İnsan Hakları Bizde Neden Yok?

İnsan Hakları Bizde Neden Yok?

“Emanet”i bilen, “emniyet”le onu taşıyan iman etmiş bireylerden oluşan İslâm toplumu, geçmiş ve şimdiki Batı toplumlarında var olan pek çok hastalığı bünyesinde barındırmaz.

“İnsan hakları” kavramının Batı aleminde ortaya çıkması da bu durumla ilişkilidir. Zira imanın sağladığı emniyet ortamının söz konusu olmadığı Batı toplumunun geçmişi, zulmün, sömürünün, yağma ve talanın tarihidir adeta.

Toplumun “asiller” ve “köleler” diye iki sınıfa ayrıldığı Eski Yunan’da, sadece asiller “vatandaş” sayılırdı ve demokrasi de sadece onlar için söz konusuydu. Köleler ise sadece asillere hizmet etmek, onların en süfli taleplerini yerine getirmek, hatta gerektiğinde arenalarda, günlerce aç bırakılmış vahşi hayvanlarla ölümüne mücadele ederek asilleri eğlendirmek için vardı.

Ortaçağ’a geldiğimizde gördüğümüz manzara daha dehşetlidir: Batı alemi için, kadınların “şeytan” olarak görülüp diri diri yakıldığı, toprak ağaları ve derebeylerinin yoksul insanları köle olarak kullandığı, vahşet, barbarlık ve eşkiyalığın kol gezdiği, ırk ve mezhep savaşlarında milyonlarca insanın can verdiği, sadece güçlü olanların ayakta kalabildiği yüzyılların adıdır Ortaçağ.

İnsanları kardeş olarak değil, “birbirinin düşmanı” canlılar olarak gören Batı toplumunun ekonomi ilmine bakışının temelinde “homo homini lupus” (İnsan insanın kurdudur) tesbitinin yatması da bundandır…

İşte bu uzun yüzyıllar sonunda, kendi kendini bitirerek bir yere varamayacağını anlayan Batılı toplum ve insanlar, birbirlerinin zulüm ve vahşetinden karşılıklı korunmak için “insan hakları” kavramını geliştirdiler. Yani “sen bana dokunma, ben de sana dokunmayayım” felsefesi…

Bu felsefenin İslâm dünyasında ortaya çıkmaması, arka plânında bulunan vahşet ve dehşetin İslâm tarihinde yaşanmamış olmasındandır.

Çünkü bizzat kendisine düşmanlığın ve gaddarlığın en fenasıyla muamele eden müşrikler tarafından bile “emin/güvenilir” sıfatıyla anılan Efendimiz s.a.v., “müslüman”ı, “insanların, elinden ve dilinden zarar görmediği kimse” olarak tarif etmişti.

Çünkü İslâm, müslümanlar’ın hükümran olduğu yerlerde, hangi din ve mezhepten olursa olsun, bütün insanlara adalet, hakkaniyet ve merhametle muamele edilmesini emrediyordu.

Kısacası İslâm, gittiği her yerde adalet ve emniyete dayalı bir toplum tesis ettiği için, kimse kendisini ek önlemlerle ayrıca garantiye alma ihtiyacı hissetmemişti.

Yani “insan hakları” kavramı medeniyetten değil, vahşetten doğdu.

İşsiz Kalan Mahkeme

Yüce Dinimiz’in öğretilerine samimiyetle bağlanan toplumlarda nasıl bir adalet ve emniyet ortamının hakim olduğuna dair, tarihten yüzlerce, binlerce örnek göstermek son derece kolaydır. Biz burada sadece Osmanlı’nın son dönemlerine kadar varlığını sürdürmüş olan bu ortamı yansıtan bir örnek zikretmekle yetineceğiz.

Osmanlı Devleti’nde paşalık rütbesine kadar yükselmiş, hatta bir ara şeyhülislâmlık makamına getirilmesi söz konusu olmuş Ahmet Cevdet Paşa’yı hepimiz biliriz.

Mecelle’yi hazırlayan komisyonun başkanlığını yapmış olan ve başta Kısas-ı Enbiya ve Tarih-i Cevdet olmak üzere pek çok kıymetli esere imza atmış olan bu büyük alim ve devlet adamı, o zamanlar (19. asrın sonları) Osmanlı Devleti’nin bir parçası olan Balkanlar’da teftişte bulunmak üzere görevlendirilmişti.

Bu görevi esnasında Saray Bosna’daki ticaret mahkemesi yetkilileri, mahkeme çalışanlarının maaşlarını ödeyemeyecek durumda olduklarını belirterek Paşa’nın yardımını istemişlerdi. Durumu tahkik eden Cevdet Paşa, uzun yıllardan beri mahkemeye herhangi bir dava getirilmediği için gelir elde edilemediğini tesbit etti. Mahkemeye niçin hiç başvuru olmadığı konusundaki tesbitlerini kendi ifadesiyle okuyalım:

“… Boşnakların, ahlâkı bozulmamış kimseler olduğuna bir delil de Bosna’da cari olan alışveriş muamelesidir. Buranın alışveriş muamelesi sırf güven üzerine kurulu ve garip bir şekilde cari idi. Liva (kazadan büyük, vilayetten küçük yerleşim birimi) tacirlerinden biri (ticaret merkezi olan) Saray Bosna tüccarından tanıdığı bir büyük tacirin mağazasına gidip kendisine lazım olan malları söyler, mağazanın görevli elemanı da istediği malların listesini çıkarıp karşısına fiyat ve miktarını yazar, bu listenin bir kopyasını da alıcıya verir. Müşteri malları alıp memleketine götürür ve yine böyle güvene dayalı bir muamele ile satar. Ara sıra Saray Bosna tüccarı tarafından gönderilen tahsildarlara parça parça ödeme yapıp, kendilerinden, ödeme yaptıklarına dair belge alır.

Hasılı, Saray Bosna’ya bağlı liva ve kazalardaki tacirler, Bosna’dan senetsiz ve şahitsiz bir şekilde üçer beşer yüzbin kuruşluk mal alıp, pusulasıyla birlikte memleketlerine götürüyorlar. Bu durumda onlar borçlarını inkâr etseler, isbata medar olacak elde bir şey yok.

… Fakat böyle büyük bir eyaletin ticari muameleleri senetsiz ve şahitsiz nasıl dönüyor? Burasını merak ettim.

Bosna tüccarından Merhemik Mehmet Ağa adında bir zat vardı. ‘Ne kadar alacağın vardır?’ dedim, onbin keseden fazla olduğunu söyledi. ‘Elde senet veya şahit var mı?’ dedim, ‘Hayır, adet olmamış’ dedi. ‘Ya müşterilerden bazısı borcunu inkâr edecek olursa ne yaparsın?’ dediğimde şaşkınlıkla gülerek, ‘Bu kadar malı denkler ile mağazadan kaldırıp pusulasıyla götürdü; nasıl inkâr edebilir?’ karşılığını verdi. ‘Ya bunlardan biri ölürse paranız batmaz mı?’ dedim, ‘Ölürse bizim pusulamız terikesinden çıkar; veresesi onu öder’ dedi. Gerçekten de (…) bunca senelerden beri Saray Bosna tüccarından kimsenin alacağının inkâr edilmemiş olduğu tahkik olundu…” (Tezâkir, 3/24 vd.)

Ebubekir Sifil,Hikemiyat,syf;343-345
Devamını Oku »

Gençlik bunalım dönemi mi?

 Gençlik bunalım dönemi mi?
Hiç düşündünüz mü, çağdaş dünyada “gençlik” denince akla ilk önce “hayatının en bunalımlı döneminde bulunan” yaş grubunun gelmesi normal mi?

Çocukluk dönemini bir yana bırakacak olursak, “gençlik bunalımı”, “orta yaş bunalımı” (yaşlılar zaten otomatik olarak bunamış görülür) gibi ifadeler, artık dilimize de iyice yerleşmiş bulunuyor. Biraz düşününce, bu tabirlerin insana hayatının her döneminde hastalıklı muamelesi yapılmasını reva gören çarpık bir anlayışın ürünü olduğunu anlamak zor olmasa gerek.

Parçalara Bölünerek Bunalmak

Bir başka şekilde ifade edecek olursak, insan hayatını belli yaş gruplarına göre sınıflandırarak, her bir grup için, “anormallikler yapması yaşı itibariyle normaldir” şeklinde bir ön yargı geliştirmek, hastalıklı bireylerden oluşan hastalıklı toplumların işi olsa gerek.

Gerçek şu ki, bu durum, özellikle hayatının en verimli ve en enerjik dönemini yaşayan, beynini ve vücudunu en üretken biçimde kullanabileceği çağda bulunan genç insanlar için, son derece olumsuz bir yargıyı ifade eder.

Oysa bu yaş grubunda bulunan bireyler öğrenmeye, yeteneklerini ve becerilerini geliştirmeye ve kendilerini olgunlaştırmaya en uygun çağlarında bulunmaktadır.

Bu noktada şu soruları da sormak gerekir: Hayatı daha yeni tanıma ve öğrenme sürecinde olduğu halde, Batılı hayat tarzı içinde anne babasından bile “bağımsızlaştırılan” genç, kişiliğini nasıl bulacak, istikametini nasıl çizecek, yetenek ve becerilerinin farkına nasıl varacaktır? Hangi kurum ve hangi sosyal hizmet uzmanı bu gence, kendi ailesinin ve yakınlarının verebileceği duyguyu, ilgiyi ve desteği verebilir?

Anlattığımız bu sınıflandırma ve bağımsızlaştırma adı altında olumlu-olumsuz her türlü etkiye açık bırakma durumu, hayatını biz müslümanlardan farklı yaşayan; varlığa, hayata ve insana bizden oldukça farklı bir gözle bakan Batılı anlayışı yansıtıyor.

Bunalım Edebiyatı Bizde Neden Yok?

‘Bizim kültürümüzde durum nedir?’ diye baktığımızda, karşılaştığımız manzara kısaca şöyledir:

Herşeyden önce, İslâm kültüründe bireyin anlattığımız tarzda toplumsal açıdan çeşitli yaş kategorilerine ayrılmasının sözkonusu olmadığının altını çizelim. Uzun medeniyet tarihimiz boyunca hayatın her alanına ve insan denen “zübde-i alem”in her boyutuna ilişkin incelemeler yapmış, eserler vermiş bulunan ulema ve hukemanın, gençlik döneminin kendine mahsus problemleri olduğunu söyleyen ve bu problemlere çözümler öneren bir çalışmasını, kitabını veya risalesini bilmiyoruz.

İslâm medeniyetinde sayısız çalışmanın konusu olan alanların bazılarını sayalım: Başta bütün dinî ilimler, tıp, botanik, veterinerlik, farmakoloji (ilaçlarla ilgilenen ilim dalı), musiki, mimari, günlük hayatta kullanılan aletler ve kap-kacak, hayvanlar, kuşlar, böcekler, putlar, muhtelif canlıların sesleri ve bunların özellikleri, madenler, astronomi, meteoroloji, tarih, coğrafya, aritmetik, geometri, fizik, kimya, arkeoloji, felsefe, mantık, zaman ve mevsimler, harflerin ve rakamların esrarı (cifir), sihir (tılsım), uzun boylu insanlar, kısa boylu insanlar, uzun yaşayan insanlar… ve daha niceleri. Evet, medeniyetimizde hayatın her alanına ilişkin eser vermiş, kitap yazmış olan İslâm alimlerinin, “gençlik ve sorunları” tarzında bir eser vermemiş olmasının elbette bir anlamı olmalıdır.

Bu anlam şudur: İnsanın, kendi fıtratına uygun bir ortamda, kendine ait hayat tarzını sürdürebilmesi, ancak kendine ait değerlerle inşa olmuş, yaşayan canlı bir medeniyetin varlığı ile mümkün olabilir. Hiç şüphesiz, böyle bir hayat tarzı olmaksızın, insan fıtratını ve hayatı her yönüyle kuşatmış canlı bir medeniyet olmaksızın, bireyin veya toplumun sağlıklı olabilmesi mümkün değildir.

İslâm kültüründe “gençlik ve sorunları” başlıklı bir problemin bilinmiyor olmasını, işte böyle bir medeniyet olgusunun varlığında aramalıyız.

Bir Liman Toplum

Bizim medeniyet ve kültürümüzde çocuk daha doğar doğmaz beynine ilk nakşolan, sağ kulağına okunan ezan ile sol kulağına okunan kamet sesidir. Anne sütü ile beslenme devresi boyunca çocuk, “taharet-i kübra” üzere bulunmaya özen gösteren annesi tarafından helâl süt ile emzirilir, uyutulurken salâvat ile, ilâhi ile uyutulur. Öğrenme yaşına geldiği zaman, her bir hücresi önce İlâhî Kelâm ile dolar.

Çağdaş hayatın dayattığı çekirdek aile tarzının ve modern yaşama biçiminin yalıtılmış dar çerçevesine hapsolmaksızın, alabildiğine geniş bir çevrede başlar hayatı tanımaya. Sadece anne-babasından değil, topluca paylaşılan bir hayatın hazzını ve yaşayan bir geleneğin terbiye usulünü dedesinden-ninesinden, hocasından ve mahalle büyüklerinden devşirir. Büyüklerinin katkılarıyla, komşuluk, mahalle arkadaşlığı ve saygıyı, sevgiyi, güveni, paylaşmayı, dayanışmayı, fedakârlığı öğrenir.

Böyle bir yetişme süreci ve sosyal çevre güvencesiyle gençlik dönemine adım atan çocuk, üretmeye hazır, donanımlı, kendinden emin ve kişilikli bir birey olarak hayata atılacaktır. İlim tahsil ediyorsa, yüzyıllar içinde olgunlaşarak pekişmiş bir eğitim sisteminde kendini geliştirecektir. Herhangi bir meslek ve sanat dalına intisap etmişse, yine asırların birikimiyle oluşmuş çırak-usta ilişkisi içinde alanında ihtisas sahibi olacaktır.

Çağdaş dünyanın “bunalımlı genç” profilinin aksine, gençlik dönemi onun için artık öğrendiklerinin semeresini verme çağıdır.

İslâm ilim tarihine adını altın harflerle yazdırmış simalara bakın. 7-8 yaşlarında Kur’an’ı ezberlemiş, 10-15 yaşlarında temel İslâmî ilimleri tahsil etmiş ve 20 yaş sınırına dayandığında artık eser yazmaya, fetva vermeye ve ilim meydanında nam salmış alimlerle yarış etmeye başlamış bu insanları yetiştiren, elbette kurumsal yapısı ve oturmuş sistemiyle canlı medeniyetten başkası değildir.

Başka hiçbir kültür ve medeniyette örneği bulunmayan “Tabakât” ve “Terâcim” türü kitaplarda, böyle onbinlerce büyük insanın hayat hikâyesi canlı birer ibret tablosu olarak elimizde bulunmaktadır. Namazda gözü olanlar için ezan sesi her devirde çınlama devam ediyor.

Yard. Doç. Dr. Ebubekir SİFİL - Burhandergisi
Devamını Oku »

Biz Kardeşiz

Biz Kardeşiz.....

“Önce Ona Götür”

Gelin hep birlikte Yermuk savaşından bir sahneyi seyredelim:

Hişam oğlu Haris, Ebu Cehil oğlu İkrime ve Ebu Rebia oğlu Ayyaş, Yermuk savaşında ağır yaralar almışlardır. Yerlerinden kıpırdayamayacak haldedirler. Ebu Sabit oğlu Habib, elinde bir su kırbasıyla yaralıların arasında dolaşmaktadır, belki su isteyen olur da, bu kızgın çöl sıcağında susuzluğuna derman olurum diye.

Uzaktan bir ses gelir. “Su, ne olur biraz su!” diye kısık sesle yardım isteyen kişi, Hişam oğlu Haris’tir. Habib hemen o tarafa doğru koşar ve kırbayı Haris’in dudaklarına götürür. Tam o esnada öteden bir ses duyulur: “Allah rızası için bir yudum su veren yok mu?” Sesi duyan Haris, son nefesini vermekte olduğu halde başını yana çevirerek kırbayı ağzına almayı reddeder ve Habib’e, kırbayı sesin sahibi olan İkrime’ye götürmesini söyler.

