Batı Tefekkürü ve İslam Tasavvufunda "Çifte Kanat" Metaforu

Batı Tefekkürü ve İslam Tasavvufunda "Çifte Kanat" Metaforu [i]

Doç.Dr. Vefa TAŞDELEN [ii]

Öz

Batı Tefekkürü ve İslam. Tasavvufu, Necip Fazıl Kısakürek’in kitaplaştı- rılmış konferans metinlerinden biridir. Kısakürek bu çalışmasında Batı kültürünün temel üreticilerinden biri olan felsefe ile İslam kültürünün temel üreticilerinden biri olan tasavvuf arasında bir karşılaştırma yapar. Doğulu ve Batılı zihin biçimleri üzerine bir çözümleme denemesi olarak da görülebilecek olan bu eser, kültür tarihinde önemli bir sorun oluşturmuş olan akıl ve vahiy, din ve felsefe ilişkilerine de değinir; bu çerçevede Batı ve İslam kültürlerindeki temel kriz noktalarına işaret eder ve çözüm yolları önerir. "Çifte kanat" metaforu, Doğu ve Batı kültürlerinde yaşanan uygarlık krizi karşısında bir çözüm önerisi olarak da ortaya çıkar.
Devamını Oku »

Ali Ulvi Kurucu'dan İbretlik Bir Hatıra

Ali Ulvi Kurucu'dan İbretlik Bir Hatıra

1976 yılında hacca gittim. Ali Ulvi Bey'i ziyaret etmek için Avukat Bekir Berk ile Medine'ye gittik. Kendisi şöhretli bir edip ve şairdi. Üstadın tarihçe-i hayatının önsüzünü o yazmış, Üstad'ın şahsiyetini çok güzel yorumlamıştı. Orada bulunduğumuz sürece hemen hemen her gün beraberdik. Kendisiyle uzun ve faydalı sohbetlerimiz oldu. Bize ibret dolu birçok hatırasını anlattı. En çok dikkatimizi çeken ve bizi tesir altında bırakan şu hatırasıydı;

1970 yıllarında Endonezya'nın eski başbakanlarından Muhammed Nasır, Medine-i Münevvere'ye geldi. Kendisini daha önceden tanıdığım için ziyaretine gittim.

Halimi hatırımı sorduktan sonra ilk sorusu şu olmuştu:

"Bu sene de Türkiye'den hacı var mı?"

"Var Elhamdülillah" dedim. Tekrar sordu:

"Kaç kişiler?"

"Yüz elli bin" dedim.

"Yüz elli bin mi?" diye ağlamaya başladı ve secdeye kapandı. Hayretler içinde kaldım, büyük bir devlet adamı secdede ağlıyordu. Secdeden kalkınca oturdu. Kendisine:

"Verdiğim bu haber zat-ı âlinizi çok duygulandırdı, hislendirdi. Acaba hikmeti ne olabilir?" diye sordum. Şu cevabı verdi:

Aziz dostum, ben Lozan Muahedesini çok iyi bilen bir diplomatım. O muahedenin hedefi, aslında Müslüman Türkiye'nin başını yemekti. İngiliz heyetinin baş murahhası olan Lord Gurzon'un teklifi Türkiye'nin bir Hıristiyan devleti olmasıydı. Türk heyetini bu ağır teklifi kabule zorluyorlardı. Eğer Türk milleti Hıristiyan olma fikrine şiddetle karşı çıksa -ki çıkacaktır- o zaman hiç olmazsa Türkiye'de Avrupa kültürünün tam hâkim olmasını ve sefahate azamî hürriyet tanınmasını sağlayacaklardı. Laiklik, batı dünyasında olduğu gibi din ve vicdan hürriyeti manasına değil, din aleyhtarlığı şeklinde uygulanacaktı. Gelecek nesilleri bu manevi güçten, faziletten, mahrum etmekle menhus gayelerine kavuşacaklardı." dedi.

O sırada Bekir Bey dayanamayarak, "Haçlı seferleriyle yapamadıklarını bu muahede ile yaptılar." dedi.

Ali Ulvi Bey, Muhammed Nasır'ın ağzından anlatmaya devam etti: "...Fakat Allah'a hesapsız şükürler olsun ki, düşmanların bu plânları akim kaldı, muvaffak olamadılar. Çünkü sizin kahraman ecdadınız İslâmiyet uğrunda büyük bir ihlâs ve samimiyetle kan dökmüş, milyonlarca şehitler vermişler. Şehit olurken de şu samimi ifadeler ile niyaz etmişler: "Allah'ım gelecek neslimizin imanı sana emanettir. Onların maddî-manevî varlıklarını senin Hafız ismine havale ediyoruz. Zira bütün ruhumuzla inanıyoruz ki, senin hıfzına ve emanına teslim edilen bir emanet asla zayi olmaz."

Şimdi yüz elli bin (150.000) hacının Türkiye'den geldiğini duyunca sevinç gözyaşlarını dökmekten kendimi alamadım:

"Ya Rabbi! Bu ne azametli bir tecelli sahnesidir. Cenab-ı Hakkın bu lütuf ve kereminin karşısında nasıl secdeye kapanmayayım? Ya Rabbi! Sen her şeye kadirsin. Cemalin güzel olduğu gibi, Celalin de güzeldir. Celalin olmasaydı, Cemalini nasıl müşahede ederdik. Zalimlerin bu ceberutları bu Türk vatandaşlarına hiç nefes aldırır mıydı?"

Mehmed Kırkıncı-Hayatım Hatıralarım-Zafer Yayınları-İst.2007
Devamını Oku »

İlk İnsan Topraktan mı Yaratılmış, Maymundan mı Gelmiştir?

İlk insan topraktan mı yaratılmış, maymundan mı gelmiştir?

İlk insan topraktan mı yaratılmış, maymundan mı gelmiştir?

İnsanın kendi geçmişi ile ilgilenmesi, şüphesiz aklın gereğidir. Dünyaya nereden ve nasıl geldiğini bulmaya çalışması gayet tabiidir. Ancak, bu tip soruları nasıl çözecek, konu ile ilgili dokümanları neyle tartıp değerlendirecektir? Sadece mücerret akıl bu soruları cevaplandırmaya kafi midir?

Bu konunun açıklığa kavuşması için önce aklın çalışma prensibinin bilinmesi gerekir; Akıl, hadiseleri değerlendirme ve yorumlamada, duyu organlarıyla alınan bilgileri mantık süzgecinden geçirir. Duygu organlarının görevi farklı olduğu gibi, tesir sahaları da sınırlıdır. Kulağımızla bütün sesleri işitebiliyor muyuz? Hayır! Sadece titreşimleri 20 ile 20.000 arasındaki sesleri alabiliyoruz. Nitekim göz de ancak belli dalga boyundaki ışıkları seçebiliyor. Yedi renkli bir daireyi hızla döndürünce beyaz görürüz. Beyaz ışık da renk tayflarına ayrılınca yedi renk olarak karşımıza çıkar. Demek ki, göz aldanabiliyor. Bir başka misal; sıcak sudan çıkan elimizi ılık suya batırınca, bu suyun soğuk olduğuna hükmederiz. Ama hakikatte su ılıktır.

Aslında burada aldanan ne gözdür, ne de el. Beyin, bu duyu organlarından gelen bilgilere dayanarak hükümler çıkarmıştır. Yani, her iki halde de yanılmış olan beyindir.

Herhangi bir konu hakkında akıl; “tüme varım” ve “tümden gelim” metotlarıyla değerlendirme yapar ve bir hükme varır. Bu hüküm gerçek bir hüküm olmayabilir de. Zira, daha sonra duyu organlarının akla vereceği malzemenin değişmesiyle aklın ortaya koyacağı kıymet hükümleri de değişebilecektir. Çünkü, tesir sahaları sınırlı olan duyu organlarından elde edilmiş bilgilerin de eksik olacağı tabiidir. Yetersiz bilgi ile aklın yeterli hüküm çıkarması beklenebilir mi? Bundan dolayı bir çokları tarafından bilim; "Her an yanlışlığı ispatlanabilen değer hükümleri" olarak tarif edilir.

150 yıl önce ses ve şekillerin nakliyle ilgili bilgiler şimdikinden çok eksikti. Bu bilgilerle o zaman, görüntülerin nakledilemeyeceği hükmü çıkarılmıştı. Demek ki çevreden elde edilen bilgilerin değişmesine paralel olarak, aklın ortaya koyduğu değer hükümleri de değişiyor.

O halde, ilk insanın yaratılışı hakkında öyle bir hüküm ortaya koymalıyız ki, zaman ve zemine bağlı olarak değişmesin. Yani, gerçek bir hüküm olsun.

Akıl yaratılışı tek başına ne dereceye kadar kavrayabilir? Bu sorunun isabetli cevaplandırılması, mes'elenin çözümünü yarı yarıya kolaylaştıracaktır.

Aklın nüfuz edebildiği saha belirli ve sınırlıdır. Bu alan dışında kalan ve aklın tek başına çözemediği problemler, metafiziğin konusunu teşkil ederler.

İşte aklın nüfuz sahası dışında olan metafizik konularından birisi de "yaradılış”tır. Konu, ilk insanın yaratılışı olunca, iş daha da zorlaşır. Aklın burada tek başına varacağı sonuçta hata payı büyük olacaktır. Akıl bu vadide yalnız gidemez. Giderse hatalı sonuçlara varması kaçınılmaz olur. Çünkü, bir anlama aleti olan aklın idrak sahası sınırlıdır, dardır. Onun için aklın burada ilahi beyan ve hükümlere, yani külli bir akla ihtiyacı vardır. O da Kur'an-ı Kerim'dir.

Yaratılışı sadece akla güvenerek çözmek isteyenler de çıktı. Hem de büyük bir gürültü ile. Ama sonuç ne oldu? Sonunda "Çıkmaz yol"a girdiler. İnsanın, bir takım hayvanların evrimiyle ve tesadüfen ortaya çıktığını iddia eder oldular ve bu düşünce günümüzde bir doktrin, bir felsefe şeklini aldı. "Evrim felsefesi" olarak kendisine bir hayli taraftar da buldu. Bu felsefenin bazı ateşli taraftarları, işi daha da ileri götürdüler. Öyle ki, evrim bunların elinde bir inanç sistemi haline geldi. Evrime inanmayan aydınlar, bu ilim çevrelerince aforoz edildiler. Orta çağda mı? Hayır! Yirminci yüzyılda.
Şunu hemen ifade edelim ki, evrimciler yaratılışı değil, evrimi kabul ederler. Onlara göre; tek hücre zamanla değişikliğe uğrayarak günümüzdeki milyonlarca çeşit canlı hasıl oldu. Tabii insan da bunlar arasındaydı ve bu değişiklikten o da nasibini aldı.

Bu değişiklikler nasıl oldu? Bunu kim yaptı? Evrimcilere göre bu soruların cevabı gayet basittir. Bu farklılaşma onlara göre; tesadüfen olmuştur. Bu durumun ise çok uzun zamanda cereyan ettiğini söylerler. Mesela; ne kadar zamanda? Bu zaman öyle bir süredir ki, tetkiki mümkün değildir. Faraza, iddia ettikleri değişikliğin, ileri sürdükleri zamanda cereyan etmediğini ortaya koysanız, evrimci sizi başka geçmişlere havale eder.

Evrimciler, bırakın yeni canlıların ortaya çıkışını, insan türünün ırklarını bile açıklayamıyorlar. Meşhur evrimci T. Dobzhansky, bununla ilgili olarak şöyle diyor:
"Darwin'den bu yana bir asır geçtiği halde, insan türündeki farklı ırkların orijinine ait problemi çözemedik. Mesele hala bir asır önceki kadar karışık." (*)

Bir kimse, ırkların orijinini dahi izah edemeyen bir teoriyle, bütün canlıların yaratılışı ve geçirdiği değişiklikler gibi derin meseleleri nasıl açıklayacaktır? Anlaşılan odur ki, evrim teorisine ilmi delillerle yaklaştıkça, bu teorinin müdafaası imkansız hale gelecektir.

Meşhur bir evrimci olan Simpson, insanın yaratılışıyla ilgili olarak şöyle der:
"İnsan, kainatta anlama kapasitesine ve potansiyeline sahip tek varlıktır. Şuursuz ve akılsız maddelerin bir ürünüdür. Dünyaya gelişini kendisi başarmış olan insan, sadece kendisine karşı sorumludur. İnsan, kainatta yaratıcı, kontrol ve tayin edici bir güce sahip değildir. Fakat, kendisinin ustası ve amiridir. Bu bakımdan insan, kendi kaderini kendisi tayin ve idare etmelidir."

Simpson, evrim felsefesini açıklarken akıl ve mantık sınırını zorlamakta, bir cümlede söylediğini diğerinde yalanlamaktadır. İnsan, hem "...Kainatta anlama kapasitesine ve potansiyeline sahip tek varlık" olarak kabul ediliyor, hem de "şuursuz ve akılsız maddelerin ürünüdür" deniyor. Şuursuz ve akılsız bu maddeler, şuurlu insanı nasıl meydana getirecek?

Maddelerin kendilerinde "anlama ve şuur" yok ki, insana verebilsin.

Paragrafın devamında "dünyaya gelişini kendisi başarmış bir insan" deniyor. Bir yaşında ancak ayağa kalkabilen ve 5-6 yaşında çevresini tanımaya başlayan insanın, kendisini yokluktan meydana getirmesine imkan var mı? Başlangıçta yok olan insan nasıl kendisini meydana getirecek?

Simpson yazısına şöyle devam ediyor: "insan kainatta yaratıcı, kontrol ve tayin edici bir güce sahip değildir. Fakat kendisinin ustası ve amiridir." Hem insanın kainatta bir güce sahip olmadığı, hem de kendisinin ustası olduğu iddia ediliyor. Kainata sözü geçmeyen insan, nasıl kendisinin ustası olacak? Zira, insanın var olabilmesi için yer küreye, güneşe, aya, havaya, kısacası bütün bir kainata gerek vardır.

Meseleleri doğru değerlendiremeyeceği düşüncesi ile 18 yaşına kadar kendisine kanuni ehliyet tanınmayan insana Simpson, anne karnında ve hatta önceki safhalarda kendi kendini idare ettiriyor.

En basit bir hücre içinde bile, yüzlerce olay bir anda cereyan ediyor. Milyonlarca hücreden meydana gelen ve hücreleri devamlı değişip tazelenen insanın, kendisini idaresi elbette düşünülemez. Kalbin çalışması, sinir sisteminin işlemesi, kanın temizlenmesi ve besinlerin sindirim için hazırlanıp taşınması gibi yüzlerce olayın cereyanı insanın isteğine mi bağlı? Hayır. İnsanın hiç müdahalesi olmadan bu hadiseler devam ediyor. Simpson'un kendisi de bu kanunun dışında değil.

Atom ve moleküllerden varlıkların teşkili ve kainatta cereyan eden bütün hadiselerin idaresi; ancak, sonsuz ilim ve kudret sahibi bir yaratıcının, kainatta her an tasarrufta bulunmasıyla mümkündür.

