Hz. Peygamberin ( s.a.v) Aldığı Vahiyler Sadece Kur'an Ayetlerindenİbaret midir ?

Hz. Peygamberin ( s.a.v) Aldığı Vahiyler Sadece Kur'an Ayetlerinden İbaret midir ?

Evvela şunu belirtelim ki, Hz. Peygamber ( s.a.v) 'in Kuran dışında vahiy almadığı konusunun delalet-i kat'iyye sarahatinde ifade eden bir Kur'an ayeti mevcut değildir.Yazarın yaptığı gibi ( Yaşar Nuri Öztürkten bahsediyor ) mesela '' O arzusuna göre konuşmaz. O ( bildirdikleri ) kendisine indirilen vahiyden başkası değildir '' ( en-Necm, 3-4 ) , '' Peygamber size ne verdiyse onu alın, size neyi yasakladıysa ondan da sakının '' ( el-Haşr,7 ) gibi- pek çok sahabi , müçtehit ve müfessire göre Sünnet'e de delalet eden - bir kısım ayetler konusunda '' Bu ayetlerde kast edilen Kur'andır '' diyerek kestirme hükümlerle meseleyi ört -bas etmeye çalışmak [1] ilmi yaklaşım ile bağdaşmaz. İlmi yaklaşım, bu ayetlerde kastedilenin Kur'an olduğunu yine Kur'an ayetlerine dayanarak ortaya koymayı gerektirir. Ancak yazarın bunu, ilmi araştırma vasfı verilecek ciddiyet ve boyutta gerçekleştirdiğini söylemek mümkün değildir...

Son tahlilde bu ve benzeri ayetlerin Kur'an'a delalet ettiği kadar Sünnet'e de delalet etiği veya Sünet'i de kapsadığı hususu bir '' ihtimal '' bile olsa , bunu gözden uzak tutmak mümkün değildir.

Şüphesiz Hz. Peygamber ( s.a.v) in Kur'an dışında da vahiy aldığı konusuyla ilgili oldukça açık sahih hadisler mevcuttur ve sadece bu hadislerden hareketle Hz. Peygamber ( s.a.v)in Kur'an dışında vahiy aldğını rahatça söylemek mümkündür. Ancak biz, kitabın başında belirttiğimiz yöntemden ayrılmayacak ve bu konuda da doğrudan Kuran ayetlerinden hareket ederek sonuca ulaşmaya çalışacağız.''

''Kur'an , önceki peygamberlerin yüce Allah'tan aldıkları vahiylere bir sınır getirmemiştir. O peygamberler vahy-i celi ( açık vahiy ) yanı sıra rüya, ilham veya başka yollarla da Yüce Allah'tan vahiy almışlardır. Şu halde bu durum Hz. Peygamber ( s.a.v) hakkında niçin kabul edilmesin ? Esasen Yüce Allah'ın Kadir'-i Mutlak olduğu konusunda herhangi bir kuşkusu bulunmayan kimse, O'nun peygamber olarak seçip görevlendirdiği kişiye, dilediği şeyi dilediği şekilde vahyetme / iletme tasarrufuna da bir sınırlama getirmenin kimsenin haddine olmadığından da kuşku duymamalıdır.

Hz. Peygamber ( s.a.v)in Kur'an dışında vahiy aldığını gösteren Kur'an ayetleri var mıdır ? sorusuna,yine bizzat Kur'an'dan hareketle '' evet'' demek durumundayız.

Yüce Allah şöyle buyuruyor :

1 - '' Kendi içinizden size ayetlerimizi okuyan, sizi kötülüklerden arındıran, size Kitab'ı ve Hikmet'i talim edip, bilmediklerinizi öğreten bir Resul gönderdik.''- ( bakara 151 )

2- ''.... Allah'ın ayetlerini eğelenceye almayın, Allah'ın sizin üzerinizdeki nimetini, size öğüt vermek üzere indirdiği Kitab'ı ve Hikmet'i hatırlayın, Allah'tan korkun...''- ( bakara 231 )

3- '' Andolsun ki, içlerinden , kendilerine Allah'ın ayetlerini okuyan, kendilerini temizleyen, kendilerine Kitab'ı ve Hikmet'i öğreten bir peygamber göndermekle Allah, müminlere büyük bir lütufta bulunmuştur... '' ( Al-i İmran 164 )

4- '' Allah'ın sana lütfu ve esirgemesi olmasaydı, onlardan bir güruh seni saptırmaya yeltenmişti. Onlar yalnızca kendilerini saptırırlar, sana hiçbir zarar veremezler. Allah sana Kitab'ı ve Hikmet'i indirmiş, bilmediğin şeyleri öğretmiştir. Allah'ın lütfu sana gerçekten büyük olmuştur. '' ( Nisa,113 )

5- '' ( Ey Peygamber hanımları ! ) Allah'ın , evlerinizde okunan ayetlerini ve Hikmet'i anın ! ( Ahzap,34 )

6- '' Çünkü ümmilere içlerinden, kendilerine ayetlerini okuyan, onları temzileyen, onlara Kitab'ı ve Hikmet'i öğreten bir peygamber gönderen O'dur ...'' ( Cuma,2 )

Bu ayetlerde geçen '' Kitap '' kelimesinin Kur'an olduğu üzerinde herhangi bir görüş ayrılığı yoktur. O halde buradaki Hikmet nedir ?

Elmalılı Hamdi YAZIR merhum, başka hiçbir yerde bulunamayacak şekilde detaylarına inerek bu kelimenin 29 ayrı tanımını vermekte ve her bir tanımın uzun uzadıya açıklamasını yapmaktadır ki [2] bunların toplamından çıkan netice yine kendi ifadesi ile şudur :

'' Bunların bazısı mana-yı masdar, bazısı hasl-ı masdar, bazısı ism-i mahz olmakla beraber bir kısmı ilme, bir kısmı amele, bir kısmı da her ikisine raci olduğundan bu tafsilat kısmen misal ve tarife hamledilmek suretiyle mecmuu üç tefsire irca olunabilir ki ameli nafia müeddi olmak haysiyetiyle ilim, ilme müteratib olmak hasyiyetiyle amel-i nafi, biri de ilm-ü amelde ihkam, tabir-i aherle kavil ve fiilde isabet veya ilim ve fıkıh manalarıdır '' [3]

Her ne kadar içlerinde İmam eş-Şafi'i 'nin de bulunduğu bir grup alim, Kur'an'da yukarıda zikrettiğimiz ayetlerde geçen Hikmet kelimesini doğrudan Sünnet olarak anlamışlarsa da [4] biz peşinen bu yargıya varmayalım ve mezkur ayetlerden hareketle bu kelimenin ne anlama geldiğini araştıralım.

Elmalılı merhumun alabildiğine tafsilatlı olarak zikrettiği görüşlerinden yine kendisinin çıkardığı sonuca bakılırsa Hikmet şu üç anlamı bünyesinde toplayan bir kelimedir :

1- Faydalı amele götüren bilgi.
2- Bilgiyle irtibatlı olması yönüyle faydalı amel.
3- Söz ve fiilde doğruya isabet.

Bu üç maddede özetlenen Hikmet'in Kur'an'dan daha genel bir anlama sahip olduğunu [5] ve burada geçen '' fayda '' ve '' doğru '' kelimelerinin , '' ilahi irade ve rızaya uygunluğu '' ifade ettiğini söyleyebiliriz.

Şu halde Hz. Peygamber ( s.a.v)'e Hikmet verildiğini belirten ayetler O'nun , söz ve fiillerinde ilahi irade ve rızaya uygun hareket etme özelliğine sahip kılındığını anlatıyor demektir. '' Andolsun ki Resulullah sizin için, Allah'a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah'ı çok zikredenler için güzel bir örnektir '' ( ahzab,21 ) ayetinin Hz. Peyagmber ( s.a.v) 'in mü'minler için güzel bir örnek olduğu vakıasını- tekitli bir biçimde - belirtmesi, aynı zamanda Hz. Peygamber ( s.a.v)in Hikmet'e uygun söz ve fiillerinin mü'minler için örnek teşkil ettiği noktasına güçlü bir vurgudur. Mü'minlerin nihai amacı Yüce Allah ( c.c.)'ın rızasına ve ahirette ebedi kurtuluşa ulaşmak olduğuna ve Hz. Peygamber ( s.a.v) de onlar için bu yolda güzel bir örnek teşkil ettiğine göre mü'minler dünya hayatınaki rotalarını Hz. Peygamber ( s.a.v)'in söz ve davranışlarını esas alarak ayarlayacaklar demektir.

Hz. Peyamber ( s.a.v)'de mevcut bulunan bu özellik, Yüce Allah ( c.c. ) tarafından O'na '' indirilmiş '' tir. Yüce Allah ( c.c.) 'ın Hz. Peygamber ( s.a.v)'e indirdiği şeyin - adına vahy-i hafi, ilham veya başka birşey denmesi farketmez- netiecede vahiy olduğu ise ayrıca belirtilmesine gerek bulunmayacak kadar müsellem bir husustur. Çünkü Hz. Peygamber ( s.a.v)'in , Yüce Allah ( c.c. ) tarafından kendisine gönderilen bu mesaj sayesinde, özellikle dinin tebliği hususunda yanılmayacağı, yanlış veya kusurlu hareket etmeyeceği, ederse yine bu fenomen tarafından derhal düzeltileceği aşikardır. Aksi halde Hz. Peygamber ( s.a.v)'in peygamberlik görevinde kusurlu veya hatalı davranabileceği ihtimali gündeme gelir. Şu halde Hikmet'in Hz. Peygamber ( s.a.v)'e hangi türden vahiy yoluyla olursa olsun Allah tarafından '' indirildiğini '' söylemek bu durumda tek çıkar yol olarak kalmaktadır.

Bu noktaya, mezkur ayetlerde kullanılan '' enzele '' ( indirdi ) fiilinin, aynı zamanda '' var etme '', '' ortaya koyma '' , '' yaratma '' anlamına da geldiği söylenerek itiraz edilebilir [ 6]

Ancak bu durumda cevaplandırılması gereken bir soru gündeme gelmektedir : Şayet bu ayetlerdeki '' enzele '' filini '' var etme '' , '' ortaya koyma '', '' yaratma '' anlamında alacak olursak, Hikmet'in Hz. Peygamber ( s.a.v)'de '' var edilmiş '' ve '' yaratılmış '' bir özellik olduğunu sonucuna varırız. Ne var ki , yukarıda zikrettiğimiz ayetlerde aynı '' enzele '' fiili '' Kitap '' için de kullanılmıştır. Daha açık bir ifadeyle Kitap ve Hikmet kelimeleri , bir tek fiilin , '' enzele '' filinin mef'ulü durumundadır.

Bu da - sözkonusu itirazı yerinde kabul edecek olursak- Hikmet'le birlikte Kitab'ın da Hz. Peygamber ( s.a.v ) 'de '' var edilmiş '' veya '' yaratılmış '' olduğunu söylememiz gerekir. Bununsa hem ilahi Kelam'ın kadim olma vasfıyla bağdaşmayacağı, hem de vahiy olgusunun mantığına ters düşeceği açıktır. Dolayısıyla Kur'an'ın Hz. Peygamber ( s.a.v)'de '' var edilmiş '' veya '' yaratılmış'' olduğunu söylemenin imkanı yoktur. Geriye bu fiilin ; Kur'an söz konusu olduğunda '' indirme '' , Hikmet sözkonusu olduğunda ise '' var etme '', '' ortaya koyma'' veya '' yaratma '' analmına gelmesi ihtimali kalkmaktadır. Aynı cümledeki iki ayrı mef'ule ilişkin bir tek fiilin, bu mef'ullerden birisinde bir anlama, diğerinde başka bir anlama gelebileceği ne mantıken ne de gramatik açıdan söylenemeyeceğine göre, bir nokta kendiliğinden ortaya çıkmaktadır : O da hem Kitab'ın , hem de Hikmet'in Hz. Peygamber ( s.a.v)'e '' indirildiğini '' söylemektir.

Bu söylediklerimize ikinci bir itiraz da şu şekilde ileri sürülebilir : Kur'an , Hikmet'i Hz. Peygamber ( s.a.v)'e münhasır kılmamakta, aksine başkalarına da Hikmet veridlğini bildirmektedir.

Şu ayetler bu hususa örnek gösterilebilir :

i- '' Allah Hikmet-i dilediğine verir. Kime hikmet verilirse ona pek çok hayır verilmiş demektir '' ( bakara 269 )

ii- ( Melekler, Meryem'e hitaben İsa hakkındaki sözlerine şöyle devam ettiler : ) Allah ona yazmayıi Hikmet-i, Tevrat'ı ve İncil'i öğretecek '' ( Al-iimran,48)

iii-'' Hani Allah peygamberlern, '' Ben size Kitap ve Hikmet verdikten sonra nezdinizdekileri tasdik eden bir peygamber geldiğinde ona mutlaka inanıp yardım edeceksiniz '' diye söz almış, '' Kabul ettiniz ve bu ahdimi yüklendiniz mi ? '' dediğinde '' Kabul ettik '' cevabını vermişler, bunun üzerine Allah, '' O halde şahit olun, ben de sizinle birlikte şahitlik edenlerdenim '' buyurmuştu '' ( Al-i imran 81 )

iv- '' Yoksa onlar , Allah'ın lütfundan verdiği şeyler için insanlara haset mi ediyorlar ? Oysa İbrahim soyuna Kitap ve Hikmet'i verdik ve onlara büyük bir hükümranlık bahşettik '' ( Nisa,54 )

v- '' Andolsun biz Lokman'a , '' Allah'a şükret'' diyerek Hikmet verdik.... '' ( Lokman,12 )

vi- '' Onun ( Davud'un ) hükümranlığını kuvvetlendirmiş , ona Hikmet ve güzel konuşma vermiştik '' ( Sad, 20 )

Buradan da ortaya çıkmaktadır ki, Hz. Peygamber ( s.a.v)'e verilen Hikmet Sünnet değildir.

Hemen belirtelim ki, bu ayetler içinde 2. , 3. ve 4. sıradakiler, az yukarıda Hikmet'in de '' indirildiğini '' söylerken ileri sürdüğümüz argümanları destekler mahiyettedir. Zira bu ayetlerde Hikmet ile birlikte verildiği / öğretileceği bildirilen '' Kitap''ların vahiy yoluyla verileceğinden / öğretileceğinden kuşku edilmez. Ayrıca bu ayetlerde Kitap(lar) ve Hikmet de öğretme / verme fiillerinin mef'ulüdür. Hz. Peygamber ( s.a.v)'e Hikmet indirildiği bildirilen ayetler üzerinde dururken söylediklerimiz aynen burada da geçerlidir.

Öte yandan biz Hikmet'in Hz. Peygamber ( s.a.v)'e münhasır olduğunu ve başka hiç kimseye Hikmet verilmediğini zaten söylemiyoruz. Hikmet'in yukarıda ELMALILI merhumdan naklen özetlediğimiz üç anlamı göz önünde bulundurulacak olursa, bunun böyle olduğu anlaşılacaktır. Zira sözkonusu özelliklerin sadece Hz. Peygamber ( s.a.v)'de bulunduğunu söylemek aklen de adeten de mümkün değildir.

Bizim söylediğimiz şudur: Kur'an tarafından başkalarına da verildiği bildrilen Hikmet, veridlği kimselerde doğruya isabet, faydalı bilgi ve amel olarak tezahür etmektedir ki bu özelliklerin Hz. Peygamber( s.a.v) tarafından dini tebliğ bağlamında ortaya konan söz, tavır ve davranışlarda tebellür etiğinde kuşku yoktur. Yani Hz. Peygamber ( s.a.v)', Yüce Allah ( c.c.) tarafından kendisine verilen bu Hikmet sayesinde Allah, Kur'an, insan, varlık ve eşya hakkında doğru bilgilere uğaraşacak, tebliği ile görevli bulunduğu dini insanlara iletip öğretirken bu bilgileri insanlığın önüne şaşmaz kılavuzlar olarak koyacaktır.

Diğer taraftan Hz. Peygamber ( s.a.v) 'e Yüce Allah ( c.c.) tarafından verilen ve Kur'an dışında başka birşey olduğu [ 7] malum bulunan işbu Hikmet'in ümmet-i Muhammed açısından bir önemi olmalıdır. Eğer böyle olmasaydı ve O'na verilen Hikmet sadece O'nun şahsıyla sınırlı kalıp, başka insanlar için herhangi bir kıymet ve önem arzetmeseydi, Ümmehat-ı Mü'minin'e ( Hz. Peygamber ( s.a.v)'in pak zevcelerine ) Kur'an'la birlikte Hikmet'i de anmalarının Kur'an tarafından emredilmesinin bir anlamı olmaz. Hz. Peygamber ( s.a.v)'in özellikleri meyanında ümmetine Kitap ile birlikte Hikmet'i de öğretmesi zikredilmez [8] ve nihayet Hikmet'in , Allah tarafından insanlara '' öğüt vermek'' için '' indirildiği'nin bilhassa belirtilmesine gerek bulunmazdı... [9] ''

7- “Peygamber, eşlerinden birine gizlice bir söz söylemişti.Fakat eşi bu sözü başkalarına haber verip, Allah da bunu Peygamber’e açıklayınca, Peygamber bir kısmını bildirip,bir kısmından da vazgeçmişti. Peygamber bunu ona haber verince eşi, ‘Bunu sana kim bildirdi?’ dedi. Peygamber,‘Bilen, her şeyden haberdar olan Allah bana haber verdi’dedi.” (et-Tahrim,3)

Bu ayetin sonunda Hz. Peygamber (s.a.v), meseleyi kendisine Yüce Allah (c.c)’ın bildirdiğini açıkça belirtmektedir.
Oysa Kur’an’da Yüce Allah (c.c)’ın, bu ayette belirtilen hususu Hz. Peygamber (s.a.v)’e bildirdiği hakkında hiçbir ifade yoktur. Bu da göstermektedir ki, Hz. Peygamber (s.a.v)’in, kendisine gizli bir şey söylediği eşinin o sözü başkalarına aktardığını Yüce Allah (c.c) Kur’an dışı bir vahiyle Hz. Peygamber (s.a.v)’e bildirmiştir.

