Nefret

Nefret adaletsizliği tetikler, adaletsizlik de şiddeti.

Nefret sözcüğü ağzınızdan çıktığında, düşma­nı ortadan kaldırılası bir varlık ola­rak tanımlamış olursunuz. Bugün Türkiye'de aklı başında gibi görünen pek çok insan, demok­ratik bir ülkede nefret suçu’ sayılabilecek söylemlerde bulu­nuyor, nefret konuşmasını çoğaltıyor. Sokaktaki vatandaşın ‘karadonlu/kıllı’ veya ‘göbeğini kaşıyan adam’ olarak aşağı­landığı, hikâyesinin ve dolayısıyla yapağı seçimin önemsizleştirildiği ayrımcı yaklaşımlar, gazete köşelerinden üzerimi­ze püskürtülüyor. Bu söylem, toplumun Batılı tüketim ve yaşama biçimini içselleştirmek yoluyla üstünleştiğini düşü­nen kimi kesimlerinde hemen mâkes buluyor ve kente son­radan gelen, düşük gelir seviyesinden insanların veya kimi- leyin cami cemaatinin bir öfke nesnesine dönüştürülmesi­ne yol açıyor.

Örnek mi istiyorsunuz?


İstanbul’un Bağdat Caddesi’nde yürümekte olan ba­şörtülü, varlıklı ve eğitimli bir kadın ensesine aniden inen şaplakla irkildi. Ne olduğunu anlamaya çalışırken, az önce kendisine kötü kötü bakan altmış yaşlarında modern bir Cumhuriyet kadını’nın koşarak uzaklaştığını fark etti. Ca­nının acısına mı yansındı, yoksa hemcinsinden gördüğü şiddete mi?

Buna benzer sayısız örnek verebilirim. Bunlar benim nef­ret mağdurlarından birebir dinlediğim öyküler. Bu olayda dikkat çeken şey şu: Öfke duyulan nesnenin (başı örtülü ka­dın) özgüveninin (Şuna bakın, caddede nasıl da rahat yürü­yor ! Burası bizim bölgemiz, sen burada ne arıyorsun?), aşı­rı derecede kutuplaşmış politik zeminde muhatabında ya­rattığı tehdit algısı. Benim topraklarımda kendine bu kadar güvenerek yürüyebiliyorsan, buralar artık benim toprağım değil demektir. Aman Allah’ım! O zaman ben topraksız ve kimliksiz mi kalacağım?

Bu tehdit algısı içimdeki küçük diktatörü açığa çıkarı­yor. Bana benzemeyenin beni yok edebileceğini düşündü­ğüm anda, onun ensesine bir şaplak indirmek meşrulaşıyor.

Tehdit algısını besleyen ana damarlardan biri de, ‘nefret konuşmaları.’ Toplum önünde serdedilen ve daha güçsüz ol­duğu düşünülen grupları hedefleyen bu konuşmalar, hedef­lediği grup veya kişiyi aşağılayarak onun kişiliğini rencide ediyor. Hedefteki kişi, böylece kendisini daha değersiz, ruh­sal açıdan daha sıkıntılı ve özgürlüğü kısıtlanmış birisi ola­rak hissediyor, öte yanda, hayatını ancak otoritenin diline bitiştirerek var olabilen bir kesimin, muhayyel düşmana şid­det göstermesini kolaylaştırıyor.

‘Düşman üretme ideolojisi/ Türkiye’de başımıza ne ço­raplar örmüş birlikte izliyoruz. Nefreti bir politik aygıt ola­rak kullanmak suretiyle, sözüm ona doğru amaçlar uğruna karanlık eylem ve cinayetlerini meşrulaştırmaya çalışanlar, bugün bir bir yargı önüne çıkarılıyor. Sağa sola parmakla­rını çevirerek bulanık suda hain avlayanların, bu ülkeye ve millete ne denli derin bir ihanet içinde oldukları gün yüzü­ne çıkıyor.

