Ailenin Hicreti



Aile sözcüğü köken olarak Arapça’dan gelmekte. Kav­ram semantik olarak, iki noktaya işaret ediyor: Biri, bir­birlerine çok yakın olan insanların oluşturduğu ilişkiler dünyası; diğeri de en geniş anlamı içinde, ihtiyaçların gi­derildiği yer anlamı taşımakta. Dolayısıyla aile hakkında konuştuğumuzda, biz aynı zamanda kadın ve erkek, anne ve baba, erkek ve kız kardeş, dedelik ve ninelik, çocuk ve torun, amca ve dayı, hala ve teyzeyle alakalı olan mah­rem ve namahremin düzenlenmiş verili ilişkiler dünyası hakkında da konuşuyoruz demektir. Fakat aynı zamanda bunlarla birlikte bir hiyerarşi, bir statü, kendine has bir ilişkiler örgüsü ve bundan da daha önemli olan; bir dini değerler evreninden bahsediyoruz demektir.

Unutmamak gerekir ki kadın ve erkek olarak insan de­nen varlık, imtihan edilmek üzere yeryüzüne aile dediği­miz bir form içinde gönderilmiştir. Dolayısıyla bu form, bu formun içindeki iki insanla ilgili muhtevasındaki iliş­kiler “âlemi” olarak aile insanın sınama yanılması, yani Hz. Adem ve Hz. Havva'nın “görücü usulü” yada “flör­te” dayalı tecrübeleriyle inşa ettikleri bir dünya değildir. İlişkilerinin hangi zeminde, “eşitlik” yoksa “adalet” zemi­ninde mi süreçlendirileceğine, karar veren onlar olma­mıştır. Aile insan için verili özelliğe sahiptir: ona şekil ve muhtevasını insanın tecrübesi vermemiştir. O bütünüyle din tarafından inşa edilmiştir ve dine ait bir kurumdur.

İnsanın iki türü olarak kadın ve erkek arasındaki bütün ilişkiler; bu ilişkilerin zemini, mahiyeti ve anlamı, bu iliş­kilere kalpleri birbirlerine ısınsın diye bir lütuf olarak nikâhla(elbette ki bu “resmi” nikah değil çünkü onun böyle bir gücü asla olamaz) katılan sevgi bağı, ilk defa bu form içinde dünya şartlarından bağımsız şekilde düzen­lenerek dünyaya gönderilmiştir. Bu yüzden yeryüzünde- ki bütün toplumlarda biz “aile” denen birliktelik biçimini buluruz. Bu özellik, beşerin paylaştığı ortak temellerden biri olmasıyla önem taşır. Bundan olacak ki, toplumsal bütün yapılar içinde toplumun değişimine en çok dire­nen unsuru ailedir. Toplum değişirken, aile değişime kar­şı bütün imkânlarını kullanarak direnir. Bunu, kendine ait her türlü değeri, aşırı şekilde sahiplenerek yapar.

IV

Aileyi; sadece geçmişi eleştirerek kendini haklı çıkar­maya çalışmaktan şimdilik başka bir şey ortaya koya­mamış ve koyması da asla mümkün olamayacak sözüm ona kadının “eşitlik" ve “özgürlük" talebine; bunun bizim Müslüman kesimdeki “töre cinayetleriyle" desteklenen oryantalist yankısı sayacağımız kadının ezilmişliğine; bu­nunla birlikte erkeğin, maişet temini adı altında kurnazca meşrulaştırmaya çalıştığı, İslâm'ın övdüğü ticaretle daha kapitalizmi birbirlerinden tefrik edemediği - daha doğ­rusu etmek istemediği mi demeliyiz - iktisadi faaliyetine kurban veremeyiz. İkisinin de bugün vardığı yer, büyük bir hüsran ve trajedidir; zira birini feminism, birini de kapitalizm teslim almış haldedir. Biri feminizmden hare­ketle erkeği ötekileştirmekte ve ötekileştirmeden düşün­ce üretememekte; diğeri de nasipsiz bir akılla, kapitaliz­mi İslâm ileştirmekten başka bir şey yapamamaktadır.

Aile; günümüzün iki önemli düşüncesini temsil eden ancak meşruiyetleri daha başlangıçtan itibaren tartışma­ya açık olan bu eğilimlerle birlikte değerlendirilemeyecek kadar azizdir. Bu “geleneksel aileyi" kutsamak değildir; onun içinde zamanın getirdiği deforme olmuş ilişkile­ri onaylamak demek de değildir. Nedir geleneksel aile; mahiyeti farklı bir ilişkiler dünyası mıdır; yoksa genelde basite indirgendiği gibi, “nüfus adedi” üzerinden anla­şılmaya çalışılan bir yapı mıdır? Geleneksel aile derken, kişisel olarak, şunu anlamaktayım: mahremiyetin, edebin ve güvenliğin, ama her türden güvenliğin yeniden üre­tildiği, yaşam biçimi kılındığı bu yolla üyelerine aktarıl­dığı ve sadece yine bu yolla “ötekilere” örnek olduğu bir aile. Yani içinde hem yetim ve hem de öksüz olan Hz. Muhammed (sav)! büyüten, ona sevgi, kol-kanat geren bir aile.

Çocukluğundan itibaren, sıkıştığında yeğeninin yanı başında beliren bir amca ve onun bu görkemli gö­revini anlayışla karşılayıp kolaylaştıran bir amca hanımı. Onun yerine döşeğinde yatarken, canları canına kurban ettiğimiz amcaoğlu ve diğerlerini” de ayrıca saymaya gerek yok. Açıkçası yaşlandığımda huzur evinde ölümü beklemeyi; torunlarımın da kreşlerde büyümesini iste­miyorum. Bunlar insani var oluşumuzun ve Rabbimizin yücelttiği akrabalık bağlarının tabiatına, bu bağların fıt­ratına aykırıdır. Müslüman toplum tahayyülümde yaşlı­larını huzur evlerine, sakatlarını hastanelere, çocuklarını kreşlere, ellerinden iş gelenleri de bürolara/fabrikalara gönderen bir toplumun yeri bulunmuyor. Bunların, bize önerilenlerin dışında "Müslüman'ca” bir tarzda düzen­lenmesini hayatı İslâmîleştirmek olarak anlıyorum; ikti­dar sahibi olmanın yolu buradan geçmekte, gerisi ancak bundan sonraki ikincil önemi ifade ediyor.

Geleneksel aile modeli bizim daha kaybetmediğimiz, ama trajik bir şekilde hızla çözülen, çözülürken bütün fertlerini ve toplumu sersemletici bireylere dönüştüren bir model olarak önümüzde duruyor. Onu 21. asrın dün­yası karşısında bir imkâna, bir savunma mekanizmasına, Kuran'ın ifadesiyle bir "karargâha” tekrar dönüştürmek mümkün. Bir tekrardan değil, bir restorasyondan bah­sediyorum. Bunu bir çağrı olarak anlayabiliriz. Bir kere bu aile modeli kendi formu içinde en azından "bölünen” hasta kişilikli insanlar/nesiller yetiştirmediğinden do­layı dikkate alınmayı hak ediyor. Önümüzde duran aile modellerini ve bunların hâsıl ettiği ruhsal sorunları olan nesilleri tecrübe ederek görüyoruz.

Çekirdek aile sadece ruhsal yapısı sorunlu insan modeli yetiştirmiyor; aynı za­manda "gay aile” "lezbiyen aile”de tekil ailenin evriminin vardığı sonraki durakları temsil ediyor. Unutmamak ge­rekir ki çekirdek aile ulus devletin aile modelidir; bu dev­let bu aile modeli üzerinde gelişti ve kendine meşruiyet buldu. "Siyasal toplum” karşısında güç verip bizi ayakta tutan bir aileye/aile ilişkilerine ihtiyacımız var. Tüke­tim toplumuna karşı direnç gösteren; kendi geleneksel değerlerinden hareket ederek ihtiyaçlarını belirlemeye çalışan bir aile; süper marketin ajanı olmayan bir kadın; evde bereket tükendiğinden geçinemiyorum diye sızla­narak kapitalizmin haramlarına batmış bir erkek; sonu gelmez ihtiyaçların sahibi olmuş bir çocuk.

Müslümanlar şimdilik yeteri kadar sofistike olmamış “ham” talepleriyle sadece tüketim toplumunun parçası olmadıklarım, aynı zamanda bir gün bu taleplerin kendilerini ve kendi Müs­lümanlıklarını da tükettiğini göreceklerdir. Kadınlığı ve erkekliği olduğu kadar, işi de modern bilginin ve hayatın dışındaki imkânlarla yeniden anlamlandırmak zorunda­yız. Bize bu hususta ne eşitlikçi ideolojinin ne de kapi­talizmin uzmanlarının söyleyecek meşru şeyleri bulun­muyor. Eğer ailenin önemine, onun bizim Müslüman'ca yaşamamızın imkânlarını güvenceye almasını ve ahreti­mizle ilgili bu dünyadaki işlevine inanıyorsak, kadınlığı­mızı ve erkekliğimizi olduğu kadar işimizi de aileye ve onun değerlerine göre yeniden düzenlemenin yollarım aramalıyız.

Bu nedenle günümüzde çok tartışılan haliyle, kadının hangi kıyafetiyle kamusal alana katılması mese­lesinden önce tartışılması gereken,Müslüman erkeğin modern kamusal alanda yaşadığı trajedidir; haramların yaklaştırılıp helallerin uzaklaştırıldığı bu alanda uğradı­ğı kişilik bölünmesidir; İslâm'ı neden temsil edemediği ya da İslâm'ı yeni temsil etme biçimidir; giderek hızla uğradığı güven kaybıdır; ve en korkuncu “emin" vasfı­nın uğradığı müthiş aşınmadır. Aynı şeyleri Müslüman kadm örtüsünün altında bir kez daha yeniden yaşamak isteyip istemediğine ancak bundan sonra karar vermeli­dir. Unutmamak gerekir ki kamusal alan “köy meydanı” değildir; o asla tarafsız olamaz.