Meşhur evrimcilerden L. Zuckerman da çalışma prensiplerini şöyle dile getirir: "Saf ilmi düşünceyle, fizik ve kimya kanunları ışığında işe başlıyoruz. Fakat, hemen objektif hakikatlerden uzaklaşarak kıyas ve tahmine dayanan sahaya kayıyoruz. Hissi bir sezişle veya izah tarzıyla insanın fosil tarihiyle ilgili hükmü veriyoruz."

Yine evrimcilerden Gould, çaresizliğini şu soru ile dile getiriyor: "Cedlerle nesiller arasında geçiş gösteren hangi deliller var?" O'nun bu sorusuna evrimci anatomi profesörü Kitts şöyle cevap veriyor: "Paleontolojinin (Fosil bilgisi), evrimle ilgili delilleri sağladığına dair parlak sözlerine rağmen, evrimcilerin problemleri çözülememiştir. Bunların en önemlisi, fosiller arasındaki boşluklardır. Evrim için türler arasında geçiş formu gereklidir. Halbuki paleontoloji bunu temin edememiştir."

İnsanın sorası geliyor. Madem evrim için geçiş formu gereklidir. Bu geçiş formları da bulunamamıştır. O halde niçin evrimi müdafaa ediyorsunuz?

Evrimcilerin bu şekildeki itirafları daha da çoğaltılabilir. Ama dikkat edilirse görülecektir ki, iddia ettikleri evrim fikrini destekleyen hiç bir delil yoktur. O halde niçin bu görüşlerinde ısrarlıdırlar? Tek cümle ile; bir Yaratıcıyı kabul etmemek için.
Evrimcilerin temel felsefesini şöyle özetlemek mümkündür: Sanat var, fakat sanatkar yok. Eser var, usta yok. Kitap var, fakat bunu yazan yoktur.

Evrimcilerin görüş ve düşüncelerinin nereye dayandığını Gish, şu ifadelerle en iyi şekilde dile getiriyor: "Evrim felsefesi, evrimcilerin kendi dünya görüşleri içerisinde yer alan bir inanç sistemidir, bir dindir."

Aslında evrim felsefesi materyalizmle iç içedir. Gish bu konuya şu sözlerle dikkat çekmektedir: "Bir çok ilim adamının evrimi kabul etmesinin sebebi, bu teorinin, bütün canlıların yaratılışını materyalist ve tabiatçı bir düşünce ile izah etmesindedir. Çünkü bunlar, materyalizme ve tabiata inanırlar." Nitekim bununla ilgili olarak meşhur evrimci Dobzshansky de şöyle der: "Bugün materyalist felsefe, mevcut biyoloji ilimlerinden çoğunun temelini teşkil eder."

Evrim teorisinin bütün ilim adamları tarafından kabul edildiği sık sık tekrarlanır. Aslında, bu, münakaşayı kazanmak için uydurulmuş ve alışkanlık haline getirilmiş bir yoldur.

İnsanın atası olarak ileri sürülen fosiller arasında beş tanesi çok fazla tartışma konusu yapılmaktadır. Üzerinde en çok tartışma yapılan bu fosillere kısaca temas edeceğiz.

1— Java Adamı

Java adamı olarak ileri sürülen varlık, şu parçalardan meydana gelmiştir: Yarım kafatası, uyluk kemiği, iki büyük ve bir küçük azı dişi.

Bu parçalar bir yerde ve aynı anda mı bulunmuştur? Hayır. Birbirinden uzak mesafelerde ve 1891-1898 yılları arasında toplanmıştır. Yani, sekiz yıl arayla...

Java adamı resimleri tamamen uydurmadır.

Son yapılan araştırmalarda bu kafatasının şempanzeye, büyük iki azı dişinin orangutana, küçük azı dişi ile uyluk kemiğinin de insana ait olduğu anlaşılmıştır.
Nitekim fosilleri bulan Dubois de, hayatının sonuna doğru gerçeği itiraf etmiş ve Java adamı olarak ileriye sürdüğü yaratığın gibbon maymunu olduğunu açıklamıştır. Ama artık ok yaydan çıkmış, Java adamı evrimciler katında müstesna yerini almıştır.

Orta öğretim ve hatta yüksek öğretim kitaplarında hemen hepimizin zaman zaman şahit olduğu; yüzü kıllı, alnı çekik, burnu ve çenesi ileriye doğru çıkmış Java adamının gerçekle ilgisi yoktur. O halde bu resim ve şekiller nedir? Bunlar tamamen hayal mahsulü olarak çizilmiş veya elle yapılmış modellerdir.

2— Pekin Adamı

Bu yaratığın; üç azı dişi, kafatası parçası ve iki alt çeneden meydana geldiği iddia edilir. "İddia edilir" diyoruz. Çünkü, adı geçen bu fosillerden iki diş hariç, diğerleri mevcut değildir. Şu anda sadece bu iki dişle evrimci Weidenreich tarafından yapılmış modeller bulunmaktadır.

Pekin adamına ait fosillerin kaybolduğu ileri sürülür. Bunların kayboluş hikayesi ise anlatana göre değişmekte, gerçek durumu hiç kimse bilmemektedir. Bazı evrimciler, 1921-1928 yılları arasında Dr. Black tarafından bulunan bu fosillerin, İkinci Dünya Harbi esnasında Japonlar'ın Pekin'i istilası sırasında kaybolduğunu iddia ederler. O sıra Pekin'de görevli bulunan O'Connel ise, Japonlar'ın buraya gelmediğini, bu fosilleri evrimcilerin kendilerinin imha ettiğini belirtir. Ona göre, eldeki materyaller iddia edildiği gibi maymunla insan arasında geçişi gösteren bir varlığın fosilleri değildir. Kafatası, o devirde avcıların avladıkları orangutan maymununa aittir. Bu hakikati gizlemek için evrimciler, eldeki fosilleri kendileri imha etmişlerdir.

Yapılan araştırmalar da Pekin adamının, insanın evrime uğramış bir atası değil, orangutan benzeri bir maymun olduğunu ortaya çıkarmıştır.

Şimdi bir biyoloji kitabına baksanız, Pekin adamına ait düzgün bir baş modeli veya kafatası iskeleti ile çene kemiği ve dişlerin resmini görürsünüz. Bunlar gerçeği değil, evrimci Weidenreich'in hayalindeki varlığı yansıtırlar. Çünkü, hakikatte ne böyle bir varlık yaşamış ve ne de fosili bulunmuştur.

3— Piltdown Adamı

İngiltere'de bulunduğu 1912 yılından 1960'lı yıllara kadar hakkında ciltlerle kitap yazılmış bir varlık da Piltdown adamıdır. Bu kitaplarda insanın maymundan nasıl evrimleştiği, adı geçen fosil delil gösterilerek enine boyuna anlatılır. Bu izahlar zaman zaman inandırıcı da olmaktadır. Zira, mevcut fosiller içinde en idealidir. Bütün kafatası ve çene kemikleri ile dişler tamdır. Bu fosil, bir müze müdürü olan Woodward ile tıp doktoru Dawson tarafından bulunmuş ve takriben 500 bin yıl önce yaşamış olduğu bildirilmiştir.

1955 yılından sonra fluor testine tabi tutulan bu fosilin öyle iddia edildiği gibi eski değil, çok yeni olduğu ortaya çıktı. Daha sonra üzerinde yapılan detaylı araştırma ile eldeki materyalin sahtekarlık belgesi olduğu görüldü. Hem öyle bir sahtekarlık belgesi ki, kafatası ve dişler insana, çene ise 10 yaşındaki bir orangutan maymununa ait. Bu insan dişleri, maymunun çene kemiğine uydurmak için eğelenmiş. Bununla da kalınmamış. Kafatası ve çene kemiklerine, eskiye ait olduğu görüntüsünü vermek için potasyum dikromat ile lekelendirilip Piltdown semti yakınında bir çukura gizlice gömülmüş. Tabii bir müddet sonra da buradan merasimle çıkarmak için.

Bu sahtekarlığın ortaya çıkmasıyla ne değişti? Hemen hemen hiçbir şey. Sahtekarlığı yapanlar ölmüştü. Mes'uliyeti kimse üzerine almadı. Bu fosilleri ilim alemine takdim edenler ise, Afrika ve Avustralya'da yeniden arzularına uygun fosil aramaya başladılar. Bunlar zaman zaman insanın atasına ait olan fosiller bulduklarını iddia ediyorlar. Bu fosillerin insanın atası ile bir ilgisinin olmadığını anlamak için tekrar 40-50 yıl beklemeye bilmem gerek var mı?

4— Nebraska Adamı

Evrimciler tarafından insanın atası olarak ileri sürülen fosillerden birisi de Nebraska adamıdır. Tennessee'de H.F. Osborn tarafından 1922 yılında ortaya atılmıştır. Bu varlığa ait delil nedir? Sadece bir azı dişi. Bu dişin takriben bir milyon yıl önce yaşadığı farz edilen Prehistorik (Tarih öncesi) insana ait olduğu iddia ediliyordu. William Bryan, tek azı dişi ile insanın atası hakkında hüküm vermede acele edilmemesi gerektiğini bildirince bütün şimşekleri üzerine çekti. Evrimciler kendisini, geri kafalı olmakla itham ettiler. Fakat yıllar sonra yapılan detaylı araştırmalarla bu dişin bir domuza ait olduğu ispatlandı.

5— Hong Kong Adamı

Bu adamın da tuhaf antropolojik bir hikayesi vardır. Von Koenigswald, bir Çin dükkanından bir miktar fosil diş satın alır. Bunlardan üç dişi ayırır, bir kenara koyar. Bu hususta kendisine Weidenreich de yardımcıdır. Neticede bu üç dişe dayanarak bir fosil adam tayinine karar verirler. Buna bir de isim gereklidir. O da bulunur, "Hong-Kong Adamı." (*)

Sonuç olarak denilebilir ki, canlıların silsile halinde birbirinden hasıl olduğu görüşü tutarsız, tamamen sathi ve subjektiftir. İnsanın geçmişi ile ilgili iddialar da bu paraleldedir. Hiç bir ilmi delili ve tutarlılığı yoktur. Üstelik bugün evrimcilerin bazı sahtekarlıklarının ortaya çıkmış olması, kendilerine güveni iyice sarsmıştır.

Anlaşıldığı kadarıyla, bütün canlılar ve hususan insan, doğrudan mükemmel şekliyle yaratılmıştır.

Evrimcilerin yanıldığı noktalardan birisi de, bütün hayvan ve insanları; göz, kulak, burun vb. gibi organlardan ibaret olarak değerlendirmeleridir. Bir türden bir başkasının teşekkül ettiği iddia edilirken, bunların his ve duygu dünyasını da gözden uzak tutmamak gerekir.

Ceset veya vücut, canlıların elbisesi gibidir. Her canlının cesedi de ruhuna, hissiyatına uygundur. Koyunun bedenine münasip ruhu ve aslanın da yine ruhuna uygun bir bedeni vardır.

Koyunun ruhu ottan hoşlanır. Ona aslanın pençesini takmakla duygularını değiştirebilir miyiz? Bütün vücut üyelerini değiştirsek bile, ruhunu değiştiremediğimiz sürece, o yine ot peşinde koşan munis bir koyun olarak kalacaktır.

İnsan da böyledir. Onun da cesedi, ruhunun elbisesidir. Bedeniyle ruh duyguları arasında tam bir uygunluk vardır. İnsanda yazma hissi mevcuttur. Elleri de buna uygun olup kalemi tutacak şekildedir.

Görüldüğü gibi, maddeten ve manen mükemmel insan bedeninin; "Bir takım hayvani bedenlerin evrimiyle meydana geldiği"ni ileri sürmek, bu noktadan da tutarsızdır.

Batı'da evrim teorisinin lehinde büyük bir kampanya yürütülmektedir. Bu kampanyanın hangi ölçülerde sürdürüldüğü, aşağıdaki bir kaç misalle bir nebze anlaşılacaktır, sanırım.

Önde gelen biyoloğlardan A. N. Field, 1971 yılında yayınladığı "The Evolution Hoax Exposed" isimli eserinde şu görüşlere yer verir:

"...Evrimin ispat edilmiş bir vakıa olduğu, halkın boğazına takılırcasına her fırsatta tekrar edilmektedir... Evrim teorisinin, ilim kisvesi altında bir şebeke tarafından yürütüldüğü bilinmektedir."

Meşhur bir anatomi profesörü olan Thomas Dwight'ın ifadeleri de oldukça dikkat çekici. Bakın ne diyor:

"Evrim konusunda kurulmuş olan diktatörlük, meselenin dışında olanların tahmin edemeyeceği kadar despot hale gelmiştir. Sadece düşünce sistemimizi etkilemekle kalmıyor, aynı zamanda terör çağlarını aratan bir baskıyı da sürdürüyor. Acaba bilim dünyası liderlerinden kaç tanesi bu konudaki düşüncelerini aynen açıklayabilir?"

İngiltere Kraliyet Derneği üyesi Paleontolog Merson Davis, 1926 yılında Victoria Enstitüsü yayınlarından birinde şunları yazmaktadır:

"Bugünlerde evrime karşı çıkmak, başkalarının da söylediği gibi para kazandırmıyor... Acaba kaç kişi Avrupa çapında meşhur zoolog Fleischmann'ın, evrimin ilmi olarak kabullenemeyeceğini ifade eden sözlerinden haberdardır? Fleischmann'a hiç kimse doğrudan doğruya karşı çıkmamıştır. Fakat üstü kapalı bir şekilde kınanmış ve kısa zamanda unutturulmuştur. İlim adamları, bu ve buna benzer hadiselerle karşılaştıkça bu konudaki fikirlerini beyan etmeyip kendilerini saklamaktadırlar."

1928 yılında Paul Shorey, Amerika'da yayınlanan Atlantic Montly dergisinde aşağıdaki görüşlere yer verir:

"Sadece gazete idarehanelerinde değil, Kuzey Amerika'daki bütün üniversitelerde hiç bir şey 'EVRİM' kadar kutsal olamaz. Bunun tenkidi mümkün değildir. Bir profesör, Hıristiyanlığa, ABD anayasasına, George Washington'a, kadın haklarına, evliliğe veya özel mülkiyete serbestçe dil uzatabilir. Fakat evrime asla... Bu, müsamahasızlık ve geri kafalılık olur."

Sir Ambrose Fleming'i sanırım tanımayan yok gibidir. Bu zat, radyo yayınlarını sağlayan termo iyonik radyo lambasını keşfetmiştir. 1934 yılında İngiltere'de teşekkül eden evrimi protesto hareketinde Fleming de vardır ve evrimi çürütecek bir metni radyoda okumak için BBC (İngiliz radyo ve televizyon kurumu) idaresinden müsaade ister. Fakat BBC müdürü C. A. Siepmann bu teklifi reddeder. Gerekçesi de şudur:

"Memlekette önde gelen bilginlerin çoğunluğunun desteğini sağlayabilmemiz için bu tip yayın yapılmaması, BBC'nin umumi politikasıdır."

