73 Fırka Hadis-i Şerifi Nasıl Anlamalıyız ?


 


ــ وعن معاوية رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَامَ فِينَا رَسُولُ اللّهِ # فقَالَ: أَ إنَّ مَن كَانَ قَبْلَكُمْ مِنْ أهْلِ الْكِتَابِ افْتَرقُوا عَلى اثْنَيْنِ وَسَبْعِينَ مِلَّةً، وَإنَّ هذِهِ اُمَّةِ سَتَفْتَرِقُ عَلى ثََثٍ وَسَبْعِينَ فِرْقَةَ: ثِنْتَانِ وَسَبْعُونَ في النَّارِ، وَوَاحِدَةٌ في الْجَنَّةِ، وَهِىَ الْجَمَاعَةُ[. أخرجه أبو داود.وزاد في رواية: »سَيَخْرُجُ مِنْ أُمَّتِى أقْوَامٌ تَتَجَارَى بِهِمُ ا‘هْوَاءُ كَمَا يَتَجَارَى الْكَلَبُ بِصَاحِبهِ َ يَبْقى مِنْهُ عِرْقٌ وََ مَفْصِلٌ إَّ دَخَلَهُ«.و»التَّجَارِى« تَفَاعَل من الجرى وهو الوقوع في ا‘هواء الفاسدة.و»التَّدَاعِى« فيها، تشبيها بجرى الفرس.»الكَلَبُ« بتحريك الم: داء معروف يعرض للكلب، إذا عض إنساناً عرضت له أعراض رديئة فاسدة قاتلة، فإذا تجارى با“نسان وتمادى به هلك .


4. (4776)- Hz. Muâviye (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) (bir gün) aramızda doğrulup buyurdular ki:

“Haberiniz olsun! Sizden önce Ehl-i Kitap, yetmiş iki millete (dine) bölündüler. Bu ümmet ise yetmiş üç fırkaya bölünecek. Bunlardan yetmiş ikisi ateşte, sadece biri cennettedir. Bu da (Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaattir.” [Ebu Davud, Sünnet 1, (4597).]

Bir rivayette şu ziyade var: “Ümmetimden bir kısım gruplar çıkacak, bunları bid’alar istila edecek, tıpkı  kuduzun, buna yakalanan kimsede hiç bir damar, hiçbir mafsal bırakmayıp her tarafını sardığı gibi, bu bid’a da onların her hallerine sirayet edecek.” [1]
AÇIKLAMA:

Bid’a, daha önce [2] açıkladığımız üzere sünnette olmayan, sonradan çıkan her şey mânasına gelir. Bunlardan bir kısmı hayatın  gelişmesi sebebiyle ortaya çıktığı için, İslam alimleri  normal karşılamış hatta  مَنْ سَن َّسُنَّةً حَسَنَةً hadisi açısından, bu çeşit bid’ aya teşvik bile etmiştir. Bunlara bid’ayı hasene demişlerdir. Burada mevzubahis edilen, kötülenen bid’a bu değildir. Reddedilen bid’a, sünnete aykırı olan, alındığı takdirde bir sünnetin terkini gerektiren bid’attir. Bu bid’ate bid’at-i seyyie denmiştir.

Şunu da belirtmede fayda var: Halkımızın bid’at deyince anladığı şey, davranışlarla ilgili olan, maddî olan bid’attir. Halbuki hadiste bid’at deyince sadece maddî şeyler kastedilmez. İnançlar, telakkiler ve anlayışlarda da bid’at olabilir. Hatta bu çeşit  bid’at önce gelir. Zîra kişinin inançlar telakkiler dünyasında, yani ruh âleminde bid’at yer etmeden, fiillerine, eşyalarına yani yaşayışına bid’at girmez. Nitekim ulemâ nezdinde ehl-i bid’at tabiri öncelikle Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat dışında kalan sapık mezhepleri ifade eder. Bu mezhep mensupları, Ehl-i Sünnetten kılık kıyafetle, kullandığı eşyalarla ayrılmazlar; sadece bazı temel meselelerdeki nokta-i nazarlardan ayrılırlar.

Yani belirtmek istediğimiz husus, bid’at deyince itikada, inanca, telakkiye müteallik farklılıkların, sünnete aykırılıkların  kastedildiğini tebarüz ettirmektir. Bilhassa geçmiş dönemlerde, kılıkkıyafet, kullanılan eşya ve hatta hayat  tarzları ve davranışlarıyla birbirinin aynısı olan insanlardan bir kısmı Ehl-i Sünnet, bir kısmı ehl-i bid’at idiyse, aradaki fark sadece inanç cihetinden gelmekte idi. Ehl-i Sünnet, Kur’an-ı Kerim’in açıklamasında sünneti esas alanlardır. Ehl-i bid’a veya ehl-i heva denenler de sünneti reddedip, onun yerine beşerî hevayı koyanlardır. Beşerî hevâ fertten ferde değişebileceği için, onlar sayıca çoktur. Hadiste ümmetin yetmiş üç fırkaya ayrılacağı belirtildikten sonra bunlardan sadece birinin yani sünnete uyanlar fırkasının kurtuluşa ereceği, geri kalanların ateşte olacağı belirtilmiştir.

Aslında heva fırkalarının sayısı yetmiş ikiden pek çok  kereler fazladır. Alimler  hadisteki “yetmiş iki”den muradın, çokluk ifade ettiğini belirtirler. Ehl-i Sünnet, sünnete dayandığı için onun fırkaları yoktur. Bazı meselelerde ihtilaf ve farklılıklar olsa da bu yine bir sayılır. Çünkü, bu ihtilaflar da sünnete dayanır. Aynı meselede iki veya üç farklı sünnet, iki veya üç ayrı görüşe sebep olmuştur. Ancak bunlardan hiçbirine “sünnet dışı” denemez.

2- Hadiste, tıpkı vücudun her bir organına sirayet edip tesirini gösteren  kuduz gibi, bid’anın da buna giren kimsenin hayatının her veçhesine, her safhasına gireceği beyan edilmektedir. Bu, “sünneti terk” prensibinin getireceği tabii neticeyi nazara vermektir. Sünneti  terketme, kişinin ruh dünyasına bir mikrop gibi girdi mi, sünnetin taalluk ettiği her hususta neticesi hasıl olacak demektir.

Hayatımızda sünnetin müdahale etmediği, yönlendirmediği hangi husus var? Kılık  kıyafetten yeme-içme, oturmakalkma, uyuma, konuşma… âdabına, dost veya düşmanla, komşuyla münasebetlerimize, canlı ve cansız tabiatta tasarrufa, Kur’an ayetlerinin tefsirine varıncaya kadar sayılamayacak kadar çok hususlarda sünetin  yeri var, nuru var. Öyleyse “süneti terk” prensibi benimsenince, tıpkı kuduz hastalığının vücudun her tarafına sirayet etmesi gibi bid’a da mü’min kişinin hayatını her meselede sararak, belli bir duruş noktası, hudud tanımayacaktır. [3]

ـ4777 ـ5ـ وعن ابْنِ عَمْرِو العاص رَضِيَ اللّهُ عَنْهما قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: لَيَأتِيَنَّ عَلى أُمَّتِى مَا أتَى عَلى بَنِي إسْرَائِيلَ حَذْوَ النَّعْلِ بِالنَّعْلِ، حَتّى إنْ كَانَ مِنْهُمْ مَنْ أتَى أُمَّهُ عََنِيَةً لَيَكُونَنَّ في أُمَّتِى مَنْ يَصْنَعُ ذلِكَ، وَإنَّ بَنِي إسْرَائِيلَ تَفَرَّقَتْ عَلى اثْنَيْنِ وَسَبْعِينَ مِلَّةً، وَسَتَفْتَرِقُ أُمَّتِى عَلى ثََثٍ وَسَبْعِينَ مِلَّةً؛ كُلُّهَا في النَّارِ إَّ مِلَّةً وَاحِدَةً. قَالُوا مَنْ هِىَ؟ قَالَ: مَنْ كَانَ عَلى مَا أنَا عَلَيْهِ وَأصْحَابِى[. أخرجه الترمذي.»حَذوَ النَّعْلِ بِالنَّعْلِ« أى مثل النعل ‘ن إحدى النعلين تقطع وتقدّ على حذو النعل ا‘خرى، والحذو: التقدير. قال الخطابى: في قوله #: ستفترق أمتى، دلة على أن هذه الفرق غير خارجة عن الملة والدين إذ جعلهم من أمته .

5. (4777)- İbnu Amr İbni’l-As (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:

“Benî İsrail üzerine gelen şeyler, aynıyla ümmetimin üzerine de gelecektir. Öyle ki onlardan  alenî olarak annesine gelen olmuşsa, ümmetimden de bu çirkin işi mutlaka yapan olacaktır. Nitekim, Benî İsrail yetmiş iki millete (dine, fırkaya) bölünmüştü. Benim ümmetim de yetmiş üç millete bölünecektir. Bunlardan bir tanesi hariç hepsi ateştedir.”

“Bu fırka hangisidir?” diye soruldu.

“Benim ve ashabımın üzerinde olduğu şeyden ayrılmayanlardır!”  buyurdular.” [Tirmizî, İman 18, (2643).] [4]
AÇIKLAMA:



1- Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), her fırkayı burada millet olarak isimlendirmektedir. Millet, aslında insanların Allah’a yakınlık sağlayabilmeleri için Allah tarafından peygamberleri diliyle teşri edilen şey, yani din mânasına gelir. Bütün şeriatler için kullanılır. Herhangi bir şeriati ifade etmek için izafet yapılır; millet-i İbrahim, millet-i Muhammed gibi. Ulema kelimeyi daha sonra öncelikle batıl fırkaları ifade etmede kullanmıştır. Çünkü bunlar, aradaki farklılıkları büyüterek, herbiri diğerinden ayrı bir dinmiş gibi ortaya çıkmış ve mecazî olarak da  millet diye isimlendirilmiştir. Bazı alimler, hak da olsa batıl da olsa bir cemaatin müştereken benimsediği her bir fiil ve kavle millet demiştir.

Öyleyse hadis, ümmet efradının, biri diğerinden farklı düşünce ve davranışları benimseyen birkısım fırkalara ayrılacağını ifade etmiş olmaktadır. Bu farklılıklar hevadan geleceği için hepsi batıl olup , sadece bir fırka sünnetten ayrılmayacağı için haktır.

Mirkat’ta Aliyyu’l-Kârî Mevakıf’tan naklen belli başlı İslamî fırkaları sekiz kısma ayırır:

1) Mu’tezile: Bunlar “Kul, fiilinin halıkıdır” derler, rü’yeti reddederler, sevap ve ikabın vacip olduğunu söylerler. Başlıca 20 fırkaya ayrılmışlardır.

2) Hz. Ali muhabbetinde ifrata kaçan Şia. Bunlar 22 fırkaya ayrılmıştır.

3) Hz. Ali’yi ve büyük günah işleyenleri tekfirde ifrata kaçan Haricîler. Bunlar 20 fırkaya ayrılmıştır.

4) İman olunca günah zarar vermez, tıpkı küfür varsa amelin fayda vermediği gibi diyen Mürcie. Bunlar 5 fırkadır.

5) Fiillerin yaratılması meselesinde Ehl-i Sünnet gibi düşünmekle  birlikte, Allah’tan sıfatları nefyetmede ve kelamın hadis olduğunu iddiada Mu’tezile gibi düşünen Neccâriye. Bunlar 3 fırkadır.

6) İnsanda ihtiyar yoktur, fiilinde mecburdur diyen Cebriyye. Bunlar tek fırkadır.

7) Allah’ı cisim yönüyle insana benzeten ve hulul iddia eden Müşebbihe. Bir fırkadır.

8) Ehl-i Sünnet. Bu da tek fırkadır. Hepsinin toplamı 73 yapar.

Bunların tali fırkaları mevzubahis edilmemiştir.

2- Burada şu hususu da  belirtmemiz gerekir: Bu hadisi açıklayan alimlerimiz Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)’ın burada, fıkhî meselelerdeki haram helal şeklindeki ihtilafları kastetmediğini belirtirler.

Öyleyse hadiste zemmedilen fırkalar tevhid esaslarında hayır ve şerrin takdirinde, risalet ve peygamberliğin şartları, sahabenin müvalatı gibi, daha çok itikada giren meselelerde haktan ayrılıp hevaya sapan fırkalardır. Çünkü bu meselelerde ihtilaf edenler birbirlerini tekfir etmişlerdir. Halbuki ahkâm-ı fer’iyye ve fıkhiyyede ihtilafa düşenler arasında birbirlerini tekfir ve tefsik yoktur. Bu sebeple sadedinde olduğumuz hadiste temas edilen ümmetin fırkalara ayrılma işinden muradın, bu itikadi meselelerdeki ayrılıklar olduğu kabul edilmiştir.

Bu tefrikalar, daha Sahabe hayatta iken, Sahabe devrinin sonlarına doğru, Ma’bedu’l-Cühenî ve ona tabi olanlar tarafından çıkarılmaya başlanmış, zaman içinde inkişaf kaydetmiş, belli başlı yetmiş üç fırkayı bulmuştur. [5]

Kaynaklar:

[1] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/420.

[2] Birinci cilt, 325-328. sayfalar.

[3] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/421-422.

[4] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/422-423.

[5] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/423-424.


Devamını Oku »

Ehl-i Sünnetten İmamlar Tek Bir Ailedir






Ehl-i Sünnetten İmamlar Tek Bir Ailedir




Ehli Sünnet vel'Cemaat ulemâsından her bir imam, bir aile reisi gibidir. Bu ailelerin riyâsetini teşkil eden ashabın da en büyüğü, Fahr-i âlem sallallâhu aleyhi ve sellem'dir.

Bu itibarla kıyamete kadar ashaba uyan zevatlar, yani büyük payeye sahib olan ulemâ, icazeli oldukları münasebetiyle Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem’in halîfeleridir.

İşte Alîyy-ul-Kârî diyor ki: «ibnu Abbas'ın, Ali radıyallahu anhum’dan rivayet ettiği bir hadîs-i şerifte: Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem, bir gün mübarek odasından çıkarken:

“Allah'ım! Benim halîfelerime merhamet et = esirge." buyurdu.

Biz: “Halîfelerin kimdir ya Rasûlallah ?" dedik. Bunun üzerine:

Halifelerim onlardır ki hadislerimi rivayet ederler ve onu (sünneti = şeriati) halka öğretirler.”[1 ]» buyurdu.

ihyau-i-Ulûm’da İmam Gazâlî bu hadisi: «

Halîfelerimin üzerinde Allah’ın rahmeti olsun,” buyurdu. “Halîfelerin kimdir?” denildi.

Bunun üzerine: "Onlardır ki, sünnetimi  ihyâ ederler ve onu Allah'ın kullarına öğretirler.” buyurdu.» şeklinde tahric etmiştir.[2]

Bu hadislerde tavsif edilen halîfeler, gerek ehli hadisten ve gerek  fukahadan, üç asırda yaşayan zevatlardır. Aslında bunlar, doğru bir sûret-te dîn-i mübîn-İ islamiyyenin birinci kaynağı  olan Kur'ân-ı Hakîm'den ve ikinci kaynağı olan hadîs-i şeriflerden en güzel anlamışlardır.

Nitekim Şeyh Muhammed Zâhid el-Kevserî rahimehullah diyor ki:

«Şeriatin hükümleri; ashab, tâbi'leri ve tebe’-t  tabiinin, Allah’ın kitabından ve Rasûlü'nün sünnetinden,  açık Arabi dilin gereği üzerine anladıkları şeylerdir. Fukahanın ameli, Kitab ve sünnetten anlaşılandan başkası değildir. Demek şer‘i şerifin sahibinden başkasının, hiçbir surette teşrî’de hakkı yoktur. Kim ki fukahayı kanun çıkaranlar gibi sayar ve onların da teşrî'de müdahale ettiklerini iddia ederse, o, bir anda hem şeriatten ve hem de fıkıhtan gafil kalmış ve binnetice cehaletinden din düşmanlarının söz etmelerine kapı açmıştır. Nitekim bunu müşahede etmekteyiz. Mütaahhir fukahaya gelince; onlar, yeni vuku bulan meselenin dışında şer'i şerîfe müdahale edemezler. Bunda dahi, ilk asırda yaşayan adamların anlayışlarının hilafına zihab edemezler. Çünkü ilk asırda yaşayanlar, Arabî dili bilirlerdi; tağyir ve tahvil başa gelmeden önce ashab arasındaki konuşma tarzını bilirlerdi. [3]

Hayrete şayandır ki Ehli Sünnet vel'Cemaatten ayrılan sapık fırkaların bilginlerinden kimisi mezheb kavgası ve telfîk-ul-mezâhib, kimisi de takrîb-ul-mezâhîb = mezheblerin birbirine yakın olmaları fikirlerini ortaya koyarak dîni tahrib etmekten sakınmazlar:

Bir taraftan hadisler, iftiralara maruz kalmış...

Râvîleri indî görüşlerle şu hadîsi, bu hadîsi inkar ederler...

Cerh ve ta'dîl bahanesiyle hesabına gelen hadîsi alır, gelmeyeni bırakır. Bu itibarla Kur'an'dan başkasıyla amel edilmez...

Kimisi: Mezheb ulemâsı, birbirine düşmandırlar... Ve telfik-ul-mezâ- hib...

Binnetice "Et-takrib beyn-el-mezâhib = mezhebler arasında yaklaşmalar..." diye bu fikirleri ortaya atmaktadırlar. Bunların görüşleri, cevheri çürük cevize benzemekten ibarettir.

Evvela, hadis olsun fıkıh olsun, zamanımıza sened ve tevâtürle ulaşmıştır. Vaktiyle Şeyh Muhammed Zâhid Kevserî, bu gibi fikirlerin reddiyelerine birçok makaleler yazmıştır. Gerek Hindistan'daki ehil hadîs ve gerekse diğer ülkelerdeki ehli hadis ve fukaha, bu gibi fikirlere aldırış etmediler.