........

IX

'Sağlığının korunması, bakımının sağlanması, eğitimi­nin tamamlanması; kadının annelikten “geri çekilmesi" ve böylece anneliğin fakirleştirilmesi aslında çocuğun artık uzmanlık alanlarının nesnesi olduğuna işaret eder. Çocuk bakım kitaplarının ve yeni uzmanların üstlendi­ği işlev, bundan böyle “aile-dışı” bir müdahale ile karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor. Bunların sağlık, hijyen, pedagoji meseleleri şeklinde isimlendirilmesi sadece bir kamuflajdır. Nasıl ki, evlilik bir “görev” olmaktan çıkarak bir “tercih” haline geldiyse, insana ve Müslüman'a ait bir­çok hususta mahrem olmaktan çıktı, bilgilendirme adına sağlık hijyen meselesi halini alarak kamusal alanda aleni­leşerek kabul görmekte.

Günümüzde çocuk ve çocuk yetiştirme meselesi bir bilgi ve bilgilenme meselesine indirgenmiştir. Çocuğun, aile içi kültürle gelen bakım ve büyütülmesi meselesi; ah­lakın, edebin, mahremiyetin ve dinin meselesi olmaktan giderek çıkmakta, zira yukarıda sözünü ettiğimiz üç hu­sustan dolayı anne ve baba bu işte artık yetersiz bulun­maktadırlar. Trajik bir şekilde onlarda kendilerini pey­gamberin sünnetinden bahsetmelerine rağmen çelişkili bir şekilde peşinen çaresiz ve yetersiz sayabilmektedirler. Modern bilimler çocuk hakkında annelik ve babalığı tec­rit eden bilgi hâsıl ettikçe, anne ve babalığında çocuğun yetiştirilmesi hususundaki rolleri o nispette azalıyor. Ço­cuğa karşı olan görevlerinin ne olduğu hususunda tered­dütler çoğaldıkça, aynı zamanda ailenin de içi boşalıyor.

Bu yüzden de batıda 20. asrın yarısından, biz de ise yak­laşık 20. asrın bitimi arifesinde “uzmanlar" artık “ebevey­nin eğitimi yada ‘aile içi eğitim" yoluyla çocuk bakımına ilişkin “yolları” bilimin ışığında düzeltmeye başlamışlar­dır. Evlenmek kadar anne ve baba olmanın da uzman gö­zetiminde bir eğitim sürecini gerektirdiği fikri eğer anne ve baba olmaya daha hazır değillerse- kim buna karar verecek belli değil- çocuk sahibi olma ertelenebilir bir mesele hâline gelebiliyor.

Böylece evlenmek kadar çocuk sahibi olmakta artık deneme yanılmanın neticesine bağ­lı bir kararı gerektirmeye başlıyor. Bundan böyle çeşitli sebeplerden dolayı anne ve babalığa uygun olmayanla­rın “bilimsel ölçüler içinde” ayıklanmasına uzmanların karar vermesi kolaylaşmış hale gelmektedir.Dolayısıyla uzmanların artık anne ve babalığı yaşanması değil, öğre­tilmesi gereken bir meseleye dönüştürdüklerini görürüz. Aslında bu uzmanların düzenlediği ve yönettiği bir top­lumsal yapıda anne ve babalığı, ait olduğu mahremiyet ve duygu dünyasından çıkarıp profesyonelleştirmekle neti­celenmektedir.

Uzmanların sürekli müdahale ederek dü­zenlediği ve bilgilendirdiği aile, mahrem bir alan olmak­tan çıkarak klinik çalışmalarının merkezi haline geliyor. Burada tesettürlü ya da tesettürsüz uzmanların çalışması bu gerçeği değiştirmiyor; Çocuk bu ortamda büyütülmeye çalışıyor; ama asla anne ve babanın bu tecrübe içinde elde ettikleri bilgiyle değil hele geleneğin hiç değil, sade­ce uzman bilgisiyle.

Allah'ın lütfedip verdiği değil; yapılmasına karar ve­rilerek dünyaya getirilen çocuk, bakımı yine uzmanların lütfuyla gerçekleştirilen bir üretimin nesnesi olarak de-ğerlendirilmekte. Kadın çalışma hayatına atıldıkça uz­manların sayısı ve müdahalesi artmakta; iş hayatındaki başarının sürekliliğinin imkânı, kadının çocuğunun ba­kımıyla ilgili yükten kurtulmasını gerektirmekte. Bu bağ­lamda değerlendirildiğinde, kadın hakları gerçekte aileye müdahale hakkını kendinde bulan ve onu idare etmeyi içeren bir uzmanlar programını meşru, hatta bir ihtiyaç haline getiriyor. Bu nedenle kadının hak arayışının man­tıksal neticesi kreş talebiyle sık sık gündeme gelir. Yoksa doğum yapmak, çocuk emzirmek, çocuğuyla birlikte ol­mak gibi gerçekte “kadınsı/ dişil”, yani anneliğe ait kimliksel taleplerle ortaya çıkmıyor. Burada bizzat kadının hakları sözcüğünün kavramsallaştırılırken bile, biyolojik yapıdan ne kadar çok ayrıştırıldığını, bağımsızlaştırıldı­ğını görürüz.

Anneliğin içinin boşaltılarak “fakirleştirilmesinin” ne­ticesinde, çocuk bakımının kendi başına bir profesyonel­lik alanı ve neticede de bir endüstri haline gelmesi, her şeyden önce çocuğu kamusal alanın, dolayısıyla devletin ve ekonominin bir parçası yapmıştır. Bu Müslümanlar ci­hetinden daha başlangıçtan itibaren, Allah'a karşı sorum­lulukları ve özgürlüklerinin tehdit altına girmesi, mahre­miyetin içerik olarak dönüşmesi ve dolayısıyla yok olması demektir. Müslüman kadının iş hayatına katılması bugün ekonomik olmaktan çok, İslâm dışındaki “ideolojik” etki­lerdendir.

Artık evliliği, çocuk doğurma ve yetiştirmeyi bir profesyonellik olarak gören eğitimli Müslüman ka­dın, “öteki” olarak gördükleriyle bir boy ölçüşme, kapi­talizmin ortak kulvarında yarışa girme arzusunu İslâmî bir form içine yerleştirerek meşrulaştırmakta, bununla birlikte anneliği ve çocuk yetiştirmeyi doğal bir durum olmaktan çıkartarak uzmanların alanına terk etmeyi de­nemektedir; ürkek, sıkılgan ve nasıl bir “suç” işlendiğini bilmekten gelen bir mahcubiyetle. Bugün İslâm adına ya­pılan hak arama mücadelesi kadını kendi biyolojisinden kopartarak bize “ötekiler” tarafından yapılmış bir kadın ve kadın hakları portresi çiziyor. Oysa Müslüman ka­dının yapması gereken, “karargâhını” terk etmemesi ve anneliğin “fakirleşmesine” asla müsaade etmemesiydi. Kirlenen denizlerin bir gün kıyılarımızı terk ettiği gibi, bugün aile de bu nedenle hicret'e hazırlanıyor.

X

Kainatta her şey çiftiyle mevcuttur;biri diğeri olmadan kendini tanımlayamaz.Yaratılış silsilesi göz önüne alın­dığında erkek makrokozmozu temsil ediyorsa, kadın da mikrokozmozu temsil eder. Ancak bunlar bir başları­na kendilerini tanımlama imkânına sahip değildir; ama buna rağmen ikisi de kendini tanımlamak gibi bir ihtiyaç içinde bulunur. Çağdaş bireyci telakkiye ters gelse de bu karşılıklı varoluşsal bağımlılık ilişkisinde kadın erkeğin yarısını temsil eder; kadın olmadan erkek, erkek değildir. Erkek kadınla tanımlanır. Kadınla erkek ya da eril ile dişil arasındaki ilişki dünya ile sema arasındaki ilişkiye benzer. Kozmozda olanları nefiste, nefiste olanları da kozmozta bulmamız bundandır.

İslâm'ın zaman algısı güneş ve ay olmak üzere iki koz­mik varlık üzerine kuruludur: Müslüman zamanı üstün­de yaşadığı dünyanın bunlarla olan ilişkisi bağlamında anlamlandırılır. Gündelik hayat olan "şimdiyi” belirle­yen güneştir: Geçmişi ve geleceği dönemleştiren, yani "ömrü” belirleyen ay'dır. Modern muhayyilenin kadın ta­savvuruna aykırı düşse de kadim kültürler kadının ev, ay ve erkekle dünya dolayımında birbirlerini çağrıştıran bir ilişki içinde bulunduğunu söz konusu etmişlerdir.

Dünya katmanında erkek ve ay müzekkerdir, yani aydınlatıtandırlar: oysa kadın güneş gibi müennestir. Evde kadın hâkimiyet sahibi olarak bu rolüyle bulunur. Bu hakkı ona sağlayan mahremiyetin uzamıdır. Bundan olacak ki, as­lında kadın tesettürle kendini dünyaya kapatmaz, tersi­ne bunu yaparken ayın kendini dünyaya açtığı gibi o da mahrem olana kendini açar.

Kadın ve ay arasındaki ilişki mahiyeti kozmik olan muamma dolu bir ilişkidir. Kadim Grek insanına göre ka­dın tabiata benzer; irfanî geleneğin büyük yorumcularına göre de kadın “müteşabih”tir. Dünyadaki bütün kültür­lerde ayla, fakat bilhassa ayın on dördüyle kadın güzelliği arasında bir ilişki kurulduğunu görürüz. O dünyaya ait zamanın ay olarak dönemselleştirilmesini ilk gözetleyendir. Bu ilişki içinde ayın geçirdiği safhaları aynı zamanda kadının da yaşadığına inanılır. Bunu zaman olarak harici, biyolojik olarak dahili bir tecrübenin uyumu olarak gö­zetler: bedenin yaşadığına bizzat kendisi şahitlik yapar.