Bu defa Habib İkrime’nin bulunduğu yere koşar. İkrime tam suya kavuşmuşken yanıbaşındaki Ayyaş’ın sesi duyulur: “Su, bir yudum su!” Haris’in, İkrime’yi kendi nefsine tercih ettiği gibi, İkrime de Ayyaş’ı kendi nefsine tercih eder ve başıyla kırbayı Ayyaş’a götürmesini işaret eder.

Habib bu sefer de Ayyaş’a su yetiştirmek için koşar, ancak yanına vardığında Ayyaş, bir daha susamayacak şekilde şehadet şerbetini içmiştir bile.

“Bari İkrime’ye su vereyim” diye düşünerek çabucak onun yanına döner Habib. Ama o da son nefesini vermiştir. “Hiç olmazsa Haris’e yetişeyim” diye onun bulunduğu yere doğru hareketlenen Habib’in bu çabası da sonuçsuz kalacaktır. Çünkü o da şehitlik şerrbetinden kana kana içeli çok olmuştur…

Bir Kese Para Üç El

İsterseniz gelin bir de o kutlu devirde bir bayram hazırlığını izleyelim birlikte:

Mübarek bir bayram arifesidir. Müslümanlardan birisinin, ev halkının bayram ihtiyaçlarını karşılayacak parası yoktur. Çocuğunu bitişikte oturan müslüman kardeşine göndererek bir miktar ödünç para ister. İstediği para gelir. Allah’a hamdederler ailece.

Tam o esnada kapı çalınır. Gelen, başka bir müslüman kardeşin çocuğudur. “Babamın selamı var” der çocuk, “varsa bir miktar ödünç para istedi.” Adam “belli ki hiç paraları yok” diyerek ağzını açmaya dahi fırsat bulamadığı para kesesini olduğu gibi çocuğa verir. Çocuk sevinç içinde para kesesiyle evin kapısından henüz girmiştir ki, bu defa da onların kapısı çalınır.

Bu kez gelen, diğer komşudur ve bayram için ödünç para istemektedir. Üçünçü kere el değiştiren para kesesini eline alan komşu bir de ne görsün, bu kese, az önce komşu çocuğuna kendisinin verdiği kese değil mi!

Evet! Para kesesi birkaç el dolaştıktan sonra dönüp yine ilk sahibine gelmiştir. Durumu anlayan para sahibi, kesenin içindeki parayı komşularıyla paylaşır ve bayramın coşkusuna kardeşliğin ve paylaşmanın mutluluğunu da ekleyerek hep birlikte Allah’a hamdederler.

Onların müslümanlığı işte böyle bir kardeşlik bağı oluşturmuştu aralarında ve onlar bu sarsılmaz bağlılıkla tarihin müşahede ettiği en bahtiyar toplumu oluşturmuşlardı.

Ya biz? Onları insanî duyguların zirvesine yükselten İslâm’ın yüce mesajı aynen bugün bizim de elimizde olduğu halde, niçin yanı başımızdaki kardeşlerimizin haline bu kadar kayıtsızız?

İslâm’ın diriltici soluğunu ve fertleri birbirine kenetleyici ruhunu, kendi nefsimizin dışında başka insanlarda arayıp durduğumuz sürece ne öyle bir müslümanlığa, ne de öyle bir kardeşliğe ulaşmanın mümkün olmadığını ne zaman fark edeceğiz?

Bizler işte bu kadar kardeş olduğumuz için müslümanlığımız da bu kadar. Ve toplum olarak müslümanlığımız bu kadar olduğu içindir ki başımız dertten kurtulmuyor!

Ebubekir SİFİL, Semerkand Dergisi , Ocak 2001.
Devamını Oku »

Mülk Kimin

Mülk Kimin
....

Mal sahibi mülk sahibi

...Sekülerleşme (dünyevîleşme) denen durum, her şeyin dünya merkezli olarak ele alınıp değerlendirildiği bir süreci ifade ediyor. Bu süreçte bütün değerler “madde”ye indirgenmiş, insanın manevi yanı yok sayılmıştır. Batı dünyasında insanların yoğun bir şekilde dinden (hristiyanlıktan) uzaklaşması hadisesi sadece hristiyanlığın kendi iç arızalarından kaynaklanmıyor; aynı zamanda Batılı insanın her şeyi madde planında vehmetmesinin de buradaki payı hayli fazla.

İnsanı sadece maddi yanıyla ele alan seküler pozitivist ideolojilerin mal mülk ve servet meselesine bakışı da çarpıktır. Maddi hayatın aşırı abartılması ve her türlü değerin maddeye indirgenmesi, sonuç olarak ortaya iki türlü körlük çıkardı: Özel mülkiyete karşı körlük (Komünizm) veya topluma karşı körlük (Kapitalizm).

İslâm’ın bu iki körlükten birisine eklemlenmesini de üçüncü ve en büyük körlük olarak işaretlememiz gerekiyor. Zira özellikle son bir asırdır insanlığın yaşadığı travmalara bu iki körlükten birisi kaynaklık ettiği halde, insanlığın biricik kurtuluş ve saadet iklimi olan İslâm’ı Kapitalizm veya Komünizm çağrışımlı yorumlar eşliğinde takdim etmekten daha büyük bir arıza olamaz!

İfrat ve tefrit

Mal ve servet edinme konusunda biraz sonra üzerinde duracağımız iki tabir, meselenin mahiyetini oldukça güzel özetlemektedir. Böyle bir ayrıma gitmeksizin konu hakkında ortaya atılacak görüşler ister istemez ya ifrat veya tefrit tarafına kayacaktır.

Konu hakkındaki ifrat tavır şöyle ortaya çıkıyor: Dinimiz çalışıp kazanmayı emretmiş, özel mülkiyete dokunmayı yasaklamış ve kişinin, dilediği kadar kazanıp dilediği gibi harcamasına kimsenin müdahale edemeyeceğini bildirmiştir. Dolayısıyla bir kimse, helal yoldan kazandığı malını -zekâtını verdikten sonra- dilediği gibi ve dilediği yere sarf edebilir. Buna kimse karışamaz.

Nitekim Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz kimsenin elindeki servete müdahale etmemiş, sahabenin zenginlerine karşı hiçbir zaman olumsuz bir tutum içinde olmamıştır.

Bu tavır, bir adım sonrasında sahibini “mülkünün mutlak sahibi olduğu” vehmine sürüklüyor. Hepimizin etrafında, kendisine emanet olarak verilen zenginlik sebebiyle tekebbüre kapılan ve etrafına tepeden bakan insanlar vardır. Ümmet-i Muhammed’in yoksulları, yetimleri, kimsesizleri kendilerine uzanacak merhametli bir el beklerken onlar “helal yoldan kazandım; zekâtımı da verdim” diye kasılarak, standartları hayli yüksek hayatta bir elleri yağda diğeri balda yaşarlar. Yaşadıkları mekânlarla, tüketim tarzlarıyla, alışkanlıkları ve çevreleriyle diğer insanlardan farklı durmaya özen gösterirler. Bu tavrın Yüce Kitabımız’ın “malın azdırdığı insan tipi”ne örnek olarak dikkatimize sunduğu Karun’dan ne farkı vardır?

İslâm mülk edinmeyi yasaklamaz

Tefrit tavır ise, mal biriktirmenin ve servet edinmenin İslâm’ın onayladığı bir davranış olmadığını söyler. Bu tavrı benimseyenlere bakarsanız İslâm -tıpkı Komünist sistemde olduğu gibi- özel mülkiyeti ve servet sahibi olmayı teşvik etmemiş, aksine bunu yasaklamış ve böylece eşitliği sağlayarak servet sahiplerinin toplumun diğer kesimlerini sömürmesinin önüne geçmek istemiştir. Nitekim Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz hiç para biriktirmemiş, ganimet ve sair kalemlerden kendisine gelen malları fakirlere ve ihtiyaç sahiplerine dağıtmadan gecelememiştir.

Bu fikri taşıyanlar da diğerleri gibi, dünyanın bir “imtihan” yurdu olduğu gerçeğini ıskalıyorlar. Bu dünyada kimimiz zenginlikle, kimimiz yoksullukla deneniyoruz. Evet Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz hiç mal ve para biriktirmemiş, ancak malını Allah yolunda sarf etme iradesine sahip hiç kimseyi de zengin ve servet sahibi olmaktan men etmemiştir. Hatta tam tersine, yeri geldiğinde Hz. Ebu Bekir r.a. gibi, Hz. Osman gibi, Abdurrahman b. Avf gibi (Allah onlardan razı olsun) varlıklı sahabilerin sağladığı imkanlarla ordular teçhiz etmiş, beldeler fethetmiştir. Aynı şekilde fertlerin, hibe, alışveriş, miras, ganimet gibi helal yollardan elde ettiği mülke hiçbir zaman dokunmamış, “toplumda eşitliği sağlamak” gibi bir düşünceyle o mülkü rızaları dışında onların elinden alıp fakirlere dağıtmak gibi bir politika asla izlememiştir.

İbn Kuteybe, el-Ma’ârif adlı eserinde ileri gelen sahabilerin sanat ve mesleklerini zikretmiştir. Onlar o sanat ve mesleklerini serbestçe icra etmeleri sayesinde bir yandan bol kazanç elde ediyor, ama diğer yandan bu kazancı Allah yolunda infak etmekten de geri durmuyorlardı. Toplumda dayanışmanın ve paylaşmanın önünü açmak, varlık sahiplerini çalışıp kazanmaktan men etmekle değil, dünya malına zebun olmaktan korumakla mümkün olur.

Hem Ebu Bekir hem Ebu Zerr

Yukarıda iki “körlük” olarak ifade ettiğimiz ifrat ve tefrit tavır, kendisine Kur’an ayetlerinden, hadis-i şeriflerden ve Sahabe’den gerekçeler temin etmeyi de ihmal etmez. Büyük sahabi Ebu Zerr r.a. bu cümleden olarak adı sıklıkla telaffuz edilen sahabilerin başında gelir. Onun, mal biriktirme aleyhindeki tavrı, yukarıda ifade ettiğimiz “tefrit” tavrın “İslâmî” gerekçelerinin ilk sırasında yer alır.

Oysa, “madem ki Ebu Zerr r.a. mal biriktirmeye ve servet edinmeye karşıdır, o halde İslâm’ın hükmü budur” tavrı, Kur’an’ı, Sünnet’i ve Sahabe’nin tutumunu bir tek sahabinin içtihadına indirgemekten başka bir şey değildir. Yukarıda da söylediğimiz gibi ne Kur’an ne de Sünnet helal yoldan çalışıp kazanmaya mani olmamıştır, Sahabe döneminden itibaren tarih boyunca İslâm toplumlarında gördüğümüz vakıa da budur.

Yine bu çerçevede halk arasında çok meşhur olmuş -sahih olmayan- bir “Sa’lebe kıssası” vardır.

Rivayete göre Ensar’dan, Bedir savaşına da katılmış bulunan Sa’lebe b. Hâtıb çok fakirdir ve Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz’den, zengin olması için kendisine dua etmesini ısrarla ister. Efendimiz s.a.v., “Şükrünü eda edebildiğin az mal, şükrünü eda edemediğin çok maldan hayırlıdır.” buyurarak geri çevirse de o ısrar eder. Sonunda Efendimiz s.a.v. dua eder ve Sa’lebe zengin olur. Fakirken mescide herkesten önce geldiği için “mescit kuşu” olarak anılan Sa’lebe önceleri vakit namazlarını aksatmaya, malı çoğalınca Cumalara da gelmemeye başlar. Derken Efendimiz s.a.v. zekât memuru vasıtasıyla Sa’lebe’den zekâtını ister. Ancak Sa’lebe mala öylesine bağlanmıştır ki, zekât vermek ağırına gider ve vermeyi reddeder. Bunun üzerine, “Ve onlardan bazıları da ‘Eğer fazlu kereminden bize ihsan ederse elbette tasaddukta bulunacağız ve elbette salih kimselerden olacağız’ diye Allah’a söz vermişti.” mealindeki ayet (Tevbe, 75) indi. Sa’lebe çok pişman oldu ve zekâtını getirip vermek istediyse de Efendimiz s.a.v. kabul etmedi. Bu durum Hz. Ebu Bekir r.a. ve Hz. Ömer r.a. zamanlarında da devam etti. Onlar da Sa’lebe’nin zekâtını kabul etmediler. Nihayet Sa’lebe Hz. Osman r.a. zamanında bu hal üzere vefat etti.

Kısaca arz ettiğimiz bu kıssanın sahih olmadığını Hadis ilminin mütehassısları ortaya koymuştur. (Bkz. ez-Zeyla’î, Tahrîcu’l-Ahâdîsi’l-Keşşâf, 2/84-86; İbn Hacer, el-İsâbe, 1/400-401.)

Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyye bizi, sahibini azdırmış zenginlikten de, sahibini azdırmış fakirlikten de sakındırmıştır. Orta yol ve itidal burada da temel rehberlerimizin onayladığı ve teşvik ettiği tavır olarak tezahür etmektedir. Bu sebeple İslâm Ümmeti tarih boyunca “hem Ebu Bekir, hem Ebu Zerr” demiş, onların birini diğerine tercih etmemiştir. Hz. Ebu Bekir r.a. infakla bereketlenen zenginliğin, Ebu Zerr r.a. da varlığı sonuna kadar paylaşmayı teşvik eden merhametin sembolü olarak inanç dünyamızdaki yerlerini almışlardır. Önemli ve doğru olan onlardan birini tercih etmek değil, ikisinin tavrını da makul ve İslâmî çerçevede açıklayıp yerli yerine oturtmaktır.

“Teşri” ve “tevcih”

Çağımız İslâm mütefekkirleri son derece isabetli bir şekilde, kazanmanın ve harcamanın ilkesini ve sınırlarını bu iki tabirle ifade etmiştir. Biz de konuyu bu iki tabiri esas alarak ortaya koymaya çalışacağız.

İmam Muhammed b. el-Hasan rh.a.’in dediği gibi, kişinin kendisine gerektiği kadar ilim öğrenmesi nasıl farz ise, çalışıp kazanması da öyle farzdır. (Kitâbu’l-Kesb, 71) Çünkü Efendimiz s.a.v.’den hem ilim öğrenmenin, hem de çalışıp kazanmanın farz olduğunu ifade eden hadisler nakledilmiştir. Mülk ve servet konusunda günümüzde iki noktanın birbirine karıştırıldığı görülüyor: “Teşri” ve “tevcih”.

Kişinin, ihtiyaçlarını karşılayacak ve gerek kendisini gerekse ehlü ıyalini başkasına muhtaç etmeyecek kadar çalışıp kazanması farzdır. Bu, çalışıp kazanmanın asgari/olmazsa olmaz sınırıdır. Bundan fazlası ise mübahtır. Dileyen, dinî mükellefiyetlerini aksatmamak ve helal yoldan sapmamak üzere daha fazla kazanmak için daha fazla çalışabilir. (İmam Muhammed b. el-Hasen, Kitâbu’l-Kesb, 81 vd., 96 vd.)

Çalışıp kazanma, mal mülk, servet edinme ve kazancı üzerinde tasarrufta bulunma konusunda Yüce Dinimiz müminlere herhangi bir sınırlama getirmemiştir. Yeter ki mal helal yollardan kazanılsın, kimsenin hakkına hukukuna tecavüz edilmesin ve malî mükellefiyetler hakkıyla yerine getirilsin. Dinimize göre kişi, el emeği göz nuru, meslek ve sanat, ticaret, ganimet, hibe, miras vb. meşru yollarla mal mülk sahibi olabilir ve -yine meşru sınırlar içinde kalmak kaydıyla- mülkü üzerinde dilediği gibi tasarrufta bulunabilir. Bu durumdaki kimseye, normal şartlar altında herhangi bir ilave sorumluluk yüklenemez. Kazanırken ve harcarken kimseye zulüm ve haksızlık etmeyen, bakmakla yükümlü olduğu kimselere karşı mükellefiyetlerini yerine getiren, zekât, fitre gibi malî ibadetlerini hakkıyla eda eden kimse, “teşri” noktasında yükümlülüğünü yerine getirmiş demektir.