Nefret eden, tedaviye muhtaçtır. Nefretin sahibi, kendi içindeki kötülükle yüzleşmekle iyileşebilir ancak. Kem âlet (nefret) ile kemâlât olmaz.

Kaynak:

Kemal Sayar - Herşeyin Bir Anlamı Var

Devamını Oku »

Çocuğunuzu kapitalizmin 'reklamlarına' kurban etmeyin!




''Hayâl dünyaları video oyunlarıyla, televizyon ekranından üzerlerine fışkıran şiddetle ve kapitalizmin bu hayâsız saldırısıyla târümâr olan çocuklar bu muhasaradan nasıl etkilenir? Çalışmalar saldırgan reklâmcılığın çocuğun iç dünyasında izler bıraktığını gösteriyor.'' Yağız Gönüler, Kemal Sayar'ın 'Reklamlar, Çocuklar ve Oyuncaklar' başlıklı makalesini alıntıladı.




Teknoloji çocuklara saldırıyor. Reklamlar saldırıyor. Elektronik saldırıyor. Ebeveynler, emanetlerini unutup kariyerlerini diri tutuyorlar. Maalesef çocuklar üzerine hiçbir şey düşünülmüyor. Oysa çocuktur dünyayı henüz öldürmeyen… Dünyada hâlâ işe yarar bir şeyler varsa ve gerçekten güzel olan bir şeyler üretiliyorsa, altında çocukluğunu, çocuk duygularını kaybetmemiş yüreklerin imzası vardır diye düşünüyorum.

Biz ne kadar umutla ve coşkuyla mücadele edersek edelim, muhakkak karşıdan da tam tersi istikamette, tam tersi fikirler ve hedefler için yapılan bir takım şeyler daha var. Bu yüzden bir çocuğun mermiyle tanışması, oyuncak ayı bulmasından daha kolaydır. Bu yüzden bir çocuğun kolayı ve hamburgeri tatması, doğal süte kavuşmasından daha basittir. Ve tüm bunların altında da kapitalizmin o gitgide artan, saldırgan ve doyumsuz dili reklamcılık yatmaktadır.

Çocuk Gelişiminde Ebeveynlerin Hataları ve Çözüm Önerileri röportajının ilk ayağı yayımlanmış, ilgi görmüştü. Dilerim bu ilgi, harekete geçmek için de üzerimizdeki ölü toprağının kalkmasına vesile olur. Röportajın ikinci ve son ayağından evvel bir teneffüs niyetine, Kemal Sayar hocanın “Reklamlar, Çocuklar ve Oyuncaklar” başlıklı denemesini buraya olduğu gibi aktarıyorum. Özellikle ebeveynlerin ve öğretmenlerin mutlaka okuması gerektiğini düşünüyorum.

***

Ailenin parçalanması, kimlik ve anlam krizini tırmandırmaktadır

Reklâmlar yetişkinlere hayat tarzı satar. Bir ürünle hayatlarımızı dönüştürür, bir ürünü satın almakla hayâl ettiğimiz kişi oluveririz. Reklâm ötekinin hasedi üzerine bina edilir. Diğerlerinin benim üzerimde gördüğü mutluluğa tâlibimdir. Başkalarının satın alamayacağı bir şeyi satın almakla kendimi kıskanç bakışların tahtında bulurum. Başkaları beni hasetle incelerken ben onlarda kıskanılacak hiçbir şey bulamıyorsam, müşteriliğin tılsımlı dünyasında iyi bir yer tutmuşum demektir.