Bu kozmik zamanın biyolojik bir varlıkta kendini açığa vurmasıdır. Kadın zamanın bu türünü mahrem mekanda temsil ederek erkeğe duyurur: ay yüzünü dünyaya, kadın da kendini erkeğe kapatır. Nutfenin beşer halini alması kozmik zamanın on kameri ayma denk düşer. Kadim kül­türlerde bu yüzden hamilelik, kameri takvim ve ebe ay- rıştırılmaları mümkün olmayan üçlü bir yapı teşkil eder. Bununla özne ile nesnenin birbirleriyle uyumlu ilişki içinde oldukları bütüncül bir epistemoloji kurulur. İnsa­na dair bilginin aynı zamanda bu kendini üzerinde inşa ettiği temeli teşkil eder. Bir ebenin çocuk doğurtmasın­daki sırrın, doğum yapan anneye gösterdiği kozmik du­yarlılık ile sahibi olduğu beşeri ilmin uyumunda yattığına şahit olunduğunda ancak bu anlaşılabilir.

Doğum ile ölüm arasındaki dünyevi ilişkide bu kadın, modern tıbbın yaptığı gibi doğum sırasında çocukta anneyi birbirlerinden yalıtarak araya kendini ikame etmez. Temsil ettiği epistemolojinin tabii hâsılası olarak, doğu­mu ölüm sebebine dönüştürerek bir tehdit aracı haline getirmediğinden, modern tıbbın yaptığı gibi beden üze­rinde egemenlik kurarak onu mülkiyeti hâline getirmez. Doğumu ölüm gibi tabii bir hâl olarak kendi kozmik “vaktine” iade eder ve anneyle çocuk arasından çekilir. Böylece nutfe için hapishaneden kurtuluşun sevinci olan annenin doğum sancısını ayrıştırılması imkânsız bir bü­tüne dönüştürür. Ay bir kez daha kadına erkeğin öteki olmadığını, kendini her şeyiyle apaçık dünyaya gösterdiği on dördü haliyle hatırlatmada bulunur. Bu müzekkerin ideolojilerden aldığı intikamdır.

Abdurrahman Arslan - Sabra Davet Eden Hakikat,syf:303-307;316-321

(,Eğitim Yazıları, 2007, sayı 11)



Devamını Oku »

Bedenim Benim Kendi Meselemdir

Her-Seyin-Bir-Anlami-Var


Vücudum benim kendi mese­lemdir. Kimse bana nasıl görün­mem gerektiğini veya güzel mi, çirkin mi olduğumu söyleyemez. Ben, bundan daha önemli işlerim olduğunun farkındayım.”

Bu sözleri, Kanada yurttaşı, başı örtülü genç bir hanım söylü­yor. O ve onun gibi düşünen çok­ları için örtünme, yirmibirinci yüzyılın tüketimci kapitalist kül­türünde bedenin nesneleştirilme- si ve metalaştırılmasına karşı güçlü bir direniş aracı. Kadınları yalnız­ca dış görünüşleriyle değerlendi­ren, onlara erkek bakışı’na göre şe­kil veren, güzellik oyununda başka kadınlara benzemeye çağıran, na­rinlik istibdadı’ ile ruhlarını ezerek çeşitli ruhsal hastalıklara duçar ol­malarına yol açan tüketim ideolo­jisine hayır demenin bir yolu.

Ör­tünmek, o halde bazı kadınlar için bilinçli bir seçimdir: Eylem ve ki­şilikleriyle öne çıkmak, görüntüleriyle değil düşünceleriyle konuşmak güzellik hurafesine başkaldırmak isteyen kimi kadınlar bu şekilde giyinmeyi seçebilir. Yine de özsaygılarını giydikleri şeyden devşiremeyeceklerini, gerçek üstünlüğün iç olgunluğuyla sağlanabileceğini bilirler.

Uzun yıllardır kadın bedeni üzerinden bir ideolojik itiş \ kakış izliyoruz. Bu görüşlerin bir kısmı oryantalist klişeleri tekrar ediyor. Başörtülü Müslüman kadınlar, zamanın içinde donup kalmış, köleleşmiş, bilinçli tercihleri olma­yan, sesi kısılmış, kendi adına konuşamayan ve ozgürleştirilmeleri gereken bir topluluk olarak tanımlanıyor. Nasıl or­yantalizm Doğuya baktığında gerilik içinde kalmış, özgürlük/eşitlik/demokrasi gibi modern ideallerin trenini kaçır­mış ve bu yüzden ehlîleştirilmesi gereken bir uygarlık görü­yorsa, oryantalist klişelerle başörtüsüne bakanlar da orada kurtarılmayı bekleyen mazlum bir grup görüyor. Sömürge­ciliğin hoş bir tanımı var: ‘kahverengi adamları kahverengi adamlardan beyaz adamların kurtarması.’

Türkiye’de de ide­olojik taraftarlığın iyiden iyiye bağnazlaştırdığı bazı insanlar, kendi selametlerini ötekinin değiştirilmesinde ve kendi­sine benzetilmesinde buluyor. Tuhaf bir korku. Bana sorar­sanız, oryantalist klişeleri tekrar edenler, eğer başörtülü ka­dınlar kendilerine benzetilmezse kendilerinin onlara benze-yebileceğinden korkuyor. Bu korku ideolojisi, anlama değil çatışma üzerine kurulu. “Boyun eğdiremezsen boyun eğer­sin” düşüncesi, hakikatin türlü görünüşlerinin olduğu ço­ğulcu dünyada arkaik ve baskıcı kalıyor.Örtünmeyi kadınların esareti olarak gören indirgemeci yorum kendi seçimleriyle bu şekilde giyinen kadınların sos­yal dünyalarım görmezden geliyor. Onların yaptıkları şeyi bilinçli bir tercihle değil de geçmiş çağların zincirlerini kıra­madıkları için yaptıklarını söylemek, öznel dünyalarım hiçe saymak ve hikâyelerini geçersizleştirmek anlamına geliyor.

Dünyanın değişik yörelerinde çok farklı biçimlerde örtüne- bilen, dünyaya ve hayata karşı çok farklı duruşlar gösterebi­len Müslüman kadınları sadece giyim kuşamları ekseninde tanımlamak, onları tektipleştirmeye yarıyor.

Eğer kadınları merhamete ve kurtarılmaya muhtaç olarak tanımlıyorsak, onları sadece bir şeyden değil, bir şey için de kurtarmayı görev edinmişiz demektir. Onları farklı bir dün­ya için kurtarmak istiyoruz, değil mi? Peki onlara vermek is­tediğimiz bu yeni dünya ve hayatın üstünlüğü nereden men­kul? Başka kadınları kurtarma ve onları çağdaşlaştırma’ öde­vi, Batıkların üstünlük duygusuna yaslanır ve sonunda bu duyguyu pekiştirir. Burada üstünlük taslayan, tahakküm eden, boyun eğdirmek isteyen bir kibrin izleri vardır.

Dünyada başka bilme biçimleri vardır. Başka sevmeler vardır. Başka patikalar. Diğer insanların tercih ve öncelikle­rine saygı duymayı bilmek gerekir. Farklılığa saygı duymak gerekir. Üstelik özgürleşme, eşitlik, haklar gibi modern söy­lemler dünyanın başka bölgelerindeki kadınlar için uğru­na savaşılacak idealleri temsil etmeyebilir. Siz yanlış bulsa­nız da, o ‘başka’ kadınlar sağlam ilişkileri olan sıcak bir aile­de, Tanrıya yakın, barış içinde yaşamayı hayatlarının önce­liği olarak tanımlayabilirler.

Her şeyden önce, kadınların bedenlerini nasıl örtecekleri meselesini erkeklerin tepişme mevzuu olmaktan çıkarmaları gerekir. Bir bakış nesnesine, görüntüye dönüştürülen kadın, erkeklerin teftiş alanından çıkmalıdır. “Bedenim benim me­selemdir! diyebilen kadınlar, hemcinslerini kurtarma mis­yonu yerine, dayanışma ve birlik ahlâkıyla bu fitili ateşleye­bilir.

Kaynak:

Kemal Sayar-Herşeyin Bir Anlamı Var
Devamını Oku »

Ailenin Hicreti



Aile sözcüğü köken olarak Arapça’dan gelmekte. Kav­ram semantik olarak, iki noktaya işaret ediyor: Biri, bir­birlerine çok yakın olan insanların oluşturduğu ilişkiler dünyası; diğeri de en geniş anlamı içinde, ihtiyaçların gi­derildiği yer anlamı taşımakta. Dolayısıyla aile hakkında konuştuğumuzda, biz aynı zamanda kadın ve erkek, anne ve baba, erkek ve kız kardeş, dedelik ve ninelik, çocuk ve torun, amca ve dayı, hala ve teyzeyle alakalı olan mah­rem ve namahremin düzenlenmiş verili ilişkiler dünyası hakkında da konuşuyoruz demektir. Fakat aynı zamanda bunlarla birlikte bir hiyerarşi, bir statü, kendine has bir ilişkiler örgüsü ve bundan da daha önemli olan; bir dini değerler evreninden bahsediyoruz demektir.