Nitekim Yüce Kitabımız’da Efendimiz s.a.v.’in şahsında bize, “Eli sıkı olma. Büsbütün eli açık (varını yoğunu harcayan) da olma.” (İsrâ, 29) buyurulmakla meselenin “teşri” yönü gösterilmiş olmaktadır. Dolayısıyla teşri noktasında cimrilik edip eli sıkı davranmak da, büsbütün saçıp savurmak da doğru değildir. Bu ikisi arasında orta yol tutulacaktır.

Sahip değil vekil

“Tevcih” yönüne gelince, Allah Tealâ şöyle buyurur: “Allah’a ve Rasulü’ne iman (etmekte sebat) edin. (Sizden önce gelip geçenlerin ardından Allah’ın) sizi (tasarruf için) vekil kıldığı maldan O’nun yolunda infak edin. İçinizden iman edip de (o suretle) infak edenler için büyük bir mükâfat vardır.” (Hadîd, 7)

Bu ayet-i kerime, mal ve servetin insanlara emanet olarak verildiğini, onu elinde bulunduranların aslında onun “sahibi” değil, “vekili” olduğunu açık bir şekilde ifade etmektedir. Dolayısıyla insan, kendisine nasip edilen ve üzerine vekil kılındığı mal mülkü kendi yetenek ve birikimiyle kazandığı vehmine düşmemeli, mülkün gerçek sahibini unutarak şeytanın ve nefsin iğvalarına kapılmamalıdır. Evet, mülk Allah Tealâ’nındır ve akıllı kişi, vekili kılındığı mülkü O’nun rızasını kazanma yolunda sarf etmekten geri durmayandır.

Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz, “Veren el alan elden hayırlıdır” (Buharî, Müslim) buyurmak suretiyle “isteyen” konumunda olmayı değil “veren” konumunda olmayı teşvik etmiştir.

Ancak bunu yaparken dengenin muhafaza edilmesine büyük hassasiyet göstermiş, mal mülkün insanı yoldan çıkarıcı özelliğine de sıklıkla vurgu yapmıştır.

Bir keresinde Aşere-i Mübeşşere’den Ebu Ubeyde b. el-Cerrah r.a.’ı Bahreyn’e göndermişti. Ebu Ubeyde r.a., külliyetli bir miktar mal ile döndü. Bunu duyan Ensar, sabah namazında Mescid-i Nebi’de toplandı. Namaz bittikten sonra Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz’in etrafını sararak imalı bir şekilde Ebu Ubeyde r.a.’den bahsetmeye başladılar. Efendimiz s.a.v. gülümseyerek, “Ebu Ubeyde’nin bol mal ile geldiğini duyduğunuzu sanıyorum.” buyurdu. Onlar, “Evet!” diye karşılık verince şöyle buyurdu:

“Size müjdelenen şeyle sevinin ve ondan fayda bekleyin. Allah’a yemin ederim ki, ben sizin yoksulluğunuzdan korkmuyorum. Sizin hakkınızda korktuğum husus, sizden evvelkilerin sahip olduğu gibi geniş servetlere sahip olmanız ve onların birbirini çekemeyip helâk olmaları gibi sizin de birbirinize haset edip helâk olmanızdır.” (Buharî, Müslim)

Mülkün iki tehlikesi

Dünyanın Yüce Kitabımız’da sıklıkla “aldatıcı” olarak nitelendirilmesinde şüphesiz bizim için büyük bir uyarı vardır. Kalbinde küçük bir zayıf nokta, iradesinde az bir gevşeklik bulunan kimsenin dünyaya kapılıp gitmesi hayli kolay ve sık rastlanan bir durumdur.

Zira dünyaya bağlılık ve düşkünlük bulaşıcı hastalık gibidir. Hastalığın bağışıklık sistemindeki en küçük bir gevşemeyi fırsat bilerek insanı ele geçirmesi gibi, dünya ve dünyalık da irademizdeki en küçük bir zaaftan istifade ile bizi kendisine zebun eder. Bu, insandan insana bulaşan bir hastalıktır. Birinin elindeki servet, ev, araba, yazlık kışlık, harcama kapasitesi ve tüketim seviyesi, çoluk çocuğuna sarf ettikleri, giyim kuşamı… bütün bunlar iradesi zayıf insanları özendirir, kıskandırır ve “ben de öyle olmalıyım” düşüncesine sevk eder.

Mülkün iki tehlikesinden biri budur. Servet sahibi insanlar dayanışma, paylaşma ve infak hassasiyetinden uzaklaştığı takdirde toplumda zenginlerle fakirler arasında uçurumlar oluşur ve bu durum toplumu bir arada tutan bağların zayıflayıp kopmasına kadar gider. Toplumsal patlamaların sebebi budur. Dünyayı bir asra yakın meşgul eden, milyonlarca insanın şu veya bu şekilde mağdur olmasına, sürülmesine, acı çekmesine, ölümüne yol açan komünizm belası böyle zeminlerde gelişip serpilmiştir.

Kur’an’da şöyle buyurulur: “Allah’ın, (fethedilen) memleketlerin ahalisinden savaşılmaksızın peygamberine kazandırdığı mallar; Allah’a, peygambere, onun yakınlarına, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışlara aittir. O mallar, içinizden yalnız zenginler arasında dolaşan bir servet (ve güç) haline gelmesin diye (Allah böyle hükmetmiştir). Peygamber size ne verdiyse onu alın, neyi de size yasak ettiyse ondan vazgeçin. Allah’a karşı gelmekten sakının. Şüphesiz Allah’ın azabı çetindir.” (Haşr, 7)

Mülkün diğer tehlikesi ise, eline emanet olarak verildiği insanlar üzerinde “saptırıcı” bir etki yapmasıdır. Zengin kişi çok kuvvetli bir iradeye ve engin bir gönüle sahip değil ise, kendisini malının yegâne hükmedeni sanacak, “küçük dağları ben yarattım” edasıyla diğer insanları hakir görecek ve böylece kendi kazancıyla helaka sürüklenecektir. Zenginliğin gurur ve büyüklenmeye sürüklemediği insan gerçekten ne kadar azdır! Oysa Efendimiz s.a.v., kalbinde zerre miktarı kibir bulunan kimsenin cennete giremeyeceğini haber vermiştir! (Müslim, Ebu Dâvud, Tirmizî)

Servet bir emanet

Küçük çaplı bireysel girişimlerin pek bir işe yaramadığı, liberal ekonomik düzenin kaçınılmaz gereği olan acımasız rekabeti sürdürebilmek için şirketlerin birleşip holdingleri, tröstleri oluşturduğu bir dünyada yaşıyoruz. Hep kazanmak, hep en önde olmak, daha çok üretmek ve kazanmak dürtüsüyle adeta canavarlaşmış uluslar üstü sermaye birikimlerinin ortaya çıktığı bu dünyada infakın, dayanışmanın, paylaşmanın, fakiri düşünerek hareket etmenin ve hepsinden önemlisi de serveti bir “emanet” olarak görecek ruh ve şuur durumunu muhafaza etmenin imkanı var mıdır?

İslâm hem bireyi hem de toplumu bu iki tehlikeye karşı muhafaza altına almanın yollarını göstermekte, ifrata ve tefrite meyletmeden, insan fıtratının özelliklerini de dikkate alarak orta yolu göstermektedir.

Senin Her Varlığın Hakir

Hz. İbrahim a.s.’a inen sahifelerde şöyle buyurulduğu nakledilmiştir:

“Ey dünya! Senin yapmacık süslerin iyiler (ebrar) katında hiçbir kıymet ifade etmez. Zira ben onların gönüllerine sana husumeti ve senden yüz çevirmeyi yerleştirdim. Senden daha düşük bir şey yaratmadım. Senin her varlığın hakirdir ve yok olmaya mahkumdur.

Seni daha ilk yarattığım zaman kimse için devamlı olmamanı ve kimsenin sende daimî kalıcı olmamasını takdir ettim.

İçlerinden bana iman eden, beni tasdik eden ve istikamet üzere bulunan salihlere müjdeler olsun. Onlara tekrar tekrar müjdeler olsun ki, mezarlarından kalkıp bölük bölük bana gelecekleri zaman onların mükâfatları, önlerinde parlayan nurları ve kendilerini kuşatan meleklerle beraber benden umdukları rahmete ulaşmalarıdır.” (İbn Ebi’d-Dünyâ, Zemmu’d-Dünyâ, 63.)

Hz. İsa a.s. Böyle Buyurdu

Hz. İsa a.s.’ın şöyle buyurduğu rivayet edilir:

“Dünyayı kendinize efendi (rab) edinmeyin ki, o da sizi kendisine köle (kul) edinmesin. Servetinizi zayi etmeyecek birinin korumasına verin. Zira dünya hazinelerine sahip olanların çeşitli afet ve felaketlerle karşılaşmalarından korkulur. Ama Allah’ın hazinelerine sahip olanlar için böyle bir korku yoktur.”

Yine şöyle demiştir:

“Ey havarilerim! Sizin için dünyayı ben yüz üstü yere vurdum. Sakın benden sonra onu ayağa kaldırmayın! Dünyanın kirli olduğunun bir delili, onda Allah’a isyan edilmesi, diğer delili de ahiretin ancak onu terk etmekle elde edileceğidir. Dünyadan geçin, onu imarla uğraşmayın. İyi bilin ki, bütün kötülüklerin başı dünya sevgisidir. Kısa süreli bir arzu, sahibine uzun süren bir hüzün ve pişmanlık vereceğini unutmayın!” (İmam Gazalî, İhyâ, 3/198)

Zenginlik Allah’ın Fazlu Keremindendir

Muhacirlerin fakirleri bir gün Efendimiz s.a.v.’e gelerek,

– Ey Allah’ın Rasulü! Varlık sahipleri yüksek dereceleri ve daimî nimetleri alıp gittiler, diye şikayetlendiler. Efendimiz s.a.v.,

– Neymiş o, diye sordu.

– Onlar da bizim kıldığımız gibi namaz kılıyor, bizim tuttuğumuz gibi oruç tutuyor. (Ama onlar bizden fazla olarak) sadaka (zekât) veriyor, biz veremiyoruz; onlar köle azad ediyor, biz edemiyoruz. (Bazı rivayetlerde burada, “Onlar hacca gidiyor, umre yapıyor, biz yapamıyoruz” ifadesi de vardır.)

Bunun üzerine Efendimiz s.a.v.:

– Ben size bir şey öğreteyim mi? Onunla sizi geçenlere yetişir, sizden sonrakileri de geride bırakırsınız. Hem hiç kimse sizin bu yapacağınızı yapmadıkça sizden daha faziletli olamaz.

Muhacirler:

– Buyurun ey Allah’ın Rasulü (öğretin), dediler. Efendimiz s.a.v. şöyle buyurdu:

– Her namazdan sonra otuz üç kere “Sübhânallah”, otuz üç kere “Elhamdülillâh”, otuz üç kere de “Allahu Ekber” dersiniz,” buyurdu.

Fakir muhacirler sevinerek Efendimiz s.a.v.’in yanından ayrıldılar. Ancak bir süre sonra tekrar gelerek şöyle dediler:

– Mal mülk sahibi kardeşlerimiz bizim (sizden öğrenerek) yaptığımız ameli öğrenmişler. Onlar da böyle yapıyorlar (dolayısıyla biz yine geride kaldık).

Bunun üzerine Efendimiz s.a.v. şöyle buyurdu:

– Bu, Allah’ın fazlu keremidir; dilediğine verir.” (Buharî, Müslim)

Ebubekir Sifil
Semerkand, Haziran 2010
Devamını Oku »

İnsani İlişkilerde İstikamet

İnsani İlişkilerde İstikamet.....

Cenneti Kişisel İbadetlerle Aramak



“İman etmedikçe cennete giremezsiniz; birbirinizi sevmedikçe de gerçekten iman etmiş olmazsınız” (Müslim,Cihad,13..) buyuran Alemlerin Efendisi (a.s)., imanın temeline sevgiyi yerleştirmiş oluyor. Böylece ilişkilerimizde zorlamaya ve gösterişe dayalı olmayan, içimize yerleşmiş bulunan ve şahsiyetimizin ayrılmaz parçası haline gelmiş olan “karşılıklı sevgi ve muhabbet” ile ayakta duran bir toplum oluşturmamız gerektiğini ikaz ediyor.

Bu hadiste, Efendimiz (a.s).’ın fert olarak yerine getirmemiz gereken ibadetlere değinmeden sadece “sevgi”ye vurgu yapması, toplum hayatımızın sağlıklı olabilmesi için mutlaka sevgi üzerine inşa edilmesi gerektiğini ortaya koymakta.

İnsanî ilişkilerin temeli olan güvenilirlik, dürüstlük, vefa, kadirşinaslık, diğergâmlık, içtenlik, fedakârlık gibi hasletlerin sevgi olmadan var olması ve yaşaması mümkün olamayacağına göre, şunu tesbit etmek zorundayız: Günümüz dünyasının güvensizlik, kıskançlık, çekememezlik, kaypaklık, cimrilik, aldırmazlık, tepeden bakma gibi çürütücü, bitirici olumsuz özellikleri, temelde sevgi eksikliğine dayanır.

Şahsiyetini bu türlü olumsuz özelliklerden arındırmadıkça, kişinin yaptığı ferdî ibadetlerin kendisine beklendiği ölçüde faydası olmayacağı açık. Zira yukarıda bir kısmını zikrettiğimiz hadis-i şerifin baş tarafında Efendimiz (a.s). şöyle buyurur: “Size, geçmiş ümmetlerin iki (manevi) hastalığı sirayet etmiştir: Haset ve kin. Bunların herbiri kazıyan (bir ustura) dır ki, kılları kazır ve traş ederler demek istemiyorum; bunlar dinin kökünü kazır...”

Şu halde bu olumsuz özellikleri (Efendimiz (a.s).’ın mübarek tabiriyle hastalıkları) kişiliğinden silip kazıyamamış olanlar,ne kadar çok ibadet ederlerse etsinler, istediklerini elde etmeleri kolay değil.

Çünkü ettikleri ibadetlerin sevabını bu hastalıklar bir ustura gibi kazıyıp yok etmektedir.

Bu söylediklerimizin abartılı olduğunu düşünülüyorsa, Allah Rasulü (a.s).’ın şu uyarısını da hatırlayalım: “Hasetten sakının. Zira haset, ateşin odunu yakıp yediği gibi iyi amelleri yiyip tüketir.”(Ebu Davud,Edeb,52..)

Şimdi başımızı ellerimizin arasına alıp düşünmenin zamanıdır. Affedilmez bir aymazlık ve ihmalle bireysel görevlerimiz arasından çıkardığımız “beşerî münasebetler”deki arızalar, sonunda ibadetlerimizi ve güzel amellerimizi kemiren birer mikrop olarak amel defterimizin sevap hanelerini durmadan eksiltiyor. Kalplerimizi içinden çürütüyor. Biz ise adeta kendimizi garantiye almış gibi, Allah’ın bizi kardeş kıldığı insanları kırıp-dökmeye, küstürüp darıltmaya devam ediyoruz...

İstikametimizi mi Yitirdik?

Alemlerin Övüncü (a.s). Efendimiz, gelmiş-geçmiş bütün günahları bağışlanmış olduğu halde, “Hûd suresi beni ihtiyarlattı” buyurmuş. Kasdettiği ise, bu suredeki kısacık bir ayet: “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!”

Evet işte bu ayet... Bütün Kur’an ayetlerine aynı ruh arılığı ve aynı gönül safiyeti içinde muhatap olan Efendimiz (a.s)., bu kısacık ayet-i kerimenin ne kadar ağır bir sorumluluk yüklediğini böyle ifade buyurmuş.

İki cihan güneşi (a.s)., bu ayet-i kerimenin ağırlığı altında yaşlandığını hissettiği halde bizler bu kadar rahat olabiliyorsak, ya bu ayetteki “dosdoğru ol” emrinin ne anlattığını idrak edemedik, ya da Kur’an ile aramızda birtakım engeller var.

Şu bir gerçek ki, uzun bir zaman önce hayatımızdan kovduğumuz bizi biz yapan kavramların bıraktığı boşluğu, onların zıtları ile dolduruyoruz. Vefa yerine kalleşlik, edep yerine edepsizlik, nezaket yerine kırıcılık ve kabalık, yardımseverlik yerine bencillik ve umursamazlık...