Burada dikkat çekilmesi gereken bir nokta daha bulunmaktadır:

Hz. Peygamber (s.a.v)’in, hanımına gizlice söylediği sözün ne olduğunu bilmiyoruz.[10] Şu halde bu söz, dinin tebliğine ilişkin olabileceği gibi, şahsî bir mesele de olabilir. Şayet dinin tebliğine ilişkin olsaydı, Hz. Peygamber (s.a.v)’in o sözü eşine “gizlice” söylemesi düşünülemezdi. Çünkü dinin özüne ilişkin olan bir hususu Hz. Peygamber (s.a.v)’in bütün ümmetine duyurmayıp ya da duyurulmasını istemeyip, eşlerinden birisine sır olarak söyleyebileceğini düşünmek mümkün değildir. (Bunu söylerken Hz. Peygamber (s.a.v)’in hassas ve özel konumu gereği, hanımına verdiği bir sırrın da önemli olacağını inkâr ediyor ve söz konusu sırrın konjonktür gereği o an için gizli tutulması gereken bir şey olabileceğini görmezden geliyor değiliz. Ancak burada meseleyi sırf nazarî planda ele aldığımızın hatırdan çıkarılmaması gerekir.)

O halde Hz. Peygamber (s.a.v) ile eşi arasındaki o söz,yine ikisi arasındaki özel bir mesele hakkında olmalıdır.
Bu türlü şahsî bir mesele Kur’an dışı bir vahiyle Hz.Peygamber (s.a.v)’e bildirilebilir iken, dinin özüne ilişkin olan ve dolayısıyla daha büyük bir önem arz eden hususlar niçin böyle bir vahiyle bildirilmesin?..

8- “Hatırlayın ki, Allah size iki taifeden[11] birinin sizin olduğunu vadediyordu. Siz de kuvvetsiz olanın sizin olmasını istiyordunuz...”(Enfal-7)

Bu ayette ve devamında Yüce Allah (c.c), mü’minlere [Sahabe’ye] hitaben iki taifeden birinin kendilerinin olduğunu ve hangisini tercih edecekleri konusunda seçimin kendilerine bırakıldığını bildirmektedir. Müslümanlar dilerlerse
kervana saldırıp Kureyş’li müşriklerin ticaret mallarını ele geçirecekler, dilerlerse Mekke’den hareket eden Kureyş ordusuna saldırarak onları mağlup edeceklerdir. Her iki durumda da Yüce Allah (c.c) Mü’minlere zafer ve kazanç vadettiğini bildirmektedir.

Burada konumuz açısından önemli olan nokta şurasıdır: Yüce Allah (c.c) Müslümanlara hitaben “Hatırlayın ki,Allah size iki taifeden birinin sizin olduğunu vadediyordu” buyurmaktadır. Yani bu ilahî vaat Müslümanlara Yüce Allah (c.c) tarafından daha önce yapılmıştır. Oysa Kur’an’da daha önce Müslümanlara iki taifeden birisinin kendilerine müyesser kılınacağına dair vaat ifade eden bir ayet yoktur. Bu da göstermektedir ki, söz konusu vaat Cibril (a.s) vasıtasıyla Hz. Peygamber (s.a.v)’e Kur’an dışı bir vahiyle bildirilmiştir.

9- Kur’an’da şöyle buyurulmaktadır: “Hatırlayın ki, siz Rabb’inizden yardım istiyordunuz. O da, ‘Ben peşpeşe gelen bin melek ile size yardım edeceğim’ diyerek bu duanızı kabul buyurmuştu.” (Enfal-9)

Oysa Kur’an’da Yüce Allah (c.c)’ın onların yardım isteğine bu şekilde bir hitapla karşılık verdiğini bildiren bir ayetmevcut değildir. Dolayısıyla Yüce Allah (c.c)’ın, müslümanların duasına bu şekilde karşılık verdiği hususu Cibril (a.s) tarafından Hz. Peygamber (s.a.v)’e Kur’an dışı bir vahiyle bildirilmiştir.

10- Yüce Allah (c.c) şöyle buyuruyor: “Bir gece, kendisine ayetlerimizden bir kısmını gösterelim diye kulunu Mescid-i Haram’dan, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa’ya götüren Allah bütün noksan sıfatlardan münezzehtir...'' ( el isra, 1)

el-İsra suresinin, zikrettiğimiz ilk ayetinde Yüce Allah (c.c), Hz. Peygamber (s.a.v)’e birtakım ayetler göstereceğini bildirmektedir. Hatta mezkûr ayetin ifadesine göre Hz.Peygamber (s.a.v)’in Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksa’yagötürülmesinin sebebi de budur Burada cevaplandırılması gereken bazı sorular bulunmaktadır:

Kur’an’ın zikrettiği bu “birtakım ayetler” nelerdir?

Yazarın da ( Y. Nuri Öztürk ) katıldığını belirttiği ifadelerinde Süleyman Ateş, Hz. Peygamber (s.a.v)’in Cibril (a.s)’i Sidretü’l-Müntehâ yanında görmesi olayının İsra hadisesinden önce vuku bulduğunu söylemektedir. [12] Dolayısıyla burada zikredilen “ayetler”den,Hz. Peygamber (s.a.v)’e Cibril (a.s)’in görünmesi kastedilmiş olamaz. Şu halde Hz. Peygamber (s.a.v) o gece nelere şahit olmuştur? Bunların Hz. Peygamber (s.a.v)’e gösterilmesinin sebebi ne olabilir? Hz. Peygamber (s.a.v) o gece gördüklerini bir sır olarak saklamış mıdır, yoksa bunları insanlara anlatmış mıdır? Eğer gördükleri arasında Mü’minleri ilgilendiren hususlar olduysa ve bunları sır olarak sakladıysa bu O’nun peygamberlik görevini yerine getirirken kusurlu veya ihmalli davrandığı anlamına gelmez mi?

Yine eğer böyleyse “O peygamber gaybın bilgilerini saklayacak, kendisinde tutacak kadar cimri değildir” ( tekvir 24 ) [13] ve “Ey Resul! Rabb’inden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan,O’nun elçiliğini yapmamış olursun...”( el-Maide 67 ) gibi ayetler Hz. Peygamber (s.a.v)’in, nübüvvet görevini en küçük bir şüpheye yer bırakmayacak şekilde yerine getirdiği hakkındaki gerçekleri ifade etmiyor mu? O gece olanlar için “bunlar insanlara ulaştırılması gerekmeyen şeyler olabilir” diyebilir miyiz? Bu soruya evet diyeceksek, o zaman bu olayın Kur’an’da kapalı bir şekilde zikredilmesinin ne anlamı olabilir? -Üstelik (17/el-İsra) suresinin ilk ayetinde bu olay, Yüce Allah (c.c)’ın tesbih, ta’zim ve temcidiyle zikredilmektedir ki bu da olayın önem ve büyüklüğünü gösterir.

Yukarıdaki soruya hayır diyeceksek, madem ki o gece olup bitenler insanları ilgilendirmektedir ve dahi Kur’an bu konuda bir şey söylememektedir, o halde bunlar insanlara nasıl ulaştırılmıştır?

11- Zeyd b. Harise (r.a) ile Zeyneb bt. Cahş (r.anha) arasındaki evlilik ve bu evliliğin sona ermesi anlatılırken şöyle buyurulmaktadır:

“Hani Allah’ın nimet verdiği, senin de kendisine iyilikettiğin kimseye, ‘Eşini yanında tut, Allah’tan kork’ diyordun.Allah’ın açığa vuracağı şeyi insanlardan çekinerek içinde gizliyordun. Oysa asıl korkmana layık olan Allah’tır. Zeyd o kadından ilişiğini kesince biz onu sana nikahladık ki evlatlıkları, eşleriyle ilişkilerini kestiklerinde (o kadınlarla evlenmek isterlerse) mü’minlere bir güçlük olmasın. Allah’ın emri yerine
getirilmiştir. ( ahzap 37 )

Bu ayetin Kur’an dışı vahye delalet vechi üzerinde daha önce de durulmuş[14] ancak bu konuda söylenenler eleştirilmiştir. [15]

Ne ki bizce burada gözden kaçırılan bir nokta vardır: Dikkat edilirse ayette “Allah’ın açığa vuracağı şeyi insanlardan çekinerek içinde gizliyordun” buyurulmaktadır. Burada Hz. Peygamber (s.a.v)’in, içinde “bir şey” gizlediği belirtilmekte ve Allah’ın onu açığa vuracağı bildirilmektedir. Bu şey ne olabilir?

Ortaya şu ihtimalleri koyabiliriz: I- Bu şey, Zeyd-Zeyneb (r.anhuma) çiftinin evliliğiyle ilgilidir. II- Bu şey söz konusu evlilikle ve o şahıslarla ilgili değildir.Ayetin ifadesi ve siyak-sibakı göz önünde bulundurulacak
olursa, bu ihtimallerden ilkinin doğru olduğu anlaşılacaktır.

Zira özellikle “Allah’ın açığa vuracağı şeyi insanlardan çekinerek içinde gizliyordun” cümlesi bu evlilikle ilgisi koparıldığında bu bağlamda hiçbir şey ifade etmemekte, daha doğrusu ne ifade ettiği anlaşılmamaktadır. Şu halde Hz. Peygamber (s.a.v)’in, söz konusu çiftin evlilik hayatı ile ilgili olarak içinde gizlediği şey üzerinde durmak gerekiyor: İhtimaller şunlar:

1- Bu şey gayri meşru bir şeydir.
2- Bu şey meşru bir şeydir.

Bu iki ihtimalin açılımını ise şu şekilde yapabiliriz: Bu şıklardan ilki behemehâl düşünülemeyeceğine göre, ikincisi üzerinde durmamız gerekiyor. O halde meşru olan bu “şey” nedir?

A- Meşru olan ve Zeyneb-Zeyd (r.anhuma) çiftinin evliliğiyle ilgili bulunan bu şey, Hz. Peygamber (s.a.v)’e vahiy ile bildirilmemiş, O’nun, kendiliğinden düşündüğü ve tamamen kendi içinde başlayıp biten bir düşünce veya temennidir.

B- Bu şey Hz. Peygamber (s.a.v)’e vahiy ile bildirilmiş bir hüküm veya haberdir.

Birinci ihtimal üzerine kafa yoralım:

A/l- Mesele söz konusu evlilik ile ilgili olduğuna göre, Hz. Peygamber (s.a.v), kendisine gelmiş bir vahiy söz konusu olmaksızın bu evliliğin devamını istemiş olabilir.Ancak ayet Hz. Peygamber (s.a.v)’in, Zeyd (r.a)’e bu doğrultuda görüş bildirdiğini zaten açıkça beyan etmektedir. Dolayısıyla Hz. Peygamber (s.a.v)’in içinde sakladığı ve Yüce Allah (c.c) tarafından açıklanacağı belirtilen şey bu olamaz. Demek ki bu ihtimalin üstü çizilecektir.

A/2- Hz. Peygamber (s.a.v)’in içinde gizlediği şey, bu evliliğin bozulması ile ilgili olabilir. Yukarıdaki ihtimal geçerliliğini yitirdiğine göre, üzerinde durulmaya değer ihtimal bu olmalıdır. O halde devam edelim. Hz. Peygamber (s.a.v) bu evliliğin bozulmasıyla ilgili olarak içinde ne gizlemiş olabilir?

a- Zeyneb (r.anha) ile evlenme arzusunu gerçekleştirebilmek için bu evliliğin bitmesi temennisi.Hz. Peygamber (s.a.v)’in, neticede peygamberliğine halel getirecek böyle bir şeyi içinden geçirmiş olması muhaldir. O’nu bundan bin kere tenzih ederiz. Zira “emredildiğin gibi dosdoğru ol”( Hud 112 , Şura 15 ) ayetine muhatap olan bir kimsenin bu emre muhalefet etmesi, bırakalım Mü’minler için örnek konumundaki bir peygamberi, takva sahibi, Allah’tan korkan ve “Allah’ın kendisine şah damarından bile yakın olduğunu”84 bilen sıradan bir Mü’minin bile yapamayacağı bir davranıştır. Böyle bir ihtimali ancak kalbinde İslam ve Müslümanlar için en küçük bir iyi düşünce taşımayan müsteşrikler gündeme getirebilir. Hz. Peygamber (s.a.v)’in, özellikle de Allah onu açıklayacağını bildirmişken- içinden, “insanlardan çekinmesini gerektirecek” böyle bir düşünce geçirmesi mümkün olmayacağına göre, burada başka ihtimaller üzerinde durmak gerekiyor.

b- Zaten zoraki yürütülen huzursuz bir evliliğe son verip, eşlerden her birinin kendi yolunu çizmesini sağlamak. Bu makul bir ihtimaldir; ancak Hz. Peygamber (s.a.v)’in, problemi böyle makul bir yoldan çözme imkânına sahip iken bu düşüncesini açığa vurmaması ve içinde gizlediği halde Zeyd (r.a)’e bu evliliği devam ettirmesi yolunda telkinde bulunması anlamsızdır. Üstelik böyle bir düşüncenin insanlar tarafından yanlış anlaşılabileceğinden endişe etmenin de anlaşılacak bir yanı yoktur.

c- Bu evliliğin sona ermesi ile Mü’minlere cahiliye döneminden kalma bir törenin şer’an geçerli olmadığının fiilen gösterilmesi. Yani evlatlıklar tarafından boşanan eşler ile, şer’î olarak geçilmesi gereken süreyi doldurduktan sonra nikâh kıyılabileceği hükmünün bizzat Hz. Peygamber (s.a.v) tarafından Hz. Zeyneb (r.anha) ile izdivaç yaparak ortaya konması. İşte asıl üzerinde durulması gereken ihtimal budur.Söz konusu evliliğin bitmesi de zaten bunu intaç etmiş ve Zeyneb (r.anha), bizzat Yüce Allah (c.c) tarafından Hz. Peygamber (s.a.v)’e nikahlanmak suretiyle bu konudaki sert hüküm açıklanmıştır. Ne var ki Hz. Peygamber (s.a.v)’in böyle bir evlilik yapacağının Yüce Allah (c.c) tarafından kendisine Kur’an dışı bir vahiyle daha önce bildirilmiş olması, böylesi hassas bir konuda toplumda kök salmış bir adetin bir anda ortadan kaldırılması anlamına gelecek bir adımın atılması sonucunu doğuracaktı.

Gerçi 33/el-Ahzâb suresinin, bu ayetten daha önce gelen 4. ayetinde “... evlatlıklarınızı da (sizin) öz çocuklarınız saymadı” buyurulmuş idi. Ancak başta Yahudiler ve müna-fıklar olmak üzere Medine’de yeni bir toplumun çekirdeğini oluşturmuş bulunan Hz. Peygamber (s.a.v)’in her hareketini sıkı sıkıya kontrol eden ve fitne çıkarabilmek için durmadan malzeme arayan kesimlerin, böyle bir evlilik hakkında oluşturacakları menfi kampanyanın boyutlarını da Hz. Peygamber (s.a.v) pekala bilmekteydi. işte bunun için Yüce Allah (c.c) tarafından kendisine Kur’an dışı bir vahiyle bildirilen söz konusu evliliğin bozulacağı ve kendisinin Hz. Zeyneb (r.anha) ile izdivaç yapacağı vakıasını açığa vurmamış, içinde gizlemişti. Belki de bu olayın vukuunu biraz olsun geciktirip, toplumda bu konuya gösterilebilecek tepkileri azaltmanın zeminini hazırlamak düşüncesinde idi. Ancak Yüce Allah (c.c) Hz. Peygamber (s.a.v)’in bu tutumunu kınarcasına “Oysa asıl korkmana layık olan Allah’tır” buyurmuş ve daha önce bildirdiği hükmü, hem de nikâhı kudret-i ilahiyyesi ile bizzat deruhte ederek fiilen uygulamaya koymuştur.

Netice olarak, ancak yukarıdaki “B” şıkkının açıklayıcı olduğunu kabul etmek ve bu konudaki hükmün Yüce Allah (c.c) tarafından Hz. Peygamber (s.a.v)’e Kur’an dışı bir vahiyle bildirildiğini söylemek zorundayız. Bir başka deyişle Zeyneb-Zeyd (r.anhuma) çiftinin ayrılacağı ve Zeyneb (r.anha) validemizin, bu konudaki şer’î hükmü fiilen göstermek amacıyla Hz. Peygamber (s.a.v) ile evleneceği Yüce Allah (c.c) tarafından Hz. Peygamber (s.a.v)’e Kur’an dışı bir vahiyle önceden bildirilmiştir.

12- Kur’an’da şöyle buyurulmaktadır: “Siz ganimetleri almak için gittiğinizde seferden geri kalanlar, ‘Bırakın, biz de arkanıza düşelim’ diyeceklerdir. Onlar Allah’ın sözünü değiştirmek isterler. De ki: ‘Siz asla bizim peşimize düşmeyeceksi niz! Allah daha önce sizin için böyle buyurmuştur.’ Onlar size, ‘Hayır! Bizi kıskanıyorsunuz’ diyeceklerdir. Bilakis onlar pek az anlayan kimselerdir.” -(Feth,15)

Bu ayette, münafıkların Hayber savaşına katılmalarının yasaklandığı, bu savaşa sadece Hudeybiye’de bulunanların katılacağı ve bunun Hz. Peygamber (s.a.v)’e daha önce bildirildiği belirtilmektedir. Oysa Kur’an’da bu hususu bildiren bir ayet mevcut değildir. Bu da söz konusu haberin Hz. Peygamber (s.a.v)’e Kur’an dışı bir vahiyle iletildiğini göstermektedir.

Yukarıda zikrettiğimiz ayetler, Hz. Peygamber (s.a.v)’in Kur’an dışında da Yüce Allah (c.c)’tan vahiy aldığını göstermektedir. Daha önce de belirttiğimiz gibi biz Sünnet’in özellikle dinin tebliğine taalluk eden kısmının vahiy kaynaklı olduğunu söylüyoruz. Bu bakımdan gerek teşri faaliyetleri bağlamında, gerek Kur’an ayetlerinin tefsirinde ve gerekse mugayyebat vb. ile ilgili hususlarda Hz. Peygamber (s.a.v)’den sadır olan sözler ve davranışlar vahiyle irtibatsız değildir ve bu yönüyle de Mü’minleri bağlayıcıdır...