Unutmamak gerekir ki kadın ve erkek olarak insan de­nen varlık, imtihan edilmek üzere yeryüzüne aile dediği­miz bir form içinde gönderilmiştir. Dolayısıyla bu form, bu formun içindeki iki insanla ilgili muhtevasındaki iliş­kiler “âlemi” olarak aile insanın sınama yanılması, yani Hz. Adem ve Hz. Havva'nın “görücü usulü” yada “flör­te” dayalı tecrübeleriyle inşa ettikleri bir dünya değildir. İlişkilerinin hangi zeminde, “eşitlik” yoksa “adalet” zemi­ninde mi süreçlendirileceğine, karar veren onlar olma­mıştır. Aile insan için verili özelliğe sahiptir: ona şekil ve muhtevasını insanın tecrübesi vermemiştir. O bütünüyle din tarafından inşa edilmiştir ve dine ait bir kurumdur.

İnsanın iki türü olarak kadın ve erkek arasındaki bütün ilişkiler; bu ilişkilerin zemini, mahiyeti ve anlamı, bu iliş­kilere kalpleri birbirlerine ısınsın diye bir lütuf olarak nikâhla(elbette ki bu “resmi” nikah değil çünkü onun böyle bir gücü asla olamaz) katılan sevgi bağı, ilk defa bu form içinde dünya şartlarından bağımsız şekilde düzen­lenerek dünyaya gönderilmiştir. Bu yüzden yeryüzünde- ki bütün toplumlarda biz “aile” denen birliktelik biçimini buluruz. Bu özellik, beşerin paylaştığı ortak temellerden biri olmasıyla önem taşır. Bundan olacak ki, toplumsal bütün yapılar içinde toplumun değişimine en çok dire­nen unsuru ailedir. Toplum değişirken, aile değişime kar­şı bütün imkânlarını kullanarak direnir. Bunu, kendine ait her türlü değeri, aşırı şekilde sahiplenerek yapar.

IV

Aileyi; sadece geçmişi eleştirerek kendini haklı çıkar­maya çalışmaktan şimdilik başka bir şey ortaya koya­mamış ve koyması da asla mümkün olamayacak sözüm ona kadının “eşitlik" ve “özgürlük" talebine; bunun bizim Müslüman kesimdeki “töre cinayetleriyle" desteklenen oryantalist yankısı sayacağımız kadının ezilmişliğine; bu­nunla birlikte erkeğin, maişet temini adı altında kurnazca meşrulaştırmaya çalıştığı, İslâm'ın övdüğü ticaretle daha kapitalizmi birbirlerinden tefrik edemediği - daha doğ­rusu etmek istemediği mi demeliyiz - iktisadi faaliyetine kurban veremeyiz. İkisinin de bugün vardığı yer, büyük bir hüsran ve trajedidir; zira birini feminism, birini de kapitalizm teslim almış haldedir. Biri feminizmden hare­ketle erkeği ötekileştirmekte ve ötekileştirmeden düşün­ce üretememekte; diğeri de nasipsiz bir akılla, kapitaliz­mi İslâm ileştirmekten başka bir şey yapamamaktadır.

Aile; günümüzün iki önemli düşüncesini temsil eden ancak meşruiyetleri daha başlangıçtan itibaren tartışma­ya açık olan bu eğilimlerle birlikte değerlendirilemeyecek kadar azizdir. Bu “geleneksel aileyi" kutsamak değildir; onun içinde zamanın getirdiği deforme olmuş ilişkile­ri onaylamak demek de değildir. Nedir geleneksel aile; mahiyeti farklı bir ilişkiler dünyası mıdır; yoksa genelde basite indirgendiği gibi, “nüfus adedi” üzerinden anla­şılmaya çalışılan bir yapı mıdır? Geleneksel aile derken, kişisel olarak, şunu anlamaktayım: mahremiyetin, edebin ve güvenliğin, ama her türden güvenliğin yeniden üre­tildiği, yaşam biçimi kılındığı bu yolla üyelerine aktarıl­dığı ve sadece yine bu yolla “ötekilere” örnek olduğu bir aile. Yani içinde hem yetim ve hem de öksüz olan Hz. Muhammed (sav)! büyüten, ona sevgi, kol-kanat geren bir aile.

Çocukluğundan itibaren, sıkıştığında yeğeninin yanı başında beliren bir amca ve onun bu görkemli gö­revini anlayışla karşılayıp kolaylaştıran bir amca hanımı. Onun yerine döşeğinde yatarken, canları canına kurban ettiğimiz amcaoğlu ve diğerlerini” de ayrıca saymaya gerek yok. Açıkçası yaşlandığımda huzur evinde ölümü beklemeyi; torunlarımın da kreşlerde büyümesini iste­miyorum. Bunlar insani var oluşumuzun ve Rabbimizin yücelttiği akrabalık bağlarının tabiatına, bu bağların fıt­ratına aykırıdır. Müslüman toplum tahayyülümde yaşlı­larını huzur evlerine, sakatlarını hastanelere, çocuklarını kreşlere, ellerinden iş gelenleri de bürolara/fabrikalara gönderen bir toplumun yeri bulunmuyor. Bunların, bize önerilenlerin dışında "Müslüman'ca” bir tarzda düzen­lenmesini hayatı İslâmîleştirmek olarak anlıyorum; ikti­dar sahibi olmanın yolu buradan geçmekte, gerisi ancak bundan sonraki ikincil önemi ifade ediyor.

Geleneksel aile modeli bizim daha kaybetmediğimiz, ama trajik bir şekilde hızla çözülen, çözülürken bütün fertlerini ve toplumu sersemletici bireylere dönüştüren bir model olarak önümüzde duruyor. Onu 21. asrın dün­yası karşısında bir imkâna, bir savunma mekanizmasına, Kuran'ın ifadesiyle bir "karargâha” tekrar dönüştürmek mümkün. Bir tekrardan değil, bir restorasyondan bah­sediyorum. Bunu bir çağrı olarak anlayabiliriz. Bir kere bu aile modeli kendi formu içinde en azından "bölünen” hasta kişilikli insanlar/nesiller yetiştirmediğinden do­layı dikkate alınmayı hak ediyor. Önümüzde duran aile modellerini ve bunların hâsıl ettiği ruhsal sorunları olan nesilleri tecrübe ederek görüyoruz.

Çekirdek aile sadece ruhsal yapısı sorunlu insan modeli yetiştirmiyor; aynı za­manda "gay aile” "lezbiyen aile”de tekil ailenin evriminin vardığı sonraki durakları temsil ediyor. Unutmamak ge­rekir ki çekirdek aile ulus devletin aile modelidir; bu dev­let bu aile modeli üzerinde gelişti ve kendine meşruiyet buldu. "Siyasal toplum” karşısında güç verip bizi ayakta tutan bir aileye/aile ilişkilerine ihtiyacımız var. Tüke­tim toplumuna karşı direnç gösteren; kendi geleneksel değerlerinden hareket ederek ihtiyaçlarını belirlemeye çalışan bir aile; süper marketin ajanı olmayan bir kadın; evde bereket tükendiğinden geçinemiyorum diye sızla­narak kapitalizmin haramlarına batmış bir erkek; sonu gelmez ihtiyaçların sahibi olmuş bir çocuk.

Müslümanlar şimdilik yeteri kadar sofistike olmamış “ham” talepleriyle sadece tüketim toplumunun parçası olmadıklarım, aynı zamanda bir gün bu taleplerin kendilerini ve kendi Müs­lümanlıklarını da tükettiğini göreceklerdir. Kadınlığı ve erkekliği olduğu kadar, işi de modern bilginin ve hayatın dışındaki imkânlarla yeniden anlamlandırmak zorunda­yız. Bize bu hususta ne eşitlikçi ideolojinin ne de kapi­talizmin uzmanlarının söyleyecek meşru şeyleri bulun­muyor. Eğer ailenin önemine, onun bizim Müslüman'ca yaşamamızın imkânlarını güvenceye almasını ve ahreti­mizle ilgili bu dünyadaki işlevine inanıyorsak, kadınlığı­mızı ve erkekliğimizi olduğu kadar işimizi de aileye ve onun değerlerine göre yeniden düzenlemenin yollarım aramalıyız.

Bu nedenle günümüzde çok tartışılan haliyle, kadının hangi kıyafetiyle kamusal alana katılması mese­lesinden önce tartışılması gereken,Müslüman erkeğin modern kamusal alanda yaşadığı trajedidir; haramların yaklaştırılıp helallerin uzaklaştırıldığı bu alanda uğradı­ğı kişilik bölünmesidir; İslâm'ı neden temsil edemediği ya da İslâm'ı yeni temsil etme biçimidir; giderek hızla uğradığı güven kaybıdır; ve en korkuncu “emin" vasfı­nın uğradığı müthiş aşınmadır. Aynı şeyleri Müslüman kadm örtüsünün altında bir kez daha yeniden yaşamak isteyip istemediğine ancak bundan sonra karar vermeli­dir. Unutmamak gerekir ki kamusal alan “köy meydanı” değildir; o asla tarafsız olamaz.

........

IX

'Sağlığının korunması, bakımının sağlanması, eğitimi­nin tamamlanması; kadının annelikten “geri çekilmesi" ve böylece anneliğin fakirleştirilmesi aslında çocuğun artık uzmanlık alanlarının nesnesi olduğuna işaret eder. Çocuk bakım kitaplarının ve yeni uzmanların üstlendi­ği işlev, bundan böyle “aile-dışı” bir müdahale ile karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor. Bunların sağlık, hijyen, pedagoji meseleleri şeklinde isimlendirilmesi sadece bir kamuflajdır. Nasıl ki, evlilik bir “görev” olmaktan çıkarak bir “tercih” haline geldiyse, insana ve Müslüman'a ait bir­çok hususta mahrem olmaktan çıktı, bilgilendirme adına sağlık hijyen meselesi halini alarak kamusal alanda aleni­leşerek kabul görmekte.

