Ümmetin En Büyüğü Dört Kiramdır

İnsanın Allah Teâlâ'nın nezdinde alacağı mertebeler dörttür

Şübhesiz ashab radıyallâhu anhum, ümmetin en büyükleridir. Onların da tertib üzere en büyüğü Hazreti Ebû Bekr Sıddîk radıyallâhu anhudur. Sonra Ömer-ul-Fâruk radıyallâhu anh; sonra Hazreti Osman radıyallâhu anh; sonra Hazreti Ali radıyallâhu anh'tır.

Ve efdal evliyâ Sıddîk-ı Ekber ba'dehu Fâruk

Ve Zinnûreyn'den sonra Alî'dir ol Velîyullah

Ve evliyânın en üstünü, Sıddîk-i Ekber Hazreti Ebû Bekr'dir. Sonra

Hazreti Ömer-ul-Fâruk'tur.

Sonra iki nur sahibi Hazreti Osman'dır. Sonra Allah'ın dostu Hazret}

Ali'dir.

Ehli Sünnet vel Cemaatin ittifakıyla, ümmetin en büyüğü Sıddîk-ı Ekber; sonra Hazreti Ömer, sonra Hazreti Osman, sonra Hazreti Ali radıyallâhu anhum'durlar. Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem'den kalan hilâfet de bu tertib üzere devam etmiştir.

Müslim ve Buhârî'nin ittifakla tahric ettikleri Ebî Saîd-il-Hudrî ve Abdullah bin Mes'ûd'dan gelen bir rivayette Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

“Eğer Ben bir kimseyi (en üstün olarak) dost alsaydım, şübhesiz Ebâ Bekr'i kendime dost ederdim. Lâkin o hakîkaten kardeşim ve arkadaşımdır. Gerçekte Allah Teâlâ arkadaşınızı (kendisini kasdederek) gerçek dost olarak kabul etmiştir.”

Bu hadîs-i şerîf Hazreti Ebû Bekr Sıddîk'ın sadakatini, bağlılığını, yüce makamını ve hilâfetini beyan etmiştir. "Hullet"; bütün sevgileri ken­dine hududlandıran ve rızaya layık olan bir makamdır. Peygamber sal­lallâhu aleyhi ve sellem, Allah Teâlâ'dan başkasını kendisine maksad ve vesile etmediği için," “Eğer Ben bir kimseyi (en üstün olarak) dost alsaydım, şübhesiz Ebâ Bekr'i kendime dost ederdim.” buyurmuştur. Tabiî ki bu, bütün sevgileri Ebû Bekr Sıddîk'a yöneltmesi risâlet maka­mına uygun olmadığı içindir.

Fakat bundan aşağı olan sohbet ve kar­deşlik makamında, kemâl-i şefkatle en üstün derecede Ebû Bekr Sıddîk'ı kabul etmesi, Ebû Bekr Sıddîk'ın kendisine en yakın olduğunu gös­termiştir. Ebû Bekr Sıddîk radıyallâhu anh'ın üstünlüğünü ve faziletini beyan eden birçok hadisler vardır. Ondan sonra Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem en üstün derecede Hazreti Ömer radıyailâhu anhu'yu kabul etmiştir. Hazreti Ömer radıyailâhu anh, Fâruk'tur, yani hak ile bâtıl arasına sed çekendir.

Nitekim İmam Ahmed, Tirmizî, İbnu Habbân, İbnu Adî'nin tahric ettikleri İbni Ömer radıyailâhu anh'tan gelen bir rivayette, Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

“Gerçekte Allah Teâlâ, gerçek ve doğruyu Ömer'in dili ve kalbi(nin muvafakati) üzere tayin etmiştir.”

Sadakatin en üstünü, dil ve kalbin birleşmesidir. İşte bu hadîs-i şe­rifte Ömer radıyailâhu anh'ın dilinin ve kalbinin sıddîklık makamında; ve kalbine gelenin vahye mutabık ilham; dilinden çıkanın sünnete mutabık söz olduğu beyan edilmiştir. Artık bu iki büyük halîfenin sıddîklık maka­mına, bu hadisler şahid olarak kâfidir.

Yine Müslim ve Buhârî'nin de ittifakla tahric ettikleri bir hadiste Sa'd bin Ebî Vakkas'ın babası şöyle anlatmıştır:

Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem'in yanına girmek için Ömer izin istedi. Onun yanında Kureyş' ten birtakım kadınlar vardı. Kendisiyle yüksek sesle konuşuyor ve ondan çok şeyler istiyorlardı. Ömer izin isteyince kadınlar kalkarak perdeye koştular. Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem de ona izin verdi. Hazreti Omer radıyallâhu anh içeri girince Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’in güldüğünü müşahade etti; şive âdeti üzere: “Allah ömrünü güldürsün ya Rasûlallah.” dedi.

Bunun üzerine Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem: “Şu Benim yanımda olanlara şaştım. Senin sesini işitince perdeye koştular.” buyurdu. Bunun üzerine Ömer radıyallâhu anh: “Ya Rasûlallah onların çekilmesine Sen daha layıksın.” dedikten sonra kadınlara dönerek: “Ey nefslerinin düşmanları, Rasûlullah sal­lallâhu aleyhi ve sellem'den çekinmiyorsunuz da, benden mi çekini­yorsunuz." dedi. Perde arkasında olan kadınlar: “Evet, sen Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem'den daha sertsin.” dediler. Bunun üzerine Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

“Nefsim kudretiyle yaşayan Allah'a andolsun, hiçbir zaman sü­lük edeceğin bir yolda şeytan sana rastlamaz ki, yol edinmiş oldu­ğun caddeden başkasını yol edinmemiş olsun.”

Bu hadîs-i şerîf, Hazreti Ömer'i mübalağa olarak övmüştür. Bir cad­dede dahi rastlarsa şeytanın mutlaka yolunu değiştireceğini ve ondan kaçacağını ifade etmiştir. Bu hadîsin delâletiyle rahatlıkla diyebiliriz ki, şeytan huylulardan başkası Hazreti Ömer'in hakkında şübhe etmez. Hazreti Ömer de, Ebû Bekr Sıddîk radıyallâhu anh'ı daima takdim ederdi.

Müslim ve Buhârî'nin tahric ettikleri bir hadîs-i şerîfte, Abdullah bin Abbas radıyallâhu anh şöyle anlatmıştır:

Hazreti Ömer'i teneşir üzerine koyduklarında ashab ağlaşıp dua ediyorlardı. Arkamda birisinin iki elle­rini omzuma koyarak şöyle dediğini işittim: “Hakîkaten ben Allah Teâlâ' nın seni arkadaşlarınla beraber kılacağını umarım. Çünkü çoğu zaman Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem'in: “Ben idim. Ebû Bekr ve Ömer...” “Ben işledim. Ebû Bekr ve Ömer...” “Ben yürüdüm. Ebû Bekr ve Ömer...” “Ben girdim. Ebû Bekr ve Ömer...” “Ben çıktım. Ebû Bekr ve Ömer...” diyerek her sözünde, Ebû Bekr'den sonra seni andığını işittim.” Arkama baktım, ne bakayım ki Ali bin Ebî Tâlib radıyallâhu Teâlâ anh'tır.

Bu hadîs-i şerîf gösteriyor ki Hazreti Ali radıyallâhu anh, bu iki bü­yük zevatı herkesten takdim etmiştir. Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem'in sözlerindeki takdimini de delil göstermiştir ve onları takdir etmiştir.

Şübhesiz bu ikiden sonra en üstün sahabî ve halîfe, Hazreti Os­man radıyallâhu Teâlâ anh’tır.

Müslim ve Buhârî’nin de tahric ettiği bir hadîs-i şerîfte Ebû Mûsâ el-Eş'arî radıyallâhu anh şöyle anlatmıştır: 

''Ben Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem'i evinde ziyaret etmek istedim, bulamadım.Bana şu tarafa doğru gitti dediler. Ben de Onu soruşturarak izinden yola çıktım.Nihayet Eriz kuyusuna girdi. Ben de kapıda oturdum. Onun kapısı hurma dalından idi. Rasulullah sallallâhu aleyhi ve sellem hacetini görüp abdesti alınca kalkarak yanına vardım. Bir de baktım, Eriz kuyusunun kenarına oturmuş, kuyunun kenarını, ortalamış, baldırlarını açmış ve onları kuyunun içine sarkıtmış. Ona selam verdim. Sonra giderek kapının yanına oturdum. (Kendi kendime) Bugün mutlaka Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'in kapıcısı olacağım dedim. Az sonra Ebû Bekr geldi ve kapıyı çaldı.

-Kim O? dedim.

-Ebû Bekr.. dedi.

-Ağır ol., dedim. Sonra giderek:

-Yâ Rasûlallah, bu Ebû Bekr'dir; izin istiyor., dedim.

“Ona izin ver; ve kendisini cennetle müjdele.” buyurdu. Ben dönüp geldim ve Ebû Bekr'e:

-Gir. Hem Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem seni cennetle müj­deliyor.. dedim. Ebû Bekr girdi. Ve Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sel­lem'in sağ tarafına onunla birlikte kuyunun kenarına oturdu. Ayaklarını da Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem'in yaptığı gibi kuyuya sarkıttı. Ve baldırlarını açtı. Sonra ben (kapı yanına) döndüm ve oturdum. Kar­deşimi abdest alırken bırakmıştım. Bana yetişecekti. (İçimden kardeşimi kasdederek) Eğer Allah filana hayr murad ettiyse, onu (buraya) getirir dedim. Bir de baktım; bir insan kapıyı kıpırdatıyor:

-Kim o? dedim.

-Ömer bin Hattâb'ım.. dedi.

-Ağır ol., dedim. Sonra Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem'e ge­lerek selam verdim ve:

-Bu Ömer'dir; izin istiyor., dedim.

“Ona izin ver; ve kendisini cennetle müjdele.” buyurdular. He­men Ömer'e gelerek:

-İzin verdi. Hem Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem seni cen­netle müjdeliyor., dedim. O da girdi. Ve Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem'le birlikte onun sol tarafına kuyu kenarına oturdu. Ayaklarını da kuyuya sarkıttı. Sonra (ben kapı yanına) dönerek oturdum. Ve (karde­şimi kasdederek) Allah filana hayr murad ettiyse onu (buraya) getirir, dedim. Derken az sonra bir insan gelerek kapıyı salladı.

-Kim o? dedim.

-Osman bin Affan'ım.. dedi.

-Ağır ol;, dedim ve Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem'e gelerek kendisine haber verdim:

“Ona izin ver; ve başına gelecek bir bela ile birlikte kendisini cennetle müjdele.” buyurdu. Hemen geldim ve:

-Gir Hem Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem başına gelecek bir bela ile birlikte seni cennetle müjdeliyor., dedim. O da girdi. Fakat kuyu kenarını dolmuş buldu. Ve öbür taraftan onların karşılarına oturdu.''

Bu hâdisede, üç halîfenin tertib üzere hilâfetlerine; ve vefatlarından sonra Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem'le Ebû Bekr ve Ömer radıyallâhu anhumâ'nın bir arada olmasına işaretler vardır. Olay da öyle vuku bulmuştur.. Ayrıca Hazreti Osman radıyallâhu anh'ın fazileti hak­kında birçok hadisler vardır. Allâme Teftezânî diyor ki: «Hazreti Ali radı-yallâhu Teâlâ anh dahi, üçüne de bîat etmiştir. Eğer hilâfet bunlardan önce kendisinin hakkı olsaydı, hakkını taleb ederdi.

Nitekim Hazreti Muaviye'den hakkını taleb etmiştir Hazreti Ömer radıyallâhu Teâlâ anh, vefatında, hilâfeti şûrâya bıraktı. Ashâb-ı şûrâ, Osman, Ali, Abdur- rahman bin Avf, Talhâ, Zübeyr ve Sa'd bin Ebî Vakkas radıyallâhu an- hum idiler. Bunlardan beşi, halîfeyi tayin etmek işini Abdurrahman bin Avf radıyallâhu anh'a havale ettiler ve hükmüne razı oldular. Abdur­rahman bin Avf da Hazreti Osman'a bîat etti, seçti. Ashâb-ı kiram da ona ittifak ettiler, emr ve yasaklarına boyun eğdiler. Arkasında cum'â ve bay­ram namazını kıldılar. Hâsılı Hazreti Osman, ashâb-ı kirâmın icmâıyla halîfe olmuştur.

Sonra Hazreti Osman radıyallâhu anh şehid olunca haliyle işi mühmel bıraktı, yani vakit bulamadı. Muhacir ve ensar Ali radıyallâhu anh'a bîat ederek, hilâfetin kabûlünü istirham ettiler. Çünkü bu üçten sonra hilâfete kendisinden daha layık ve daha üstün, daha müstehak yoktu. Hazreti Ali radıyallâhu Teâlâ anh, dördüncü halîfe ola­rak tayin edilmiştir. Ehli Sünnet velCemaat bunda ittifak ettiler. »

Müslim ve Buhârî'nin tahric ettikleri bir hadiste, Amr bin As şöyle an­latıyor: 

Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem bir müfreze başında beni Selâsil adlı yere göndermişti.. Ona döndüm:

-Ey Allah'ın Rasûlü, en çok kimi seversin?

-Ayşe.

-Erkeklerden?

-Babası.

-Sonra kimi seversin?

“Ömer.” buyurdu; ve akabinde birkaç adamın ismini saydı. Beni en sonraya bırakacağından korktum, sükut ettim.

Yine Buhârî'nin de tahric ettiği bir hadiste, Hazreti Ali'nin oğlu Mu- hammed bin Halîfe şöyle anlatmıştır: Babamdan sordum:

-Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem'den sonra hangi insan da­ha hayrlıdır?

-Ebûbekr.

-Sonra kim?

-Ömer., dedi. Sonra Osman diyeceğinden endişe ettim: “Sonra babam.” dedim.

“Hayır hayır, ben müslümanlardan bir adamım.” dedi.

Yine Buhârî'nin tahric ettiği bir hadiste, Enes radıyallâhu anh şöyle demiştir: 

Peygamber sallallâhu aleyhi ve   seliem, Ebû Bekr,  Ömer ve Osman'la birlikte Uhud dağının tepesinde  oturmuşlardı. Dağ  sallandı.

Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem, ayağını yere vurarak:

“Sebat et (ey) Uhud! Ancak senin üzerinde bir Nebî, bir sıddîk ve iki şehid vardır.” buyurdu.

Hazreti Ali radıyallâhu anh'ın, fazileti ve üstünlüğü yücedir. Nitekim Müslim ve Buhârî'nin de tahric ettikleri Sa'd bin Ebî Vakkas'tan gelen bir rivayette Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem Hazreti Ali’ye hitâben:

“Sen Bana yakınlıkta Musa'ya nazaran Hârûn'un yerindesin. Şu kadar ki, Benden sonra nebî yoktur.”

Kâdı Îyaz diyor ki: «Râfızîler, Şia'nın şâir fırkaları, bu hadîs-i şerîfi delil göstererek, Peygamber'den sonra hilâfetin Hazreti Ali'nin hakkı ol­duğunu; sahabenin, onu takdim etmedikleri için -summe kellâ ve hâşâ- kafir olduklarını iddia ettiler. Bunların küfründe şübhe yoktur. Birtakımları da: “Hazreti Ali de ashabdan hakkını taleb etmediği için kafir oldu.” dedi­ler. Bunların delillerini zikretmek, fitne ve fesaddan başkası değildir. Bu iki taife de saadette yaşayan sahabeyi tekfir ettikleri için, küfürlerinde şübhe yoktur. İslam şeriati bunların aleyhindedir. Bu hadîs-i şerîfte onla­ra hiçbir delil yoktur.

Bilakis bu hadîs-i şerîfte Hazreti Ali'nin fazileti hu­susunda beyan vardır. Hazreti Ali'nin önceki üç halîfeden daha faziletli olmasına da delâlet etmez. Hazreti Ali'nin Peygamber'den sonra halîfe olacağına dair de bu hadisle istidlal edilemez. Ancak Peygamber sal­lallâhu aleyhi ve sellem Hazreti Ali'yi Tebük gazvesinde Medine'ye yeri­ne bırakmıştı. Kaldı ki, Hârûn aleyhisselam Mûsâ aleyhisselam'dan son­ra halîfe olmamıştır. Çünkü Hârûn aleyhisselam Mûsâ aleyhisselam'dan takriben kırk sene evvel vefat etmiştir. Mûsâ aleyhisselam münâcâta gittiği zaman, onu İsrail oğullarına yerine bırakmıştı.»