Şimdi tekrar esas konuya dönerek diyoruz ki: Allah ile Peygamber’in arasını açarak, Hz. Peygamber (s.a.v)’in Kur’an vahyini kendi kafasına göre yorumladığını, O’nun, dinin tebliğine ilişkin olan tavır ve davranışlarının kendi şahsî içtihatlarının neticesi olmakla -ki biz Hz. Peygamber (s.a.v)’in içtihatlarının da vahyin kontrolünde bulunması hasebiyle hatadan korunduğunu ve bizler için bağlayıcı olduğunu düşünüyoruz- Mü’minleri bağlayıcı özelliğe sahip bulunmadığını söylemek mümkün değildir. Burada, özellikle “dinin tebliğine ilişkin olan tavır ve davranışları” diyoruz; çünkü bu noktada mesele şahsîlik boyutunu aşmış, doğrudan dinin özüne ilişkin olan bu tasarruflar kıyamete kadar gelecek olan bütün bir Ümmet’i bağlayıcı mahiyete bürünmüştür. Gerek Hz. Peygamber (s.a.v)’in, gerekse sair elçilerden herhangi birisinin bu türlü bir tasarrufta bulunduğunu söyleme noktasına gelmiş olan bir kimse, akidesini yeniden gözden geçirmek ve tashih etmek zorundadır. Zira böyle bir akide, iman ilkelerinin vazgeçilmezleri bakımından zedelenmiş demektir.

Şu halde teşri alanına ilişkin olsun, diğer hususlarda olsun, “dinin tebliği” ile ilgili bütün eylem ve sözlerinde vahyin yönlendirmesi ve kontrolü altında bulunduğu aşikâr olan bir peygamberin Kur’an dışında hüküm vaz etmesinden daha doğal ve gerekli bir şey olabilir mi? Kur’an Hz. Peygamber (s.a.v)’e emrediyor: “De ki: Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın.” ( Ali imran, 31) Bu ayette iki ilgi çekici nokta vardır:

1- Ayette, “Allah’ı seviyorsanız Kur’an’a veya Allah’ın emirlerine uyun” denmeyip, münhasıran Hz. Peygamber (s.a.v)’e uymanın emredildiğine bilhassa dikkat edilmelidir. Demek ki Allah’ı sevmenin göstergesi Hz. Peygamber (s.a.v)’e uymaktır. Başka ifadeyle bir kimsenin Allah’ı sevdiği iddiası, ancak Hz. Peygamber (s.a.v)’e uyduğu/itaat ettiği takdirde ciddiye alınacaktır. Aksi halde onunki kuru bir iddia olarak kalmaya mahkûmdur. Meseleyi tersinden ifade edecek olursak, Hz. Peygamber (s.a.v)’e itaat etmeyen kimse Allah’ı sevmiyor demektir. Zira ayetin ifadesi bunu açık bir şekilde ortaya koymaktadır.

2- Bu ayette yer alan ikinci hassas nokta da şudur: Yüce Allah (c.c), kullarının günahlarını bağışlamayı, onların Hz. Peygamber (s.a.v)’e itaatine bağlamıştır. Yani Allah’ı sevdiğini iddia eden kişi, ancak Hz. Peygamber (s.a.v)’e uyduğu takdirde Allah da kendisini sevecek ve günahlarını bağışlayacaktır.

Ebubekir Sifil - Modern İslam Düşüncesinin Tenkidi,1

Dipnotlar:

[1 ] Mesela bkz. Yaşar Nuri '' Kur'andaki İslam '' 51,512

[2] Elmalılı , 2,915-29

[3] Elmalılı 2,929

[4] eş-Şafi'i, '' er- Risale '' , 32,7,91, 3 ; el-Kurtubi, 3 ,104 , 14,119 ; İbn Kesir, 1, 183,96,281...

[5] Bkz.. Mevdudi, '' Tefhim '' , 4,417

[6] Böyle bir itiraz için bkz. KIRBAŞOĞLU, '' İslam Düşüncesinde Sünnet '' ,267.
İlginçtir, KIRBAŞOĞLU'nun bu itirazı öne sürerken dayanak olarak aldığı görüş, el-Hasanu'l-Basri'ye aittir. el-Kurtubi' nin belirttiğine göre ( 17,169 ) el-Hadid 25. ayetinde geçen '' ve enzelna'l-hadide '' ( biz demiri de indirdik... ) ifadesini, el-Hasanu'l-Basri '' demiri de var ettik , yarattık '' şeklinde tefsir etmiştir.
Ancak aynı el-Hasanu'l-Basri, Kur'an'la birlikte Hz. Peygamber ( s.a.v)'e verildiği belirtilen Hikmet'in Sünnet olduğunu söyleyenlerdendir. Bkz. İbn Kesir,, 1,184

[7] el-İsra Suresinin, mü'minlere yönelik birtakım emirler ihtiva eden ayetlerinden sonra gelen, '' işte bunlar, Rabb'inin sana vahyettiği hikmetlerdir..'' mealindeki 39. ayeti öne sürülerek yukarıdaki ayetler geçen '' Hikmet'' kelimesinin de Kur'an ayetleri anlamında kullanılış olabileceği söylenebilir.

Ancak bu bakış açısı bize göre doğru değildir. Çünkü Hikmet'in Kur'an'dan daha geniş bir anlama sahip bulunduğu ve varlık hakkında doğru bilgi ihtiva etmesi hasebiyle Kur'an'ın da bir Hikmet olduğu noktasında bizim herhangi bir itirazımız olamaz. Bir başka şekilde ifade edecek olursak ; Kur'an tümüyle Hikmet'tir ancak Hikmet tümüyle Kur'an değildir.Ayrıca Hikmet kelimesinin geçtiği ayetlerde bu kelime ile birlikte yazı, Kur'an, Tevrat, İncil gibi başka şeylerin de zikredilmesi , Hikmet'in bunlardan daha farklı bir çerçeveye sahip bulunduğunu gösteren önemli bir işarettir.
[8] el-Bakara, 151 ; Al-i İmran, 164

[9] el-Bakara , 231

[10] Bu konuda birçok rivayet bulunmakta ise de, biz bu kitabın başında,hücciyyeti konusunda en küçük bir tereddüdümüz bulunmayan ve fakat muhataplarımız tarafından tartışma konusu yapılan Sünnet’in delil olma vasfına yine Sünnet’ten delil getirmenin bağlayıcı olmayacağı düşüncesinden hareket ettiğimiz için prensip olarak rivayetlere atf-ı nazar etmeyeceğimizi belirtmiştik. Bu sebeple burada da meseleyi sadece Kur’an’la
sınırlı tutuyoruz.

[11] Burada kastedilen iki taifeden biri Ebû Süfyân idaresinde Şam’dan gelmekte
olan ticaret kervanı, diğeri ise Ebû Cehîl komutasındaki Kureyş
ordusudur.

[ 12 ] - “Kur’an’daki İslam”, 56.

[13] وَمَا هُوَ عَلَى الْغَيْبِ بِضَنِينٍ “Vemâ hüve ale’l-ğaybi bi danîn.” Bu ayetin ne ifade ettiği konusunda müfessirler arasında ihtilaf vardır. Bu ihtilaf, söz konusu ayetin son kelimesinin bir harfinin nasıl okunacağı konusundaki görüş ayrılıklarından kaynaklanmaktadır.
Bir kısım kıraat imamlarına göre burada “danîn” şeklinde kaydettiğimiz kelimenin ilk harfi “dat”dır. Bu haliyle bu kelime, “cimrilik” anlamındaki“dann” kelimesinin “fe’îl” kalıbına dökülmüş halidir. Bu durumda ayetin tefsiri şöyle olur: “O peygamber, gayb üzerine, yani kendisine öyle vahiy geldiğine ve gayba ilişkin diğer hususlara dair vermiş olduğu haberler gibi sizin his ve tecrübenize dahil olmamış bulunan gaybe ait hususlarda da kıskanç değildir.”Diğer bazı kıraat imamlarına göre ise, bu kelimenin baş harfi “zı”dır. Budurumda da kelime ya “töhmet” ya da “zayıflık ve azlık” anlamındadır. Bu kıraate göre de ayetin tefsiri şöyle olur: “O, gayba ilişkin verdiği haberlerde maznun, töhmet altında değildir; emin ve güvenilirdir. Yahut o,nefsinde kuvvesi zayıf, hafızası çürük, vehim ve zan ile konuşan; heva ve hevese kapılan bir kimse de değildir. Yani vahyi alması ve tebliğ etmesi hususunda hiçbir zaafı yoktur.” (Bu açıklamalar Elmalılı tefsirinden kısaltılarak ve sadeleştirilerek alınmıştır.) Bu ayet hakkındaki farklı tefsirve görüşler için bkz. ibn Kesîr, IV, 480; Elmalılı, VIII, 5622-3; Mevdûdî,“Tefhim”, VII, 55 ve diğer tefsirler.

[14] Bkz. Afzalurrahmân, “Sîret Ansiklopedisi”. II, 544.

[15] Bkz. Hayri Kırbaşoğlu, “İslam Düşüncesinde Sünnet”. 264-5.

Kırbaşoğlu önce ayet hakkında “Sîret Ansiklopedisi’’nde ileri sürülen şu görüşü nakletmektedir:“Ayet, Rasûlullah’ın (s.a.v.) Zeyd’in boşanmış hanımı ile evleneceğinin Allah’ın hükmü olduğunu belirtmektedir. Oysa Kur’an’da bu hükmü zikreden bir bölüm yoktur. Bu yüzden bu hüküm Allah’ın Rasûlüne Kur’an’dan başka bir yolla verdiği bir hükümdür.” Daha sonra da Kırbaşoğlu şöyle demektedir: “Ancak dikkatle okunacak olursa Rasûlullah’ın Zeyneb (r.a.) ile “evleneceğinden” değil, Allah’ın onu Rasûlullah ile “evlendirdiğinden” bahsettiği açık bir şekilde görülür. Bundan ötürü ayetten Rasûlullah’ın (s.a.v.) daha önce gelmiş olan Kur’an dışındaki bir vahiyle evlendirildiği sonucunu çıkarmaya gerek yoktur. Aksine akla yatkın olan, bu ayet üzerine Zeyneb’in Rasûlullah’a eş yapılmış olmasıdır. Nitekim tefsirlerde bu ayetin inmesinden sonra Rasûlullah’ın Zeyneb’in yanına eşinin yanına girer gibi izinsiz girdiği, ayetin hükmü ile yetinilerek ayrıca bir nikâh kıyılmadığı ve bu durumun Rasûlullah’a mahsus olduğu da zikredilmektedir.

“Bu durumda Zeyneb’in Rasûlullah ile evlendirilmesinin bu ayetle gerçekleştiği; bu evliliğin Kur’an dışında başka bir vahiyle olduğu iddiasının gerçekleri yansıtmadığı anlaşılmış olmaktadır. Dolayısıyla bu ayeti Kur’an dışında da vahiy bulunduğunu ispat için delil olarak kullanmak doğru değildir.” Her ne kadar söz konusu ayetin, konuyla ilgili kısmının “lemmâ” harfi ile başladığı, bu harfin burada zarf edatı olarak işlev gördüğü ve “hîne” anlamında olduğu, dolayısıyla bu edat ile başlayan cümlenin cevabı olan “zevvecnâkehâ” ve devamının da bu cümlenin mazrufu olduğu, yani tıpkı Zeyneb (r.anha)’nın, Zeyd (r.a) tarafından boşanmasında olduğu gibi, onun Hz. Peygamber (s.a.v)’e nikâhlanmasının da geçmiş zamanda meydana geldiği, bu itibarla ayetin anlamının Elmalılı merhumun tatlı üslubuyla,“... derken vakta ki Zeyd ondan tamamen ilişiğini kesti (...) o vakit biz onu, o hatunu sana tezvic eyledik” şeklinde olduğu... ileri sürülerek Kırbaşoğlu’nun bu itirazına cevap verilebilirse de biz burada bu nokta üzerinde durmayacağız.
Devamını Oku »

Resûl-i Ekrem'in Şefaat ve Makâm-ı Mahmûd özellikleri



Allah Teala, Resûl-i Ekrem'ini şefâat ve Makâm-ı Mahmûd özellikle­riyle diğer peygamberlere üstün tutması konusunda şöyle buyurmaktadır:

“Umulur ki böylece Rabbin seni Makâm-ı Mahmûd'a yükseltir.”

Şerh:Âyetin tamamı şöyledir: “Gecenin bir bölümünde uyanıp kalk, sadece sana mahsus olmak üzere teheccüd namazı kıl. Umulur ki böylece Rabbin seni Makâm-ı Mahmûda yükseltir.”

Abdullah ibni Ömer radıyallahu anhümâ şöyle demiştir:

“Kıyâmet gününde insanlar gruplar hâlinde toplanır. Her ümmet peygamberinin etrafında yer alır. Ve onlara adlarıyla hitap ederek: “Ey falan, bize şefaat et!Ey falan bize şefaat et!” derler. Peygamberler şefaate yetkili olmadıklarını söyleyince, sonunda, şefaat dileğiyle Nebiyy-i Ekrem sallallahualeyhi ve sellemin yanına gelirler. O gün, Allah Teâlâ run Resü-i Ekrem'e Makâm-ı Mahmûd’u verdiği gündür.”(Buhari,Tefsir,11)

Makâm-ı Mahmûd Nedir?

Ebû Hüreyre radıyallahu anhdan rivayet edildiğine göre sahâbiler Resûlullah sallallahu aleyhi ve selleme: “Umulur ki böylece Rabbîn seni Makâm-ı Mahmûd’a yükseltir.”âyetinin anlamını sordular. O da “Makâm-ı Mahmûd şefaat makamıdır.” buyurdu.(Tirmizi,Tefsir,7)

Ashâb-ı kirâmdam Ka’b ibni Mâlik radıyallahu anh (v. 54/674) Peygam­ber aleyhisselâmın şöyle buyurduğunu rivâyet etmiştir:

“Kıyâmet gününde insanlar Mahşer yerinde toplanacak. Ben ve üm­metim bir tepe üzerinde bulunacağız. Rabbim bana yeşil bir elbise giydire­cek. Sonra konuşmama izin verilecek. Ben de Allah Teâlânın söylememi istediği şeyleri söyleyeceğim (Kendisini öveceğim; şefâat niyaz edeceğim).İşte Makâm-ı Mahmûd budur.”(Hanbeli Müsned,3,456)

Abdullah ibni Ömer radıyallahu anhümâ rivâyet ettiği bir hadiste şefâat hadisinden söz ederek şöyle buyurdu:

“Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ilerler ve Cennet kapısının hal­kasını tutar. İşte o gün Allah Teâlâ onu, kendisine vaad ettiği Makâm-ı Mahmûd’a çıkaracaktır.”

Şerh:Hadisin tamamı şöyledir:“Kıyâmet gününde güneş insanların tepesine iyice yaklaşacak, ter kulaklarının yarışma kadar çıkacak. Onlar  işte bu hâldeyken Hz. Âdem’in yanına varıp kendilerine şefâat etmesini isteyecekler. O ise: “Ben bu yetkiye sahip  değilim.” diyecek. Sonra Mûsâ peygambere gidecekler o da aynı şeyi söyleyecek. Daha sonra Muhammed sallallahu aleyhi ve sellemin yanına varacaklar. Peygamber aleyhisselâm insanlara şefaat edecek ve Cennete varıp  kapısının halkasını tutacak; işte o gün Allah Teâlâ onu,  kendisine vaad ettiği Makâm-ı Mahmûd’a çıkaracak, ' bütün mahşer halkı onu övecektir.”

Abdullah ibni Mes’ûd radıyallahu anhın. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemden rivayet ettiğine göre Makâm-ı Mahmûd, Allah’ın Elçisi nin Arşın sağ tarafında ayakta duracağı bir makam olup ondan başka hiç kimse orada durmayacaktır. Dünyaya önce gelen ve sonra gelecek olan bütün insanlar o makama imrenecektir.(Hanbeli,Müsned,1,398-399)

Şerh:Yukarıda Ebû Hüreyre radıyallahu anhın rivâyet ettiğii benzeri bir hadiste de, Resûl-i Ekrem Efendimiz’in şöyle  buyurduğu geçmişti:

 “Cennet elbiselerinden bir elbise giyeceğim. Sonra Arş-ı  Alâ’nın sağ tarafında, ayakta duracağım. Benden başka,  yaratılmışların hiçbiri o makamda durmayacaktır.”(Tirmizi,Menakıb,1)

Bu hadisin bir benzerini her ikisi de tabiîn âlimi olan Kâ’bu l-Ahbâr(v. 32/652) ve Hasan-ı Basrî de rivâyet etmiştir.

Bir başka rivâyete göre Resûl-i Ekrem şöyle buyurmuştur:

“Makâm-ı Mahmûd, ümmetime şefaat edeceğim makamdır.”

Yine Abdullah ibni Mes’ûd radıyallahu anhın rivâyet ettiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:

“Ben Makâm-ı Mahmûd’da duracağım.” buyurunca ashâb-ı kiram:

“Makâm-ı Mahmûd nedir?” diye sordular. O da şu cevabı verdi:

“O gün Allah Teâlâ’nın (kullarını hesaba çekmek için) Kürsî’si üzerinde tecelli edeceği gündür. ”.(Hanbeli,Müsned,1,398-399)

Şerh:Hadisin tamamı şöyledir:

“Cenâb-ı Makk’ın yer ile gök arasını dolduracak kadar geniş olan Kürsî’si, o gün zorlandığı için yeni deve semeri gibi gıcırdayacaktır. O gün siz huzûra yalın ayak, çıplak ve sünnetsiz olarak getirileceksiniz. Kendisine ilk defa elbise giydirilecek kimse Hz. İbrâhim olacaktır.