Birçok kitablardan nakletmekten ise, yine Kevserî rahimehullah’tan bir paragraf daha alıp okuyalım:

»Şu takrîb-ul-mezâhib dediklerinden maksadları, Ehli Sünnet vel’- Cemaatten tanınan hidayet rehberleri ise, onların bu çalışmaları, hâsılı tahsilden ibarettir. Çünkü Ehli Sünnet vel Cemaatin imamları ve rehberleri, dinin hizmetinde bir tek aile gibidir. Kitab ve sünnetten istinbat yollarını beyan etmelerinde, icmâ' ile delil getirmelerinde, özel şartlarıyla kıyasta, mezheb rehberleri radıyallahu anhum, parçalanmaya sebebiyet verebilecek bir ihtilafla bulunmadılar ki, birbirlerine yaklaşmış olsunlar.

İslam dîninin fıkhı, bunların eliyle pişmiştir. Kendileri asırlar boyunca şeriatin hizmetinde fâni olup, büyük ihlaslarından, azim uyanıklıktan, geniş idraklerinden ve haberdar olmalarından dolayı mutemed olarak tanınmışlardır.

Mesela Ebû Hanîfe'nin daha yaşlı olmasına rağmen, İmam Mâlik bin Enes'in kitablarını mütalaa etmekten hoşnut olduğunu görürsün. Nitekim ibnu Ebî Hâtim de, Tekaddumet-u Ma'rifet-il-Cerhi vetTa'dîl'de bunu zikretmiştir. Halbuki yaşlı olduğu için İmam A'zarn, ibnu Mes’ûd'un, Ali bin Ebî Tâlib'in ashablarının ilimlerini almıştı. Ki ibnu Mes’ûd ve Ali bin Ebî Tâlib'in ilimleriyle Küfe dopdoluydu. Rahatlıkla diyebilirim ki, ibnu Mes'ud'un arkadaşları ve arkadaşlarının arkadaşlarının adedleri, dört bine ulaşmıştı.

Ebû Hanîfe bu toplumun içinde takrîben kırk ulemayla birlikte fıkhı tedvîn ve tedris ederdi. Muhakemeli bir sûrette meselelerin delilleri üzerinde izahatta bulunurdu. Tâ ki onlara sabahın aydınlığı gibi isabetin yıldızı parladı. Ve hakîkaten fıkıhta bu çalışmalar, benzersiz ve harikulâde bir iş idi ki, Irak’ın şan ve şerefi bununla çok yükseldi.

Böylece şeyhleri ve fukahâ-i  sebhanın tilmizleri sayesinden, Dâr-ul -Hicre’nin âlimi İmam Mâlik, fukahâ-i  sebhanın fıkhını miras aldı. Bununla beraber kendisi hac mevsiminde Ebû Hanîfe'yi arzular, onunla bir araya gelip de İlmî mümâresette bulunması için ve kitablarını mütâlaa etmesi için dört gözle beklerdi. Nitekim Kitâb-ut-Ta’lîm'in mukaddemesinde imâd-ul-islam Mes’ûd ibnu Şeybe es-Sindî'nin dediği gibi, altmış bin meseleyi, Ebû Hanîfe'nin meselelerinden İmam Mâlik toplamıştır. Bunun için bazı Mâlikî imamları, İmam Mâlik'ten bir rivayet tesbit edilmediği takdirde, Ebû Hanîfe’nin meseleleriyle tutunmayı tavsiye ederlerdi.

Böylece 'el-Muttalibî el-imam Muhammed bin idris eş-Şâfiî, Mekke-i Mükerreme'nin âlimi, gençliğinde Medîne-i Münevvere’ye gider, İmam Mâlik’ten Muvatta’ adlı eserini kemâliyle tahsil eder ve Yemen'den Bağdad'a gelişinde de yani H.184 tarihinde İmam Muhammed bin el-Hasen’le birleşir, ondan fıkıh ilmini öğrenir; iki deve yükü kadar kitabı ondan telakkî  eder = öğrenir. Böylece Ebû Yûsuf bin Hâlid'den ve daha başka Ebû Hanîfe'nin ashabından ilmi ahzetmekten çekinmez. Ve böylece Medine ve İraklıların fıkıhtaki yolları arasını bulur, birleştirir. Sonra kadîm kavliyle tanınan görüşünü Irak’ta, cedid tanınan görüşünü Mısırda neşreder. Ve böylece yer yüzünü ilimle doldurur.

İmam Ahmed bin Hanbel, üç sene zarfında üç bohça ilmi, ince meseleleri, İmam Muhammed bin Hasen'in kitabından istifade eder.

Ebû Hanîfe'nin ashabından Esed bin Amr'dan mükemmel ilmi dahi aldıktan sonra imam Şâfiinin H.195’te Irak’a gelmesi zamanında ondan fıkhı öğrenmeye çalışır. Ve böylece imam Ahmed, fıkıh ilimlerinde birçok beldelerin fukahalarının merceî oluyor. En geniş bir surette hadisleri  rivayet eder, sorulan fıkhî meselelerde cevab verir.

Mesela, Ahmed bin el-Ferec, İmam Mâlik ve Medînelilerin meselelerini, İmam Ahmed'in ve ibnu Râhuveyh'in ilmini taşıyan ishak bin Mansûr el-Kevsec, Süfyan es-Sevrînin meselelerini , Meymûnî ise, Evzâinin meselelerini,İsmail bin Saîd el-Cürcânî eş-Şâlencî, Ebû Hanîfe'nin ve ashabının meselelerini İmam Ahmed'den sorarlar. Ve bunlara teker teker, görüş sahibi İmamlarının görüşlerini birbirine karıştırmaksızın izahta bulunur.

İşte, dînin dörtte üçünde müttefik olan bu imamlar, Allahın şeriatinin hizmetinde bir tek aile idiler. Şu ondan ilmi alır, o bundan ilmi alır.

Aralarında bazılarının diğer bazılarına hücumda bulundukları hikayelere gelince; o, dünyanın alçak emtiası üzerine kendini helake götürenlerin ellerinden çıkan yapmacık işlerdir.

Şu mezhebsizliğe halkı davet edip, Müslümanlar arasında mezheb imamlarının tefrikaya sebeb olduklarını ve müctehidlerin görüşlerinin hilaf-ı hak olduğunu, islamda bugüne kadar olan müctehidlerin tâbi’leri-nin hata üzerine devam ettiklerini iddia eden ve bu iddiayla "Zamanın imkanları üzere öncekiler bilmedi, biz biliyoruz." diyen; nihayete ulaşmış cüret ve tehevvürle sayıklar demektir.» [4]



Dipnotlar :

[1] Bu hadîsi, Taberâni, Râmmehürmizî, Hatîb, ibnu Neccâr, ibni Abbasdan, o da Ali' den tahric ettiler. Taberânî diyor ki: "Ahmed bin îsâ Ebû Tâhir el-Alevî, bu hadiste tekleşti."

Mizân'ın müellifi, Dârakutnî'den naklen dedi ki: “Ebû Tâhir yalancıdır ve hadîsi bâtıldır." Kenz-ul-Ummâl c.10 h.n.29167, 29208, 29488

Hafız ibnu Hacer, Lisân-ul-Mîzan’da diyor ki: «Râmmehürmizî, el-Muhaddis-ul-Fâsilu Beyn-er-Râvî vel'Vâî adlı eserde bu hadîsi ibni Abbas'tan, Ali radıyallahu Teâlâ anhum' dan rivayet etti.

Dârakutnî dedi ki: Ahmed bin îsâ Ebû Tâhir el-Alevî, yalancı ve hadîsi bâtıldır.» Lisân-ul-Mîzan c.1 s,241 isim no.756

ibnu Ebî Hâtem, Kitâbu Cerh-i  vet'Ta’dîl c.1 s.65 isim no.11'de: «Ebû Tâhir el-Alevî, Ahmed bin îsâ bin Abdullah bin Muhammed bin Ömer bin Ali bin Ebî Tâlib'dir. ibnu Ebî Fudeyk ve babasından hadis nakleder. Ebû Yûnus el-Medînî de ondan rivayet eder.» demekle yetinerek cerh ve ta'dilinden sükut etti.

Deylemî de el-Fırdevs bi Me'sûr-İI-Hitab adlı eserinde c.1 s.479 h.n.1960'ta tahric etmiştir.

Hafız Zehebî de Siyeru A’lâm-in-Nubelâ c.12 s.21 isim no.17'de diyor ki: «Ahmed bin îsâ el-Alevî, babasından ve ibnu Ebî Fudeyk’ten hadis nakleder. Ondan da Ebû Yûnus el-Medînî, Muhammed bin Mansûr el-Kufî ve daha başkaları hadis rivayet ederler. Maamâfih, inkar edilecek hadisleri de vardır. ibnu Ebî Hâtem ve Ebû Ahmed el-Hâkim, onu zikrettiler ve onu tadîl bile etmediler.»

Allâme Seyyid Muhammed ez-Zebîdî de ihyâ'nın şerhi ithâf adlı eserinde c.1 s,117'de, naklettiğimizin benzerini naklettikten sonra diyor ki: «Ehli hadis, hadisçilere "halîfe" kelimesinin denilmesinin cevazı üzerine “Allah’ım Benim halifelerime merhamet et = esirge. Halifelerim onlardır ki, hadislerimi ve sünnetimi rivayet ederler ve onu (sünneti - şeriati) halka öğretirler." mealindeki hadisle istidlal ettiler.»

Herhalde Şeyh Aliyy-ul-Kârî  bunu nazar-ı itibara almıştır.

[2]Hafız Irâkî ihyâ c.1 s.21’in dipnotunda diyor ki: «Bu hadisi ibnu Abdilberr, ilim'de; Herevî, Zemm-ul-Kelam'da, Hasen'in hadisinden rivayet ettiler.

Denildi ki: "Bu, Hasen bin Ali radıyallahu anhumâdır."; denildi ki: "ibnu Yesar el-Basrî'dir." Binaenaleyh bu hadis mürseldir. ibnu Sünnî, Ebû Nuaym, Riyâdat-ul-Muteallimîn adlı eserde, Hazreti Ali'nin hadîsinin benzerini tahric ettiler.»

Hafız Zebidî diyor ki: «Ve Herevî, Zemm-ul-Kelâm’da bu hadisi Amr bin Ebî Kesir' den tahric etti. Herevî dedi ki: “Amr bin Ebî Kesîr, Ebî Ala'den, o da Hasen bin Ali'den, o da Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem'den: …  buyurdu."

Binaenaleyh Herevî bu hadîsi muttasıl olarak tahric etmiştir. Fakat ibnu Abdilberr: "Bu hadis Hasen Basri'nin mürsel hadislerindendir." dedi. Ve bu doğrudur.» İthaf c.1 s.117

[3] makalatu’l kevseri  s.92 ,94

[4] makalatu’l kevseri  s.94,95,119,135,138,274 ‘den iktibas edildi.


İktibas : Merhum Nakşi Şeyhi İsmail çetin Rahimehullah - Şerh-i Mişkat Cilt : 1 Sahife 238-242
Devamını Oku »

Dikkat! Âmentümüze, İslâm’ın temellerine saldırıyorlar

Dikkat! Âmentümüze, İslâm’ın temellerine saldırıyorlar
Tarihin silbaştan yeniden yapıldığı zorlu bir süreçten geçiyoruz.

Bütün büyük doğumlar büyük sancıların çocuğudur.

Tarihi, fikir, oluş ve varoluş çilesi çekmeyi göze alan, bedel ödemekten kaçınmayan toplumlar yapar.

SELÇUKLU MAYASI VE OSMANLI RUHU, KÜRESEL BARIŞ YURDU KURDU

Anadolu, işte böylesi bir çileyle yoğruldu.

O yüzden Anadolu'ya ekilen Selçuklu mayası tuttu.

O yüzden Anadolu'da yeşertilen, hakikatten süt emen, Hakikat'in “çocukları” Mekke'den ve Medine'den beslenen, esinlenen, kendini her şeyden önce Devlet-i Âliyye-i Muhammediye olarak gören, hâdimü'l-harameyn olarak nefes alıp veren Osmanlı ruhu, Anadolu'da hayat buldu, Anadolu'da hayat oldu ve dünyaya Anadolu'dan hayat sundu.

Dünyada gerçek anlamda küresel adalet ve barış düzenini, küresel Dâru's-Selâm'ı (Barış Yurdu'nu) ve Dâru'l-İnsan'ı(İnsanlık Yurdu'nu) Osmanlı kurdu.

Özetle Selçuklu'nun ve Selahaddin'in çocuklarının ektiği tohumlar, Osmanlı'yla meyveye durdu: Üç kıta, işte ancak o zaman tam altı asır, küresel ölçekte huzura ve sükûna kavuştu. Bu, tarihte ilk ve son defa küresel ölçekte sözkonusu oldu.

Sadece bu gerçek bile, geleceği, geleceğin tarihini kimin, ne'yin, hangi ilkelerin ve ne tür bir medeniyet fikrinin belirleyebileceğini göstermeye çok iyi yetiyor olsa gerek.

ÂKÎDEYİ SARSACAK TEHLİKELİ İŞLER...
İşte tam da bu nedenle, dün Osmanlı'yı durduran ve dünyayı bir asırda -üstelik de özgürlükler, insan hakları ve demokrasi retoriğiyle- cehenneme çevirenler, aynı gerekçelerle çeyrek asırdır Türkiye'yi kuşatıyor, etrafını ateş çemberine çeviriyor, ülkede mezhepleri, hadisleri, Efendimiz'in (sav) konumunu tartışmaya açarak bu Müslüman Omurga'yı birbirine düşürmeye ve içerden çökertmeye çalışıyorlar.

Burada yalnızca Batılıların değil, içerideki Sünnet-i Seniyye ve mezhepleri tartışmaya açan, zihinlerinin çağdaş hurafeler çöplüğüne dönüştüğünü göremeyecek kadar sığlaşan bazı çapsızların ve aymazların da aynı ölçüde sorumlu olduklarını hatırlatmama bile gerek yok.

Ama asıl kavranması gereken mesele şu: İslâm'a karşı İslâm savaşı stratejisini Batılılar geliştirdiler. İslâm'ın terörle özdeşleştirilmesi, “ılımlı İslâm”, “siyasal İslâm” gibi nitelemeleri ve projeleri yine bizzat Batılılar geliştirdiler.

Hadisleri tartışmaya açarak, Hz. Peygamber'in (sav) konumunu sarsma projesini önce iki asır evvelinden Batılı akademide, sonra da medya üzerinden bütün dünya ölçeğinde Batılılar bir proje olarak yine Batılılar geliştirdiler.

Mezheplerin tartışmaya açılması projesi de yine önce Batılı akademyanın, sonra da Batılı medyanın ve siyasanın geliştirdiği bir projedir.

Hedef: İslâm akîdesini sarsmak, önce Müslüman entelijansiyasının, sonra da Müslüman halkın zihnini çağdaş hurafelerle doldurmak ve yıkmak, böylelikle Müslüman kitlelerin İslâm inançlarını tarumâr etmek!

MEZHEP ÇATIŞMASI DEĞİL, İKTİDAR SAVAŞI
Tam bin yıl önce Selçuk çocukları Haçlılarla, Selahaddin çocukları da daha çok Mısır'dan Tunus'a kadar fitneci Şia'yla savaştı.

Burada Şia'yla savaşta, mesele, mezhep meselesi değil, iktidar meselesiydi. Üstelik de Moğol ve Haçlı saldırılarıyla boğuşulurken, Müslümanların birliğinin, dirliğinin önünde takoz gibi duran Şia / Fars tehdidiyle ve fitnesiyle savaşılmak zorunda kalınmıştı.

Ayrıca İslâm tarihinde mezhep savaşı gibi görünen çatışmalar, aslında, temelde, siyasiydi ve iktidar çatışmalarıydı.

İSLÂM'I, EHL-İ SÜNNET OMURGA AYAKTA TUTTU
Kritik soru şu: İslâm dünyası, Şia üzerinden birleştirilebilir miydi? En fazla % 10 oranında olan bir aktör, İslâm dünyasını elbette birleştiremezdi!

O yüzden ana Omurga'nın güçlendirilmesi gerekiyordu: İşte Ehl-i Sünnet Omurga, bu hem tarihî hem de akîdevî gerekçelerle tahkim edilmek zorundaydı.

Selçuk, Selahaddin ve Osman çocukları tam da bunu yaptılar: Bin yıl önce, İslâm dünyasını Ehl-i Sünnet Omurga üzerinden akîdevî, fikrî ve siyasî olarak birleştirecek üç sarsılmaz sütun diktiler. İşte bu üç ana sütun, bin yıl İslâm dünyasının iç ve dış saldırılardan korunmasının garantisi oldu.

Bugün de bin yıl sonra yaşadığımız ikinci büyük medeniyet krizinde benzer sorunların yaşanıyor olması oldukça dikkat çekici.

Bin yıl önceki gibi 100 yıldır, Batılıların kuşatması altında İslâm dünyası.

Yine bin yıl önceki gibi, Müslümanların birlik, dirlik ve kardeşliklerinin teminatı akîdevî, fikrî ve siyasî üç ana sütun yıkılmaya çalışılıyor.

Hz. Peygamber'in konumunu sarsacak tartışmalar da, mezhepleri yoksayan tartışmalar da akîdeyi, fikrî temelleri ve siyasî bütünleşme zeminini yerle bir etmekle sonuçlanacak tehlikeli tartışmalar.

Hz. Peygamberi (sav) devre dışı bırakırsanız, din kısa devre yapar: Önüne gelen, dini kafasına göre yorumlar ve ortaya sahte bir din çıkar.

MEZHEPLER, DEĞİŞKENLERİN SÂBİTELERİ YUTMASINI ÖNLER
Mezhepleri kaldırıp atarsanız, mezhepsizlik tek din olur: Ortaya kelle sayısı kadar Kur'ân, kelle sayısı kadar İslâm çıkar! Herkes din'e uyacağına, kafasına göre din uydurur. Protestanlığın tarihine bakın göreceksiniz bu ürpertici gerçeği.

Şunu üç temel gerçeği iyi bileceksiniz:

1-Mezhepler, değişkenlerin, sâbiteleri yutmasını önler.
2-Mezhepler, değişkenlerin, sâbite'ler tarafından yorumlanmasını mümkün kılar.
3-Mezhepler, değişkenlerin, sâbite katına yükseltilmesinin önüne set çeker.