Tîbî de aynı manayı ifade ederek ilmi bir sûrette aynısını söylemiştir.

Her nasıl olursa olsun bu hadîs-i şerif, Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem'den sonra Hazreti Ali'nin halîfe olacağına delil değildir. Şübhesiz Hazreti Ali radıyallâhu anh, Hazreti Osman'dan sonra şâir ashab­dan üstündür. Hazreti Ali'den buğzeden yahud da Hazreti Ali için diğer sahabeden buğzeden, dalâlettedir. Binaenaleyh Şia ve Hâricîlerin söz­lerine asla itibar ve itimad yoktur. Medâr-ı teessüf şudur ki, bir kısım ba­sireti kör insanlar, Hazreti Osman'a, kimisi Hazreti Ali'ye dil uzatmakta cür'et ederler. Bunu küstahlıktan başka hiçbir şeyle ifade edemem. Ehli Sünnet vel Cemaatin ittifakıyla, hilâfet dördünün tertibi üzere tesbit edil­miştir. Ve Hazreti Osman hâdisesinde Hazreti Ali hakkından vazgeçmiş değil; bilakis Hazreti Osman'a biat ederek hakkını vermiştir.

Ebû Bekr Sıddîk ve Hazreti Ömer, Rasûlullâh'ın kayınpederleridirler. Hazreti Osman ve Hazreti Ali ise, damatlarıdırlar. Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem vefatına kadar bunlardan razıdır. Bunların hepsini se­veriz. Nitekim İmam Ahmed ve Beğavî'nin tahric ettikleri, Abdurrahman bin Avf'tan gelen bir rivayette Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Ebû Bekr cennettedir; Ömer cennettedir; Osman cennettedir; Ali cennettedir; Talha cennettedir; Zübeyr cennettedir; Abdurrahman bin Avf cennettedir; Sa'd bin Ebî Vakkas cennettedir;Sad bin Zeyd cennettedir; Ebû Ubeydete-bn-il-Cerrah cennettedir.”

İşte İbrahim Hakkı Hazretler! bunu dile getirerek şöyle dedi:

(81)

Bu dördü hem hilâfetde bu tertib üzre kâimdir

Bu çâr-ı yârdan sonra hem efdal Evliyâullah

(82)

Kalan ashabdır ki cümlesinin zikri hayrolsun

Cemîî âl u ashâb-ı kirâmı sevmişem Billah

Dördünün hilâfeti de bu tertib üzeredir. Bu çâr yâr-ı güzin'den sonra, evliyaullah'ın üstünleri, kalan ashâb-ı kiramdır. Hepsinin zikri hayr olsun. Hâsılı, bütün ashâb-ı kirâmı Allah için severim.

Aşere-i mübeşşere ve Fâtıma Hasen Hüseyn

Bu ümmetden bulara cennetile neşhedu Billah

Bu ümmetten cennetle müjdelenen ashabdan on nefer ve Fâtıma, Hasan, Hüseyn Hazerâtına cennet müjdesi verilmiştir. Biz dahi Allah için bunların cennetlik olduklarına şahadet ederiz.


Ashab ve Ehli Beyti Sevmek İmanın Alâmetidir

Buhârî’nin tahric ettiği bir hadiste, Ömer radıyallâhu anh şöyle bu­yurmuştur: 

“Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem onlardan razı olduğu halde şu işe şu neferlerden başkası layık değildir: Ali, Os­man, Zübeyr, Talha ve Abdurrahman bin Avf.”

Bu hadîs-i şerifte Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem'in vefatına kadar kendilerinden razı olduğu aşere-i mübeşşereden beş zevatın ismi verilmiştir; Hazreti Osman ve Hazreti Ali de bunlardandır.

Müslim ve Buhârinin tahric ettikleri Ebî Saîd-il-Hudriden gelen bir rivayette Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

“Ashabıma sövmeyin. Şayet sizden biriniz Uhud kadar altın dağıtsa dahi, onların (Allah yolunda dağıtmış oldukları) bir avuçlarına, hatta yarım avuçlarına ulaşamaz.”

“Ashabıma sövmeyin.” cümlesinden hiçbir ferdi müs­tesna değildir. Onların ihlas ve niyetleri, dîne hizmetleri çok üstün oldu­ğundan şahsiyetlerine layık olmayan herhangi bir söz söylemek, söv­mek sayılır.

'Hatta imam Ahmed bin Hanbel radıyallâhu anhu'ya bir adam gelerek sormuş:

-Hazreti Muaviye mi haklı, Hazreti Ali mi haklı? (imam:)

-Sen ensar mısın?

-Hayır.

-Muhacir misin?

-Hayır. (Bunun üzerine İmam buyurmuştur ki:)

-Meclisimden kalk defol. Demek sende hayr da yoktur.'

Müslim'in de tahric ettiği, Ebî Hureyre ve Ebî Mûsa-el-Eş'arî'den ge­len bir rivayette Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyur­muştur:

“Yıldızlar semânın güvenidir. Yıldızlar gittiği zaman semâya va'dolunan şey (dağılmak, pamuk haline gelmek ve kıyamet) gelir. Ben de ashabımın güveniyim. Ben de gittiğim zaman ashabıma va'dolunan (ihtilaf gibi mukadder olan) şeyler gelecektir. Ashabım da ümmetim için güvendir. Ashabım gittiği zaman ümmetimin başına va'dolunan şeyler (bid'atler, haddi aşmak, hıyanet gibi) gelecektir.”

'amenetun' kelimesi, güven vermek yani mal, can ve şerefin korunmasına sebeb manasındadır. Şübhesiz ashâb-ı kiramda bu hususların hepsi toplanmıştır. Bu en güzel ifadeyle “Ashabım da ümmetim için güven­dir. Ashabım gittiği zaman ümmetimin başına va'dolunan şeyler gelecektir.” cümlesiyle beyan olunmuştur. Ashabın gitmesinden sonra bid'atler zahir olmuştur; hevâ ve hevesler hâkim olmuştur; haramlar ve şerler zahir olmuştur; kalblerde nurlar azalmıştır; zulüm ve zulmetler ço­ğalmıştır. Tâbiîn, tebei tâbiîn devresinde yığmak fitneler, hayatlarından sonra zaman geçtikçe yayılmıştır. Bunun için tebei tâbiîn devresinden sonra gelen müslümanlardan biri, Uhud kadar Allah yolunda malını in- fak etse dahi, onların Allah yolunda dağıtmış oldukları yarım avuçlarına ulaşamaz.

Âmirî diyor ki: «Bu hadîs-i şerifteki ashab kelimesinden murad, Pey­gamber sallallâhu aleyhi ve sellem'in sohbetinden ayrılmayan, hazar ve seferde helal ve haram ilmini öğrenen, dinde fakih olan, Kur'an ilimlerini zabteden, açıkta ve gizlide Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem'e ittibâ' eden zevattır. Ashab toplumuna nazaran bunlar azdır.Cehalet,zulmet ve fitnelere giren kimseler, ancak bunlara tâbi olmakla kurtulur.'

Hakîm-i Tirmizî buna ilaveten: «iman ve eminlik, onlara ittiba etmekte hududlandırılmıştır.» demiştir.

Bu eminlik, ashabın büyüklerinden, tâbiînîn büyüklerine geçmiştir Her bir insan, iman ve ihlası nisbetinde onlardan faydalanmıştır Aklını onların görüşlerine uyduran, dîninde güven altına girmiştir. Onların sözlerini, ictihad ve görüşlerini, kendi fikir ve görüşlerine uyduranlar da, doğruluktan sapmışlardır. Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem başka bir hadiste bu hayr-ı kemâlâtı beyan etmiştir.

Nitekim Müslim ve Buhârî’nin de tahric ettikleri Ebî Hureyre ve imran bin Husayrıdan gelen riva­yette, Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

“Ümmetimin en hayırlıları Benim asrım (da olanlar)dır. Sonra pe­şinde gelenler; sonra peşinde gelenlerdir. Sonra şûbhesiz bir kavim gelir; şahidliğe taleb edilmedikleri halde şahidlik yaparlar; hıyanet ederler; eminlikte sebat etmezler; adak yaparlar, yerine getirmezler; onlar da şişmanlık zuhur eder."

Tabârânî'nin tahric ettiği Ca'de bin Hubeyre’den gelen rivayetle  “sonra peşinde gelenler" kelimeleri üç kere tekrarlanmıştır.

Bu hadis-i şerîfte de anlaşıldığı üzere, ashaba, tâbiîne ve tebe-i tabiine uyanlardan başkası, bid'at ve dalâletten kendini kurtaramaz.

“Sonra şûbhesiz bir kavim gelir; şahidliğe taleb edilmedikleri halde şahidlik yaparlar;" cümlesine, sadece davalardaki şahidlik de­ğil, bilgisiz fetva vermek, zan ve tahmine mebnî yorum yapmak, ayet ve hadisleri örf ve âdetlere uydurmak, bâtılın propagandasını yapmak, fâsıkları övmek, takvâ sahihlerinin haklarına riayet etmemek gibi hususlar da dahildir. Gerek bunlar itikadi olsun ve gerek fiilî ve ahlâkî olsun; ashab, tâblîn ve tebei tâblînîn ardınca gitmeyenler, zemmedilmiştir; gi­denler de övülmüştür.

Nitekim İmam Ahmed, Tirmizî, Neseî ve Hâkimin de tahric ettikleri, Hazreti Ömer radıyallâhu anh’tan gelen bir rivayette Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

“Ashabıma (hayatlarında ve vefatlarından sonra dahi) ikram edin, çünkü muhakkak onlar sizin en hayrlılarınızdır. Sonra onların peşinde gelenlere; sonra onların peşinde gelenlere de (ikram edin,sevin). Sonra yalanlar belirir. Hatta şübhesiz kendisinden yemin istenilmediği halde bir adam yemin eder; şahidlik ondan istenilmediği halde şahadet eder. Dikkat!.. Kime cennetin ortası sevdirilmiş ise, cemaatten ayrılmasın, Çünkü muhakkak şeytan; tek kalanla beraberdir. O iki kişiden daha uzaktır. Asla bir adam,bir ka­dınla tenhalaşmasın. Çünkü muhakkak şeytan, üçüncüleridir.Kimin iyilikleri ona sevdirilmiş ise, kötülükleri kendisine üzüntü verirse, işte o hakîkî mü’mindir.”

Hâkim bu hadîsin sahih olduğunu söylerken Hafız Zehebi de takrir etmiştir.

Ashaba ikram; onları hayrla yadetmek, hatalarından göz kaybetmek sözleriyle amel etmek, isimleri söylendiğinde radıyallahu anh demek ayıb ve kusurları araştırmamak, onları başkalarıyla mukayese etmemek olmak üzere altı haslettir. “Çünkü muhakkak onlar sizin en hayırlılarınızdır.” buyrulmuştur. Kendilerinden sonra, en hayırlı değildir; nasil olurda mukayese olunabilir?.. Tabiî ki onların ardınca giden tabiin,tebe-i tâbiînden daha hayrlıdır. Artık üçüncü asırdan itibaren kıyamete kadar hayırlı olabilirler amma en hayrlı olamazlar. Ashaba gerekli olan hürmet ve ikram, tâbiîn ve tebei tâbiîne de gerekir.Bu nafileye 'cemaat' denilir. Hadîs-i şerîfte, bu cemaati sevmek ve ona ikram etmenin gerekli olduğu: “Dikkat!. Kime cennetin ortası sevdirilmiş ise, cemaatten ayrılma­sın.” cümlesiyle emredilmiştir.

Binaenaleyh imkan olduğu müddetçe itikad, amel ve ahlakta cumhurun, yani bu cemaati teşkil eden imamların, buna imkan olmadıysa bu cemaate dahil olanlardan birinin ardınca gitmek vacib olmuştur. İşte bu itikaddan ayrılan kimse mezhebsizdir.

Ehli Beyt bu cemaate dahil oldukları müddetçe, onlara ikram da farz olur. Hazreti Ali, Hazreti Fâtıma, Hazreti Hasan ve Hazreti Hüseyn Ehli Beyttir. Aşere-i mübeşşereye cennet müjdesi verildiği gibi, bunlara da cennet müjdesi verilmiştir. Allah Teâlâ Zülcelal Hazretleri bunlara sevgi beslemeyi, ikramı emretmiştir. Ve onları temiz olarak yaratmış olduğunu beyan etmiştir. Bu hem ayetle, hem de hadisle sabittir

Nitekim Müslimin de tahric etmiş olduğu bir hadiste, Ayşe radıyallâhu anhâ şöyle demiştir:

Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem, üzerinde siyah yönden mamul, nakışlı bir örtü olduğu halde sabahleyin (evden) çıktı, Derken Hasan bin Ali geldi. Onu örtünün içine aldı. Sonra Hüseyn geldi, o da beraberinde girdi. Sonra Fâtıma geldi, onu da içeri aldı. Sonra Ali geldi, onu da içeri aldı. Sonra: 

“...Ey Ehli Beyt, Allah ancak ve ancak sîzden ricsi (azaba vesile olabilcek her şeyi) gidermek ve tizi tertemiz paklamak İstiyor.’* (melinde ki -Ahzab 33’üncü ayeti) okudu.

İşte ayet-i kerîme, Ehli Beyti bu sürette beyan etmiştir Bundan dola­yı ulemâi Ehli Sünnet, Ehli Beyte İkramın ümmet üzerine bir gerek: vecibe olduğunda İttifak ettiler. Ehli Beyt hususunda iki taife, ifrat ve tefrîte saparak yanlış itikada girmişlerdir: Râfizi ve Havârici...

a]Râfizîler, Ehli Beytin sevgisini izhar ederek, onları en büyük tehli­kelere sokmuşlar; ve onlara karşı gelenleri de tekfir etmişlerdir.

b]Havâricîler ise, bunlara karşı çıkarak bu sefer Ehli Beyte noksan­lığı isnad etmişler; ve hatta bir kısmını tekfir etmişlerdir.

Ehli Sünnet vel Cemaat ise, ifrat ve tefritten sakınmışlar.. Demişlerdir ki: Ehli Beyti candan severiz, onlara ikram ederiz. Şübhesiz Ehli Beyt masum değildir. Günah işledikleri takdirde Allah Teâlâ'nın kitabında be­yan etmiş olduğu yahud O'nun Rasûlü'nün sünnetinde beyan etmiş ol­duğu cezayı haklarında icra ederiz.

Ashâb-ı kirâmın şerefimle oynayan, ya Havâricîdir ya Râfizîdir.. Hele hele Ebû Bekr Sıddîk radıyallâhu anh'a, Hazreti Ömer radıyallâhu anh’a, Hazreti Osman radıyallâhu anh'a ve Hazreti Ayşe radıyallâhu anhâ'ya dil uzatanın yeri yoktur. Böylece Ehli Beytin hürmetinde kusur edende de hayr yoktur.

Ehli Beytin içinde en büyükleri, Âl-i Aba'dır. Yani Fâtıma, Hazreti Haşan, Hazreti Hüseyn ve Hazreti Ali'dir. Ehli Beyt içerisinde, fâsık ve âsi olabilir. Olduğu takdirde, şeriatin onlara verdiği ceza tatbik edilir. Amma şereflerine asla tecavüz edilmez. Son zamanda, yine Kur'an ve Ehli Beyte sarılan kurtulur.

Nitekim bu da Müslim ve daha başkalarının da tahric ettikleri Zeyd bin Erkam'ın hadîsinde beyan edilmiştir. Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

“Bundan sonra; dikkat edin, ey, insanlar! Ben ancak bir beşe­rim. Rabb'imin elçisi gelip de, ona icabet etmem yakındır. Ben size iki ağır yük (emanet) bırakıyorum: Bunların birisi, içinde doğru yol, nur bulunan Allah'ın kitabıdır. Binaenaleyh Kitâbullâh'ı alın ve ona sarılın'. Bir de ehli beytimi (size emanet ediyorum). Ehli beytim hak­kında size Allah'ı hatırlatırım. Ehli beytim hakkında size Allah'ı ha­tırlatırım. Ehli beytim hakkında size Allah'ı hatırlatırım.”