Allah Teâlâ ‘Benim dostumu giydirin!” buyuracak, he­men Cennet elbiselerinden İki beyaz elbise getirilip Hz. İbrâhim giydirilecek. Ardından beni giydirecekler. Bun-dan sonra Allah Teâlâ’nın sağında, dünyaya önce gelen ve sonra gelen bütün insanların imreneceği bir makamda duracağım.”

Peygamber Efendimizin Şefâati

Ebû Mûsâ el-Eş’arî1 radıyallahu anhın (v. 42/662) rivâyet ettiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

“Bana, ümmetinin yarısının Cennet’e girmesini mi, yoksa şefâati mi istersin diye soruldu; ben de şefâati tercih ettim; çünkü şefâat daha çok kimseyi kapsar. Siz bu şefaatin Müttakıler için olduğunu mu sanıyorsu­nuz? Hayır, şefâatim, çok hatâ eden günahkâr ümmetim içindir.”

Şerh:Ashâb-ı kirâmdan Avf ibni Mâlik el-Eşcaî radıyallahu anhın da rivâyet ettiği bu hadisin baş tarafında şöyle bir  ilâve vardır:

“Resûl-i Ekrem: ‘Bu gece Rabbim beni hangi şeyi seçmek- İ te muhayyer bıraktı, biliyor musunuz?’ diye sordu. Biz de iAllah ve Resûlü daha iyi bilir.’ dedik.” Hadisin sonunda da şöyle bir ifâde vardır: “Biz, ‘Yâ Resûlallah! Bizi de o şefâat edilenlerden kılması için Allah’a duâ et!’ dediğimizde şöyle buyurdu: ‘O şefâat bütün ümmetim içindir.’(İbn Mace,Zühd,37;nr.4317)

“Şefâatim, ümmetimden büyük günah işleyenler içindir”(Ebû Dâvûd, Sünnet 23, nr. 4739.)

Ebû Hüreyre radıyallahu anh diyor ki:

“Yâ Resûlallah! Şefaat hakkında sana ne indirildi?” diye sordum.

Şöyle buyurdu:

“Şefâatim; kalbi, dilinin söylediğini tasdik ederek, bütün samimiye­tiyle Kelime-i Tevhîd’i söyleyenler içindir.”(Hanbeli,Müsned,2;307-518..)

Mü’minlerin annesi Ümmü Habîbe radıyallahu anhâ Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellemin şöyle buyurduğunu söylemiştir:

"Benim vefatımdan sonra ümmetimin başına ne gibi felâketler ge­leceği, onların birbirinin kânını haksız yere nasıl dökeceği, daha önceki milletlerin uğradığı belâlara onların da uğrayacağı bana bildirildi. Ben de Cenâb-ı Hak’tan, kıyamet gününde onlara şefâat etmeyi bana nasip et­mesini istedim; niyazımı kabul buyurdu.”(Müsned,4;427-428)

Ashâb-ı kiramdan Huzeyfe ıbnü’l-Yemân radıyallahu anha. 36/66$ şöyle dedi:

“Kıyamet gününde Allah Teâlâ insanları dümdüz bir yerde toplaya­cak; onlara seslenen biri, hepsine sesini duyurabilecek, onlara bakan biri, hepsini görebilecek. İnsanlar, yaratıldıkları günkü gibi yedin ayak ve çırıl-çıplak olacak. Herkes derin bir sükût içinde olacak. Allah izin vermeden kimse konuşamayacak.

Şerh:Şu âyetler bu manzarayı tasvir etmektedir: “O gün, Ruh ve melekler saf saf olurlar. Rahmânın izin verdiklerin­den başkası konuşamaz; izin verilip konuşan da doğru­yu söyler. İşte bu gerçek olan gündür”(Nebe,38-39)

Bugün dillerinin tutulduğu gündür, izin de veril­mez ki özür dilesinler. Gerçeği yalanlayanların o gün  vay hâline! Bugün hüküm günüdür. Sizi ve öncekileri toplamışızdir.”(Mürselat,35-38)

‘Muhammedi’ diye seslenilecek. Resûl-i Ekrem de şöyle diyecek:

‘Rabbim! Ben Senin emrindeyim! Her zaman hizmetindeyim. Bütün hayırlar Senin kudret elindedir. Şerri de Sen yaratırsın, ama onun yapıl­masına razı olmazsın. Doğru yolu bulan, ancak Senin yardımınla bulur. İşte bu kulun Senin huzûrundadır. Onun hakkında hüküm vermek Sana âittir. Onun her işi Senin kudret elindedir. Senen kaçıp sığınacak ve Se­nin elinden kurtulacak bir yer varsa, o yine Sensin! Hayrın ve bereketin pek çoktur. Şânın pek yücedir. Seni her kusurdan tenzih ederim. Sen Beyt’in Rabbisin. ’

Huzeyfe Ibnü’l-Yemân sözünü şöyle tamamladı: İşte Allah Teâlâ’nın: “Umulur ki böylece Rabbin seni Makâm-ı Mahmûd’a (övgüye değer bir konuma) yükseltir. ” (isrâ 17/79) buyurduğu makam bu yerdir.(Hâkim, el-Müstedrek(Atâ), D, 395, nr. 3384; İbni Ebî Şeybe, el-Musannef (Hût), VI, 319.)

Günahkârlara Nasıl Şefâat Edecek?

Abdullah ibni Abbâs radıyallahu anhümâ şöyle demiştir:

“Cehennemlikler Cehennem’e, Cennetlikler Cennet’e girince, ge­ride Cennet ve Cehennem ehlinden birer grup kalır. Cehennemlikler, (günahları yüzünden geride kalan) Cennetliklere:

“Bakın, îmân etmiş olmanız bir fayda sağlayıp da sizi Cennet’e gö­türmedi. " derler.

Onlar da Cehennemliklerin kendilerini ayıplamasından dolayı Rablerine feryâd ederek yalvarırlar. Onların feryâdını duyan Cennet ehli, Hz. Âdem’e ve diğer büyük peygamberlere giderek onlara şefâat etmeleri­ni isterler. Peygamberler de özür beyan ederek şefâat edemeyeceklerini söylerler. Bunun üzerine Cennetlikler Muhammed sallallahu aleyhi ve Selleme başvururlar.O da bu günahkar Müslümanlara şefaat eder.İşte Makam-ı Mahmud budur.

Şerh:Ibni Abbas'ın bu sözü yani bu mevkuf hadis, Peygam­ber Efendimiz'in sözü yani merfû hadis hükmündedir.

Çünkü İbn Abbasın bu bilgiyi kendiliğinden vermesi mümkün değildir.

Bu rivayetin bir benzeri sahabeden Abdullah ibni Mes’ûd ve tâbiîn âlimlerinden Mücâhid ibni Cebr den rivayet edilmiştir.(Taberânî, el'Mu'cemü’l-kebîr (Selefi), IX, 354-357, nr. 9760; Hâkim, el-Müstedrek (Atâ), İV, 541, nr. 8519)

Aynı hadisi Hz. Hüseyin’in oğlu Zeynelâbidîn Ali de Peygamber Efendimiz'den rivâyet etmiştir.'

Ashâb-ı kiramdan Câbir ibni Abdillah radıyallahu anhumâ tâbiîn ravilerindenYezîdü l-fakîr’e;

“Allah Teâiâ nın Muhammed sallallahu aleyhi ve sellemi çıkaracağı Makâm-ı Mahmûd hakkında bir hadis duydun mu?” diye sordu. O da:

“Evet, duydum. ” deyince:

“İşte o Makâm-ı Mahmûd, Cenâb-ı Hakk’ın Resûlullah Efendimize verdiği yüce bir makamdır ki, onun sayesinde günahkâr mü’minleri Cehennemden çıkarır. dedi, ardından da günahkâr mü’minlerin dere­celerine göre Cehennemden çıkarılacağına dâir şefâat hadisini okudu.(Müslim, imân 316, nr. 191)

Bu hadisin bir benzerini Enes ibni Mâlik radıyaliahu anh rivâyet etmiş olup hadisin sonunda: “İşte bu ona vadedilen Makâm-ı Mahmûd’tur." demiştir.(Buhâri, Tevhîd 24. nr. 7440)

Şefâathadisini Selmân-i Fârisî6 de rivâyet etmiş ve şöyle demiştir:

“Makâm-ı Mahmûd, Resûl-i Ekrem’in kıyamet gününde ümmetine şefâat etmesidir.”(İbn Ebi Asın,Es-sünne(Elbani),1,369-370,nr.813)

Bu hadisin bir benzerini Ebu Hüreyre radıyallahu anh rivâyet etmiştir.(Tirzimi,Tefsir,17/7,nr.3137)

Tâbiîn âlimlerinden Katâde bin Diâme es-Sedûsî (v 117/735) şöyle de­miştir:

İlim adamlarına göre Makâm-ı Mahmûd; Resûlullah sallallahu aley­hi ve sellemin, kıyamet gününde bütün insanları mahşerdeki bekleme sıkıntısından kurtarmak için yapacağı şefaatidir. Makâm-ı Mahmûdun, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin kıyamet günündeki büyük şefâati şefâat-i kübrâ) olduğu sahâbe ve tabiîn ile müctehidlerin, müfessirlerin ve muhaddislerin de görüşüdür.”

Resûl-i Ekrem Efendimiz’den gelen sahîh hadislerde de Makâm-ı Mahmûd’un şefaat makamı olduğu belirtilmiştir. Makâm-ı Mahmûd’un ne anlama geldiği konusunda, güvenilir âlimlerin rivâyetlerinin aksine se­lef âlimlerinden biri aykırı bir görüş ileri sürmüşse de, bunu destekleyen sahîh bir rivâyet ve sağlam bir görüş olmadığı için, bu görüşe güvenme­mek gerekir. Bu tür rivâyetler sahîh olsa bile, onların anlaşılır bir açıkla­ması yapılmalıdır. Zâten Peygamber aleyhisselâmın Makâm-ı Mahmûd hakkındaki sahîh hadisleri bu tür rivâyetleri çürüttüğü için, bunlara değer vermemek gerekir. Kur’an’da ve Sünnet’te böyle bir delil bulunmadığı, Ummet-i Muhammed de böyle bir görüşü benimsemediği için onu yo­rumlamaya bile gerek yoktur. Böylesi görüşleri olduğu gibi alıp nakletmek bile son derece yanlıştır.

Şefaat-i Kübrâ Hadisi

Enes İbni Mâhk, Ebû Hureyre ve daha başka ravilerin Makâm-ı Mahmud baklandaki rivayetleri hem lafzen hem de mânen birbirine uygun­dur. Buna göre Resululah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

“Allah Teâlâ gelmiş, gelecek bütün İmadan bir araya toplayacak; in­sanlar kendi nefisleri için aşın derecede üzülüp hüzünlenecek veya Allah Teâlâ onlara ilham edecek de, “Allah katında şefkat ederek bizi bu hâlden kurtaracak birini bulsak..." diye konuşacaklar

Bir başka senedle Resulullah Efendırniz'in:

“İnsanlar deniz dalgalarıgibi birbirine girecektir.” buyurduğu rivâyet edilmiştir.

Şerh:Peygamber Efendimiz bu ifâde ile: "O gün Biz insanları birbiri içerisinde dalgalanır hâlde bırakacağız. Sûra üfurülecek ve insanların hepsini bir araya getireceğiz.'' (Kehf/99) âyetine işaret etmiştir.

Ebû Hüreyre radıyallahu anhdan rivâyet edildiğine göre Resûl-i Ek­rem sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

“Güneş insanlara yaklaştırılacak, herkes sıkıntıdan ve kederden artık ,dayanamayacak hâle gelince birbirlerine:

“içinde bulunduğunuz sıkıntıyı, başınıza gelen hâli görmüyor musu­nuz? Hâlinizi Rabbinize arzederek size şefâat edecek birini bulmayı dü­şünmüyor musunuz? diye soracaklar.” Sonra Hz. Âdem’e gelip:

“Ey Âdem! Sen insanların babasısın. Seni Allah kudret eliyle yarattı. Sana Kendi rûhundan üfledi. Seni Cennet’ine yerleştirdi. Meleklerim sa­na secde ettirdi. Sana her şeyin ismini öğretti. Rabbine varıp bizim için şefâat et de,bizi şu bulunduğumuz yerden kurtarsın. İçinde bulunduğu­muz hâli görmüyor musun?” diyecekler. O da:

“Bugün Rabbim çok gazaplı. daha önce hiç böyle gazaplanmadı; bundan sonra da böyle gazaplanmaz. Rabbim, o ağaca yaklaşmamı yasakladı, ama ben O’nu dinlemedim. Asıl benim şefâate ihtiyâcım var; âh benim nefsim, âh benim nefsim! Siz başkasına gidin; Nûh’a gidin.” diyecek. Onlar da Nûh’a gidecek:

..Ey Nûh! Sen yeryüzü halkına gönderilen resûllerin ilkisin. Allah sana "çok şükreden kul” demişti. İçinde bulunduğumuz perişan hali görmüyor musun? Başımıza gelenleri görmüyor musun? Rabbinin huzûrunda bize şefâat etmeyecek misin?” diyecekler. O da:

"Bugün Rabbim çok gazaplı. Daha önce hiç böyle gazaplanmadı; bundan sonra da böyle gazaplanmaz. Asıl benim şefâate ihtiyâcım var; âh benim nefsim, âh benim nefsim”

Enes ibni Mâlik’in rivâyetine göre Resûl-i Ekrem Efendimiz şöyle bu­yurdu: ‘‘Nûh, yaptığı hatâyı bilmeden Rabbinden oğlunun kurtarılmasını istediğini söyleyecek.”(Buhari,Tevhid,24,nr.744)

 Şerh:Kur’ân-ı Kerîm’de bu olay şöyle anlatılmaktadır: “Nûh  Rabbine şöyle yalvardı: ‘Rabbim! Oğlum benim âilemdendir. Senin vaadin de elbette gerçektir. Ve Sen hüküm verenlerin en âdilisin.’ Allah şöyle buyurdu: ‘Ey Nûh! O asla senin âilenden değildir. Çünkü onun yaptığı çok  kötü bir iştir. Ayrıca, hakkında bilgi sahibi olmadığın bir şeyi sakın Benden isteme! Câhillerden olmayasın diye  sana öğüt veriyorum.’ Nûh da: ‘Rabbim! Aslını bilmediğim şeyi Senden istemekten yine Sana sığınırım. Eğer beni bağışlamaz ve bana merhamet etmezsen her şeyi kaybedenlerden olurum.’ dedi.”(Hud,45-47)

Anlaşılan Nûh Peygamber: “Aileni ve iman edenleri  gemiye al!”(Hud,40) emrini alınca, bütün âilesinin kurtulacağını ümid etti ve bu sebeple Cenâb-ı Hakk’a: “Rabbim! Oğlum benim dilemdendir!.” diyerek O’na ailesini kurtaracağı yolundaki vadini hatırlatmak istedi. Hz. Nûh,  tufandan sonra oğlunun âhiretteki durumunu düşünüp üzülmüş ve onun bağışlanması ümidiyle Cenâb-ı Hakk’a ; böyle yalvarmış da olabilir.

Ebû Hüreyre radıyaliahu anhın rivâyetine göre Hz. Nûh şöyle diye­cek:

'‘Benim bir duam vardı: onu da kavmimin aleyhine kullandım. Siz başkasına gidin. İbrâhim'e gidin; çünkü o Halîlullah’tır. ”

Onlar da İbrâhim'e giderek: “Sen, Allahın peygamberisin, bunca insan içinde Allah'ın tek dostu sensin. Rabbinin huzurunda bize şefaat et! İçinde bulunduğumuz perişan hâli görmüyor musun?” diyecekler. O da:

“Bugün Rabbim benzeri görülmedik şekilde gazaplıdır.” diyerek Hz. Adem ve Nûh gibi kendi hatâsını dile getirecek ve vaktiyle söylediği üç yalanı hatırlattıktan sonra ‘Asıl benim şefâate ihtiyâcım var; âh benim nefsim. Ben şefâat edecek durumda değilim; fakat siz Mûsâ’ya gidin. Çünkü o Cenâb-ı Hakk’ın kendisiyle konuştuğu kimsedir (Kelîmullah’tır)” diyecek.

Bir başka rivâyete göre Hz. İbrâhim sözünü şöyle tamamlayacak: “0, Allah Teâlâ’nın Tevrât’ı verdiği, kendisiyle konuştuğu, doğrudan konuş­mak için huzûruna aldığı kimsedir"(Buhari,Tevhid,24,nr.7440)

Peygamber aleyhisselâm sözüne şöyle devam etti:

Onlar da Mûsâ’ya gelecekler. Fakat Mûsâ:

“Ben şefâat edecek durumda değilim.” diyerek yaptığı hatâyı ve birisini öldürdüğünü söyleyerek Asıl benim şefaate ihtiyâcım var; âh benim nefsim; fakat siz İsa’ya gidin. Çünkü o, Allah'ın rûhu ve kelimesidir.” diyecek.

Onlar da İsa'ya gelecekler; fakat îsâ:

“Ben şefâat edecek durumda değilim. Siz Muhammed sallallahu aley­hi ve selleme gidin. O, gelmiş geçmiş bütün günahlarını Cenâb-ı Hakk'ın affettiği kimsedir. ” diyecek.

“Mahşer halkı bana gelecek; ben de: ‘Şefaat etmeye yetkili benim’ diyeceğim. Rabbimin huzûruna çıkıp şefâat için izin isteyeceğim; bana izin verilecek. Rabbimi görür görmez secdeye kapanacağım.”(Buhari,Tevhid 36,nr.7510)

Başka bir rivayet ise şöyledir:

“Arş’ın altına geleceğim, Rabbime secdeye kapanacağım.”(Buhari,Tefsir,17/1,nr.4712)

Diğer bir rivâyet şöyledir:

“Rabbimin huzûrunda duracağım. Nasıl olduğunu şimdi bilmemek­le beraber, Rabbimin bana ilhâm edeceği övgülerle O’na hamdü sena edeceğim.”(Buhari,Tevhid 36,nr.7510)

Başka bir rivayete göre Efendimiz şöyle buyurdu:

“Allah Teâlâ, daha önce hiçbir peygambere öğretmediği en güzel hamd-ü senayı bana ilhâm edecek.”