Özetle: Hadislerin, mezheplerin tartışılmaya açılması, Müslüman toplumlarda Müslüman Omurga'nın çökertilmesini hedefliyor. Müslüman Omurga'nın korunması, ancak akîde, fikir ve siyasî bütünlüğün teminatı Ehl-i Sünnet Omurga'nın korunmasıyla mümkün olabilir.

Ehl-i Sünnet Omurga çökerse, Müslümanların birlik hayalleri de suya düşer. Dolayısıyla tarihin yeniden yapıldığı bir süreçte, Müslümanların tarihin yapılmasında kilit rol oynamaları aslâ mümkün olamaz.

Elbette ki, mezhepçilik yapmayalım. Ama mezhepsizliğin tek mezhep hatta kaçınılmaz olarak din katına yükseltilmesine de aslâ gözyummayalım. Yoksa önüne gelen dini kafasına göre yorumlarve ortada hiç bir muhkem ortak payda kalmaz. Benden uyarması...



Yusuf Kaplan
Devamını Oku »

Ehli Sünnet vel Cemaat Hak Yol Üzerindedir

Ehli Sünnet vel Cemaat Hak Yol Üzerindedir

İsrâil oğullarının başına zaman zaman gelen belalar ~iki ayak­kabının birbirine hizâdarlığı gibi- ümmetimin başına da gelecektir. Şayet onlardan biri alenen anasına gelmişse, ümmetim de o İşin aynısını İşleyecektir. Şübhesiz İsrail oğulları yetmiş iki millete ay­rıldı. Halbuki ümmetim de yetmiş üç millete ayrılıp parçalanacaktır. Hepsi ateştedir, bir tek millet müstesnadır.”

Ashab: "Bunlar kinlerdir ya Rasûlallah?" dediler.

“Beytim ve ashabımın üzerinde olduğumuz şey(itikad, amel ve ahlak)dır.” buyurdu.

İttiba' Ehli Sünnetedir' adlı eserde, bu hadîs-i şerifin üzerinde durulmuştur. Denilebilir ki bu eserimiz, sadece bu hadîs-i şerifin şerhidir "Ehli Sünnetin Nazarı" adlı eserimiz, sadece Ehli Sünnet vel-Cemaat- itikadının zabtedilmesi üzere yazıldığı için, bu meselede yine bu hadîs-i şerifin üzerinde duralım.

1-Zaman zaman riyâset, şöhret, servet, şehvet puttan insanların ruhlarına hükümran olmuştur.

Allah Teâîâ bu nimetleri bazı kullarına vermiştir. Kimisi, bunların emanet ve Allah Teâlâ'dan bir nimet olduğunu idrak etmiş, herhangi bir peygamberin davetine ulaştığı veyahud davetin ona ulaştığı zaman da, peygamberlerin davetine icabet etmiştir. Bu icabetle şereflenen insan­lara Ehli Tevhîd ve İslam milleti denilir. Din de budur. Mûsâ aleyhiselam'ın, İsâ aleyhisselâm'ın, Dâvûd aleyhisselâm'ın ve Hazreti Muhammed sallallâhu aleyhi ve sellem'in daveti de bu dînedir.

“Gerçekte Allah nezdinde (Allah Teâlâ'nın hoşnut olup kabul edece­ği) din İslamdır..." [Âli imrân/19]

Dikkat edilirse, 'el islamu' kelimesi, ma'rifedir. Yani din = millet, Allah Teâlâ'nın peygamberlere bildirmiş olduğu ve yüz yirmi dört bin pey­gamberin ittifakla tebliğ ettikleri din, doğrusu onlarca tanınmış olan din, onların tarif ettiği İslamdır. Bunun dışında din diye bir şey yoktur. Bunun dışındaki inançlar, insanların hislerine kapılıp ihdas ettikleri ekollerdir.

İşte bu hisse kapılanlar, Allah Teâlâ'nın bildirmiş olduğu dîni terk ederek, Allah Teâlâ'nın kendilerine vermiş olduğu şöhret, servet riyâset şehvet nimetlerini kendilerinden bilerek put edindiler; ve ona taptılar. Peygamberlerin davetine mukabil isimler buldular; ve anlamsız yahud sahibsîz isimlere taptılar. Böyle olunca yahudi ve hristiyan bilginlerinden birçoğu, reislerinden yahud ellerindeki sen/etten yahud tasladıkları şöh­retten korktular, egoizme girdiler, dinlerini, korktuktan veya sevdikleri kimselerin istek ve arzularına uydurdular. Bu uydurmayla yetmiş iki fırkaya ayrıldılar, ki Allah'ın Rasûtü sallallâhu aleyhi ve sellem:

“Şübhesiz İsrail oğulla­rı yetmiş iki millete ayrıldı.' cümlesiyle beyan buyurdu.

2 -Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem'in vefatından sonra, yine şeytan ve şeytan kalbli insanlar hemfikir olup, Tevhîd dînini yani İslâmî, hevâ ve heveslerine uydurmak istediler. Fakat gerek zalim reisler olsun ve gerek başkaları yani İslam dîninden hariç düşmanlar otsun, Hulefâi Râşıdîn'in hayatında muvaffak olamadılar. Ne kadar saldırdılarsa da ya­hud birtakım yaldızlı ılkaatlarıyla fitne ve fesadı çıkardılarsa da, Tevhîd dinini bozamadıkları gibi, Ehli Tevhidi de Tevhitden uzaklaştıramadılar. Çünkü ashab ve tâbiîn, tebe-i tâbiin; Hulefâi Râşidîn'in anlayışlarıyla ve ashabdan fakih olanların istınbaî ve ictihadlarıyla ‘ amel ettiler. Benliklerini, onların benliklerinde yok ettiler. Doğrusu, benliklerini ortadan kaldırıp halkı onlara davet ettiler.

Üçüncü asrın sonlarından itibaren bugüne kadar, Ehli Tevhidi, tevhidden ve İslamdan uzaklaştırmaya çalıştılar. Derken Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem'in buyurduğu gibi, onun ümmeti de yetmiş üçten fazla fırkalara ayrıldılar. Onun buyurmuş olduğu gibi de oldu. Nitekim bunu da  “Halbuki ümmetim de yetmiş üç millete ayrılıp parçalanacaktır." cümlesiyle beyan etti.

Görülmez mi, bugün müslümanlar, yahudi ve hristiyanların Örf ve âdetlerine uymaktadırlar. Onları örnek almaktadırlar, işte Örnek alanlar ve almayanlar arasında büyük bir mücadele meydana gelmiştir. Fakat işin kökü, yine de riyâset ve servete göz dikmekten başka değildir.

Tefrikaya düşenler, kök itibarıyla yetmiş üç, teferruatıyla üçyüz küsur fırkanın hepsi ateştedir, biri müstesna. O da Rasûlullah'ın tarif bu­yurduğu üzere, ashab, tâbiîn ve tebei tâbiînce ma'rûf olan Ehl-i sünnet Cemaattir. Yani, ashabın ve ashabın ardınca gidenlerin itikadında, ahlakında olup, onlar gibi ibadet edenler, yasaklardan sakınanlardır.

Bu cemaat müstesna olmak üzere, bunlardan başkası, hepsi ateştedir. Nitekim bu da “Hepsi ateştedir, bir tek millet müstesnadır.” ifadesiyle buyrulmuştur. “Ateştedir" kelimesi, ebediyetle kaydedilmediği için, birçok ehli ilim dediler ki: Ateşe girenler de iki kısımdır:

Birincisi, Tevhid ve inancını bozmaksızın, iç ve dış düşmanların ilkaatına kulak verip, yahudi ve hristiyanlara örf ve âdette uyup günah işle­yenlerdir. Bunlar muvakkat olarak ateşe girecekler; ya şefaatle yahud mücerred afuv-u İlâhîye ile ateşten çıkacaklar veyahud cezalarını çek­tikten sonra çıkacaklar. Bunlar dahi Ehli Sünnetten sayılıp, islâmın sapık kolları yani kebâir işleyen; yahud bid'ate dalıp, bid'atiyle tekfir edilme­yen müslümanlardır.

İkincisi, Tevhidde bile gayrı müslimlerin telkin ve ilkaatlarına aldanıp imanını kaybedenlerdir. İşte bunlar ebediyen ateşte kalacaklardır. Hakîkî cehennemlikler de bunlardır. Bunlardan bir kısmı, İslam dînini reddet­mekle; bir kısmı, istihlâl-i ma'siyet yani Allah Teâlâ'nın yasaklarını helal saymakla; bir kısmı da istihfaf, yani şer'î hükümleri hafife almakla, iman­la şereflendikten sonra tekrar küfre dönenlerdir. Allah Teâlâ bütün müslümanları bundan korusun.

Demek, Ehli Sünnet velCemaate düşmanlığın iki sebebi vardır:

Birincisi, riyâset, servet ve şöhret gibi istek ve arzulara göz dikerek, Ehli Tevhidi kendilerine uydurmak arzusudur. İşte bu arzu kendilerinde hükümran olanlar, fitne fesadı çıkarırlar, müslümanları birbirine düşürür­ler, hak mezheblere saldırırlar, ashab, tâbiîn ve tebei tâbiînin ölçülerini ortadan kaldırıp benliklerini ve ölçülerini ortaya koyarlar. Ekseriyet bu fitneciler, İslam kisvesiyle müslümanlara saldırırlar. Nitekim Havâricîler bu kisveye bürünerek Şîr-i Hudâ Hazreti Ali kerremallahu vecheh ve anhu'nun karşısına geldiler. Kendilerini hak üzerine ve Pey­gamber sallallâhu aleyhi ve sellem'in maiyetiyle üstün şerefi kazanan Hazreti Ali radıyallahu anhu'yu bâtıl üzerine gördüler. Şuursuz insanlar her zamanda böyle yaparlar.

İkinci sebebi, gayrı müslimin debdebelerine, hayat ve felsefelerine, fen ve sanatlarına, istidrac mesâbesinde olan terakkiyelerine göz dikip, kısmen veya büsbütün Allah Teâlâ'nın insanlara sevk etmiş olduğu dîni = kanun ve nizamlannı ortadan kaldırıp, beğendikleri nizam ve kanunları ortaya koyarlar. Bunlar da, müslüman görünen fâsıklardır veya kafirler­dir. Bunlar dahi İslam fikriyle yani "Müslümanım" demekle fitne ve fesadı çıkarırlar.

İşte bu iki sebebden dolayı Ehli Sünnet velCemaate saldırırlar. Bu saldırı, Hazreti Osman radıyallâhu anh'ın zamanından başlayarak ve şimdiye kadar devam etmektedir. Demek Ehli Sünnet vel-Cemaatten olmayanlar veyahud Ehli Sünnet vel-Cemaatten olup cehalete sapla­nanlar, Selef-i Sâlihîne saldırırlar. Böyle saldırıcı kim olursa olsun, Ehli Sünnetten ayrılmıştır. (1)

Şu bir kaidedir: Bir fikri ortadan kaldırmak için, mutlaka başka bir fik­ri yerine getirmek gerekir. Elbette Ehli Sünnet vel-Cemaatin itikadını orta­dan kaldırmak için, müslümanlardan sapık kollar da, bazı düsturları, kai­de ve usulleri ihdas etmişlerdir. Müslüman her zaman uyanık olmalıdır.

Ehli Sünnet vel-Cemaat denildiği zaman, Eş’arîler ve Mâturîdîler kasdedilir. Nitekim Hayâlî, Şerh-ul-Akâid'in hâşiyesinde diyor ki: «Bizim diyarımızda, Horasan'da, Irak'ta, Şam'da Ehli Sünnet velCemaate Eş'arî denilir. Bunlar Ehli Sünnet vel-Cemaattir. Maverâunnehir ve birçok ülke­lerde ise, Ehli Sünnet vel-Cemaate Mâturîdî denilir. Mâturîdîlerde, İmam Ebû Mansûr'un ashabıdır. Bu iki taife arasında, tekvin ve başkası gibi bazı meselelerde ihtilaf olunmuştur.» Kestelî de buna ilaveten şöyle der: «Horasan, Irak, Şam ve birçok ülkelerde, Ehli Sünnet vel-Cemaate Eş'arî derler. Eş'ariler de, Ebu-l-Hasen el-Eş'arî'nin ashabıdır. İlk kez muşârun ileyh, Ebû Ali el-Cebbâî'ye muhalefet ederek, mezhebinden Ehli Sünne­te, doğrusu Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem'in sünnetine dönmüştür. Bu takdirde Ehli Sünnet vel-Cemaat, ashâb-ı kiram radıyallâhu anhum'un yolu demektir. Ki Maverâunnehir'de bunlara Mâturîdî denilir.»

İmam ibnu Subkî, Şerh-u Akîdet-i ibn-il-Hâcib adlı eserinde diyor ki: «Ehli Sünnet vel-Cemaat, bir tek akîde üzerinde ittifak ettiler. Allah Teâlâ' nın hakkında vacib, caiz ve muhal olan sıfatlarda ihtilaf etmediler. Ancak bu itikada ulaşabilecek bazı meselelerde ihtilaf ettiler. Yani delillerde ihtilaf ettiler.

Uzun araştırmadan anlaşılıyor ki, Ehli Sünnet velCemaat üç taifedir:

Birincisi, ehli hadistir. Bunlar, sadece Kitab ve sünnete dayanırlar; bundan başkasına iltifat etmezler. Bunların delilleri, Kitab, sünnet ve içmâı ümmettir.

İkincisi, fikir, sanat ve aklî delillerle meseleleri muhkemleştiren taifedir. Bunlara Eş'arî ve Hanefî denilir. Eş'arîlerin imamı, Ebu-I-Hasen el-Eş'arî; Hanefîlerin imamı ise, Ebû Mansûr el-Mâturîdî'dir. Bunlar aklî delillerde ve maksadlarda müttefiktirler. Sem'î delillerden aklın mümkün gördüğü meselelerde de müttefiktirler. Ancak maksad olan bazı itikadî meselelerin delillerinde, mesela tekvin ve taklid meselelerinde ihtilaf ettiler.

Üçüncüsü, keşif ve ehli vicdan taifesidir. Bunlara söfiyye denilir. So­filer de bidayette, ehil nazar ve istidlal, yani Eş'arî ve Mâturîdîler gibi­dirler,. Nihayette ise, keşif ve ilhamla hükmederler.»

Hafız Zebîdî diyor ki: «Malum olsun ki, İmam Ebu-l-Hasen ve İmam Ebû Mansûr radıyallâhu anhumâ, İndî meselelerden son derece sakın­dılar. Bir bid'ati ihdas etmediler. Mezhebleri, ashab, tâbiîn ve tebel tâbiî- nin yolundan ayrılmamıştır. Bilakis Selefin itikadlarını, aklî ve naklî delil­lerle esaslaştırdılar. Mesela İmam Eş'arî, İmam Şâfiî'nin görüş ve ictihadlarını, açık nasslarla teyld ederek mezhebine yardım etmiştir. İmam Mâturîdî ise, aynı yolla İmam Ebû Hanîfe'nin mezhebini aklî ve naklî delillerle takviye etmiştir. Her ikisi de ehli bid'atle savaşmışlar; ve Allah Teâlâ onları muvaffak kılmıştır. Filhakîka cihadın aslı da, bunların yaptık­ları cihaddır. Bu takdirde bunlara intisab, ashab, tâbiîn ve tebei tâbiîne intisabdır. Bunlara bağlanmak, onlara bağlanmaktır. Nitekim Izzeddin Abdisselam diyor ki: “Şâfiîler, Mâiikîler, Hanefîlerin kısm-i a'zamîsi ve Hanbelîlerden ehli fazîlet, İmam Eş'arî'nin itikadı üzere icmâ' ettiler. Ni­tekim imam Eş'arî'nin muasırlarından Ebû Amr-u ibn-ul-Hâcib, Mâlikî ol­duğu halde ve Hanefîlerin şeyhi olan Şeyh Cemâleddîn de Hanefî oldu­ğu halde, Eş'arî'nin itikadı gibi eser yazdılar.” İmam Takyeddîn İbnu Subkî, ibnu Abdisselâm'ın bu naklini tasvib etmiştir.»

Onların zamanından şu ana kadar, onlardan hiçbir âlim, hiçbir âlimi tekfîr, tebdî' ve tefsîk etmemiştir. Bu da onların hak yol üzerinde olma­sına delildir.

İmam Takyeddîn-is-Subkî, nazmen ve neşren yazmış olduğu "Ehli Sünnet Arasındaki İhtilâfî Meseleler" risâlesinde şöyle der: «En faydalı ilim, Kur'an, sünnet, fıkıh, usûl-u fıkıh ve nahuv ilimleridir. Bu iiimieri, akidesi sağlam, kelam ve Yunan felsefesinden ictinab eden zevattan öğrenmelidir. Aslında kelam ve Yunan felsefesi gibi zarar veren hiçbir ilim yoktur. Hakîkatte ikisi de birdir; İlâhî ilimlerdir. Ancak Yunanlılar, ilâhiyat ilimlerini mücerred akıllarından çıkarmaya çalıştılar. Ehli kelam ise, hem akıl ve hem nakil yoluyla çıkarmaya çalıştılar. Ehli kelam da, üç fırkaya ayrıldı. Birincisine, akıl ciheti galebe çaldı. Bunlara Mutezile de­nilir. İkincisine nakil tarafı galebe çaldı. Bunlara Haşeviyye denilir. Üçün­cüsü, aklı ve nakli bir arada tutarak, akıl yoluyla nakilden, yeril yerinde delilleri çıkarttılar, işte Ehli Sünnet velCemaat de bunlara denilir. Ashâb-ı Kiram, tâbiîn ve müslümanların kısm-i azamîsi bu itikaddadırlar. Mutezililer, üçüncü asrın başlarında devlet mekanizmasını ele geçirdi­ler. Halîfe ve padişahların gazabî kuvvetlerini tahrik ettiler. Onlarla Eş'a-rîler arasında birçok nizâlar meydana geldi. Onlar, Yunan felsefesine dayanarak aklî delilleri muhkemleştirdiler. Eş'arîler ise Kitab ve sünnete dayanarak aklî delilleri muhkemleştirdiler. Kitab ve sünnet üzere işi tesis ettiler. Adaletle hükmettiler. Mu'tezileler, Yunan felsefesine hayran kal­dıklarından dolayı, ümmet İçerisine birçok şerleri, fitne ve fesadı soktu­lar.Haşevîlere gelince, bunlar da rezil ve cahil bir taifedir.

