneşe kavuşunca ebediyyen hüsranda kalır..
_____________________
Allah'a inanmayanlar, kâinatı ibret gözüyle göremeyen; yaratılmışların yükselen sesini gönül kulağıyla duyamayan, onlardaki hal dilini anlayamayan ve yine onlardan yükselen ilâhı rayihadan koku alamayan talihsizlerdir. Bunlar gül kokusundan tiksindiği, onun ne rengine, ne râyihasına (koku) tahammül edemediği için bir yerde gül kokusu duydu mu; tersine dönüp bayılan câl adlı böceğe benzerler.
Kenan Rifai,Şerhli Mesnevi Şerif,syf;289-290
_______________________
Ömür suyunu cilâlı sözlerin kumluğunda ziyan etmek istemiyorsan sözün cilâlısını değil, Hakk’ı ve hakikati söyleyene kulak tut!
Fakat, bir söz ki bir kelime halinde iken bile bir ilim ve irfan kaynağıdır; bir söz ki, söz ipliğine ilim ve irfan incileri dizilerek söylenmiştir, o sözü iste; öyle sözlerin kumlukta kaynayan ve etrafa bereket saçan sular gibi faydalı ve azız olduğunu bilip, ilim ve irfan dağarcığını öyle sözlerle zengin et.
Kenan Rıfai,Şerhli Mesnevi Şerif,syf;146
_______________________
Yolcu, kendine gel, kendine… vakit geçti, ömür güneşi kuyuya doğruldu.
Bu iki günceğizinde olsun, kuvvetin varken kocalığını Hak yoluna sarf et.
Elinde kalan şu kadarcık tohumu olsun ek de bu iki anlık müddetten uzun bir ömür bitsin.
Bu aydın çırağ sönmeden kendine gel de hemen fitilini düzelt, yağını tazele.
Yarın yaparım deme. Nice yarınlar geçti.Ekin zamanı tamamıyla geçmesin ,agâh ol!
Mevlana,Mesnevi,cilt:2
_______________________
Güneşin duvara düşen nuru, yine güneşe gider. Sen duvara düşen nûru değil de, o nûru düşürene, yâni güneşe git, sana lâyık olan odur.
Mâdemki oluktan su akmadı, yâni güzellerden vefâ görmedin; bundan sonra suyu, sen göklerden elde et.
________________________-
Aslında insanın yaratılmasından maksat; kulluk etmek, ibadet etmektir. Bu yüzdendir ki Cehennem, kulluktan kaçınan kötü kişilerin ibadet yeri olmuştur.
İnsan, her işi yapabilir; fakat yaratılışındaki esas maksat, onun Allah’a kulluk etmesidir.
“Ben insanları ve cinleri ancak bana ibâdet etsinler diye yarattım.” âyetini oku da anla! İnsanların yaratılmasından maksat,ibadetten başka bir şey değildir.
Mevlânâ, Mesnevî, II-III, 234-236
_________________________
Gönülden gönüle pencere olduğu muhakkak. İki gönül iki ten gibi birbirinden ayrı ve uzak kalamaz.
İki kandilin yağ konan kapları birbirine bitişik değildir ama ışıkları katışmış birleşmiştir.
Hiçbir âşık yoktur ki sevgilisinin vuslatını arasın. Dilesin de sevgilisi onu aramasın, dilemesin!
Fakat aşk, âşıkların vücutlarını inceltir, zayıflatır… sevgililerin vücutlarını ise güzelleştirir, semirtir.
Bu gönülden sevgi ve şimşeği çaktı mı bil ki o gönülde de sevgi vardır.
Gönlünde Allah sevgisi arttı mı şüphe yok ki Allah seni seviyor.
Hz. Pir Mevlana (k.s)
____________________________
Adem oğullarının canına, şeytandan gelen gamı, kederi gidermeye 'La havle velâ kuvvete illâ billah" demek faydalıdır. Lâ havle çekenin nefesinden şeytan gamlandı, dertlendi, fakat "Lâ havle" diyenin gücü, arttı, nefesi çoğaldı.
Ey evreni yoktan vareden Allah'ım! unutmaktan, sonradan var olmaktan sen münezzehsin, başımda seni düşünmek, seni sevmekten başka ne varsa hepsi hatanın kendisidir.
Dilde seni zikretmekten, tesbih etmekten başka ne varsa, hepsi sapıklıktır, boştur.
Mevlana Celaleddin-i Rumi,Rubailer
___________________
Ey oğul! Bütün dünyâyı, ağzına kadar ilimle, güzellikle dolu bir testi bil. Fakat bilesin ki, bu ilim ve güzellik, zuhûru zâtının muktezâsı olan ve zuhûr etmemesine imkân bulunmayan Allâh’ın Dicle’sinden bir katredir. O gizli bir hazîneydi. Marifetine muhabbet etti. Böylece o hazîne, pek dolu olduğundan yarıldı, kendisini izhâr etti. Toprağı, göklerden daha parlak bir hâle getirdi. Gizli bir hazîneyken coştu; toprağı, atlas giyen bir sultan hâline getirdi.
___________________
Dünyâya gönül verenler tıpkı gölge avlayan avcıya benzerler. Gölge nasıl onların malı olabilir? Nitekim budala bir avcı, kuşun gölgesini kuş zannetti de onu yakalamak istedi. Fakat dalın üzerindeki kuş bile bu ahmağa şaştı kaldı.
___________________
Sen ister aydan ister güneşten al, o nur sonuçta güneşin nurudur. Bütün ayna kırıklarında parıldayıp duran ışıkların hepsi o kaynakta birleşir. O halde asıl kaynağı unutup vasıtalara takılma. Sana gelen maddi manevi her iyilik ve feyiz de öylece bir kaynağa çıkar.Sen onu şuna buna ait zannetme. Ne aracısız kal ne de aracıya takıl.
___________________
Sağırın hasta komşusunun hatır sormaya gitmesi
Her şeyin bir hakikati bir de gölgesi vardır Kuş başka kuşun gölgesi başkadır.. Gölge yerdedir gerçeği gökte. Ahmak yerdeki kuşun gölgesini kavramış kuşu tuttuğunu sanmakta. Ağacın tepesindeki kuş ise onun bu komik haline şaşmada. A şaşkın dünya avcısı! Ömrünü gölge peşinde seğirterek harcayan o avcı senden başkası değil. Meyveli dal dışarıda, sense mağara duvarına akseden gölgesinden meyve devşirmeye çalışmadasın. O gölge bu dünyadır,ahiret ise dalın gerçeği. Gölgenin amacı gerçeği hatırlatmaktır. O halde sen de gölgeyi bırak aslına bak.
Hz Mevlana
___________________