Evrim lehindeki bu baskı, meşhur biyolog Prof. Sir William Batenson'u ise hayata küstürmüştür. Batenson, Amerikan ilmi İlerleme Birliği'nin Toronto'da yapılan kongresinde evrimi destekleyen delilin bulunmadığını dile getirmiştir. Lakin, tarafsız bir şekilde ortaya koyduğu bu düşüncesinden dolayı meslektaşlarının üzücü ve devamlı protestosuyla karşılaşması, O'nu büyük bir ümitsizliğe itmiş ve sonunda mesleğini terk etmiştir.

Dünya çapında meşhur evrimcilerden Douglas Dewar 1912 yılında "Türlerin Teşekkülü" adlı evrimi destekleyen bir kitap yazar. Bu kitabı, devrin başkanı Roosevelt tarafından da tavsiye görür. Dewar bu yayınından sonra araştırmasını daha da genişletir ve Hindistan kuşlarını detaylı şekilde inceler. Neticede, ani mutasyonlarla (değişme) türlerin değişmediği kanaatine varır ve evrim teorisini reddeder. Daha sonra "İnsan Özel Yaratık" adlı kitabını neşreder. Bu kitabının bir yerinde şöyle der:

"Evrimcilerin basını ele geçirmelerinin önemini pek az insan idrak etmiştir. Bu gün pek az dergide evrim teorisini reddeden makale çıkar. Hatta dini dergilerin bile bir çokları insanın hayvan soyundan geldiğini kabul eden modernistlerin elindedir... Genellikle bütün gazetelerin yazı işleri müdürleri evrimi, ispat edilmiş bir vakıa olarak bilmekte ve bu teoriye karşı herkesi cehalet, ya da delilikle suçlamaktadırlar... Hemen hepsi, evrimciler tarafından çıkarılan ilmi mecmualar ise, evrim mefhumuna ufak bir gölge düşürecek yazıyı bile yayınlamak istememektedirler... Kitap neşredenler ise, yürürlükte olan böyle bir teoriye karşı çıkıp da üzerine hücumlar toplayacak veya rağbet görmeyecek bir kitabı basmazlar. Hatta basım masrafları yazara ait olsa bile... Bununla yayınevinin itibar kaybedeceğini düşünürler. Böylece halk, meseleyi tek yönlü olarak bilmektedir. Halktan birisi, evrimi, yer çekimi kanunu gibi ispat edilmiş bir gerçek olarak bilir."

Batıdaki bu taassubun uzun sürmemesini dileriz.

Evrim teorisini müdafaa edenlerin büyük bir kısmının esas maksadı, insanın maymundan geldiği safsatasını zihinlerde yerleştirmektir. Bunu doğrudan söyleyemedikleri için, ilim kisvesi altında evrim teorisini ileri sürüp, bunu ispata çalışırlar.

Akla şöyle bir soru gelebilir: Niçin ısrarla insanın maymundan geldiği iddia ediliyor? Bu sorunun bir kaç cevabı olabilir.

Birinci ve en önemlisi; inançları sarsarak, materyalist felsefeyi ve inançsızlığı bütün dünyaya yaymaktır. Gerek Kur'an-ı Kerim'de ve gerekse İncil ve Tevrat gibi diğer semavi kitaplarda; insanın ilk atasının Hz. Adem olduğu bildirilir. Onun da topraktan yaratıldığı beyan edilir. Dolayısıyla dini inancı sarsmanın yollarından birisi, bu semavi hükme ters düşen felsefeyi ileri sürmektir.

Evrim nedir? İleri sürdüğü deliller nelerdir? Teori nedir? Bu teorinin leh ve aleyhindeki düşünceler nelerdir? Bütün bu soruların cevabını anlama ve araştırma safhasında olmayan gençlerin zihinleri, biyolojiden tarihe varıncaya kadar bütün derslerde evrim felsefesinin bombardımanı altındadır.

Evrim felsefesinin özellikle insanın geçmişi ile alakalı görüşü, ilim kisvesiyle bir kanun gibi devamlı telkin edilir. Ayrıca, evrim anlatıldıktan sonra, din ve ilmin çatıştığı tekerlemesinin de hemen ilave edildiğini unutmamak icap eder. Belki de bu genç, din ile ilmin değil, gerçekte evrim felsefesinin ortaya koymaya çalıştığı hayal mahsulü ile dinin çatıştığını, hayatı boyunca öğrenme imkanı bulamayacaktır.

Bazılarının evrimi savunmasının diğer bir sebebi de mesuliyetten kaçma hissidir. Çünkü, yaratılışı kabul, bir Yaratıcının varlığını gerektirir. Yaratıcıyı kabul edince ardından O'nun emir ve yasaklarına riayet gelecektir. Bu sorumluluktan kaçmanın tek yolu, yaratılışı tesadüf ve sebeplere havale etmektir.

(*) Daha fazla bilgi için: Fosiller ve Evrim, Tercüme; Â. Tatlı, Cihan Yayınları, 1984.
(**) Daha fazla bilgi için: Şişli, N. ve ark. Genel Biyoloji, MEB Yayınları, 1979, Ankara.

Adem Tatlı (Prof.Dr.)
Devamını Oku »

Kudüs Nasıl Kurtulur?

Kudüs Nasıl Kurtulur?

Kural 1

Bir mücadele, hasım güçlü olduğu için değil, sen zayıf olduğun için kaybedilir. Güçlü bir devlet, güçlü bir millet, güçlü bir birey olmak zorundasın.

Kural 2

Güçlü olmak için;

Devlet aklını

Sivil toplum enerjisini

Bireyler iman gücünü kullanır.

Bunları birbirine karıştırma.

Hepsi bir araya gelir birlik olur, dirlik olur, güçlü olunur.

Kural 3

Kudüs Fatihi Selahaddin Eyyubi’nin sözünü aklından çıkarma:

“Dostlarıyla uğraşanlar, düşmanlarını yenemez.”

Dostlarınla, yol arkadaşlarınla, Müslüman kardeşinle uğraşma, gıybet yapma, onları dışlama, zayıf düşürme.

Safları bozma, adam eksiltme, yapanlara izin verme.

Tek hedefin, tek hasmın Kudüs’ü işgal edenler, onları destekleyenlerdir. Buna odaklan, enerjini buraya harca.

Kural 4

Dünyada herkese örnek insan ol. Peygamberimiz gibi, önce ‘emin’ ol, sonra Müslüman. Dürüst ol, adil ol, çalışkan ol, merhametli ol. Kudüs’ü ancak her şeyi ile topluma örnek olan insanlar yönetebilir. O insanın nasıl olacağını tüm dünyaya göster.

Kural 5

Kudüs’ü sadece duygularını, inancını kullanarak kurtaramazsın. Aklını kullan, bilimi kullan, bilgiyi kullan, teknolojiyi kullan, iletişimi kullan, diplomasiyi kullan.

Üniversitelerde, araştırma merkezleri kur, bağımsız enstitüler kur, bilgi üret, veri üret, bunları dünyaya yay.

Kural 6

Kudüs sadece Müslümanların değil, insanlığın ortak sorunudur. Hristiyanları, Siyonist olmayan Yahudileri yanına çek, ortak platformlar kur, sorunu uluslararası zemine taşı. Osmanlı’nın üç din için kurduğu mükemmel sistemi iyi öğren, bugüne uyarla, bir barış projesi olarak insanlığın hizmetine sun.

Kural 7

Sesini duyurmak için sadece slogan atma. Dünyada etkili iletişim araçlarına sahip ol. Uluslararası etkiye sahip televizyonlar, gazeteler, ajanslar, sosyal medya markaları oluştur. Haklı davanı dünyaya duyur.

Kural 8

Kudüs sadece dini bir mekan değil, insanlığın ortak kültür hazinesidir ayrıca. Tarihi eserleri, yapıları, kültür mirasını iyi öğren, bunların İsrail tarafından nasıl tahrip edildiğini gör, bunu dünyaya anlat. BM’yi, UNESCO’yu harekete geçir.

Kural 9

İslam ülkelerinin yöneticilerini birleşmeye, ortak tavır almaya, birlik olmaya zorla. İktidarlara bunun için baskı yap.

İktidarlar birleşmiyorsa, Müslüman milletleri birleştirmenin yollarını ara. Tüm İslam ülkelerinin halklarını harekete geçirecek sivil toplum örgütleri kur, organizasyonlar düzenle, kampanyalar yap.

Kural 10

Bütün gücünle mücadele et, ancak şiddete meyletme, hukuku çiğneme. Bil ki şiddet seni marjinalleştirir, düşmanını meşrulaştırır.

Son kural

Çok çalış, çok çalış, çok çalış. Dünyayı kıskandıracak kadar işinin ehli ol. Sonra da Allah’a tevekkül et. Ondan daha iyi bir yardımcı bulamazsın.

Kemal Öztürk/Yenişafak

08.12.2017
Devamını Oku »

Nefret

Nefret adaletsizliği tetikler, adaletsizlik de şiddeti.

Nefret sözcüğü ağzınızdan çıktığında, düşma­nı ortadan kaldırılası bir varlık ola­rak tanımlamış olursunuz. Bugün Türkiye'de aklı başında gibi görünen pek çok insan, demok­ratik bir ülkede nefret suçu’ sayılabilecek söylemlerde bulu­nuyor, nefret konuşmasını çoğaltıyor. Sokaktaki vatandaşın ‘karadonlu/kıllı’ veya ‘göbeğini kaşıyan adam’ olarak aşağı­landığı, hikâyesinin ve dolayısıyla yapağı seçimin önemsizleştirildiği ayrımcı yaklaşımlar, gazete köşelerinden üzerimi­ze püskürtülüyor. Bu söylem, toplumun Batılı tüketim ve yaşama biçimini içselleştirmek yoluyla üstünleştiğini düşü­nen kimi kesimlerinde hemen mâkes buluyor ve kente son­radan gelen, düşük gelir seviyesinden insanların veya kimi- leyin cami cemaatinin bir öfke nesnesine dönüştürülmesi­ne yol açıyor.

Örnek mi istiyorsunuz?


İstanbul’un Bağdat Caddesi’nde yürümekte olan ba­şörtülü, varlıklı ve eğitimli bir kadın ensesine aniden inen şaplakla irkildi. Ne olduğunu anlamaya çalışırken, az önce kendisine kötü kötü bakan altmış yaşlarında modern bir Cumhuriyet kadını’nın koşarak uzaklaştığını fark etti. Ca­nının acısına mı yansındı, yoksa hemcinsinden gördüğü şiddete mi?

Buna benzer sayısız örnek verebilirim. Bunlar benim nef­ret mağdurlarından birebir dinlediğim öyküler. Bu olayda dikkat çeken şey şu: Öfke duyulan nesnenin (başı örtülü ka­dın) özgüveninin (Şuna bakın, caddede nasıl da rahat yürü­yor ! Burası bizim bölgemiz, sen burada ne arıyorsun?), aşı­rı derecede kutuplaşmış politik zeminde muhatabında ya­rattığı tehdit algısı. Benim topraklarımda kendine bu kadar güvenerek yürüyebiliyorsan, buralar artık benim toprağım değil demektir. Aman Allah’ım! O zaman ben topraksız ve kimliksiz mi kalacağım?

Bu tehdit algısı içimdeki küçük diktatörü açığa çıkarı­yor. Bana benzemeyenin beni yok edebileceğini düşündü­ğüm anda, onun ensesine bir şaplak indirmek meşrulaşıyor.

Tehdit algısını besleyen ana damarlardan biri de, ‘nefret konuşmaları.’ Toplum önünde serdedilen ve daha güçsüz ol­duğu düşünülen grupları hedefleyen bu konuşmalar, hedef­lediği grup veya kişiyi aşağılayarak onun kişiliğini rencide ediyor. Hedefteki kişi, böylece kendisini daha değersiz, ruh­sal açıdan daha sıkıntılı ve özgürlüğü kısıtlanmış birisi ola­rak hissediyor, öte yanda, hayatını ancak otoritenin diline bitiştirerek var olabilen bir kesimin, muhayyel düşmana şid­det göstermesini kolaylaştırıyor.

‘Düşman üretme ideolojisi/ Türkiye’de başımıza ne ço­raplar örmüş birlikte izliyoruz. Nefreti bir politik aygıt ola­rak kullanmak suretiyle, sözüm ona doğru amaçlar uğruna karanlık eylem ve cinayetlerini meşrulaştırmaya çalışanlar, bugün bir bir yargı önüne çıkarılıyor. Sağa sola parmakla­rını çevirerek bulanık suda hain avlayanların, bu ülkeye ve millete ne denli derin bir ihanet içinde oldukları gün yüzü­ne çıkıyor.

Nefret eden, tedaviye muhtaçtır. Nefretin sahibi, kendi içindeki kötülükle yüzleşmekle iyileşebilir ancak. Kem âlet (nefret) ile kemâlât olmaz.

Kaynak:

Kemal Sayar - Herşeyin Bir Anlamı Var

Devamını Oku »

Varlık Tasavvuru



Varlığın maddeye, maddenin parçacıklara, parçacıkların enerjiye, enerjinin -mahiyetini bilemediğimiz- titreşimlere in­dirgenmesi, fiziki gerçekliği anlamamıza yarayacak bir yöntem olmaktan çok, giderek tabiat âlemi üzerinde hakimiyet kurmamı­zı sağlayan bir araç haline gelmektedir. Nitekim Descartes'tan bu yana bilim dünyasına hakim olan Kartezyen indirgemecilik, var­lıkları daha “kullanışlı” ve “araçsal” hale getirmek için en asgari unsurlarına indirgemekte ve bu hususi tahlil unsurunu varlığın kendisi gibi takdim etmektedir. Oysa senteze ulaştırmayan hiçbir analiz kendi başına eşyanın hakikati hakkında bize doğru ve tu­tarlı bilgi veremez. Analiz için parçalarına ayrılan, kesilip biçilen bir nesnenin (yahut konunun, tarihin, insanın...) yine aslına irca edilerek bir bütün haline ele alınması gerekir.

Dahası, nasıl insan varlık evreninde bir “yalnız ada” değilse, canlı ve cansız varlıklar da diğer varlıklardan bağımsız ve kopuk değildir. Klasik düşüncenin derinlemesine ortaya koyduğu “iliş­kiler metafiziği”, bütün varlıkların kendi mertebelerinde birbirleriyle irtibat halinde olduğunu göstermektedir. Bu ontolojik irti­batların oluşturduğu “varlık dairesi”, bir tarafta farklı varlık mer­tebelerine işaret ederken, öbür tarafta bunlar arasındaki ilişkinin                       asli bir unsur olduğunu teyit eder. Bu ilişkileri anlamadan varlık dairesinin mensupları hakkında sağlıklı bir bilgiye sahip olmak mümkün değildir. Eşyanın hakikati, sahip olduğu fizik özellikle­rinin yanı sıra bu ontolojik ilişkilerde ve işlevlerde ortaya çıkar.

Dolayısıyla varlığı tek tek tezahürlerine indirgemek mümkün ol­madığı gibi, varlıklar arasındaki ilişkileri zihinsel ve gerçek dışı kategoriler olarak yok saymak da mümkün değildir. Bu manada “dünya", yerkürenin fiziki yapısından çok, varlıkların birbirleriyle irtibat halinde bir bütünlük arz ettiği yerdir.