Hasedin toplum ölçeğinde yaygınlaşan bir duygu hüviyeti kazanması, reklâmı etkili bir strateji kılar. Modern endüstri toplumunda bireysel mutluluğun peşinde koşmak evrensel bir hak olarak görülmektedir. Mamafih, mevcut toplumsal koşullar kişiyi güçsüzleştirmekte ve olduğuyla olmak istediği arasındaki uçurumu büyütmektedir. Sâhip olduğumuz şeylerin hayatı farklılaştırdığı, bizi diğer insanlardan daha farklı ve ayrıcalıklı bir konuma yerleştirdiği inancı, güçsüzlük duygumuzu telâfi etmeye yarar. Sıkıcı ve mânasız çalışma saatleri, baş döndürücü alışveriş saatlerinin özlemine ayarlıdır. Edilgen çalışan, etkin bir tüketiciliğin düşüyle işyerinde köleliğe katlanır. Güzel bir arabanın, güzel bir tatilin, satın alındığında ‘tüm bu köleliğe değdi’ dedirtecek ve ancak kendisi gibi şanslı kimselerin erişebildiği bir ürünün düşüyle o anlamsız hayata katlanır iş kölesi. Reklâm, ‘bir şeyin yoksa sen bir hiçsin’, ‘parayla cennetin kapılarını açabilirsin’ der yetişkinlere. Ancak para harcama kudreti olanların yaşamaya takâti yeter. Ancak paranızı harcayarak daha sevilesi varlıklar olursunuz. Satın alabilir olmak, arzu edilir ve sevilir olmak için şarttır. Böyle der reklâmcılık.

Psikanalitik bakış açısı, tüketimden alınan hazzı ve sadece daha fazlasına sâhip olmak için sevilmeyen işlerde uzun saatler çalışılmasını, önceden kültürün içinde hazır bulunan bazı kimlik kaynaklarının aşınmasına bağlamaktadır. Modern toplumun mümeyyiz vasıfları olan parçalanma, yurtsuzlaşma ve insanî irtibat kaybının temel bazı sosyal değişimlerle ortaya çıktığı tartışılmaktadır. Eski ve istikrarlı topluluklar, üyelerine, güvenilir bir üs, oradan bir kimlik duygusu geliştirebilecekleri sağlam bir âidiyet, zor zamanlarda dayanışma, paylaşma ve yardımlaşma vasıtasıyla ‘içeriden biri’ olma duygusu sağlıyorlardı. Cemaat ve ailenin parçalanması, kimlik ve anlam krizini tırmandırmaktadır. Dahası geç kapitalizmin ve küresel ekonominin kalkınmanın sosyal dokusunu tamamen ihmal ederek bir risk toplumu yaratmaları iş ortamında da güvensizliğe, endişe, çâresizlik ve özsaygı azalmasına yol açmaktadır. Alışveriş böylesi bir kültürel iklimde insanlara, hayatlarının diğer alanlarında sâhip olmadıkları etkin bir güç sağlamakta, kültürel ve ruhsal süreçlerin yol açtığı boşluk ve anlamsızlık duygularına karşı bir savunma işlevi görmektedir.

Üç yaşında bir ABD’li çocuk ortalama 100 markanın logosunu tanıyor

Reklâm stratejileri, bugün bizi almak istediğimiz her şeyi alabileceğimiz şeklinde yönlendirmektedir. Satın aldığımız markalar bilinçdışı cinsel arzularımızın; huzur, rahat, emniyet, âidiyet ve iktidar arayışlarımızın bir ilâcı olarak sunulmaktadır. Sâhip olduğumuz ürünlerle kim olacağımızı seçtiğimiz bir zaman diliminde yaşıyoruz. Kimliğin diğer kaynaklarının aşınmasıyla kimlik ve zevkin temel kaynakları olarak insanlar alışverişe ve tüketiciliğe yönelmektedirler. Geleneksel toplum yapısı insanlara bir âidiyet hissi, bilinme ve tanınma imtiyazı, zor zamanlarda destek, dayanışma ve anlam sağlıyordu. Daha durağan ve kararlı eski toplumların yerini günümüzün hıza ayarlı risk toplumunun alması insanları bir ‘karakter aşınması’ sorunuyla karşı karşıya bırakmaktadır. Richard Sennett’in deyişiyle bu durum samimî, derin ve sadâkate dayalı insan ilişkilerinin kaybolarak günübirlik çıkarların öne çıktığı bir sığlaşmayı temsil eder. Dayanışma duygusu ortalıktan çekilmiştir ve içsel tatminsizlik günbegün büyümektedir. İnsanlar maddî zenginliğin ortasında yoğun bir boşluk duygusundan yakınmaktadırlar.