Ehli Beyt; Ali oğulları, Akil oğulları, Ca'fer oğulları ve Abbas radıyallâhu anhum’un oğullarıdır. Bunlar Kitâbullâh'a sarıldıkları vakitte, üm­met üzerinde iki hakları olur: Birincisi ilim ve takvâları; İkincisi Ehli Beyt olmaları.. Yollarını şaşırdıkları takdirde dahi, bir hakları var; o da Ehli Beyt olmalarıdır. Hadîs-i şerifte bu gayet açıktır, izaha lüzum yoktur. Ma­demki Allah Teâlâ Ehli Beyti sevmeyi bize teklif etmiş, Rasûlullah da tavsiye etmiş; ifrat ve tefritten azade olmak şartıyla, ashab gibi Ehli Beyti sevmek, itikadında bulunmak gerekir.

Ashab veya Ehli Beytin hürmetinde kusur eden; veyahud kalbinde sevgileri bulunmayan kimse, yüzde seksen nifaktadır. Onun için Ehli Sünnet vel-Cemaat bu İtikada son derece ihtimam göstermişlerdir.

Her ne kadar takvâ sahibi de Ehli Beytten sayılırsa da, Ehli Beyt meşâbesinde değillerdir. Sonra, Ehli Beytten fâsık olanlara, nesebleri için hürmetleri gösterilse dahi, onların hatalarından göz kapatılmaz. Yani fâsıklarının fışkı tenkid edilir. Şîanın dedikleri gibi Ehli Beyt masum değil­dir. Hatta Ehli Beytten olmayan bir âlim, Ehli Beytten olan bir cahile tak­dim edilir.

Allah'ın kitabına hürmet göstermek ve bu kitabla amel eden ulemâ­ya hürmet, önde gelir. Eğer Ehli Beyt, hem âlim ve hem takvâ olursa, takdiminde şübhe yoktur. [211]



Ashâb-ı Kiramın Bütün Tabakalarını Sevmek Gerekir

Peygamber sallallâhu Teâlâ aleyhi ve sellem'in, risâlet davasını bildirişinden vefatına kadar davetine icabet ederek az çok sohbetiyle şereflenen ashab, bazılarına göre yüzyirmidörtbin, bazılarına göre bun­dan daha fazladır. İmam Şâfiî radıyallâhu anh’ın, ashabın adedini altmışbin olarak bildirmesi, sadece Medine ve havalisinde ikamet eden­lere mahsustur.

Zira imam Ahmed bin Hanbel radıyallâhu anh: “Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem vefat edeceği sıralarda, otuzbin erkek arkasında namaz kılarlardı.” demiştir.

Ebû Züriâ er-Râzî diyor ki:Yüzon- dörtbin sahabe, Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem'den hadis nakletmişlerdir.” Bunların en büyükleri, aşare-i mübeşşere yani cennet müj­desini alan on zevat, Hazreti Ali, Fâtıma, Hasan ve Hüseyn radıyallâhu anhum'dur. İşte İbrahim Hakkı bunu dile getirerek şöyle dedi:

'Aşere-i mübeşşere ve Fâtıma Hasan Hüseyn

Bu ümmetden bulâra cennetile neşhedu Billah'

Bu ümmetten cennetle müjdelenen ashabdan on nefer ve Fâtıma,Hasan, Hüseyn Hazerâtına cennet müjdesi verilmiştir. Biz dahi Allah için bunların cennetlik olduklarına şahadet ederiz.

Bunlarla beraber, Hâris bin Zeyd ve ilk kez Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem'e biat edenler, birinci tabakayı teşkil etmektedir. Aynı zamanda Hazreti Hadice radıyallâhu Teâlâ anhâ ve davete ilk icabet edenler de bunlara dahildir.

İkinci tabaka, Dâr-un-Nedve'de Hazreti Ömer radıyallâhu anh'la birlikte biat edenlerdir.

Üçüncü tabaka, dinlerinden dolayı müşriklerin eza cefa ve işken­celerine tahammül göstermeyerek Habeş'e hicret edenlerdir. Nitekim bu hususta Münâvî Feyz-ul-Kadîr adlı eserinde 9312'nci hadîsin şerhinde güzel izahatta bulunmuştur. Ca'fer bin Ebî Tâlib radıyallâhu anh da bunlardandır.

Dördüncü tabaka, birinci, ikinci ve üçüncü Akabe biatinde bulu­nanlardır.

Beşinci tabaka, hicretten sonra Küba mescidinin inşâsından önce Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem'e bîat edenlerdir.

Altıncı tabaka, büyük Bedir'de hazır olanlardır. Sahih hadislerde bunların da hepsinin cennetlik oldukları bildirilmiştir.

Yedinci tabaka, ikinci Bedirle Hudeybiye'de bulunan ehli bîat-ir -rıdvandır. Bunların cennetlik olmasına, ayette de işaret vardır.

Sekizinci tabaka, Hudeybiye'den sonra ve Mekke'nin fethinden ön­ce müslüman olanlardır. Amr bin As, Hâlid bin Velîd bu tabakadandırlar.

Dokuzuncu tabaka, Mekke fetholunduğu günde müslüman olan­lardır.

Onuncu tabaka, fetih ve Haccet-ul-Vedâ'dan sonra müslüman olan ashâb-ı kiramdır.

Demek, ashâb-ı kiramın bazıları diğer bazılarından daha üstündür. Ashabdan sonrakiler, onların hiçbirinin mertebelerine ulaşamazlar. Nitekim

“...Şayet sizden biriniz Uhud kadar altın dağıtsa dahi, onların (Allah yolunda dağıtmış oldukları) bir avuçlarına, hatta yarım avuçlarına ula­şamaz.” mealindeki hadîs-i şerîfte bu beyan edilmiştir. Binaenaleyh “Bedr'in aslanları ancak bu kadar şanlı idi" gibi sözler yersizdir.

Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem'in azadlısı Sevban'a, Pey­gamberin sevgisi galebe çalmıştı. Onu görmediği zaman zayıflar, benzi sararır, tahammülsüz hale düşerdi. Halini Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem'e arzederek: “Ey Allâh'ın Rasûlü, şübhesiz ölümümü ve ölü­münü düşündüğüm zaman böyle oluyorum. Vefatından sonra, cennetin en âlî derecesinde olacağına inanıyorum. Olsa olsa cennete girerim; Seni göremem. Orada benim halim ne olacak?..”.. Başka bir sahabî: “Ey Allah'ın Rasûlü, hakîkaten ben, anamdan babamdan ve hatta kendi ru­humdan daha fazla Seni severim. Ölümümü ve ölümünü düşündüğüm zaman... Sen Peygamberlerle beraber en âlî derecelere yükseleceksin; orada ben Seni görmezsem ne yapacağım?. Dayanamayacağımı düşü­nüyorum..” diyorlardı. Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem buniara cevab vermedi. Bu şikayetler üzerine

“Kim Allah'a ve O'nun Rasûlü'ne (sevgi ve hükümlerine teslimle) itaat ederse, işte onlar Allah'ın kendilerine nimetlerini lütuf buyurduğu peygamberler, sıddîklar, şehidler ve salih kimselerle beraberdir. Bunlar ne güzel arkadaşlıktır. Bu Allah'ın fazl u keremidir. Bilici olarak da Allah yeter.” mealindeki En-Nisâ' sûresinin 69-70'inci ayet­ten nâzil oldu.

İnsanın Allah Teâlâ'nın nezdinde alacağı mertebeler dörttür:

1 -En kudsî, en yücesi peygamberlerin mertebeleridir. Allah Teâlâ bunların ruhlarını en âlî olarak yarattığı gibi, onlara en âlâ mertebeleri verir. Bunlar bir işi kendi gözleriyle görmüş, olayla yaşamış gibilerdir; ki Peygamberimiz'in hakkında “Sîzler Onun gördü­ğü şeyler üzerinde halen daha mücadele mi ediyorsunuz?” mealin­deki En-Necm sûresinin 12'nci ayetiyle buna işaret edilmiştir.

Sıddîkların makamıdır. Bunlar ma'rifette nebilerden sonra gelirler. Nebîlerin en yakında gördüklerini, bunlar en uzakta görürler. Bu itibarla Hazreti Ali kerremallâhu vecheh, “Sen Rabb'ini gördün mü?” diye so­rana: “Görmediğim bir Rabb'e tapmam. Ancak gözler onu göremez; -ima­nın hakîkatiyle kalbler onu görür." buyurmuştur.

Şehidlerin mertebeleridir. Bunlar imanın hakikatlerini kalb gö­züyle değil aklî delillerle, işi yakın bir yerde aynanın içinde gören kim­seler gibi görürler. Ashâb-ı kiramdan bazılarının ifade ettiği: “Sanki ben Rabb'imin arşına açıkta bakıyorum.” gibidir ki, “Rabb'ini görür'gibi O'na ibadet et.” mealindeki Cibril hadîsinde beyan buyrulmuştur.

Salihlerin makamıdır. Bunlar, çok uzaktan gördükleri ayna içinde iman hakikatlerini müşahade eden zevattır. Yani kesin bilgi üzere taklid edenlerdir. Tâbiîriin kısm-i a'zamîsi ve ashabın asgarî kısmı, bu makam­da idiler. Bu da yine Cibril'in hadîsinde “Şayet ki sen O'nu görmezsen, şübhesiz O seni görür.” cümlesiyle beyan edil­miştir.

Nitekim Âlûsî, Mevlânâ Hâlid Zülcenâheyn'den naklen diyor ki: «İn­sanın kemâliyet mertebeleri beş kısımdır: Birincisi, nübüvvet ve kutbiye- tin birleşmesidir. Bu ancak vahyin mazharmda bulunur. Rasûlullah sal­lallâhu aleyhi ve sellem'in vefatıyla bu makamın kapısı kapanmıştır. İkin­cisi, sıddîklık ve kutubluğun birleştiği mertebedir. Bunda imam, Ebû Bekr Sıddîktır ki, kendisinde sıddîklık, imâmet, hilâfet, emirlik birleşmiştir. Üçüncüsü, şahadet ve kutubluk mertebesinin birleşmesidir. Nitekim Ömer-ul-Fâruk radıyallâhu anh'ta, hilâfet, kutbiyet, hak ve bâtılı birbirin­den tefrik etmek birleşmiştir. Dördüncüsü, şahadet, velâyet, hilâfet mer­tebesinin kutublukla birleşmesidir. Nitekim bu da Hazreti Osman radıyallâhu anh'ta birleşmiştir.

Zira Zinnûreyn'in iki manası vardır: Birincisi, Hazreti Osman'ın iki sefer Peygamber'e damat olmasıdır. İkincisi, hilâfe­tiyle kutbiyet, yani velâyet ve şahadetin birleşmesidir. Beşincisi, şahadet ve velâyet-i kübrâdîr. Bu da Hazreti Ali radıyallâhu anh'ta toplanmıştır.»

Evet ashâb-ı kiramda, radıyallâhu anhum, kimisinde şahadet ve velayet; kimisinde sıddîkıyet ve kutbiyet; kimisinde nübüvvetten başka tüm mertebeler bulunmuştur. Bu itibarla onları hayrla yad etmek, sev­mek ve her birini kendi mertebesinde bilmek, tanımak imanın icabıdır.

Onun için“Ümmetimin en hayrlıları Benim asrım (da olanlar)dır. Sonra peşinde gelenler; sonra peşinde gelenlerdir.” buyrulmuştur.

Şeyh Yûsuf Nebehânî, Şevâhid-ul-Hak ve Huccetullâhi ale-l-Âlemîn fî Mu'cizâti Şehîd-ul-Murselîn adlı eserlerinde bu hususta güzel izahat­ları yazarak Vahabıleri alt üst etmiştir. Netice-i meram Allah Teâlâ Et-Tevbe sûresinin 100'üncü ayetinde“(Islamda) Birinci dereceyi kazanan muhacirler ve ensar ile onlara güzellikle tâbi' olanlar (yok mu); Allah onlardan razı olmuştur, onlar da Allah'tan razı olmuşlardır. (Allah) Bunlar için -kendileri içinde ebedî kalıcı olmak üzere- altlarından ırmaklar akar cennetler hazır­ladı. İşte bu en büyük bahtiyarlıktır.” buyurmuştur.

Bu ayete karşı,müfessir geçinenlerin bazı ashab hakkında  "şu boşananlar" demeye cür'et etmeleri büyük bir cesarettir. "Boşanan sahabe" diye adlandırdıkları zevatı, hangi naklî bir delille bu ayet-i kerîmeden istisna edebilirler. Karga misali gibi, İslam üzere yas tutmak yerine, itikadlarını düzeltseler daha İyi olurdu.

Ehli Sünnetin ittifakıyla ashabın tazimi gerekir. Evet Allâme Teftezânî'nin de naklettiği gibi,Hazret Ali'yle Hazreti Osman radıyallâhu anhumâ'nın faziletleri hakkında, yani hangisinin daha üstün olduğunda ihtilaf edilmişse de, bunda tevakkuf daha güzeldir. Amma onlardan biri­ne dil uzatmak, kesinlikle ya Râfizîlik ya da Hâricîliktir.

Yine Allâme Teftezânî Şerh-ul-Akâid'de diyor ki: “Ashabın araların­da vuku bulan harbler ve nizâların yeri vardır; ve tevil edilir.” Onun bu sözü delilsiz değildir. Hazreti Ali radıyallâhu anh ile Hazreti Muaviye'nin arasında vuku bulan çatışma, Garb mütefekkirlerinin ve onlara taklid eden tarihçilerin mütâlaa ettikleri gibi değildir; yorumları yanlıştır.

Nite­kim Müslim ve Buhârî'nin tahric ettikleri Ebî Hureyre radıyallâhu anh'tan gelen bir rivayette Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem'in buyurmuş olduğu;

“Ümmetimden, davaları bir olduğu halde iki büyük cemaat, arala­rında büyük bir savaşla vuruşmadıkça kıyamet kopmaz.'' mealindeki hadîsin şerhinde şârihler; davaları yani dinleri bir olduğu halde savaşan iki cemaat, Hazreti Ali ve Hazreti Muaviye'nin cemaatleridir dediler.

Hafız Ibnu Hacer diyor ki: «Bu İki taife, Hazreti Ali ve Hazreti Muavi­ye'nin cemaatleridir. “Müslümanlardan İki büyük taife savaşıncaya.... Davalar  birdir ' cümlelerinden anlaşılıyor ki, her iki taife de müslümandır. Bununla Havâricîler reddedilmiştir, “Ammârî buğat olan fitne tarafından öldürülecektir'’ mealindeki hadis de, Hazreti Ali’nin içtiha­dının isabetli ve Hazreti Muaviye’nin ise içtihadının hatalı olduğuna delidir,»

Bunların savaşmaları, hilâfet ve post kavgası için değildir. Dava, şehid edilen Hazreti Osman radıyallâhu anh'ın kısas meselesiydi.

Nite­kim İmam Buhârî’nin şeyhlerinden Yahyâ bin Süleyman el-Cûfî, Kitâb-u Sıffîn adlı eserinde diyor ki: «Ebû Müslim el-Havlânî diyor ki:

Ben Muaviyeye: “Sen misin; Hazreti Ali'yle hilâfet hususunda münakaşa ediyor­sun? Yoksa sen onun gibi misin?" dedim. Bana şu cevabı verdi: “Hayır Vallâhı, ben onun kendimden daha üstün ve daha bilgin; hilâfete müstehak; işe ehil olduğuna kesinlikle kanaat etmişim. Bilmiyor musunuz ki, Hazreti Osman zulmen öldürülmüştür. Ben de onun amcası oğluyum; onun velîsiyim. Ben kanının heder olmamasını istiyorum. Bu benim hak­kımdır. Ali radıyallâhu anh’a gidin, ona deyin, Hazreti Osman'ın katil­lerini bize versin." Bunun üzerine biz gittik, Hazreti Ali’yle bu hususta ko­nuştuk, Hazreti Ali bize: “Biate dahil olsunlar ve hükmü bana bıraksın­lar." dedi. Döndük, Muaviye radıyallâhu anh'a söyledik. O bundan imtina etti ve dolayısıyla Ali radıyallâhu anh'a karşı geldi.» Meseleyi bundan başkasına yorumlayanların İslamla alakaları yoktur.