Ebû Hüreyre radıyallahu anhın rivayetine göre Resûl-i Ekrem sözüne şöyle devam etti:

“Sonra Allah Teâlâ bana hitâben:

‘’Ya Muhammed Secdeden başına kaldır ve iste ! İstediğin sana verilcek.Şefaat et, şefaatin kabul edilcek’’buyuracak.Bende başımı secdeden kaldıracağım ve"Yâ Rabbim,Ümmetimi bana bağışla !YaRabbi! Ümmetimi kurtar!”diye yalvaracağım.O zaman Rabbim bana;

“Ya Muhammedi Ümmetinden hesaba çekilmeden Cennet’e girecek olanları. Cennet kapılarının en sağındaki Ba’bül Eymenden içeri al! On­lar, başkalarıyla beraber Cennet'in diğer kapılarından da gireceklerdir.” buyuracak.1

Şerh:Kâdi lyaz’ın Saluh-i Müslim'e yazdığı şerihte belirttiğine göre, Cennet’in sekiz kapısı olup adları şöyledir: Namaz kapısı, Sadaka kapısı. Oruç (Revyin) kapısı, Cihâd ka­pısı, Tövbe kapısı. Öfkesini yenip insanların kusurları­nı bağışlayanlar kapısı, Râzı olanlar kapısı ve sorgusuz sualsiz Cennete girecek olan mütevekkilere ait Eymen kapısı.Bazı hadis şârihleri, Cennet’in sekiz kapısı ara­sında şunları da saymışlardır: Hac kapısı, Zikir kapısı,Umre kapısı, Duhâ kapısı, Ferah kapısı, Sabır kapısı.(İbn Hacer,Fethul Bari,,VII,28)

Enes ibni Mâlik in rivayet ettiği hadiste, Ebû Hûreyre tarafından riuâyet edilen bu ilâve yoktur. Bunun yerine. Peygamber aleyhisselâmin şöyle buyurduğu belirtilmiştir: “Sonra secdeye kapanacağım. Bana şöyle buyrulacak:

“Yâ Muhammed! Secdeden başını kaldır! Söyle, sözün dinlenecek. Şefaat et,şefaatin kabul edilecek. İstediğin sana verilecek." Ben de:

“Yâ Rabbî! Ümmetimi bana bağışla! Yâ Rabbi! Ümmetimi kurtar!" diye yalvaracağım. Bana şöyle buyurulacak:

“Haydi git, kalbinde buğday (veya arpa) tanesi kadar İmân eseri olanları Cehennem’den çıkar.” Ben de gidip emredileni yapacağım.

 Şerh:Yani Fahr-i Âlem Efendimiz’in, kalbinde, (kalp ile yapılan amellerden) fakirlere şefkat, Allah korkusu, iyi bir şey yapmaya niyet etmek gibi îmân eseri olanları Cehennemiden çıkarmasına izin verileceği ifâde buyurulmaktadır.

Sonra tekrar Rabbimin huzûruna çıkacağım ve yine bana ilhâm edilen  o hamdü senâlar ile Rabbimi öveceğim." Resûl-i Ekrem bundan önce söylediklerini aynen tekrarladıktan sonra sözüne şöyle devam etti: "Bana şöyle buyurulacak:

"Haydi git, kalbinde hardal tanesi kadar îmân eseri olanları Ce­hennem'den çıkar.” Ben de gidip emredileni yapacağım.

“Sonra tekrar Rabbimin huzûruna çıkacağım. Aynı şekilde yalvarıp geri kalan ümmetimin Cehennem’den çıkarılmasını isteyeceğim. Bana:

"Kalbinde hardal tanesinden daha az, çok daha az, azdan da az îmân eseri olanları Cehennem’den çıkar.” buyurulacak, ben de bana emredileni yapacağım.”

Resûlullah Efendimiz dördüncü defa Cenâb-ı Hakk’ın huzûruna çık­tığında kendisine:

“Secdeden başını kaldır! Söyle, sözün dinlenecek. Şefâat et, şefaatin kabul edilecek. İstediğin sana verilecek.” buyurulacağını söylemiştir. O zaman Allah’ın Elçisi şöyle diyecek:

“Yâ Rabbî! Lâilâhe illallah diyenleri Cehennem’den çıkarmama izin ver. Allah Teâlâ şöyle buyuracak:

“Lâilâhe İllallah diyenleri Cehennem’den çıkarmak üzere şefâat etme yetkisi sana verilmemiştir. Ancak Ben, kudretime, büyüklüğü­me, azametime ve ululuğuma yemin ederim ki, lâilâhe illallah diyen­leri Cehennem’den Ben çıkaracağım.”(Buhari,Tevhid36,nr.7510)

Tâbiîn müfessirlerinden Katâde bin Diâme es-Sedûsî’nin (v. 117/735) Enes ibni Mâlik radıyallahu anhdan rivayetine göre Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

“Cenâb-ı Hakk’ın huzûruna üçüncü veya dördüncü çıkışımda, ki bunu tam bilemiyorum, şöyle diyeceğim: ‘Yâ Rabbî! Geride sadece Kur’ân-ı Kerîm'deki emrinle ebediyen Cehennem’de yanacak kimseler kaldı.”Buhâri, Tefsir 2/1, nr. 4476; Müslim, îmân 322, nr. 193.)

Kur an ı Kerîm’in ebediyen Cehennemde kalacaklarını söylediği kimseler kâfirler ve münafıklardır.

Bu hadîs-i şerifin bir benzeri, ashâb-ı kiramdan Hz. Ebû Bekir, Ukbe bin Âmir. Ebû Saîd el-Hudrî ve Huzeyfe İbnul-Yemân tarafından rivâyet edilmiş olup, onların herbiri şöyle demiştir:

“Mahşer halkı Muhammed sallallahu aleyhi ve selleme gelecek; Allah htâlâ ona şefaat izni verecek. Emânet ve sıla-i rahim Sırat’ın iki yanında ayakta duracak.

 Şerh:Emânet; emânete riayet edenlere şahitlik edecek, emâ­nete hiyânet edenleri de Cenâb-ı Hakk’a şikâyet edecek.

Aynı şekilde sıla-i rahim de, akrabasını koruyup göze­tenlere şâhitlik, akrabalık bağlarım koparanları da Allah Teâlâ’ya şikâyet edecektir.

Sırat Nasıl Geçilecek?

Ebû Mâlik’in Huzeyfe İbnul-Yemân’dan rivayetine göre Resûl-i Ek­rem şöyle buyurmuştur:

Muhammed’e gelirler; o da şefâat eder. Mahşerden sonra Sırat kurulur, insanlar onun üzerinden geçmeye başlar. İlk kafile şimşek gibi geçer, ondan sonra gelenler rüzgâr gibi, kuş gibi, koşucular gibi geçer­ler. Sizin peygamberiniz herkes geçene kadar Sırat’ın üzerinde durarak "Allahım! Selâmete çıkar, selâmete çıkar.” diye duâ eder.(Müslm,İman,329,nr.195)

Şerh:Ashâb-ı kirâmdan Huzeyfe İbnü’l-Yemân diyor ki, Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem: “Sizin ilk kâfıleleriniz şimşek gibi geçer.” buyurunca, Ben: ‘Anam babam  sana fedâ olsun, şimşek gibi geçmek nedir?’ diye sordum. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem de: “Şimşeği görmediniz mi? Göz açıp yumacak kadar bir zamanda geçip gidiverir!” buyurdu. Ve sözüne şöyle devam etti:

' Sonrakiler rüzgâr gibi, kuş gibi, koşucular gibi geçerler. Onların amelleri böyle süratli geçirir. Peygamberiniz Sırat üzerinde durup şöyle der: ‘Ey Rabbim! Selâmete çıkar,selamete çıkar.( Nesâi, Tatbik 81, nr. 1139; Ahmed İbni Hanbel, Mûsned, 11, 275, 533. Buhârî, Ezan 129. nr. 806)

Neticede,kulların amelleri kendileri­ni Sırat tan geçirmede aciz kalır.O kadar ki, yürümeye gücü yetmeyen bir adam kalçaları üzerinde sürünerek gelir, Sırat’ın iki tarafında asılmış çengeller vardır. Bu  çengellerin görevi, kendilerine emredilen kimseleri ya­kalamaktır. Bazıları yaralanmış vazıyette kurtulur, bazılarıda Cehenneme yuvarlanır..Ebu Hureyre(r.a) hadisi rivâyet ettikten sonra şöyle demiştir: “Ebû Hüreyre’nin canını elinde tutan Allaha yemin ederim,Cehennem o kadar derindir ki, dibine ancak yetmiş yıl da varılabilir”

Ebû Hüreyre radıyallahu ânhın rivayet ettiği hadise göre Peygamber Efendimiz “Sırat’tan ilk geçen ben olurum,” buyurmuştur.

Ümmetinin Hepsine Şefâat Edecek

Abdullah ibni Abbâs radıyallahu anhümânın rivayetine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur;

“Peygamberler, (Mahşer günü) kendileri İçin kurulacak kürsülere otu­racaklar. Ben ise kürsüme oturmayıp, Rabbimin huzûrunda ayakta dura­cağım. Allah Teâlâ bana:

“Ümmetine ne yapmamı İstiyorsun?” diye soracak. Ben de:

“Yâ Rabbî! Onların hesabını bir an Önce gör!” diyeceğim.

“Bunun üzerine ümmetim çağırılıp hesaplan görülecek.

“Onlann bir kısmı, Cenâb-ı Hakk'ın lütfuyla iyi kulluk yaptıkları için, bir kısmı da benim şefâatim ile Cennet'e girecek,

“Ben günahkâr ümmetime şefaat etmeye devam edeceğim,niha­yet bana Cehennem’e girmeleri emredilen bir grup Ümmetimin belge­leri verilecek, onlara da şefâat edeceğim. Bunu gören Cehennem’in bekçisi:

"Yâ Muhammedi Ümmetinden cezayı hak etmiş olan hiç kimseyi bırakmayıp hepsine şefâat ettin!” diyecek.(Taberani,El-Mücemül Evsad,2,208,nr.2937)

Ben övünmüyorum

Tabiîn muhaddislerinden Ziyâd ibni Abdillah en-Nümeyrî’nin, Enes ibni Mâlik’ten rivâyet ettiğine göre Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sel lem şöyle buyurmuştur:

“Âhirette yeniden diriltilmek üzere kabri ilk açılacak olan benim; bunu övünmek için söylemiyorum. Kıyamet günü insanların efendisi ben olacağım; bunu övünmek için söylemiyorum. Kıyâmet günü Livâülhamd benim elimde olacak. Cennet’in kapısı ilk defa benim için açılacak; bunu övünmek için söylemiyorum. O gün varıp Cennet kapısının halkasını tu­tacağım. “Kim o?” diye soracaklar; “Ben Muhammed’im.” diyeceğim. Hemen kapıyı açacaklar. Cebbar olan Cenâb-ı Hak orada tecelli buyura­cak; ben de huzûrunda secdeye kapanacağım.” Daha sonra da yukarıda geçen şefâat hadisini zikretti.

Ashâb-ı kirâmdan Üneys el-Ensârî, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemi şöyle buyururken dinlediğini söylemiştir:

“Kıyamet gü­nünde yeryüzündeki taş ve ağaçlardan daha çok kimseye şefâat edeceğim. ”(Müttaki,Kenzul Ummal,XIV,399,nr.39062)

Kimlere Şefaat Edecek?

Şefaat konusundaki bunca rivayetten, Resûlullah a.s’ın şefaatinin ve Makâm-ı Mahmûd’unun kapsamının ne kadar geniş olduğu ve onun şefkatinin muhtelif aşamalarda olacağı anlaşılmaktadır.Şöyle ki;

İnsanlar mahşerde toplanacak; yürekler ağızlara gelecek; güneş tepeye dikildiği. beklemek büyük bir sıkıntı verdiği için kan ter içinde kalacaklar Bu, hesap başlamadan önceki durumdur. İşte o zaman Resulluah a.s;

‘mahşerdeki bütün insanların bu sıkıntılı durumlarını rahatlatmak için onlara şefaat edecektir. Bunun hemen ardından Sırat kurulacak ve insanlar hesaba çekilecektir; Ebû Hüreyre ve Huzeyfe lbnü‘l- Yemin’in rivayetleri böyledir ve bu konudaki en sağlam hadis de budur.

İnsanlar mahşerde beklerken, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ümmetimden sorguya çekilmeyecek olanların bir an önce Cennet’e  girmesi için şefaat edecektir, yukarıda geçen hadiste de bu durum belirtilmiştir.

Sonra, yine sahih hadislerde belirtildiği üzere, azabı hak edip Cehenneme girmiş olan ümmetine de şefâat edecektir.

Ardandan, kelime-i tevhidi söylemekten başka sevâpları olmayan­lara şefaat edecektir. Bu şefâat, Resûlullah Efendimiz’den başkasına verilmeyecektir.

Efendimiz'in Makbul Duâsı

Çok meşhûr olan sahih bir hadise göre Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuştur;

“Her peygamberin bütünümmeti için yaptığı bir duası vardır.Ben de duâmı kısmet gününde ümmetime şefâat etmek için sakladım.”(Müslim,iman,334-335,nr.198-199

Bazı âlimler bu hadisin mânasını şöyle açıklamışlardır; Sözü edilenpeygamberlere, mutlaka kabul edileceği ve arzularının gerçekleştiri­leceği Allah Teâlâ tarafından bildirilen bir duadır. Yoksa peygamberlerin pek çok duası kabul edilmiş; Peygamber Efendimiz’in de sayılamayacak kadar duası makbul olmuştur.Fakat peygamberler,mutlaka kabul edilceği bildirilmeyen dualarını yaparken,havf ile reca arasında bulunurlar.Bununla beraber peygamberlere diledikleri konuda yapacakları duanın kabul edilceği va’dedildiği için,onlar dualarının makbul olcağını bilerek dua ederler.

Her ikisi de tâbiun muhaddislerinden olan Muhammed ibni Ziyâd el- Cümah ve Ebû Salih es-Semmân’ın (v, 101/719), Ebû Hüreyre radıyallahu anhdan rivayet ettiklerine göre Resûlulllah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

“Her peygamberin ümmeti için yaptığı makbul bir duâsı vardır ve o duâ kabul edilmiştir. Ben de makbûl duamı kıyamet gününde ümmetime şefâat etmek için tehir etmek istiyorum.”(Buhâri, Daavât 1, nr. 6304; Müslim, îmân 340, nr. 199.)

Ebû Salih es-Semmân ın Ebû Hüreyre’den olan rivayeti ise şöyledir:

“Her peygamberin makbûl bir duası vardır ve her peygamber bu duasını dünyada iken yapmıştır’’(Müslim,iman 338,nr.199)

Tâbiîn muhaddislerinden Ebû Zür’a el-Becelî’nin Ebû Hüreyre radıyallahu anhdan olan rivayeti de böyledir. (Müslim,iman 339,nr.199)

Enes ibni Mâlik radıyallahu anhın rivâyeti de Muhammed ibni Ziyâd el-Cümahî’nin Ebû Hüreyre ra-dıyallahu anhdan olan rivâyeti gibidir.(Buhâri, Daavât 1. nr. 6305; Müslim, îmân 341, nr. 200.)

Sözü edilen bu duâ, Peygamber Efendimiz’in bütün Ümmet i Muham­medi şefaati hakkındaki makbûl duasıdır. Zira Resûl-i Ekrem Efendimiz Cenâb-ı Hak’tan din ve dünya ile ilgili bazı dileklerde bulunduğunu, bun­lardan bir kısmının kendisine verilip bir kısmının verilmediğini söylemiştir.O,bu makbul duasını insanların yardıma en  fazla muhtaç olduğu belaların sonuncusunun başa geldiği ve en büyük istek ve taleplerin yapılacağı güne saklamıştır.

Allah Teâlâ. ümmetine olan daveti sebebiyle bir peygambere verece­ği mükâfatın en mükemmelini ona ihsân buyursun ve Kâinatın Rabbi ona çok çok salâtü selâm eylesin.

Kadı İyaz-Şifa-i Şerif Şerhi,cild:1

Şerh:Prof.Dr.Yaşar Kandemir
Devamını Oku »

Resûl-i Ekrem'in Mûcizeleri ve Mûcizenin Mânası



Peygamberlerin ortaya koyduğu olağanüstü hâdiselere mucize den­mesinin sebebi, peygamber olmayanların, bunların bir benzerini ortaya koyamadıkları içindir.

Mûcize iki kısımdır:

Biri, insanoğlunun yapabileceği hâlde yapamadığı mûcizeler. Allah Teâlâ peygamberinin hak olduğunu ve doğru söylediğini göstermek için, diğer insanları o mûcizenin bir benzerini meydana getirmekten âciz bırak­mıştır. Meselâ Yahudilerin ölümü temenni edemeyişleri, bazılarına göre müşriklerin Kur’ân-ı Kerîm’in bir benzerini meydana getiremeyişleri gibi olaylar böyledir.

Şerh:Yahudiler “Biz Allah’ın oğulları ve sevdikleriyiz”,(Maide,18) “Yahudi veya Hıristiyanlardan başkası Cennet’e girmeyecek”(Bakara,111) diye iddia ediyorlardı. Allah Teâlâ Peygamber Efendimize onlara şöyle demesini emretti: “Eğer âhiret yurdu başkalarına değil de, Allah katında sadece size ait ise ve siz de bu inancınızda samimi iseniz, hemen ölümü isteyin de görelim.”(Bakara,94)Ama onların böyle bir istekte bulunamayacakları âyetin devamında ve Cuma sûresinde şöyle belirtilmektedir: “Fakat onlar daha önce işledikleri günahlar yüzünden hiçbir zaman ölümü isteyemezler.Allah ise o zâlimleri iyi bilir.”