Phillip Cushman, 2. Dünya Savaşı sonrasında ABD’de toplum, gelenek ve paylaşılan anlamın uzağına düşen, bunların yokluğunu yaşayan benliği ‘boş benlik’ olarak tanımlamaktadır. Bu toplumsal yoklukları yaşayan benlik, bunları ‘içsel hayat’ında kişisel anlam ve değer yokluğuna tercüme etmekte ve süreğen bir duygusal açlığı cisimleştirmektedir. Bu benlik boşluğunu tüketerek ve sâhip olarak doldurmayı amaçlamaktadır. Tüketim sözcüğünün psikanalitik kuramda ilk tedâvisi bebeğin bedensel ve ruhsal varlığını devam ettirmek için ‘anneyi tüketmesi’ durumudur. Anne sütünde mündemiç olan gıdayla birlikte bebek haz verici ilkel bir kimlik duygusu da alır. 20.yüzyılın ikinci yarısından itibaren arzu pazarlanmış ve reklâmcılık bize eksikliklerimizi dış dünyadan alacağımız eşyalarla telâfi edebileceğimizi telkin etmiştir. Böylece bir araba markası, bir içecek ya da giyim eşyası; bizim cinsel arzularımızı, iktidar, makam, emniyet, huzur veya âidiyet arayışlarımızı temsil eden simgesel vasıtalar haline gelmiştir.

Reklâmcılık yüzyılın son çeyreğinden itibaren, giderek daha da oburlaşan bir iştahla çocuklara yöneliyor ve çocukluğu muhasara altına alıyor. Bazı araştırmalar üç yaşında bir ABD’li çocuğun ortalama 100 markanın logosunu tanıdığını gösteriyor. Elektronik medyanın yaygınlık kazanmasıyla reklâmcılar anne babayı bir kenara iterek, kolaylıkla etki altına alabilecekleri çocuklara doğrudan konuşmaya başladılar. Televizyonun girdiği her ev artık fethedilmiş bir toprak parçası gibiydi, reklâmcılar ‘vaad edilmiş topraklar’ı olan çocukluğa kolayca erişebiliyorlardı. Göz telkine yatkındır, görülen şey daha kolaylıkla arzu edilir. Çocuklar için istenmesi elzem şeyler bir resmi geçit hâlinde gün boyu televizyon ekranından akar gider. Şirketler artık çocuklara yeni bir rol biçmişlerdir, onlar ‘müşterilik öğrencisi’dirler; arzu etmeyi, ihtiyaç hissetmeyi, sâhip olmayı, sâhip olmakla geçici de olsa bir mutluluk ve tatmin bulmayı öğrenmelidirler. Bu süreç ancak manevî değerlerin tersyüz edilmesiyle işler: Kanaatkârlık, özdenetim, tasarruf ve sebatkârlık gibi geçmiş değerlerin içi boşaltılır ve çocuk, David Riesman’ın deyişiyle, ‘Pepsi-Kola ile Koka-Kola arasındaki farkı bilmek üzere eğitilir’. Anne ve baba, reklâmcılık endüstrisi tarafından bir kenara itilir, onların görevi çocuğun talep ettiği ürünlerin parasal kaynağını sağlamaktan ibârettir.

Peki, çocuklar neden bu kadar vahşi bir kapitalist saldırının hedefi hâline getiriliyorlar? Çocuk reklâmcılığının bir gurusu bu soruya üç ana başlıkta cevap veriyor: ‘Çocukların harcayacak kendi paraları vardır, ailelerinin para harcama kararlarında etkili olurlar ve nihâyet onları gelecekte müşteri kılmak isteyen reklâm kampanyalarına açıktırlar’. Bir başkası, ‘beşikten mezara kadar’ diyor, ‘onları çok erkenden ele geçirir ve hayat boyu elimizde tutarız’. Kapitalizmin bu militan dili, bu ayak basılmadık toprak bırakmak istemeyen sömürgeci mantığı, sonunda çocukluğu da istilâ ediyor. Bu cümleler, sanırım Türkiye reklâmcılığında neden giderek artan sayıda oyuncak benzeri öğelerin kullanıldığı sorusuna kısmî bir cevap getiriyor.