Nitekim İmam Aynî Umdesi’nde diyor ki: «İki büyük taife'den murad, Kermânî'nin dediği gi­bi, Muaviye ve Ali radıyallâhu anhumâ'nın cemaatleridir. İbnu Asâkir, Muaviye’nın tercümesinde, Ebu-I-Kâsım bin Ahî Ebî Zür'â er-Râzî'nin şöyle naklettiğini kaydediyor: Amcam Ebû Zür'â'ya bir adam geldi; dedi ki:

Ben Muaviye’den buğzediyorum. (Amcam:)

-Neden?

-Haksız olarak Ali’yle savaştığı için.. (Bunun üzerine amcam Ebû Zür’â şöyle dedi:)

-Muaviye'nin Rabb'i rahimdir. Davacısı kerîm ve çok şereflidir. Se­nin bunların arasına girmeye ne hakkın var?.»

Ehli Sünnet vel Cemaatin ulemâsının ittifakıyla, ikisinin savaşmaları hilâfet yüzünden değildir.

Siyer ve tarihle iştigal eden Ehli Sünnet vel Cemaat ulemâsının de­dikleri ve Hayâlî'nin de Şerh-ul-Akâid'in hâşiyesinde tasrih ettiği üzere, 

Hazreti Ali radıyallâhu anh'a bir adam sordu:

-Muaviye'yi lanetliyelim mi?

-Hayır.

-Onlar münafık değiller mi?

-Hayır. (Adam kızdı:)

-Peki bunlar neymiş be? (Bunun üzerine Hazreti Ali radıyallâhu anh buyurdu ki;)

-Bunlar kardeşlerimizdir. Îctihad ettiler, bize karşı geldiler. Allah Teâlâ ise, içtihadında hata edeni afuv etmiştir.

Bundan anlaşıldı ki, bunların nizâı hilâfette değildir. Muaviye'ye taraflar olanlar, Hazreti Osman'ı şehid edenleri istediler; ve bu hususta ictihad ettiler; ictihadlarında hata ettiler. Müctehid hatasından dolayı tad­ili veya tefsîk edilemez.

Allâme Teftezânî Şerh-ul-Makâsıd'da, Şerh-ul-Akâîd'de böyle takrir ettiği gibi, muhaşşîleri de onun bu takrirlerini kabul etmişlerdir.

Allâme Zebîdî diyor ki: İmam Gazâlinin de tasrih ettiği üzere Haz­reti Muaviye asla hilâfete talib olmamıştır. Bundan dolayı ona "buğattır" denilemez. Çünkü Hazreti Muaviye, Hazreti Ali radıyallâhu anh'ın hilâfe­tin» asla inkar etmemiş; bilakis itiraf etmiştir. Hazreti Osman'ı şehid eden­lerin katledilmelerini Hazreti Ali'den istemiştir. Bu hususta ictihad etti; içtihadında isabet etmemiştir. İsabetsiz ictihad, müctehid hakkında gü­nah değildir. Eğer Hazreti Ali radıyallâhu anh, hükmü yani kısâsiyet hükmünü tehir etmemiş olsaydı, daha büyük fitne olurdu. Bu itibarla Hazreti Ali'nin içtihadı daha isabetlidir.



İsmail Çetin - Ehli Sünnetin Nazarı İtikadın Ölçüsüdür

Devamını Oku »

15 Temmuz Öncesi,Esnası,Sonrası

15 Temmuz Öncesi,Esnası,Sonrası
[ Yılkı Dergisi - Temmuz 2016 ]

Zor bir coğrafyada, ağır bir tarihsel misyonun yüküyle yürümeye çalışıyoruz. Düşmanlarımız, kemiyet ve keyfiyet planında “dost” diyebileceklerimizle kıyas kabul etmez bir üstünlüğe sahip. Ümmet’in son kalesini de ele geçirip, ebedî rövanşlarını taçlandırmak üzere topyekün taarruz halindeler…

Efendimiz (s.a.v)’in işaretlediği üzere küfür, “Amik Ovası”ndaki o nihaî darbeyi yiyene kadar bizi diz çöktürmek için her türlü desiseye başvuracak. Her seferinde yeni bir oyun kurarak, yeni metotlar geliştirerek, yeni partnerler bularak…

15 Temmuz, şeytanın askerlerinin sahnelediği son tezgâh olarak geçti kayıtlara. Siyaset bilimciler, gazeteciler, yazarlar-çizerler hep bir ağızdan, bu son tezgâhın farklılığını anlatıyor. Namazlı-niyazlı insanların “son kale”yi çökertme hareketinde koçbaşı olarak kullanılmış olması şaşırtıcı geliyor…

Oysa biraz tarih bilenler, bu “namazlı niyazlı insanlar”ın söylemlerini tahlil edebilecek, zihin kodlarını çözebilecek kadar İslamî İlimler’de behresi olanlar, sergilenen ihanet karşısında şaşırmadılar. Hatta onlar bu ihanetin ayak seslerini 10 yıllar öncesinden duydular ve uyarı sirenleri çaldılar. Ama rüzgâr çok güçlü esiyordu ve o sesler gafletin ördüğü duvarlara çarpıp çarpıp geri geliyordu…

Olan oldu… Şimdi yapılması gereken, “Olanda hayır vardır” fehvasınca, “olan”dan dersler çıkarmak ve aynı delikten ikinci defa ısırılmamak için gerekli tedbirleri almak… Bunun için, hadiseyi soğukkanlılıkla “öncesi”, “esnası” ve “sonrası”yla tahlil etmek gerekir.

Öncesi

“İctihad kapısı açıktır, ancak o kapıdan girmek için şu zamanda çok maniler vardır” diyen Bediüzzaman Said Nursî merhumun çizgisi, görüşleri, mücadelesi herkesin malumu iken, kendisini ona nisbet ederek hareketine alan açan Fethullah Gülen’in “yeni ictihad lazımdır; gerekirse yeni bir metodoloji/usul ihdas edilmelidir” tavrı bizim için bir “uyarı ateşi” olmalıydı. Ama olmadı. Bediüzzaman, “Selef’in ictihadları semavîdir” derken Gülen’in talebeleri vasıtasıyla yayılan, “Fıkıh evrensel değildir; beşerîdir, değişebilir, hatta değişmelidir” herzeleri geldi, daha açık ve net ifadelerle. Onu da hazmettik hiçbir rahatsızlık duymadan. Kadınların kızların tesettürü “önemsiz” ilan edildi; “durun yahu, ne yapıyorsunuz?” demedik. Dinlerarası diyalog süreciyle mesele fıkıh zemininden akaid zeminine taşındı; Kur’an’ın açıkça “şirk” ve “küfür” olarak damgaladığı itikadlar, “İbrahimî dinler” söylemiyle makbuliyet/meşruiyet şemsiyesi altına sokuldu. Tepki göstermek yerine, Diyaloğu neredeyse devlet politikası haline getirdik. Diyanet İşleri Başkanlığı bünyesinde Diyalog birimleri kuruldu… Fethullah Gülen, “Hristiyanların rehberleri ve din büyükleri onlara söylenmesi gerekenleri söylemektedirler. Benim onların söylediklerinden ve söyleyeceklerinden farklı bir sözüm yok” diyerek irtidadını ilan etti, “dünyanın şu kadar ülkesinde okul açtı, devletlerin yapamadığını yapıyor” diyerek Gülen’i ve hareketini adata kutsadık.

Bütün bunlar, Fethullah Gülen hareketinin ne büyük bir “fitne” ve “tehlike” olduğunu alabildiğine açık bir şekilde anlatıyorken biz, bu fitnenin İslam’a ve müslümanlara verdiği zararı önemsemedik. Ta ki bu şer şebekesinin eli devlete uzanana kadar!

Oysa bu şerri, dinin altını oymaya başladığını gördüğümüz anda kazıyıp atmalıydık bu coğrafyadan! Devleti kurtardık elhamdülillah; ama dine verilen o zarara göz yummanın vebalinin hala omuzlarımızda olduğunu unutmayalım!

Esnası

Aşağılık ihtirasların pençesinde bu milletin ezelî düşmanlarıyla işbirliği yapmaktan çekinmeyecek kadar ruhsuzlaşmış yaratıklar, bu milleti küfrün önünde diz çöktürmek için kumpas kurarken üç unsuru dikkate almadılar: Allah’ın takdiri, milletin iradesi ve dik duran lider.

Bir tuzak kurmaya çalıştılar, ama Allah tuzaklarını başlarına geçirdi. Çünkü niyetleri şer, maksatları münkerdi. Oyunları bozuldu.

“Bu millet askeri görünce evine kapanır” diye düşünerek hesap yaptılar; ama dilindeki tekbirden, elindeki bayraktan başka silahı olmayan bu millet çelik gibi iradesiyle tanklara, helikopterlere karşı durdu. Rüşdünü isbat etti ve artık kendi vergileriyle alınan silahların kendi geleceğini karartmasına sessiz kalmayacağını haykırdı. Hesapları tutmadı.

"Ya derdest eder itibarsızlaştırırız, ya da yurtdışına kaçar" diye düşündükleri Cumhurbaşkanı, “şapkasını alıp gitmedi” ; tam tersine arkasındaki millet iradesini devreye soktu ve milletiyle kenetlenerek bu topraklarda darbeler döneminin bittiğini ilan etti.

Sonrası

Tehlike büyük ölçüde savuşturulduktan sonra bu millet dostunu, düşmanını daha net görme ve daha net tavır koyma imkânına kavuştu. Ancak devleti yönetenler bakımından dikkat edilmesi gereken hususlar var:

FETÖ‘yü bir terör örgütü olarak değil, “hizmet hareketi” olarak gören tabanı rencide edecek uygulamalardan –her şeye rağmen– hassasiyetle kaçınmalıdır.
Devletin kılcallarına kadar girmiş bulunan kanserli hücreler temizlenirken kurunun yanında yaşın da yanmamasına dikkat edilmelidir.

Kamuda Paralel şebekeden boşalan alanlar doldurulurken kenarda ellerini ovuşturarak bekleyen potansiyel paralel yapılara dikkat edilmelidir. Ne milletin, ne de devletin aynı delikten ikinci kere sokulmaya tahammülü vardır! Bu çerçevede bir kısım çevreler, FETÖ‘nün “Sünnî” bir yapı olduğunu, dolayısıyla problemin kaynağının Sünnîlik olduğunu dile getirmeye başlamıştır. (Benzer iddiaların IŞİD/DAİŞ bağlamında da gündeme getirildiği malumdur.) Bu iddiayı dile getirenler, en hafif tabiriyle “samimiyetsiz”dir! Ehl-i Sünnet çizgide gâvurun piyonu olarak Müslümana kılıç çekme anlayışı yoktur. Ehl-i Sünnet bilgi sisteminde rüya, ilham vb. bağlayıcı/ilzam edici birer “delil” değildir! Ehl-i Sünnet inancında peygamberler dışında masum insan yoktur! Oysa FETÖ’nün liderinin kitleleri afyonlarken bunlara dayandığı açıktır.

Bu millet Müslümandır ve Müslüman kalacaktır. Müslümanlığın temeli de Kur’an ve Sünnet’i doğru anlama ve hayata yansıtma ameliyesinin mekanizması olan İslamî ilimlerdir! Kur’an ve Sünnet’in, İslamî ilimlerin sağladığı formasyona bigâne kalınarak sağlıklı bir şekilde öğrenilmesi ve hayata aktarılması mümkün değildir. İslamî ilimlerin öğrenilmesinin biricik zemini de, Sahn-ı Semân gibi, Süleymaniye gibi yüksek seviyeli eğitim müesseseleri, yani “medreseler”dir. Medrese hayatı ihya edilmezse, mevcut boşlukta IŞİD/DAİŞ’ten Şia’ya ve modernist hareketlere kadar her ideolojik yapı Kur’an ve Sünnet’i kendi hedefleri istikametinde istismar etmeye ve halkı bu istikamette manipüle etmeye devam edecektir.

Sonuç

Biz bu topraklarda 7 asırlık bir cihan devleti tecrübesinin mirasçıları olarak bulunuyoruz. Yönümüzü o tecrübeye döndüğümüz takdirde bize, başta sahih İslam çizgisi olmak üzere ihtiyacımız olan her şeyi sunacaktır. Bizim ithal hiçbir düşünceye, ideolojiye, sisteme ihtiyacımız yok. Kendi öz potansiyelimizi harekete geçirdiğimiz takdirde dünyanın yeni çekim merkezi olmamız ve ümmetin riyasetini yeniden deruhte etmemiz işten değildir.

Millet-devlet kaynaşmasının yeniden ve güçlü biçimde tesis edildiği bu süreçte yaşadığımız bu şerden çıkacak en büyük hayır, kelimenin en sahici anlamıyla “özümüze dönmek” olacaktır.

Ebubekir Sifil Hoca

Kaynak: http://sahniseman.org/15-temmuz-oncesi-esnasi-sonrasi/

Devamını Oku »

Aklımız Başımızda mı ?

Aklımız Başımızda mı ?

Aklın merkezinin neresi olduğuna doğru cevabı bulmak önemli. Çünkü aklı beynin bir faaliyeti olarak kabul ettiğimizde, insanı maddi-manevi bütün yanlarıyla sadece biyolojik bir varlık olarak görme tehlikesiyle karşı karşıyayız demektir. Sadece hayvanlardan biraz daha gelişmiş bir varlık. “İnsanı diğer canlılardan ayıran ve hepsinden üstün kılan en önemli özellik nedir?” diye sorulduğunda, cevabımız elbette ‘akıl’ olacaktır. Çünkü insan aklı ile düşünür, öğrenir ve iyiyi kötüden, doğruyu yanlıştan ayırır. Bu soruya, “insanı diğer yaratılmışlardan ayıran en önemli özellik irade sahibi olmasıdır.” şeklinde de cevap verilebilir. Fakat sonuçta bu cevap da aynı kapıya çıkar. Çünkü insan, iradesini kullanırken birtakım tercihler yapar ve buna göre bir karar verir. Yani yine aklını kullanır. Aklı olmayanın iradesi de olmaz. Dolayısıyla burada da esas olan akıldır.

Peki “aklın merkezi ve mekânı neresidir?” tarzındaki bir sorunun doğru cevabı ne olabilir?

Akıl Nerede?

Sokaktan geçen herhangi birisini çevirip “akıl nerede?” diye sorsak, ya hiç tereddüt etmeden “elbette akıl baştadır” der. Ya da “böyle bir soru soran kimsenin aklı başından gitmiş olmalı” diye düşünür.

Aslında burada akıl ile zekânın birbirine karıştırıldığını söylemek mümkün. En zeki insanın bile, beyninin yüzde üçlük bir bölümünü kullandığı söyleniyor. En büyük dahilerden biri olarak kabul edilen Einstein’ın, beyninin ne kadarını kullandığını öğrenmek için öldükten sonra beyninin incelendiği şeklindeki haberler ve benzerleri, akıl ile zekânın birbirine karıştırılmış olmasındandır.

Oysa bu ikisi birbirinden oldukça farklıdır. Sözgelimi birtakım hayvanların, mesela yunus balıklarının, hiçbir eğitimden geçmedikleri halde, belli bir sınırı aşamasa da, zekâlarını kullanmaları, bu varlıkların akıllı oldukları anlamına gelmez. Bizim burada akıl kavramıyla kasdettiğimiz, insana muhakeme yapma, tercihte bulunma, iyi-kötü ve doğru-yanlış ayrımını yapma imkânını veren manevî bir cevherdir.