İmam Ahmed'e nisbet edilirler, imam Ahmed bin Hanbel, onlardan beridir. Bunla­rın İmam Ahmed’e nisbet edilmesinin sebebi de, İmam Ahmedin, Mute­zilenin zulmüne karşı baş kaldırarak, işkencelerine tahammül gösterme­si ve delillerini reddetmesidir. Haşevîler, Imam'ın bazı sözlerini nakle­derler; cehaletlerine kapılıp kötü itikadları yayarlar. Her sonra gelen, Ön­cekisine uyup gidiyor. Şu ana kadar onlar içerisinde muayyen bir imam yoktur. Bunlar devlet reislerine tâbi' olurlar. Matteessüf bazı Şâfiîler, bazı ehli hadis, onların dalâletine girmektedir. Bunun için Ibnu Asâkir, böyleleri meclisine sokmaz; ve tâbi'lerini onlardan sakındırırdı.»

İmam Takyeddîn-i Subkî'nin naklinden anlaşıldığı üzere ve şu anda müşahade ettiğimiz gibi, tahrifçilerin kısm-i â'zamîsi, Avrupa ilimlerine hayran kalarak, felsefî, mücerred aklî görüşlerle yola çıkmaktadırlar. Neredeyse ayet ve hadisleri, zan ve tahminlerine uydurmaya çalışırlar. Diğer bir takım, bunlara karşı çıkarak, ayet ve hadis meallerini zâhirine hamledip müslümanların itikadını bozmaktadırlar. İşte Ehli Sünnet vel- Cemaatin bu iki yoldan da sakınmalarından dolayı, dâhilî olarak da bunlar düşmanlık yaparlar. Gavurların müslümanlara saldırmaları bir taraf, bunların saldırmaları bir taraf... Onun için bu eserde, Ehli Sünnet vel-Cemaatin haricinde yetmişten fazla sapık itikadları nazar-ı itibara alarak, Ehli Sünnet velCemaatin yolunu tesbit etmeye çalıştım.

Ebû Bekr-il-Varrâk, va’zederken bir adam soru sormuş; "Bunu bil­miyorum." deyince, soru sahibi: "Bilmiyor musun, minbere çıkmakla in­san yükselmez." demiştir. Bunun üzerine Ebû Bekr-il-Varrâk kuddise sırruh da: "Bilgim nisbetinde şu minber kadar yükseldim. Eğer cehaletimin nisbetinde yükselseydim, göklere kadar çıkardım." Evet, fakir de, ilmi nisbetinde Ehil Sünnet velCemaatin görüşlerini ortaya koymuştur. Eğer cehlim nisbetinde ortaya çıksaydım...

Hâsılı, Ehli Sünnet velCemaate, sapıkların düşmanlığının yegâne sebebi, tatbîk-i islamdan aciz kalmalarıdır. Onların acizlikleri, onları sev­giden çevirip düşmanlığa saptırmıştır, önüne gelen kitab yazar; karalar, çizer. Kimisi "bilim adamı" der; kimisi "ayet, hadis" der. Buna çok dikkat çekmeliyiz. Ehli Sünnet vel-Cemaatin itikâdî ve amelî ölçüleri, tevâtür senedlerle zamanımıza ulaşmıştır.

Fırka-i Nâciye de, Ehli Sünnet vel-Cemaattir. Allah'ın Rasûlü sallallâhu aleyhi ve sellem, bu fırkayı:

 “Benim ve ashabımın üzerinde olduğumuz şey (itikad, amel ve ahlak)dır.” cümlesiyle beyan etmiştir, Ashâb-ı kirâmın itikadı, ahlakı üzere olup, ma'rûfu emreden, münkerattan sakındıran ve kebâir-i terk eden, onlar gibi ibadet eden, Ehli Sünnet vel-Cemaattir.

Onların yolunda olmak farzdır, işte bu itibarla İbrahim Hakkı şöyle dedi;

Hep ashâb-ı güzîn u tâbiîn u müctehidînin
Ne ki var Ehli Sünnet vel-Cemâat cümle Ehlullah

Tüm ashâb-ı güzîn, tâbiîn, müctehidler, hepsi, Ehli Sünnet velCemaattir; Allah'ın dostlarıdırlar.

Kamûnun i'tikâdı bu yüzon beyt içre bil Hakkı!.

Budur hak mezheb ancak bunda sâbit eylesin Allah

Ey Hakkı!.. Artık onların itikada dair ölçülerini, yukardaki yüzon beyt içerisinde bil.Budur hak mezheb. Allah Teâlâ bizi bu itikad üzere sabit etsin.

İbnu Abdilberr'in Câmiu Beyân-il-İlmi adlı eserinde, İbnu Esîrin Câmiu-I-Usûl adlı eserinde tahric ettikleri bir hadîs-i şerifte İbnu Mes'ûd radıvallâhu anh şöyle buyurmuştur:

“Kim bir âdeti yol edinmek isterse, vefat edenin yolunu yol edinsin. Çünkü muhakkak diri üzerindeki fitneden emin olunmaz.Onlar (ölüler) Muhammed sallallâhu aleyhi ve sellem'in ashabıdırlar. Bu ümmetin en üstünleridirler. Kalb olarak en doğrudurlar. İlim olarak en derindirler. Zorluğa en az katlananlardır. (Yani, ibadetleri, yemek içmek gibi tabiî; ve başkalarının vebali altına çok az girenlerdir.) Allah Teâlâ onları Nebîsi sallallâhu aleyhi ve sellem'in sohbetine ve dînini ayakta tutturmaya seçmiştir. Öyleyse onların şereflerini biliniz. İzlerine tâbii olunuz. Gücünüz yettiği kadar ahlak ve sîretlerine tutunun. Şübhesiz onlar dosdoğru hidayet üzerindedirler.”

İbnu Mes'ûd'un bu sözü, Rasûl-u Muhterem (a.s)'ın: "Ashabımın şerefini koruyun.” sözünün tefsiridir.

Veyahud “Benim ve ashabımın da üzerinde bulunmuş olduğu şey(itikad, amel ve ahlak)dir." cümlesinin tefsiridir.

Ebû Dâvûd, Tirmizî, İbnu Mâce ve İmam Ahmedin tahric ettikleri bir hadiste İrbad bin Sariye radıyailâhu anh şöyle anlatır;

Nebi sallallâhu aleyhi ve sellem, birgün bize namaz kıldırdı. Sonra yüzüyle bize yöneldi. Bunun üzerine en açık bir sûrede öğüt verdi. Ondan benizler sarardı, gözler yaşardı, kaibler korktu. Bir adam: "Ey Allah' ın Rasûlü, sanırım ki şu öğüdünüz, vedalaşmanın öğüdüdür. Ne gibi tavsiyelerde bulunursunuz bize?” dedi. Bunun üzerine şöyle buyurdu:

“Size Allah Teâlâ'dan korkmayı, habeşî bir köle olsa dahi (âmi­rinize) kulak vermeyi ve boyun eğmeyi tavsiye ederim. Gerçek şu ki, Benden sonra sizden yaşayan, elbette birçok ihtilafları görecektir. Bu takdirde size Benim sünnetim ve Benden sonra rüşd ve hidayet yolunu gösteren halîfelerimin sünneti gerek; ona tutunun, (aç kimse bütün dişleriyle ekmeğe sarıldığı gibi) sımsıkı sarılın.. Sizi yeni çıkan modalardan sakındırırım. Çünkü yeni çıkan her moda bid'attir. Ve her bid’at dalâlettir.”

“Bütün dişlerinizle ısırın.” cümlesi, istiare olarak beyan buyrulmuştur. Yani: “Aç bir kimse, elleriyle, dişleriyle, ruhen ve bedenen yiyeceğe yapıştığı gibi, ashabdan sonra gittikçe kıtlık başladı­ğında, sizler de sünnetime ve Huiefâi Râşidîn'in sünnetine yapışın, tutu­nun. Bunu “Külliyyetiniz ile ona tutunun.” diye tercüme ediyoruz. Demek, ashab, tâbiîn ve tebe-i tabiînden sonra, din kıtlığı gittikçe artar. Din kıtlığı arttıkça, emr-i Nebevî üzerine Hulefâi Râşidîn’in sözüne yapışmamız vacib olmaktadır. Evet, itikadlarını kendimize ölçü ederiz. Onlardan ayrıl­mayız. Şereflerini koruruz. Ehli Sünnet vel-Cemaatin bâriz alâmeti bun­lardır.

Yukarda anlatılan esaslara uygun ve gerçek ittibâa başlayan kim­seye, dînin ikâmesi yoluna baş koyduğu için, dîni reddeden kafirler yahud dîni hafife alan müslümanlardan sapık kollara girenler veyahud âdetâ gayrı müslime dellailık yapan ve masiyeti helal sayan kimseler, düşmanlıklarını izhar ederler. Demek Ehli Sünnet vel Cemaate düşman­lığın altı sebebi vardır:

Birincisi, ashâb-ı kirâmı hayrla yad etmek ve hatalarından sükut et­mek; yahud da onların hiçbir hatasını görmemektir. Bu, kafirlerin ve zayıf imanlıların gözünü çıkarır.

İkincisi, gayrı müslimlerin örf ve âdetlerini terk etmektir. Haliyle onla­rın örf ve âdetlerini terk eden ve dünyevî debdebelerine göz dikmeyen, kafirlere hedef olmuş olur.

Üçüncüsü, mezheb İmamlarına saygı göstermek yolunda gitmektir. Kendilerinde benlikleri hükümran olanlar, nefslerini imamlarının yerine koyarak, indî ve felsefî ictihadlarına müslümanları davet ederler. Davala­rına icabet etmeyenlere kinlerini izhar ederler.

Dördüncüsü, emr-l ma'rûf ve nehy-i anil-münkeri tebliğ etmektir. Ehli Sünnet vel-Cemaat, takvâyı, doğru itikadı tebliğ ederlerken, her hususta menhiyata dalmış kimseler, onlardan hased ederek kinlerini izhar eder­ler.

Beşincisi, sadece dört mezhebe ittibâ1 etmektir; müslümanların vah- detini temin eden de, dört mezhebe ittibâ'dır. Müslümanların manevî olan İlâhî desteğinin, nusret ve yardımının, vahdetle meydana geldiğini kendileri de bilirler. Bunun için iki müslüman sevgi ve şefkatle biraraya geldi mi, gayrı müslim mutlaka saldırırlar. Onları razı etmek isteyen mü­tefekkirler, bilerek veya bilmeyerek onlardan aldıkları zehirli soruları, müslümanlar arasında yayarlar ve vahdeti bozarlar. Hâsılı müslümanla- rın biraraya gelmeleri, kafirlerin müslümanlara karşı cebhe almalarına sebebiyet verir.

Bu takdirde müslümanlara, İlmî ve aklî, felsefî sorular sorarlar. He­nüz nefsin ilkaatından kurtulmayan mütefekkirler, onlara cevab vermeye kalkışırken, bilmeyerek birçok hadisleri; veyahud bilerek birçok hüküm­leri inkar etmeye başlarlar. Onlara atacakları sapan taşları, haliyle müs­lüman kardeşlerine dönmüş olur. Bu da Allah Teâlâ'nın sevgisini, Rasûlullah'a ittibâı bozduğu gibi, mü'minler arasındaki eminlik ve sevgi bağlarını kırar, işte bu kırgınlıktan kafirler hoşlanır.

Akıllı müslüman, düşmanın rızasını hedef edinemez. Bu hususta en üstün düstur, Allah Teâlâ için sevgi ve Allah Teâlâ için buğzetmektir.

Nitekim Müslim ve Buhârinin tahric ettikleri Enes radıyallâhu Teâlâ anh'tan gelen bir rivayette Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

“Üç haslet kimde bulunursa, imanın tatlılığını bulur:

-Kendisine Allah ve O'nun Rasûlü, başkasından daha sevimli olan kimse;

-Bir kulu severken, Allah'(ın rızasını kazanmak) tan başkası için sevmeyen kimse:

-Allah onu küfürden kurtardığı zamandan sonra, ateşe atıl-maktan tiksindiği gibi küfre dönmekten tiksinen kimsedir.”

Bir şeyi sevmek, diğer bir şeyi terk etmeyi gerektirir. Çünkü iki sevgi bir kalbde birleşmez; gece ve gündüz, küfür ve iman, ateş ve su bir yerde biıieşmediği gibi. Binaenaleyh ya Allah Teâlâ'yı sevmek veyahud gayrını... Ehli Sünnet vel-Cemaat, Allah Teâlâ'nın üstün sevgisini koru­mak istediklerinden; servet, riyâset debdebesinde olanlar, kendilerini sevdirmek ve beğendirmek için saldırırlar.İşte bu saldırıda saldırganlara teslim olmayanlara, küffar düşman olurlar. İmanın temeli, Allah Teâlâ ve O'nnun Rasûlü'nü sevmek ve sevgilerini izhar ederek, başka her şeyi sarfı nazar etmektir.

“İnsan iyiliğin kölesidir.” Gaflete düştüğü vakit,velinimet otan Allah-u Teâlâ'yı unutup, kendisinde nimet gördüğü kimseyi sever. Tıpkı, sahibi zil ile kendisine gıda veren köpeğin, zil sesini duy­makla iştiyak ve arzuları uyandığı gibi, gafil insanlar da, zil mesabesinde olan sebeblerin beraberliğinde görmüş oldukları nimetleri, sebebden zannederler; artık nerede zil varsa, orada yem vardır diye inanırlar. Ki­misi annesini babasını, kimisi soyunu sopunu, aşiretini, devletini, tarla­sını, mağazasını sever, hayatının bizatihi bunlardan olduğunu zanneder, inanır. Köpek zil sesini duyduğu zaman harekete geçtiği gibi, o da bu sebebleri gördüğü yerlerde oynar. İşte bu sevgiyi yıkıp, sebeblerin fâil olmadığına inanmak, imanın ikinci aslı sayılmıştır. Bunu en veciz, mu­kaddes ve geniş manayla “Bir kulu severken, Allah'(ın rızasını kazan­maktan başkası için sevmeyen kimse.” cümlesi ifade etmiştir. Kul için de en zor, Allah Teâlâ için sevgiyi nefsine kabul ettirmesidir. Doğuşuyla birlikte sebebleri e arkadaşlık yaptığından, bu arkadaşlık alışkanlığından kabul ettiremiyor. İşte Ehli Sünnet vel -Cemaat, büyük müctehid, ulemâ ve diri rehberlerinden bu hakikati anlayıp, sebeblere önem vermedikleri için, sebeblere önem verenler, kendilerine düşman olurlar.

Artık Allah Teâlâ'yı sevmenin ve O'nun için mahlukunu sevmenin kaibde yerleşebilmesi için küfürden korkmak gerekir, dolayısıyla kafir­den kaçmak gerekir. Nitekim bu da, “Allah Teâlâ onu küfürden kurtar­dığı zamandan sonra, ateşe atılmasından tiksindiği gibi küfre dön­mekten tiksinen kimse.” cümlesiyle beyan edilmiştir.

Altıncısı, sosyalizm, kapitalizm, demokrasi... hâsılı Allah Teâlâ'nın izin ve düsturlarına dayalı olmayan her hükümden yüz çevirmektir.

Allah Teâlâ'nın şeriatinden, dîninden, doğrusu peygamberlerin bu­yurmuş oldukları şeriatten yüz çevirenler, Ehli Sünnet vel-Cemaatten bu­nu görünce, hevâ ve heveslerine onları döndürmek isterler. Kendilerine uyduramadıktan zaman saldırırlar. Müslümanların birliklerini dağıtmak isteyenler, en çok bu sebebden isterler. Çünkü bunlann kalbleri gafildir; yemlerini sebeblerden inanırlar. Alışmış oldukları hayatı terk etmek iste­mezler. En güzel ifadeyle:

“Rabb’lerini inkar edenlerin misali (şöyledir): ''Onların amelleri (fen,sanat ve felsefeleri) fırtınalı bir günde rüzgarın şiddetle savurduğu küle benzer. Kazandıklarından hiçbir şeyi elde edemezler. İşte bu sapıklığın ta kendisidir.'' [lbrahim/18]

Öyle ya, kalblerinde Tevhid İnancı olmadığı için, huzurdan; aralarında kardeşlik ve Allah Teâlâ için sevgi olmadığı İçin de, bereketten mahrumdurlar. Bu, dünyadaki cezalarıdır. Ahirette de şiddetli azaba duçar olmalarında şübhe yoktur. Müslümanlardan da bir takım, onların hastalıklarına yakalanıp, müslüman kardeş­lerine saldırırlar. Halihazırda müslümanların tefrikaya düşmelerinin sebeblerinden en büyüğü, Allah Teâlâ'nın şeriatinden yüz çevirmeleridir. Halbuki Amentü'de "Ve kütübihi" = Allah Teâlâ'nın kitablarına da inan­dım, deyişimiz: “Allah Teâlâ'nın Kur'an'da beyan buyurmuş olduğu hü­kümlerine, nizamına inandım." demektir.

İşte bu hükmü reddetmeye küfür; kabul edip hafife almaya yahud yasaklarını mübah saymaya yahud emrlerini yasak saymaya, yani istihlâl-i ma'siyete, mürtedlik denilir. Dinden çıkmak... En çok bundan tevbe etmek gerekir. En çok bunda uyanık olmak gerekir. Ateşten tiksindiğimiz gibi küfürden tiksin­memiz gerekir.

Bu itibarla İbrahim Hakkı Hazretlerinin ifadesiyle:

Eğer benden küfür emden hatâen sâdır olduysa

Ben ol küfrün cemîinden berî oldum Livechillah

Eğer benden, kasden veya hatâen küfür sâdır olmuşsa, hepsinden beri oldum; Allah Teâlâ'ya yöneldim.