Reklâmlar çocuklara maddeci bir dünyayı ve satın alma hazzını va’zediyor

Los Angeles Times’a konuşan bir reklâmcı şöyle diyor: ‘İyi reklâm, insanlara, o ürünü almazlarsa çok şey kaybedecekleri, bir kaybedici olacakları duygusunu verir. Çocuklar buna karşı çok duyarlıdır. Onlara bir şey almalarını söylerseniz buna direnirler. Ama almazlarsa -şaka yollu- bir tavuk olacaklarını söylerseniz birden dikkat kesilirler. Duygusal incinebilirliği kaşırsınız ve bunu çocuklarla çok kolay yaparsınız, zira onlar çok incinebilir varlıklardır’.

Çocuklar şirketler tarafından artık giderek daha erken çağlarında ele geçirilmek isteniyor. Bazı marka isimleri zihinlerine kazıyarak ve ürünleri için arzu yaratarak, çocukları erken yaşta bir müşteri olarak ele geçirenler, daha sonra da ellerinde tutabileceklerini düşünüyorlar. Bu arada psikoloji bilimi de bulgularını reklâm endüstrisine hayâsızca servis edebiliyor. Sözgelimi iki yaşındaki çocukların rüyalarında sıklıkla hayvan veya hayvan karakterleri gördüğünü, yuvarlak ve eğimli karakterleri iyi; köşeli, kırık çizgili karakterleri ise kötü olarak algıladığını tespit eden bilim adamları, bulgularını reklâmcıların daha etkili satış stratejileri geliştirmesi için kapitalizmin emrine sunuyor.

Hayâl dünyaları video oyunlarıyla, televizyon ekranından üzerlerine fışkıran şiddetle ve kapitalizmin bu hayâsız saldırısıyla târümâr olan çocuklar bu muhasaradan nasıl etkilenir? Çalışmalar saldırgan reklâmcılığın çocuğun iç dünyasında izler bıraktığını gösteriyor. Maddeci değerlere çok fazla odaklanan insanların hayatta daha az tatmin bulduğu, daha mutsuz oldukları, kişiler arası ilişkilerde daha fazla sorun yaşadıkları, daha fazla alkol ve madde kullanımına dûçar oldukları ve içinde yaşadıkları topluma daha az katkıda bulundukları çeşitli çalışmalarda gösterilmiş bulunuyor. Reklâmlar çocuklara maddeci bir dünyayı ve satın almanın hazzını va’zetmektedirler. Böylece maddî zenginliğe ve çabuk doyurulmaya kendisini ayarlamış o sığ ‘müşteri kimliği’nin tohumları, çocukluğun bereketli topraklarına serpilmektedir.

Bir düşünün: Yetişkin birisi bir çocuğu süreğen bir biçimde aldatır ve istismar ederse, çocukta başkalarına güven ve kendisini dünyada emniyette hissetme duygusu zedelenmez mi? Aynı şekilde başarı, popülerlik, çekicilik gibi yalancı cennetler vaat eden reklâmlar da, aldatma ve kandırmaya dönük hileleriyle çocuğun emniyet duygusunu zedeleyecek, işitip gördüklerine itimat etmemesini sağlayacaktır. Reklâmlar, gördükleri sonsuz çeşitlilikteki ürüne sâhip olamadıkları sürece kendilerini aşağı hisseden çocuklarda, narsisistik bir yaraya yol açabilirler. İskandinav ülkeleri ve Yunanistan’da çocuklara doğrudan reklâmın yasaklanmasına yahut sınırlanmasına şaşmamak gerekir.