İşte bu kavramlardan birisi ve belki de en önemlisi “istikamet”tir. Yani dosdoğru olmak, “adam gibi adam” olmak... Kur’an’da ve hadis-i şeriflerde sıkça geçen bu kavramın hayatımızı terkettiğinin belki çoğu kimse farkında bile değil. Oysa dinimizin temelidir istikamet.

Öyle olmasaydı, “Ya Rasulallah! İslâm’ı bana öyle bir tarif buyurun ki, ondan sonra artık kimseye Din’in ne olduğunu sorma ihtiyacı duymayayım” diyen bedeviye, “Allah’a inandım de, sonra da istikamet üzere (dosdoğru) ol!” (Müslim,İman,13..) buyurur muydu İki Cihan Güneşi (a.s)?

Anlayış sahibi olanlar için bu hadis, İslâm’ı başka bir açıklamaya gerek bırakmayacak tarzda izah etmiyor mu? Önce Allah Tealâ’ya iman edeceğiz, dolayısıyla O’nun gönderdiği kitaplara, peygamberlere ve kitap ve peygamberlerin bildirdiği hususlara iman edeceğiz, sonra bu imanı dilimizle de ifade ve ilan edeceğiz. Sonra bir bir tek şey: İstikamet üzere, yani dosdoğru olacağız. Amellerimizde, sözlerimizde, davranışlarımızda ve hatta kalbimizden geçirdiklerimizde ve niyetlerimizde...

İstikamet üzere olmanın, gerçek anlamda mümin ve gerçek anlamda insan olmanın tek yolu olduğu kolaylıkla anlaşılabilir. Yaşanılabilir bir dünya ve ebedi saadet için, istikamet vazgeçilmez bir öneme sahip. Böyle olduğu için Rabbimiz şöyle buyurmuştur: “Rabbimiz Allah’tır deyip, sonra istikameti takip edenlerin üzerine melekler iner. Onlara, ‘korkmayın, üzülmeyin, size vaadolunan cennetle sevinin’ derler.”(Fussılet/30)

Aynı manadaki bir diğer ayet-i kerimede de şöyle buyurulur: “Rabbimiz Allah’tır deyip, sonra

da istikamet üzere yaşayanlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.”

(Ahkâf/13) Bu ayet-i kerimelerde ve hadis-i şeriflerde vurgulanan istikametin hayatımızdaki yeri ve ağırlığı ne oranda ise, müslümanlığımız ve gerek birey, gerekse toplum olarak kurtuluşumuz da o nisbette sözkonusu olacaktır.

İstikametin ölçüsü ise, fert planında yerine getirmekle yükümlü olduğumuz ibadetleri hakkıyla eda etmek yanında, toplumsal ilişkilerimiz bakımından da aranan, sevilen ve eksikliği hissedilen insan olma yolundaki çabalarımızdır.

Böyle geniş kapsamlı bir sorumluluğu yerine getirmek, yani kıl kadar eğrilmeden dosdoğru insan olabilmek kolay olsaydı, Efendimiz (a.s). Hud Suresi’ndeki ayetin ağırlığı sebebiyle ihtiyarladığını söylemezdi.

Taş Atana Gül Atabilme Erdemi

Bu noktada denebilir ki, insanî ilişkiler zaten her yanıyla bozulmuş durumda. Ben insanlara iyi davransam ve istikamet üzere olsam bile, diğer insanlar bozuk olduğu için benim bu davranışımın hiçbir anlamı olmayacaktır.

İlk bakışta doğru gibi görünen, hepimizin yaşadığı bu ruh hali de, aslında şeytan ve nefsin imal ettiği aldatıcı bir gerekçeden başka birşey değil!

Efendimiz (a.s). şöyle buyurur: “Hiç biriniz, ‘ben insanlarla beraberim, insanlar iyilik yaparsa ben de yaparım. İnsanlar kötü davranırsa ben de kötü davranırım’ diyen şahsiyetsiz kimselerden olmasın. Aksine, insanlar iyilik yaptığında iyilik yapmak, kötü davrandıklarında da haksızlık etmemek için nefsinizi terbiye edin.” (Tirmizî,Birr ve's Sıla,60)

Beşerî münasebetlerdeki bu şaşmaz ölçü, bize aynı zamanda istikametin günlük hayatta nasıl uygulanacağının da anahtarını veriyor. İnsanlardan iyilik gördüğümüzde buna iyilikle karşılık vereceğimize kuşku yoktur. Kötülük gördüğümüzde ise, elimize geçen ilk fırsatta bizim de başkalarını ezmemiz, başkalarının hakkını gasbetmemiz değil, haksızlık ve zulme sapmamak için nefsimizi eğitmemiz, terbiye etmemiz gerekiyor.

İşte bu noktada istikametin hayata geçirilebilmesi için meseleye “nefis terbiyesi” olgusu girmekte. Tasavvufun hayatımızdaki fonksiyonu bu noktada ne kadar bariz görülüyor değil mi? İstikamet sahibi olmak kaçınılmaz bir görevse ve bunun yolu da nefis terbiyesinden geçiyorsa, varacağımız başka neresi olabilir?

Toplumsal hayatta insanî değerlerin alt-üst edildiği, insanî ilişkilerin menfaate, maddeye ve beklentilere dayalı olarak yürütüldüğü günümüz dünyasında, eğilip bükülmeden, yalpa yapmadan dosdoğru bir mümin olabilmek... İşte bu çetin ve bir o kadar da kaçınılmaz görev, günlük hayatımızın ayrılmaz bir parçası olarak hayatımıza girmedikçe, ne bizler hakiki mümin olabileceğiz, ne de bin türlü kötülükle kirletilmiş olan dünyamız yaşanılabilir bir zemin olacak.

Ebubekir Sifil-Hikemiyat,syf;346-350
Devamını Oku »

Allah’ın ipine “hep birlikte” sarılmak

Allah’ın ipine “hep birlikte” sarılmak

Gerek Kur’an, gerekse Sünnet, mü’minlerin birlik ve bera­berlik içinde bulunmasına büyük bir hassasiyet göstermiş, bir­lik ve beraberliğin kaybedilmesi halinde ortaya nasıl bir man­zara çıkacağını çarpıcı ifadelerle dikkatlerimize sunmuştur.

Hepimizin çok iyi bildiği bir ayette, “Hep birlikte Allah'ın ipine sımsıkı yapışın; parçalanmayın. Allah'ın size olan nimetini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşman kişiler idiniz de 0, gönüllerinizi birleştirmişti ve O'nun nimeti sayesinde kardeşleri olmuştunuz. Yine siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi O kurtarmıştı. İşte Allah size ayetlerini böyle açıklar ki doğru yolu bulasınız. ”(Al-i İmran,103) buyurulur.

Burada hep birlikte sarılmamız emir buyurulan “Allah’ın ipi” benzetmesi, Din’in temel kaynağı olan Kur’an başta olmak üzere onun hayat verdiği başka birçok kavramı ifade etmektedir. Elmalılı merhumu dinleyelim:

“(Ayette geçen, “Allah’ın ipi” anlamındaki) Hablullah, Allah Tealaya vuslat sebebi olan delil ve vasıta demektir ki, rivayetlerde Kur’an, taat ve cemaat, ihlas, İslam, Allah’ın ahdi, Allah’ın emri diye tefsir edilmiştir. Bu ayetin cemaat ve içtimaiyyeti emir buyurduğunda şüphe yoktur. Bununla birlikte burada “cemaat”, Hablullah’ın aynısı değil, ona sımsıkı sarılmasının neticesidir.” (Hak Dini Kur’an Dili 2/1153-1154)

Bu ayeti birçok kimse "önce birlik ve beraberlik içinde olun ve sonra hepiniz toptan Allah’ın ipine ‘’sarılın" tarzında anlamakta ise de, Elmalılı merhumun dikkat çektiği gibi bu, hatalı bir anlayıştır. Topluca hareket etmemiz bizi Allah’ın ipine sa­rılmaya götürmez, tam tersine, Allah'ın ipine gereği gibi tutun­duğumuz zaman bir arada ve birlik içinde yaşamanın imkânını elde etmiş oluruz.

Elmalılı merhumun mezkûr ayetin tefsiri sadedinde altını çizdiği "cemaat" kavramı, meselenin özünü oluşturmaktadır. “Allah’in ipi"ne sımsıkı sarıldığımız takdirde oluşacak olan muhkem yapı, itikadımızı da, amelimizi de içine alacak şekilde bütün bir duruşumuzu ifade edecek kadar önemli ve kapsam­lıdır. Mademki Allah’ın ipine sarılmak bizi bir arada yaşamaya götürecektir ve Allah’ın ipine sarılmaktan başka bir seçenek söz konusu değildir; o halde şunu söylemek durumundayız: Eğer bir toplumda fitne, ayrışma ve tefrika varsa, o toplum Allah’ın ipine gereği gibi sarılmamış demektir!

İtikatta Ehl-i Sünnet vel-Cemaat olduğumuzu söylerken aslında bu noktayı dile getirmiş oluruz. Rasul-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz’in ve kutlu Sahabe’nin yolu üzere bulunmak ve on­lardan tevarüs ettiğimiz değerler etrafında "cemaat" halinde, yani "toplanmış" olarak, hep bir arada yaşamak, Allah’ın ipine sarılmanın tabii bir neticesidir.

Burada aklımıza, "Peki Allah’ın ipine sarılmanın yolu-yöntemi nedir?" diye bir soru gelebilir. Bu yerinde sorunun ceva­bını da elbette yine Kur’an ve Sünnet verecektir:

"Allah'a ve Resulû’ne itaatten ayrılmayın ve birbirinizle çe­kişmeyin/ nizalaşmayın; sonra içinize korku düşer ve kuvveti­niz gider. Ve sabırlı olun; çünkü Allah sabredenlerle beraber­dir."(Enfal,46)

Bu ayette birlik-beraberliğin, yani "cemaat" olmanın üç il­kesi verilmektedir:

Birinci ilke, Allah Tealaya ve Rasul-i Ek­rem (s.a.v) Efendimiz’e itaatten ayrılmamaktır. Kur’an ve Sün­net neyi nasıl emretmiş ise onu öylece tutmak, içimizde her­hangi bir sıkıntı duymaksızın “teslim olmak"tır.

İkinci ilke, birbirimizle çekişmemektir. Bundan maksat aramızda çıkabilecek görüş ayrılıklarını birbirimizi hırpalaya’ rak, küstürerek ve birlik beraberliğimize zarar verecek şekilde davranarak çözme yoluna gitmemektir.

Ayette bunun aksini yaptığımız zaman başımıza gelecekler hakkında da son derece önemli bir uyan yer alıyor: Birbiri­mizle didişecek olursak içimize korku düşecek ve gücümüz, kuvvetimiz dağılıp gidecektir. Bu noktada sözü fazla uzatmaya gerek görmüyoruz. Genel olarak dünya Müslümanlanın du­rumuna baktığımızda, küresel emperyalizm karşısında niçin bu kadar pasif, ürkek ve kompleksli bir İslam Dünyası gördü­ğümüz sorusunun cevabı buradadır. Aynı durumun ülkemiz için de söz konusu olmaması, hiç şüphe yok ki, yine yukarı­daki ayetin uyarısına kulak vermemize bağlıdır...

Ve ayetteki üçüncü uyarı: Sabredin! Cemaat (toplum) ha­linde ve birlik-beraberlik içinde yaşarken karşılaşabileceğimiz olumsuz durumlar, çeşitli sıkıntı ve meşakkatler olabilir. Top­lumsal bünyeye fitne mikrobunun bulaşmasına vesile olmak­tansa, sabretmemiz halinde Yüce Rabbimiz, yardım ve lütfuyla bizim yanımızda olacağını beyan buyurmaktadır.

Abdullah bin Ömer (r.a)’den şöyle rivayet edilmiştir: “Ömer (r.a) “Cabiye” mevkiinde bir konuşma yaptı. Bu konuşmasında orada bulunanlara şöyle dedi: “Ey insanlar! Allah Resulü bu­rada şu bulunduğum yerde şöyle buyurmuştu. “Size ashabımı vasiyet ediyorum. Sonra onların ardından gelenleri; sonra on­ların ardından gelenleri. Bir de cemaat olun. Birbirinizden ay­rılmayın! Şeytan bir kişiyle (tek başına hareket edenle) bera­berdir. İki kişiden ise olabildiğince uzaktır. Cennetin ortasında yerleşmek isteyen cemaate bağlı kalsın. ”(Tirmizi,Fiten,7)

Konuyla ilgili olarak zikredilebilecek pek çok hadis-i şerif arasından seçtiğimiz bu rivayet meselenin ehemmiyet ve cid­diyetini yeterince açık bir şekilde anlatmaktadır. Yüce Allah’ın rahmeti de, lütuf ve ihsanı da birlik-beraberlik halinde bulu­nan toplumlaradır.

“Cemaatin anlamı

“Fırka-i nâciye” (Kurtuluşa eren fırka) de denen “Sünnet ve Cemaat Ehli” (veya Ehl-i Sünnet vel-Cemaat”) tabirindeki “Sünnet”in ne olduğu açıktır. Acaba buradaki “Cemaat” neyi anlatmaktadır? Gerek birisini yukarıda zikrettiğimiz hadis­ede, gerekse Akaid kitaplarında sıklıkla geçen bu kavramdan anlamalıyız? Bu sorunun cevabı konumuz bakımından son derece önemlidir.

Genellikle hatalı olarak bu kelime, “insanların ekseriyeti neredeyse orada olmak” ve “hangi esaslar üzerinde toplanmış olurlarsa olsunlar, çoğunluğun yanında yer almak” şeklinde anlaşılır. Oysa bu kelime “hakkın temsilcisi olma”yı ifade et­mektedir. Her ne kadar tarih içinde “Fırka-i nâciye” taraftar- lan genellikle çoğunluğu teşkil etmiş ise de, bunun tersinin vaki olduğu durumlar da yok değildir.

Söz gelımı İslam tarihinde “mihne” diye adlandırılan “Halkul-Kur’an'' fitnesinin ortalığı kasıp kavurduğu dönemde İmam Ahmed b. Hanbel’in tavrında kristalleşen “hak taraftar­lığı” sayıca az bir kesimce üstlenilmişti. Bununla birlikte Ah­med b. Hanbel ve onunla aynı tavrı benimseyenler, “Ehlu’s- Sünne vel-Cemaa” tabirindeki “Cemaat”i oluşturuyordu. Dö­nemin Abbasi hükümdarı mu’tezile inancım benimsemişti ve avaneleri, zulümlerini haklı göstermek için ona şu telkinde bulunuyordu: Ey Mü’minlerin Emiril Sen, kadıların, valilerin, fakih ve müftülerin toptan batıldasınız da Ahmed b. Hanbel mi tek başına hakkı söylüyor?”

Abdullah b. Mes’ûd (r.a), öğrencisi Anır b. Meymûn’a “Ce­maati açıklarken şöyle der: “İnsanların çoğunluğu bugün ce­maatten ayrılmıştır. Cemaat, tek başına da kalsan, benimse­mekten geri kalmadığın “hakka uygun tavır”dır.” Bir diğer ri­vayette, “Cemaat, Allah Tealaya taate uygun olan tavırdır şeklinde nakledilmiştir.(Ebû Şâme, el-Bâ’is, 27.)

“Cemaat” ve “Sünnet” kavramları arasındaki lazım-melzum ilişkisi (bunların birbirini gerektirmesi) de bu noktada karşı­mıza çıkmaktadır. Zira “hakkın temsilcisi” anlamında “cemaat taraftan'' tabiri tek başına kullanıldığında, içinden çıkılmaz bir “görecelikle karşı karşıya gelmemiz kaçınılmazdır: Neye ve kime göre hak?

Ebû Şâme’nin yukanda verdiğim yerde tesbit ettiği gibi “hak”, asr-ı saadette Hz. Peygamber (s.a.v) ve ilk “cemaat” olan Sahabe’nin üzerinde bulunduğu yoldur. Dolayısıyla “Sünnet ve Cemaat Ehli” terkibindeki “Cemaat”, Sahabe cemaatinin ik- tida ettiği “Sünnet”in temsil ettiği değerler manzumesinin ifadesidir ki, bunlar “hakk”ın ta kendisidir. Böylece “hak” kavramının izafiliği üzerine bina edilebilecek iddialar da geçerliliğini yitirmektedir. Bir şeyin hem “hak” olması, hem de herkese göre değişebilen muhtevalara bürünmesi eşyanın tabiatına aykırıdır. Îslamî metinlerde oldukça sık rastlanan “Ehl-i Hak'' tabirinin de bu anlamda “Sünnetin temsil ettiği hakikati idrak edip benimseyenleri anlattığını söyleyebiliriz.