“Aklımız nerede?” sorusuna cevap ararken, Mukaddes Kitabımız bize ışık tutuyor:

“Yeryüzünde hiç gezip dolaşmadılar mı ki (kendilerinden önce isyanları sebebiyle helâk olanlardan geriye kalanları görsünler de) akledecekleri kalpleri, işitecekleri kulakları olsun. Zira gözler kör olmaz, fakat göğüslerdeki kalpler kör olur.” (Hac/46)

Bu ayet, akletme ve düşünme eylemlerinin kalp ile gerçekleştirildiğini açık bir şekilde belirterek, aklın sanıldığının aksine beyinde değil kalpte olduğunu haber veriyor.

Yüce Rabbimiz, aklın merkezinin kalp olduğu gerçeğini pekiştirircesine, günlük kullanımda akla izafe ettiğimiz diğer eylemleri de kalbe izafe ederek ve şöyle buyurur:

“Andolsun ki biz, cehennem için de birçok insan yarattık ki, kalpleri vardır fakat onlarla anlamazlar. Gözleri vardır, fakat onlarla görmezler. Kulakları vardır, fakat onlarla işitmezler. Onlar hayvanlar gibidirler, hatta daha sapıktırlar. İşte gafil olanlar onlardır.” (Araf /179)

Bu ayette kalbin eylemi olarak kullanılan kelime “yefkahun”dur ve “derinlemesine anlama, geneline vakıf olma” anlamına gelir ki, fıkıh kelimesi de buradan gelir.

Yine Rabbimiz yine şöyle buyurur:

“Onlar (Tebuk savaşına gitmeyen münafıklar) geriye kalan (çocuk, yaşlı ve kadın)lar ile beraber olmaya razı oldular, kalpleri mühürlendi. Artık onlar anlamazlar.” (Tevbe/87)

Yine En’am Suresi’nin 25, İsra Suresi’nin 46 ve Kehf Suresi’nin 57. ayetlerinde de inanmayanların kalpleri üzerine kat kat perdeler çekildiği için, Efendimiz’in tebliğ ettiği vahyi anlamalarının mümkün olmadığı izah edilir.

Demek ki insan kalbi ile düşünmekte, kalbi ile anlamakta. Kalbine perdelenmiş olanlar da, doğal olarak Kur’an’ın mesajını anlayamıyor.

Aklı Kalp'ten Bağımsızlaştırınca

İnsanın bu faaliyetlerinin adresi olarak kalbi gösteren Kur’an’da, akılla aynı kökten türemiş fiiller bulunmasına rağmen, akıl kelimesinin isim olarak geçmemesi de konumuz açısından son derece ilgi çekicidir. Bu gerçek şunu gösterir: Yaygın kabulün aksine, akıl bağımsız bir cevher olmayıp, manevi kalbimizin bir fonksiyonudur.

Acaba Kur’an’ın, akıl ile gerçekleştirilen faaliyetleri kalbe izafe etmesi, yani aklın merkezinin kalp olduğunu vurgulamasının bizi ilgilendiren sonuçları neler olabilir?

İnsanın bilgi edinme, tercihte bulunma, düşünme, akletme ve anlama faaliyetinin merkezi olan kalp, aynı zamanda hissin, sezginin, inancın ve inkârın da merkezidir. Dolayısıyla insanı sevk ve idare eden bir tek merkezden söz edebiliriz: Kalp.

Demek ki o merkezi geliştirmeye, terbiye etmeye, arındırmaya yönelik çabaların hedefi insanın bütün varlığıdır. Efendimiz A.S.’ın işaret buyurduğu gibi o merkezin iyi durumda veya bozulmuş olması insanın bütününü o yönde etkileyecek.

Diğer taraftan, ilâhi vahyin öğrettiğinin aksine, düşünme ve anlama gibi eylemler akla; hissetme, sezme gibi eylemler ise kalbe izafe edildiğinde karşımıza ilginç bir nokta çıkıyor: Böyle düşünen insanlar varlıklarını kendi içlerinde parçalamaktalar. Doğal olarak, birden fazla bağımsız merkezin sevk ve idaresine muhatap olan insan, hayatı boyunca çelişkiye düşmekten, yolunu şaşırmaktan, tereddütten ve kararsızlıktan kurtulamıyor.

“Aklım şunu, duygularım bunu emrediyor” gibi ifadeler, böyle insanların yaşadığı iç çelişkilerin dışa yansımasından başka bir şey değildir.

Yukarıda birkaçını andığımız ayet-i kerimeler ve hayli fazla sayıdaki hadis-i şeriflerden insanı yönlendiren tek merkezin kalp olduğunu öğrendikten sonra şu soru sorulabilir:

Acaba Kur’an ve Sünnet’te akletme eyleminin mekânı olduğu haber verilen kalp mecazî anlamda kullanılmış olabilir mi?

Mealini zikrettiğimiz Hac Suresi’nin 46. ayetinin, gerçek körlüğün gözlerdeki körlük değil, göğüs kafesindeki kalplerde gerçekleşen körlük olduğunu anlatan son cümlesi, böyle bir mecaz ihtimalinin mevcut olmadığını gösterir. Bu demektir ki, yürek ile kalp arasında bir ilişki var.

Nitekim İslâm alimleri de buradaki kalbin, göğsümüzün sol tarafında bulunan ve vücudumuza kan pompalayan yürek ile aynı şey olmasa da, onunla bir alâkası olduğunu belirtirler.

Ancak İmam Gazalî Rh. A.’in, “mükâşefe ilmi”nin konusu olduğunu söylediği kalp-yürek ilişkisinin mahiyeti konusunda fazla şey söyleme imkanımız yok. Ancak şu kadarını söyleyelim ki, gerek Kur’an ve Sünnet’te, gerekse İslâm alimlerinin sözlerinde geçen kalp, madde ile mananın buluşma noktası, insanın özü, rabbanî ve ruhanî bir lâtifedir. İnsanı diğer varlıklardan ayıran da işte bu kalptir. Zira yürek veya cismanî kalp, hayvanlarda hatta ölülerde bile mevcuttur.

Sözümüzü, Söz Sultanı A.S.’ın bir duasıyla bağlayalım:

“Ey kalpleri (dilediği şey üzerinde) sabit kılan (Allah)! Kalplerimizi senin dinin üzerinde sabit kıl!” (Buharî, Tirmizî, Ebu Davud, İbnu Mace, Ahmed b. Hanbel)

Ebubekir Sifil

Semerkand dergisi
Devamını Oku »

Yaradılış Mayamıza Dönüş:Fıtratı Hatırlamak

Yaradılış Mayamıza Dönüş:Fıtratı Hatırlamak

...Efendimiz bu durumu şöyle beyan ediyor: “Mü’min kul bir günah işlediği zaman kalbinde bir siyah nokta oluşur. Eğer tevbe ederse o nokta silinir ve kalbi cilalanır (eski haline gelir).Eğer günah işlemeye devam ederse o noktalar da artar ve nihayet bütün kalbini kaplar.” (Tirmizî, bn-i Mace, Ahmed b. Hanbel)

Her Günah Fıtrata Bir Darbe

Bu çok net açıklama şunu anlatıyor: Fıtratı kirleten, bozan her türlü davranış yanlıştır ve bu anlamdaki her yanlış dinimiz tarafından günah olarak isimlendirilmiştir. Bir diğer şekilde söylersek, her günah, fıtrat kirleten, zedeleyen ve bozan bir “müdahale”dir.

Fıtrat kirliliği son aşamaya geldiği zaman insanın kalbi mühürlenir. Kalbi mühürlenen insan da artık hakikatleri kavramaktan uzaklaşmış bir varlık olarak, hem kendisine hem de çevresine her türlü zararı verebilecek bir varlığa dönüşmüştür.

Şu halde en başta söylediklerimizi de hatırlayarak şu noktanın altnı bir temel tesbit olarak çizmeliyiz: İnsan denen varlığın, yaradılışından ve özünden getirdiği değerlere (yani fıtrata) uygun davranışın tek adresi vardr: İslâm.

İslâm, aslî olandır, tabii olandır, yaratlış cevherinin muhafaza edilmesinin tek yoludur. İslâm, varlığın ve hayatın dinidir.

Bunun karşısında günahlar ve küfür ise arzî, yani sonradan olmadır. Aldatcıdır, kirleticidir, sahte değerleri temsil eder ve fıtratı yozlaştırır.

“İnsan” kelimesindeki “unutmak” anlamı, insanın, varlığın temeli olan İslâm’a yaradılıştan meyilli, kabiliyetli ve uygun yaratıldığına bir hatırlatmadır. Tekrar belirtelim, burada İslâm’dan kastımız sadece dar anlamda “inanç, ibadet ve ahlâk” ilkeleri ile sınırlı somut emir ve yasaklar bütünü değildir. Varlığa hakiki anlamını veren, bütün alemlere hakim olan varlık yasalarıyla uyum içinde bulunmamızı sağlayan temel ve yegâne doğru tavırdır. Bu tavrı benimseyen insanın, iç içe halkaların en dışta olanından içeriye girdiğini kabul edersek, sonraki halka, bu kabulün insana yüklediği “doğru biçimde iman etme” yükümlülüğü olduğunu görürüz. Ondan sonraki halka ise amel. En içteki halkayı da tasavvuftaki prensipler oluşturuyor.

İşte bu halkalar bir bütün olarak “fıtrat”ı oluşturuyor. Bu kelimeye eş anlamlı olarak bu çerçevede “ahlâk” kelimesini önerebiliriz. Zira hulk ve halk, yani yaradılış kelimelerinin aynı kökten türemiş olması anlamsız değildir. Şu halde ahlâklı insan, yaratılışın mayasını oluşturan “öz”e; tebdile ve bozulmaya uğramamış aslına uygun düşünen ve yaşayan insan demektir. Ahirette yüce huzura kalb-i selim ile varanların kurtulduğunu bildiren Kur’an ayetini de bu doğrultuda anlayabiliriz. Zira selim olmak, bulanıklıktan, karışıklıktan, aykırı unsurlar içermekten ve arızadan uzak olmak demektir.

Bu geniş anlamıyla İslâm’a aykırı düşen insan ise, yaratılış suyunu bulandırmış, asıl yapısını bozmuş ve dolayısıyla yaratılışından gelen doğal-ilahî-doğru varlığına, yapay-gayri ilahî-yanlış unsurlar eklemek suretiyle saf varlığını kirletmiş insandır. “Küfr” kelimesinin, örtmek ve karanlık gibi anlamlar ihtiva ettiği de hesaba katılırsa, “kâfir” kelimesinin, gerçeğin üzerini örten ve varlığın aydınlık gerçeğini yanlış telakkilerin ve değer yargılarının karanlığına maruz bırakan kişiyi anlattığı sonucunu çkarabiliriz.

Keza “nifak” kelimesi de geçmek ve nüfuz etmek anlamı taşıdığından, münafıkın kalbindekiyle dilindekinin birbirini yalanlayan şeyler olması dolayısıyla hakikatin içine yanlışı, sahteyi sokan kimse olduğunu söylemek mümkün.

Netice şudur: İman, fıtrata uygun, onun gerektirdiği doğal durumdur. Küfür ise bu doğal, temiz ve saf yapıya sonradan arz olan yabancı ve aykırı bir durumdur ki, imanın saflığını bozan harici bir müdahaledir. Yani iman fıtrîdir, küfür ise arzîdir. Müslim’in rivayet ettiği bir hadis-i kudside “Ben kullarımı hanifler olarak yarattım. (Ancak) onlar(ın kâfir olanlarnı) şeytanlar dinlerinden çevirdi” buyurulmuş olması bu hakikatin dile gelişidir.

Fıtrat Ne Demek?

“Fıtrat”, Arap dilinde “ilk defa yarattı, yaptı, yardı” anlamındaki “fatara” kelimesinden gelen bir isim. Bu anlam, bünyesinde orijinaliteyi, tazeliği ve saflığı da barındırır.

“Fatara” kelimesinin anlamını daha iyi kavrayabilmek için şöyle bir örnek verelim: Hiçbir ışığın olmadı zifiri karanlık bir gecede etrafa göz gezdirdiğimizi düşünelim. Hiçbir noktada karanlığı yaran bir ışık, bir delik göremeyiz. Sanki herşey karanlıkta ve yoklukta kapanık vaziyettedir. Sonra bir yerden ani bir ışık çaktığını tasavvur edelim. İşte bu ışığın aniden belirerek karanlığı yarması “fatara” kelimesi ile ifade edilir ve bu ani beliriş “fıtrat” halidir.

Bir şeyden başka birşeyin, bir tohumdan bir tanenin ve tomurcuktan çiçeğin çıkması olaylarında, ilk maddenin bozulmasından ikincinin vücut bulması söz konusu iken, yokluktan varlığa çıkarmada (fatr) böyle bir bozulma durumu yoktur. Bunun için fıtrat kelimesinin bünyesinde, eskilerin “mahz-ı salâh” dedikleri “katkısız saflık, sıhhat ve pürüzsüzlük” vardır. (Elmalılı, Hak Dini, 3/1889-1890)

Fıtrat kelimesinin bu dikkat çekici anlamı dolayısıyla Yüce Allah Kur’an’da şöyle buyurmuştur:

“O halde sen yüzünü dine, Allah fıtratına bir hanif olarak tut ki, insanları onun üzerine yaratmıştır” (Rûm suresi, 30)

İslâm Fıtrat Dinidir

Din, yani İslâm fıtrattır. Bir başka deyişle yaradılışın ilk tarzı ve tavrı ne ise, İslâm da insanları o bozulmamış ve dejenere olmamış berraklığa çağırmaktadr. Bu incelik sebebiyle “İslâm fıtrat dinidir” denmiştir.

Şu halde müslüman, yaradılıştaki safiyetini muhafaza eden ve onun herhangi bir yabancı unsur tarafndan bulandırılmasna izin vermeyen, fıtrat yasalarına teslim olmuş kimsedir.

Yaradılışından getirdiği “güzele, iyiye, doğruya yatkınlık, ünsiyet” sebebiyle “insan” ismini almış olan varlık, ancak bütün benliğiyle “din”e, yani İslâm’a, yani “fıtrat”a yöneldiği zaman, evren içindeki ahenk sağlanmış, büyük alem ile küçük alem arasındaki uyum temin edilmiş olur.

Ebubekir Sifil - semerkanddergisi

yazının tamamı için bk

:http://hisar-bab.com/index.php?option=com_content&view=article&id=6629:yaradl-mayamza-doenue&catid=121:secme-makaleler&Itemid=586

Devamını Oku »

Müçtehid İmamlar ve Zühd Hayatı

      Müçtehid İmamlar ve Zühd Hayatı

Parçalanmış Bilinçle Bütüne Kör Kalmak

Ortasından dört bir yana doğru çizgi çizgi çatlamış bir pencere camından dışarıyı seyreden bir kimse, karşısındaki manzarayı bütün olarak görebilir mi? Bu nasıl mümkün değilse, varlığı, eşyayı ve olayları da böyle parçalanmış bir zihin yapısıyla bir bütün olarak görmek mümkün değildir.

Sözü getirmek istediğimiz nokta, geçmişimizi değerlendirirken genellikle farkında olmadan düştüğümüz bir yanılgı, bir bilinç parçalanması" durumu. Özellikle İslâmî ilimler sahasında yaşanan ekolleşme vakıası, geçmişin kompartımanlara ayrılmış bir şekilde algılanmasına bir ölçüde zemin hazırlamış olsa da, meseleye yakından bakıldığında bunun da bir yanılsama olduğu görülecektir.

Bir başka şekilde söylersek, İslâmî ilimlerin herhangi bir dalından söz edildiğinde, o alanla ilgili olarak hemen akla gelen sembol isimlerin sanki sadece o ilim dalı ile sınırlı bir hayat sürdüğü ve diğer sahalarla hiç ilgilenmediği gibi bir kanaat oluşur kendiliğinden. Oysa onların sadece belli bir ilim dalı ile birlikte anılması ve başka ilim dalları bahse konu edildiğinde başka isimlerin ön plâna çıkması, onların İslâm'ı tek boyutlu yaşamış olmasından değil, bizim onları değerlendirmede düştüğümüz eksiklikten kaynaklanmaktadır. Biz farkında olmadan, bilinçaltımızda onları birbirinden keskin hatlarla ayıran çizgiler oluşmuştur adeta

Söz gelimi Fıkıh ilminden bahsedildiğinde aklımıza ilk gelen isimler, mezhep imamları ile onların izinden giden Fıkıh alimleri olur. Hadis ilmi söz konusu olduğunda Kütüb-i Sitte dediğimiz 6 temel Hadis kaynağını vücuda getiren Hadis alimleri ve diğer Hadis ulemasını anarız. Aynı durum Usul, Tefsir, Kelâm ilimleri için olduğu gibi, Tasavvuf adı altında sistemleşen zühd hayatı için de aynıyla vakidir.