Farabî ve îbn Sina’dan Gazzâlî ve Molla Sadra’ya uzanan klasik İslam düşünce geleneğinde varlık (vücûd), varolan şeyle­rin {mevcûdât) toplamından daha fazla bir şeydir. Her mevcûd, vücûd un bir cüzü, tezahürü, sınırlanmış ve ortaya çıkmış halidir.

Vücûd ile mevcut arasındaki ontolojik bağımlılık ilişkisi, aynı za­manda sebep-sonuç ilişkisine benzer bir hiyerarşiyi ihtiva eder.

Vücûd, bütün varlıkların ontolojik kaynağı ve temelidir Tek varlıkları anlamak için, bir bütün olarak vücûd’un temel hakikatini kavramak gerekir. Bu yüzden varlık araştırmasında -doğru kullanılması şartıyla- tümdengelim yöntemi de tümevarım yöntemi de kullanılabilir. Yani Ibn Sina’nın yaptığı gibi tek tek örneklerinden bağımsız olarak varlık kavramının kendisiyle başlayıp; çokluk âlemine de gidebiliriz; tersi bir yöntemle tek tek varlıkları incelemek suretiyle varlıklara anlam ve bütünlük veren vücût kavramına da ulaşabiliriz. Fakat hangi yöntemi benimsersek be­nimseyelim, vücûd’un hakikati, onun tezahürlerinden ve tekil yansımalarından daha fazla bir şeydir.

Bu aynı zamanda şu manaya gelir: Vücûd, tezahürleri tarafın, dan bütünüyle ihata edilemez ve tüketilemez. Yaradılış âlemini oluşturan varlıklar, vücûd’un mutlak ve kuşatıcı hakikatinin an­cak bir kısmını izhar edebilir. Nasıl güneşin ışığı ve ısısı, dünya­ya yansıyan kısmından daha fazlayla, vücûd’un külli hakikati de münferit tezahürlerinden daha fazla bir şeydir. Bu yüzden var­lığın anlamını onun tekil yansımalarına indirgemek, ontolojik manada bir kategori hatası yapmak demektir ki bu hata modern ontolojinin temel yanılsamalarından biridir. Modern varlık ta­savvuru bu indirgemeci bakış açısını benimsediğinden, tabiat bilimlerinin varlığı maddeye, maddeyi fiziğe, fiziği de kimyasal etkileşimlere indirgemesi kaçınılmaz hale gelir.

Bugün kuantum fiziği, rölativite teorisi ve Big Bang kozmolo­jisi alanlarında yapılan araştırmalar, fizik âlemin tek bir unsura indirgenemeyeceği sonucunu ortaya koymaktadır. Dahası, 19. ve 20. yüzyılın parçalı ve uzmanlaşmaya dayalı bilim anlayışı yerine disiplinlerarası bakış açısı yeniden güç kazanmaktadır. Bu çabanın bizi bütüncül ve kuşatıcı bir evren anlayışına ulaş­tırıp ulaştırmayacağını söylemek için henüz erken. Fakat Molla Sadra’nın “varlık dairesi” tasviri, parçası olduğumuz yaradılış âleminin entegral ve bütüncül mahiyeti hakkında önemli ipuç­ları sunmaktadır:

‘’En yüksek mertebesinden en düşüğüne, en düşük mertebe­sinden en yükseğine varlığın bütün [unsurları] tek bir irtibat ile birbirine bağlıdır. Onun bazı parçaları diğerine bu tek irti­bat sayesinde bağlıdır. Harici çeşitliliğine rağmen her şey birlik içerisindedir. Onların birliği, nihai sınırlan ve satıhları birbirine bağlı nesnelerin ittisali gibi değildir. Aslında âlemin tamamı, yaşayan tek bir canlı, tek bir nefs gibidir. Akıl ve nefs gibi kuv­vetleri (melekeleri), tek bir nefsin kuvvetleri gibidir...

Şunu bil ki,her tabii cismin bir maddesi bir de sureti vardır. Bu maddenin de bir başka maddesi vardır ve bu (dizi), saf kuvve (potansiyalite olan) maddeye kadar devam eder. Bu maddede hiçbir fiiliyet yoktur. Aynı şekilde her suretin bir sureti vardır ve bu, saf fiiliyet olan forma kadar devam eder. Bu suret ise saf fiiliyettir, kemâldir ve her tür noksandan münezzehtir.

İnsan, tabiat âleminin kendisiyle mühürlendiği son varlıktır. Yüksek ve alçak [bütün] âlemin hakikatleri insanda birleşmiş­tir. Ve âlemin hakikatine, Hakk’ın ve O'nun İsim ve Sıfatlarının hakikatini ekleyen ve böylece tabiat âlemindeki küçük hilafe­tinden sonra büyük âlemde büyük hilafeti gerçekleşen varlık da işte bu insandır.’’

Sadra’nın burada çok özet bir şekilde tasvir ettiği “büyük varlık dairesi”, bütün hakikatlerin kaynağı olan İlahı Varlık’tan madde ve surete, oradan tabiat âlemine ve nihayet yaradılış âleminin “mührü" olan insana uzanır ve böylece farklı varlık mertebeleri arasında kuşatıcı ve dinamik bir ilişki kurar. Nitekim vücûd keli­mesinin etimolojisi, vücûdun statik değil dinamik ve çok-boyutlu bir mahiyete sahip olduğunu göstermektedir. “Ve-ce-de ve ev- ce-de” köklerinden gelen vücûd, “bulmak” ve “bulunmak” mana­sına gelir. Bu manasıyla vücûd, yani var olmak, idrak etmek ile doğrudan irtibatlıdır zira “bulmak” aramayı, “aramak” ise idraki gerektirir. Her şeyi kuşatan varlığın, İslam düşüncesinde “hak” olarak tasvsif edilmesi de ontolojik ve epistemolojik boyutların tek bir çatı altında toplanmasına imkan sağlamaktadır. Vücûd, hem varlıkların ontolojik kaynağı hem de onların hakikatinin ve manasının kökenidir. Vücûd açısından bakıldığında varlığın ‘ha­kikati’ {truth) ile ‘gerçekliği' (reality.) aynı şeydir.

Bu yüzden haki­kat ile gerçekliği, varlık ile bilgiyi, var olmakla idraki, olgu ile değe­ri birbirinden ayırmak mümkün değildir. Bu bağlamda Davud el- Kayseri Descartes’in tersine, insanın düşündüğü için var olduğu­nu değil var olduğu için düşünebildiğini söyler. Var-olmak düşünceyi önceler ve her tür idrak faaliyetinin zeminin oluşturur. Aynı zamanda şu demektir: Varlıklar önce var olur, ondan sonra birtakım sıfatlar kazanırlar. Bu yüzden eşyanın hakikati ve gerçek liği, bilen-düşünen özneden bağımsızdır ve sabittir. Kendisi d varlığın bir parçası olan insanın, varlık âlemi üzerinde ontoloji tahakküm ve epitemolojik tekel kurması mümkün değildir.

Bu varlık tasavvuru Mezopotamya’dan Endülüs'e, Anado­lu’dan Horasan’a, Hindistan’dan Akdeniz kıyılarına kadar İslam medeniyetinin bütün büyük duraklarında farklı bir zaman, me­kan ve tabiat anlayışının hayata geçirilmesine imkan sağlamıştır. Varlıkları Yaratıcı’nın bir “emaneti” olarak gören, kuşların dilini konuşan, yaratılmış her varlığın kendi zatında bir hakikati ve an­lamı olduğunu bilen, adaleti sübjektif ve izafi değil, ontolojik ve evrensel bir ilke olarak kabul eden, insan ile tabiatı düşman değil kardeş ilan eden bir medeniyet tasavvuru, bu varlık anlayışının neticesinde vücut bulmuş ve insanlığın hakikat, anlam ve özgür­lük arayışına rehberlik etmiştir.

Varlığa ilişkin indirgemeci ve tek boyutlu bakış açısının ar­kasında, Kartezyen rasyonalizmle başlayan ve 18. yüzyıldan bu yana çeşidi evrelerden geçen modem akıl ve rasyonalite kavramı yatmaktadır. Akıl, anlam ve özgürleşme arasında kurulan çarpık ilişki, bireyin akli melekelerine dayalı subjektivist ve son tahlil­de anti-realist bir varlık tasavvurunu yegane varlık görüşü olarak vaz etmiştir. Bilen özne dışındaki varlıkların zati bir anlamının olmadığını, anlam kategorisinin insan zihninin eşyaya giydirdiği bir gömlek olduğunu söyleyen rasyonalist-empirist bilgi gelene­ği, böylece eşyanın hakikatini insan zihninin kurgularına ve inşa süreçlerine indirgemiştir. Bu yüzden modern hakikat teorilerinin tamamı son tahlilde anti-realisttir; zira bilen öznenin ontolojik bağımsızlığını temellendirebilmek için hakikatin objektif ger­çekliğini reddetmek ve bunun yerine öznel içkinciliği savunmak zorundadır.

Modern hakikat tasavvuru, felsefî ve kozmolojik manada kavramdan nesneye, nitelikten niceliğe, hakikatten gö­rünüşe geçişten sonra mümkün olmuştur. Bu süreçte kavramsal gerçekliğin yerini nominalizm almış ve böylece kavramlar, insan zihninin ürettiği soyutlamalara indirgenmiştir. Nitelik (keyfiyet) yerini niceliğe (kemmiyete) bırakmış ve giderek sübjektif ve ger­çek dışı bir nitelik kazanmıştır. Son olarak çokkatmanlı hakikat mefhumu, sadece fizik araçlarla ihata edilebildiğine inandığımız görüngülere indirgenmiştir.

Katolik Kilisesi'nin ve kurumsal dinin teolojik öğretilerine ve siyasi otoritesine karşı başkaldıran aydınlanma düşünürleri, Av­rupa aklını özgürleştirmek için yeni bir varlık, akıl ve birey tanımı yapmak zorundaydılar. Bu yüzden “özgürleştirme” (emarıcipati- on) kaygısı, bütün aydınlanma düşüncesinin temel saiklerinden biri olmuştur. Nitekim Kant 1784 yılında yayımladığı “Aydınlan­ma Nedir?” adlı ünlü risalesinde aydınlanmayı, “insanın kendi kendini mahkum ettiği vesayetten kurtulması” olarak tanımlar: “Vesayet, insanın bir başkasının yönlendirmesi olmadan kendi idrakini kullanmaktan aciz olmasıdır.” Kant’a göre tarihin gör­düğü en büyük baskı ve zulümler bu acziyetten kaynaklanmıştır. Bu yüzden aydınlanmanın sloganı “Sapere aude”dir; yani “Kendi aklım kullanacak cesareti göster!”

İbrahim Kalın-Akıl ve Erdem
Devamını Oku »

Fatih’in, gemileri niçin karadan yürüttüğünü bilmiyoruz, iyi mi?



Öncelikle şu: Fatih'in torunları olduğumuzu söylüyoruz övüne övüne ama Fatih'in, gemileri niçin karadan yürüttüğünü bilmiyoruz bile!

İkincisi: Fatih, “Ortaçağ karanlığına son verdi; Rönesans'ı başlattı; çağ kapattı, çağ açtı” aşağılık kompleksinden bir türlü kurtulamıyoruz!

FATİH'İN DERDİ, ORTAÇAĞ, RÖNESANS FİLAN DEĞİLDİ; HAKİKAT'Tİ!

Unutmayalım: Konuşlandığınız yer, konuşmanızın içeriğini belirler; dil'ini, yer'ini ve yön'ünü tayin eder.

İstanbul'un fethi, bizim tarihimizin en önemli, İslâm tarihinin bir kaç önemli hâdisesinden biridir. Ama Fatih'in torunları olmakla övünen bizler, İstanbul'un fethini bile hâlâ Avrupa tarihi üzerinden anlamaya ve anlatmaya kalkışacak kadar aşağılık kompleksi yaşıyoruz!

Fatih'in Ortaçağ diye, Rönesans diye bir derdi yoktu. Fatih de, bütün Müslümanlar da Avrupa'ya acınası, hakikatten uzak, hakikatle buluşturulması gereken zavallılar olarak bakıyordu!
Fatih'in derdi, rüyası, Konstantınıyye'yi fethederek, Peygamber Efendimiz'in (sav) müjdesine mazhar olmak ve İslâm medeniyetinin 13. yüzyıldan itibaren Moğol ve Haçlı saldırılarıyla birlikte yaşadığı, İslâm dünyasını perişan eden birinci büyük medeniyet buhranına nihâî olarak son vermek, Roma'yı da fethederek hakikat medeniyetini ulaşılamayacak en ücra noktalara ulaştırmaktı.

İstanbul'un fethiyle birlikte, birinci medeniyet buhranı aşıldı; Osmanlı, üç kıtada hakikat'in bayrağını dalgalandıracak bir güce ulaştı; dünyaya farklı dinlerin, kültürlerin, medeniyetlerin barış içinde, Batılılar gibi köklerini kazımadan, herkese hayat hakkı tanıyarak yaşanabileceğini gösteren, tarihte ilk defa küre ölçeğinde hem Darü's-Selam (Barış Yurdu) hem de Dârü'l-İnsan (İnsanlık Yurdu) inşa eden ilk küresel medeniyet tecrübesinin temellerini attı.

Ve Gazâlî'nin akîde, fikir ve siyaset'te yapıtaşlarını döşediği Ehl-i Sünnet Omurga'yı muhkemleştirdi; böylelikle İslâm dünyasını ilk defa küre ölçeğinde birleştirdi ve sonraki zamanlarda da İslâm birliğinin hangi temeller üzerinden kurulabileceğini ve korunabileceğini gösterdi.

GEÇMİŞ'LERİNİ BİLMEYENLER, GELECEĞE YÜRÜYEMEZLER

Görüldüğü gibi, bizim tarih bilincimiz delik deşik edildi. O yüzden İstanbul'un niçin fethedildiğini de, Fatih'in gemileri neden karadan yürüttüğünü de bilemiyoruz, ne yazık ki!

Tarih bilincini yitiren bir toplum, özellikle de toplumun önünü açması beklenen sözümona “aydınlar”, zihnî felçleşme ve körleşme yaşar. Sadece tarihe değil bugüne de, geleceğe de şaşı bakar; önünü de arkasını da, bugününü de yarınını da, ülkenin önündeki engelleri de imkânları da göremez. Ve geleceğe aslâ emin adımlarla yürüyemez.

O yüzden fetih'le işgal'i karıştırır. Metamorfoz yemiş, pergelini şaşırmıştır çünkü.

Soru şu tam bu noktada: Bir ülkenin 'aydın'ları, fetih'le işgal'i niçin birbirine karıştırır ve aradaki ontolojik farkı niçin göremez ki?
Celladına âşık, dolayısıyla sömürge kafalı oldukları, bu topluma her zaman Batılı, dolayısıyla yabancı gözlüklerle ve şaşı baktıkları, o yüzden de zihinleri işgal edildiği ve körleştiği için, elbette ki!
İlke şu burada: Tarih, geçmiş'le ilgilidir ama gelecek'le ilgilenir. Geçmişlerini bilmeyenler, geleceğe yürüyemezler.