Günümüzde çocuk ve çocuk yetiştirme meselesi bir bilgi ve bilgilenme meselesine indirgenmiştir. Çocuğun, aile içi kültürle gelen bakım ve büyütülmesi meselesi; ah­lakın, edebin, mahremiyetin ve dinin meselesi olmaktan giderek çıkmakta, zira yukarıda sözünü ettiğimiz üç hu­sustan dolayı anne ve baba bu işte artık yetersiz bulun­maktadırlar. Trajik bir şekilde onlarda kendilerini pey­gamberin sünnetinden bahsetmelerine rağmen çelişkili bir şekilde peşinen çaresiz ve yetersiz sayabilmektedirler. Modern bilimler çocuk hakkında annelik ve babalığı tec­rit eden bilgi hâsıl ettikçe, anne ve babalığında çocuğun yetiştirilmesi hususundaki rolleri o nispette azalıyor. Ço­cuğa karşı olan görevlerinin ne olduğu hususunda tered­dütler çoğaldıkça, aynı zamanda ailenin de içi boşalıyor.

Bu yüzden de batıda 20. asrın yarısından, biz de ise yak­laşık 20. asrın bitimi arifesinde “uzmanlar" artık “ebevey­nin eğitimi yada ‘aile içi eğitim" yoluyla çocuk bakımına ilişkin “yolları” bilimin ışığında düzeltmeye başlamışlar­dır. Evlenmek kadar anne ve baba olmanın da uzman gö­zetiminde bir eğitim sürecini gerektirdiği fikri eğer anne ve baba olmaya daha hazır değillerse- kim buna karar verecek belli değil- çocuk sahibi olma ertelenebilir bir mesele hâline gelebiliyor.

Böylece evlenmek kadar çocuk sahibi olmakta artık deneme yanılmanın neticesine bağ­lı bir kararı gerektirmeye başlıyor. Bundan böyle çeşitli sebeplerden dolayı anne ve babalığa uygun olmayanla­rın “bilimsel ölçüler içinde” ayıklanmasına uzmanların karar vermesi kolaylaşmış hale gelmektedir.Dolayısıyla uzmanların artık anne ve babalığı yaşanması değil, öğre­tilmesi gereken bir meseleye dönüştürdüklerini görürüz. Aslında bu uzmanların düzenlediği ve yönettiği bir top­lumsal yapıda anne ve babalığı, ait olduğu mahremiyet ve duygu dünyasından çıkarıp profesyonelleştirmekle neti­celenmektedir.

Uzmanların sürekli müdahale ederek dü­zenlediği ve bilgilendirdiği aile, mahrem bir alan olmak­tan çıkarak klinik çalışmalarının merkezi haline geliyor. Burada tesettürlü ya da tesettürsüz uzmanların çalışması bu gerçeği değiştirmiyor; Çocuk bu ortamda büyütülmeye çalışıyor; ama asla anne ve babanın bu tecrübe içinde elde ettikleri bilgiyle değil hele geleneğin hiç değil, sade­ce uzman bilgisiyle.

Allah'ın lütfedip verdiği değil; yapılmasına karar ve­rilerek dünyaya getirilen çocuk, bakımı yine uzmanların lütfuyla gerçekleştirilen bir üretimin nesnesi olarak de-ğerlendirilmekte. Kadın çalışma hayatına atıldıkça uz­manların sayısı ve müdahalesi artmakta; iş hayatındaki başarının sürekliliğinin imkânı, kadının çocuğunun ba­kımıyla ilgili yükten kurtulmasını gerektirmekte. Bu bağ­lamda değerlendirildiğinde, kadın hakları gerçekte aileye müdahale hakkını kendinde bulan ve onu idare etmeyi içeren bir uzmanlar programını meşru, hatta bir ihtiyaç haline getiriyor. Bu nedenle kadının hak arayışının man­tıksal neticesi kreş talebiyle sık sık gündeme gelir. Yoksa doğum yapmak, çocuk emzirmek, çocuğuyla birlikte ol­mak gibi gerçekte “kadınsı/ dişil”, yani anneliğe ait kimliksel taleplerle ortaya çıkmıyor. Burada bizzat kadının hakları sözcüğünün kavramsallaştırılırken bile, biyolojik yapıdan ne kadar çok ayrıştırıldığını, bağımsızlaştırıldı­ğını görürüz.

Anneliğin içinin boşaltılarak “fakirleştirilmesinin” ne­ticesinde, çocuk bakımının kendi başına bir profesyonel­lik alanı ve neticede de bir endüstri haline gelmesi, her şeyden önce çocuğu kamusal alanın, dolayısıyla devletin ve ekonominin bir parçası yapmıştır. Bu Müslümanlar ci­hetinden daha başlangıçtan itibaren, Allah'a karşı sorum­lulukları ve özgürlüklerinin tehdit altına girmesi, mahre­miyetin içerik olarak dönüşmesi ve dolayısıyla yok olması demektir. Müslüman kadının iş hayatına katılması bugün ekonomik olmaktan çok, İslâm dışındaki “ideolojik” etki­lerdendir.

Artık evliliği, çocuk doğurma ve yetiştirmeyi bir profesyonellik olarak gören eğitimli Müslüman ka­dın, “öteki” olarak gördükleriyle bir boy ölçüşme, kapi­talizmin ortak kulvarında yarışa girme arzusunu İslâmî bir form içine yerleştirerek meşrulaştırmakta, bununla birlikte anneliği ve çocuk yetiştirmeyi doğal bir durum olmaktan çıkartarak uzmanların alanına terk etmeyi de­nemektedir; ürkek, sıkılgan ve nasıl bir “suç” işlendiğini bilmekten gelen bir mahcubiyetle. Bugün İslâm adına ya­pılan hak arama mücadelesi kadını kendi biyolojisinden kopartarak bize “ötekiler” tarafından yapılmış bir kadın ve kadın hakları portresi çiziyor. Oysa Müslüman ka­dının yapması gereken, “karargâhını” terk etmemesi ve anneliğin “fakirleşmesine” asla müsaade etmemesiydi. Kirlenen denizlerin bir gün kıyılarımızı terk ettiği gibi, bugün aile de bu nedenle hicret'e hazırlanıyor.

X

Kainatta her şey çiftiyle mevcuttur;biri diğeri olmadan kendini tanımlayamaz.Yaratılış silsilesi göz önüne alın­dığında erkek makrokozmozu temsil ediyorsa, kadın da mikrokozmozu temsil eder. Ancak bunlar bir başları­na kendilerini tanımlama imkânına sahip değildir; ama buna rağmen ikisi de kendini tanımlamak gibi bir ihtiyaç içinde bulunur. Çağdaş bireyci telakkiye ters gelse de bu karşılıklı varoluşsal bağımlılık ilişkisinde kadın erkeğin yarısını temsil eder; kadın olmadan erkek, erkek değildir. Erkek kadınla tanımlanır. Kadınla erkek ya da eril ile dişil arasındaki ilişki dünya ile sema arasındaki ilişkiye benzer. Kozmozda olanları nefiste, nefiste olanları da kozmozta bulmamız bundandır.

İslâm'ın zaman algısı güneş ve ay olmak üzere iki koz­mik varlık üzerine kuruludur: Müslüman zamanı üstün­de yaşadığı dünyanın bunlarla olan ilişkisi bağlamında anlamlandırılır. Gündelik hayat olan "şimdiyi” belirle­yen güneştir: Geçmişi ve geleceği dönemleştiren, yani "ömrü” belirleyen ay'dır. Modern muhayyilenin kadın ta­savvuruna aykırı düşse de kadim kültürler kadının ev, ay ve erkekle dünya dolayımında birbirlerini çağrıştıran bir ilişki içinde bulunduğunu söz konusu etmişlerdir.

Dünya katmanında erkek ve ay müzekkerdir, yani aydınlatıtandırlar: oysa kadın güneş gibi müennestir. Evde kadın hâkimiyet sahibi olarak bu rolüyle bulunur. Bu hakkı ona sağlayan mahremiyetin uzamıdır. Bundan olacak ki, as­lında kadın tesettürle kendini dünyaya kapatmaz, tersi­ne bunu yaparken ayın kendini dünyaya açtığı gibi o da mahrem olana kendini açar.

Kadın ve ay arasındaki ilişki mahiyeti kozmik olan muamma dolu bir ilişkidir. Kadim Grek insanına göre ka­dın tabiata benzer; irfanî geleneğin büyük yorumcularına göre de kadın “müteşabih”tir. Dünyadaki bütün kültür­lerde ayla, fakat bilhassa ayın on dördüyle kadın güzelliği arasında bir ilişki kurulduğunu görürüz. O dünyaya ait zamanın ay olarak dönemselleştirilmesini ilk gözetleyendir. Bu ilişki içinde ayın geçirdiği safhaları aynı zamanda kadının da yaşadığına inanılır. Bunu zaman olarak harici, biyolojik olarak dahili bir tecrübenin uyumu olarak gö­zetler: bedenin yaşadığına bizzat kendisi şahitlik yapar.

Bu kozmik zamanın biyolojik bir varlıkta kendini açığa vurmasıdır. Kadın zamanın bu türünü mahrem mekanda temsil ederek erkeğe duyurur: ay yüzünü dünyaya, kadın da kendini erkeğe kapatır. Nutfenin beşer halini alması kozmik zamanın on kameri ayma denk düşer. Kadim kül­türlerde bu yüzden hamilelik, kameri takvim ve ebe ay- rıştırılmaları mümkün olmayan üçlü bir yapı teşkil eder. Bununla özne ile nesnenin birbirleriyle uyumlu ilişki içinde oldukları bütüncül bir epistemoloji kurulur. İnsa­na dair bilginin aynı zamanda bu kendini üzerinde inşa ettiği temeli teşkil eder. Bir ebenin çocuk doğurtmasın­daki sırrın, doğum yapan anneye gösterdiği kozmik du­yarlılık ile sahibi olduğu beşeri ilmin uyumunda yattığına şahit olunduğunda ancak bu anlaşılabilir.