Dinden çıkmaya sebeb olabilecek söz veya fiilin meydana gelişin­de, tevbe bu şekildedir. Eğer günah; fısk ve isyan ise, tevbesi şöyledir:

Dahi şer'a muhâiifse eğer akvâl u efâlim

Ben anlardan rücu* etdim ve tubtu kurbeten Liltah

Sözüm, fiilim, şeriate muhalifse, ondan pişmanım; döndüm. İbadet olarak Allah'a tevbe ederim. (Ve)

Ne ki kılmış Habîbullah bize tebllğ-i ahkâmı
Kabul etdim anı âmentu Billah ve Hukmillah.

Allah'ın sevgili kulu, Allah Teâlâ'nın ne gibi hükümlerini bizebildirdiyse,Kabul ettim; ona razı oldum. Allah Teâlâ'ya ve hükümlerine ve Peygamberin getirdiklerine inandım.

İmam Ahmed, Müslim ve Tirmizî'nin de Tahric ettikleri Hazreti Abbas radıyallahu anh'tan gelen bir rivayette Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

'Muhammed sallallâhu    aleyhi ve sellem'i Allah'ın elçisi olarak,İslâmî din olarak  ve Allah'ı  Rabb olarak kabul  edip (hükümlerine) ra­zı olan kimse, imanın lezzetini tatmıştır.”

Allah’ım, bunların cümlesine gönül bağladım, razı oldum ve:

Dilim ikrârımı kalbimle tasdîk eyledim candan

Sen'in hıfzında îmânım emânet olsun ey Allah 

Kalbimle candan tasdik ederek, dilimle söylerim.

Allah'ım, bu gönül bağlılığım; tasdik ve itirafım, dönüş ve ibadetle­rim, hepsi, Sen'in hıfzında emanet olsun.

Buraya kadar, bilgim ve gücümün nisbetinde bu kadar yazabildim. Bütün kusur ve taksiratımdan Allah Teâlâ'ya sığınırım. Eğer cehaletim ve cesaretim nisbetinde yazmış olsaydım, bu kitab iki mislini bulurdu. Her hâlukârda hatalarımdan istiğfar ederim. Tâkatim nisbetinde gücümü harcayarak 19741te yazmış olduğum "Ehli Sünnetin Nazariyesi itikadın Ölçüsüdür” adlı eserimi tashih ettim. Tashihimin hitâmı 18.1.1992 ve hicrî 13 Receb 1412 tarihine tesadüf etmiştir. Bazı muasır munakkidlerimin ve Tevhid ilminde aşina olmayan hasedcilerin tenkidlerine mebnî "Ehli Sünnetin Nazarı İtikadın Ölçüsüdür” diye ismini değiştirdim.

Son söz olarak:

Allâhumme Ente Rabbî lâ ilâhe illâ Ente. Halaktenî; ve ene abduke. Ve ene ala ahdike ve va'dike mesteta'tu. Eûzu bike min şerri mâ sana'tu. Ebûu leke bini'metike aleyye ve ebûu bizenbî. Fağfir lî; feinnehu lâyağfir-uz-zunûbe illâ Ente.

(1)Şeyh Zâhid Kevserî Min ibar-it-Târîh-i fi-l-Keydi Lil'İslam adlı risâlesinde, bu hususta birçok örnekler vermiştir. Özeti: “Riyâsete göz dikip, yaptıkları işleri İslâma malederek kusurlarını gizlemek için, İslam dînini değiştirdiler." Ihyâu-I-Ulûm'un şârihi Hafız Zebîdî, İthâf-us-Sâddet-il-Muttakîn adlı eserinin ikinci cildinin mukaddimesinde, bu hususta bir­çok nakiller yazmıştır. Arabî bilen kardeşler, Ehli Sünnet vel-Cemaatin itikadının tamamını orada bulabilirler. Tabiî ki, Şerh-ul-Makâsıd, Şerh-ul-Mevâkıf, Şerh-ul-Akâid ve bunların üzerine yazılan hâşjyeler, Ehli Sünnet velCemaatin teferruatıyla itikadını izah etmektedir.



İsmail Çetin-Ehli Sünnetin Nazarı İtikadın Ölçüsüdür

Devamını Oku »

Allah’ın ipine “hep birlikte” sarılmak

Allah’ın ipine “hep birlikte” sarılmak

Gerek Kur’an, gerekse Sünnet, mü’minlerin birlik ve bera­berlik içinde bulunmasına büyük bir hassasiyet göstermiş, bir­lik ve beraberliğin kaybedilmesi halinde ortaya nasıl bir man­zara çıkacağını çarpıcı ifadelerle dikkatlerimize sunmuştur.

Hepimizin çok iyi bildiği bir ayette, “Hep birlikte Allah'ın ipine sımsıkı yapışın; parçalanmayın. Allah'ın size olan nimetini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşman kişiler idiniz de 0, gönüllerinizi birleştirmişti ve O'nun nimeti sayesinde kardeşleri olmuştunuz. Yine siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi O kurtarmıştı. İşte Allah size ayetlerini böyle açıklar ki doğru yolu bulasınız. ”(Al-i İmran,103) buyurulur.

Burada hep birlikte sarılmamız emir buyurulan “Allah’ın ipi” benzetmesi, Din’in temel kaynağı olan Kur’an başta olmak üzere onun hayat verdiği başka birçok kavramı ifade etmektedir. Elmalılı merhumu dinleyelim:

“(Ayette geçen, “Allah’ın ipi” anlamındaki) Hablullah, Allah Tealaya vuslat sebebi olan delil ve vasıta demektir ki, rivayetlerde Kur’an, taat ve cemaat, ihlas, İslam, Allah’ın ahdi, Allah’ın emri diye tefsir edilmiştir. Bu ayetin cemaat ve içtimaiyyeti emir buyurduğunda şüphe yoktur. Bununla birlikte burada “cemaat”, Hablullah’ın aynısı değil, ona sımsıkı sarılmasının neticesidir.” (Hak Dini Kur’an Dili 2/1153-1154)

Bu ayeti birçok kimse "önce birlik ve beraberlik içinde olun ve sonra hepiniz toptan Allah’ın ipine ‘’sarılın" tarzında anlamakta ise de, Elmalılı merhumun dikkat çektiği gibi bu, hatalı bir anlayıştır. Topluca hareket etmemiz bizi Allah’ın ipine sa­rılmaya götürmez, tam tersine, Allah'ın ipine gereği gibi tutun­duğumuz zaman bir arada ve birlik içinde yaşamanın imkânını elde etmiş oluruz.

Elmalılı merhumun mezkûr ayetin tefsiri sadedinde altını çizdiği "cemaat" kavramı, meselenin özünü oluşturmaktadır. “Allah’in ipi"ne sımsıkı sarıldığımız takdirde oluşacak olan muhkem yapı, itikadımızı da, amelimizi de içine alacak şekilde bütün bir duruşumuzu ifade edecek kadar önemli ve kapsam­lıdır. Mademki Allah’ın ipine sarılmak bizi bir arada yaşamaya götürecektir ve Allah’ın ipine sarılmaktan başka bir seçenek söz konusu değildir; o halde şunu söylemek durumundayız: Eğer bir toplumda fitne, ayrışma ve tefrika varsa, o toplum Allah’ın ipine gereği gibi sarılmamış demektir!

İtikatta Ehl-i Sünnet vel-Cemaat olduğumuzu söylerken aslında bu noktayı dile getirmiş oluruz. Rasul-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz’in ve kutlu Sahabe’nin yolu üzere bulunmak ve on­lardan tevarüs ettiğimiz değerler etrafında "cemaat" halinde, yani "toplanmış" olarak, hep bir arada yaşamak, Allah’ın ipine sarılmanın tabii bir neticesidir.

Burada aklımıza, "Peki Allah’ın ipine sarılmanın yolu-yöntemi nedir?" diye bir soru gelebilir. Bu yerinde sorunun ceva­bını da elbette yine Kur’an ve Sünnet verecektir:

"Allah'a ve Resulû’ne itaatten ayrılmayın ve birbirinizle çe­kişmeyin/ nizalaşmayın; sonra içinize korku düşer ve kuvveti­niz gider. Ve sabırlı olun; çünkü Allah sabredenlerle beraber­dir."(Enfal,46)

Bu ayette birlik-beraberliğin, yani "cemaat" olmanın üç il­kesi verilmektedir:

Birinci ilke, Allah Tealaya ve Rasul-i Ek­rem (s.a.v) Efendimiz’e itaatten ayrılmamaktır. Kur’an ve Sün­net neyi nasıl emretmiş ise onu öylece tutmak, içimizde her­hangi bir sıkıntı duymaksızın “teslim olmak"tır.

İkinci ilke, birbirimizle çekişmemektir. Bundan maksat aramızda çıkabilecek görüş ayrılıklarını birbirimizi hırpalaya’ rak, küstürerek ve birlik beraberliğimize zarar verecek şekilde davranarak çözme yoluna gitmemektir.

Ayette bunun aksini yaptığımız zaman başımıza gelecekler hakkında da son derece önemli bir uyan yer alıyor: Birbiri­mizle didişecek olursak içimize korku düşecek ve gücümüz, kuvvetimiz dağılıp gidecektir. Bu noktada sözü fazla uzatmaya gerek görmüyoruz. Genel olarak dünya Müslümanlanın du­rumuna baktığımızda, küresel emperyalizm karşısında niçin bu kadar pasif, ürkek ve kompleksli bir İslam Dünyası gördü­ğümüz sorusunun cevabı buradadır. Aynı durumun ülkemiz için de söz konusu olmaması, hiç şüphe yok ki, yine yukarı­daki ayetin uyarısına kulak vermemize bağlıdır...

Ve ayetteki üçüncü uyarı: Sabredin! Cemaat (toplum) ha­linde ve birlik-beraberlik içinde yaşarken karşılaşabileceğimiz olumsuz durumlar, çeşitli sıkıntı ve meşakkatler olabilir. Top­lumsal bünyeye fitne mikrobunun bulaşmasına vesile olmak­tansa, sabretmemiz halinde Yüce Rabbimiz, yardım ve lütfuyla bizim yanımızda olacağını beyan buyurmaktadır.

Abdullah bin Ömer (r.a)’den şöyle rivayet edilmiştir: “Ömer (r.a) “Cabiye” mevkiinde bir konuşma yaptı. Bu konuşmasında orada bulunanlara şöyle dedi: “Ey insanlar! Allah Resulü bu­rada şu bulunduğum yerde şöyle buyurmuştu. “Size ashabımı vasiyet ediyorum. Sonra onların ardından gelenleri; sonra on­ların ardından gelenleri. Bir de cemaat olun. Birbirinizden ay­rılmayın! Şeytan bir kişiyle (tek başına hareket edenle) bera­berdir. İki kişiden ise olabildiğince uzaktır. Cennetin ortasında yerleşmek isteyen cemaate bağlı kalsın. ”(Tirmizi,Fiten,7)

Konuyla ilgili olarak zikredilebilecek pek çok hadis-i şerif arasından seçtiğimiz bu rivayet meselenin ehemmiyet ve cid­diyetini yeterince açık bir şekilde anlatmaktadır. Yüce Allah’ın rahmeti de, lütuf ve ihsanı da birlik-beraberlik halinde bulu­nan toplumlaradır.

“Cemaatin anlamı

“Fırka-i nâciye” (Kurtuluşa eren fırka) de denen “Sünnet ve Cemaat Ehli” (veya Ehl-i Sünnet vel-Cemaat”) tabirindeki “Sünnet”in ne olduğu açıktır. Acaba buradaki “Cemaat” neyi anlatmaktadır? Gerek birisini yukarıda zikrettiğimiz hadis­ede, gerekse Akaid kitaplarında sıklıkla geçen bu kavramdan anlamalıyız? Bu sorunun cevabı konumuz bakımından son derece önemlidir.

Genellikle hatalı olarak bu kelime, “insanların ekseriyeti neredeyse orada olmak” ve “hangi esaslar üzerinde toplanmış olurlarsa olsunlar, çoğunluğun yanında yer almak” şeklinde anlaşılır. Oysa bu kelime “hakkın temsilcisi olma”yı ifade et­mektedir. Her ne kadar tarih içinde “Fırka-i nâciye” taraftar- lan genellikle çoğunluğu teşkil etmiş ise de, bunun tersinin vaki olduğu durumlar da yok değildir.

Söz gelımı İslam tarihinde “mihne” diye adlandırılan “Halkul-Kur’an'' fitnesinin ortalığı kasıp kavurduğu dönemde İmam Ahmed b. Hanbel’in tavrında kristalleşen “hak taraftar­lığı” sayıca az bir kesimce üstlenilmişti. Bununla birlikte Ah­med b. Hanbel ve onunla aynı tavrı benimseyenler, “Ehlu’s- Sünne vel-Cemaa” tabirindeki “Cemaat”i oluşturuyordu. Dö­nemin Abbasi hükümdarı mu’tezile inancım benimsemişti ve avaneleri, zulümlerini haklı göstermek için ona şu telkinde bulunuyordu: Ey Mü’minlerin Emiril Sen, kadıların, valilerin, fakih ve müftülerin toptan batıldasınız da Ahmed b. Hanbel mi tek başına hakkı söylüyor?”

Abdullah b. Mes’ûd (r.a), öğrencisi Anır b. Meymûn’a “Ce­maati açıklarken şöyle der: “İnsanların çoğunluğu bugün ce­maatten ayrılmıştır. Cemaat, tek başına da kalsan, benimse­mekten geri kalmadığın “hakka uygun tavır”dır.” Bir diğer ri­vayette, “Cemaat, Allah Tealaya taate uygun olan tavırdır şeklinde nakledilmiştir.(Ebû Şâme, el-Bâ’is, 27.)

“Cemaat” ve “Sünnet” kavramları arasındaki lazım-melzum ilişkisi (bunların birbirini gerektirmesi) de bu noktada karşı­mıza çıkmaktadır. Zira “hakkın temsilcisi” anlamında “cemaat taraftan'' tabiri tek başına kullanıldığında, içinden çıkılmaz bir “görecelikle karşı karşıya gelmemiz kaçınılmazdır: Neye ve kime göre hak?

Ebû Şâme’nin yukanda verdiğim yerde tesbit ettiği gibi “hak”, asr-ı saadette Hz. Peygamber (s.a.v) ve ilk “cemaat” olan Sahabe’nin üzerinde bulunduğu yoldur. Dolayısıyla “Sünnet ve Cemaat Ehli” terkibindeki “Cemaat”, Sahabe cemaatinin ik- tida ettiği “Sünnet”in temsil ettiği değerler manzumesinin ifadesidir ki, bunlar “hakk”ın ta kendisidir. Böylece “hak” kavramının izafiliği üzerine bina edilebilecek iddialar da geçerliliğini yitirmektedir. Bir şeyin hem “hak” olması, hem de herkese göre değişebilen muhtevalara bürünmesi eşyanın tabiatına aykırıdır. Îslamî metinlerde oldukça sık rastlanan “Ehl-i Hak'' tabirinin de bu anlamda “Sünnetin temsil ettiği hakikati idrak edip benimseyenleri anlattığını söyleyebiliriz.

Her bid’at bir tefrika unsurudur

Tabiun döneminde ve sonrasında zuhur eden itikadı fırka­ların, itikadın belirlenmesinde Sünneti ölçü olarak görmeme­leri, dolayısıyla Sünnetle sabit olmuş hususları -çeşitli gerek­çelerle- dışlayarak “nevzuhur” (asr-ı saadette izine rastlanma­yan) itikadı tavırlar benimsemeleri, “Ehl-i bid’at” olarak tavsif edilmelerinin temel sebebidir. Bu bağlamda “bit’at”in “Sünnet” karşıtı bir tabir olarak kullanılmasının esprisi de burada yat­maktadır. Bid’atler üzerine eser yazan ulemanın “bid’at”i, “Hz. Peygamber (s.a.v) ve Sahabe döneminde bilinmediği halde sonradan ihdas edilen şeyler” olarak tarif etmesi boşuna de­ğildir.

Temel itikadı meselelerde Cemaat’in, yani Sünnetin karşı­sında yer alan bu firkalar, tarih boyunca fitnenin ve tefrikanın merkezinde yer almış, İslam toplumunun kan ve enerji kay­betmesine sebep olmuştur. Hz. Ömer’in şehid edilmesiyle baş­layan, Hz. Osman’ın şehadetiyle daha da büyüyerek devam eden toplumsal fitne ve tefrika, Ümmet-i Muhammed’in bu­gün bile ortadan kaldıramadığı ayrışmaları, bölünmeleri ve parçalanmaları netice vermiştir.

Bu noktada çoğunlukla yaşadığımız bir yanılgı haline dik­kat çekmemiz gerekiyor: Bid’at fırkalardan bahsedildiğinde, sadece bin küsur yıl öncesinde kalmış bazı oluşumlardan bahsedildiği düşünülür. Oysa Ehl-i Sünnet çizgiyle, onun ilke ve kabulleriyle bağdaşmayan her oluşum “bid”at” kavramının içindedir ve bugün yaşadığımız pek çok fikrî ve toplumsal ha­disenin doğru açıklaması ancak bu temelde yapılabilir.

Adlarının herhangi bir ideolojik, fikrî, itikadı ya da siyasî çağrışım yapması, Ehl-i Sünnet dışı oluşumların “Ehl-i bid’at” olmasını engellemez. Tıpkı tarih içinde zuhur etmiş Ehl-i bid’at fırkalar içinde iddia ve söylemleri Din’in çizdiği çerçevenin dışına çıkanlar bulunduğu gibi, aynı durum günümüzde de söz konusu olabilir. Dolayısıyla adı ne olursa olsun günümüz Ehl-i bid’atı da iddia ve söylemlerinde hem dünyevî, hem de uhrevî bakımdan bizim için büyük tehlikelerin adresidir.

Ebubekir Sifil-Hikemiyat
Devamını Oku »

Stratejik Olarak Ehli Sünnet Bilinci












Bu çalışmamızın amacı, geleneksel Ehl-i Sünnet’in geleneğini ve kimliğini oluşturan temel karakteristik özelliklerine ve bunların tarihteki işlevlerine çok genel olarak ana hatlarıyla temas ettikten sonra, bu işlevleri günümüzde de sürdürüp sürdüremediğini, mümkün olduğunca nedenlerini belirlemeye çalışarak sorgulamaktır. Başka bir ifade ile Ehl-i Sünnet’in avantaj ve dezavantajlarının, İslâm tarihindeki başarıları ve başarısızlıklarının ana hatlarıyla bir muhasebesini yapıp bundan yola çıkarak on üç asırlık bir tecrübenin ve birikimin ürünü olan bu geleneğin bu gün için taşıdığı potansiyel güç ve imkanları ne derece değerlendirebildiğimizi irdelemektir.