ŞEYHÜLİSLÂM, SİVİLLERİN VURULMASINA İZİN VERMEDİ, FATİH'E, “BAŞKA BİR YOL BUL!” DEDİ!

Tarihimizin kilit hâdişlerinden birinin nasıl gerçekleştiğini bilmeden yaşıyoruz! Onun için de yaşamıyoruz aslında, yaşadığımızı sanıyoruz! Esen rüzgârlara göre oraya buraya savrulup duruyoruz yalnızca! Ürpertici gerçekten!

Bu yazıda, Fatih'in gemileri niçin karadan yürüttüğünü açıklayacağım ve şok olacaksınız!

Bugüne kadar bilinemeyen bu tarihî gerçeği öğrenince, nasıl bir medeniyetin çocukları olduğumuzu farkedecek ve dünyaya bambaşka bir gözle bakacaksınız:
İstanbul'un fethi, surlar dövülürse, gerçekleşebilecekti. Ama önemli bir sorun, hayatî bir engel vardı: Surlarda yoğun bir sivil nüfus yaşıyordu.

Şeyhülislam, fetvayı vermedi Sultan Mehmed'e: “Bu surları dövemezsin! Masum sivilleri öldüremezsin! Başta bir yol bul!” dedi. Fatih, gemileri, karadan yürütme fikrini işte bundan sonra geliştirdi.

Osmanlı bu, işte!

İSTANBUL FETHEDİLMESEYDİ, İSLÂM TARİHTEN “ÇEKİLEBİLİRDİ”!

O yüzden Osmanlı, anlaşılamamış ve aşılamamıştır; anlaşılamadığı için de aşılamadığı da anlaşılamamıştır.
Yazının başında da dikkat çektiğim gibi, İstanbul'un fethi bizim için hayat-memat meselesiydi. İslâm medeniyetinin 13. ve 14. yüzyıllarda yaşadığı birinci büyük medeniyet krizi, nihâî olarak İstanbul'un fethiyle aşılabilmişti.
Eğer İstanbul, fethedilememiş olsaydı, İslâm “tarihten çekilebilirdi”.

GELECEĞİNE SAHİP ÇIK ÖYLEYSE!

Böylesine ölüm-kalım meselesinin sözkonusu olduğu kritik bir zaman diliminde bile, Osmanlı, masumları aslâ vurmama konusunda insanın tüylerini diken diken eden muazzam bir insanlık, merhamet ve adalet dersi vermişti bütün Haçlılara ve Avrupalılara.

Batılılarla aramızdaki fark burada gizli işte! Uygarlık'la medeniyet arasındaki fark da!

Uygarlık şiddet ve işgale, acımasızlık ve köleleştirmeye; medeniyet ise hikmet ve fethe, merhamet ve adalete dayanır.
O yüzden, büyük tarihçilerin -örneğin Toynbee'nin- de altını çizerek vurguladıkları, benim de zihninize kazımaya çalıştığım gibi, “Osmanlı, insanlığın geleceğidir”.

O yüzden, “geleceğine” iyi sahip çık öyleyse, diyorum.

Yusuf Kaplan
Devamını Oku »

İnsan: Hükümdar, Yırtıcı Hayvan,Hınzır





Bilin ki,“Birinci Bölüm”de anlattığım üç nefis için en iyi örnek şudur! Değişik üç canlı bir yerde toplanmış»bunlardan biri hükümdar, biri yırtıcı hayvan, diğeri de do­muzdur. Bunların hangisi gücüyle ötekileri yenerse, onun sözü geçer. Bu örneği göz önüne alan kimse bilmelidir ki; nefis bir cevherdir, cisim değildir. Onda cismin güçleri ve arazları yoktur. Nitekim bu kitabın baş tarafında bunları açıkladık, öyleyse, nefsin birleşmesi ve kaynaşması, cisim­lerin birbiriyle olan birleşme ve kaynaşmasından ayrıdır.

Bu üç nefis birleşince tek ve aynı şey olur. Bununla birlikte onlar farklılıklarını korur ve güçler de biri diğe­rinden bağımsız olarak, sanki biri diğeriyle birleşmemiş- çesine faaliyete geçer. Yine kendi başına varlığını sürdüre­mez ve ayrı bir gücü yokmuş gibi tamamıyla iç içe girmez ve yüzeyleri birbirine iyice temas etmez. Aksine, kimi du­rumlarda tek ve aynı şey, kimi durumlarda da güçlerden birinin heyecanlı ve sakin olmasına göre değişik şeyler olurlar.

Bu yüzdendir ki bazılarına göre nefis tektir ve onun birçok güçleri vardır. Bazılarına göre de o, öz bakımından tek, araz ve konu bakımından çoktur. Bu husus üzerinde durmak kitabımızın amacını aşar ve ilerde yeri gelince bu konuda bilgi verilecektir. Şimdilik bu görüşleri benimse­menizde bir sakınca yoktur. Bu nefislerin kimisi yaratılış­tan üstün ve iyi eğitilmiştir, kimisi de yaratılıştan bayağı ve eğitilmemiş olup, eğitimi kabul etme kabiliyeti yoktur. Kimisi de eğitilmemiştir; fakat eğitilebilir ve iyi eğitilmiş olan birine boyun eğer.

Yaratılıştan eğitilmiş üstün nefis, düşünen nefistir. Eğitilmemiş ve eğitilmeyi kabul etmeyen nefis de, hayvani nefistir. Eğitilmemiş olan ve eğitilmeyi kabul eden ve ona boyun eğen nefis ise, kızgın nefistir. Eğitimi kabul etme­yen hayvanı nefsi ıslah etmemiz için Yüce Tanrı özellikle bize bu kızgın nefsi vermiştir. Eskiler bu üç nefis konusun­da insanı güçlü bir hayvana binip av için köpek veya parsı yedeğinde götüren kimseye benzetirler. Bunlar arasında hayvanı ve köpeği eğiten ve onlara yön veren insandır. Hayvan ve köpek yolda giderken, avlanırken veya herhangi bir şey yaparken insana uyarlar. Bu üçü arasında rahat bir yaşayış ve âhenkli bir durum bulunduğunda şüphe yoktur. Çünkü insanın arzuları rahatça yerine getirildiğinden, atı­nı istediği gibi ve istediği yere kadar koşturur; köpeğini de aynı şekilde salıverir. Kendisi inip dinlendiği zaman onla­rı da dinlendirir ve onlara yiyecek ve içecek vermesi bakı­mından üzerine düşeni yapar. Düşmanlarına karşı koru­ma gibi, onların öteki ihtiyaçlarını sağlar. Burada hayvani nefis üstün gelirse, üçünün de durumu kötüleşir ve insan diğer ikisine oranla zayıf kalır; at binicisine itaat etmez ve ona galebe çalar. Hayvan uzakta bir ot görünce, ona doğru fena şekilde koşar, yoldan çıkar; vadiler, uçurumlar, diken ve ağaçlarla karşılaşır, onlara dalar, kendisi de binicisi de bu durumda türlü felâket ve sıkıntılara uğramış olur.

Aynı şekilde köpek de sahibine boyun eğmez, uzakta bir av görünce veya bir şeyi av sanınca, ona doğru koşarsa, biniciyi de atını da çeker ve hepsi birlikte kat kat kötülük ve zarara uğrar.

Eskilerin verdikleri bu örnek, nefislerin durumunu ve Yüce Allahın insana lütfettiği ve ona yerleştirdiği, onun hizmetine sunduğu, insanın diğer iki gücün emrine uya­rak ve yönetimi ihmal ederek Yüce Yaratanına isyan ile kaybettiği nimeti göstermektedir. Oysa diğer iki güç,insana boyun eğmeli ve onun emirlerini yerine getirmelidir.

Dolayısıyla Yüce Allahın yönetimini ihmal eden, onun verdiği nimeti yitiren ve kendisindeki bu güçleri başıboş bırakan insandan, durumu daha kötü olan kimse var mı­dır ? Bu durumda yönetici yönetilen olmakta, hükümdar köle olmakta, kendisi de boyun eğdiği güçlerle birlikte tehlikelere uğramakta ve yok olmaktadır. Şeytan ve ib­lislere uyarak halk içerisinde böylece rezil olmaktan Ulu Tanrıya sığınınız. Burada, sadece bu güçlere ve onun du­rumlarına işaret etmiş olduk. Allah’tan bizi korumasını ve bu nefisleri olgunlaştırmamız için yardım etmesini dile­riz. Böylece iyi işlerimizin amacı olan, bizi büyük kurtulu­şa ve sonsuz nimetlere ulaştıran Allah’ın itaatinde olalım.

Filozoflar, düşünen nefsin yönetimini ihmal edip şeh­vete boyun eğen kimseyi, elinde güzellik yönünden, altın ve gümüşle değerlendirilemeyecek kadar kıymetli bir ya­kut bulunan ve onu yanmakta olan ateşe atarak onun ki­reçleşmesine ve ondaki yararların yok olmasına sebep olan kimseye benzetirler. Şimdi öğrenmiş bulunuyoruz ki, dü­şünen nefis, kendi değerini bilir ve Yüce Tanrı katındaki mertebesini iyice anlarsa, bu söz konusu güçleri eğitmek ve yönetmek hususunda onun halifeliğini hakkıyla yerine getirir. Allah’ın vermiş olduğu güçle onun katında kendi­sine ayrılmış olan şeref ve yüceliğe erişir, hayvani ve öfke­li nefse boyun eğmez. Düşünen nefis, bizim öfkeli nefis olarak nitelendirdiğimiz kızgın nefsi ıslah eder, kendisine iyice boyun eğdirerek eğitir. Sonra hayvani nefsi, heyecan­landığı ve şehvetlere yöneldiği vakitlerde onunla bastırır; öfkeli nefsi, hayvani nefsi eğitmede kullanır, hayvani nef­sin isyanına karşı ondan yardım görür. Çünkü bu öfkeli nefis, eğitilmeye elverişli olup belirttiğimiz gibi ötekini bastırmaya gücü yeter. Hayvani nefis ise, eğitilmemiş ve eğitmeye elverişli de değildir. Düşünen nefis, Eflâtunun şu sözleriyle ifade ettiği şeydir:

‘Düşünen nefis eğilme ve yumuşaklık bakımın

dan altın gibidir. Hayvani nefis ise, sertlik ve katılık bakımından demir gibidir.”

Bir vakit iyi bir iş yapmak istesen, öteki güç de seni zevke ve istediğin şeyin aksine doğru çekse, şiddetle ve gu        rurla hareket eden öfke gücünden yardım gör ve onunla hayvani gücü ez. Bununla beraber o seni yener, sonra da sen pişmanlık ve hoşnutsuzluk duyarsan, demek ki, doğru yoldasın. Kararından vazgeçme. Onun tekrar seni alt et­mesinden sakın. Böyle yapmazsan ve sonunda zafer senin olmazsa, sen ilk filozofun (Aristo’nun) dediği gibi olur­sun:

“İnsanların çoğu güzel işleri sevdiklerini ileri sürerler, fakat sonra da bu konuda onların üstün olduklarını bil­dikleri hâlde, zahmete katlanmadıklarını, dolayısıyla ra­hatlık ve tembellikten hoşlanıp yenildiklerini görüyorum.

Öyleyse sabır zahmetine katlanmayınca, tercih ettikleri vc üstün olduğunu bildikleri şeyi nasıl tamamlayacaklarını öğrenme yolunda sabır göstermeyince, onlarla güzel işleri sevmeyenler arasında bir fark olmaz.”

Kuyuya düşen bir körle gören bir kimse örneğini ha­tırlayalım. Tehlikede olma yönünden ikisi de aynıdır. An­cak kör olan kimse, bu konuda daha çok özürlüdür.

Bu davranış kurallarıyla istenilen mertebeye ulaşan ve bunlar sayesinde anlattığımız faziletleri kazanan kim­senin görevi başkalarını eğitmek ve Allah'ın kendisine bahşetmiş olduğu şeyleri hemcinslerine iletmek olmalıdır.



İbn Miskeveyh-Ahlak Eğitimi

Devamını Oku »

Fazileti İsteme ve Eksiklikten Kaçınmanın Yararı




Akıllı insanın ödevi, insan vücuduna arız olan bu eksiklikleri ve mecburi ihtiyaçlarını gidermek ve tamam­lamak için onları tanımasıdır. Bunlar bazen beslenmeyle olur. Beslenme, insanın mizacını ve hayatının dayanağım dengeli tutar. Mükemmellik kazanmak için insan yeteri kadar beslenir, beslenmeyi bizzat zevk olarak değil, aksine onu zevkli bir hayatın temeli olduğu için ister. Beslenme­de zorunlu olan ölçüyü aşarsa, bu insanlıktaki mertebesi­ni koruyacak, insanlar arasındaki durum ve mertebesine göre bayağılık ve cimrilikle nitelenmeyecek ölçüde olma­lıdır. Zorunlu ihtiyaçlardan biri de giyinmedir. Bununla insan, sıcaktan ve soğuktan gelen sıkıntılara karşı korun­muş ve vücudunu örtmüş olur. Giyinmede ileri giderse, bu da küçümsenmeyecek, emsalleriyle kendi düzeyinde olanlar arasında pintilikle nitelenmeyecek ölçüde olmalıdır.

Zorunlu ihtiyaçlardan bir başkası da cinsî ilişkide bulunmaktır. İnsan, bu sayede kendi türünü ve suretini korur. Yani cinsî ilişkiden amaç neslin devamını istemek­tir. Bunun ölçüsünü biraz aşarsa, bu sünnetin dışına çık­mayacak ve başkasının hakkına tecavüz etmeyecek ölçüde olmalıdır.
Akıllı insan, kendisini insan yapan düşünen nefsin­de faziletini arar, özellikle bu nefiste bulunan eksiklikler üzerinde durur ve gücü yettiği kadar nefsini olgunlaştır­maya çalışır. İşte bu iyilikler gizlenilmez. İnsan bunları elde edince utanç duymaz. Onları duvar ve karanlıklarla örtmeye çalışmaz. İnsanlar arasında ve bu topluluklarda her zaman bunları açıklamaktan çekinmez. Bu iyiliklerde insanların kimisi, kimisinden üstündür. Bazıları diğerle­rinden daha iyidir ve öteki nefse uygun olan gıdaları sağ­ladığı gibi, bu nefsi de uygun ve eksiğini giderici gıdalarla besler. Bu nefsin gıdası ilim ve düşünülürlerde gittikçe ilerlemek, görüşlerde doğruluktan ayrılmamak, nerede ve kiminle olursa olsun gerçeği kabul etmek, nasıl ve nere­den gelirse gelsin yalan ve yanlıştan kaçınmaktır. Bir kim­se çocuk iken din terbiyesiyle yetiştirilir, alışkanlık kazanıncaya kadar ödev ve görevlerini yapması sağlanır. Sonra ahlâk kitaplarında belirtilen güzel alışkanlık ve nitelikle­ri nefsinde delilleriyle pekiştirecek şekilde inceler.