Doğum ile ölüm arasındaki dünyevi ilişkide bu kadın, modern tıbbın yaptığı gibi doğum sırasında çocukta anneyi birbirlerinden yalıtarak araya kendini ikame etmez. Temsil ettiği epistemolojinin tabii hâsılası olarak, doğu­mu ölüm sebebine dönüştürerek bir tehdit aracı haline getirmediğinden, modern tıbbın yaptığı gibi beden üze­rinde egemenlik kurarak onu mülkiyeti hâline getirmez. Doğumu ölüm gibi tabii bir hâl olarak kendi kozmik “vaktine” iade eder ve anneyle çocuk arasından çekilir. Böylece nutfe için hapishaneden kurtuluşun sevinci olan annenin doğum sancısını ayrıştırılması imkânsız bir bü­tüne dönüştürür. Ay bir kez daha kadına erkeğin öteki olmadığını, kendini her şeyiyle apaçık dünyaya gösterdiği on dördü haliyle hatırlatmada bulunur. Bu müzekkerin ideolojilerden aldığı intikamdır.

Abdurrahman Arslan - Sabra Davet Eden Hakikat,syf:303-307;316-321

(,Eğitim Yazıları, 2007, sayı 11)
Devamını Oku »

Müslüman Kadın Kimliği

Müslüman Kadın Kimliği



İlginç bir dönemde yaşıyoruz... Toplumun belli bir kesimi, en hayati meselelerimizi "birileri” gündeme getirirse fark edi­yor... Neyin konuşulacağını ve konuşulan konuda ne karar verilmesi gerektiğini hep "birileri” söylüyor. Belki “olsun; hiç konuşmamaktansa, meselelerimizi şöyle veya böyle konuş­mak daha iyidir” diye düşünmek için kendimizi zorlamamız mümkün. Ama eğer o “birileri”, toplum olarak herhangi bir yere varmamamızı arzu etmişse, konuştuğumuz mesele ne ka­dar hayatî olursa olsun, sonunda buharlaşıyor, anlamını ve önemini kaybediyor...

Yani problemlerimizi “çözmek” için değil, tabir yerindeyse “eskitmek” için konuşuyoruz.

Toplum olarak üzerinde hayli söz söylediğimiz ve maalesef konuşa konuşa içini boşalttığımız bir konu da Müslüman ka­dının kimliği... İlgi odağı olma özelliğini hâlâ koruyor olsa da, meseleyi temelinden ele alan, beynimize giydirilen şablonlar­dan sıyrılabilmiş yaklaşımlara nadiren rastlandığı için sonucu da hâlâ şablonlar belirliyor.

Belki meseleyi “Müslümanın kimliği” başlığı altında ele al­mak daha uygun olurdu diye düşünenler olabilir. Ancak ba­şından beri yapageldiğimiz şey zaten “Müslüman kimliği”ni or­taya koymak olduğundan, biraz daha özel bir alanı mercek al­tına alalım istedik...

“İslam ve kadın” başlıklı tartışmalar

Hatırlayacaksınız, Amerika Afganistan’a “özgürlük” götür­düğü zaman televizyon ekranlarına ilk yansıyan, “çağdaş gi­yimli” kadın görüntüleri olmuştu. Bu durum bize çok önemli bir şey anlatıyor: Farklı değer yargılarının çatışma alanında kadına simgesel bir rol yüklenmiştir. Bu demektir ki, “çağdaş” (yani Batılı/Batılılaşmış) insan nazarında, kadınların teset­türden “kurtularak” çağdaş bir hayata adapte olduğu bir top­lum ve o toplumun değerleri “iyi”dir; değilse orada problem var demektir!..

“İslam” ve “kadın” kelimeleri yan yana getirildiğinde, her alanda olduğu gibi bu konuda da zihin yormak yerine, slogan­lar ve kalıplaşmış yargılar üzerinden ahkâm kesme bedavacı­lığını tercih edenlerin aklına hemen şu sloganlar üşüşüyor: Erkek egemen toplumlar kadını eve/kafes arkasına hapset­miştir; kadın-erkek eşitliği yok edilmiştir; miras, şahitlik, eği­tim ve sair alanlarda kadının hakkı gasp edilmiştir; kadına sadece çocuk doğurma ve ev işlerini yapma görevi verilmiştir... Bütün bunların yanında bir de kadın, erkeklerin aksine, “ör­tünmek” zorunda bırakılmıştır...

Adı Müslüman olmakla birlikte, kalbini ve zihnini Batı tarzı düşüncelerin emrine vermiş bazı kimseler, yukarıda bir kıs­mını zikrettiğimiz sloganvari iddialar karşısında özür dileyici bir tavırla şöyle derler: Siz bakmayın bazı ayet ve hadislerde kadın-erkek eşitliğini zedeleyen hususlar bulunduğuna... O ayetler günümüz için geçerli olmadığı gibi, konuyla ilgili ha­disler de uydurmadır. Dolayısıyla bu ayet ve hadisler üzerine hüküm bina eden İslam alimlerinin söyledikleri de, geçmişte Müslüman toplumlarda görülen kadın-erkek ayrımcılığı da yanlıştır. İslam kadınla erkeği her alanda tam anlamıyla eşit bir seviyede görmektedir...

Batılı/modern toplumlarda kadın

Kadını evinden kopartarak toplumsal hayata (yani sokağa) taşımak suretiyle aile kurumunu toplumun temel yapıtaşı ol­maktan çıkarmak ve oluşan boşluğu da yuva, kreş, anaokulu... gibi kurumlarla doldurmak Batılı/modern toplumların karak­teristik hayat modelidir. Ancak bu modelin çok da sağlıklı so­nuçlar vermediğini görmek için uzman olmaya gerek yok!

Hiç düşündünüz mü, bu toplumlarda “gençlik” dönemi ni­çin sadece sivilcelerden ibaret olmayan, en hassas ve en prob­lemli/bunalımlı dönemdir?

Ardından gelen “orta yaş" dönemi ondan daha mı farklı? Ruhiyat ile uğraşanların “orta yaş bunalımı” dedikleri arızanın temelinde ne ola ki?

Ya yaşlılık dönemi? Belli bir yaşın üstündeki kişilerin artık hayattan “zoraki” olarak kopartıldığı, gençlere “ayak bağı” ol-maması için genellikle huzur evlerine hapsedildiği bu dönem için neler söylenebilir?

Bütün bunlar kadının aslî/fıtri fonksiyonundan uzaklaştı­rılmasının, yani aile kurumunun işlevsiz hale dönüştürülme­sinin sonucu olarak görülmelidir.

Bu söylediklerimize bir de bu toplumlarda evinden kopar­tılmış kadınların yaşadığı çok yönlü problemleri eklemeliyiz elbette. Merhametten, şefkatten, sevgi ve saygıdan eser taşı­mayan Batılı/ modern hayat tarzının en acımasız yüzüyle tek başına karşılaşmak durumunda bulunan kadın için ayakta kalabilmesinin iki yolu vardır: Ya kısmen erkekleşerek ve ka­dınlık fıtratını büyük ölçüde kaybederek; ya da her türlü istis­mar ve kullanılmayı kabullenerek... Üçüncü şık ise “bunalım”dır!

Meseleye örtünme/açılma bağlamında baktığımızda ise karşımıza çıkan manzara şudur: Batılı/Batılılaşmış kadın, “özgürleşmek” adına üzerindeki örtüleri öyle bir fırlatıp atmış­tır ki, günlük hayatta erkeklerin bile açmadığı (hatta belki “aç­maktan utandığı” yerlerini bile açıkta bırakmıştır. Açılmadaki bu “kararlılığı” sebebiyle, giyindiği zaman bile vücut hatlarını belli edecek elbiseleri tercihte ısrar, Batılı/Batılılaşmış kadı­nın karakteri haline gelmiştir.

İlginçtir ki, sonuçta bu “özgürlük”ün ceremesini en acı bi­çimde çeken de yine kadındır. Bu gerçeği gözler önüne seren iki çarpıcı örnek:

İsveç ve Norveç

İsveç bir refah devleti. Vatandaşlarım koruyan yasaları, kadın haklan konusundaki öncü tavırları ile diğer Avrupa ül­keleri arasında da sivrilen bir ülke. Parlamentosunun ve ba­kanlar kurulunun yarıya yakını kadın. Kadın-erkek eşitliğini gözetmek amacı ile kurulan özel bir daire, görevli bir hakem (ombudsman) bile var.

Ama bu ülkede yine de yeterince korunamayan, ezilen, dö­vülen, öldürülen kadınlar, genç kızlar var. İstatistiklere göre her 10 dakikada bir kadın fiziksel şiddet ile karşı karşıya ka­lıyor ve her yıl 52 kadın fiziksel şiddetin sebep olduğu ağır ya­ralanmalar sonucu hayatını kaybediyor. İsveçli kadınların yüzde 40'ı kadınlara yönelik şiddetin kurbanı. İsveç’in nüfu­sunun yalnızca 8 milyon olduğu göz önüne alınırsa kadınlara yönelik şiddetin İsveç’te de büyük bir sorun olduğunu söyle­mek hiçte zor değil.