Mucizenin ikinci kısmı ise, insanoğlunun yapamayacağı, bir benzerini getirmeye gücünün yetmeyeceği mucizelerdir: Ölülerin diriltilmesi,' asânın yılan olması, kayadan devenin çıkması,ağacın konuşması,par­maklardan suyun akması, ayın ikiye bölünmesi gibi Allah'tan başka hiç­bir kimsenin yapamayacağı mucizeler böyledir. Bu mucizeler Resûlullah sallahu aleyhi ve sellemin (veya başka bir peygamberin) eliyle meydana gelse bile, gerçekte onları yaratan Cerıâb-ı Hak'tır. Peygamberin yaptığı ise, kendisini yalanlayanların bu mucizeleri göstermekten âciz olduğunu söyleyerek onlara meydan okumaktır.

En Çok Mucize Gösteren Peygamber

Peygamber Efendimiz’in eliyle meydana gelen mucizeler ile onun peygamber olduğunu ve doğru söylediğini gösteren deliller bu iki kısma da girmektedir. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem,ileride açıklayacağımız gibi, en çok ve en harikulade mûcizeleri gösteren peygamberdir. Onun mucizelerinden biri Kur’ân-ı Kerîm olup, Kur'andaki mucizelerin sayısını bin, iki bin veya daha fazla rakamla ifâde etmek mümkün değildir. Çün­kü Peygamber aleyhisselâm, müşriklerden Kur’ân-ı Kerîm’in bir sûresinin benzerini getirmelerini istediği hâlde, onlar bunu bile yapamamışlardır.

Kur’ân-ı Kerîm’in belagatı, yani etkili ve yerinde söz söylemesi konu­sunda, yetkili olan âlimler şöyle demişlerdir:

“Kur’ân-ı Kerim’in en kısa sûresi Kevser sûresidir; Kur’ân-ı Kerîrn in her bir âyeti veya âyetleri, Kevser sûresinin (âyetleri, kelimeleri ve harf­leri) sayısınca mûcize ihtiva etmektedir. Kevser sûresinin kendisinde de, aşağıda açıklanacağı üzere, pek çok mûcize vardır.”

Mucizeler Kaç Kısımdır?

Resul-i Ekrem aleyhi ve sellemin mucizeleri iki kısımdır;

Kesin olarak bilinen ve bize mütevâtir olarak nakledilen mücizelerdir. Kur’ân-ı Kerîm işte bu mûcizelerden biridir. Bu mucizelerin Pey­gamber Efendimiz tarafından meydana getirilip ortaya konduğunda ve Resulullah’m onları delil olarak kullandığında hiçbir şüphe ve bu ümmetin büyük âlimleri arasında herhangi bir ihtilâf yoktur. Bu tür mûcizeleri kabul etmeyen bir inkâra, Muhammed sallallahu aleyhi ve sellemin bu dünya­daki varlığını inkâr etmiş gibidir ki, bu olacak şey değildir.

İnkârcılar, Kur’ân-ı Kerîm’in Allah sözü olmasına ve onun delil kabul edilmesine itiraz etmişlerdir. Hâlbuki Kur an âyetlerinin ve sürelerinin sahip olduğu edebî mûcizeler inkâr edilemeyecek derecede ortadadır. As­lında o inkarcılar bunu kesinlikle biliyorlardı. Biz, bu mûcizeleri ileride açıklayacağız.

Bazı imamlarımız, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin göster­diği bütün mucizelerin, geneli itibariyle, bize mütevâtir olarak geldiğini kabul etmişlerdir. Bu mûcizeler birer birer ele alındığında kesinlik derece­sine ulaşmasa bile, hepsi birden mânen ele alındığında kesinlik kazanır. Resûlullah’ın elinde herkesi hayrete düşüren şeylerin meydana geldiğin­de mü’min-kâfir hiçbir kimse ihtilâf etmiş değildir; inatçıların ihtilâfı, bu olağanüstü hâdiseleri Allah Teâlâ’nın yaratıp yaratmadığı hususundadır. Mûcizeleri Cenâb-ı Hakk’ın yarattığını ve bu mûcizeleri ''Ey kulum doğru söylüyorsun!” diye Cenâb-ı Hakk’ın peygamberini tasdik etmesi anlamı­na geldiğini yukarıda söylemiştik.

Şerh:’Kâdî Iyaz bu meseleyi, işlenmekte olan konunun baş tarafında şöyle ifâde etmişti: 'Çünkü mucize, peygam-berlerin kendilerine inanmayanlara meydan okuması anlamına geldiği gibi, Allah Teâlâ da o insanlara: ‘Ey i kullarım! Peygamberim doğru söylemektedir, ona İtaat edin ve ardından gidin; onun gösterdiği mucizeler sözlerinin de doğruluğunu isbat etmektedir' demiş olmaktadır.”

Peygamber aleyhisselâmın mûcizeleri hakkında nakledilen her bir ha­ber, tek başına kesin bilgi ifâde etmese bile, onun gösterdiği bütün mucizeler birbirini desteklediği için, Efendimizin mûcizeleri kesinlik kazan­maktadır. Câhiliye devrinin ünlü şahsiyetlerinden olan Hâtim-i Tâinin cömertliği, yine Câhiliye devrinde yaşayan Antere bin Şeddâd’ın yiğitliği, tâbiîn âlimlerinden Ahnef ibni Kays’ın hilim sahibi olduğu da aynı şekilde şüphe götürmeyen bir kesinlikle bilinmektedir. Çünkü bütün târihî bilgiler Hâtim-i Tâî’nin cömertliğini, Antere’nin yiğitliğini ve Ahnef bin hilim sahi­bi okluğunu ortaya koymaktadır.

Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellemin gösterdiği mucizelerden bir kısmı da, birinci kısımda zikredilenler kadar kesinlik kazanmayanlardır. Bu mûcizeler de ikiye aynlır:

Onların bir kısmı, çok yaygın olan; birçokları tarafından rivayet edi­len, muhaddisler, daha sonraki râviler, siyer ve tarihçiler arasında şöhret bulan mucizelerdir. Resûl-i Ekrem’in parmaklarının arasından suların kaynaması, az miktardaki bir yiyeceğin çoğalması gibi mûcizeler böyledir.

Diğer bir kısmı da, bir veya iki râvi gibi az sayıda insan tarafından nakledilen, bundan öncekiler derecesinde şöhret bulmayan, fakat bir ara ya toplandığında manen güçlenerek kesinlik derecesine ulaşan mûcizelerdir.

Mucizelerin Güvenilir Rivâyetlerle Geldiği

Ben şunu kesinlikle ifâde ederim ki, Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellemden meydana gelen bu tür mucizeler,mütevâtiren nakledildiği için kesin olarak bilinirler.

Ayın ikiye bölünmesi mûcizesine gelince, bunu Kur’ân-ı Kerim dile getirmiş, bu olayın meydana geldiğini haber vermiştir,(Kamer,1-2)Böyle bir şeyin Resûlullah zamanında olmadığı ancak delille reddedilebilir. Bu mucizenin, Peygamber Efendimiz zamanında gerçekleştiğine ve onu başka türlü yo­rumlamanın mümkün olmadığına dâir birçok sahih hadis vardır. Hadisler konusunda bilgisi bulunmayan, dine gereğince sarılmayan birtakım câhil­lerin sözüne bakarak bu konudaki kararımızı değiştirecek değiliz. İmanı yeterince güçlü olmayan, mü’minlerin kalbine şüphe düşürmeye çalışan zayıf akıllı bidatçıların sözlerine önem verilmez. Biz onların söylediklerini çürüterek câhil ve zayıf akıllı olduklarını ortaya koyacağız.

Resûl-i Ekrem’in parmaklarının arasından suların kaynaması, az yi­yeceğin çoğalması olayları da böyledir. Bu olayları güvenilir râviler çok sayıda tabiinden, onlar da pek çok sahâbîden rivayet etmiştir.

Bu tür rivayetlerden bir kısmını, büyük bir kalabalık yine öyle bir ka­labalıktan, onlar da olayların içinde bulunan çok sayıda ashâb-ı kiramdan sağlam bir senedle rivayet etmiştir. Bu mûcizeler, Hendek Gazvesi, Buvât Gazvesi,

Hudeybiye Umresi, Tebük Gazvesi gibi çok sayıda Müslüman veİslâm askerinin bulunduğu benzeri yerlerde meydana gelmiş ve şöhret bulmuştur. Ancak bu kıssaları anlatan râviye, o olayların içinde bulunan sahâbîlerden birinin karşı çıktığı, böyle bir olayın meydana gelmediğini söylediği duyulmamıştır. Bu olayları gözleriyle görmeyen sahabeler de görenlere itiraz etmemiş, duyduklarını bizzat görmüş gibi etme­lerdir. O sahâbelerin, duyduklarına itiraz etmeyip susması, 0 olayı  bizzat nakletmesi gibidir. Ashâb-ı kiramın, asılsız bir olay karşısında susması, bir yalanı idare yoluna gitmesi asla olacak şey değildir " Çünkü onların kimseden bir beklentileri olmadığı gibi, hiç kimseden korkuları da yoktu. Şâyet duydukları kıssa, onların kabul etmediği, bilmediği şey olsaydı mutlaka onu reddederlerdi. Nitekim ashâb-ı kiram, bilindiği üzere, iç­lerinden bir kısmının rivayet ettiği ahkâmla ilgili bazı hadislere, Resûl-i Ekrem’in şemailiyle ilgili bazı rivayetlere ve Allah’ın Elçisi'nden duyduk­larına aykırı olan Kur’an kıraatlerine itiraz etmiş, birbirinin içtihattaki hatâsını söylemiş, yanıldığı noktalan göstermişlerdir. Az sayıda râvinin naklettiği mûcizelerin tamamı, onları duyan sahâbelerin bu mücizeleri reddetmemesi sebebiyle, çok sayıda râvi tarafından rıvâyet edilmiş gibi kesinlik kazanmıştır.

Kötü niyetlerle uydurulan ve asılsız rivayetleri andıran «Özde mûcizeler, uzun zaman halk arasında söylenip durduktan sonra, yetkili hadis âlimleri, tıpkı diğer asılsız rivayetlerde yaptıkları gibi, bunların da sağlam bir şekilde rivâyet edilmediğini ortaya koymuşlardır.

Resul-i Ekrem Efendimiz in peygamberliğini gösteren ve az sayıda insan tarafından rivayet edildiği içki mütevatir derecesine ulaşmayan rivayetler, zamanla birbirini desteklemek sûreüyle mütevatir derecesin­de güç kazanmıştır. Muhtelif zamanlarda çeşitli grupların bu mucizeleri kullanması, onları düşmanların tenkit edip asılsız olduğunu ileri sürmesi, inkarcıların gözden düşürmeye çalışması bu rivayetleri daha bir güçlendirmiş, onları yerenlerin üzüntüsünü ve öfkesini daha da arttırmıştır.

Resulullah sallallahu aleyhi ve sellemin gaybdan, eskiden olmuş, ile­ride olacak, âhiret hayatında meydana gelecek şeylerden haber vermesi, açıkça ve kesin bir şekilde onun peygamber okluğunu gösterir. Nitekim ünlü âlimlerimizden Kâdî Ebû Bekir el-Bâkıllânî (v. 403/1013), kelâm âlimi Ebû Bekir ibni Fûrek (v. 406/1015) ve daha başka âlimler de böyle söylemiş­lerdir. Allah hepsine rahmet eylesin.

İtirazcıların Hadîs Bilgisi

Resûl-İ Ekrem’in mûcizelerine dâir rivâyetlerin haber-i vâhid türün­den olduğu için kesin bilgi ifâde etmeyeceğini söyleyenlerin, hadisler ve onların rivâyeti konusunda yeterli araştırması bulunmadığını, daha çok hadis dışındaki konularla ilgilendiğini düşünüyorum. Yoksa hadislerin rivayet şekilleriyle, hadis ve şemâil kitaplarıyla ilgilenen bir kimse, daha önce de söylediğimiz gibi, mûcizelere dâir bu rivâyetlerin sahîh ve güve­nilir olduğunda şüphe etmez.

Bilindiği üzere bir muhaddisin mütevâtir dediği bir hadisi, bir başka muhaddis mütevâtir kabul etmeyebilir. Meselâ insanların çoğu, duydukları bilgi sâyesinde Bağdat şehrinin var olduğunu, onun büyük bir şehir ve hilâfet merkezi olduğunu bilir. Bazıları ise, onun bu özellikleri bir yana, adını bile duymamış olabilir. Aynı şekilde Mâlikî mezhebinin fakihleri, bu mezhebe göre, ister cemaatle kılınsın ister tek başına kılınsın, namazda Fâtiha sûresi’nin mutlaka okunacağını ve ramazan ayının ilk gecesinde oruca niyet etmenin diğer günler için de yeterli olacağını, kendilerine imâmlarından mütevâtir şekilde gelen bilgilerle tereddütsüz bilirler.

Öte yandan İmâm Şafiî, oruca her gece niyet etmeyi gerekli görür; abdest alırken başın bir kısmına meshetmeyi yeterli bulur;İmâm Mâlik de, İmâm Şâfiî de kılıç ve mızrak gibi ucu demirli veya demirsiz bir âletle yapılan öldürme olaylarında kısası, abdest alırken niyet etmeyi, nikahta velînin rızâsını şart koşarlar. İmâm Ebu Hanife ise bütün bu konularda her iki imâmın da görüşlerine katılmaz. Adı geçen mezhepleri incelemeyen ve onların görüşlerine katılmayan diğer mezheplerin âlimleri ve daha baş­kaları bu görüşlerin hiçbirini bilmezler.

Resûlullah Efendimiz'in gösterdiği mucizeleri birer birer ele aldığımız­da, inşallah bu konularda daha geniş bilgi vereceğiz.





Kadı İyaz-Şifa-i Şerif Şerhi,cild:1(Yaşar Kandemir)

Devamını Oku »

Mezhepler Arası İhtilaflar





Soru: "Mezhepler arası ihtilaflar neden çıkmıştır? Kur'an ve Sünnet gibi iki büyük nass varken neden dört büyük hak mezhep arasında bile ihtilaflar çıkmıştır? Bunu bir örnekle açıklayacak olursak: Hanefi mezhebi ile diğer mezhepler arasında namazlarda elleri kaldırma hususu, kıraatlar, rukû ve secde arasında çok fark var. Hanbeli, Maliki ve Şafiiler bu konuda ellerini kaldırarak amel etmelerine rağmen neden İmam Ebu Hanife farklı bir yol izlemiştir? Hatta bu üç mezhep imamında bile bu konularda farklılıklar var. Ben hadislerin ricallerine indiğimde Ahmed b.Hanbel'in getirmiş olduğu hadisleri daha sağlam buluyorum.

Hem bizim muhaddislerimizin kitaplarında da bu hadisler mevcut. Hadislerin senedi sağlam ve hasen. Türkiye'de yaşayan insanların çoğu Hanefi mezhebine göre amel ederler. Biz de öyle. Ama namaz konusunda ve diğer meselelerde sağlam hadisleri gördüğümüzde amel etmek bizim için güç oluyor. Çünkü bazı şeyleri gözümüzde o kadar ikonlaştırmışız ki, hangi yoldan gideceğimizi ve nasıl amel edeceğimizi şaşırıyoruz."

Cevap: Esas meseleye geçmeden önce soruda yer alan bir ifade üzerinde durmamız gerekiyor: Kur'an ve Sünnet'ten "iki büyük nass" diye söz ederken okuyucum, ya "iki temel kaynak", ya da kalıplaşmış ifadeyle "Kur'anımız bir, Sünnetimiz bir; öyleyse farklı uygulamaların sebebi nedir?" demek istiyor olmalı...
Daha önce de muhtelif vesilelerle belirttiğim gibi, fıkhî mezhepler arasındaki ihtilafların iki temel sebebi vardır:

1. Nassların yapısı. Ahkâma ilişkin kimi ayet ve hadislerin, farklı şekillerde anlaşılmaya müsait bir dil ve üslupla varit olmaları yanında, özellikle mütearız hadislerle amel noktasında izlenen yöntemlerin farklı oluşu. Bilhassa bu son nokta, Hadis İlimleri içinde İhtilâfu'l-Hadîs veya Muhtelifu'l-Hadîs dediğimiz alt disiplinin iştigal sahasını oluşturur.

Mezheplerin delillerini zikreden eserlerin incelenmesi bu maddede özetlemeye çalıştığım sebebin kavranmasına yardımcı olacaktır. Arapça bilmeyenler için merhum Ahmed Davudoğlu hocanın "Selamet Yolları" adlı 4 ciltlik eseri (ki İbn Hacer'in "Bülûğu'l-Merâm" adlı eserine Muhammed b. İsmail es-San'ânî tarafından "Sübülü's-Selâm" adıyla yazılan şerhin Ehl-i Sünnet dışı tarafları atılarak yapılmış güzel bir çevirisidir) ile Celal Yıldırım hocanın "Kaynaklarıyla Ahkâm Hadisleri" adlı 6 ciltlik çalışması tavsiyeye şayandır.

2. Müçtehid imamların kimi istinbat metotlarının benimsenmesi veya reddedilmesindeki ihtilafları. Zahirî mezhebinde Kıyas'ın, Şafiî mezhebinde İstihsan'ın reddedilmesi bu noktada ilk akla gelen örneklerdir.