Daha sonra aritmetik ve geometriyi öğrenerek tanım ve delilin doğruluğunu kavrayıp ancak bununla tatmin olur, sonra da Tertîbus-Seâdât ve Menâzilu-Ulûm adlı kitabımızda açıkladığımız gibi, insan mertebesinin en yüce noktası­na erişirse, işte o, tam mutlu kişidir. Bunun için o, Yüce Allah a, verdiği büyük lütuf ve nimetten dolayı şükretsin.
Bir kimse, ilk önce yetişirken yukarıdaki imkânları bulamaz ve sonra onu, babası ahlâk dışı şiirleri ezberletip bu uydurmaları benimsetmek, bu şiirlerde yer alan kötü şeylerin iyi olduğunu kabul ettirmek, İmru’ul-Kays Nâbiga ve benzerlerinin şiirlerinde olduğu gibi zevklere erişmek üzere yetiştirse, bundan sonra o ileri gelenlerin yanlarına gidip o şiirleri okuyarak bol ödüller alsa, bedenî zevkleri elde etmede kendisine yardımcı olan arkadaşlar edinse, bir zamanlar benim yaptığım gibi yaratılıştan yiyecek, giyecek, binecek ziynet, at ve kölelere, düşkün olsa, sonra da bunlarla uğraşarak kendisinin lâyık olduğu mut­luluğu ihmal etse, bu onun için bir bahtsızlıktır, ziyandın Nimet ve kazanç değildir. O yavaş yavaş nefsini bunlardan uzaklaştırmaya çalışmalıdır. Bu ise çok zordur, ancak yan­lışta ısrardan daha iyidir.
Bu kitabı inceleyen bilmelidir ki, özellikle ben de büyüdükten ve bir kısım alışkanlıklar kazandıktan sonra, yavaş yavaş nefsimi onlardan uzaklaştırdım ve bu uğurda çok çaba harcadım. Ey faziletleri araştıran ve gerçek eğiti­mi isteyen okuyucum! Kendim için istemiş olduğum şeyi senin için de arzu ettim. Önceleri benim kaçırdığım fırsa­tı senin kaçırmamam söylerken, belki sana öğüt vermede ileri gittim. Sana, sapıklık çöllerinde uyanmadan önce, kurtuluş yolunu ve sana yok olma denizinde boğulma­dan önce gemiyi gösterdim. Ey kardeşlerim ve evlatlarım! Allah’tan korkun! Hakka teslim olun, uydurma olmayan gerçek edeple eğitilin, üstün hikmetten ayrılmayın, doğru yoldan gidin, nefislerinizin durumlarım göz önüne geti­rin ve onların güçlerini düşünün!..



İbn Miskeveyh-Ahlak Eğitimi(büyüyenay,yay.)
Devamını Oku »

Descartes'in ''Düşünüyorum, o halde varım'' Sözü Üzerine


Bir başka şekilde söyleyelim:

“Düşünüyorum, o halde varım”

dediğimizde aslında bir totoloji yapmış oluyoruz. Çünkü “düşü­nüyorum” dediğimiz anda, zaten düşünen, yani düşünebilmek için önce varolmak zorunda olan bir özneden bahsediyoruz. Descartes'in ‘cogito'sunun hatası, kendini var olmaktan çok dü­şünen bir varlık olarak görmesiydi. Daha doğrusu, kendini önce düşünen, sonra var olan bir özne olarak algılamasıydı. Bu tavır, düşünen özneyi etrafındaki varlıklar dünyasından ontolojik ola­rak koparmakla kalmaz; aynı zamanda onu ben-olmayana karşı yabancılaştırır. ‘Öteki', varlığımızı mümkün kılan ve derinleşti­ren mütemmim cüz olmaktan çıkar, hakkında düşündüğümüz ve konuştuğumuz bir ‘şey' haline gelir.

Batı felsefesinde Descartes'le başlayan radikal sübjektivizmin İslam düşünce geleneğinde neden ortaya çıkmadığının ipuçlarını burada bulabiliriz. Ontolojinizi zihnin iç süreçlerine göre kurgu­ladığınızda, dünyayı ben-merkezli olarak yeniden tanımlamak zorunda kalırsınız.

Burada ben-merkezlilik, ahlaki manada ben­cillikten çok daha derin bir soruna işaret eder. Düşünen özneyi varlığın merkezine koymak ve varolma eylemini düşünme mele­kesi üzerinden temellendirmek demek, var olmanın ancak benim düşünme, hükmetme ve irade etme tercihlerime göre anlam kazanması demektir. Kendini varlık âlemine karşı böyle kurgulayan!

Kartezyen özne, kendi dışındaki bütün varlıklara yarı tanrısal bir nokta-i nazardan bakmaya başlar. Thomas Nagel'in çarpıcı ifade­siyle söyleyecek olursak bu özne, varlığa “bütün bakış açılarının ve mevzilerin üzerinde” bakma (“ view from nowhere”) iddiasında bulunan küçük bir tanrı haline gelir.

Bu ontolojik indirgemeciliğin dramatik neticesi, her şeyin merkezinde olduğunu düşünen bilen öznenin muazzam bir epistemik kibre kapılmasıdır. Evrenin merkezine dünyayı yerleştirdiği için Ortaçağ kozmolojisini eleştiren modern düşünce, evrenin merkezine güneşi koyarken, varlığın merkezine de işte bu özneyi koyar. Ama bunun ne kadarı farkında olduğu ayrı bir tartışma konusudur.

Böyle bir öznenin çıkacağı serüven kendinde başlayıp yine kendinde biter. Onun ulaşacağı hedef “yukarı”da değil “ile­ridendir. Burada tarih ayaklarımızın altında değil gerimizde kalan bir süreçtir. Bu yüzden modern aklın felsefe serüveni, onun var­lık içinde ne kadar yalnız ve terk edilmiş olduğunu yüzüne vuran bir hüsran ile sonuçlandı.

Fizik âlemin sırlarını keşfeden insan, ötelere gittikçe iç dünyasının boşluğunu daha çıplak bir şekilde görmeye başladı. Kartezyen özne, kendi dışındaki varlıkları da kendi elleriyle kurguladığına inandığı için, tarihin en büyük fel­sefe hastalığından kendini kurtaramadı: Can sıkıntısı!

Pek çok sosyal bilimci modern varoluşçuluktan nihilizme, hippi hareket­lerinden anarşizme, eğlence kültüründen tüketim çılgınlığına ka­dar ileri sanayi toplumlarında ortaya çıkan toplumsal hareket ve eğilimlerin arkasında bu boşluk ve anlamsızlık hissinin olduğunu söylüyor.


İbrahim Kalın - Akıl ve Erdem
Devamını Oku »

Millî Mücadele Döneminin Karakteristik Özellikleri





Millî Mücadele süreci Tanzi­mat döneminden o güne kadar süren sekülerleşme trendini geçici olarak tersine çevirmiştir. Böylece ilk defa Millî Meclis’te gayrimüslimler temsil edilmemiştir. İslâm milliyetçiliği Anadolu ve Trakya’nın Müslüman sakinlerine saldıran Hıristiyanlara yöneltilmiştir. Bu dönemde oluşturulan ve içinde Türklerin yanı sıra Kürtler, Çerkezler ve Lazların da bulundu­ğu etnik koalisyonun ortak paydası ve sosyopolitik meşruiye­tin zemini lslâmdı. Bu dönemde Islâma aykırı olabilecek hiç­bir metin yasalaşmamıştır.

Millî Mücadele döneminin karakteristik özelliklerinden biri de, bu mücadelenin askerî-siyasî önderi olan Mustafa Kemal Paşa’nın kullandığı ikili siyasî söylemdir. Erzurum Kongresi’ni açış konuşmasında (23 Temmuz 1919), söylemini “vatan,” “millet,” ve “millî,” kavramları, “kök-paradigmaları” üzerine oturtmuştur.35 Bu söylemin “millet,” “milletdaş,” “dindaş,” “metalib-i diniyye,” “kuvay-ı milliye,” “millî meclis,” “millî kader/’ “irade-i milliye/’ ‘ hâkimiyet-i milliye/’ ve “hudud-u mil­lî” gibi tüm anahtar kelimelerinde,“millî” kelimesinin “dinî olan" ve "ulusal olan" şeklindeki çift anlamlılığından yararla­nılmak istenmiştir. "Türkiye" ve “Türk” kelimeleri aşağı yukarı eşanlamlı olarak kullanılırken bu terimlerin diğer bütün Müs­lüman unsurları içerdiği düşünülmüştür. Özellikle Meclisin Üçüncü Açılış Yılı münasebetiyle yaptığı konuşmada Mustafa Kemal Paşa milliyetin dinî temelinin altım çizmiş ve etnik heterojenliğe saygıyı vurgulamıştır. Gayrimüslimlerin hakları da karşılıklılık ilkesine dayalı olarak, diğer yerlerdeki Müslümanlara tanınan haklar paralelinde tanınacaktır.

Böylece Türk ulusal kimliğinin dinî veçhesi tanımlanmış olmaktadır: Milliyet ağacının İslâm köküne sahip olması, etnik çoğulculuk ve gayri­müslim azmlıkların haklarının tanınmasında karşılıklılık ilkesi.

Millî Mücadele dönemindeki Îslâmî-millî kamusal söylem Osmanlı ulusu idealinden (Osmanlıcılık) de açık bir kopuşu temsil eder. "Türk" teriminin etnografık, lengüistik ve tarihî bir olgu olmaktan çıkarak İslâmî sadakate dayalı ortak bir kimlik ve dayanışma ifadesi haline dönüşmesi bu dönemde gerçekleş­meye başlamıştır. Daha önce de belirtildiği gibi, Avrupa kökenli "Türk” ve "Türkiye” isimleri, Arapların Birinci Dünya Savaşı so­nunda imparatorluktan ayrılması sonucunda Anadolu ve Trak­ya’da yaşayan ve Arap olmayan Müslûmanlara isim olmuştur. Şubat 1920’de, Millî Misak’ın ilanından üç hafta sonra, son Osmanlı parlamentosu Meclis-i Mebusan’da, Meclisin, sultanın Meclisi açış konuşmasına (Nutk-u Hümayun) cevabı (Ariza-i Cevabiyye) münasebetiyle “Türk” ve “millet” deyimleriyle le kastedildiği konusunda bir tartışma cereyan etmiş, Karesi ’Balıkesir) mebusu Abdülaziz Mecdi Efendi yanlış anlamalara yol açan “Türk” kavramına yüklenen anlamın açıkça ortaya konmasını istemiştir:

‘’Abdülaziz Mecdi Efendi (Karesi)- Deminden beri cereyan eden müzakerat arasında Meclisçe nazarı dikkate alınacak ba­zı kelimat-ı mühimmine sebk etti. Şuradaki “milletin kendisi­ne” tabirinde nazar-ı dikkate alınacak kelimelerden birisi Mil­let kelimesidir. “Anadolu” tabiri de o kelimelerdendir. Anado­lu’nun bizim coğrafya kitaplarımızdaki hududu hakkında söz söylemek istemiyorum. En çok halkın ve avamın tarz-ı telak­kisi itibarı ile söz söylemek istiyorum. “Anadolu” tabiri üzeri­ne rüfeka-yı muhteremden birisi kalktı, Rumeli’deki Türkler ne olacak dedi ve itirazda hakkı da vardı. Söze iştirak etme­yen muhterem bir refikimiz, “Anadolu” tabiri üzerine “Diyarbekir ve Erzurum’a tabi bir takım yerler ne oluyor?” dedi. Kezalik arada sarf edilen “Türk” kelimesinden de o zat birçok manalar çıkardı. Bu ciheti Meclis-i Âlinizin nazar-ı dikkatine arz eder ve Heyet-i umumiyyenizin hüsn-ü kabulü ile “Türk” kelimesine mana verilmesini rica ederim.

Ben anlıyorum ki, bu kürsüde ne zaman Türk tarihi söyle­nirse bundan maksat Türk, Kürt, Laz, Çerkez gibi anasır-ı muhtelife-i İslamiyyedir. Bu böyle midir? (“Hay hay, böyledir” sadaları, alkışlar). Eğer Türk kelimesinin manası bu de­ğilse, rica ederim, burada nutuk irad edildikçe Türk Tarihi yerine anasır-ı Islamiyye denilsin. Türk kerimesine şimdi arz ettiğim veçhile mana veriliyor ve Meclis-i Aliniz o suretle te­lakki ediyorsa bunda bir beis yoktur.

Rıza Nur Bey (Sinop)- Öyledir.

Hüseyin Bey (Erzurum)- Hatta Yahudiler bile dahildir.

Abdülaziz Mecdi Efendi (Devamla)- Türk kelimesinin ma­nasını Meclis bu suretle tefsir ve şerh edip efkâr-ı umumiyeyeye arz ettikten sonra ben Kürt’üm diyen bazı zevatın hatırına hiçbir şey gelmez veyahut onların hatırına gubar-ı siyasî kon­durmamak için, Türk, Kürt, Laz, Çerkez veyahut anasır-ı îslamiyye gibi tabirat kullanalım.

Tunalı Hilmi Bey (Bolu)- Müslüman Osmanlılar.’’

Bunun üzerine, yine Abdülaziz Mecdi Efendi’nin, bu ülkede Hıristiyan unsurların da yaşadığı, bu yüzden “millet” kelimesi yerine “Millet-i Osmaniye” teriminin benimsenmesi yönünde­ki takriri (önerge) kabul edildi. Bu konuyla ilgili ilginç bir takrir de, ikinci yasama döneminin ilk birleşiminin 35. oturu­munda, 12 Ocak 1341(1924)’de, Bursa milletvekili Mustafa Fehmi Efendi ve arkadaşları tarafından, “Türkiyeli” tabirinin kimler hakkında kullanılabileceğine ilişkin verdikleri takrir­dir. Anayasa Komisyonunun konuya ilişkin raporu müzakere­ye mahal olmadığı yönünde olmuştur.

“Türkiye” adı, resmî olarak ilk defa 1921 Anayasasının üçüncü maddesinde “Türkiye Büyük Millet Meclisi ibaresi ile birlikte kullanılmıştır. Mustafa Kemal Paşa’nın 1 Eylül 1922- de Büyük Zafer münasebetiyle yayımladığı beyannamede ilk defa “asil Türk milleti”ne hitap edilmiştir. Halk Fırkasının kuruluşunun habercisi olan “Dokuz Umde”nin ikinci ilkesin­de “Türkiye halkı” deyimine yer verilmiştir. 1/2 Kasım 1338 (1922) tarihli egemenlik hakkının gerçek temsilcisinin TBMM olduğunu belirten Bakanlar Kurulu kararında, “Türkiye halkı” ve “Türk milleti” terimleri birlikte kullanılmıştır. “Türkiye halkı/milleti” ve “Türk” terimleri etrafında gidip gelen çift uç­lu söylem, bütün kullanımlarda varlığını sürdürmüş, ulusçu söylemin tam hâkimiyeti 1924 Anayasasıyla gerçekleşmiştir.