İsveç’te cinsel suçlar nedeniyle polise yapılan ihbarlar 2001 yılında 9162'ye ulaştı. Aynı suçtan 1975 yılında 2875 ihbar yapılmıştı.(1)

Norveç de aynı şekilde bir refah ülkesi. Demir madenleri, petrolleri var. Bazı petrol bölgelerini kullanmıyorlar, onları ge­lecek kuşaklara bırakmışlar. Yani kimsenin iş, aş derdi yok. Sağlık sorunu yok. “Eh bu ülkede herkes mutlu ve müreffeh” diyorsunuz ya... Yanıldınız efendim. En çok intiharlar Nor­veç’te. En çok kadınların dövüldüğü ülke Norveç... En çok al­koliğin olduğu ülke de Norveç... Yani varlık içinde yokluk çe­ken Norveç’te cinsel suçlar, tacizler de üst düzeyde...”(2)

İslam ve tesettür

Tesettür meselesini ve kadın-tesettür ilişkisini gerçek du­rumuyla değerlendirebilmek için öncelikle yüce dinimizin “insan”a bakışını ortaya koymak gerekir.

Hemen belirtelim ki, “gizlenmek, saklanmak, korunmak, açıkta ve ortalık yerde bulunmamak” gibi anlamlara gelen te­settür kelimesi, yaygın anlayışın aksine sadece kadına özgü bir durumu anlatıyor değildir. Dinimiz, “haram, mahrem, av­ret” gibi kelimelerle ifade edilen hususlara ayrı bir hassasi­yetle eğilmiş, bu kavramların anlattığı şeylerin uluorta sergi­lenmemesini, hususîliğinin korunmasını ve özenle muhafaza edilmesini istemiştir.

Bu hususları, “haya” kavramıyla irtibatlı olarak ele almak gerekir. Zira yüce dinimiz “haya”nın, insanın fıtri bir özelliği olduğunu temel bir hakikat olarak vurgular.

Batılı/Batılılaşmış insanın, açılmayı örtünmeye ve çıplak­lığı giyinikliğe tercih etmesinin sebebini de bu noktada, yani ondaki “fıtrat arızası”nda aramak gerekir.

Şu halde İslam’ın “fıtrat dini” olduğu gerçeğinden hareketle şunu söylememiz gerekiyor: Müslüman, fıtratını muhafaza et­tiği için hayalıdır ve sahip olduğu bu özellik ona, bazı şeyleri başkalarının gözünden, ıttılaından ve dikkatinden saklamasını gelimi Müslüman için yaşadığı ev, başkalarının ser­bestçe muttali olmaması gereken “mahrem” bir ortamdır. Bu sebeple İslam’da eve “haram” denmiş ve Efendimiz (s.a.v), başkalarının evine (mahremiyet bölgesine) izinsiz girmeyi ve baş­kalarının özel hallerine muttali olmayı yasaklamıştır. Bunu fi­ilen kendi özel hayatında da titizlikle uygulayan Efendimiz (g.a.v), penceresine boydan boya çift kanatlı perde çektirmiş, kapısını da kalınca olarak ahşaptan yaptırmıştı.

Bu sebeple mahremiyete riayet hassasiyetinin, doğal olarak İslam medeniyetinin ev ve şehir mimarisine de yansıdığını gö­rüyoruz. İslâmî mimari, evlerin önünde bulunan ve “hayat” denen bahçeyi, insan boyunu aşan yüksek duvarlarla dışarı­dan ayırmış böylece yabancı bakışların bahçe içindeki günlük hayata sızması engellenmiştir.

Ancak bu, evin içi ile dışarının irtibatının tamamen kop­ması anlamına gelmiyordu. Zira evlerin ikinci katının sokağa bakan cephesinde, içeriyi göstermeyecek şekilde dizayn edil­miş pencerelerin bulunduğu cumbalar evin dışarıyla irtibatım güvenli ve sakıncasız bir şekilde temin ediyordu...

Yüce dinimizin öngördüğü mahremiyet sadece evin içiyle dışı arasında cereyan etmesi gereken bir hassasiyetin ifadesi değildir. Aziz Kitab’ımız, aynı ev içinde yaşayanların bile bir­birlerinin mahremiyetine riayet etmeleri, hizmetçilerin ve ço­cukların, belli vakitlerde ebeveynin odasına girerken izin iste­meleri gerektiğini ifade buyurmuştur.(Nur Sûresi, 58, 59.)

İşte kişinin, ev içi ahvalini yabancı gözlerden saklamak için alması gereken bu gibi tedbirler nasıl birer “tesettür” ise, be­deninin bazı kısımlarını yabancıların görmemesi için örtün­mesi de “tesettür”ün bir parçasıdır.

Müslüman kadın ve tesettür

İslam alimleri, bir Müslümanın, bedeninin nerelerini kim­lere karşı örtülü bulundurması gerektiği konusunu dört baş­lık halinde ele almıştır: Erkeğin erkeğe, erkeğin kadına, kadı­nın kadına ve kadının erkeğe karşı tesettürlü bulundurması gereken uzuvlar.

Tafsilatı ilgili kaynaklarda verilen bu 4 başlık içinden, bu yazının esas konusunu teşkil eden, kadının erkeğe karşı te­settürüdür.

Acaba İslam dini erkekten farklı olarak kadına niçin daha kapsamlı bir tesettür emretmiştir?

Bu sorunun cevabı, “haya” yanında insan fıtratında bulu­nan bir diğer özellikte yatmaktadır: Cinsellik.

Şurası bir gerçektir ki Yüce Rabbimiz erkekle kadını farklı yaratılış özellikleriyle donatmıştır. Fiziksel güç, soğukkanlılık, metanet, itidal... gibi özelliklerde genel olarak erkek kadına karşı ileride iken, zarafet, letafet, duygusallık, nezaket, şefkat, merhamet... gibi özelliklerde de kadın daha üstündür.

Kadının bu özellikleri ön plana çıkarıldığında, daha doğ­rusu “teşhir edildiğinde” yukarıda örneklerini gördüğümüz türden toplumsal problemler sökün etmekte ve bundan da yine en başta kadınlar zarar görmektedir.

Modern hayat tarzım benimseyen toplumlarda cinsel suç­ların, “az gelişmiş” olarak nitelendirilen toplumlara oranla çok daha fazla olması, yukarıdaki tesbiti doğrulayan en canlı şa­hittir. Hatta ülkemizde bile şehirlerle daha küçük yerleşim bi­rimleri arasında ahlak zafiyetleri ve kadınların maruz kaldığı çirkin muameleler bakımından büyük farklılıklar bulunduğu herkesin gözlemlediği bir dummdur.

Bu manzaranın izahını, ahlakın ve haya duygusunun zaafa uğraması yanında, kadınların, kendilerine yönelik art niyetli emelleri tahrik eden davranış ve giyim/kuşamlarında aramak gerektiğini düşünüyoruz.

İslam, insanların sadece dışa yansıyan tavır ve davranışla­rını ıslah etmekle kalmaz, aynı zamanda ve daha öncelikli ola­rak insanın iç dünyasmı, kalbini ve ruhunu kötü düşünceler­den ve kötülüğe kapı açabilecek düşünce ve duygulardan arındırmayı hedefler.

Kadın ve erkeği fıtraten karşı cinse meyilli olarak yaratan Rabbimiz, insan neslinin devamını bu meyle bağlamış ve fakat onun kontrolden çıkmaması için de birtakım “kırmızı-çizgiler” çizmiştir.

Bu kırmızı çizgileri “özgürlüğün kısıtlanması” olarak gören­ler, günümüz Batı toplumlarının geneline hakim olan “kirli hayat”ı (İsveç ve Norveç örneklerini yukarıda zikretmiştik) göz önüne getirmelidir.

Tesettür Müslüman kadın için sadece yabancı bakışlara ve art niyetli yaklaşımlara karşı bir “korunma aracı” değildir. O,kadınla erkek arasında meydana gelmesi her an için mümkün ve muhtemel olan “elektriklenme”yi engellemenin bir aracıdır.

Bu noktada genellikle göz ardı edilen bir noktaya parmak basmak gerekiyor: Sözünü ettiğimiz “elektriklenmedin önüne geçmek sadece kadının görevi ve sorumluluğu değildir. Erkek de bu noktada kadın kadar sorumludur. Nur Sûresi’nin 30. ayetinde erkeklere, 31. ayetinde de kadınlara gözlerini haram­dan sakınmalarının emredilmesi, bu noktada her iki cinsin de aynı derecede hassasiyet göstermesi gerektiğini ortaya koyar. ¡Setli ve temiz bir toplum oluşturmanın biricik yolu budur.

Bir yandan kadınlan alabildiğine “serbest” giyinmeye teşvik ederken diğer yandan erkeklere “kendinize hakim olun” de­mekle ahlâkî yozlaşmanın önüne geçilemeyeceği gibi, erkekleri edep ve ahlak ilkeleri doğrultusunda eğitmeyi ihmal edip sa­dece kadınların örtünmesini istemekle de sağlıklı bir toplum oluşturulamaz...

Şimdi bu noktada durup, bir an için tesettür ayetlerinin indiği ortama, Asr-ı Saadet’e gidelim.

Saadet Asrı’nda durum

Tesettür ayetinin inişinden önceki dönemde kadınlar baş­larının yansını örter, baş örtüsünün uçlarını arkadan bağlar, boyun ve gerdan kısımlarını açıkta bırakırlardı. Aynca ev ve dışarı ortamlarında kadınlarla erkekler karışık bir halde bu­lunurdu.

Tesettürü emreden ayetler(3) ile hem erkekler, hem de ka­dınlar harama bakmaktan sakındınldı, kadınlara mahrem ol­mayan erkeklerin yanında başörtülerini yakalarının üzerine kadar indirerek boyun ve gerdanlarını kapatmaları ve sokağa çıktıklarında dış elbiselerini üzerlerine almaları emir buyu­ruldu.

Yine ilgili ayetlerde kadınların, cinsel cazibelerini dışa vu­racak şekilde yürümemeleri ihtar edilmek suretiyle, tesettürle hedeflenen şeyin, özden yoksun, şeklî bir düzenleme olmadığı ortaya konmuş oluyordu.