EHL-İ SÜNNET NEDİR?

Genel ve yaygın kanaat Ehl-i Sünnet’in itikâdî bir İslam mezhebi olduğu şeklindedir. Oysa Ehli Sünnet hem tarihte hem de günümüzde bir mezhebi, fırkayı, grubu değil İslam ümmetinin ana gövdesini teşkil eder.  Ehl-i Sünnet teriminin Arapça “Ehlu’s-sünne ve’l-cemâa” şeklindeki asıl orijinal kullanımının anlamı ‘Sünnet ve çoğunluk ehli’ dir. Bu ifadedeki “Sünnet” kelimesi “Hz. Peygamber’in Sünneti” anlamındadır. Fakat sözü edilen Hz. Peygamber’in Sünneti’nden maksat sadece onun bireysel davranışları değil, yine O’nun rehberliğiyle Kur’an’ın fert ve toplum olarak sahabe tarafından yaşanmasıyla oluşan ve daha sonraki nesillerde de devam eden orijinal İslam geleneğidir. “Cemâ’a” dan maksat ise başta ashab olmak üzere her nesildeki İslam ümmetinin çoğunluğu ve ana gövdesi demektir. İşte Ehl-i sünnet  terimi bu sahih, otantik, bozulmamış İslam geleneğine sahip çıkanlar anlamına gelmektedir. Ehl-i Sünnet’e mensup olanlara Sünnî denilir. Bunlar İslam tarihi boyunca ümmetin ana gövdesini ve çoğunluğunu ( es-Sevâdu’l-A’zam) teşkil etmiştir. Ehl-i Sünnet’in karşıtı Ehl-i Bid’at’tır ve bu gelenekten ayrılanları ifade etmek için kullanılır. Bunlar ise tarih boyunca hep azınlıkta kalmışlardır.

Burada yanlış anlamalara meydan vermemek için bir inceliğe dikkat çekmemizde yarar vardır. Ehl-i Sünnet’in orijinal İslam geleneğini temsil etmesi sadece çoğunluk olmasından değil, Kur’an’ın ve Hz. Peygamber’in rehberliğinde oluşan İslam geleneğini benimsiyor oluşundandır. Yoksa ki çoğunluk olmak tek başına hakkın, hakikatin ve haklılığın ölçütü değildir.  Ümmetin çoğunluğu daima bu geleneğe sahip çıkagelmiş olması sevinilecek bir şeydir. Bu  da, başta âlimler ve idareciler olmak üzere kanaat önderlerinin çoğunluğunun bu geleneğe sahip çıkması sayesinde mümkün olabilmiştir. Dolayısıyla günümüzde ve gelecekte Ehl-i Sünnet’in hayatiyetini ve tarihteki işlevlerini devam ettirip ettiremeyeceğini, bundan sonra da öncelikle âlimler ve idareciler olmak üzere İslâm ümmetinin önderlerinin bu geleneğe sahip çıkıp çıkmayışları belirleyecektir.

Ümmetin toplumsal bütünlüğü açısından avantaj sağlayan bu ana damar çok farklı görüşleri bünyesinde barındırdığından yekpare, statik ve tekdüze bir yapı değil, İslam tarihi boyunca çok farklı görüşleri ve tarihsel figürleri içinde barındıran dinamik ve çok renkli bir oluşumlar manzumesi veya yelpazesi olarak görülmelidir. Çünkü Ehl-i Sünnet kavramı farklı tarihsel dönemlerde farklı fikrî ekollere isim olarak verilmiş, farklı tarihsel süreçlerde farklı oluşumlar tarafından temsil edilmiştir. Ehl-i Sünneti hakkında “havz-ı kebîr-büyük havuz” veya bir “koalisyon” nitelendirmeleri yapılmıştır. Sünnî gelenek içindeki âlimler arasında da önemli görüş ayrılıkları mevcut olagelmiştir. Örneğin; İslam tarihinin erken dönemlerinde nassların zahir anlamlarını esas alan ve te’viline karşı çıkan, aklî argümanlarla inanç esaslarını temellendirmeye dayanan kelam metoduna cevaz vermeyen Selefî anlayış Ehl-i sünnet’i temsil ederken, ileriki yüzyıllarda kelam metodunu kullanan Eş’arî ve Mâtürîdî gibi imamlar Ehl-i Sünnet’in en önemli temsilcileri olmuşlardır.

Öte yandan Ehlu’r-re’y  ve Ehlu’l-eser hadis ayrışmasının her iki tarafı da Ehl-i Sünnet’in en önde gelen temsilcileri olarak  Ehl-i Bid’at’a karşı müşterek mücadele vermişlerdir. Bu yüzden Ehl-i Sünnet kavramının çerçevesini çizmek, neleri savunduğunu, nelere karşı olduğunu belirlemek oldukça zordur. Bu çok ciddi, analitik ve empirik bilimsel gayretleri gerektiren bir iştir. Belki en doğrusu bir Ehl-i Sünnet’ten değil, bir çok Ehl-i Sünnet’ten bahsetmektir.

EHL-İ SÜNNET’İN OLUŞUMU VE GELİŞİMİ

Ehl-i Sünnet’in kurucularının İmam Eş’arî ve İmam Mâtürîdî olduğu şeklindeki yaygın kanaat de doğru değildir, ya da sadece ismen doğrudur. Bu iki İmam’dan çok önce Ehl-i Sünnet’in en meşhur prensiplerinin savunuculuğunu yapan ve Ehl-i Bid’at’la mücadele eden âlimler vardır ve bu âlimler çok farklı meşreplere mensup olmalarına rağmen aynı prensipleri savunmuşlardır. İlk akla gelenler arasında başta Ehl-i Hadis olmak üzere, Hasan el-Basrî, Ebû Hanîfe, Ahmed b. Hanbel, İbn Küllâb, Kalanisî, Hâris el-Muhasibî gibi farklı özellikleri öne çıkan şahsiyetler sayılabilir.

Ehl-i Hadîs’e mensup öncüler yazdıkları Kitâbu’l-Îmân ve Kitâbü’s-Sünne’ler ile itikâdî rivayetleri bir araya toplamak suretiyle ve muhtelif fırkalara karşı yazdıkları reddiyelerle Ehl-i Sünnet inancını temellendirirken, Ehl-i Re’y’in baş temsilcisi Ebû Hanîfe “el-Fıkhu’l-Ekber” başta olmak üzere yazmış olduğu itikadî nitelikli risaleleri ve reddiyeleriyle çok erken bir dönemde Ehl-i Sünnet’in asırlar boyu savunulacak temel umdelerini çok kısa ve özlü bir şekilde formüle etmiştir. İmam Eş’arî ve takipçileri Ehl-i Hadîs’in açtığı yolda, İmam Mâtürîdî ve takipçileri ise Ebû Hanîfe’nin açtığı yolda yürüyerek bu oluşumu günümüze kadar taşımışlardır.

Mâtürîdî kelamcıları mezhebin kurucusunun Ebû Hanîfe olduğunu sıkça tekrarlarlar. Eş’arî ise Ahmed b. Hanbel’in yolundan gittiğini bizzat kendisi ifade etmiştir (el-İbane, Dımaşk- Beyrut,1981,17). Dolayısıyla Ehl-i Sünnet’in oluşumunun başlangıcını Hicrî II. yüzyılın başlarına kadar geri götürmek mümkündür. Eş’arî ve Mâtürîdî, Ehl-i Sünnetin kurucuları değil, Ehl-i Sünnet’in iki farklı damarının itikad esaslarını kelam metoduyla kendi çağlarının ihtiyaçlarına göre yeniden formüle eden ve sistemleştiren kişiler olarak nitelendirilmelidir.

GÜNÜMÜZ DÜNYASINDA SÜNNÎ NÜFUS

Sünniliğin öğretilerinin teşekkülünde en etkin olmuş mezheplerden biri olan Mu’tezile başta olmak üzere mezhepler tarihinden bildiğimiz mezheplerin büyük çoğunluğu inkıraza uğramıştır, yani yok olmuştur.

İslam dünyası günümüzde alt gruplarıyla birlikte iki büyük ana fırkaya ayrılmış vaziyettedir: Ehl-i Sünnet ve Şia. Şia’nın üç büyük alt grubu ise İmamiyye, İsmâiliyye ve Zeydiyye’dir.

Hindistan ve Pakistan’daki on milyon civarındaki nüfusuyla Ahmedîler ve Türkiye’deki Alevî ve Bektâşîler yaşayan mezheplerden mensubu en çok olanlardandır. Uman ve Kuzey Afrika’daki  İbadiye, Irak ve Suriye’deki Yezîdîler, Suriye’deki Dürzîler ve Nusayrîler nüfus bakımından oldukça azınlıktır. Kesin rakam söylemek mümkün olmasa da Günümüzde Sünnî nüfus, tarihte olduğu gibi, Dünya Müslüman nüfusunun %85-90 civarında çoğunluğunu oluşturmaktadır.

TEMEL GÖRÜŞLERİ ÇERÇEVESİNDE EHLİ SÜNNET’İN İ’TİDALİ, KUCAKLAYICILIĞI, MÜSAMAHASI VE GERÇEKÇİLİĞİ

Ehl-i Sünnet’in öncüleri tarihsel süreçte teşekkül eden itikâdî ve siyasî fırkalarla yaptıkları tartışmalarda bu görüşler karşısında kendi görüşlerini ileri sürerek korumak suretiyle, zaman içerisinde teolojilerini yani inanç esaslarını sistemleştirmişlerdir. Dolayısıyla Ehl-i Sünnet’in durduğu yerin tespiti diğer mezheplerin görüşleri ile mukayeseli olarak ele alınmasıyla mümkündür.

Ehl-i Sünet tarihte çok farklı gruplar tarafından temsil edildiğinden bu grupların ve temsilcilerinin görüşleri üzerinde devasa bir literatür oluşmuştur. Ehl-i Sünnet’in temel görüşlerini ele alan çok kısa ve özlü metinlerden tutun da çok ciltli hacimli metinlere kadar çok sayıda eser yazılmıştır. Bu yüzden Ehl-i Sünnet’in ana fraksiyonlarını tarihsel süreçte ele almak suretiyle müşterek görüşlerine ve ayrıldıkları noktalara özetle dahi olsa temas edebilmek için bu çalışmanın hacmi yetersizdir. Burada kısaca Ehl-i Sünnet’in temel görüşlerini ve bunların arkasındaki temel motifleri ana hatlarıyla özetlemeye çalışacağız.

  • Dinde Aklın Yeri:

İslam âlimleri arasında aklın, beşerî bilginin kaynaklarından birisi olduğunu kabul etmeyen yoktur denilebilir. İtikadî konularda aklın rolü ve akıl–nakil ilişkisinde aklın konumu meselesinde ise aralarında ihtilaf vardır.

Mutezile vahiy bilgisine ihtiyaç olduğunu kabul etmekle birlikte itikadî konuların yani İslam’ın temel ilkelerinin ispatında akla öncelik verir. Bu mezhebe göre Peygamberi ve Kur’anı, Kur’anla ispatlamak mümkün değildir. Gerekçeleri, Müslüman olmayanlara İslam tebliğ edilirken veya onların eleştirilerine karşı savunulurken âyet ve hadislerle ispata çalışmanın işe yaramayacağı, çünkü onların bunların kabul etmediği, bu gibilere aklî delillendirme, gerekçelendirme ve ispat yöntemleri kullanılması gerektiğidir. Çünkü hüsün / kubh yani iyi ve kötü, akıl ile bilinebilir. Mutezile’de dînî deliller sıralaması Kitap, Sünnet, İcmâ’ ve akıl şeklindedir (Ebu Hilal el-Askerî, elEvâil, Dımaşk, 1407/1987, 255, Özarvarlı, 121).

Ehl-i Sünnet ise daha ince, derinlikli ve sistematik bir akıl analizi yaparak meseleye yaklaşır. Ehl-i Sünnete göre akıl zorunlu ve imkansız olan konuları bilebilir. Bunlar aklın zorunlu kategorileridir ve her akıl sahibi, aklı bir şekilde devre dışı bırakmadığı sürece bu konularda uzlaşıp ittifak eder. Bu ikisi arasında bulunan mümkün alanına gelince burada olasılıklardan doğru olanı yani gerçekte olanı salt akılla tercih mümkün olmadığından haber, tecrübe ve gözlem gibi başka bilgi kaynaklarına ihtiyaç vardır. İşte din alanı da aklın mümkün kategorisinde olduğundan bu konuda insanlar ittifak ve icma’ edemez. Dinin sem’iyyat denilen, beşerî bilginin ve aklın sınırlarını aşan, tecrübe gözleme konu olmayan gaybî / metafizik meselelerinde haber niteliğinde olan vahiy bilgisine zorunlu olarak ihtiyaç vardır. Bu konularda nakil esastır, akıl naklin muhatabı olarak ikincil ve yardımcı konumdadır. Akıl mucizeler sayesinde peygamberliği tasdik ve nassları anlamada etkindir.(Gazâlî, Tehâfüt, Nşr: Macit Fahri, Beyrut, 1982, 82, İslamiyat,58) Mutezile ise gaybî konularda, gâibi şâhide kıyas etmek suretiyle aklî çıkarımlarda bulunmuştur. Böyle bir kıyasın epistemolojik değeri problemlidir.

Dindeki akla, kapasitesinin dışında rol biçen Mutezile ifrat ucunda iken, karşı uçta yani tefrit ucunda akla neredeyse hiç rol vermeyen ve mezhepler tarihinde Haşeviyye terimi altında toplanan muhtelif gruplar vardır. Ehl-i Sünnet akıl nakil ilişkisi konusunda orta yol denilebilecek itidalli ve dengeli bir tavır ortaya koymuştur.



  • Ulûhiyet/Tanrı Anlayışı:

Allah’ın zâtî/selbî/tenzîhî sıfatları konusunda İslam mezhepleri arasında ihtilaf yoktur. İhtilaf, Allah’a görme, işitme, konuşma gibi bazı özellikler yükleyen sübûtî sıfatlar ve haberi sıfatlar denilen insan biçimci benzetmeler türünden olan sıfatlar konusundadır. Bir uçta bu sıfatları, kelamcıların teşbih ve tecsîm kavramlarıyla ifade ettikleri şekilde anlayan Müşebbihe ve Mücessime kategorisi altında mütalaa edilen fırkalar vardır. Bunlar Allah’ın bu tür sıfatlarını yaratıkların sıfatlarına benzetme hatasına düşmektedirler. Karşı uçta ise Allah’a herhangi bir sıfat yüklenemeyeceğini savunan, dolayısıyla ta’tîl’e yani sıfatsız bir uluhiyet anlayışına düşen Mu’tezile vardır. Gerekçeleri şöyledir: Allah’a yüklenen sıfatlar hâdis yani sonradan olma iseler, Allah’ın bundan önce bu sıfatlara sahip olmadığı anlamına gelir ki bu onun için noksanlıktır. Bu sıfatlar Allah’ın zatından ayrı kadîm/ezelî özellikler/varlıklar ise bu durumda birden çok ezelî varlığı kabul etmiş oluruz ki bu da şirktir, Allah’a ortak koşmadır ve İslam’ın en temel ilkesi olan tevhide aykırıdır. Allah, zatından ayrı sıfatlarla değil zatıyla bilir, görür, işitir, konuşur ve yaratır. Mutezile, beş temel ilkesinden birisi olan tevhid  ilkesi doğrultusunda böyle bir anlayışı benimser.

Bu konuda Ehl-i Sünnet teşbihe de ta’tîl’e de düşmeksizin itidal çizgisini korur. Onlar Kur’an’da Allah’ın bu sıfatları kendisine yüklediğini, dolayısıyla bunları tasdik etmek gerektiğini, inkârın küfür olduğunu savunurlar. Yalnız erken dönem Ehl-i Sünnet temsilcileri olan Selef çizgisine mensup olanlar; Allah’ın Kur’an’daki bütün sıfatlarını kabul etmeliyiz ama onların mâhiyeti hakkında konuşmamalıyız derken, sonraki Sünnî kelamcılar sıfatlar meselesini tartışmaya açmışlardır ve bu konuda çok özgün ve derinlikli bir anlayış geliştirmişlerdir. Sünnî kelamcılara göre Allah hakkında ya o ya bu şeklinde dikotomik düşünmek yanlıştır. Allah’ın sıfatları ne Mu’tezile’nin savunduğu gibi zâtının aynı, ne de Mücessime ve Müşebbihe’nin savunduğu gibi zatının gayrıdır. Allah’ın zatının aynı da olmayan gayrı da olmayan ezelî sıfatları vardır.

Sıfatlar Allah değildir, fakat Allah’tan başka da değildir, Allah ile kâimdirler. Ehl-i Sünnet kelamcıları bu konuda tabiri caizse paradoksal ve çok değerli mantıkla düşünmenin öncüleri olmuşlardır. Burada da görüldüğü gibi Ehl-i Sünnet yine aşırı uçlardan uzak itidal ve orta yolda konumlanmaktadır.

Mu’tezilenin öncülüğünde bazı Abbasî halifelerince yürürlüğe konulan Mihne denilen baskı uygulamasına dönüşen, Kur’anın / İlâhî Kelâm’ın kadîm mi hâdis mi olduğu tartışması yukarıdaki sıfatlar tartışmasının uzantısıdır.

Ehl-i Sünnet ile Mu’tezile’nin Tanrı anlayışları arasındaki çok önemli bir fark da Allah’a zorunluluk yüklenip yüklenemeyeceği meselesidir. Mutezile’nin beş temel ilkesinden adalet ilkesi gereği Allah kötüyü ve kulların kötülük yapmasını dilemez. Kulların fiillerine müdahale etmez. Kullar için en uygun olanı (eslah) yaratmak ve kulların fiillerine uygun karşılıklar vermek zorundadır. Kullarına va’dettiklerinden vaz geçmesi mümkün olmadığı gibi tehdit ve uyarılarına kulak asmayanları da tevbe etmedikleri sürece affetmesi mümkün değildir. Aksi halde Allah zulmetmiş ve va’dinden dönmüş olur ki bu ona yakışmaz. Bazılarına ilk bakışta çok isabetli gibi görünebilecek olan bu argümanlar çok dikkatle incelendiğinde bu görüşlerin bazı ön kabul ve varsayımlara dayanan bir ölçüde antropomorfik aklî çıkarım ve tasavvurlar olduğu görülür.