Fıkhî ihtilafların, iki maddede özetlemeye çalıştığım ana sebepleri yanında tali sebepleri de vardır. Gerek ana, gerekse tali sebeplere burada ayrıntılarıyla yer vermem teknik olarak mümkün olmadığı için, konu hakkında kaleme alınmış müstakil eserlerin incelenmesini tavsiye etmek en doğrusu. İmam ed-Debûsî'nin "Te'sîsu'n-Nazar"ı, İbn Teymiyye'nin "Ref'u'l-Melâm"ı, Ebu'l-Feth el-Beyânûnî'nin "el-İhtîlâfâtu'l-Fıkhiyye"si, Mustafa Sa'îd el-Hınn'ın "Eseru'l-İhtilâf fi'l-Kavâ'idi'l-Usûliyye fî İhtilâfi'l-Fukahâ"sı –hepsi de dilimize çevrilmiştir– ilk akla gelenler.
Soruda örnek olarak zikredilen hususlardaki ihtilaflar (ki rükû ve secdede hatırı sayılır bir ihtilaf bulunduğunu söyleyemeyiz), mütearız rivayetlerin varlığından kaynaklanmıştır. Yukarıdan beri ismini zikrettiğim eserlere ve bilhassa Muhammed Enverşâh el-Keşmîrî'nin "Faslu'l-Hitâb fî Mes'eleti Ummi'l-Kitâb" ve "Neylu'l-Ferkadeyn fî Mes'eleti Ref'i'l-Yedeyn" isimli eserleri ile Abdülhayy el-Leknevî'nin "İmâmu'l-Kelâm fîmâ Yete'alleku bi'l-Kır'âeti Halfe'l-İmâm"ına müracaatla bu konudaki tereddütlerin giderilmesi kolaydır.

Öte yandan ulema, Müçtehid imamlar arasındaki ihtilafların, "birbirini nakzeden çelişkili tavırlar" olarak görülmemesi gerektiğini beyan ve söz konusu ihtilafları, "azimet-ruhsat" veya "fetva-takva" bölümlemesi ile izah etmiştir ki, Ebu'l-A'lâ Sâ'id b. Ahmed b. Ebî Bekr er-Râzî ile eş-Şa'rânî'nin bu sahada müstakil eserler verdiğini daha önce birkaç kere zikretmiştim.

Sorunun son kısmında yer alan hususa gelince, son derece önemlidir ve üzerinde ayrıca durmayı gerektirmektedir.

Soru sahibi, Muhaddisler'in kitaplarında Hanefî mezhebinin içtihadlarının aykırılık arz ettiği sağlam rivayetler bulunduğunu belirtiyor, bu durumda mezhebin görüşleri "ikonlaştırıldığı" için hadislerle amelde zorluk çekildiğini dile getiriyordu.

Fıkıh, Usul-i Fıkıh, Hadis ve Hadis tarihini ilgilendiren veçheleri bulunan bu meselenin "problem" olmaktan çıkarılabilmesi için iki şey gerekli: Ya kaynaklara inerek meseleyi bizzat tahkik edeceğiz, yahut da bu işi yapmış olanların söylediklerine kanaat getireceğiz.

Belki daha önce bahsetmiştim; İmam el-Buhârî ve çağdaşı pek çok Hadis imamının hocası konumunda bulunan İbn Ebî Şeybe'nin, "el-Musannef"inde açtığı özel bir bölümde İmam Ebû Hanîfe'yi "hadislere muhalefet etmek"le suçladığı 125 meseleyi cevaplandırdığı "en-Nüketu't-Tarîfe" adlı eserinin girişinde Zâhid el-Kevserî merhum enteresan bir anekdot nakleder:

Önceleri Malikî mezhebine mensupken, bilahare doğrudan hadislerle amel eden bir Selefî olduğunu söyleyen Mağrip'li bir zat kendisini ziyarete gelir. Tanışma faslında söze girer ve şöyle der:

"İslam dünyası, Hadisle ameli terk edip, kimi şahısların görüşleriyle amel etmek suretiyle dalalete düşmüştür. Bununla birlikte, sizin memleketiniz (Anadolu coğrafyası) dışındaki her yerde, mukallitlerden gördükleri baskılara rağmen Hadisle amel eden kimseler de mevcuttur. Sizin memleketinizde taklitten yüz çevirip doğrudan Hadisle amel eden kimse duymuyoruz. Sizin Ehl-i Hadis olduğunuzu ve Hadisle amel ettiğinizi duyunca sevindim ve sizi ziyaret etmeyi gerekli gördüm."
el-Kevserî, "Hakkımdaki bu hüsn-ü zannının devam etmesine izin mi vereyim, yoksa konu hakkındaki görüşümü söyleyerek aklının karışması pahasına doğruyu mu ortaya koyayım" diye bir an tereddüt gösterdikten sonra kendi kendine, "İlkini yaparsam, kendisini aldatmış olurum ki Müslüman aldatmaz; ikincisi ise nasihat olur ki din nasihattir" der ve muhatabına şöyle karşılık verir:

"Üstadım! Görüyorum ki Sünnet ehli grupları Hadis'ten yüz çevirmekle itham ediyorsunuz. Bildiğim kadarıyla onlar arasında Hadisle amel uğruna bütün gücünü sarf etmeyen bir grup mevcut değildir. Ne ki Hadis'i anlamak ve illetlerine vakıf olmak herkesin işi değildir. Dolayısıyla hangi hadislerle amel etmediklerini belirtmeden onları Hadisle amelden yüz çevirmekle itham etmek doğru değildir."
el-Kevserî bunları söyledikten sonra, muhatabına, Ehl-i Sünnet mezheplerin herhangi birisinin, herhangi bir meselede Hadis'e tam anlamıyla muhalefet ettiğine dair gösterebileceği bir örnek olursa meseleyi kendisiyle münakaşa edebileceğini belirtir.

Muhatabı, örnek olarak namazda rükûa giderken ve doğrulurken ellerin kaldırılması meselesini gösterir ve "Bu konuda sahih hadisler mevcut olduğu halde Hanefîler bunlara muhalefet etmiştir" der. el-Kevserî şöyle mukabele eder:

"Aksine, Ehl-i Medine'nin alimi Mâlik ve Kûfe'de Ebû Hanîfe'nin rakibi (konumundaki) Süfyân es-Sevrî de bu meselede Hanefîler'le aynı görüştedir. Onların hepsi de rükûa giderken ve rükûdan kalkarken ellerin kaldırılmayacağını söylemiştir. Hatta bu konuda (ellerin kaldırılacağı konusunda) mutlak olarak sahih bir hadis de mevcut değildir. Sadece İbn Ömer (r.a) hadisi bunun istisnasıdır. Diğer hadislerin illetleri "el-Cevheru'n-Nakî", "Nasbu'r-Râye" ve daha başka eserlerde açıklanmıştır. İbn Ömer (r.a) hadisine gelince, Mücâhid ve Abdülazîz el-Hadramî'nin rivayetine göre İbn Ömer (r.a)'in kendisi dahi bu hadisle amel etmemiştir. Sahâbî ravinin kendi naklettiği hadisle ameli terki, Hadis tenkitçilerinin önderleri nezdinde hadisin sıhhatini yaralayıcı bir illettir.

İbn Receb'in "Şerhu İleli't-Tirmizî"sinde de tafsilatıyla belirtildiği gibi, sahâbî ravinin bu tutumu sadece Hanefîler nazarında değil, başkaları nezdinde de hadisi yaralıyıcı bir illettir. Bunun yanında ravilerin ittifakla naklettiğine göre, İbn Mes'ûd (r.a), rükûa giderken ve rükûdan doğrulurken ellerin kaldırılmayacağını bildiren hadisi nakletmiş ve kendisi de bu hadisle amel etmiştir. Kasdettiğim, Ebû Dâvûd, et-Tirmizî ve en-Nesâî'nin "Sünen"lerinde de rivayet edildiği gibi İbn Mes'ûd (r.a)'ın, "Size Resulullah (s.a.v)'in kıldığı gibi namaz kılayım mı?" diyerek kıldığı namazdır ki, sadece ilk tekbirde ellerini kaldırmıştır. Bu anlamda daha pek çok hadis mevcuttur. el-Berâ (b. Âzib -r.a-)'ın rivayeti bunlardan birisidir ve Ebû Dâvûd'un naklettiğine göre o şöyle demiştir: "Hz. Peygamber (s.a.v) namaza başladığı zaman ellerini kulakları hizasına kadar kaldırır, sonra bunu bir daha tekrarlamazdı."

Bu noktada muhatabı söze girerek, "Ancak "bir daha tekrarlamazdı" lafzını yalnızca Yezîd b. Ebî Ziyâd isimli ravi nakletmiştir ve bu zat, rivayetleri birbirine karıştıran birisidir" der. el-Kevserî,

"Bunu söyleyenler olmuştur. Ancak Ebû Dâvûd, et-Tahâvî ve el-Beyhakî'nin rivayetine göre el-Hakem b. Uteybe ve İsa b. Ebî Leylâ da "bir daha tekrarlamazdı" lafzını aktarmışlardır..." diye mukabele eder ve bu hususu destekleyen başka bilgiler de verir.

Yukarıda el-Kevserî merhumdan uzun bir anekdot naklettim. Eğer bu köşenin okuyucuları arasında, mezheplerin sahih hadislere kasden muhalefet ettiği ve meşru bir sebebe dayanmaksızın Sünnet'e aykırı içtihadlar benimsediği görüşünde olanlar varsa, o anekdot onlar için çok şey anlatıyor olmalı.

Her şeyden önce Sünnî mezheplerin (hangisi olursa olsun) sahih hadislere karşı "tavırlı" olduğu ve şahsî görüşleri öne çıkararak hadislere muhalefet ettiği şeklindeki düşüncenin temelsiz bir "önyargı"dan ibaret olduğunu bir kere daha vurgulayalım.
İkinci olarak bir kısım Ehl-i Hadis'in Irak ekolü –bilhassa Hanefîler– hakkında olumsuz kanaate sahip olmasının, onların esas aldığı kimi rivayetlerin taz'ifinde belirleyici bir rol oynadığı gerçeğinin altını çizelim.

"Bir kısım Ehl-i Hadis niçin Hanefîler hakkında olumsuz bir kanaate sahip olmuştur?" sorusu bu noktada önemlidir ve birkaç başlık altında cevaplandırılabilir:

1. Genel olarak Irak bölgesinin, Emevî ve Abbâsî yönetimlerinin merkezi olmasının da etkisiyle farklı din ve kültürlere açık oluşu, dolayısıyla "uydurma hadis" belasına bu bölgede yaygın olarak rastlanması. (Hemen bütün bid'at Kelam fırkalarının bu bölgede ortaya çıktığını hatırlayalım.)

2. Kıyas'ın (hatta İstihsan'ı da ekleyebiliriz) bir istidlal yöntemi olarak bu bölgede yaygın olarak kullanılması.

3. Bişr b. Ğiyâs el-Merîsî örneğinde olduğu gibi İtikadî sahada bid'at mezheplerden birinin müntesibi olduğu halde Fıkıh'ta Hanefî mezhebini benimseyen birçok kişinin mevcudiyeti. (el-Kevserî merhum, i'tizal görüşünün el-Merîsî'den sübutu konusunda mütereddittir.)

4. Hanefî mezhebinin birçok imamının (başta İmam Ebû Hanîfe olmak üzere el-Hasen b. Ziyâd el-Lü'lüî, Muhammed b. Şucâ' es-Selcî vd. Keza bu köşede 2003 Temmuz'unda Nuh b. Ebî Meryem'in durumu hakkında yazdıklarım da hatırlanmalıdır.) bazı Hadis tenkitçileri tarafından haksız yere cerh edilmiş olması. (Kıyas'ı çok kullanmaları, birçok hadisi Ehl-i Hadis'in anladığından farklı anlamaları, bazı haber-i vahidleri Kur'an'a veya daha güçlü rivayetlere aykırı olduğu için amele konu etmemeleri, "Halku'l-Kur'an" meselesinde "Kur'an kelamullahtır" deyip, başka bir şey ilave etmemeleri... gibi sebeplerle.)

Bu ve benzeri sebeplerle Hanefî mezhebi imamlarının içtihadları söz konusu olduğunda bilinç altında yer etmiş olan "hadise aykırılık" çağrışımı su yüzüne çıkıverir. Sanki "Hanefî muhaddisler" diye bir vakıa yokmuş, "sahih hadis" sadece "Kütüb-i Sitte"ye veya diğer Hadis İmamları'nın eserlerine münhasırmış ve elimizdeki Hadis kitaplarında Hanefî mezhebinin içtihadlarına dayanak oluşturan hiçbir rivayet mevcut değilmiş gibi!..

Bu yanılsama hala, İmam Ebû Yusuf, Muhammed b. el-Hasen, et-Tahâvî, Ebû Bekr el-Cassâs... gibi mezhep büyüklerinin hepsi de bize kadar ulaşmış ve basılmış bulunan eserlerinin mevcudiyetinin ve değerinin yok sayılmasına yol açacak güçtedir ne yazık ki...

Hatırlanacağı gibi bu köşede Aralık 2001-Ocak 2002 arasında yer alan "Okuyucu Soruları" serisi içinde, İmam el-Kerhî'nin, "Ashabımız’ın sözüne aykırı olan her ayet ya nesh edilmiş veya tercihe daha şayan başka bir delil sebebiyle terk edilmiş olmaya hamledilir" anlamındaki sözü üzerinde birkaç yazı boyunca durmuştum. Orada da belirttiğim gibi Ehl-i Hadis de dahil olmak üzere hüküm istinbatı ameliyesiyle iştigal eden herkes/im, birbiriyle tearuz halindeki rivayetlerden bir kısmıyla amel ererken diğer kısmını tevil etmiştir ve esasen bunun başka bir yolu da yoktur. Bir başka ifadeyle mütearız rivayetlerin birini öbürüne tercihte esas alınan kriterler mezhepten mezhebe ve ekolden ekole değiştiği için her mezhep ve ekolün amele konu ettiği rivayetler bulunduğu gibi, amel dışı bıraktığı rivayetler de vardır. Yani mesele hadisle ameli terk değil, bir delili diğerine tercih meselesidir.

Dolayısıyla herhangi bir Hadis kitabında mezhebin içtihadı ile örtüşmeyen bir rivayet gördüğümüzde hemen şüphe ve tereddüde düşmemeli, mezhep alimlerinin o rivayetten, o rivayetin sıhhat-zaaf durumundan ve ifade ettiği hükümden habersiz olduğu vehmine kapılmamalıdır. O rivayet, mezhep büyükleri nazarında –istidlal ve istinbatta esas aldıkları kriterler çerçevesinde– söz gelimi "mensuh" olabilir, bir başka –daha güçlü– bir rivayete veya bir Kur'an ayetine muhalif olabilir, bünyesinde taşıdığı bir gizli illet (kusur) sebebiyle amele konu edilmemiş olabilir ya da bizim anladığımızdan farklı birşey ifade ediyor olabilir...

Ebubekir Sifil Hoca
Devamını Oku »

Allah Yolunda Öldürülenler Diridirler


"Allah yolunda öldürülmüş olanlar için "Ölü''ler demeyin, bilâkis onlar diridirler, fakat siz farkına varmazsınız "(Bakara, 154).

Bu Ayetin Mâkabliyle Münasebeti Ve Nüzul Kıssası

Bil ki bu ayet, Al-i İmran süresindeki, "Aksine onlar diridirler, Hableri yanında
rızıklandırılıyorlar" (Al-i imran, 169) ayetinin bir benzeridir. Bu ayetin, bir önceki ayetle olan irtibatının izahı şöyledir: Sanki şöyle denilmektedir: Dinimi yerine getirmekte sabır ve namaz ile yardım isteyiniz. Bu yerine getirmede, benim düşmanlarıma karşı mallarınız ve canlarınızla cihâd etmeye mecbur otur, bunu yapar ve bu yolda canlarınız giderse, canlarınızı boşuboşuna harcadığınızı (verdiğinizi) zannetmeyin. Aksine biliniz ki sizden öldürülenler  benim katımda diridirler."Bu ayetle ilgili bazı meseleler vardır: 101[101]

Birinci Mesele

İbn Abbas (r.a) şöyle demiştir: "Bu ayet Bedir şehidleri hakkında nazil olmuştur. O gün müslümanlardan ondört kişi şehid edilmişti. Bunlardan altısı muhacirlerden, sekizi ise ensardandı. Muhacirlerden olan; "Ubâde b.el-Hars b. Abdul-Müttalib, Ömer b. Ebî Vakkas, Zü'ş-Ştmâleyn, Amrb. Nufeyle, Âmir b. Bekr ve Mihca b. Abdullah idi. Ensardan olanlar; Sa'id b. Hayseme, Kays b. Abdu'l-Münzlr, Zeyd b. el-Hars, Temim b. el-Hümâm, Râü b. el-Muallâ,Hâlise b. Surâka, Muavviz b. Afra veAvf b. Afra.,.Sahabe-i Kiram,"Falanca öldü, falanca öldü"diyorlardı. Cenâb-ı Allah, o şehidler hakkında, "öldüler" denilmesini nehyetti."

Diğer müfessirlerden ise şu görüş rivayet edilmişir: "Kâfirler ile münafıklar, "İnsanlar, hiçbir fâidesi olmaksızın sırf Muhammed'in rızasını kazanmak için kendilerini öldürüyorlar" demişlerdi de bu ayet bunun üzerine nazil olmuştur." 102[102]

İkinci Mesele

Kelimesi, mahzuf bir mübtedânın haberi olduğu için merfudur. Bunun takdiri şöyledir"Onlar ölülerdir demeyin.'103[103]

Şehitlere Ölü Denmez, Onlar Diridir

Üçüncü Mesele

Bu ayetle ilgili çeşitli görüşler vardır:

1) "Onlar şuanda diridirler." AllahuTeâlâ sanki onları, sevabını onlara ulaştırmak için
diriltmiştir.Bu görüş, müfessirlerin çoğunluğunun görüşüdür. Bu, kendileri kabirlerinde bulundukları halde, itaat edenlere, nail oldukları sevabın ulaştığına delildir.Şayet, "Biz onların bedenlerinin kabirlerde ölü olduğunu müşahede ettiğimiz halde, sizin bu görüşünüz onlar hakkında nasıl doğru olabilir?" denilirse, deriz ki:"Bize göre, hayâtın var olması için bünye şart değildir. Allahu Teâlâ'nın, bütün unsur ve zerreleri bir araya getirmeye ve birleştirmeye ihtiyaç duymaksızın, bu zerrelerden herbirinde hayatı tekrar yaratması imkânsız değildir."

Mu'tezile'ye göre ise, Allahu Teâlâ'nın hayat sahibi varlığın mahiyeti için zorunlu olan cüzlere, unsurlara hayatı iade etmesi, onları tekrar diriltmesi ve diğer uzuvların gerekli olmaması garip görülemez.. Yine Allah'ın onları, artık görülmez, müşahede edilmez olduklarında da diriltmesi imkân dahilindedir.