Nur Süresinin 31. ayeti inzal buyurulup da Efendin' (s.a.v) tarafından Sahabeye tebliğ edildiğinde erkekler evlerine gelip eşlerine bu ayeti haber verdiler. Sahabe hanımları vakit geçirmeden uygun buldukları peştamal, çarşaf gibi şeyleri ke­narlarından yırtarak başlarını ayette belirtildiği gibi örttüler.

Ertesi gün örtünmüş olarak sabah namazı için mescide gelen kadınlar cemaatinin görüntüsünü Hz. Aişe (r.anha) vali­demiz -muhtemelen siyah örtülere bürünmüş olmaları sebe­biyle- “başlarında sanki kargalar varmış gibi” sözleriyle ifade etmiştir.(4)

O günden sonra tesettür Müslüman kadının kimliğinin ay­rılmaz bir parçası olmuş, onun saygınlığını, iffet ve izzetini temsil etmiştir.

Hicret’in 2. yılında vuku bulan Benû Kaynuka gazvesinin sebebi, bir Müslüman hanımın tesettürü ile alay edilmesidir.

Medine’deki Benû Kaynuka Yahudilerine ait bir çarşıya alışveriş için gitmiş olan Sahabe eşlerinden birisi, dükkânına girdiği Yahudi tarafından aşağılanmış, örtüsü ile alay edilmiş ve çirkin muamelelere maruz kalmıştı. Bunun üzerine feryat edince oradan geçmekte olan bir sahabi hemen olaya müda­hale ederek Yahudiyi öldürmüş, orada bulunan Yahudiler de toplanarak o sahabîyi şehid etmişti.

Durum Rasul-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz’e intikal ettiğinde hemen bir seriyye hazırladı ve Kaynukaoğulları’nın üzerine yürüdü. 15 gün süren bir kuşatmanın ardından Yahudiler sa­vaşı göze alamayıp teslim oldular ve Şam tarafına sürgün edil­meyi kabul ederek canlarını kurtardılar.(5)

Dipnotlar:

1-“Uçan Süpürge? isimli kadın organizasyonunun internet sitesi, 13.11.2003.

2-Sabah Gazetesi, 10.10.2004.

3-Nur Sûresi, 31. ve Ahzab Sûresi 59. Ayetleri.

4-Tefsiru ibn Ebî Hatim, 8/2575.

5-ibn Hişâm, 3/50 vd.

Ebubekir Sifil-Hikemiyat


Devamını Oku »

Tesettürün Hikmeti

Şu halde genel ahvale nazaran haneden dışarı çıkmaya mecbur kalmadıkları için ve hakikaten şehvet sebebi olup erkeklerin nazarlarına hedef oldukları cihetle kadınların tesettür ile memur olmaları da maslahata muvafıktır. Zira şeriatça ve akılca menfur olan haram fiilin sebeplerinden uzak durmak ve fitne kapısını kapatmak, lazım ve mühim hususlardandır.

Bu örtünme keyfiyeti onların en şerefli vasıflarıdır. Hatta bu makbul hasleti ikmal ile aralarında övündüklerine nazaran belki de en yüce mefahirleridir.

Elhasıl tesettür kaidesi onları muhafaza maksadına bina edilmiş isabetli bir emirdir. Nasıl ki nefis şeyler daima ağyarın nazarlarından esirgenir ve örtüler içinde gizlenilir

Yoksa cehalet eseri olarak zannedildiği gibi bu husus kendilerine emniyet edilememesinden ve suizan olunmasından dolayı değildir. Çünkü öyle olsaydı kendilerini göstermemekle değil, bilakis erkekleri görmemekle mükellef kılınırlardı. Yahut, erkeklerin tesettür etmesi iktiza ederdi. Keza İslamın Adetlerine vâkıf olmayanlara! sandıkları gibi bundan dolayı kadınları hapis ile tazyik etmek ve hürriyetlerini mahvedip izale etmek de lazım gelmez.

Çünkü Müslüman kadınları küçük yaşlarından beri tesettür kaidesine alışmış olmalarıyla tesettür onların fıtrî alışkanlıkları ve tabiatlarının aslî bir unsuru oluyor da onu severek âdet ediniyorlar. Ve tesettürü ihmal eden bir kadın görecek olsalar onu ayıplayarak arsızlık ve hayâ zayıflığı isnat ederler, özellikle onlar bu vazifenin ilahi şeriat hükmü olduğunu bilerek kabulüne ve binaenaleyh karşılığında ecir ve sevap husulüne rağbet izhar ederler. Güçlerine gidecek bir şey olmadığı, azıcık bir mülahaza ile teslim olunur. Fakat biraz da insaf lazımdır.

Çünkü insaf etmeyenler hâlâ İslam Şeriatı icabınca kadınların hukuklarından mahrum edilerek hapis olunmakta bulunduklarını ileri sürüyorlar. Biz bu sözün insafa mugayir olarak kasten söylenmekte olduğunu kesin olarak biliriz. Eğer bilmemiş olsaydık ziyadesiyle taaccüp ederdik.
Zira hakikatin bu kadar aşikar olmasıyla beraber şu tesettür maddesini de İslam ın iyi yönleri sırasına geçirmek pek çok dirayete muhtaç değildir.

Asla hiçbir kimseye zulmü reva görmeyen İslam Şeriatında bilumum Müslüman kadınlar hakkında zulüm şaibesi bulunması tasavvur olunabilir mi?

Yanlış yola sapılarak, aynı hikmet olan ve sırf muhafaza amacıyla olduğu bedihi olan şer’ı bir hüküm hâşâ zulüm addediliyor da insaf edilerek denilmiyor ki: “İslam Şeriatı kadınları himayesine alıp onları ağyarın nazarlarından ve facirlerin lisanlarından korunacak ve üzerlerine rüzgarın değmesinden bile kıskançlık izhar olunacak makul bir tarzdan ayırmamaya irşat eylemiştir.”
Şurasının da bedahetle teslim olunması iktiza eder ki: Mutlaka kadınlarda dahi edep ve dindarlık cihetiyle kemale eremeyenler bulunması zaruri bir husustur. Bunlar hakkında ise tesettür kaidesi şüpheyi izale eder. Kocaları zürriyetlerini kendisine ait olması hususunda şüpheden vareste olurlar. Yani çocukların hakikaten kendi evlatları olmasına kalp itminanı hasıl olur.
Aksi halde bu itminan en ziyade iffetli görünen kadınlar hakkında bile hasıl olamayarak bin türlü vesvese kapıları açılır. Bir kadında tesettür bulunmayarak serbestçe gezebilirse ve hanesine gelen erkekler ile ihtilat ve sohbet etmesi caiz görülürse, fesatçıların yoldan çıkartmasına kapılmış olmadığına katiyen hüküm verebilmek nasıl mümkün olur, bilemeyiz!

Buna binaen mukaddes şeriatımız akraba ziyareti, maarif tahsili gibi hakiki bir lüzuma binaen hanelerinden çıktıkları esnada kadınların fasıkların nazarını celp etmeyecek ve asi nefislerin leke sebebi taarruzlarından vareste kalacak meşru tarzla tesettüre tamamen riayet etmelerini şart kılmıştır.

Sözün özü, insanı kibirle direnmeye sevk eden alçak taassuptan hâlî olan aklıselime malik olanlar tereddüde duçar olmayarak hükmederler ki: Kadınların tesettürü kaidesi ilahi şeriatın içerdiği mühim ve güzel hükümlerdendir. Karı kocanın, hatta ümmetin bütün fertlerinin maslahatlarına daha muvafık olan faydalı vesileler kabilindendir. Çünkü bu şer’î kaideye riayet edilen beldelerde kadınları görmekle fasıkların şehvetleri tahrik olmadığı ve binaenaleyh ırz ve namus erbabının hukuklarına tecavüz vuku bulmadığı cihetle siyasetçiler fuhuşhaneler inşasına kendilerinde mecburiyet görmezler.
Ama tesettür kaidesine riayet edilmeyen beldelerde siyasetçiler mecburen fahişeler için hususi mekanlar tahsis ederek efradının çoğalmasına ve fasıkla- rın orada birlikte olmasına müsaade ediyorlar. Halbuki zinanın çokça olmasına binaen o tür beldelerde maazallah gayri meşru evlatların adedi nikahla meydana gelen evlatlara müsavi olmak derecesine varıyor. Bu yüzden hasıl olan kötülüklere ise nihayet bulunamayacağı aşikardır.

Mezkur siyasetçiler bu menfur fiili irtikap etmelerine mazeret sunarken, bunun hür kadınları koruyacağını, yani iffetli kadınlar için muhafaza sebebi olmasını ileri sürüyorlar. Hakikaten böyledir. Eğer onların ve ırz ehli olan ahalinin, türlü ziynetler içinde arzı endam etmekte bulunan kadınları görmekle hayvani şehvetleri tahrik olan fasıkların tasallutundan korkuları olmasa, bin türlü mazarrat tevlit eden bu çirkin işi irtikap etmezlerdi. Fakat ne çare ki bu mazeretleri pek o kadar kabule şayan görülemediğinden tamamen ayıplanmaktan kurtulmuş sayılmazlar. Çünkü kadınların tesettürü kaidesini esas kabul etmiş olsalar, şu menfur işten külliyen kurtulmuş olurlardı.
Demek oluyor ki, kadınlar hakkında tesettür bir yönden zarar olsa bile pek çok yönden menfaatli ve maslahat gereğidir. Dolayısıyla olmasının olmamasına tercih edilmesi, akılca ve nakilce daha muvafık görülecektir. Bilhassa tesettürü âdet ve alışkanlık edinen Müslüman kadınlarına hiçbir cihetle zarar ve eza vereceği de kabul olunmaz.

Hüseyin Cisri, Risale-i Hamidiye
Devamını Oku »