Buradaki en temel problem şudur: Allah akıl alanıyla sınırlanmakta, ma’kûlat alanına sokulmakta ve aklîleştirilmektedir. Bu, Allah’ı sınırlamaktır. Bundan da öte Allah’a adâletini savunma adına da olsa ne türden olursa olsun ona herhangi bir zorunluluk yüklemek de mutlak iradesine sınır koymak anlamına gelir ki bu da ulûhiyete / tanrılığa zıttır. Allah kulları için dilediğini yapar. Hakîm’dir yani hüküm ve hikmet sahibidir. Her fiili âdil ve hikmetlidir. Bizim onun dilediklerini ve yaptıklarını iyi-kötü, adaletli-adaletsiz, hikmetli-hikmetsiz diye niteleyebilecek bilgi ve idrake sahip değiliz. Çünkü yaptıklarının hikmetini kavrayamayız. Bizim kötü gördüklerimiz iyi, iyi gördüklerimiz kötü olabilir. Onun yaptıklarının hepsinin bir hikmeti vardır. Ehl-i Sünnet’in bu çok ince hassasiyetlere dayanan bu dengeli ulûhiyet/tanrı anlayışı, bir sonraki kısımda ele alacağımız, Allah’ın mutlak iradesi karşısında insan iradesinin konumu konusundaki görüşlerini de şekillendirmiştir.



  • İnsan İradesi ve Hürriyeti:

Allah’ın mutlak iradesi karşısında insan iradesinin ve fiillerinin konumu meselesi, İslam mezheplerince en hararetli şekilde tartışılan konulardandır. Yukarıda belirttiğimiz gibi bu konunun Ulûhiyet anlayışı ile çok sıkı ilişkisi vardır. Yine bu konuda da Ehl-i Sünnet, ifrat ve tefrit uçlarına düşmeden itidal çizgisinin temsilcisidir. Bu konuda Cebriye mezhebi, Allah’ın mutlak iradesi karşısında kula hiçbir inisiyatif vermeyerek bir uca sürüklenirken, Mu’tezile mezhebi ise Allah’ın, kullarına dileme gücü verdiği ve kulların fiillerine hiçbir müdahalesi olmadığını savunarak karşı uca sürüklenmektedir. Ehl-i Sünnet bu konuda da itidal ve denge çizgisini hassasiyetle korumaktadır. Bunu şu şekilde sağlamaktadır: İnsan fiillerinin meydana gelmesinde kulun kesbedici (kâsib), Allah’ın ise insanın fiillerinin yaratıcısı olduğu şeklindeki anlayışıyla Allah’ın mutlak iradesini sınırlama hatasına düşmezken, aynı zamanda insana cüz’î irade diye nitelenen bir irade ve fiillerinde kesb kavramıyla ifade edilen bir inisiyatif vermektedir. Kullar ne Mu’tezilenin dediği gibi fiillerinin yaratıcısıdırlar, ne de Cebriyenin dediği gibi rüzgâr önündeki yaprak misali ilahî iradenin figüranlarıdırlar. Fiillerinin kesbedicisidirler ama yaratıcısı değillerdir. Yaratma sadece Allah’a mahsustur. Kul diler, kesbeder, Allah da dilerse yaratır.

Sünnî görüşün iç fraksiyonları arasındaki müşterek noktaları çok kısa ve kabaca bu şekilde ifade edilebilir. Detaylarında Eş’arî ve Mâtürîdîler arasında bazı ince farklar ve tartışmalar bulunmaktadır. Konunun detaylarına girmek bu çalışmamızın sınırlarını aşar.



  • İman Amel İlişkisi:

Hâricîler büyük günah işleyenlerin dinden çıkıp kâfir olduğu görüşündedir. Mu’tezile ise imandan çıktığını fakat hemen küfre düşmediğini, imanla küfür arasında bir yerde (el-menzile beyne’l-menzileteyn) durduğunu, tevbe ettiği ve o günahı terk ettiği takdirde İslâma döneceğini, tevbe etmeden ölürse kâfir olarak öleceğini savunmaktadırlar. Mürcie ise iman ile amel arasında ilişki olmadığı kanaatindedirler. Ehl-i Sünnet ise imanla amel arasındaki irtibatı koparmaksızın arada ayniyet olmadığını savunur. Onlara göre büyük günah işleyen tevbe etmese bile mü’mindir ama fâsık yani günahkâr mü’mindir. Tevbe etmeden ölürse Allah dilerse affeder, dilerse günahı oranında azap eder. Ne kadar günahkâr olursa olsun kıble ehlinden ölenlerin cenaze namazı kılınır ve onlar için mağfiret dilenir. İnsanlar hiçbir kişi hakkında cennetlik veya cehennemlik hükmü veremez, bunu ancak Allah bilir.

Ehl-i Sünnet bu konularda da yine itidalini ve kucaklayıcılığını sergilemektedir: Mümkün olduğunca ‘Ben Müslüman’ım’ diyenleri İslam dairesinden dışlamayarak kucaklayıcılığını ve kuşatıcılığını ortaya koyarken diğer yandan Allah’ın mutlak iradesine de sınır koymama hassasiyetlerini sürdürmektedirler.

  • Ehl-i Sünnet’in Siyasî ve Toplumsal Görüşleri:

Ehl-i Sünnet’in görüşleri yukarıda zikrettiklerimizden ibaret değildir. Bunlar itikâdî alanda kritik denilebilecek temel görüşleri idi. Bunun yanında diğer mezheplerin iddialarına karşı savunulan salt itikadî nitelikte olmadığı halde bu konudaki tartışmalar arasına sonradan zorunlu olarak dâhil edilen imamet gibi konular da vardır.

Şiîlerin, Hz. Ali’nin Hz. Peygamber tarafından devlet başkanı tayin edildiği şeklindeki iddialarına karşı Ehl-i Sünnet, devlet başkanı belirlemenin ümmete bırakıldığı görüşündedirler. Diğer bazı görüşleri de şöyle özetlenebilir:

  • Devlet başkanı zâlim ve fâsık da olsa isyan etmeyip sabretmek ve ona itaat etmek gerekir.

  • Fâsık imamın arkasında namaz kılınabilir.

  • Kadere iman gerekir,

  • Hayır da şer de Allah’tandır,

  • Mirac, kıyamet alametleri, kabir azabı, ahirette amellerin tartılması (mizan), hesab, sırat köprüsü, kevser havuzu, şefaat ve Allah’ın ahirette mü’minler tarafından görülmesi haktır.

  • Mestler üzerine mesh caizdir.

  • Sahabe faziletçe ümmetin en üstünleridir ve onlara dil uzatmak caiz değildir.

  • Dört halifenin fazilet sıralaması hilafet sıralamasına göredir.

Bunlar Ehl-i Sünnet’in görüşlerini maddeler halinde sıralayan değişik metinlerde farklı ifadelerle de olsa tekrar edilir. Bu son şıkta toplu olarak ifade ettiğimiz görüşlerin her birisi, aksi görüşleri savunan muhtelif mezheplere karşı formüle edilmiştir. Ehl-i Sünnet, siyâsî görüşleriyle mümkün olduğunca Müslümanlar arasında fırkalaşmalara yol açan tarihsel olaylarda taraf olmamaya özen göstererek kucaklayıcılığını sergilemiş ve geçmişi yargılamaktan ısrarla kaçınarak bu acı hatıraların sürekli tartışma ve ayrışma konusu olmasının önüne geçmek istemiştir. Zâlim ve Fâsık İmam’a itaat ve sabrı tercih etmesi de Müslümanların birbirlerinin kanını dökmesini önlemeye matuf realist/ gerçekçi ve şefkatli bir tavrın göstergesidir. Bu konuyu ileride Ehl-i Sünnet’e yönelik eleştiriler kısmında daha geniş bir şekilde ele alacağız.

Sahabe’ye duyulan derin saygı ise, onların İslâm için yaptıkları eşsiz fedakârlıklara karşı bir vefa borcu olduğu kadar, onlar üzerinden yapılacak tartışmalar vasıtasıyla ümmetin bütünlüğün sürekli tehdit altında bulunmasını önleme endişesi de söz konusudur.

Ehl-i Sünnet’in İslâm Ümmetinin üzerine titremesi ve gelebilecek her türlü tehlikenin yollarını tıkamaya çalışması; Peygamber Efendimiz’in (a.s) engin şefkatini ve onun ümmeti üzerine titremesini kendilerine sünnet edindiklerini göstermektedir.

GÜNÜMÜZDE EHLİ SÜNNET ELEŞTİRİLERİ ÜZERİNE

Günümüzde Ehl-i Sünnet’in görüşleri, akademik bir moda haline gelen yaygın bir eleştirinin hedefi haline gelmiştir. Bu eleştirilerin önemli bir kısmı ciddî ilmî ve metodik problemlerle malûldür.

Yüzyıllardır ümmetin çoğunluğu tarafından benimsene gelen ve içerisinde çok sayıda alt grupları ve farklı görüşleri barındıran bir anlayışın, avantajları yanında dezavantajlarının da olması kaçınılmazdır. Bu nedenle eleştirilerde sadece olumsuzluklarına odaklanan tek yanlı tavırlar yerine eğrisiyle doğrusuyla mümkün olduğunca objektif değerlendirmelerde bulunmak lazımdır. Ayrıca eleştiriler toptan Ehl-i Sünnet’e veya bir alt grubuna yönelik olmamalıdır. Bu tür dinamik, uzun tarihsel macerası olan çoğulcu yapıların yekpare oluşumlarmış gibi genellemelerle değerlendirilmesi bilimsel yönteme taban tabana zıttır. Bu tür oluşumlar bir yandan tarihsel süreç ve zeminde eşzamanlı ve artzamanlı olarak ama anakronizme düşmeden değerlendirilmesi gerekirken, diğer yandan her bir alt grup ve o grubun temsilcisi olan âlimler düzeyinde ele alınıp yine tarihsel zeminde ele alınmalıdır.

Ehl-i Sünnet’e yönelik eleştirilerin en tipik ve yaygın örneklerinden birisi tarihte ve günümüzde Müslümanların yaşadığı olumsuzlukların pek çoğundan Eş’arîlerin Tanrı ve insan anlayışını sorumlu tutanlar tarafından dile getirilen itikadî temelli eleştirilerdir. Diğeri ise Ehl-i Sünnet’in tarih boyunca iktidarları meşrulaştırdığı ve kutsadığını savunan siyasî görüşlerine yönelik eleştirilerdir. Bu eleştirilerin çoğu detayları atlayan, genelleyici, indirgeyici, ilmî ve metodolojik kriterlere uymayan spekülatif bir nitelik taşımaktadır. Çünkü her şeyden önce sosyal olgular ve fenomenler çok karmaşık sebepler ağı içinde cereyan eder. Dolayısıyla çok sayıda toplumsal olguyu bir nedene bağlamak doğru olmaz. Sosyal bilimlerin geçirdiği tarihsel süreçte toplumsal olguların çözümlenmesi konusunda çok sayıda teori geliştirilmiş ve geliştirilmeye devam edilmektedir. Her şeyden önce bu eleştirileri yapanlar, hangi disiplinin alanı içinde, hangi teorinin bakış açısıyla ve hangi yöntemle olayı ele aldıklarının hesabını verdikten sonra yani durdukları yeri belirledikten sonra eleştiri yapmalıdırlar. Bundan da öte sosyal bilimlerle uğraşan herkesin bildiği harcıâlem bir husus daha vardır ki o da sosyal olgulara yargılayıcı tarzda değil, anlamacı bir anlayışla yaklaşılması gerektiğidir. Toplumsal olguların kodları; sabır, titizlik ve inceleme nesnesine saygı anlayışıyla yaklaşılmadıkça çözülemez.

Bu tür eleştirilerdeki problemlerin daha iyi anlaşılması açısından yukarıdaki eleştiri örneklerimizden ilkini yani Eş’arî anlayışın Müslümanların davranışları üzerindeki olumsuz etkilerine odaklanan eleştirilerdeki yöntem sorunlarını ele alalım: Bu tür eleştiriler Müslümanların algıları ve zihniyetleri ile ilgili olduğundan empirik verilere dayanmak durumundadırlar. Zira algı çalışmaları ve alan araştırması nitelikli çalışmalardır. Masa başında oturarak veya bireysel gözlemlerinize dayanarak bu konularda fikir ileri süremez, değerlendirmelerde bulunamazsınız. Hangi yöntemle, ne zaman, ne kadar sürede, nerede, hangi Müslüman gruplar üzerinde, hangi araştırma programıyla, hangi hipotezlerle, hangi sorular ve problemler üzerinden, hangi çerçevede, ne tür nitelikte ve ne sayıda denek üzerinde, hangi paradigma ve yaklaşımla araştırma ve inceleme yaptığınızı, ulaştığınız sonuçların sayısal analizlerini, bu sonuçların üzerindeki yorumlarınızın dayanaklarını ve gerekçelerini sunup okuyucularla paylaşarak hesabını vermeniz, dünyada aynı konuda yapılmış başka çalışmalar olup olmadığını araştırıp, varsa sizinkiyle o çalışmaların sonuçlarını da karşılaştırmak suretiyle görüş ileri sürmeniz gerekir.

Çalışmanız ancak bu takdirde bilimsel bir nitelik kazanır. Fakat sadece bilimsel nitelik kazanır, söylediklerinizin doğru olduğu anlamına gelmez. Durduğunuz yerin ve kullandığınız yöntemin hesabını vermeniz halinde bilimsel eleştirilere muhatap olabilirsiniz fakat yanlışlarınızın düzeltilme imkanı doğar. Her yönüyle şeffaf ve hesabı verilmiş araştırmalara dayanan görüş ileri sürmenin en önemli avantajı, eleştiriler sayesinde geliştirilmeye açık oluşlarıdır. Bilimin gelişmesiyle ilgili teorilerin çoğu bilimin eleştirilerle geliştiği konusunda hemfikirdir.

Ehl-i Sünnet’in siyasî görüşleri en çok eleştiri alan yönüdür. Bu eleştirilerin başlıcaları kısaca şöyle özetlenebilir:

  • Dört halifenin iktidara geliş biçimlerini model alarak reel durumu dinde idealmiş gibi sunmaları,

  • Zâlim ve fâsık sultana isyan etmeyip sabretmek gerektiğini savunmaları,

  • Reel durumu ve iktidarları meşrulaştırmaları hatta kutsamaları,

  • Emr bi’lma’rûf nehy ani’l-münker gibi en temel İslâmî prensipleri ihmal etmeleri,

  • Devrimci ruha ve muhalefet anlayışına sahip olmayışları,

  • Ve bütün bunların temelindeki kaderci anlayışlarının, suskun, pasif, siyasete ilgisiz, kendi inisiyatifindeki şeyleri kadere yükleyen çarpık zihniyetli bir Müslüman tipinin ortaya çıkmasına yol açtığı.

Bu eleştiriler daha öncekiler gibi son kertede algı ve zihniyet analizi olmaları nedeniyle empirik nitelikli olmalarına rağmen böyle bir temele dayanmamaktadırlar. Öte yandan Sünnî literatürdeki, iktidarın meşruiyetini kaybetmesine yol açan ve devlet başkanının azledilmesini gerektiren durumların tartışıldığı ve itaatin sınırlarının çizildiği metinler görmezden gelinmekte ve değersizleştirilmektedir. Ezberlenmek amacıyla hazırlanmış manifesto niteliğindeki didaktik Sünnî metinlerde tek cümle halinde “Zâlim sultana isyan etmeyip sabretmek gerekir.” türünden kayıt ve şart içermeyen ifadeler bulunduğu doğrudur. Fakat bilimsel eleştirilerin bu tür metinlere dayandırılması doğru değildir. Konuyu İslâmî ilimler perspektifinden ilmî planda ele alan ve tartışan geçmiş Sünnî literatürde kayıtsız şartsız sultana itaat fikri yoktur. Zaten zorla başa geçmiş veya zâlim olan sultana itaat konuları da itaatin sınırlarını tartışma bağlamında ele almaktadır. Ayrıca bu konuda Sünnî âlimler arasında görüş ayrılıkları da mevcuttur.

Bu meseleye bir de bu görüşlerin hangi tarihsel şartlarda ileri sürüldüğü noktasından bakmak ve anlamacı bir yaklaşımla gerekçelerini ve arka planını anlamaya çalışmak ilmî objektiflik, itidal ve hassasiyetin gereğidir.

Her şeyden önce tarihsel dönemlere yönelik bu tür siyâsî eleştiriler yapılırken genellikle günümüzdeki siyâsî kültür ve anlayışlardan, özellikle de demokratik paradigmalardan, çağdaş devrimci düşüncelerden, kısaca günümüz değerlerinden ve bakış açısından yola çıkılarak değerlendirmeler yapılmaktadır. Bu tam bir anakronizm yani tarih dışı anlayıştır ve günümüz bakış açısını tarihe dayatan bir şiddettir. Aynı dönemlerde tarihte hangi kültürde iktidarlara muhalefet anlayışı vardır da Müslümanlar bunun dışında kalmıştır? Kaldı ki İslâm tarihindeki bunca isyanı nereye koyacağız?

Öte yandan iktidar olgusunu sadece siyasî boyutuyla ele almak da doğru değildir. Günümüzde iktidar olgusu ile ilgili felsefe ve toplumbilim çalışmaları, iktidar ilişkilerinin sadece siyaset tarafından belirlenmediğini, çok boyutlu, karmaşık, sadece yukarıdan aşağı değil, aşağıdan yukarıya doğru da şekillenen bir ilişkiler ağı olduğuna dair veriler sunmaktadır. Dolayısıyla İslam toplumlarındaki iktidar ilişkilerinin olumsuzluklarını Ehl-i Sünnet’in tavrına indirgemek doğru bir yaklaşım değildir.