Ulusal Kimliğin Dinî Sınırı ve Nüfus Mübadelesi

30 Ocak 1923 tarihli Yunan ve Türk Nüfuslarının Mübade­lesine İlişkin Sözleşme Lozan Antlaşmasının bir parçasıdır. Ondokuz maddelik sözleşmenin birinci maddesi zorunlu mü­badele ilkesini getirir: “1 Mayıs 1923’ten itibaren Türkiye’de yerleşik Rum Ortodoks dinine mensup Türk vatandaşları ile Yunanistan’da yerleşik Islâm dinîne mensup Yunan vatandaş­ları zorunlu mübadeleye tabi tutulacaktır.”Mübadeleye tabi tutulacak nüfuslar, kısaca “Yunanlılar” (Yunan Ortodoks dini­ne mensup olanlar) ve Müslümanlar (İslâm dinine mensup olanlar) olarak tanımlanmıştır. İlk bakışta bu adlandırmanın açık iması, ırk ve dil kriterlerine bakışla dinin daha güvenli bir ayraç olarak kullanıldığıdır Yunanistan’daki Müslümanların büyük çoğunluğu Yunanca konuşmaktaydı ve etnik bakımdan Türkiye Müslümanları ile hiçbir şey paylaşmamaktaydı. Buna karşılık, Türkiye'nin birçok yerindeki Yunanlar Türkçe konuş­maktaydı ve çeşitli etnik kökenlere bağlıydılar.

Mübadeleye tabi tutulacak nüfusu belirlemede dinin temel kriter olarak kullanılması, yeni ulusal kimliğin inşasında, söz konusu dönemde, hem pratik bir zorunluluğun, hem de Müs­lüman etnik azınlık oluşturmama isteğinin bir sonucudur. Amaçlanan ulusal kimliğin teşekkülüne kadar, dinin araçsallaştırılarak kullanılmasında, Kemalist Batıcılar bir sakınca gör­memekteydi. Dini kriterin asıl alınmasından dolayı, Grek alfa­besiyle Türkçe yazan, dualarını Türkçe yapan Karaman ve Pontus'taki Ortodoks nüfus, Ortodoks Yunan kategorisine da­hil edilmiş ve protestolarına rağmen zorunlu mübadeleye tabi tutulmuşlardır. Aynı şekilde Girit Adası ve Rumeli’de (Batı Trakya) yaşayan Müslüman halk, etnik kökenlerine bakılmak­sızın Türkiye hükümeti tarafından “Türk” olarak görülmüş ve vatandaşlığa kabul edilmişlerdir.

Ancak, din kriterinin, antlaşmanın tarafları için ifade ettiği anlam farklıydı. Kilikya bölgesinde yaşayan Ortodoks Araplar meselesi ortaya çıktığında, göç sürecini izlemekle görevli Kar­ma Komisyondaki Türk temsilci, Sözleşmede geçen “Rum Or­todoks dini” teriminin milliyete değil yalnızca dinî bağlanma­ya atıf yaptığını ve Rum Ortodoks dinine mensup herkesi içi­ne aldığını ileri sürdü. Diğer taraftan, Yunan temsilcisi, bir ki­şinin zorunlu mübadele kapsamına girmesi için hem Yunan hem Ortodoks olması gerektiğini iddia etti. Türkiye, Helen bi­lincine sahip olsun olmasın bütün Ortodokslardan kurtulmak isterken, Yunan hükümeti yalnızca Yunanlılık bilincine sahip Ortodoksları kabul etmek istiyordu.

Bu durum muvacehesin­de, 31 Mayıs 1927 tarihinde Karma Komisyon iki karar aldı. İlk karara göre, “Yunan Ortodoks dini” ifadesi ırka (etnik kö­ken) bakılmaksızın, Yunanistan’daki Müslümanların durumunda olduğu gibi, bütünüyle dinî bağlanmaya göre anlaşıla­cak ve uygulanacaktı. İkinci karar ise, sözleşmenin birinci maddesinde geçen “Yunan Ortodoks dini” deyiminin, bütün Doğu Ortodoks dinlerini içine alacak şekilde uygulanmayaca­ğını belirtiyordu.

Aralık 1927’de yaptığı toplantıda ise, Komisyon, “Yunan Or­todoks dini“ teriminin şu kategorilere uygulanamayacağına karar verdi: 1) Fener Ekümenik Patrikliği dışındaki patriklik­ler; 2) Kıbrıs Kilisesi, Sırp Kilisesi, Rumen Kilisesi, Rus Kilise­si, Arnavut Kilisesi ve Bulgar Kilisesi gibi bağımsız kiliseler. Antakya, Kudüs ve İskenderiye Patrikliklerinin dışarıda bıra­kılmasıyla, Yunanlılarla hiçbir ortaklıkları olmayan Ortodoks Arapların mübadele kapsamına girmesi önlenmiş oldu. Tabi- atiyle, Protestan ve Katolik dinlerine mensup Rumlar da bu kapsamın dışındaydı.

Zorunlu nüfus mübadelesiyle Türk hükümeti, Millî Müca­dele döneminde yaşandığı gibi, Yunan irredentizmi tehlikesini bertaraf etmeyi amaçlıyordu. Arada, emek/toprak oranlama­sındaki büyük açıklıktan dolayı ihtiyaç duyulan işgücünün de, Müslüman ve yeni Türk kimliğini kabul etmeye hazır görünen göçmenlerle kapatılması öngörülüyordu. Mübadele neticesin­de hem Türkiye hem de Yunanistan ulusal açıdan büyük ölçü­de türdeş bir nüfus yapısına kavuşmuştur.

Lewis’e göre, Türk-Yunan nüfus mübadelesinde dinin belir­leyici olması, erken Cumhuriyet döneminde temel sadakat mercileri açısından bir karışıklığa işaret etmekteydi. Yapılan, Türklerle Yunanların mübadelesi değil, Rum Ortodoks Hıristiyanlar ile Osmanlı Müslümanlarının mübadelesiydi. Kültürel bir sistem olarak ulusçuluk bu bağlamda yerini almayı hedef­lediği dinî-hanedanî sistemin referanslarından yardım istemek zorunda kalmıştı; çünkü yeni sistemin referansları henüz ha­yaliydi; oysa eski sistemin referansları, esas olarak da din, ha­yatiyetini sürdürmekteydi.

Kemalist ulus inşa pratiğinde dinin, ulusal amaçlan pekiş­tirmek için kullanılması hiçbir zaman dejure bir nitelik kazan­mamıştır; pratik mülahazaların bir türevi olarak tezahür et­miştir. Kemalist iktidar stratejisinin “doğru zaman ve zemin” ilkesi burada da hükmünü icra etmiştir. Göç politikaları bu bakımdan mümeyyiz örnekler sunar. Mesela, Hıristiyan Gagavuzlar, Türkçe konuşmalarına ve kendilerini Türk olarak nite­lemelerine rağmen kitlesel ölçekte göçmen olarak kabul edil­memişlerdir.

Hamdullah Suphi’nin Bükreş elçisi iken gösterdi­ği ısrarlı çabalara rağmen Gagavuzlar kitlevî olarak Türkiye’ye göçmen olarak kabul edilmemiş, yalnızca birkaç Gagavuz 1930’larda bir burs programı çerçevesinde Türkiye’ye gelebil­miştir. Öte taraftan, Türkçe bilmeyen, farklı etnik kökenlere sahip Boşnaklar ve Bulgar Pomaklarının, Osmanlı Müslümanları oldukları ve Amavutlardan farklı olarak imparatorluğa is­yan etmedikleri ve mümeyyiz bir ulusal bilince sahip olmadık­ları için Türkiye’ye serbestçe göç etmelerine izin verilmiştir.Bunların Türklük bilinci edinmeleri mümkün görülmüştür.

'Kemalizmin, bu doktriner olmaktan çok pragmatik karakte­ri, iktidardaki sürekliliğini sağlayan kilit faktörlerden biridir. Gerçekten de çağdaşlaşıtıacı-gelişmeci Kemalist ideoloji, uyul­ması gerekli ilkeler ve projelerden oluşan toplu bir pakete sahip değildir.Çağdaşlaşmaya olan bağlılığı ne kadar derin olursa olsun, Kemalizm mufassal ve iyi ifade edilmiş bir doktri­ne dayanmamaktadır.Ancak, Gellner’in da belirttiği gibi, “Türk gelişme yolunda, çok sayıda seçeneği önceden tayin ede­cek denli muayyen olmasa da, hiç şüphesiz, bir Kemalist Hadis  külliyatı vardır.” Atatürk’ün de itiraf ettiği gibi, CHPprogramları gerçekte “Kamalizm” adı verilen siyasî bir doktrin teşkil etmektedir.

Kemalizmin pragmatik olması ve hayatın “direktiflerini” üstün ilke olarak kabul etmesi, onun bir ideolo­ji olmadığı anlamına gelmez; yalnızca pragmatik ideolojiler ai­lesine mensup olduğunu gösterir. Münhasıran laiklik ve dev­let üzerinde temellenmiş ve önsel ilkelere dayalı bir doktrine bağlılığı katı olmayan Kemalizm, bu sayede, doktriner reçetele­re uygunluk problemini yoğun olarak yaşamadan, pragmatik bir gelişme çizgisi izlemiştir. '

Türk ulusal kimliğinin dinî sının azınlık tanımını da belir­lemiştir. Lozan Antlaşması uyarınca, -ki Lozan’daki Türk dele­gasyonu da aynı tezi hararetle savunmuştur- Türkiye’deki azınlıkların hukuki konumlarını belirlemede dinî bağlanma tek ölçü olarak kabul edilmiştir. Böylece, Türkçe konuşan Anadolu Ermenileri, Ermeni azınlığa mensup kabul edilirken, Ermenice konuşan Müslüman Hemşinliler Türk kabul edil­miştir. Ancak, Türk vatandaşı olmak, kişiye Türk statüsünü doğrudan kazandırmamaktadır.

Kemalist rejimin militanları niteliğine rağmen, “Müslüman eşittir Türk ve gayrimüslim eşittir gayri Türk” önermeleri halk katında varlığını sürdürmüş, Kemalist ulusçuluk zımnen de olsa bunu  kabul etmiş ve göç politikalarında rehber ilke olarak kullanmıştır. Türklük Müslümanlara münhasır bir kategori olarak görülürken, nüfus  cüzdanlarında ve diğer resmî belgelerde hem dinî hem de  mezhebi bağlanmalar kaydedilmiştir. Resmî söylemde ve Kemalist dönem basınında gayrimüslimler “hakikî Türkler” ola­rak değil “Kanun-ı Esasî Türkleri “ya da “Kanun-u Medenî Türkleri” olarak adlandırılmıştır.

Cumhuriyetin ilk yıllarında hâkim olan dinî tanım, 1924 ve sonrasındaki sekülerleştirici reformlara rağmen halk, muhayyi­lesindeki geçerliliğini sürdürmüştür. Resmî söylemde Türk ol­dukları kabul edilse de, gayrimüslimler Türk olarak telakki edilmemişlerdir. Dil ve soy bakımından Türklüğe uzak olma­larına rağmen, Müslüman Boşnak ve Çerkezler aynı dönemde Türklüğe kolayca özümsenmişlerdir. Azınlıkların, İmparator­luk dönemine bakışla siyasî katılımlarının sıfırlanması ve kamusal alandan hemen bütünüyle dışlanmaları, özellikle sivil ve askeri bürokrasinin dışında bırakılmaları, bir ölçüde Türk lüğü Müslümanlıkla özdeş gören popüler imajla ilişkiliydi Kemalist ulusçuluk bu tarihî “zaruretin” kısıtları içinde hare ket etmiştir.



Cumhuriyetçi Tanım: Dinî Olanın Reddi

Türk ulusal kimliğinin Kemalist inşasında Cumhuriyetçi tanı­mın hâkim veçhesini, “vatandaşlık yoluyla Türkiye Cumhuri­yetine bağlı olan ve Türk dilini, kültürünü ve millî idealini be­nimseyen herkes Türk’tür” şeklindeki, kısmen hukuki fakat büyük ölçüde siyasî tanıma dayanan tekilci-yekpare Türklük anlayışı oluşturur. Cumhuriyetçi tanım esas itibariyle 1924’te- ki “yıkım” reformlarından sonra öne çıkmıştır ve eski dinî ta­nımdan radikal bir kopuşu temsil eder. Islâmın Türk siyasî sistemiyle ilişkisinin kesilmesi ve 10 Nisan 1928’de devlet dini olmaktan çıkarılması, Türklüğün sınırlarının yeniden çizil­mesi gereğini beraberinde getirmiştir.

Türk ulusal kimliğinin Cumhuriyetçi sınırlarının iki veçhesi vardır: hukukî (objektif) ve siyasî (sübjektif) veçheler. Siyasî veçhe belirleyici vasfa sahiptir ve bir anlamda Kemalist akide­yi temsil etmektedir. Hukukî veçhe ise günlük hayata yansı­ması son derece sınırlı kalan talî bir nitelik arz etmektedir. Hukukî veçhenin resmî ifadesi 1924 Anayasası’nın 88. madde­sinin ilk fıkrasıdır: “Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksı­zın vatandaşlık itibariyle (Türk) ıtlak olunur.” Kemalist uy­gulama ve literatürde hâkim tanım siyasî tanımdır ve Türk ulusal kimliğinin etno-seküler sınırlarının çizilmesinde bu iki­si arasındaki ayırım hayatî önemi haizdir. Türklüğün hukukî veçhesi bir ölçüde “zorunlu” bir durumun sonucudur. Lozan Antlaşmasının azınlıklarla ilgili hükümleri, Türkiye Cumhuriyeti’ni gayrimüslimlerin haklarını korumakla “mükellef’ kıl­mıştır. Bu yüzden, Kemalist siyasî özümseme politikaları hukukî düzenlemeler yerine, çoğu defa İdarî ve fiilî “tedbirlerle” gerçekleştirilmeye çalışılmıştır.

Cumhuriyetçi tanım hiçbir zaman hukuki veçheyi Türk ol­mak için yeterli bir temel olarak görmemiştir. Bu durum, po­litik veçhenin gereği olarak, anadili Türkçe olmayan vatandaş­ların hem özel hem de kamusal alanda Türkçe konuşmaya zorlanmalarına yol açmıştır. Çocuklara saf Türkçe isim koyma zorunluluğu ve 1927’de resmî destekle başlatılan “Vatandaş! Türkçe Konuş” vb. kampanyalar bunun örneğidir. 1920’lerin sonlarına doğru “Türkçe’nin Umumiliği,” yani bütün vatan­daşlar tarafından Türkçe’nin anadil olarak benimsenmesi ve her zaman ve zeminde bu dilin kullanılması, hükümet için önemli bir mesele haline gelmiş, kamusal mekânlarda Türkçe konuşmayanlar taciz edilmeye başlanmıştır.