Oysa şüphesiz o büyük insanların her birinin, diğer ilim dallarının iştigal sahasına giren hususiyetleri de vardı. Konuyu zahir ilimleri ve batın ilimleri diye iki kategoride ele alacak olursak, Hadis, Tefsir, Fıkıh, Kelâm gibi zahirî ilimlerde öne çıkan sembol isimler zühdiyyat olgusunun asla uzağında değildi. Zühd ve Tasavvuf sahasında ün yapmış isimler de keza zahir ilimlerine ilgisiz değildi.

Esasen bunda şaşılacak bir durum da yoktur. Hatta söylemek gerekir ki, bunun tersi anormal olurdu. Zira İslâm ancak bu şekilde bir bütün olarak yaşanabilir; Kur'an ve Sünnet'in bizden istediği de budur. Bu iki temel kaynağın, gerek ibadetlerin gerekse alışveriş, nikâh-talâk ve diğer hususların zahirî/dış şartlarına/rükünlerine yaptığı vurgu, bütün bunların batınî/iç boyutuna yaptığı vurgudan farklı değildir. İslâmî hayatın bu iki yönünün, örnek nesil olan Sahabe'de iç içe geçmiş olarak bir bütün halinde yaşandığını görüyor oluşumuz bundandır.

Bu sayıdan itibaren dört mezhep imamının hayatından zühd hayatıyla ilgili kesitler sunmaya çalışacağız. Onların hayatlarını anlatan kaynaklarda yer alan oldukça geniş malumattan sadece küçük bir yansıma olan bu seri yazı bize şunu gösterecek: Müçtehid imamların İslâmî kişiliği, sadece Mezhepler Tarihi veya Fıkhî meseleler bahse konu edildiğinde aklan gelen zahir boyutundan ibaret değildir. Onlar aynı zamanda âbid, zahid ve müttaki sıfatlarını bihakkın haiz, zahir ve batın ilimlerinde zirve isimlerdi. Allah Tealâ hepsinden razı olsun.



İmam Ebu Hanîfe rh.a. ve zühd hayatı



(İlmiyle amel eden) ulemanın yaşantısının ve güzel ahvalinin nakledilmesi bana Fıkh'ın pek çok bahsinden daha sevimli gelir. Çünkü bu nakillerde onların adabı anlatılmaktadır. (Abdülfettâh Ebu Gudde, el-Hâris el-Muhâsibî'nin Risâletu'l-Müsterşidîn'ine yazdığı takdim yazısı, s. 3-4.) diyerek salih kimselere olan muhabbetini dile getirmiş olan İmam Ebu Hanîfe rh.a.'in kendisi de şüphesiz salihler zümresindendi.

Az konuşur, çok amel ederdi

Abbasî halifesi Harun Reşid, onun ahval gidişatından bahsetmesini istediğinde talebesi İmam Ebu Yusuf rh.a., İmam Ebu Hanîfe hakkında şunları söylemişti:

- Allah Tealâ'nın haram kıldığı bir şeyin kendisine isabet etmesinden ve Din hususunda bilmediği bir konuda konuşmaktan şiddetle kaçınırdı. Allah Tealâ'ya itaat edilmesinden ve O'na karşı ma'siyet işlenmemesinden hoşlanırdı. Ehl-i dünyadan uzak durur, dünyalık üzerine kurulu güç ve kudreti elde etmek için kimseyle yarışmazdı. Her zaman suskun ve düşünceli bir hali vardı. Çokça salih amel işlerdi. Çok ve gereksiz konuşmazdı. Bildiği bir mesele kendisine sorulursa konuşur ve öncekilerden işittiği şekilde cevap verirdi. Eğer o konuda öncekilerden duyduğu bir şey yoksa, hakka (Kur'an ve Sünnet'te belirtilmiş hususlara) kıyas yapardı. Kendi nefsini ve dinini korumak için hakka ittiba eder, ilmini ve malını hak yolunda cömertçe bezl ederdi. Kendinde olanla yetinir ve insanların bütününden istiğna ederdi. Tamahkârlığa meyletmez, gıybetten uzak dururdu. Hakkında konuştuğu kimseyi sadece hayırla yad ederdi.

Bu sözleri dinleyen Harun Reşid, bunun salihlerin ahlâkı olduğunu söyledi ve yanındaki görevliye:

- Bunları yazıp oğluma ver ki üzerinde düşünsün. dedi. Sonra da oğluna dönerek:

- Yavrucuğum! Bunları iyi belle ki, inşallah ileride bu konuda seni imtihan edeceğim. şeklinde konuştu. (Saymerî, Ahbâru Ebî Hanîfe, s. 31-32.)

Az güler, genellikle kendisine soru sorulmadıkça konuşmazdı. Sanki az önce başına büyük bir bela gelmiş gibi hüzünlü ve düşünceli bir hali vardı. (Zehebî, Menâkıb, s. 18-19.)

Zühd hayatının ve Hadis ilminin imamlarından Abdullah b. Mübarek ki kendisi de İmam Ebu Hanîfe'nin talebelerindendi şöyle demiştir:

- Ebu Hanîfe aleyhine konuşan birini gördüğüm zaman, başına ilâhi bir bela gelir de ben de kendisiyle birlikte helak olurum diye korktuğum için bir daha onu ne görmek, ne de kendisiyle oturmak isterim. Allah Tealâ biliyor ki, ben böyle kimselerin söylediklerinden hoşnut değilim. Ebu Hanîfe, kendisini (şöyle veya böyle) zikredenlerin hepsinden daha hayırlıdır (Saymerî, a.g.e., 32.)


Bir takva zirvesi

Yine Abdullah b. Mübârek şöyle demiştir:

- Kûfe'ye geldiğimde bu şehrin en fakihini sordum; Ebu Hanîfe' dediler. En zahidini sordum, Ebu Hanîfe' dediler. En çok verâ sahibi kimdir diye sordum, yine Ebu Hanîfe' dediler. (Muvaffak el-Mekkî, Menâkıb, 168.)

Yine zühd hayatının önderlerinden Fudayl b. Iyâd k.s. şöyle demiştir:

- Ebu Hanîfe fakih bir adamdı. Fıkıh'taki üstünlüğü ile maruf, (aynı zamanda) verâsı ile meşhurdu. Zengindi; çevresinde bulunanlara harcamasıyla tanınırdı. Gece-gündüz demeden etrafına ilim öğretmede çok sabırlıydı. Geceleri ihya eder, çok konuşmazdı. Ancak kendisine helal-haram (Fıkıh) sahasına giren bir mesele geldiğinde konuşurdu. Hakkı ikame konusunda çok gayretli idi. Yöneticilerin malından parasından kaçardı (Süyutî, Tebyîdu's-Sahife er-Resâilu't-Tis' içinde, s. 301-302.)

İmam Ebu Yusuf anlatıyor:

- Bir keresinde Ebu Hanîfe ile birlikte yürüyorduk. Yanından geçtiğimiz gruptan birisi arkadaşına dönüp şöyle dedi: Bu Ebu Hanîfe'dir. Geceleri hiç uyumaz.' Bunun üzerine Ebu Hanîfe bana şöyle dedi: Allah'a yemin ederim ki yapmadığım bir şey söyleniyor değil.' Kendisi namaz, tazarru ve dua ile bütün geceyi ihya ederdi. (Zehebî, Siyeru A'lâmi'n-Nübelâ, 6/399.)

Hizmetçisinin anlattığına göre onun uyku zamanı yaz mevsiminde öğle ile ikindi arası, kış mevsiminde ise gecenin evveli idi. Nitekim Ebu'l-Cüveyriye şöyle demiştir:

- Ebu Hanîfe ile 6 ay beraber kaldım. Bir gece olsun yanını yere koyup uzandığını görmedim. (Zehebî, Menâkıb, s. 21-22.)


Kılı kırk yaran hassasiyet

Yalan yere yemin etmek şöyle dursun, doğru bir şey üzerine yemin ettiğinde dahi bir dinar tasadduk etme konusunda kendi kendisine söz vermişti. Ne zaman ev halkının ihtiyaçları için bir harcama yapsa, ihtiyaç sahiplerine de aynı miktarda tasaddukta bulunurdu. Bir gece namaz kılarken kamer suresini okumuştu. Hayır, buluşma zamanları o (uyarıldıkları) saat (kıyamet)dir. O saat cidden çok feci ve acıdır. mealindeki 46. ayete geldiği zaman ağlamaya başladı. Ağlaması ve niyazı tan yeri ağarana kadar sürdü. (Zehebî, Siyeru A'lâmi'n-Nübelâ, 6/400, 401.)

İmam Ahmed b. Hanbel rh.a.'in yanında birisi:

- Ebu Hanîfe'nin ilimde bir mevkii vardı." şeklinde konuşmuştu. İmam Ahmed adamı azarlarcasına şöyle dedi:

- Sübhanallah! (Bu nasıl söz?) İlim, verâ, zühd ve ahireti dünyaya tercihte onun mevkiine yetişen kimse olmamıştır. (Zehebî, Menâkıb, s. 43.)

Sıcak bir günde güneşin altında oturduğunu gören birisi, niçin hemen yanındaki evin gölgesine girmediğini sorduğunda şöyle demişti:

- Bu evin sahibinden bir miktar alacağım var. Bu sebeple onun gölgesine girmeyi haksız menfaat elde etmek olarak gördüm. Böyle bir davranış başkaları için gerekli değildir. Ancak alim olan bir kimse, ilminden insanlara aktardığı kısmın daha fazlasıyla kendi nefsi için amel etmeye muhtaçtır. Bu sebeple onun evinin gölgesinde oturmayı doğru bulmadım. (Muvaffak el-Mekkî, Menâkıb, s. 166.)

Döneminin ileri gelen alimlerinden Hasan b. Salih rh.a. şöyle demiştir:

- Allah rahmet eylesin, Ebu Hanîfe çok verâ sahibi idi; harama düşme korkusuyla ve şüpheden kurtulmak için birçok helalı terk ederdi. Kendisini ve ilmini şüpheli şeylerden korumakta onun kadar hassasiyet gösteren bir fakih görmedim. Bütün hazırlığı kabir hayatı içindi. (Muvaffak el-Mekkî, aynı eser, s. 181.)

Abbasi halifesi Ebu Cafer el-Mansur, İmam Ebu Hanîfe'yi kadı olarak tayin etmek istemişti. İmam kabul etmedi ve aralarında şöyle bir konuşma geçti:

- Yoksa bizim gidişatımızı mı beğenmiyorsun?

- Ben bu iş için uygun kişi değilim.

- Yalan söylüyorsun.

- Müminlerin emiri bu sözüyle benim bu iş için uygun kişi olmadığıma hükmetmiş oldu. Zira eğer ben yalan söyleyen birisi isem, kadılık görevine uygun değilim demektir. Yok eğer doğru sözlü birisi isem, size bu iş için uygun kişi olmadığımı haber vermiştim.

Bu konuşmanın ardından Ebu Cafer el-Mansur kendisini hapsetti. Hapiste işkence gördü ve bu halde iken (bir rivayette zehirlenerek) hayata gözlerini yumdu. (Saymerî, aynı eser, s. 62, Zehebî, aynı eser, 6/402.)

Allah ona rahmet eylesin ve kendisinden razı olsun.


İmam Şafiî (rh.a.) ve Zühd Hayatı 


İpekle döşenmiş odaya girmeyecek, yalan yere olması şöyle dursun, doğru yere bile yemin etmeyecek kadar büyük bir hassasiyet sahibi olan İmam Şâfiî’nin (rh.a.), doyuncaya kadar yemek yemeyi hoş karşılamadığını görmek şaşırtıcı değildir.

Şöyle dediği nakledilmiştir: “Doyuncaya kadar yemek yemeyeli on altı sene oluyor. Bu süre zarfında bir kere doyuncaya kadar yemek yedim; onu da hemen geri çıkardım. Doyuncaya kadar yemek bedeni ağırlaştırır, kalbi katılaştırır, fetaneti (basiret, ince anlayış) köreltir, uyku getirir ve ibadet şevkini azaltır.”(İbn Ebî Hâtim, Âdâbu’ş-Şâfi’î, 106.)

Teslimiyeti ve tevazusu

Geceyi üçe böler ve birinci kısmı kitap yazımına, ikinci kısmını uykuya, üçüncü kısmını da namaza ayırırdı.(Fahreddîn er-Râzî, Menâkıbu’l-İmâm eş-Şâfi’î, 310.)

Ömrünün sonlarına doğru rahatsızlığı, görenleri acındıracak seviyeye ulaşmıştı. Bir gün olsun şikâyetçi olmadı, hatta şöyle dua etti: “Allahım! Eğer bu hastalıkta senin rızan varsa, onu artır.” Bu haldeyken zahidlerden İdris b. Yahya el-Me’âfirî kendisine haber gönderdi ve şöyle dedi:  “Sen bela insanı değilsin. (Ümmet adına ilimle meşgul olan birisin; bu görevini ifa etmek için sağlıklı olman gerekir.) Onun için Allah Tealâ’dan afiyet iste.”(a.g.e., 310.)

Sadece Fıkıh ilminde değil, başka pek çok sahada “imam”lığı bütün ümmet tarafından müsellem olan o büyük insanın tevazuu da ilimdeki  yüceliğiyle mütenasip idi. “Bütün emelim iki şeyi öğrenmekti: Atıcılık ve ilim. Atıcılık sahasında emelime ulaştım. Hatta öyle ustalaştım ki, onda on isabet ettiriyordum.”

Bu sözü nakleden Amr b. Sevâde diyor ki: “Diğer emeli olan ilim konusunda bir şey söylemedi ve sustu. Bunun üzerine ben dedim ki: Allah’a yemin ederim ki, ilimde elde ettiğin derece atıcılıktaki derecenden daha ileridir.”(Ebû Nu’aym, Hilyetu’l-Evliyâ, 9/86.)

Rabbi’nin himayesi altında 

Abbasî halifesi Harun Reşid, bir gün son derece kızgın bir şekilde görevlilerden birini çağırıp, İmam Şâfiî’yi kastederek: “Şu Hicazlı nerede? Derhal onu bulup bana getir!” dedi. Görevli, İmam Şâfiî’yi seven biriydi. Halife’nin hışmına uğrayacağından endişe eder vaziyette İmam’ın evine gitti. Durumu anlattı; birlikte saraya gittiler. Yolda giderken İmam’ın dudaklarının kıpırdamasından bir şeyler okuduğunu anlamıştı.

Huzura alındığında Harun Reşid ayağa kalktı, İmam’ı buyur etti ve önüne oturdu. O kızgın halinden eser kalmamıştı. Uzun süre konuştular. Ardından İmam’a bir kese altın hediye etti ve görevliye, onu evine kadar götürmesini emretti. İmam, saraydan ayrılınca kesedeki altınların hepsini halka dağıttı. Harun Reşid’deki bu değişikliğin sebebini anlayan görevli, İmam’a saraya giderken ne okuduğunu sordu.

İmam, Âl-i İmrân Sûresinin, “Allah, kendisinden başka ilâh olmadığına şahitlik etti” diye başlayan 18. ve 19. ayetlerini okuduğunu söyledi ve ardından, okuduğu uzun duayı nakletti.

Bu duayı ezberleyen görevli daha sonra şöyle diyecekti: “Harun Reşid bana ne zaman kızacak olsa, bu duayı okudum, kızgınlığı hemen yatıştı. Bu, Şâfiî’den kaynaklanan bir bereketti.”(Ebû Nu’aym, a.g.e., 9/87-88.)