Ehl-i Sünnet’in siyâsî prensiplerini realist bir tavır olarak değerlendirmek daha uygun olacaktır. Kuralları gücün koyduğu bir dünyada güç dengeleri oluşturacak sistemler kuramazsanız, iktidarlara isyanın sonucu hüsran olur. Sünnî görüş bu güç dengesini, devlet başkanı seçimi ve denetimini ehlu’l-hall ve’l-akd  terimi ile ifade edilen ve bir tür güç odağı sayılabilecek toplum temsilcilerine vererek dengelemeye çalışmıştır ama ne yazık ki bu her zaman işe yarayan bir çözüm olamamıştır. Dolayısıyla Ehl-i Sünnet, tarihsel şartlarda iktidar sultasına karşı o dönemlerin kültürü çerçevesinde çözümler üretmekten geri durmamıştır.

Fakat günümüzde de bütün devlet yapılarında sıkça tanık olduğumuz gibi kâğıt üzerindeki veya teamüldeki iktidarı sınırlayıcı mekanizmalar her zaman etkili olmamaktadır. Örneğin demokratik ülkelerdeki iktidarı denetleme ve gücünü dengeleme sistemleri bir şekilde etkisizleştirildiğinde kimse sistemi yani demokrasiyi suçlama yoluna gitmeyip sistemin uygulayıcılarını suçlamaktadır. Ehl-i Sünnet’in iktidarı denetim mekanizmalarının çalışmamasından da Sünnî görüşü değil, uygulayıcıları sorumlu tutmak gerekmektedir.

Ehl-i Sünnet’in iktidara itaat tavsiyesinin altında Müslüman kitleye karşı şefkat ve merhamet, onları sonu gelmez maceralardan koruma, boş yere kardeşkanı dökülmesini önleme güdüsü yatmaktadır. Devlet başkanına isyan meselesinin tartışıldığı metinlerde onu iktidardan indirecek güce sahip olmadan isyan edilmemesi vurgusu hep vardır.

Ehl-i Sünneti, iktidarları meşrulaştırmakla suçlayanlar tarihteki ve günümüzdeki iktidarların gereksiz yere kan dökülmesini başta dînî motifler olmak üzere her türlü yöntemle nasıl meşrulaştırdıklarını da görmeleri gerekir. Ehl-i Sünnet bütün bu meşrulaştırma mekanizmalarının temelindeki tekfir gibi aslî mekanizmalara karşı cephe alarak çok stratejik bir tavır almıştır. Tekfir ve aforoz gibi mekanizmaların istismarı sadece İslam için değil bütün dinlerin tarihinde nice dramlara yol açmış evrensel bir yaradır. Hatta nice Peygamber mevcut dînî anlayışlarca tekfir edilmiş, ölüme mahkûm edilmiştir. Ehl-i Sünnet’in sınırsız olmayıp genelde bir takım kayıt ve şartlara bağlı olan sultana itaat tavsiyesini, tekfir kapısını olabildiğince kapatma gayreti ile birlikte değerlendirdiğimizde, İslâm ümmetine şefkat ve merhametin zirve noktasına ulaştığı bir stratejik dehanın izlerini görürüz.

Hz. Peygamber Aleyhisselamın’ın irtihalinden çeyrek asır bile geçmeden hilafet saltanata dönüşmüş, o tarihlerde başlayan ve etkileri günümüze kadar süren siyâsî fırkalaşmalar ortaya çıkmıştır. İç isyanlarda ve Müslüman hükümdarların birbirleriyle kanlı savaşlarında, Haricîlik ve Bâtınîlik gibi terörü meşru gören fanatik grupların faaliyetleri sonucunda akan kandan ve çekilen acılardan Müslümanların ağzı yanmıştır. Bu durum halen de devam etmektedir.

Eleştirilere bir de stratejik açıdan bakmak gerekmektedir. Eleştirinin en temel amacı hataları düzeltmektir. Yani eleştiri nesnesini daha mükemmel hale getirmektir. Eleştiri, bırakın mükemmelleştirmeyi eldekini de kaybettirirse o zaman ‘Bu eleştiri niye ?’ sorusunu sorma hakkı doğar. Bunun için eleştirinin yapıcı, düzeltici, yol gösterici ve yeni ufuklar açıcı olması gerekir. Oysa Ehl-i Sünnet eleştirilerine baktığımızda çoğunun Ehl-i Sünnet’i günah keçisine çevirdiğine tanık olmaktayız. On üç asırdır İslam ümmetinin büyük çoğunluğunun bin bir türlü badireden atlayarak bu güne gelmesinde önemli rolü olan bir anlayışın yapıcı olmak bir tarafa, uluorta, özensiz ve yıkıcı eleştirilerle yıpratılması stratejik düşünce derinliğinden mahrumiyetin göstergesidir. Bunları söylerken kol kırılır yen içinde kalır anlayışıyla olumsuzlukların üstünün örtülmesini veya körü körüne Ehl-i Sünnet hamaseti ve savunusu yapılmasını savunmuyoruz. Söylemek istediğimiz eleştiri nesnesine sevdiklerimizi eleştirir gibi yaklaşmamız gerektiğidir.

Tarih boyu fırkalaşmalardan çok çekmiş hâlâ da çeken Müslümanların, Ehl-i Sünnet gibi kuşatıcı, toleranslı, bütünleştirici, kapsayıcı, dinamik, tarihin maceralarında çözülmeden günümüze kadar gelebilmiş ve ümmetin çoğunluğunu yönlendirmiş ve hâlâ da yönlendiren, kısaca bizleri bu günlere taşımış bir anlayışı mirasyedi gibi savurmak yerine üzerine titremek gerekmektedir. Eleştirellik adına bu anlayışı yıpratmak, bu bloğun çözülmesine ve parçalanmasına yol açmak aymazlıktır. Elindeki cevheri bir pula satmaktır. Ehl-i Sünnet’in her bir ilkesi, anlamacı ve saygılı bir yaklaşımla tarihte ne işe yaradığı ve günümüzde de ne işe yarayabileceği açısından değerlendirilmelidir. Gemiden ağırlıkları atma kolaycılığıyla hareket etme yerine gemiyi en az zayiatla sahil-i selâmete çıkarma anlayışı esas olmalıdır.

Ehl-i Sünnet’in bütün eleştirilerini ele alıp değerlendirmek bu çalışmanın sınırlarını aşar. En tipik, yaygın ve ağızlara pelesenk olmuş olan iki eleştiriyi örnek olarak ele alıp değerlendirmek suretiyle diğer eleştiriler hakkında da genel bir kanaat oluşmasını amaçladık.

Son kertede şunu tekrar ifade etmek durumundayız: Ehl-i Sünnet eleştirilerinin büyük çoğunluğu ileri sürdükleri görüşler ele alınmadan önce, yöntemleri ve dayanakları açısından eleştirilip süzgeçten geçirildikten sonra nazar-ı itibara alınmalıdır. Aksi halde bu eleştirilerle ilgilenenler ya yanlış yönlendirilmiş ya da boş yere zaman ve emek harcamış olurlar.

GÜNÜMÜZDE EHL-İ SÜNNETİ’İN SORUNLARI VE GELECEĞİ

Yukarıda verdiğimiz nüfus istatistikleri İslâm Dünyası ile Ehl-i Sünnet’in neredeyse birbiriyle özdeşleştiği, birinin durumunun ötekini önemli ölçüde belirlediği, birinin sorunlarının ötekinin de sorunları olduğu anlamına gelir. Dolayısıyla İslam Dünyası’nın sorunları Sünnî Dünya’nın sorunlarından ayrı düşünülemez. Birine yöneltilen eleştiri ötekine de ulaşır. Birisindeki değişim ötekini de etkiler. Dolayısıyla her ikisinin kaderi ve geleceği birbirine sıkı sıkıya bağlıdır. Bu aynı zamanda Sünnî Dünya’ya, İslam Dünyası’nı en iyi şekilde temsil etme ve sorunların üstesinden gelmede öncü ve etkin rol üstlenme sorumluluğu yükler.

Bütün bu söylediklerimize rağmen Müslüman kitlelerin, Ehl-i Sünnet’in önemini kavradığı, alt grupları arasındaki müşterek temel prensipleri bildiği, öneminin bilincinde olduğu ve ona sahip çıktığı söylenemez. On üç asırlık bu zengin tecrübe birikimi ne yazık ki heba edilmektedir. Bundan birinci derecede ulü’l-emr yani idareci ve âlimler sorumludur. Bu ihmalin acısını hep birlikte çekmekteyiz. Dahası Sünnî tecrübenin değerini idrak edemeyen eleştirmenler özensiz ve derinliksiz eleştirileriyle bu mirası heba etmekte fakat yerine de bir şey koyamamaktadır. Sünnîliğe, değeri idrak edilerek yapılacak olumlu, dikkatli, derinlikli, titiz, imkânlar ölçüsünde objektif eleştiri ve fikrî çile mahsulü çözüm önerilerine ve bunların mükemmel organizasyonlarla hayata geçirilmesine ihtiyaç vardır.

Günümüzde Sünnî dünyada yaşanan olumsuzlukların bir kısmının Sünnî prensiplerden uzaklaşılmasının rolü olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Burada konuyu bütün boyutlarıyla ele almamız mümkün değildir. İndirgemeciliğe ve kolaycılığa düşmeden bir örnek üzerinden meramımızı anlatmak açısından, günümüz İslam Dünyasındaki fanatik oluşumları ve Müslümanın Müslümana silah çekmesi olgusunu ele alabiliriz. Öncelikle belirtmeliyiz ki bu gün terör diye hepsi bir torbaya doldurulan bütün silahlı eylemler, karmaşık iç dış nedenlerden beslenen, çözümlenmesi basit olmayan birer olgudur. Fakat Müslümana karşı silah çekmeyi meşru görenlerin söylemlerini ve bu söylemlerin arkasındaki zihin yapılarını incelediğimizde,  Müslümanı öldürmenin bir şekilde meşrulaştırıldığını görmekteyiz. Bu meşrulaştırmanın en yaygın aracı tekfir yani muhatabın İslam’dan çıktığına hükmetmektir. Ta Hz. Peygamber Aleyhisselam sonrası sahabe dönemindeki Hâricîler’den beri bildiğimiz tekfir sorununa karşı Ehl-i Sünnetin verdiği mücadele ve geliştirdiği argümanlar son derece takdire şayandır. Büyük günah işleyenin imandan/ İslam’dan çıkmayacağı, fâsık imamın arkasında namaz kılınabileceği, ehli kıbleden hiç kimsenin açıkça küfrünü beyan etmedikçe tekfir edilemeyeceği, Ehl-i kıbleden olup da ölen kişilerin ne kadar günahkâr olursa olsunlar cenaze namazının kılınacağı, zâlim devlet başkanına isyan etmeyip sabredilmesi gerektiği şeklindeki sünnî prensipler dikkatle incelendiğinde bunların Müslümanları dışlamadan hepsini kucaklama ve mümkün olduğunca bir arada tutma ve tekfir silahının istismarının önüne geçme amacının göstergeleri olduğu görülür. Peygamberler hariç hiç kimse günahtan masum olmadığına göre bu aynı zamanda realist yani gerçekçi bir yaklaşımdır. Zâlim olan veya zorla başa geçmiş devlet başkanına itaat edilmesi gerektiği prensibine de bu açıdan bakılması gerektiği kanaatindeyiz. Bu da son derece realist bir anlayıştır. Birinci şıkta yani devlet başkanının zorla başa geçmesi durumunda zaten o başkanın gücü reel olarak ortadadır. Onu tasfiye edecek güç olsaydı zaten başa geçemezdi. Bu durumda realist yaklaşım realiteyi kabul etmektir. Günümüzde reel politik denen anlayışa benzeyen bu yaklaşım artı ve eksileriyle birlikte değerlendirilmelidir. Burada, büyük zarardan korunmak için küçük zarara katlanma şeklinde ifade edebileceğimiz ehven-i şerr prensibi de söz konusudur. Devlet başkanına isyanın ortaya çıkaracağı zarar onun zulmünün zararından büyükse iki zarardan en hafif olanı tercih edilir. İslâm hukukunun bu küllî kaidesi Mecellenin girişinde “Ehvenu’ş-şerreyn ihtiyar olunur” şeklinde dile getirilmiş olup evrensel bir hukuk ilkesidir.

Kan dökülmesini meşrulaştıran diğer çok temelli ve yaygın bakış açısı da yüksek hedefler için bireylerin feda edilebileceğidir. Bu anlayış İslam’daki cihad, şehadet gibi kavramlarla da pekiştirilmektedir. Cihadın meşruiyet sebebi ve amaçlarını burada derinlemesine giremeyiz. Fıkıh kitaplarının siyer bölümlerinde çok ilginç detaylar mevcuttur.

Ama kısaca şunları söyleyebiliriz: Cihad bizatihi bir amaç değil bütün çareler tükendiğinde zarureten başvurulan bir araçtır. Şehitlik de bizatihi cihadın amacı değildir. Cihada şehit olmak için değil İslam’ın evrensel ilkelerini hâkim kılmak için gidilir. Fakat en önemlisi Sünnî anlayışta önüne gelen yanına bir grup adam toplayıp ve kendilerine bir hedef seçip cihada karar veremez. Cihad kararı birçok ön şartın gerçekleşmesinden sonra Ümmet’in ulü’l-emr denilen yetkililerince usulüne uygun olarak kararlaştırılırsa meşru olur. Her eline silah alıp etrafına adam toplayan kendisini ulü’l-emr  makamında göremez. Devlet ilan etmekle devlet olmak aynı şey değildir. Devlet olmak devlet olacak nitelikte gücünü diğer devletlere kabul ettirmek demektir.

Ölüm cezasını hak eden Müslüman bireylere bu ceza ancak devlet tarafından verilir ve uygulanır. Hak sahipleri ihkak-ı hak yapamaz yani haklarını kendileri almaya kalkışamaz veya Müslümanlar arasından bir grup kendi kendine görev üstlenip bu cezayı veremez ve uygulayamaz. Bütün bunlar toplum düzenini sağlamak ve kaosu önlemek için zorunlu evrensel ilkelerdir. Devlet zaten bu kaosu önlemek için var olmuştur.

Ehl-i Sünnet’in çağa ayak uyduramadığı şeklinde eleştiriler de yapılabilir. Müslümanların, dolayısıyla Ehl-i Sünnet’in çağdaş durumun belirleyicilerinden biri olduğu söylenemeyeceğine göre bunda bir ölçüde haklılık payı vardır. Ayrıca tüm ümmeti kucaklamaya çalışan bir yapının sürekli olarak farklı ve birbirine zıt toplumsal dinamiklerin dengelerini gözetme mecburiyeti nedeniyle bütün kuşatıcı yapılarda olduğu gibi değişim yerine istikrarı öne alması anlaşılır bir durumdur. Bu kuşatıcılık özelliği Ehl-i Sünnet’in en önemli vasfı iken aynı zamanda en kırılgan yönüdür, tabir caizse yumuşak karnıdır. Çok farklı kesim ve talepleri karşılama güçlüğü her an çevreden başlayan çözülmelere yol açabilir.

Günümüzde Müslümanlar olmazsa olmaz meselesi topyekûn bir medeniyet ihyasıdır ve bu öyle kolay bir şey değildir. İslam Düşüncesinin yeniden ihyasıyla alakalı bir iştir. Buna Muhammed İkbal’in deyimiyle İslam Düşüncesinin ihyasıyla başlamak gerekmektedir. İslam’a yönelik çağdaş tehditlerle hesaplaşmadan
İslam Düşüncesinin yeniden ihyası mümkün değildir. Geçmiş İslam âlimlerinin ve kelamcıların karşı karşıya oldukları tehditlerle bu günküler çok farklıdır. Bazı son dönem İslâm âlimlerince ortaya atılan “Yeni İlm-i Kelâm” teşebbüsü beklentileri karşılamakta yetersiz kalmıştır. Çünkü bu Kelam uzmanlığını aşan bir iştir. Felsefe ve bilimde topyekûn bir medeniyet bilinciyle yapılacak şeylerle mümkündür. Kelam ilminin mesâil denilen ana problemlerinin çoğu bu gün de güncelliğini korumakla birlikte, yeni meseleler gündeme gelmiştir. Örneğin modernizm, kapitalizm, liberalizm, sekülerizm gibi akımlar globalleşmenin getirdiği imkânlarla tüm dünyada değerlerin belirleyicisidir.

Bu akımlar Müslüman düşüncenin geleneksel zihin kodlarını bozmuş veya yıkmış, yerlerine kendi kodlarını yerleştirmiştir. Müslümanların, hayatlarını Kitap, Sünnet, İcmâ’ ve Kıyas’a göre belirledikleri iddiası sözde kalmakta, çağdaş dünyanın belirleyicilerinin dayattığı kodlarla düşünmekte ve yaşamaktadırlar. Bu da yaralı ve şizofren bilinçler ve kimlikler oluşturmaktadır. İslam Düşüncesi ve Kelamı bu akımların ön kabulleri, temel tezleri ve ürettiği düşünce yapılarıyla hesaplaşmak ve insan faaliyetlerinin bütün alanlarında Müslümanlara kendi değerler sistemini sunmak zorundadır. Çağdaş dünyada yersiz yurtsuz bir şekilde savrulmaktan kurtulmak için geçmiş tecrübelerimiz ve bunların taşıyıcısı olan geleneğimiz bizim için vazgeçilmez bir zemin teşkil edecektir.

Fakat bu hayatın doğal seyri içerisinde kendiliğinden olacak bir iş değildir. Mükemmel bir organizasyon işidir. Bu organizasyonu nasıl yapacağımızın çözümü bizce meselenin çözümünün yarısıdır. Müslümanlar felsefe, bilim, eğitim, teknoloji, siyaset ve ekonomi gibi alanlardaki organizasyon kabiliyeti bakımından kritik bir sınavla karşı karşıyadırlar. Bu sınavı vermeye niyetlendiklerinde, on üç asırlık Ehl-i Sünnet tecrübesinin en önemli referans kaynaklarından birisi olacağı kanaatindeyiz.













Devamını Oku »