Türkiye’de neden çok sayıda oyuncak benzeri öğe erişkinleri hedeflediğini düşündüğümüz reklâmlarda kullanılıyor? Kolay ve kestirme bir cevap bu durumu bizim reklâmcılarımızın da artık çocukluğun ‘vaad edilmiş topraklar’ına göz dikmesi ve onları ‘küçük potansiyel müşteriler’ olarak algılamaya başlamasıyla izah edecektir. Bazı şirketlerin geleceğe dönük tasarımlarında, bugünün küçüklerinin hayâllerine çengel atılarak yarının müşterileri yapılmaları yolunda bir projeksiyon olabilir. Bir başka açıklama şu olabilir: Bu oyuncaklar hepimizin içinde uyuyup kalmış olan çocuğu uyandırıyor, içimizde bir oyun oynama arzusu, dolayısıyla da çocukluğun emniyetine -geçici bir süreliğine de olsa- dönüş isteği tutuşturuyor. Oysa müşteriler olarak bize bugün emniyet hissimizi veren şey satın almak, ortada ne hemen dönebileceğimiz bir baba ocağı, ne sağlam bir âidiyet, ne de bir mahalle veya cemaat var. Dolayısıyla çocuksu emniyet arayışımızı kışkırtan bu oyuncaklar bize harcayarak da, tıpkı baba ocağında veya ana rahminde olduğumuz gibi, kendimizi mutlu ve güvende hissedebileceğimizi telkin ediyor. Reklâmın hüneri yarattığı yanılsamaya bizi ikna edebilmesinde. O yüzden bizi en saf, en temiz, en masum yerimizden, çocukluğumuzdan vuruyor.

Kaynak: kemalsayar.com

Yeniakit

Devamını Oku »

Söylenmemiş Aşkın Güzelliğiyledir


..Unutabilmenin de kendisine mahsus zevkleri var. Acı, içimizde sonsuza dek yaşamadığı için hayata tutunabiliyo­ruz. Geleceğin daha güzel olacağına dair bir ümit besliyo­ruz. Böylece ayakta kalıyor, sevmeye, çalışmaya devam edi­yoruz. “Ey ömrün en güzel türküsü Aldanış/ Aldan! Gelmiş olsa bile ümitsiz kış.” İnsan aldanmayı istiyor, ölümün ve acının kol gezdiği bir dünyada başka türlü nasıl direnebilir?

Her aşk, sonsuza dek sürme istidadı taşıyor. Severken ak­lımıza ayrılık gelmiyor. Ayrılığı sevdaya dahil etmiyoruz. Tıpkı yaşarken ölümü düşünmek istemediğimiz gibi. Şey­lerin zeval bulması, yokluğa karışması, ağzımızın tadını bo­zuyor. Hep bir yenileniş duygusuyla, sil baştan yaşamak isti­yoruz hayatı. Verilmiş her anı, bir armağana kavuşur gibi se­vinçle tatmak istiyoruz.

Oysa azar azar çürüyor vücutlarımız. Söyleyecek sözleri­miz tükeniyor. Aynı kelimelerle konuşmaktan dilimiz aşını­yor. İnandığımız ülküler politik propagandayla kirletiliyor. İnandığımız insanlar, hayatın bir yerinde bizi hayal kırıklı­ğına uğratabiliyor. Bazen kendimize şaşırıyoruz. Yalan söyle­yebilme yeteneğimize, kendimizi kandırabilme kudretimize. Hayat ilerledikçe, kendi cehennemimizin kara deliğine doğ­ru çekiliyoruz. “Herkesin bir kez kendi cehennemine inme­si gerekir” demişti CesarePavese. Kimimiz, hiç oradan çık­mıyor. Kimimiz, aldanışın vaatlerine kanarak orayı cenne­ti sanıyor.