Her bid’at bir tefrika unsurudur

Tabiun döneminde ve sonrasında zuhur eden itikadı fırka­ların, itikadın belirlenmesinde Sünneti ölçü olarak görmeme­leri, dolayısıyla Sünnetle sabit olmuş hususları -çeşitli gerek­çelerle- dışlayarak “nevzuhur” (asr-ı saadette izine rastlanma­yan) itikadı tavırlar benimsemeleri, “Ehl-i bid’at” olarak tavsif edilmelerinin temel sebebidir. Bu bağlamda “bit’at”in “Sünnet” karşıtı bir tabir olarak kullanılmasının esprisi de burada yat­maktadır. Bid’atler üzerine eser yazan ulemanın “bid’at”i, “Hz. Peygamber (s.a.v) ve Sahabe döneminde bilinmediği halde sonradan ihdas edilen şeyler” olarak tarif etmesi boşuna de­ğildir.

Temel itikadı meselelerde Cemaat’in, yani Sünnetin karşı­sında yer alan bu firkalar, tarih boyunca fitnenin ve tefrikanın merkezinde yer almış, İslam toplumunun kan ve enerji kay­betmesine sebep olmuştur. Hz. Ömer’in şehid edilmesiyle baş­layan, Hz. Osman’ın şehadetiyle daha da büyüyerek devam eden toplumsal fitne ve tefrika, Ümmet-i Muhammed’in bu­gün bile ortadan kaldıramadığı ayrışmaları, bölünmeleri ve parçalanmaları netice vermiştir.

Bu noktada çoğunlukla yaşadığımız bir yanılgı haline dik­kat çekmemiz gerekiyor: Bid’at fırkalardan bahsedildiğinde, sadece bin küsur yıl öncesinde kalmış bazı oluşumlardan bahsedildiği düşünülür. Oysa Ehl-i Sünnet çizgiyle, onun ilke ve kabulleriyle bağdaşmayan her oluşum “bid”at” kavramının içindedir ve bugün yaşadığımız pek çok fikrî ve toplumsal ha­disenin doğru açıklaması ancak bu temelde yapılabilir.

Adlarının herhangi bir ideolojik, fikrî, itikadı ya da siyasî çağrışım yapması, Ehl-i Sünnet dışı oluşumların “Ehl-i bid’at” olmasını engellemez. Tıpkı tarih içinde zuhur etmiş Ehl-i bid’at fırkalar içinde iddia ve söylemleri Din’in çizdiği çerçevenin dışına çıkanlar bulunduğu gibi, aynı durum günümüzde de söz konusu olabilir. Dolayısıyla adı ne olursa olsun günümüz Ehl-i bid’atı da iddia ve söylemlerinde hem dünyevî, hem de uhrevî bakımdan bizim için büyük tehlikelerin adresidir.

Ebubekir Sifil-Hikemiyat
Devamını Oku »

Cennete Kimler Gidecek?



 


1


İnkişaf‘ın son sayısında Muhammed Ali es-Sâbûnî‘nin, Yahudi, Hristiyan ve Sabiiler‘in de cennete gideceğini söyleyenlerden Prof. Dr. Süleyman Ateş hocaya –ve tabii aynı kanaati taşıyan diğer isimlere– karşı yazdığı reddiye mutlaka okunmalı.




Söz konusu iddia, bildiğiniz gibi, ifadesi hemen hemen aynı olan iki ayete, 2/el-Bakara, 62 ve 5/el-Mâide, 69. ayetlerine dayandırılıyor temel olarak.

“Şüphe yok ki iman edenler, Yahudiler, Hristiyanlar ve Sabiiler’den her kim Allah’a ve ahiret gününe iman eder ve salih amel işlerse, elbette bunların Rabb’leri yanında ecirleri vardır, bunlara bir korku yoktur ve bunlar mahzun olacak değillerdir.” (2/el-Bakara, 62)

“Şübhe yok ki iman edenler, Yahudiler, Sâbiiler ve Hristiyanlar’dan her kim Allaha ve ahiret gününe iman eder ve salih amel işlerse, artık onlara korku yoktur ve onlar mahzun olacak değillerdir.” (5/el-Mâide, 69)

Bu iki ayet günümüzde Yahudi ve Hristiyanlar‘ın da cennete gireceği fikrini desteklemek amacıyla gündeme getiriliyor ise de, onları bu maksatla gündeme getirenlerin dikkate almadığı veya dikkatten kaçırdığı önemli noktalar mevcut. Bu noktaları maddeler halinde sıralayacağım.

Ancak daha önce bir hususa açıklık getireyim: Burada, mezkûr ayetlerin, anılan grupların Müslüman olanlarını/İslam‘a geçenlerini anlattığını söyleyen müfessirlerin görüşlerinden sarf-ı nazar edeceğim. Bu görüşler, sahipleri ve dayanakları için tefsirlere bakılabilir.

Bunu yapmaktan maksadım, bu ayetleri malum iddiayı temellendirmek için kullananları, kendi anlayış biçimleriyle ilzam etmektir. Kur’an‘ı kendi kişisel görüşleri doğrultusunda tefsir edenlerin, daha doğrusu “yorumlayanların” kendilerini ne tür çıkmazlara mahkûm ettiklerini bir kere de bu vesileyle görmüş olacağız.

Gelelim sadede:

1.Ayette zikredilen 4 zümrenin, yani Mü’minler, Yahudiler, Hristiyanlar ve Sabiiler‘in belirtilen 3 şartı (Allah Teala‘ya iman, ahirete iman ve salih amel) yerine getirmesi halinde kurtuluşa erdiğini söylemek, şayet bu zümrelerin dışında kalıp da aynı şartları yerine getirenleri kurtuluş şansından mahrum bırakmak anlamında bir “tahsis” içeriyorsa doğru olmamalıdır. Zira şüphe yok ki kurtuluşun şartı Yahudi, Hristiyan… vs. ismini taşımak değil, anılan 3 hususu yerine getirmektir. Öyleyse kurtuluş niçin bu 4 zümreye tahsis edilmiştir?

2.Her iki ayette de kitaplara, peygamberlere, meleklere… imanın zikredilmediği görülüyor. Özellikle ilahî kitaplara (aslî hallerine) ve peygamberlere iman olmadan, onların verdiği haberler temel kılınmadan Allah‘a ve ahirete iman konusunda makbul/sahih çizgi nasıl tutturulacaktır?

Eğer Kitap ve Peygamber‘e gerek olmadan insanların makbul/sahih bir “Allah ve ahiret inancı” oluşturması teorik olarak mümkün ise, Kur’an‘ın Kitap ve Peygamber‘e yaptığı onca vurgu anlamsız kalacak; bunun doğal sonucu olarak da Allah Teala‘ya –haşa– “abesle iştigal” nakisası yöneltilmiş olacaktır!



2.




Sahih bir “Allah ve ahiret inancı“nın, Kitap ve Peygamber inancı olmadan da mümkün olabileceği varsayımının pratiği yoktur! Yahudiler ve Hristiyanlar Kitap ve Peygamber çağrısına muhatap oldukları halde Allah ve ahiret konusunda bir dizi temel sapma yaşamış ve bunları “din” haline getirmişse, Kitap ve Peygamber çağrısından haberdar olmamış kitlelerin makbul/sahih bir “Allah ve ahiret inancı“nı hangi yöntemle keşf edeceği sorusu yabana atılmamalıdır…

Esasen, Kitap ve Peygamber inancı olmadan, 2/el-Bakara, 62 ve 5/el-Mâide, 69. ayetlerinde zikredilen 4 zümrenin kimler olduğunu tesbit etmek de mümkün değildir.

İsbat mı istiyorsunuz?

Sorarım size: Kur’an‘ın “İman edenler” yani “Mü’minler” olarak andığı zümre hangi temel vasfıyla diğerlerinden ayrılır? Bu soruya “Allah‘a ve ahiret gününe iman etmeleriyle” diye mi, yoksa “Kur’an‘a ve Hz. Peygamber (s.a.v)’e iman etmeleriyle” diye mi cevap verilir?

Keza Kur’an‘ın kimlerden “Yahudi” ve “Hristiyan” diye bahsettiği sorusunun doğru cevabı da, inandıklarını söyledikleri Kitap ve Peygamberlerle verilecektir.

Kur’an‘a ve Hz. Peygamber (s.a.v)’e inanmayan bir “mü’min” tasavvur etmek ne kadar mümkün (!) ise, Kur’an‘ı ve Hz. Peygamber (s.a.v)’i red/inkâr ettiği halde kurtuluşa erecek Yahudi, Hristiyan ve Sabii tasavvur etmek de o kadar mümkündür!!

3.Mezkûr ayetlerde kurtuluşa ermenin şartları arasında “Allah’a ve ahiret gününe iman” yanında “salih amel” de zikredilmektedir. “Amel imanın bir parçası mıdır, değil midir” tarzındaki meşhur tartışmaya girmeden soralım: Yahudi ve Hristiyanlar‘ı cennete buyur edenler arasında, temel ibadetlerini aksatan bir mü’minin ebedi olarak cehennemde kalacağını söyleyen kimse var mı? Olmadığına göre bu “şart”ın şartlığının anlamı nedir?

4.Söz konusu iki ayet bağlamında gözden kaçırılan belki de en önemli nokta, biraz yukarıda da işaret edildiği gibi, ilgili ayetlerde anılan 4 zümrenin içinde “iman edenler“in, yani Müslümanlar‘ın da bulunuyor olmasıdır. Bunun anlamı şudur: Peygamberler‘e, meleklere ve kitaplara iman söz konusu olmaksızın, sadece Allah Teala‘ya ve ahirete imanla yetinerek de Müslüman olunabilir!!

Bu çıkarsamanın doğru olmadığı, ayrıca delillendirilmeye ihtiyaç göstermeyecek kadar açık ve bedihidir. Hiçbir aklı başında Müslüman, Kur’an‘a ve Hz. Peygamber (s.a.v)’e iman olmadan “Müslüman” olunabileceğini söylemez, düşünmez. Aksini iddia etmek, Kur’an‘ın yarıdan fazlasını inkâr olur!

5.“İman edenler” kategorisine giren hangi kişi Allah‘a ve ahiret gününe iman etmez? Ya da şöyle soralım: Allah’a ve ahiret gününe iman etmediği halde “iman edenler” kategorisine giren kimse var mıdır?

Bu soru da nereden çıktı demeyin. Zira ayetin orijinal ifadesi, (gramatik tahlillere girmeden, kestirmeden söyleyelim) anılan 4 zümre içinde Allah‘a ve ahiret gününe inanmayanlar da bulunduğunu ihsas etmektedir. Ayetleri meallendirirken bu anlamı ifade etmeye çalışmıştım: “Şüphe yok ki iman edenler, Yahudiler, Hristiyanlar ve Sabiiler’den her kim …”

Demek ki “İman eden” (mü’min), “Yahudi“, “Hristiyan” ve “Sabii” isimlerini aldıkları halde Allah‘a ve ahiret gününe inanmayan, salih amel de işlemeyen kesim/ler var ki ayet, “bu zümrelerden her kim Allah‘a ve ahiret gününe inanırsa…” diyerek kurtuluşu, bu isimleri alan zümrelerin belli bir kesimine tahsis ediyor… Yahudi ve Hristiyanlar‘a cennet teşrifatçılığı yapanlar işin bu yönüne ne derler acaba?!

Burada “Amentü‘nün diğer maddelerine iman, imanın erkânından/olmazsa olmazlarından değil, kemalindendir” diyerek mugalata yapmanın iddia sahiplerine hiçbir fayda sağlamayacağı, yukarıdan beri söylenenlerden anlaşılmış olmalıdır…

Ebubekir Sifil

Milli Gazete – 8-9 Ekim 2015


Devamını Oku »

Günah İşleyenin İmanı



Ehl-i Kıble'den hiçbir kimseyi, helal görmediği sürece, günahı sebebiyle tekfir etmeyiz. İmanlı olmakla beraber günah işleyene, günahının zarar vermeyeceğini de savunmayız.

Ehl-i Kıble olan kimseyi yani bizim kıblemize dönüp namaz kılan hiç kimseyi işlediği bir günah sebebi ile tekfir etmeyiz. "Falan kişi falan günahı işledi, kâfir oldu" demeyiz. Yeter ki işlediği o günahı helal saymasın; "Bunu işlemek helaldir, caizdir" demesin. "Haramdır ama şaştık, düştük" tarzında bir algıya sahipse büyük olsun, küçük olsun herhangi bir günah işledi diye bir kimseyi iman dairesi dışına atmayız.

Atanlar var mı? Daha evvel dile getirilmişti; Hariciler ve Mutezile büyük günah işleyenlerin dinden çıkacağını söylemişler. Hariciler "dinden çıkar ve kâfir olur" der, Mutezile "dinden çıkar ama kâfir olmaz, fasık olur" der. Yani iman ile küfür arasında bir yerde kalır der. "el-Menzile beyne'l-menzileteyn"de; iman ile küfür arasında bir yerde kalır, dinden çıkar ama küfre girmez, der. Ahiretteki durumu, encamı, akıbeti nedir? Akıbetinde değişen bir şey yok, Haricilere göre de Mutezileye göre de büyük günah işleyen mümin ebedi cehennemliktir. Daha doğrusu mümin değil, mümin vasfını kaybeder ve ebedi cehennemlik olur büyük günah işleyen kimse.

Herhangi bir dini hükümle, herhangi bir dini sembol ile alay eder, dalga geçerse bu, o insanı dinden eder. Bizim fukahamız, ulemamız "Elfaz-ı küfür" yani, "İnsanı küfre düşürebilecek sözler ve haller" başlığı altında müstakil kitaplar yazmışlar. Burada insan ne yaparsa, ne söylerse, hangi konuda nasıl davranırsa imanından olur, tek tek maddeler halinde sıralamışlar. Yani bir adam dini bir sembolle alay ederse; mesela ezan okunurken "Ya bu nedir, günde beş vakit kafamızı şişiriyor" dese Allah korusun kâfir olur. Veya bir Müslümanın kıyafetiyle alay etmek maksadıyla "Bu nedir ya, bu geçmişte kaldı, böyle bir şey olmaz" falan dese -Allah korusun- dinden çıkar. Bu şiardır, semboldür, dine ait bir şeydir. Dolaysıyla dine ait bir şeyi alay konusu yapmak, istihza konusu yapmak kişiyi dinden eder. Akaid metinlerinin sonunda Elfaz-ı Küfür listesi vardır. Onlardan da istifade edilebilir.

"İşlediği günahı helal saymadıkça Ehl-i Kıble olan hiç kimseyi tekfir etmeyiz" dedikten sonra, herhangi bir günahın o günahı işleyen kimseye zarar vermediğini de söylemeyiz. Mutlaka bir zarar verir. Verdiği zarar günahın derecesine göre değişir. Yani büyük günahlardan ise onun kişiye vereceği zarar daha fazladır. "Seyyiat" dediğimiz küçük günahlardansa o alışkanlık halinde getirilip daimi suretle işlememek şartıyla, telafisi öbürlerine göre daha kolaydır. Bir de tabi kul hakkına taalluk eden günahlar var. Onların affedilmesi, silinmesi tövbe istiğfarla birlikte hakkına girilmiş kişiden helallik almaya bağlıdır.

Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurur: "Beş vakit namaz, aralarında işlenmiş küçük günahlara kefarettir. Cuma namazı, kendisinden önceki cumadan kendisine kadar işlenmiş küçük günahlara keffarettir. İki Ramazan, aralarında işlenmiş günahlara keffarettir."(1) Yani tekrar bir Ramazan-ı Şerif idrak edeceğiz, bir evvelki Ramazan dan bu Ramazan'a kadar işlediğimiz küçük günahlarda o Ramazan-ı Şerif hürmetine bağışlanıyor. Keza Hacc,bütün günahları siliyor; kul hakkı hariç. Dolaysıyla günahların mümine zarar vermemesi meselesi, üzerinde hassasiyetle durulması gereken bir meseledir.