Kalp hassasiyeti

Abdullah b. Abdilhakem anlatıyor: “Bir sohbette abid ve zahidlerden bahsediyorduk. Söz Zünnûn’a geldi. O sırada Ömer b. Nübâte yanımıza geldi ve ne konuştuğumuzu sordu. Biz, abid ve zahidlerin menkıbelerini konuştuğumuzu ve Zünnûn’dan bahsettiğimizi söyledik.

Şöyle dedi:  Allah’a yemin olsun ki, Şâfiî’den daha fasih, daha çok verâ sahibi bir kimse görmedim. Bir gün ben, o ve Hâris b. Lebîd Safa tepesine çıkmıştık. Hâris, “İşte bu, sizi ve öncekileri bir araya topladığımız o hüküm günüdür.” (Mürselât, 38).ayetini okudu. Şâfiî’nin sarsıldığını ve şiddetli bir şekilde ağladığını gördüm. Sonra şöyle dedi: “İlâhi! Yalancıların sözlerinden ve gafillerin yüz çevirmesinden sana sığınırım. İlâhi! Ariflerin kalpleri senin emrine boyun eğmiş, müştakların kalpleri seninle sarhoş olmuştur. İlâhi! Kereminden bana bağışta bulun. Rahmet ve mağfiretinin örtüsüyle beni ört. Kereminle beni affeyle ey merhametlilerin en merhametlisi…”(Fahreddîn er-Râzî, a.g.e., 311.)

Kur’an ayetleri okunduğunda yaşadığı halet-i ruhiye, Rasul-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz’in hadisleri konusunda da aynıyla vaki idi. Bir gün büyük fakih ve muhaddis Süfyân b. Uyeyne’nin meclisine gitti. Süfyan b. Uyeyne, kalbi rikkate getiren bir hadis rivayet etti. İmam Şâfiî, hadisi duyar duymaz bayıldı. Orada bulunanlar Süfyan b. Uyeyne’ye hitaben, “Ebû Muhammed! Muhammed b. İdris (İmam Şâfiî) neredeyse öldü!” dediler. Bunun üzerine, Süfyan b. Uyeyne: “Eğer Muhammed b. İdris öldüyse, zamanının en üstünü öldü demektir.” karşılığını verdi.(Ebû Nu’aym, a.g.e., 9/102)

Muarızlarıyla ilmî münazaralarda bulunurken, onlara nasihat etmekten başka bir amaç taşımazdı. İlmî münazaralarda aradığı tek şey hakkın ortaya çıkmasıydı. Şöyle derdi: “Münazarada bulunduğum hiç kimse olmadı ki, iddiasında kendisine başarı verilsin, tahkim ve yardıma mazhar olsun diye arzu etmemiş olayım. Münazarada bulunduğum kimselere Allah Tealâ’nın yardım etmesini, kendilerini (sürçmelerden) korumasını temenni ederim. Münazara anında Allah Tealâ’nın, hakkı benim dilime mi, yoksa muhatabımın diline mi yerleştirdiğine aldırmam (muhatabım hakkı söylediği zaman, benden sadır olmuş gibi kabul ederim).”(Ebû Nu’aym, a.g.e., 9/126.)

Dostluğa dair tavsiyeleri

Arkadaşlarından birisine şöyle tavsiyede bulunmuştu: “Bir arkadaşının hoşlanmadığın bir şey yaptığına dair bir haber alırsan, sakın ola ki hemen ona karşı düşmanlık besleyip dostluğu kesme. Böyle yaparsan, yakînen bildiğin bir şeyi şüphe sebebiyle terk etmiş olursun.

Böyle bir durum olursa, o arkadaşına, “Senin şöyle şöyle yaptığına dair bana bir haber ulaştı.” de. O haberi sana getireni zikretmen de uygun olur. Eğer inkâr ederse, “Sen ondan daha doğru söyledin ve bu işten uzaksın.” de ve daha fazla bir şey söyleme. Eğer itiraf ederse ve o işi yapmakta bir mazeretini bulursan, o mazereti kabul et. Eğer o işi yaptığını reddetmezse, “O işi yapmaktaki amacın neydi?” diye sor.

Eğer bir özür beyan ederse kabul et. Eğer arkadaşın herhangi bir mazeret beyan etmez ve sen de bir çıkış yolu bulamazsan, onun o işi yaptığını kabul et ve onun bir kusur işlediğini düşün. Bundan sonra muhayyersin; dilersen ona, o işin misliyle –fazlasıyla değil– mukabele et; istersen kendisini affet. Affetmek takvaya ve kereme daha uygundur.

Çünkü Yüce Allah, “Bir kötülüğün karşılığı, misli bir kötülüktür. Ama kim affedip ıslah ederse, onun ecri Allah’a aittir.” (Şura, 40.) buyurmuştur.

Eğer onun hareketinin misliyle kendisine mukabele etmen gerektiği konusunda nefsin seninle çekişirse, arkadaşının sana karşı önceki iyi ahvalini hatırla. Bu kötülüğü sebebiyle onun son hali, senin nazarında önceki iyiliklerini eksiltmesin. Zira bu, bizzat zulümdür. Salih bir kişi şöyle demiş- tir: Allah Tealâ, benim bir kötülüğüme mukabil bana onun daha fazlasıyla mukabele ederek hakkımı eksiltmeyen kimseye rahmet eylesin.”

Eğer bir dostun varsa, ona sımsıkı sarıl. Zira dost edinmek zor, dosttan ayrılmak ise kolaydır. O salih kişi, dosttan ayrılmanın kolaylığını şöyle bir benzetmeyle açıklardı: Bir çocuk, büyük bir taşı kuyuya atar. Onu oraya atmak o çocuk için kolaydır. Ama onu oradan çıkarmak, yetişkin insanlar için zordur. Sana tavsiyem budur, vesselam.”

Hikmetli sözlerinden

* Kendisine dünya sevgisi ve dünyevî arzuların galebe çaldığı kimse ehl-i dünyaya kulluk etmek zorunda kalır. Kanaat sahibi olan kimse ise, ehl-i dünyaya boyun eğme zilletinden kurtulur.

* Ahiret nimetlerinin kadrini bilmeyen kimse dünyaya karşı nasıl zahid olur? Aldatıcı arzulardan kurtulamamış kimse dünyadan nasıl kurtulur? İnsanların elinden ve dilinden salim olmadığı kimse, insanlardan nasıl güvende olur? Sözüyle Azîz ve Celîl olan Allah’ı murad etmeyen kimse nasıl olur da hikmetli konuşur?

* Dört şey vardır ki, azı bile çoktur: Hastalık, fakirlik, düşmanlık ve ateş (Cehennem azabı).
* Hem dünya hem de dünyanın yaratıcısının sevgisini aynı anda kalbinde taşıdığını söyleyen kimse yalancıdır.(İbn Abdilberr, el-İntikâ, 156 vd.)

Allah’ın rahmeti üzerine olsun.


İmam Mâlik Rh.a. ve Zühd Hayatı


Medine alimlerinin ilminin vârisi. Hicret yurdu imamı, yüzüne bakanların ahireti hatırladığı Mâlik b. Enes rahmetullahi aleyh... Bu güzide alimimizin Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz'i rüyasında görmediği bir gece dahi olmadığı rivayet edilmiştir.

Malikî mezhebinin imamı Mâlik b. Enes rh .a . Medine'de, Mescid -i Nebî'de ders verirken Hz. Ömer r.a.' ın hüküm ve meşveret için oturduğu yerde otururdu. Evi de büyük sahabi Abdullah b. Mes'ud r.a.' ın oturduğu evdi. ( Ebu Nuaym , Hilyetu'l -Evliya, 6/346)

Salih zatlarla birlikte bulunmaya ayrı bir önem verir ve şöyle derdi:

“Kalbimde bir kasvet hissettiğim zaman Muhammed b. Münkedir'e gider, bir süre yüzüne bakarım. Bu, günlerce bana bir ibret ve nasihat olarak yeter.” (Kadı İyâd , Tertîbu'l - Medârik , 1/179)

Peygamber saygısının zirvesi

Kendisine talebelik etmiş olan İmam Şâfiî rh.a. anlatıyor:

Mâlik'in kapısında bağlı cins atlar ve bir de katır gördüm ve “ne güzel!” dedim. “Al, hepsi benden sana hibe olsun.” dedi. “Binmen için birini kendine ayır.” dedim; şöyle karşılık verdi:

- “Allah'ın Peygamberi'nin gezdiği toprakta hayvan sırtında gezmekten hayâ ediyorum.” (Aynı eser, aynı yer.)

Talebelerinden biri şöyle demiştir:

- “Mâlik bizimle beraber oturduğu zaman sanki bizden biriymiş gibi olur, bizimle beraber söze dalar, bizden daha çok tevazu gösterirdi. Fakat hadis-i şerif rivayetine başladığı zaman, artık sözü bizde heybet hissi uyandırır; sanki bizi tanımıyormuş, biz de kendisini tanımıyormuşuz gibi konuşurdu.” ( Ebu Zehra, İmam Mâlik , 53)

Hadis dersine çıkmadan önce abdest alır, güzel elbiselerini giyer, güzel koku sürünürdü. Ders boyunca vakar ve sekinetin muhafazasına dikkat ederdi.

Bir keresinde Ebu Hâzim'in meclisine gitmiş, yer bulamadığı için ayakta kalmıştı. Ebu Hâzim'in naklettiği hadisleri yazmadığını görenler bunun sebebini sorduklarında şöyle demişti:

- “Hz. Peygamber s.a.v.'in hadislerini ayakta iken almayı uygun görmedim.” (el- Halîlî , el- İrşâd , 26)

Ayakta iken, yürürken veya acele bir işi varken hadis rivayet etmekten hoşlanmaz ve şöyle derdi:

- “ Rasul -i Ekrem s.a.v.'den rivayet ettiğim hadisin anlamını iyi kavramak isterim.” ( Ebu Nuaym , a. g.e ., 6/347)

Gece ibadeti

Yine Kadı Iyâd'ın naklettiğine göre İmam Mâlik rh .a .'in her gece kılmayı alışkanlık haline getirdiği belli bir miktar gece namazı vardı. Cuma geceleri ise bütün geceyi ihya ederdi.

Bir keresinde namaz kılarken Fatiha'dan sonra Tekâsür Suresi'ni okumaya başladı. “Sonra, andolsun ki o gün her nimetten sorguya çekileceksiniz.” mealindeki ayete geldiği zaman uzun uzun ağladı. Bir taraftan ayeti tekrar ediyor, bir taraftan da ağlıyordu. Nihayet tan yerinin ağardığını hissettiğinde rükû ve secde yaparak namazını tamamladı.

Zorlama altında söylenen boşama sözünün geçerli olmayacağı konusunda fetva verdiği zaman, bu fetva Emevî sultanları tarafından halktan zorla alınan biatın geçerli olmayacağı görüşünde olduğu şeklinde yorumlanmış, İmam Mâlik rh .a . bu yüzden takibata uğramıştı. Hatta kendisine sopa atılmış, işkenceden dolayı omuzu çıkmıştı. ( İbn Abdilberr , el- İntikâ , 87)

Bu takibat sürecinde bile gece namazını aynen devam ettirmişti. Kendisine, “Bari bu durumda gece namazını biraz hafiflet” denildiğinde şöyle mukabele etmi şti:

- “Allah için amel işleyen bir kimseye gereken, o amelini güzelleştirmektir.” (Kadı Iyâd , a. g.e ., 1/178)

Allah korkusu ve sorumluluk duygusu

İmam Mâlik rh .a . kendisine sorulan bütün sorulara cevap vermez, çoğu zaman susmayı veya bilmiyorum demeyi tercih ederdi. Öyle meseleler olurdu ki, üzerinde on yıl, hatta yirmi yıl düşünür, araştırma yapar, buna rağmen kalbi mutmain olmadığı için o konuda kesin bir şey söylemezdi.

Öğrencisi İbn Vehb şöyle demiştir:

- “Mâlik , sorulan bir soruya cevap vermeden önce (o kadar uzun süre susardı ki), bir kimse elindeki boş bir sayfayı ‘bilmiyorum' kelimesiyle doldurmak istese bunu yapabilirdi.” (Kadı Iyâd , a. g.e ., 1/147)

Meclisinde bulunanların çok soru sormasından hoşlanmaz, kimi zaman da soru soran kişiye:

- “Yazıklar olsun sana! Beni kendinle Allah Tealâ arasında hüccet kılmak mı istiyorsun? Ben önce kendimi nasıl kurtaracağıma bakayım; seni sonra kurtarırım” dediği olurdu. (Aynı eser, 1/146)

Kendisine bir mesele sormak için Mağrib'den kalkıp altı ay yol teptikten sonra Medine'ye gelen birine, “bir araştırayım, yarın gel” demişti. Ertesi gün adam tekrar geldi ve neticeyi sordu. İmam Mâlik “bilmiyorum” cevabını verdi. Adam, “Benim geldiğim yerde insanlar yeryüzünde senden daha alim birisi bulunmadığını söylüyor!” deyince şöyle mukabele etti:

- “Onlara gittiğinde benim ‘bu işin altından kalkamıyorum' dediğimi söyle.”

Yine kendisine sorulan yirmi sorunun ancak ikisine, uzun süre “lâ havle velâ kuvvete illâ billâh” dedikten sonra cevap vermişti. Kendisine; “Sen de bilmiyorum dersen kim bilir?” dendiğinde şöyle mukabele etmi şti:

- “Yazık ... Beni ne zannediyorsunuz? Ben neyim ki sizin bilmediğinizi bileyim?” (A. g.e ., 1/146-147)

Öğüt ve tavsiyeleri

Kendisinden tavsiye isteyen birisine şöyle demişti:

- “Allah Tealâ'dan ittika et ve hadisi ancak ona ehil olan kimseden al.”

Şu öğüt ve tavsiyeler de ona aittir:

- “İlim talep eden kimseye düşen, vakar, sekinet ve haşyeti muhafaza etmek ve kendisinden önce yaşamış olanların izine uymaktır.”

- “Din konusunda şahsi görüşleriyle hareket edenlerden uzak durun. Onlar Ehl -i Sünnet'in düşmanıdır.” ( Ebu Nuaym , a. g.e ., 6/348 vd .)

- “İlim bir nurdur ki, ancak takva ve Allah korkusu ile dolu olan kalp ile ünsiyet eder.”

Kendisine, “İlim öğrenmek farz mıdır?” diye sorulduğunda şöyle cevap vermi ştir:

- “Hayır ! İnsanların hepsi alim olacak değildir. Halk arasında öyleleri var ki, onlara ilim talep etmelerini emretmem. (Mecburi olanın dışındaki) ilim insanların hepsine farz değildir.”

Bu konuda talebesi İbn Vehb'e şu tavsiyede bulunmu ştur:

- “İşittiğin şeyleri hayatına tatbik et ve bununla yetin. Başkalarının menfaati için kendi sırtına yük alma. İnsanların en bedbahtı, ahiretini dünya için satandır. Ondan daha bedbahtı ise, kendi ahiretini başkasının dünyası için satandır.”

Yine şöyle demiştir:

- “Kendisine ilim nasip edilen ve ilimde parmakla gösterilecek seviyeye ulaşan kimsenin, nefsiyle baş başa kaldığında başına topraklar saçıp nefsini azarlaması, riyaset (üstünlük) sebebiyle rehavete kapılmaması gerekir. Zira kabrine uzanıp da üstüne toprak atıldığında elde ettiği riyaset onun aleyhine olacaktır.”

- “İstemediğin şeyi sorup da istediğin şeyi unutma. Zira muhtaç olmadığı bir şeyi satın alan kimse, ihtiyaç duyduğu şeyi satmış olur.”

- “Sana soru soran herkese cevap vermen, ilmi ortadan kaldıran hususlardandır. Duyduğu her şeyi nakledenlerin önderi olma. Sorulmadığın şey hakkında konuşman da ilmi ortadan kaldıran sebeplerdendir.”

- “Allah Tealâ'ya taat çerçevesinde bir ilim öğrendiğin zaman, onun eseri üzerinde belli olsun.”

- “Kişi dilini muhafaza etmedikçe imanı kemale ermez.” (Kadı Iyâd, a.g.e., 1/185-186)

Allah ondan razı olsun.