Her yerde insanlar kendilerini övmek ihtiyacı duyuyor. “Ben boşuna yaşamadım” demek ihtiyacı, aynaya bakmak ihtiyacı duyuyor. Günübirlik sözlerin arasına kişisel propa­gandanın kırılgan şivesi karışıyor. İşte o kadar kırılganız. Vü­cutlarımız gibi, kimileyin ruhlarımız da çürüyor. O yüzden, birisi bize var olduğumuzu söylesin istiyoruz. Birisi bize sahici insanlar olduğumuzu hatırlatsın.Hayatımızı övülmeye değer bulsun.

Söylediğim sözlerle hayatım arasında günbegün derin bir yarık oluşuyor. Ruhuma şifa olsun diye yazdığım her keli­me, ona ayıracak bir sessizliğim yoksa* yaramı daha da onul­maz kılıyor. Yazmak tehlikeli. Yazmak insanın hançeresin­den bir neşide gibi fırlamıyorsa eğer, endişeyi tırmandırıyor. Söz, sükûtla taçlanmıyorsa yerlere düşüyor. Bir ruhtan çıkıp başka bir ruha değiyorsa sözün anlamı var.

Üzerimdeki bütün maddî örtüleri atsam benden geri­ye ne kalacak? Mesleğimin, toplumsal rollerimin, imgeleri­min dışında kimim ben? İnebildim mi kendi cehennemime? Cennetin kokusu yokladı mı hiç ruhumu? Kelimelerin nü­fuz edemediği bir sidretu-l-münteham var mı benim? Daha önemlisi, bir miracım var mı?

İnsan sadece anda yaşıyor. O uzun, o büyük şimdinin coğrafyasında. Bugün seviyor, yarın darılıyoruz. Oysa ka­nat takıp uçabilsek, gökyüzüne çıkıp da âlemi seyredebilsek; yükselebilsek de ömür denen o kavisli ırmağı bir bütün ola­rak görebilsek; yağmur kokan bir sabaha karşı camı açıp da içimize gökyüzünü çekebilsek, mevcudatın yalnız aşk üzere yaratıldığını hissedeceğiz. Sessizliğin sesini duyacağız. Oraya kelimeler girmeyecek. Aklın orada yeri yok. Sadece teslimi­yetin dile gelmez neşesi.

Hayat hâlâ damarlarımızda akmaya devam ediyorsa aşkın güzelliğiyledir.

Kemal Sayar,Herşeyin Bir Anlamı Var

Devamını Oku »

Güzelliği Ararken

Güzelliği Ararken



Ruh için günlük pratik hayattan zaman zaman uzaklaşmak ve zamansız, ebedî gerçeklikleri tefekkür etmek önemlidir. Kimi geleneklerde bu duruma 'ruh tatili' adı verilir. Hayret ve tefekkür anları için günübirlik etkinlikten sarf-ı nazar etmek. Yoldan geçerken manzara sizi büyüler ve hemen bir mola verip o güzelliği içinize çekersiniz. Ruh, her gün bir güzellik anını yakalar. Güzellik biçimde değildir, eşya ve tabiatın bizi tefekküre ve kâinatla yekvücut olmaya davet eden yanı niteliğindedir. Güzellik, tahayyüle hadsiz bir ufuk kazandırır, asla kuruyup yitmeyecek bir tahayyülü besler. Seyri hoş olmayan bir şey bile kalbi derin bir tahayyüle gark etmek suretiyle kendi güzelliğini vazeder.

Mabetler sadece pratik sebeplerle inşa edilmez, onlar aynı zamanda tahayyül içindir. Sinan'ın eserleri ruhun güzellik ihtiyacına hitap eder, bize kutsalı düşleme imkânı sunar. Güzelliği takdir etmek, ruhu karıştıracak şeylerin gücüne açık olmakla mümkündür. Eğer güzellik karşısında etkileniyorsak, o halde ruh uyanıktır. Ruhun yeteneği, etkilenebilmesinde gizlidir.