Günümüzde tövbe, istiğfar ve günahın mümine zarar vermesi bahsi söz konusu olduğunda aklımıza ameli günahlar gelir: işte harama bakmak gibi, kötü söz söylemek gibi, faiz yemek, içki içmek, kumar oynamak, yalan söylemek, iftira, gıybet, dedikodu vs. bunlar ameli günahlardır. Hemen bunlar aklımıza gelir ama bir şeyi unutuyoruz: İtikadı arızalar ameli arızalardan daha önemlidir. Yani bir kimsenin ameli olarak herhangi bir eksikliği, noksanlığı olmasa ama mesela diyelim ki "Hadisleri tanımıyorum ben, kaynak olarak sadece Kur'an'ı kabul ederim, ötesini tanımam" derse bu insanın imanının göreceği zarar, bu insanın ahiretteki akıbeti diğer amelî noksanlığı olan insanlara göre çok daha büyüktür. Çünkü amellerin makbuliyeti, yani amellerin sıhhati imanın sıhhatine bağlıdır.

Biz bir amel işlediğimizde üç şey olur. Örneğin namaz kıldığımızda;

1.Namaz kılmak borcumuz. Bu borcumuzu ödüyoruz,

2.O namaz vesilesiyle Cenab-ı Hakk bizim günahlarımızı affediyor,

3.Bize bir sevap yazıyor. Dolayısıyla manevi seviyemiz, derecemiz yükseliyor.

Bir kimsenin itikadında arıza olduğu zaman, bid'at bir itikada saplandığı zaman o kişi sadece zimmetindeki bir borcu ödemiş olur, diğer iki husustan mahrum kalır. Yani işlediği o amel için kendisine bir sevap verilmez, o ameli daha önce işlediği küçük günahlara kefaret olmaz, sadece borcunu ödemiş olur. Bu itikâdî arızalar çok önemli. En az amelî arızalar kadar, hatta onlardan daha fazla üzerinde durmak zorundayız. Ameli günahları, ameli arızalan hemen hemen herkes biliyor ama itikâdî arızalar büyük ölçüde gözden kaçar hale geldi. İnsanlar serbest tercihlerde bulunduklarını düşünüyorlar; "Bu Sünnet hakkında şöyle düşünüyorum, ben şu ayetten şunu anlıyorum, Ebu Hureyre de kim oluyor, Sahabe dediğimiz insanlar da iktidar kavgasına düşmüş, Peygamber Efendimiz (s.a.v)'den sonra birbirlerini öldürmüşler, dünyalık kavgasına düşmüşler" vs. Bir şuurlu müminin ağızından çıkmaması gereken, İtikâdî arızalara işaret eden ifadelerdir bunlar.(2)

Dolaysıyla bunlara en az diğerleri kadar dikkat etmek durumundayız. Böyle bir arıza varsa bir an evvel tövbe-istiğfar edip, bağışlanmanın, arınmanın yoluna bakmamız gerek.

(Allah Teâlâ'nın) müminlerden ihsan ehli olanları affedeceğini, rahmetiyle onları cennetine sokacağını umarız. Onlar aleyhinde (Allah'ın (c.c) azabına uğramayacaklarından) emin olamayız, onların kesin Cennet'e gireceğini söylemeyiz. Onların günahkârları için istiğfar ederiz, başlarına gelecek şeylerden korkarız, ümitlerini de kırmayız.

İhsan ehli müminlerin af edileceklerini umarız. Cenab-ı Hakk'ın bunları affedip rahmeti ile Cennet'e sokacağını umarız. Ancak bundan emin olamayız. "Falan kimse kesinlikle cennetliktir" demeyiz. Efendimiz (s.a.v) ve Kur'an-ı Kerim'in cennetlik olduğunu haber verdikleri dışında "bu kişi kesinlikle cennetliktir" demeyiz.

Efendimiz (s.a.v) birçok kişinin cennetlik olduğunu söylemiştir. Aşere-i Mübeşşere bunların başında gelir. Aşere-i Mübeşşere dışında da Efendimiz (s.a.v)'in Cennetlik olduğunu söylediği insanlar vardır. Mesela bir gün bir bedevi gelmiş Efendimize (s.a.v) demiş ki "Ben senin hak peygamber olduğuna inandım, iman ettim. Ben Müslüman oldum, İslam'a girdim, ne yapmam lazım?" Efendimiz (s.a.v) ona "Beş vakit namaz kılman lazım" demiş. "Fazlasını kılarsan sen bilirsin, ama şart değil. Bir ay Ramazan orucun var, fazlasını tutarsan sen bilirsin, kendi menfaatine ama tutmak zorunda değilsin..." Böyle İslam'ın şartlarını saymış, adama tebliğ etmiş. Adam demiş ki "Ben beş vakit namazı kılarım üstüne de bir vakit daha kılmam, senede bir ay oruç diyorsun onu tutarım, bir gün fazla tutmam." Böyle -tabiri caizse- pazarlığını yapmış, sonra da kalkmış gitmiş. Efendimiz (s.a.v), orada oturan Sahabe-i Kiram'a demiş ki: "Cennetlik birini görmek isteyen bu adama baksın''(3) Şimdi bu adam da Cennetlik. Dediklerini yapacak ve Cennet'e gidecek ama adını bilmiyoruz, böyle vakalar çoktur.

Cennetle müjdelendiği, Cennet'i hak ettiği, belki Cennet'e gireceği haber verilen insanlar dışında hiç kimsenin cennetlik olduğunu söylemeyiz. "İnşallah cennetliktir" deriz ama falan adam kesinlikle cennetliktir demeyiz.

Onların günahları için bağışlanma dileriz, istiğfar ederiz. Azap görmelerinden de endişe ederiz. Ama ümit de kesmeyiz, yani kesinlikle cehennemlik olduğunu da söylemeyiz. Bir kimse için ameli ne kadar düzgün olursa olsun, ne kadar ehl-i tarik, ehl-i vera, ehl-i zühd, olursa olsun bu kişi de kesinlikle cennetliktir demeyiz.

Bu Akaid metni çok açık. Biz bu ifadeleri, başka herhangi bir Ehl-i Sünnet akaid metninde de görebiliriz. Günahlarımızdan dolayı ümitsizliğe düşmeyiz, "benim işim bitti ben de cehennemlik oldum" demeyiz yahut "ben artık paçayı kurtardım, köprüyü geçtim, ben artık cennetliğim" de demeyiz. Korku ile ümit arasında (havf ile recâ) bir denge noktası var ki onu tutturmamız isteniyor bizden. Yani ümidimizi kaybetmeyeceğiz ama emin de olmayacağız. Kendimizi garantide görmeyeceğiz ama umutsuzluğa da düşmeyeceğiz.Günümüzde pek çok çevrede "Falan adam kesin cennetliktir" diye bir algı var. Bir insana böyle bakıldığı zaman onun ağızından çıkan her söz vahiy gibi bağlayıcı telakki ediliyor. Bu adam hata yapmaz, yanılmaz, kusur işlemez, sürçmez diye inanılıyor. Adamın her amelinde, her sözünde, her davranışında binbir hikmet aranıyor. Bu da zamanla kitleleri yanılgıya sürüklüyor, felakete, helâka sürüklüyor.

Evet, cemaatlerde bir itaat, bir hiyerarşi vardır. "En aşağıdaki adam en yukarıdaki adamı diline pelesenk etsin, hakkında istediği gibi ileri geri konuşsun" demiyoruz. Ama sorgulanamaz olduğu şeklindeki bir inancının yerleşmesine de müsaade etmemek lazım. Yani her yapı kendi içinde bir öz denetim, bir iç muhasebe, bir öz eleştiri mekanizması kurmalıdır. O mekanizma Kur'an adına, itikat adına gidişatı, kararları, adımları tenkid etmeli, gözden geçirmeli, ona göre adım atılmalı. Yoksa İslam adına yapılan acaib-garaib durumlar ortaya çıkıyor ve öyle bir çarpılma hali, öyle bir akıl tutulması yaşanıyor ki, bir hedefe varmak için Müslüman kitlelere dinin muhkemleri çiğnetiliyor! İşte bu baştaki adamın sorgulanamaz olduğundan kaynaklanıyor. Birisi de çıkıp demiyor ki "Hocam Allah bunları haram kılmış, bunlar muhkem hüküm. Biz onları neye istinaden işleyeceğiz? Hangi gerekçeyle, "maksat" için meşru bir muhkem emri çiğneyeceğiz? Burada varacağımız yer nasıl meşruyiet olabilir?"

Dolaysıyla hiç kimse "lâ yüs'el"dir, sorgulanamazdır demeyeceğiz, işin mekanizmasını kuracağız. Yani Efendimiz (s.a.v)'den sonra Sahabe-i Kiram'ın ortaya koyduğu düzene bakın: Peygamber'i terk- i dünya etmiş bir toplumun kendi ayakları üzerinde nasıl durması gerektiği, nasıl durabileceği tecrübesi ortada. Bunu son derece çarpıcı ve canlı bir biçimde görüyoruz. Orada Efendimiz (s.a.v)'in yetiştirdiği dirayet ehli sahabelerin olaylara nasıl vaziyet ettiğini, gerektiğinde nasıl tavır koyduğunu görüyoruz. İşte bu tarz kadroların yetişmesi, din-i mubin in toplum hayatına girmesi, ete kemiğe bürünmesi, ideal mümin ve ümmetin inşası yolunda canlı bir mekanizma olarak çalışması gerekiyor. Yoksa bir adamın eliyle, bir liderin inisiyatifiyle bu işler yürümez. Mutlak surette "Şûra"ya, ortak akla, ortak iradeye ve en önemlisi dini kaynaklarını bilen, dini ilimlere vakıf, dirayet ehli insanların oluşturduğu şûra kadrosuna ihtiyaç var. Yoksa "lâ yüs'el" liderlerin arkasında bir o tarafa bir bu tarafa savrulup gitmeye devam ederiz. Allah akıbetimizi hayr etsin.

Kendini garantide görmek ve ümitsizlik, (kişiyi) İslam dininden çıkartır. Ehl-i Kıble için doğru olan yol bu ikisi arasındadır.

Ümitsizlik, kendini garanti görmek insanı dinden, Millet-i İslam'dan çıkarır. Korku ile ümit arasındaki o dengeyi tutturacağız. Ehl-i kıble için hak yol, bu ikisinin ortasıdır. Ye's de yok, ümitsizlik de yok, emin olmak da yok. Günahlarımız için endişe duyacağız ama imanımıza da güvenip, "imanımız bizi kesin Cennet'e götürür" demeyeceğiz. "Günahlarımız bizi kesinlikle Cehennem'e götürür" de demeyeceğiz. Korkacağız ve umacağız; bu ikisi arasındaki dengeyi tutturacağız.

Kul, imana sokan hususları inkâr etmedikçe imandan çıkmaz.

Kendisini bu dairenin içine sokan hususları bilerek, isteyerek inkâr etmedikçe kul iman dairesinden çıkmaz. Biz neleri kabul ederek, kalben tasdik, dil ile ikrar ederek iman dairesine girdiysek bu daireden geri çıkışımız da ancak onlardan birini inkâr etmekle olur. İmamlarımız bunu bize bu şekilde anlatıyor.

Dipnotlar:

(1)- Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, XII, 30.

(2)-Bu konuda geniş bilgi için bkz' e,-Münâvî' Feydu'l-Kadîr, I, 72; Abdülganî en-Nâblusî,el-Hadîkatu n-Nedıyye, 1,132 vd.

(3)- el-Buhari, "Kitâbü'z-Zekât", 1; el-Müsllm, "Kltâbü'l-lmân", 4.

Ebubekir Sifil-Muhtasar Tahâvî Akidesi Şerhi,syf:204-210
Devamını Oku »

Kur'an-ı Kerim'e İman


Şüphesiz Kur'ân Allah'ın kelamıdır, O'ndan söz olarak keyfiyetsiz sadır olmuş, elçisine vahiy olarak indirmiştir. Müminler de onu böylece hakk olarak tasdik ederek, onun gerçekten Allah Teâlâ'nın kelamı olduğuna ve mahlûkatın kelamı gibi yaratılmış olmadığına yakinen iman etmişlerdir. Onu işitip de, onun beşer sözü olduğunu iddia eden kesinlikle küfre girer. Allah Teâlâ, bu kimseyi kınamış, ayıplamış ve şöyle buyurarak Sekar/Cehennem'le tehdit etmiştir: "Onu çok yakında Sekar'a sokacağım/".Allah'ın, “Bu ancak bir beşer sözüdür" diyen kimseyi Sekar'la tehdit etmesinden anlıyor ve yakinen inanıyoruz ki Kur'ân, beşerin yaratıcısının sözüdür, hiçbir şekilde beşerin sözüne benzemez.

Kur'an-ı Kerim Allah Teâla'nın sözüdür. Kur'an-ı Kerim Allah Teâlâ'dan söz olarak keyfiyetsiz sadır olmuştur. Bu ne demektir? Sözün Cenab-ı Hakk'tan sadır olması nedir? Bu söz insanların ağzından çıkan söz gibi bir söz müdür? Harf ve sesler söz konusu mudur? Hayır değildir!

Tarih içerisinde böyle diyenler olmuştur. Biz bunlara Müşebbihe diyoruz. Bunların uzantıları da var. Bugün bile artık Suudi Arabistan kaynaklı dezenformasyon çalışmaları içerisinde bunların çalışmaları Selef Akidesi (!) adı altında neşrediliyor. İbn Teymiye de böyle söylüyor: "Kur'an-ı Kerim Cenab-ı Hakk'tan söz olarak, kelam olarak sadır olmuştur" diyor. "Evet, harf ve sesle sadır olmuştur. Çünkü bir yerde söz varsa orada harf vardır, ses vardır. Başka türlüsü mümkün değil. Biz bu harf ve sesin mahiyetini bilemiyoruz" diyor. Bir kere Kur'an ve Sünnet'te vahyin Kur'an'ın Allah Teâlâ'dan harf ve sesle sadır olduğuna delalet eden hiçbir nass yoktur. Seleften, bunu açıkça ifade eden hiç kimse de yoktur.

Bu gerçekten çok önemli bir husus. İbn Teymiyye'nin, Selef adına konuşan daha doğrusu Selef adına konuşma edasıyla konuşan biri olarak Selefe attığı iftiralardan birisi de budur. Birçok iftira atmış, biri de budur. "Selefin söylediğini söyleriz, nasslarda geldiği gibi inanırız, ondan ötesini söylemeyiz, konuşmayız" gibi tırnak içi bir "Selefi" tavrı görürüz, hissederiz. Fakat bu tavrın altında müthiş bir bid'at vardır. Onlardan biri de budur.

Seleften hiç kimse "Kur'an-ı Kerim (vahiy) Allah Teâlâ'dan harf ve sesle sadır olmuştur" dememiştir. Kalbe ilka ses ile olmaz. Adı üstünde "kalbe ilka". Ses ile olduğu zaman biz bunu duyarız. Cebrail (a.s)'ın sesini duymuş mudur efendimiz? Duyduğu zaman o Cebrail (a.s)'ın sesidir. Cebrail (a.s) Kuı^an'ı nereden alıyor? Beyt-i Mamur'dan alıyor. Levh-i Mahfuz'da yazılı KuKan ve diğer bütün kitaplar... Mübarek semavi kitapların tamamının aslı Levh-i Mahfuzdadır. Oradan indirilecek olan ayetleri görevli melekler Cebrail (a.s)'a veriyor. Cebrail (a.s) da alıp Efendimiz (s.a.v)'e getiriyor. Yani, İbn Teymiyye'nin bir yerde iddia ettiği; Cenab-ı Hakk bir şey söylediğinde iki insanın -haşa- karşılıklı konuşması gibi veya bir padişahın karşısındaki görevliye emretmesi gibi, ondan ses ve harfle sadır olur, o da onu kulaklarıyla duyar sonra alır duyduğunu... böyle bir şey olmaz. Teşbih işte budur.