2510 sayılı ve 1934 tarihli İskân Kanunu “Türk vatandaşı olmayan Türkler” ve “Türk olmayan Türk vatandaşları” ayırı­mını netleştirerek farklı politika uygulamalarına zemin hazır­lamıştır. Kanunda, Türkiye’ye göç edecekler arasında vatan­daşlığa alınma açısından, soy itibariyle Türk olanlar ile olma­yanlar arasında ayının gözetilmiştir. Sivil ve askeri bürokrasiye eleman alımındaki yerleşik kriter de, aynı şekilde, Türk ve Türk vatandaşı olma ayırımına dayanmıştır. Bu bakımdan, Türk vatandaşlığı ile Türk ulusal kimliği arasında hiçbir za­man birebir örtüşme söz konusu olmamıştır. Bu yüzden Türk vatandaşlığı kurumu şemsiye bir ulusal kimlik için sağlam bir zemin oluşturamamıştır. Türk vatandaşı olmanın doğurduğu hak ve hürriyetlerin kullanılması, Türklüğün sadece “mabed ayrılığını” meşru gören etno-politik sınırlarının kabulüne bağ­lanmıştır. Kemalist akideyi benimsemek vatandaşlık hakları­nın kullanımının ve genel topluma meşru katılımın ön şartı olmuştur.



Cumhuriyetçi Tanımın Siyasî Veçhesi

1924 sonrası dönemde birçok resmî ve siyasî belgede, Türk­lüğün vatandaşlık dışındaki göstergeleri vurgulanarak ifade edilmiştir. Bu göstergeler ışığında, Türk vatandaşlarının bir kısmı “Türk” ya da “öz-Türk” olarak nitelenirken, diğer va­tandaşlar ya “Kanun-u Esasi/Kanun-u Medenî Türkleri” ola­rak tavsif edilmiş -gayrimüslim azınlıklar- ya da adlandırma düzeyinde yok addedilmiştir - Türk olmayan Müslüman etnik gruplar, özellikle Kürtler ve Çerkezler. Cumhuriyete sadakatte ifadesini bulan siyasî azim ve irade, Osmanlı döneminin kelime-i şahadetinin yerini almıştır.

Türk ulusal kimliğinin cumhuriyetçi tanımı, en iyi ifadesini Cumhuriyet Halk Partisi programlarında bulmuştur. 1931 programına göre “millet, dil, kültür ve mefkûre birliği ile birbi­rine bağlı vatandaşların teşkil ettiği bir siyasî ve İçtimaî heyet­tir.” 1935 ve 1939 programları da aynı tanıma yer vermişlerdir. Söz konusu tanım, ulusu irade ve duygu birliği olarak görmekte ve dayanışmacı bir otoritarizme yaslanmaktadır.

CHP’ye üye olma şartları da bu konuda bize bazı ipuçları sağ­lamaktadır. Partinin 1923 Nizamnamesinin üçüncü maddesine göre, “Halk Fırkasına her Türk ve hariçten gelip Türk tabiiyet ve harsını kabul eden her fert dahil olabilir.” Cumhuriyetçi ta­nımın hem hukukî (tabiiyet) hem de siyasî s(hars) veçheleri, bu tanımda öz olarak belirtilmiştir. CHP’nin 1927 tarihli Nizamna­mesi’nin sekizinci maddesi, Türk kültürünü ve partinin bütün ilkelerini benimsemeyi üyelik şartları olarak sayar. 1931 Ni­zamnamesi üyelik şartlarına Türkçe konuşabilmeyi de ekler.

1935 ve 1939 programları da 1931 programıyla aynıdır.

Ulusçuluk ilkesi 1931 programında ve sonraki programlar­da çeşitli maddelerde yansımıştır. Kemalist rejimin eğitim po­litikası bunlardan biridir. “Kuvvetli cumhuriyetçi, milliyetçi ve layik vatandaşlar’’ yetiştirmek eğitimin (milli talim ve terbiye) her aşamasında en çok önemsenen, telkini zorunlu konudur. “Derin Türk tarihi”den mülhem olarak millî karakterin yücel­tilmesi, “büyük bir emel” olarak telakki edilmektedir. “Derin Türk tarihi”nin öğretilmesi, partinin büyük önem atfettiği bir husustur; çünkü “bu bilgi Türk’ün kabiliyet ve kudretini, nef­sine itimat hislerini ve milli varlık için zarar verecek her cere­yan önünde yıkılmaz mukavemetini besleyen mukaddes bir cevherdir.” Tarihin yeni Türk ulusal kimliğinin kurucu un­surlarından birisi olarak kullanılması, “seciye-i millî,” “Türk’ün kabiliyet ve kudreti” vb. ifadelerin de gösterdiği gibi, her zaman etno-kültürel temalar barındırmaktadır.

CHP’nin altı ok’u 1931 programına, partinin temel nitelikleri biçiminde yansıdı. Programın ikinci bölümü bu ilkeleri ve onların tanımlarını sıralar. Bu bölümün birinci maddesinin ilk fıkrası, Cumhuriyet Halk Fırkası cumhuriyetçi, milliyetçi, halkçı, devletçi, layik, inkılapçıdır, der. 1935 ve 1939 prog­ramları da aynı ilkeleri tekrar eder. Altı ok, CHP’nin siyasî ideolojisinin özlü bir formülasyonudur. Gerçekte bu ilkeler I Millî Mücadele’den itibaren teşekkül halindeydi. Bazı önemli farklar olmakla birlikte, bunların çoğu, Jön Türklerin ideolog-ları tarafından ifade edilmiştir.Genel olarak, CHP programlarında ulusçuluk, savunmacı ve modernleştirici/batılılaştırıcı bir ilke olarak belirmektedir.

Bir yandan Türk ulusunun özel vasıflarının korunmasını vaz ederken, diğer yandan da uluslararası arenada, ilerleme ve ge­lişme yolunda diğer uluslarla uyum içinde olmayı önermekte­dir. Bu yaklaşım, Türklüğün 1924’ten sonra kristalize olan siyasî/sübjektif sınırının açık bir tezahürüdür.

'1924 sonrası dönemin ana özelliği, dinî tanımın tüm baki­yelerinin ayıklanmaya çalışılmasıdır. Halifeliğin kaldırılması bu bakımdan bilhassa önemlidir; böylece Islâm aaraçsal da olsa bir sosyal tutunum aracı olarak bakılmayacağı ortaya çık­maktadır. Çok-etnili koalisyonla sürdürülen Millî Mücadele döneminde hilafet bir sosyal tutunum aracıydı. Bu etnik ko­alisyonun üyelerinin gözünde, hilafet, daha doğrusu İslâmiyet sosyopolitik meşruiyetin en önemli kaynağıydı. Ancak, topyekûn Batılılaşmayı hedefleyen Mustafa Kemal, ideolojik bir ter­cih yaparak sosyopolitik tutunum fonksiyonunu yeni etno-sekülarizme atfetmiştir.

Kemalist çevrelerde yaygın olarak benimsenen Kemalist ulusçuluğun kültürel bir ulusçuluk olduğu kanaati, cumhuri­yetçi tanımın siyasî veçhesine tekabül etmektedir ve Kemalist ulusçuluğun etnik/ırkî bir boyut taşımadığını ileri sürmekte­dir. Aslında, cumhuriyetçi tanımın siyasî veçhesinin üç boyu­tu ayırt edilebilir:

1-Dil Boyutu: Bu boyut, Kemalist kamusal alan tanımının özel alam da içine aldığının ya da özel alan/kamusal alan ayırı­mım kategorik olarak reddettiğinin önemli bir göstergesidir. Total bir ideoloji olarak, Kemalist ulusçuluğun dil boyutu, Türk­çe’nin resmî dil olmasının yanı sıra ana dil olarak da benimsen­mesini zorunlu kılmaktadır. Yalnızca kamusal mekanlarda (so­kakta, otobüste, hükümet tabipliğinde vs.) değil evde de Türkçe konuşulması gerçek Türklüğü başarmanın aracı olarak görül­mektedir. Gayri Türk Müslüman “unsurların”, Lozan Antlaş­masının azınlıkların korunmasıyla ilgili hükümlerine aykırı olarak, idari ve fiilî tedbirlerle Türkçe konuşmaya “teşvik edil­meleri”, “gerçek Türklüğü” inşa sürecinin bir parçasıdır.

2-Kültürel Boyut: İslâm ve onunla ilintili gelenekler kap-sam dışı bırakıldığında, kültürle neyin kastedildiği acık değildir. Ancak, müzikten giyim tarzına kadar uzanan düzlemde bütün popüler unsurların reddedilmesi, kültürün, Kemalist bağlamda, Türk kökenli isimlerin konması ve Türkçe konuşulmasını, ki bunlar da sekülerleştirme ameliyesine tabi tutul­muştur ve yalnızca “standart” sekûler batı kültürünü ifade et­tiğini göstermektedir.

3) Mefkûre (Ülkü) Boyutu; Tezahür eden ülkü, Türkiye Cumhuriyeti olarak cisimleşen siyasî bir ülküdür. Ülkü, cum­huriyetçi akidenin anahtar kavramıdır. Halkın Türkçe öğren­mesi ve Cumhuriyete azim, gayret ve şevkle hizmet etmesi için ana ilham kaynağı olarak bu “ülkü” sunulmuştur. Bu ba­kımdan ülkü, Türk kimliğinin cumhuriyetçi tanımının siyasî veçhesinin dilsel ve kültürel boyutlarını da kapsar. Ulusal kimliğin bütün unsurlarını birleştiren referans noktası, Türki­ye Cumhuriyeti nin kendisi olarak tezahür etmiştir. Türkiye Cumhuriyetini kuran iradenin taşıyıcılığını kimin/neyin yap­tığı bu bağlamda büyük önem kazanmaktadır.

Mustafa Kemal Atatürk’ün “Türkiye Cumhuriyetini kuran Türk halkına Türk milleti denir” tanımlamasındaki kilit kav­ram “kuran” ifadesidir. Burada, “Türkiye Cumhuriyeti sınırla­rı içinde yaşayanlar,” ya da “vatandaşlar” gibi terimler tercih edilmemiştir. Bunun bilinçli bir tercih olduğu, yalnızca Mec­lisli Mebusan ve ilk Meclis’te konu ile ilgili yapılan tartışmalar hatırlandığında, rahatlıkla söylenebilir. Yahudiler dışındaki gayrimüslim azınlıklar, Millî Mücadele esnasında işgal güçle­riyle işbirliği yaptıkları için “kuran” teriminin kapsamı dışın­da bırakılmıştır. Bu tanımın arkaplanında, Jön Türklerden te­varüs edilen, Türklerin “unsur-u aslî” ve “asıl malik” oldukları düşüncesi yatmaktadır. Dolayısıyla, Mustafa Kemal’e göre mil­let, muayyen sınırlar içinde tesadüfen bir araya gelen insanlar topluluğu değildir. Aksine, millet, her şeyden önce emellerin­de birleşmiş insanların oluşturduğu “bir irade ve ülkü birliğidir . Türkler için bu birliğin temelleri, Türkiye Cumhuriyetive kurucu ilke olarak onun liderinde cisimleşen siyasî bağım­sızlık, dayanışmacılık, ulusçuluk, sekülarizm, çağdaş medeni­yet vs.’dir.

Aslında, Türklüğün bütün kurucu kavram ve sembolleri, - Millî Mücadele, TBMM, Ankara, Sakarya, Dumlupınar, muzaf­fer ordu, 19 Mayıs, 23 Nisan, 30 Ağustos, 9 Eylül, 29 Ekim, hilafet ve saltanatın ilgası, Latin alfabesinin kabulü, laiklik vs.- ortak bir tarihî özneye sahiptir:'Mustafa Kemal Atatürk. Sevan Nişanyan’a göre, Mustafa Kemal’in “ulu Türk,” “yüce Türk” ya da “kahraman Türk” yerine “Atatürk” olarak adlandırılması, Cumhuriyetin kurucusunun yalnızca lider, rehber ya da Türklerin en büyüğü olarak görülmesinin yeterli görülmediğini or­taya koymaktadır: Atatürk, Türk milletini kuran aktif bir ilke­dir. Bu sebeple, Türk milleti ona ve onun vazettiği ilkelere bağlılığı ölçüsünde var olmayı hak etmektedir.

Cumhuriyet idealini ve bunun lâzımları olan Türk dili ve kültürünü benimseyen herkes, din ve soydan bağımsız olarak kendisini Türk olarak adlandırabilir. Kemalist akideyi iradî olarak kabul edenler, herhangi bir zorlukla karşılaşmadan Türklüğü elde edebilir; çünkü tanım gereği, her Türk Kema­list olmak zorundadır. Kemalist olmayanlar, temel hak ve hür­riyetler açısından karşılığı olmayan, siyasî haklar bakımından budanmış, itibarî nitelik taşıyan hukukî Türklükle yetinmek zorundadırlar. Türkleştirme konusu ele alınırken bu husus daha açık olarak görülecektir.

“Büyük Şef” olarak “Atatürk” kavramının 1920’ler ve 1930’larda oldukça yaygınlaşan faşist-korporatist ulus teorileri­ne yakınlığı dikkat çekicidir. İtalya’da, Roma İmparatorluğu sembolizmine yaslanan ve Duce etrafında kristalize olan siyasî hareketler, Macaristan’da St.Isztvan hükümdarlığı, Portekiz’de Esta do Nove, Ispanya’da Falanjlar, Fransa’da Action Francaise ve elbette Almanya’da Führerin temsil ettiği, karizmatik lider ve onun temsil ettiği bir devlet etrafında birleşen, tarihî bir misyon ifa eden ulus kavramı, Atatürk kavramının anlattığı ulus anlayı­şıyla aynı zemini paylaşmaktadır. Ulusa hayat veren bizzat lide­rin kendisidir. Parla’nın Nutuk'u yorumlarken işaretlediği ulus-lider ve lider-ulus özdeşliği, Atatürk’ün konuşmalarında kullandığı devri mantık içinde net olarak görülebilmektedir.

Birinci Dünya Savaşı’ın takip eden dönemde tüm dünyada ortaya çıkan “manevi kriz” göz önüne alındığında, bu “mistik" teorinin yaygınlığı daha iyi anlaşılabilir. Teorinin beraberinde getirdiği yapısal zayıflık, ulus üyelerinin seçkinliğini lidere sa­dakatleriyle ölçmesidir: Eğer bir ulusa mensup olma şartı, ulu­sal ülküyü ve bu ülküyle aynileşmiş siyasî alternatifleri sahip­lenmekse, o takdirde bu “ülkü”yü paylaşmayanlar doğrudan “vatan haini” konumuna düşmekte ve vatandaşlık hakların­dan yoksun kalmaktadırlar; çünkü temel hak ve hürriyetlerin kullanımı, muayyen bir siyasî ülküye ve o ülküyü vazedene sadakat duyulması şartına bağlıdır. Ulusal kimliğin sınırları ne kadar esnek çizilirse çizilsin, ülküye ve lidere sadakati şüpheli herkes, son tahlilde, potansiyel “vatan hainliği” suçlamasına maruz kalabilmektedir.



 Ahmet Yıldız-Ne Mutlu Türküm Diyebilene-İletişim Yayınları





Devamını Oku »