2) Esamm şöyle demiştir: Yani, "Onları ölüler olarak isimlendirmeyiniz, onlar hakkında, "diri şehitler" deyiniz."

Yine müşriklerin, Cenâb-ı Hakk'ın, "Bir ölü iken kendisini dirilttiğimiz kimse......kimse gibi midir?" (Enam, 122) ayetinde belirttiği gibi, "onlar, din hususunda ölmüşlerdir" deyip de,bunun üzerine de Allah'ın, "Ey müslümanlar, Allah yolunda şehid olanlara müşriklerin dediğini söylemeyiniz; fakat siz, onlar dinde diridirler, fakat onlar, yani müşrikler, Hz. Muhammed'in dini üzere öldürülenlerin, dînî bakımdan diri olduklarını Rablerinden olan bir hidâyet ve ömür üzere olduklarını bilemezler" demesi mümkündür. Nitekim anlatılan bir hikayede şöyle rivayet edilmiştir: Adamın birisi birisine şöyle der: "Senin gibi bir kimseyi halef bırakan kimse ölmez."

Hipokrat'ın ise öğrencilerine, "İradenizle ölünüz ki, ruhunuzla diriltilesiniz" dediği
anlatılmaktadır.

3) Müşrikler şöyle diyorlardı: "Muhammed'in arkadaşları kendilerini öldürüyor, hayatlarını heba ederek, bu dünyadan hiç bir şey elde edemeden çıkıyor ve bir hiç uğruna ömürlerini tüketiyorlar..." Bunu söyleyenler, işte müşriklerdir. Onların, âhireti inkâr eden "Dehriyye" itikadına bağlı olmaları veya, ahirete inanıp da Hz. Muhammed (s.a.s)'in nübüvvetini inkâr etmeleri muhtemel olduğu için, onlar bu sözü söylemişlerdir. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak,"Müşriklerin, onlar ölüdürler, diriltilmeyecekler, dünyada katlandıkları sıkıntıların faydasını da göremiyecekler, demesi gibi demeyin; fakat ancak biliniz ki onlar diridirler, yani onlar diriltilecekler ve cennette kendilerine mükâfatlar verilecek, nimetlendirileceklerdir deyiniz"
buyurmuştur.

Cenâb-ı Hakk'ın, (!) sözünü, "onlar diriltilecektir" şeklinde tefsir etmek tuhaf değildir.

Nitekim Cenâb-ı Hak, " Muhakkak ki iyi kullar naîm cennetindedirler; günahkârlar ise, çılgın bir ateş içindedirler.(İnfitar, 13-14); "O ateşin duvarları onları kuşatmıştır " (Kehf,29):

Muhakkak ki münafıklar, ateşin en alt tabakasındadırlar" (Nisa. 145) ve."İman edip güzel amel işleyenlere gelince, onlar nimetler cenneti fçfndedfrter"(Hacc.56) buyurmuştur. Yani onlar, "böyle olacaklar" demektir. Bu görüş Ha'bî ve Ebu Müslim el-İsfehaninin tercihidir. 104[104]

Kabir Azabının Delilleri

Bil ki ulemânın ekserisi, birinci görüşü tercih etmişlerdir. Buna şu hususlar da delâlet etmektedir:

a) Kabir azabına delâlet eden ayetler. Nitekim Cenâb-ı Hak,"Dediler ki"Ya Rabbi bizi iki defa öldürdün, iki defa da dirilttin" (Mümin, 11) buyurmuştur. Ayette zikredilen iki ölüm, ancak kabirde de hayatın meydana gelmesiyle mümkün olur. "Boğuldular ve bir ateşe sokuldular"(Nûh, 25) ... (Fâ harfi ta'kibiyye içindir) ve, "Sabah akşam ateşe tutulurlar. Kıyametin koptuğu gün, (şöyle seslenilir): "Firavunun hanedanını azabın en çetinine sokunuz!" (Mümin,46)...Kabir azabının varlığı sübut kazanınca, kabirde mükâfaatın olabileceğine hükmetmek de gerekir. Çünkü azab, Allah'ın kulun üzerindeki hakkıdır; se-/âb ise, kulun Allah üzerinde olan hakkıdır. Buna göre azabı düşürmek, mu-kâfaatı düşürmekten daha güzeldir. Cenâbı Hak azabı kıyamete erteleyip, hatta bazan onu kabirde gerçekleştirdiği gibi, aynı şekilde O'nun
kabirde sevabı vermesi daha uygun olur.

b) Eğer ayetin mânası, 1. ve 2. maddelerdeki gibi olursa, Allahu Teâlâ'-nın,"Fakat siz,
hissedemezsiniz" ifâdesinin bir anlamı kalmaz. Çünkü mü'minler, şehidlerin kıyamette diriltileceklerini ve onların Allah'tan olan bir nûr ve hidayet üzere ölmüş olduklarını bilmeseler bile, hitap onlaradır. Böylece durumun, bizim dediğimiz gibi, Allah'ın onları kabirde dirilteceği hususu bilinmiş olur.

c) Allahu Teâlâ'nın,''Ve onlar, henüz kendilerine yetişmemiş olanlar hakkında müjde vermek isterler" (Al-i. İmrân. 170) ayeti, öldükten sonra dirilme vâki olmadan önce, Berzah âleminde bir hayatın bulunduğuna bir delildir.

d) Hz. Peygamber'in şu [Tirmizi,Kıyame 26]sözü: "Kabir, ya cennet bahçelerinden bir bahçedir, veya cehennem çukurlarından bir çukurdur. Kabirdeki azâb ve mükâfaat hususundaki haberler,mütevâtir derecesinde gibidir. Hz. Peygamber (s.a.s) namazının sonunda, azabından sana sığınırım derdi.[Ebu Davud,Edeb 105]

e) Cenâb-ı Hakk'ın, "onlar diridirler" sözünden maksadı, "onların diriltilecekler)" manası olsaydı, bu hususta sadece onların zikredilmesinin bir manası olmazdı. Ebu Müslim, buna şu şekilde cevap vermiştir: "Allah Teâlâ onları özellikle zikretmiştir, zira onların cennetteki dereceleri daha yüce, menzilleri daha şereflidir. Çünkü Cenâb-ı Hak,"Kîm(ler) Allah'a ve Resulüne itaat ederse, işte onlar Allah'ın kendilerine inamda bulunduğu peygamberler, sıddîkler, şehidler ve salihler ile beraberdir" (Nisa, 69) buyurmuştur. Allah onları yüceltmek için bilhassa zikretmiştir."Bil ki bu cevap zayıftır. Çünkü peygamberlerin ve sıddîklerin derecesi, Cenâb-ı Allah onları zikretmemiş olsa da, daha büyüktür.

f) İnsanlar, şehidlerin kabirlerini ziyaret eder ve onlara saygı duyarlar. Du da bazı
bakımlardan bizim söylediklerimize delildir. Ebu Müslim kendi görüşüne tercihe sebeb olarak,Al-i İmran süresindeki, Aksine onlar Rableri katında diridirler" (Al-i İmran, 169) ayetini zikretmiş ve "Ayette belirtilen, "Allah'ın katında oluş," mekân bakımından bir oluş değil,cennette bulunuş manasınadır. Halbuki cennetliklerin ancak kıyametin kopmasından sonra cennete girecekleri malumdur" demiştir.

Ona şöyle cevap veririz: "Bahsedilen, "Allah'ın katında oluş"un ancak cennette olmakla olacağını kabul etmiyor, aksine onlar kabirde veya bir başka yerde oldukları halde, bunun derecelerinin yükseltilmesi ve ilâhi müjdelerin kendilerine ulaştırılması manasında olduğunu söylüyoruz." [107]

Beden-Ruh Münasebeti, Kabir Azabının Ruhanî Olması Meselesi

Bil ki ayet hakkında bir başka görüş daha vardır. O da, "Kabir azabının veya mükâfaatının bedenlere değil ruhlara verildiği görüşüdür. Bu görüş, ruhu bilmeye bina edilmiştir. Bu görüşte olanların sözünün özüne işaret ederek diyoruz ki: Onlar şöyle demişlerdir:"İnsanın şu görülen heykelden (bedenden) ibaret olması mümkün değildir. Bu mümkün olmayışın iki sebebi vardır:

1) Bu bedenin cüzleri devamlı büyür, gelişir, serpilir, noksanlaşır, mükemmelleşir ve erir,zayıflar.. İnsan, İnsan olması bakımından, hayatının başından beri hep devam eder. Bakî olan, bakî olmayandan başkadır. Herkesçe "ene-ben" lafzıyla kendisine işaret edilenin, bu heykelden başka olması gerekir. [108]

"Ben" Dediğimiz Şey Nedir?

2) Ben, benim, bütün parçalarımdan ve cüzlerimden habersiz olduğum halde de, "ben"olduğumu bilirim. Bilinen, bilinmeyenden başkadır. Kendisine, uî "Ben" diye işaret ettiğim, bu âza ve cüzlerden başkadır. "İnsan hissedilemez.çünkü hissedilen şeyler, o şeylerin yüzeyi ve rengidir. Fakat şüphe yok ki insan sadece görünen rengi ve yüzeyinden ibaret değildir.

Âlimler bu noktada kendisine "Ben" diye işarette bulunulan şeyin ne olduğu hususunda ihtilâf etmişlerdir. Bu husustaki görüşler çoktur. Ancak bunların en özlüsü şu iki görüştür:

A) Maddi cüzler, bu heykelde (bedende), ateşin kömürde, yağın susamda ve gülsuyunun gülde hareket edip (sirayet etmesi) gibi hareket ederler. Bu görüşte olanlar iki grupturlar:

1) Cisimlerin heykellerine (sadece görünen maddelerine) inanan kimseler. Bunlar şöyle derler: "Bu cisimler, insanın heykelinin meydana geldiği diğer cüzlere denktir. Fakat irâde ve ihtiyar sahibi olan Kadir Allah, kişinin ömrünün başından sonuna kadar, bazı cüzleri ibkâ eder.

İşte o cüzler herkesin "Ben" sözüyle işaret ettiği cüzlerdir. Sonra o cüzler, Allah'ın onlara verdiği bir hayat ile diridirler. Bu hayat zail olduğu zaman o cüzler ölür." Bu çoğu kelâmcıların görüşüdür.

2) Cisimlerin çeşit çeşit olduğuna inanan kimselerdir. Bunlar insanın ömrünün başından sonuna kadar devam eden cisimlerinin mahiyet ve hakikat itibarıyla şu heykeli meydana getiren cisimden farklı olduğunu, o cisimlerin zatları gereği diri olduklarını, zatları gereği idrâk olunduklarını; bu bedenle (heykel ile) birleşip, ateşin kömürde sirayet edişi gibi onda hareket ettiği zaman, şu heykelin o ruhun nurlarıyla nurlanıp onun hareketiyle hareket edeceğini iddia etmişlerdir. Sonra şu heykel devamlı zayıflama, çözülme ve değişmededir. Ne varki o cüzler olduğu gibi devam eder ve mahiyet itibariyle çürüyen heykelden farklı olduğu için kendisine çözülme arız olmaz. Bu beden bozulunca, o nûrânî lâtîf olan o cisimler, eğer saîdler cümlesinden ise, bedenden ayrılarak, göklere, mukaddes ve mutahhar âlemlere giderler. Eğer şakiler cümlesinden iseler cehennem ve belâlar âlemine giderler.

B) Herkesin "Ben mevcudum" diye işaret ettiği şey mekân tutan bir şey olmadığı gibi, bir mekânda bulunan şey ile de bulunmaz. O, ne bu âlemin içindedir, ne de dışındadır. Onun bu şekilde olması, Allah gibi sayılmasını gerektirmez. Çünkü selbî (menfî, negatif) hususlarda müşterek (benzer) olmak, mahiyet itibarıyla aynı olmayı gerektirmez. Bu görüşte olanlar, şu şekilde delilgetirmişlerdir: Malumatta gerçek manada tek başına müstakil olan şey vardır. Binaenaleyh onu bilmenin tek hak olması gerekir. Bu sebeple böyle bir ilimle nitelendirilmiş olanın da tek gerçek olması gerekir. Halbuki cisimlerin her parçası veya cisme giren her şey gerçek ferd (müstakil bir şey)değildir. Buna göre, işte bitarafımızdan "O, bu tek tek şeyleri bilir" diyebileceğimiz şeyin ne cisim, ne de cismânî olmaması gerekir.

Malumatta (bilinmede) gerçek tek olan şeye gelince şüphesiz bu, birşeyin varlığında bulunan bir şeydir. Bu mevcud eğer gerçek ferd ise, bizim varmak istediğimiz sonuç da budur.Eğer mürekkeb ise, bu durumda mürekkeb olan,ferd terden meydana gelmiştir. Binaenaleyh her halükârda ferdin bulunması gerekir. O, malûmatta ferd (tek) olduğu zaman malumda da ferd olur. Çünkü o ferde (tek'e) taalluk eden bilgi, eğer bölünürse onun cüzlerinden herbiri veya bazısı,yâ o malumla bilinmiş olur ki bu imkânsızdır. Çünkü o zaman cüzün (parçanın) bütüne denk olması gerekir. Bu da imkânsızdır. Ya da o şey, ilim bakımından o malumun cüzlerinden olmaz. Buna
göre bu cüzler biraraya geldiği zaman, ya bir fazlalık ortaya çıkar ki bu,o tek ferdi bilmektir.

Bu durumda o malumu bilmek, bundan Önce takdir ettiğimiz o şeyler değil de, ortaya çıkan şu yeni durum olmuş olur. Sonra bu yeni durum eğer bölünebilirse, mesele geri dönmüş olur.

Eğer bölünmezse, zaten elde edilmek istenen netice de budur.Malumda bölünmeyi kabul etmeyen bir ilmin bulunması durumunda, bu ilimle mevsuf olan da aynı olması durumuna gelince.mevsûf eğer taksimden önce mevcud ise, bu, cüzlerden herbiri veya bir kısmı olur.

Yok eğer o ilmin tamamıyla mevsuf olursa, bu takdirde o bir tek şey bir çok eşyaya birden dahil olmuş (nüfuz etmiş) olur ki bu imkânsızdır. Veya o dahil olan şeyin cüzleri mahallin (yani girdiği yerin) cüzlerine taksim edilmiş olur ki bu takdirde de o dahil olan.taksim edilmiş olur. Halbuki biz o dahil olan şeyin bölünmeye kabil olmadığını farzetmiştik. Yahut, o mahallin cüzlerinden herbiri, dahil olanın (hallin) bir kısmı ila değil de tamamı ile muttasıf olması durumu olabilir. Bu takdirde de bu mahal, o dahil olandan (hailden) boş (hâlî) olmuş olur.

Halbuki biz onunla mevsuf olduğunu varsaymıştık. İşte bu da bir tenakuzdur.Her mekân tutan şeyin bölünebilir olmasına gelince, bu, atomu yok sayma hususunda zikredilen delillerle isbat edilir. Onlar sözlerine şöyle devam ederler: "Böylece herkesin, "Ben varım" diye işaret ettiği şeyin bir mekânda olmadığı ve bir mekânda bulunan şeyle bulunmadığı (mütehayyizle kâim olmadığı) ortaya çıkmış olur. Sonra deriz ki: Bu mevcudun, mutlaka cüz'iyyâ-ti.idrâk etmesi gerekir. Zira aksi halde karşımda duran cismin, meselâ at değil de bir insan olduğuna hükmetmem mümkün olmaz. Bir mevcudu bir sıfatla niteleyenin, haklarında hüküm verdiği (nitelediği) şeyleri müşahede etmesi, cüz'îyi ve külliyi idrâk etmesi gerekir; tâ ki o külliyi esas alarak o cüz'î hakkında hüküm verebilsin. Külliyatı idrak eden nefsin bizzat kendisidir.

Cüz'iyyâtı idrâk eden de odur. O halde buna göre cüz'iyyâtı idrâk eden herkesin lezzet
duyması ve acı duyması imkânsız değildir." Bu görüşte olanlar şöyle devam ettiler: "Bunun böyle olduğu sabit olunca, biz deriz ki: Bedenden ayrılan bu ruhlar, kıyamet günü Allah onları bedenlerine döndürünceye kadar, elem veya lezzet duyarlar. Orada da bedenler için lezzetler ve acılar meydana gelir." İşte bu, insanlardan bir grubun söylediği bir sözdür.Bunlar sözlerine devamla şöyle dediler: "Bu görüşün çok güçlü bir delili olmadığını farzetsen bile, yanlışlığına dair de bir delil yoktur. O halde bu, şeriatın te'yid ettiği, Kur'an'ın zahirinin desteklediği ve Allah'ın kitabında kabir azabının ve mükâfaatının olduğuna dâir şek ve şüpheleri izâle eden bir
izah şeklidir. Bu sebeble bu görüşe varmak gerekir. "

İşte bu görüşün izahı hususunda özetle anlatılan husustur. Allah işlerin hakikatini bilendir.Bu görüşte olanlar şöyle demişlerdir: "Bu görüşü şu husus da te'yid eder: Kabir azabı veya mükâfaatı ya şu bünyeye, ya da onun bir parçasına gelir. Birincisi mükâbere (delilsiz iddia) dir. Çünkü biz bu bünyenin paramparça olduğunu ve dağıldığını görüyoruz. Öyle ise sevab ve azabın bu bünyeye geldiğini söylemek nasıl mümkün olur? O zaman ancak şöyle denebilir: Allah Teâlâ, o küçük cüzlerden birini diriltir, azab ve ikâbı ona verir. Bu mümkün olursa, şöyle de denebilir: İnsan, sadece ruhtur.

Çünkü ruh dağılıp parçalanmaz. Binaenaleyh şüphe yok ki azab ve mükâfaat ona gelir, sonra Allah Teâlâ, kıyamette ruhları bedenlere döndürür ve böylece cismânî haller, ruhanî hallerle birleşmiş olur. 109[109]



Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 4/74-81

Devamını Oku »