İmam Ahmed Rh.a. ve Zühd Hayatı




O, dört hak mezhepten biri olan Hanbelî mezhebinin imamı. Büyük muhaddis ve fakih. Hadis rivayetlerini topladığı Müsned adlı kitabı dokuz önemli hadis kaynağından biri. Onun ilmi ve hayatı dinî ilimlerle uğraşanlar için hakiki ve tam bir ibret vesikası. Zira o sadece bilgisiyle değil; ameliyle, takvasıyla, zühd ve verâsıyla semamızda bir yıldız. Cenab-ı Hak ondan razı olsun.

Aşağıda zikredeceğimiz “mihne olayı”nın failleri olan Mutezile dışında bütün Ümmet-i Muhammed’in, hatta gayrimüslimlerin hürmet ve muhabbetine mazhar olan bu büyük imam, ilim ve amel yanında kanaat, zühd, istiğna ve tevazuuyla da Hak ve halk nazarında müstesna bir mevki elde etmiştir.

Yakın arkadaşı ve yardımcısı el-Merrûzî’nin anlattığına göre, bir gün hıristiyan bir tabip, yanında bir rahip bulunduğu halde İmam Ahmed b. Hanbel’in evine gelir. Tabip yanındaki rahibi göstererek, “Ebû Abdillah’ı (Ahmed b. Hanbel) görmek için benimle birlikte geldi” der. el-Merrûzi onları içeriye alır. Rahip, İmam Ahmed’e şöyle der: “Yıllardır seni görmek istiyordum. Senin varlığın sadece İslâm için değil, bütün mahlukat için hayır ve salâhtır. Bizim cemaatimiz arasında senden razı olmayan yoktur.”

Bunun üzerine el-Merrûzî der ki: “Öyle umuyorum ki, ülkenin bütün şehirlerinde senin için dua ediliyor” dedim, şöyle mukabele etti: “Ey Ebû Bekr ! Bir kimse kendi nefsini bilirse, insanların sözü ona bir fayda vermez.” (Zehebî , a. g.e ., 11/211)

Meşhur alimlerimizden Zehebî , döneminde ve daha sonra yaşayan birçok velinin İmam Ahmed b. Hanbel’den övgüyle bahsettiğini, kendisiyle teberrükte bulunduklarını ve hakkında, “ Ahmed b. Hanbel’in yüzüne bir kere bakmak bizim nazarımızda bir sene nafile ibadete denktir” dendiğini zikreder ve bu söz üzerine şu yorumda bulunur: “Bu, aşırılık ifadesidir ve uygun değildir. Bununla birlikte bu sözü söyleten, Allah’ın bir velisine Allah için duyulan muhabbettir.” (Zehebî, Siyeru A’lâmi’n-Nübelâ , 11/211)

Zühd ve kanaat örneği

“Dünyalığın azı yeterli olur da, çoğu yeterli olmaz” diyen İmam Ahmed , iki kere yürüyerek Bağdat’tan Hicaz’a hac için gitmiş ve bu yolculuğu esnasında sadece 14 dirhem parayla yetinmiştir.

“Kitâbu’z-Zühd” isimli bir de eseri bulunan bu büyük imamın, bu eserini okuturken de muhtevasına ve yazılış maksadına uygun hareket etmesi şaşırtıcı değildir.

Öğrencilerinden İshak b. Hâni anlatıyor: “Bir gün sabah erkenden Kitâbu’z-Zühd’ü okumak için İmam Ahmed’e gittim. O yanıma gelmeden önce yere bir hasır serdim ve üzerine bir de minder koydum. Yanıma geldiğinde “Bu nedir?” dedi. “Oturman için hazırladım.” dedim. “Onu kaldır! Zira zühd konusunun işlendiği bir meclisin hakkı, ancak zühde riayetle verilmiş olur” dedi. Kaldırdım, toprağa oturdu ve derse öyle başladık.” (İbn Ebî Ya’lâ, Tabakâtu’l-Hanâbile, 1/10)

Bir keresinde dua etmesini isteyen arkadaşları ve kendisi için şöyle dua etmişti: “Allahım. Bizim arzu ettiğimizden daha fazlasını verdiğini biliyorsun. Bizi de senin hoşnut olduğunu yapan kimseler eyle. Allahım. Senden, göklere ve yere hitaben ‘İsteyerek veya istemeyerek gelin! Dediler ki: İsteyerek geldik.’ (Fussılet, 11) buyurduğun şeyi yapma (sana taati isteyerek gelme) kudreti vermeni diliyoruz. Allahım . Bizi razı olduğun şeyleri yapmaya muvaffak kıl. Allahım, senin rızana kavuşturan dışındaki her türlü fakirlikten ve senin için gösterilen dışındaki her türlü zilletten sana sığınıyoruz.” (Zehebî, a.g.e ., 11/229)

Mihne olayındaki tutumu

Bilindiği gibi Mutezile’nin, Kur’an’ın mahluk olduğu görüşü, Abbasî halifesi Me’mun döneminden (h. 218) itibaren 15 yıl boyunca devletin resmi mezhebi olarak kabul edildi ve bu görüşü kabul etmeyen yüzlerce alim takibata, tutuklama ve işkenceye maruz kaldı.

Bu alimlerin başında İmam Ahmed b. Hanbel geliyordu. Hak bildiği yolda gözünü budaktan esirgemeyen bu büyük imam, Kur’an’ın mahluk olduğu görüşüne şiddetle karşı çıktığı için tutuklanıp sorgulanmış, iki seneden fazla hapiste kalmış ve işkence görmüştü. Zindandayken yüz elli kişi sırayla kendisini kamçılamıştı. Kaynaklar o gece büyük bir deprem olduğunu ve etkisinin Abadan’dan bile hissedildiğini nakleder. (Tâcuddîn es-Sükbî, Tabakâtu’ş-Şâfi’iyye, 1/205)

Bir keresinde yine kırbaçlanırken şalvarının bağı çözülmüş ve şalvarı belinden aşağıya doğru kaymaya başlamıştı. Bunun üzerine yediği şiddetli kırbaç darbelerine aldırmayarak gözünü semaya diktiği ve bir şeyler söylediği görüldü. Bunun üzerine şalvarı tekrar eski yerine geldi.

Aradan zaman geçip bu çile ve işkence dönemi sona erdiğinde, bir gün kırbaçlandığı dönem hatırlatıldı ve o esnada gözünü semaya dikerek ne söylediği soruldu. İmam şöyle dua ettiğini söyledi: “ Allahım ! Arş’ı dolduran ismin adına senden isteğim odur ki, eğer bu meselede benim inancım doğru ise avret yerimin açılmasına ve rezil olmama müsaade etme.” (es-Sübkî, a.g.e ., 1/214)

İlim ve zühd ehlinin şahitliği

“Bağdat’tan ayrıldığımda, arkamda Ahmed b. Hanbel’den daha efdal, bilgili, fakih ve müttaki birisini bırakmadım.”

Bu sözün sahibi İmam Şâfiî’dir. İmam Ahmed b. Hanbel , büyük Hadis imamlarından olan arkadaşı İshak b. Râhûye’ye, “Benimle gel. Seni eşi benzeri görülmemiş birisine götüreyim.” der ve onu alıp İmam Şâfiî’ye götürür. Olayı nakleden İshak b. Râhûye diyor ki: “Şâfiî de Ahmed b. Hanbel gibisini görmemiştir.” (Zehebî, Siyeru A’lâmi’n-Nübelâ, 11/195-196)

Zünnûn el- Mısrî’nin “Efendimiz” dediği İmam Ahmed’i , İmam Nesâî de şöyle anlatıyor: “Ahmed b. Hanbel , Hadis bilgisi, Fıkıh, verâ, zühd ve sabır hasletlerinin hepsine sahip birisi idi.”

İmam Ebû Dâvûd da onun hakkında şöyle der: “Ahmed b. Hanbel’in meclisleri ahiret meclisi idi. O meclislerinde dünyaya ait bir şey konuşmazdı. Onun dünyayı zikrettiğine asla şahit olmadım.” (Zehebî , a. g.e ., 11/19-199)

Allah ondan razı olsun



bkn:Ebubekir Sifil - Hikemiyat,syf;227-243



Devamını Oku »

Selçuklular ve Gayrı Müslimler



6 . Selçuklular ve Gayrı Müslimler

Türkler Islâmdan önce, Gök-türk, Uygur ve Hazar hanları idaresinde kendilerine sığman yabancı din mensuplarını himâye ediyor; bizzat kendileri de bu dinlere giriyor ve bir çok dinlere bağlı olarak, bir arada cemaatler halinde, ahenk içerisinde yaşıyorlardı.(36). Selçuklular Yakın Şarkta karşılaştıkları Hıristiyan ve Yahudi gibi gayrı müslim unsurlara karşı da aynı zihniyeti devam ettirmiş; görülmemiş bir müsamaha ve şefkati onlardan esirgememişlerdi. Hıristiyan memleketleri fethetmiş olmasına rağ­men Alp Arslan onların müellifleri tarafından da âdil, merhametli bir insan olarak tasvir edilir ve aleyhinde hiç bir şey söylenmez.

Melik­şâh: “kalbi Hristiyanlara karşı şefkatla dolu idi; geç­tiği memleketlerin halkına baba gibi davrandı, bu sebeple bir çok vilâyetler, 1086 da, kendiliğinden onun idaresine girdiler; Ermenistan ve Rum memleketleri onun kanunlarını tanıdılar”; “onun idaresinde' oniki millet yaşıyordu(37); Başka bir Hıristiyan kaynak: “Melik Şah insanların en mümtazı idi; iyiliği ve şefkati ile meşhur idi; Hıristiyanlara karşı adaleti ve hayrı ile tanınmış­tı(38)” demekte ve bu ifâdeler îslâm kaynaklarım teyid etmektedir. Bağdad’da halifenin veziri Ebu Şucâ’, Hazreti Ömer’e atfolunan kaidelere göre, diğer îslâm memleketlerinde olduğu gibi, sık-sık, Zimmilerin kıyafetlerine müdahale ediyor; onları kendilerine mahsus işaretleri taşı­maya zorluyor ve sert bir siyaset takip ediyordu. Bu baskı dolayısiyle gayri müslim görünmemek yüzünden devlet makamlarında bulunan bir çok yüksek Zimmî müslüman oldu. Melikşâh’ın ve Nizâm ül-mülk’ün vekili bulunan Yahudi îbn Samhâ bu sert tedbirler dolayısiyle Bağdad şahnesi Gevher Âyîn ile birlikte huzura çıkarak sultana ve vezirine şikâyette bulundular. Onlar da bu sebeple halifenin vezirini azlettiler.

Vezir Ebu Şucâ’ aleyhinde şikâyette bulunurlarken onun Melikşâh’ın Türkistan zaferlerini küçümsediğini, bu fetihlerin Rumlara karşı değil müslümanlara (Karahanlılara) karşı kazanıldığını ve bu sebeple ehemmiyet vermediğini söylemekte olduğunu da bildiriyorlardı(39). Yahudi sermayedarlar, Bağdad’­ da ve imparatorluğun büyük merkezlerinde büyük ticarî faaliyetlerde bulunuyor; Selçuk devleti üzerinde malî ve siyasî tesirler icra ediyordu. Nitekim îbn Samhâ Melikşâh’ın Bağdad’da giriştiği büyük imâr ve inşa iş­ lerinde de müteahhitlik ediyordu. Sultan ve vezirinin ölümünden sonra onun öldürülmesi çok mânalı olup bu, Melikşâh’ın gayrı müslimlere karşı takip ettiği himâye siyasetinin ne derece ileri olduğuna başka bir delildir(40). ‘ Bununla beraber daha evvel 1079 da bir Yahudi sermayedarının öldürülmesi hâdisesi de vardır.

Gerçekten sultan avlanmak maksadiyle Ahvaz’a gittiği zaman Nizâm ül-mülk’e dost olmayan Gevher Âyin ve Humâr-tekin Basra mültezimi (zâmin) olan İbn ‘Allân’m öldürülmesine mü­saade almışlardı. Bu Yahudi sermâyedarın nüfuzunu belirtmek maksadiyle, karısı öldüğü zaman, kadı müstesna, bütün Basra şehir halkının cenazesi arkasında yürüdüğünü kaydetmek kâfidir. Öldürüleceğini anlayan İbn Allân derhal servetine ait defteri denize attı. Fakat bu deftere ait bir vasiyetnâmesi (barmûz) sâyesinde mallarının çoğu bulundu.400.000 dinar nakdi ve eşyası arasında 1000 dinar değerinde bir süpürgesi çıkması bir fikir verir. Bu hâdise dolayısiyle çok üzülen Nizâm ül - mülk üç gün evinden çıkmamış ve sultana da teessüflerini bildirmiştir. Melikşâh bir kasdı olmadığını söylemiş ve özür beyan etmiştir(41).

Bu husus Yahudi sermâyedarlarının nüfuzunu ve devlet adanılan üzerindeki tesirlerini gösterir. İbn ‘Allân ailesi bir asır önce de Bağdad’da, bankerlik (cahbaz) yapıyor; iktisadı ve siyasî hayatta rol oynuyordu(42). Melikşâhının bu siyaseti ve devlet merkezini Rey’den İsfahan’a nakletmesi bu şehirde zaten mevcut olan Yahudi nüfusun çok artmasına sebep oldu. Kaynaklarda bu şehrin bir kısmının “Yahudi İsfahanı” adını alması bu hüviyeti dolayısiyledir(43). XII. asir İspanya Yahudilerinden Benjamin de Tudelle’in Türkleri Yahudi dostu göstermesi de bu münasebetledir. Bir Yahudi kaynağı bu devirde Mezopotamya’da, İsfahan, Hemedan, Semerkant ve sair büyük İslâm şehirlerinde Yahudilerin miktarını çok mübalâğalı bir şekilde kaydeder(44). Ermeni patriği Basile 1090 senesinde “Dünyanın Hakimi ” Sultan Melikşah’a giderek kiliselere, manastırlara ve râhiplere konmuş olan vergilerin affını diledi ve sultan taleplerini kabûl ederek ona bu hususta fermanlar verdi ve patrik oradan Antakya’ya gitti(45).

Melikşâh “her tarafta barış ve hakimane bir idare kurdu. Bütün hükümdarlardan daha akıllı ve kudretli idi ve bildiklerimizin hepsinden de âdil olduğundan kimseye keder vermedi. Yüksek fikirleri, asil ahlâkı ve şefkatiyle kendisini herkese sevdirdi. Böylece harp ve şiddetle değil, gönülleri kazanmak suretiyle hiç bir hükümdarın elde edemediği memleketlere sahip oldu. Eğer ömrü vefa etse idi, çok sür’atle artan kudreti dolayısiyle, Avrupa ’yı d a devletinin hudutları i çine alacaktı. îşte onun yirmi yıl süren saltanatı hakkında Sar- kavag’ın dedikleri bunlardır”(46). Melikşâh’ın ölümünden sonra Azerbaycan meliki olan amcası Yâkutî’nin oğlu îsmâ’il zamanında Ermenilerin çok himâye ve itibar gördüklerini, onları îranlıların manastırlardan vergi almak için yaptıkları tazyiklerden kurtardığım aynı kaynaklar yazar(47).

Hıristiyan halkın çok bulunduğu Anadolu’da Türkiye sultanları ve meliklerinin onlara karşı siyaset ve muameleleri ise tarihte görülmemiş bir derecede idi(48). Rivâyete göre Melikşâh Nizâm ül-mülk ile Hısn Keyfâ’ya gittiklerinde orada bir şeyh vezire Allah tarafından Melikşâh’a elçi olduğunu söylemiş ve bu garip söz üzerine sultana götürülmüştür. Sultana misvâk ve tarak hediye eden şeyh, kızlarını evlendirmek için ondan çehiz parası istemiş ve elçi olduğunu ispat için rüyada Hazreti Peygamber’in kendisini gönderdiğini, inandırmak için de Melikşâh’ın her gece Tebâreke okuduğunu bildirmesini ve bunu kimsenin bilmediğini söylemiş ve bu suretle çok ihsanlara kavuşmuştu(49).

Osman Turan-Selçuklular Tarihi ve Türk-İslam Medeniyeti
Devamını Oku »