"Kur'an (vahiy), Cenab-ı Hakk'tan harf ve sesle sadır olur" dedikten sonra biz bunun keyfiyetini bilemeyiz demenin hiçbir anlamı yok. Çünkü bir takım rivayetler var; "Cenab-ı Hakk bir şeyi emrettiğinde Semavat'ta, mukarrabin meleklerinin bulunduğu katta zincir sesine benzer bir ses duyulur. Melekler kanatlarını çırparlar. Ondan sonra aşağıdaki alt sema katlarındaki melekler sorarlar: "Cenab-ı Hakk ne buyurdu?" Onlar da: "Hak buyurdu" derler." Bu hadistir.(1) Yani, tabiri doğruysa kaydıyla söyleyelim bunu: Bir sahne düşünün, bir padişah karşısındaki görevliye bir şey emrediyor. O da haşyetten, korkudan titriyor, kendisini bir titreme alıyor daha aşağıdaki görevlilere bunu hemen korku içinde aktarıyor. Böyle bir sahne canlanıyor İbn Teymiyye'nin zihninde ki "Cenab-ı Hakk'tan harf ve sesle ama keyfiyetini bilemeyeceğimiz harf ve sesle sadır olur" diyor. Arkasından bu hadisi ekleyerek Cenab-ı Hakk'tan sadır olan bu sesin melekler tarafından duyulduğunu söylüyor. Melekler tarafından duyulan bir ses nasıl keyfiyetsiz olur? Bir mahlûk tarafından duyulan bir ses keyfiyetsiz olur mu? Olmaz. Dolayısıyla ne kadar "bilâ keyf" derseniz deyin bir tarafından bir keyfiyet atfettiğiniz sürece bu kayd-ı ihtirazının hiçbir anlamı yok. Bu bir teşbihtir.

Sözün Cenab-ı Hakk'tan başlaması; böyle bir hadis de var. "Kur'an Allah kelamıdır, O'ndan başlamıştır ve O'na dönecektir.Bu anlamda bir hadis var.(2) Kuran-ı Kerim'in Allah Teâla'nın kelamı olduğu açık. Kur'an'da ve Sünnet'te buna delalet eden onlarca nass var. Fakat bu sözün insan sözü gibi harf ve sesle sadır olduğuna dair bir tek ayet ve hadis yok. Kuıran-ı Kerim'in Cenab-ı Hakk'tan başlaması ne demektir? Bundan kasıt, bizim dünyamıza aktarılan ilahi hakikatler var. Biz bunları Cenab-ı Hakk'ın bildirmesiyle biliyoruz, melekler de öyle. Levh-i Mahfuz'dan onu okuyan melekler de Cenab-ı Hakk'ın kaleme emretmesiyle ona vakıf oluyorlar. Dolayısıyla Cenab-ı Hakk'tan başlıyor bu kelam.

Ona dönmesi ne demektir? Bu konuda âlimler birkaç farklı şey söylemişler. Birincisi Kur'an-ı Kerim'in kıyamete yakın bir zamanda insanların arasından, dünyamızdan çekilip alınacağını ifade eden hadisler var. Bunların da anlattığı gibi Kur'an-ı Kerim tekrar sema katına yükselecek, dünyamızı terk edecek, tevbe kapısının kapatıldığı zamandan itibaren -ki müminler artık ölmüş olacak-, yeryüzünde Allah diyen kimse kalmış olmayacak. Kıyamet, inkarcıların başına kopacak. İşte bu durumu anlatıyor demiş bazı âlimler.

Bazı âlimler de demişler ki: Kelamın Allah Teâlâ'ya tekrar dönecek olması yeryüzüne kıyamet koptuktan sonra, Cenab-ı Hakk'ın bu emirlerinin, şu anda mükellef kılındığımız emirlerin tatbik sahasının ortadan kalkması demek. Çünkü mükellefiyet unsuru ortadan kalkacak. Kıyamet, ahiret olunca öbür dünyaya biz geçince orası teklif yurdu değil; ya mükâfat ya da azap yurdu. Dolayısıyla Kur'an-ı Kerim'in hüküm getiren ayetleri bilhassa bu anlamda Cenab-ı Hakk'a rücu etmiş olacak, diyorlar.

Kur'an-ı Kerim'i Allah Teâla, Rasul-i Kibriya Efendimiz (s.a.v)'e vahiy olarak indirmiştir. Bu vahiy Efendimiz (s.a.v)'in de ifade buyurduğu gibi birkaç türlü oluyor. Rüya ile veya meleğin kalbe ilka etmesiyle veya Cebrail (a.s)'ın bir insan suretinde gelip Efendimiz (s.a.v)'le konuşmasıyla veya Efendimiz (s.a.v)'in vasıtasız olarak bir çan sesi gibi bir ses duymasıyla oluyor -ki Efendimiz (s.a.v), vahyin en ağır şeklinin bu olduğunu söylüyor-. Böyle birkaç türlü vahiy inzal tarzı var. Vahiy bunlardan her biriyle Efendimiz (s.a.v)'e indiriliyor.

Müminler de bunun bu şekilde (Cenab-ı Hakk'tan peygamberimize indirilmesi meselesinde söylediklerimizin hak) olduğunu tasdik ederler.

»Şüphesiz ki Kur'an Allah Teâlâ'nın kelamıdır. Keyfiyetsiz bir söz olarak O'ndan başlamıştır. Ve Rasul-i Kibriya efendimize vahiy olarak indirilmiştir. Müminler onun bu şekilde hak olduğuna iman ve tasdik etmişlerdir.

Kur'an'ın hakiki olarak Allah Teâlâ'nın kelamı olduğunu yakînî olarak bilir ve iman ederler. Kur'an-ı Kerim yaratılmışların sözü gibi mahlûk değildir. İnsanlar da, onların sözleri de mahlûktur. Ama Kur'an-ı Kerim Allah Teâlâ'nın kelamıdır ve mahlûk değildir. Kur'an-ı Kerim'i işitip de bunun insan sözü olduğunu söyleyen kimseler kâfir olurlar.

Kur'an-ı Kerim'in mahlûk olup olmaması meselesi tarihte kalmış bir tartışma. Mutezile'nin böyle bir iddiası var. Mutezile Hristiyanlarla Hz. İsa (a.s)'ın tabiatı konusunda münakaşa ederken Hristiyanlar Kur'an Kerim'de Hz. İsa (a.s) hakkında "kelimetün minhu = &'' ifadesinin geçtiğini söylüyorlar. Yani "Allah Teâlâ'dan bir kelime, O'nun bir kelimesi..." Dolayısıyla O'nun bir kelamı, O'nun bir sözü olduğu söylüyorlar ve diyorlar ki bu "Kur'an mahlûk mudur, değil midir?" Mahlûktur deseler, "Kur'an-ı Kerim kelamullah olarak mahlûktur" demiş olacaklar. Mahlûk değildir deseler Hz. İsa (a.s) da bir kelamullah olarak "Mahlûk değildir" tanımının içine girmiş olacak. Dolayısıyla Mutezile bu cendereden kurtulmak için Hz. İsa (a.s) da mahlûktur, Kur'an da mahlûktur" demişler. Bu o zaman yaşanmış ve tarihte kalmış bir tartışma. Abbasiler döneminde on beş sene böyle bir "28 Şubat" olmuş. Ehl-i Sünnet âlimleri hakkında kovuşturmalar, soruşturmalar, sürgünler, işkenceler, tutuklamalar... On beş sene boyunca karanlık dönem yaşanmış Mutezile marifetiyle. Daha sonra bu dönem sona ermiş, Halife Mütevekkil iş başına geldiğinde Mutezili akidesini benimsememiş, Ehl-i sünnet akidesine dönmüş ve bu sıkıntılı dönem sona ermiş.

"Halku'l-Kur'an" meselesine "Mihne" de denir. Tarihte, Mihne olayla,., Mihne süreci diye de anılır. Bunun bugüne bakan yüzünde, yansımasında söyle bir şey söz konusu: Bugünkü tarihselciler.

Modernistler geçmişte Mutezile tarafından ortaya atılmış bu iddiayı şunu söyleyerek istismar ediyorlar: Mutezile geçmişte Kur'an-ı Kerim'in mahluk olduğunu savunmuştur. Dolayısıyla mahlûk demek belli bir tarihte, belli bir coğrafyada, oraya mahsus olmak üzere yaratılmış şey demek. Kur'an-ı Kerim'in mahlûk bir kelam olduğunu söylediğinizde onun tarihselliğini de söylemiş olursunuz otomatik olarak. Dolayısıyla Mutezilenin bu görüşü, bugün Kur'an'ın tarihselliği iddialarına müthiş bir temel teşkil eder, diyorlar.

Oysa hemen şunu söyleyelim: Mutezile "Kur'an mahlûktur" derken asla ve kat'a Kur'an'ın tarihselliği gibi bir iddiada bulunmamıştır. Bu iddia Mutezile'nin aklının ucundan bile geçmemiştir. Hiçbir Mutezili, Kur'an'ın mahlûk bir kelam olduğunu söylerken onun belli bir döneme kadar bağlayıcı, ondan sonraki dönemler için bağlayıcı olmayan bir kelam olduğu şeklinde bir iddiada bulunmamıştır. Böyle bir iddiada bir Müslümanın bulunacağını düşünmek mümkün değildir zaten. Dolayısıyla Kur'an'ın mahlûk olduğunu söylemek ve iddia etmek başka bir şeydir, tarihsel olduğunu söylemek, iddia etmek başka bir şeydir. Mahlûk olduğu iddiası kabul edilse bile buradan tarihsellik çıkmaz. Bu bir istismardır. Esasen elmalarla armutları toplamaya benzer bu. Onlar Kur'an'ın mahlûk bir kelam olduğunu söylerken bağlayıcı bir kelam olmadığını söylemiyorlar. Bütün insanları bütün zamanları mekânları kuşatan, tamamına hükmeden, tamamını bağlayan mahlûk bir kelam olduğunu savunuyorlar. Yani o kelamın ontolojisiyle tabiri caizse hükümranlığı bağlayıcılığı arasında böyle bir lazım-melzum ilişkisi yoktur Mutezileye göre. Evet, o mahlûk bir kelamdır ama bağlayıcıdır. Tarihselciler de, "Madem mahlûk bir kelamdır, o halde bağlayıcı da olmamalıdır" diyorlar. Bu ikisi arasında böyle bir lazım- melzum ilişkisi yoktur ki!

Dolayısıyla bu maddeyi okurken, bugünün dünyasına hitap edecek şekilde güncelleyecek olursak şunu söylememiz lazım: Kur'an-ı Kerim mahlûkatın sözü gibi mahlûk değildir. Dolayısıyla tarihsel de değildir. Kur'an-ı Kerim'i işiten ve o insan sözüdür iddiasında bulunan kâfir olur. Dolayısıyla onun tarihsel bir metin olduğunu söyleyen de kâfir olur. "Allah Teâlâ'nın kelamı, hükmü, hitabı belli bir tarihi bağlar, bizi bağlamaz" diye bir itikada sahip kimse kâfir olur. Çünkü Tevhid'in beşli kategorisinde gördüğümüz üzere hükümde tevhid ilkesini zedelediği için, hükümde Allah Teâlâ'ya şerik koştuğu için o kimse Allah korusun kâfir olur.

Allah Teâla Kur'an-ı Kerim'in insan sözü olduğunu söyleyenleri kınamış ve "Onu yakında Sekar'a sokacağım" buyurmuş. Sekar, Cehennem'in bir adı. Dolayısıyla Kur'an-ı Kerim'in insan sözü olduğunu söylemek küfürdür ve ahiretteki akıbeti Allah korusun çok acıdır, acıklıdır.

Allah Teâla "Bu ancak bir insan sözüdür" diyenleri Sekar'a (Cehennem'e) sokmakla tehdit ettiğine göre biliriz ve yakin olarak inanırız ki bu beşerin değil beşeri yaratanın sözüdür, insan sözüne, beşer sözüne benzemez.

Dipnotlar:

(1)- el-Buhari, "Tefsir*, Sûratü Sebe*.

(2)- es-Süyûtî, Câmiu'l-Ehâdîs, 32/174.

Ebubekir Sifil - Muhtasar Tahavi Akidesi Şerhi,syf:119-125
Devamını Oku »

Müslüman Kadın Kimliği

Müslüman Kadın Kimliği



İlginç bir dönemde yaşıyoruz... Toplumun belli bir kesimi, en hayati meselelerimizi "birileri” gündeme getirirse fark edi­yor... Neyin konuşulacağını ve konuşulan konuda ne karar verilmesi gerektiğini hep "birileri” söylüyor. Belki “olsun; hiç konuşmamaktansa, meselelerimizi şöyle veya böyle konuş­mak daha iyidir” diye düşünmek için kendimizi zorlamamız mümkün. Ama eğer o “birileri”, toplum olarak herhangi bir yere varmamamızı arzu etmişse, konuştuğumuz mesele ne ka­dar hayatî olursa olsun, sonunda buharlaşıyor, anlamını ve önemini kaybediyor...

Yani problemlerimizi “çözmek” için değil, tabir yerindeyse “eskitmek” için konuşuyoruz.

Toplum olarak üzerinde hayli söz söylediğimiz ve maalesef konuşa konuşa içini boşalttığımız bir konu da Müslüman ka­dının kimliği... İlgi odağı olma özelliğini hâlâ koruyor olsa da, meseleyi temelinden ele alan, beynimize giydirilen şablonlar­dan sıyrılabilmiş yaklaşımlara nadiren rastlandığı için sonucu da hâlâ şablonlar belirliyor.

Belki meseleyi “Müslümanın kimliği” başlığı altında ele al­mak daha uygun olurdu diye düşünenler olabilir. Ancak ba­şından beri yapageldiğimiz şey zaten “Müslüman kimliği”ni or­taya koymak olduğundan, biraz daha özel bir alanı mercek al­tına alalım istedik...

“İslam ve kadın” başlıklı tartışmalar

Hatırlayacaksınız, Amerika Afganistan’a “özgürlük” götür­düğü zaman televizyon ekranlarına ilk yansıyan, “çağdaş gi­yimli” kadın görüntüleri olmuştu. Bu durum bize çok önemli bir şey anlatıyor: Farklı değer yargılarının çatışma alanında kadına simgesel bir rol yüklenmiştir. Bu demektir ki, “çağdaş” (yani Batılı/Batılılaşmış) insan nazarında, kadınların teset­türden “kurtularak” çağdaş bir hayata adapte olduğu bir top­lum ve o toplumun değerleri “iyi”dir; değilse orada problem var demektir!..

“İslam” ve “kadın” kelimeleri yan yana getirildiğinde, her alanda olduğu gibi bu konuda da zihin yormak yerine, slogan­lar ve kalıplaşmış yargılar üzerinden ahkâm kesme bedavacı­lığını tercih edenlerin aklına hemen şu sloganlar üşüşüyor: Erkek egemen toplumlar kadını eve/kafes arkasına hapset­miştir; kadın-erkek eşitliği yok edilmiştir; miras, şahitlik, eği­tim ve sair alanlarda kadının hakkı gasp edilmiştir; kadına sadece çocuk doğurma ve ev işlerini yapma görevi verilmiştir... Bütün bunların yanında bir de kadın, erkeklerin aksine, “ör­tünmek” zorunda bırakılmıştır...

Adı Müslüman olmakla birlikte, kalbini ve zihnini Batı tarzı düşüncelerin emrine vermiş bazı kimseler, yukarıda bir kıs­mını zikrettiğimiz sloganvari iddialar karşısında özür dileyici bir tavırla şöyle derler: Siz bakmayın bazı ayet ve hadislerde kadın-erkek eşitliğini zedeleyen hususlar bulunduğuna... O ayetler günümüz için geçerli olmadığı gibi, konuyla ilgili ha­disler de uydurmadır. Dolayısıyla bu ayet ve hadisler üzerine hüküm bina eden İslam alimlerinin söyledikleri de, geçmişte Müslüman toplumlarda görülen kadın-erkek ayrımcılığı da yanlıştır. İslam kadınla erkeği her alanda tam anlamıyla eşit bir seviyede görmektedir...

Batılı/modern toplumlarda kadın

Kadını evinden kopartarak toplumsal hayata (yani sokağa) taşımak suretiyle aile kurumunu toplumun temel yapıtaşı ol­maktan çıkarmak ve oluşan boşluğu da yuva, kreş, anaokulu... gibi kurumlarla doldurmak Batılı/modern toplumların karak­teristik hayat modelidir. Ancak bu modelin çok da sağlıklı so­nuçlar vermediğini görmek için uzman olmaya gerek yok!

Hiç düşündünüz mü, bu toplumlarda “gençlik” dönemi ni­çin sadece sivilcelerden ibaret olmayan, en hassas ve en prob­lemli/bunalımlı dönemdir?

Ardından gelen “orta yaş" dönemi ondan daha mı farklı? Ruhiyat ile uğraşanların “orta yaş bunalımı” dedikleri arızanın temelinde ne ola ki?

Ya yaşlılık dönemi? Belli bir yaşın üstündeki kişilerin artık hayattan “zoraki” olarak kopartıldığı, gençlere “ayak bağı” ol-maması için genellikle huzur evlerine hapsedildiği bu dönem için neler söylenebilir?

Bütün bunlar kadının aslî/fıtri fonksiyonundan uzaklaştı­rılmasının, yani aile kurumunun işlevsiz hale dönüştürülme­sinin sonucu olarak görülmelidir.

Bu söylediklerimize bir de bu toplumlarda evinden kopar­tılmış kadınların yaşadığı çok yönlü problemleri eklemeliyiz elbette. Merhametten, şefkatten, sevgi ve saygıdan eser taşı­mayan Batılı/ modern hayat tarzının en acımasız yüzüyle tek başına karşılaşmak durumunda bulunan kadın için ayakta kalabilmesinin iki yolu vardır: Ya kısmen erkekleşerek ve ka­dınlık fıtratını büyük ölçüde kaybederek; ya da her türlü istis­mar ve kullanılmayı kabullenerek... Üçüncü şık ise “bunalım”dır!

Meseleye örtünme/açılma bağlamında baktığımızda ise karşımıza çıkan manzara şudur: Batılı/Batılılaşmış kadın, “özgürleşmek” adına üzerindeki örtüleri öyle bir fırlatıp atmış­tır ki, günlük hayatta erkeklerin bile açmadığı (hatta belki “aç­maktan utandığı” yerlerini bile açıkta bırakmıştır. Açılmadaki bu “kararlılığı” sebebiyle, giyindiği zaman bile vücut hatlarını belli edecek elbiseleri tercihte ısrar, Batılı/Batılılaşmış kadı­nın karakteri haline gelmiştir.

İlginçtir ki, sonuçta bu “özgürlük”ün ceremesini en acı bi­çimde çeken de yine kadındır. Bu gerçeği gözler önüne seren iki çarpıcı örnek:

İsveç ve Norveç

İsveç bir refah devleti. Vatandaşlarım koruyan yasaları, kadın haklan konusundaki öncü tavırları ile diğer Avrupa ül­keleri arasında da sivrilen bir ülke. Parlamentosunun ve ba­kanlar kurulunun yarıya yakını kadın. Kadın-erkek eşitliğini gözetmek amacı ile kurulan özel bir daire, görevli bir hakem (ombudsman) bile var.

Ama bu ülkede yine de yeterince korunamayan, ezilen, dö­vülen, öldürülen kadınlar, genç kızlar var. İstatistiklere göre her 10 dakikada bir kadın fiziksel şiddet ile karşı karşıya ka­lıyor ve her yıl 52 kadın fiziksel şiddetin sebep olduğu ağır ya­ralanmalar sonucu hayatını kaybediyor. İsveçli kadınların yüzde 40'ı kadınlara yönelik şiddetin kurbanı. İsveç’in nüfu­sunun yalnızca 8 milyon olduğu göz önüne alınırsa kadınlara yönelik şiddetin İsveç’te de büyük bir sorun olduğunu söyle­mek hiçte zor değil.

İsveç’te cinsel suçlar nedeniyle polise yapılan ihbarlar 2001 yılında 9162'ye ulaştı. Aynı suçtan 1975 yılında 2875 ihbar yapılmıştı.(1)

Norveç de aynı şekilde bir refah ülkesi. Demir madenleri, petrolleri var. Bazı petrol bölgelerini kullanmıyorlar, onları ge­lecek kuşaklara bırakmışlar. Yani kimsenin iş, aş derdi yok. Sağlık sorunu yok. “Eh bu ülkede herkes mutlu ve müreffeh” diyorsunuz ya... Yanıldınız efendim. En çok intiharlar Nor­veç’te. En çok kadınların dövüldüğü ülke Norveç... En çok al­koliğin olduğu ülke de Norveç... Yani varlık içinde yokluk çe­ken Norveç’te cinsel suçlar, tacizler de üst düzeyde...”(2)

İslam ve tesettür

Tesettür meselesini ve kadın-tesettür ilişkisini gerçek du­rumuyla değerlendirebilmek için öncelikle yüce dinimizin “insan”a bakışını ortaya koymak gerekir.

Hemen belirtelim ki, “gizlenmek, saklanmak, korunmak, açıkta ve ortalık yerde bulunmamak” gibi anlamlara gelen te­settür kelimesi, yaygın anlayışın aksine sadece kadına özgü bir durumu anlatıyor değildir. Dinimiz, “haram, mahrem, av­ret” gibi kelimelerle ifade edilen hususlara ayrı bir hassasi­yetle eğilmiş, bu kavramların anlattığı şeylerin uluorta sergi­lenmemesini, hususîliğinin korunmasını ve özenle muhafaza edilmesini istemiştir.

Bu hususları, “haya” kavramıyla irtibatlı olarak ele almak gerekir. Zira yüce dinimiz “haya”nın, insanın fıtri bir özelliği olduğunu temel bir hakikat olarak vurgular.

Batılı/Batılılaşmış insanın, açılmayı örtünmeye ve çıplak­lığı giyinikliğe tercih etmesinin sebebini de bu noktada, yani ondaki “fıtrat arızası”nda aramak gerekir.

Şu halde İslam’ın “fıtrat dini” olduğu gerçeğinden hareketle şunu söylememiz gerekiyor: Müslüman, fıtratını muhafaza et­tiği için hayalıdır ve sahip olduğu bu özellik ona, bazı şeyleri başkalarının gözünden, ıttılaından ve dikkatinden saklamasını gelimi Müslüman için yaşadığı ev, başkalarının ser­bestçe muttali olmaması gereken “mahrem” bir ortamdır. Bu sebeple İslam’da eve “haram” denmiş ve Efendimiz (s.a.v), başkalarının evine (mahremiyet bölgesine) izinsiz girmeyi ve baş­kalarının özel hallerine muttali olmayı yasaklamıştır. Bunu fi­ilen kendi özel hayatında da titizlikle uygulayan Efendimiz (g.a.v), penceresine boydan boya çift kanatlı perde çektirmiş, kapısını da kalınca olarak ahşaptan yaptırmıştı.

Bu sebeple mahremiyete riayet hassasiyetinin, doğal olarak İslam medeniyetinin ev ve şehir mimarisine de yansıdığını gö­rüyoruz. İslâmî mimari, evlerin önünde bulunan ve “hayat” denen bahçeyi, insan boyunu aşan yüksek duvarlarla dışarı­dan ayırmış böylece yabancı bakışların bahçe içindeki günlük hayata sızması engellenmiştir.

Ancak bu, evin içi ile dışarının irtibatının tamamen kop­ması anlamına gelmiyordu. Zira evlerin ikinci katının sokağa bakan cephesinde, içeriyi göstermeyecek şekilde dizayn edil­miş pencerelerin bulunduğu cumbalar evin dışarıyla irtibatım güvenli ve sakıncasız bir şekilde temin ediyordu...

Yüce dinimizin öngördüğü mahremiyet sadece evin içiyle dışı arasında cereyan etmesi gereken bir hassasiyetin ifadesi değildir. Aziz Kitab’ımız, aynı ev içinde yaşayanların bile bir­birlerinin mahremiyetine riayet etmeleri, hizmetçilerin ve ço­cukların, belli vakitlerde ebeveynin odasına girerken izin iste­meleri gerektiğini ifade buyurmuştur.(Nur Sûresi, 58, 59.)

İşte kişinin, ev içi ahvalini yabancı gözlerden saklamak için alması gereken bu gibi tedbirler nasıl birer “tesettür” ise, be­deninin bazı kısımlarını yabancıların görmemesi için örtün­mesi de “tesettür”ün bir parçasıdır.

Müslüman kadın ve tesettür

İslam alimleri, bir Müslümanın, bedeninin nerelerini kim­lere karşı örtülü bulundurması gerektiği konusunu dört baş­lık halinde ele almıştır: Erkeğin erkeğe, erkeğin kadına, kadı­nın kadına ve kadının erkeğe karşı tesettürlü bulundurması gereken uzuvlar.

Tafsilatı ilgili kaynaklarda verilen bu 4 başlık içinden, bu yazının esas konusunu teşkil eden, kadının erkeğe karşı te­settürüdür.

Acaba İslam dini erkekten farklı olarak kadına niçin daha kapsamlı bir tesettür emretmiştir?

Bu sorunun cevabı, “haya” yanında insan fıtratında bulu­nan bir diğer özellikte yatmaktadır: Cinsellik.

Şurası bir gerçektir ki Yüce Rabbimiz erkekle kadını farklı yaratılış özellikleriyle donatmıştır. Fiziksel güç, soğukkanlılık, metanet, itidal... gibi özelliklerde genel olarak erkek kadına karşı ileride iken, zarafet, letafet, duygusallık, nezaket, şefkat, merhamet... gibi özelliklerde de kadın daha üstündür.

Kadının bu özellikleri ön plana çıkarıldığında, daha doğ­rusu “teşhir edildiğinde” yukarıda örneklerini gördüğümüz türden toplumsal problemler sökün etmekte ve bundan da yine en başta kadınlar zarar görmektedir.

Modern hayat tarzım benimseyen toplumlarda cinsel suç­ların, “az gelişmiş” olarak nitelendirilen toplumlara oranla çok daha fazla olması, yukarıdaki tesbiti doğrulayan en canlı şa­hittir. Hatta ülkemizde bile şehirlerle daha küçük yerleşim bi­rimleri arasında ahlak zafiyetleri ve kadınların maruz kaldığı çirkin muameleler bakımından büyük farklılıklar bulunduğu herkesin gözlemlediği bir dummdur.

Bu manzaranın izahını, ahlakın ve haya duygusunun zaafa uğraması yanında, kadınların, kendilerine yönelik art niyetli emelleri tahrik eden davranış ve giyim/kuşamlarında aramak gerektiğini düşünüyoruz.

İslam, insanların sadece dışa yansıyan tavır ve davranışla­rını ıslah etmekle kalmaz, aynı zamanda ve daha öncelikli ola­rak insanın iç dünyasmı, kalbini ve ruhunu kötü düşünceler­den ve kötülüğe kapı açabilecek düşünce ve duygulardan arındırmayı hedefler.

Kadın ve erkeği fıtraten karşı cinse meyilli olarak yaratan Rabbimiz, insan neslinin devamını bu meyle bağlamış ve fakat onun kontrolden çıkmaması için de birtakım “kırmızı-çizgiler” çizmiştir.

Bu kırmızı çizgileri “özgürlüğün kısıtlanması” olarak gören­ler, günümüz Batı toplumlarının geneline hakim olan “kirli hayat”ı (İsveç ve Norveç örneklerini yukarıda zikretmiştik) göz önüne getirmelidir.

Tesettür Müslüman kadın için sadece yabancı bakışlara ve art niyetli yaklaşımlara karşı bir “korunma aracı” değildir. O,kadınla erkek arasında meydana gelmesi her an için mümkün ve muhtemel olan “elektriklenme”yi engellemenin bir aracıdır.

Bu noktada genellikle göz ardı edilen bir noktaya parmak basmak gerekiyor: Sözünü ettiğimiz “elektriklenmedin önüne geçmek sadece kadının görevi ve sorumluluğu değildir. Erkek de bu noktada kadın kadar sorumludur. Nur Sûresi’nin 30. ayetinde erkeklere, 31. ayetinde de kadınlara gözlerini haram­dan sakınmalarının emredilmesi, bu noktada her iki cinsin de aynı derecede hassasiyet göstermesi gerektiğini ortaya koyar. ¡Setli ve temiz bir toplum oluşturmanın biricik yolu budur.

Bir yandan kadınlan alabildiğine “serbest” giyinmeye teşvik ederken diğer yandan erkeklere “kendinize hakim olun” de­mekle ahlâkî yozlaşmanın önüne geçilemeyeceği gibi, erkekleri edep ve ahlak ilkeleri doğrultusunda eğitmeyi ihmal edip sa­dece kadınların örtünmesini istemekle de sağlıklı bir toplum oluşturulamaz...

Şimdi bu noktada durup, bir an için tesettür ayetlerinin indiği ortama, Asr-ı Saadet’e gidelim.

Saadet Asrı’nda durum

Tesettür ayetinin inişinden önceki dönemde kadınlar baş­larının yansını örter, baş örtüsünün uçlarını arkadan bağlar, boyun ve gerdan kısımlarını açıkta bırakırlardı. Aynca ev ve dışarı ortamlarında kadınlarla erkekler karışık bir halde bu­lunurdu.

Tesettürü emreden ayetler(3) ile hem erkekler, hem de ka­dınlar harama bakmaktan sakındınldı, kadınlara mahrem ol­mayan erkeklerin yanında başörtülerini yakalarının üzerine kadar indirerek boyun ve gerdanlarını kapatmaları ve sokağa çıktıklarında dış elbiselerini üzerlerine almaları emir buyu­ruldu.

Yine ilgili ayetlerde kadınların, cinsel cazibelerini dışa vu­racak şekilde yürümemeleri ihtar edilmek suretiyle, tesettürle hedeflenen şeyin, özden yoksun, şeklî bir düzenleme olmadığı ortaya konmuş oluyordu.

Nur Süresinin 31. ayeti inzal buyurulup da Efendin' (s.a.v) tarafından Sahabeye tebliğ edildiğinde erkekler evlerine gelip eşlerine bu ayeti haber verdiler. Sahabe hanımları vakit geçirmeden uygun buldukları peştamal, çarşaf gibi şeyleri ke­narlarından yırtarak başlarını ayette belirtildiği gibi örttüler.

Ertesi gün örtünmüş olarak sabah namazı için mescide gelen kadınlar cemaatinin görüntüsünü Hz. Aişe (r.anha) vali­demiz -muhtemelen siyah örtülere bürünmüş olmaları sebe­biyle- “başlarında sanki kargalar varmış gibi” sözleriyle ifade etmiştir.(4)

O günden sonra tesettür Müslüman kadının kimliğinin ay­rılmaz bir parçası olmuş, onun saygınlığını, iffet ve izzetini temsil etmiştir.

Hicret’in 2. yılında vuku bulan Benû Kaynuka gazvesinin sebebi, bir Müslüman hanımın tesettürü ile alay edilmesidir.

Medine’deki Benû Kaynuka Yahudilerine ait bir çarşıya alışveriş için gitmiş olan Sahabe eşlerinden birisi, dükkânına girdiği Yahudi tarafından aşağılanmış, örtüsü ile alay edilmiş ve çirkin muamelelere maruz kalmıştı. Bunun üzerine feryat edince oradan geçmekte olan bir sahabi hemen olaya müda­hale ederek Yahudiyi öldürmüş, orada bulunan Yahudiler de toplanarak o sahabîyi şehid etmişti.

Durum Rasul-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz’e intikal ettiğinde hemen bir seriyye hazırladı ve Kaynukaoğulları’nın üzerine yürüdü. 15 gün süren bir kuşatmanın ardından Yahudiler sa­vaşı göze alamayıp teslim oldular ve Şam tarafına sürgün edil­meyi kabul ederek canlarını kurtardılar.(5)

Dipnotlar:

1-“Uçan Süpürge? isimli kadın organizasyonunun internet sitesi, 13.11.2003.

2-Sabah Gazetesi, 10.10.2004.

3-Nur Sûresi, 31. ve Ahzab Sûresi 59. Ayetleri.

4-Tefsiru ibn Ebî Hatim, 8/2575.

5-ibn Hişâm, 3/50 vd.

Ebubekir Sifil-Hikemiyat


Devamını Oku »