Yıldızların parladığı bir çöl gecesi tahayyül edin. Saf ve duru sessizliğin ortasında. Oradan yayılan şey, güzelliktir. Burada güzellik, gözlemcinin yansıttığı bir şey değildir, kaçınılmaz bir biçimde gerçektir ve kalplerimizde karşı konulmaz bir tepki uyandırır. Tıpkı doğruluk ve iyilik gibi, güzelliğe de tepki veririz. Çünkü onlar bizim dışımızdaki nesnel gerçeklerdir, bize ilham verir ve bizi ışığın kalbine taşırlar.


Estetik deneyim, bize acil ben-yönelimli ihtiyaç ve ilgile­rimizin dışında ulvî bir dünya olduğunu fısıldar. İnsan iyi­lik, doğruluk ve güzelliğe cevap veremediğinde tam ve sağ­lıklı bir biçimde yaşayamaz. “Kendi değerini kendin yarat” tarzı yüzeysel bir felsefe burada işe yaramaz, kendi adımıza hedefler icat ederek hayatın anlamını yakalayamayız. İnsan tabiatı, ancak dünyanın güzelliği karşısında duyduğu hay­ret ve lezzet yeteneklerini sistemli bir biçimde derinleştir­mekle kendisini gerçekleştirir. Şefkat, merhamet, sempati ve diyalog gibi ahlâkî duyarlılıkları geliştirmekle kendimizi gerçekleştirebiliriz. insanlık durumu kırılgan. O halde, ras­yonel bir biçimde iyiliğin tarafında saf tutmak yetmez. So­nunda iyiliğin kazanacağına, iyiliğin mukavemet edeceğine de inanmamız icap eder. Ümidin ışığında yaşamak gerekir. Böyle bir iman ve ümit, ikisine ilham veren aşk gibi, bilimsel bilginin alanından devşirilemez. Onları ancak manevî disip­linlerin yardımıyla elde ederiz. Bütün iyi manevî yollar in­şam doğru eyleme, kendini keşfetmeye ve diğerlerine saygı duymaya davet eder. Manevî olan ancak güzelliği görmekle başarılır ve nihayet ancak manevî temrinlerle güzelliği açık seçik görebiliriz.

Allah, Hüsn-ü Mutlak’tır, mutlak güzel. Güzellik karşı­sında duyduğumuz hayranlık, bizi Güzeller Güzeli’ne yak­laştırır. Bütün güzellikler O’nun güzelliğinin tecellisidir. Güzeller ve güzellikte ezel âleminin hatırası vardır. “Nereye dönerseniz dönün, orada O’nun yüzü, O’nun güzelliği var.” Güzellik, insanın içinde uyanmak isteyen bir hatıradır.

Kemal Sayar - Herşeyin Bir Anlamı Var

Devamını Oku »

Hased kültürü


Hased kültürü insan ilişkilerini infilaka hazır bir bomba haline getiriyor. Bu havayı soluduğumda, başkasının yücel­tmesi benim değersizleşmem anlamına geliyor. O halde onu da dedikodu, kara çalma, çelme takma gibi en adi vasıtalarla yanıma çekmeliyim ki, değersizlik hislerim beni perişan et­mesin. Bu toplum, tuhaf bir özgüven spazmı içinde, özgü­ven bazen büzüşüyor, o kadar narinleşiyor ki, her şey ve her­kes tehdit oluveriyor. Sonra birden gevşiyor, dağa taşa mey­dan okuyan sağlıksız bir ruh haline dönüşüyor. Bu psikolo­jik dinamik, insanları hemen her konuda hiç zahmet harcamaksızın otorite kılmaya yetiyor. Anlamak zahmetine hiç girmeden, üç satır okumadan, ter dökmeden üst perdeden konuşan insanların ülkesi. Okumasına ve anlamasına gerek yok, çünkü o doğuştan haklı olanlar kabilesinden.

Haset, kıskançlıktan farklı olarak, sahip olunan bir şeyi kaybetme korkusundan çok, başka birine kötülük yapma ar­zusuyla şekillenir. Bizim toplumumuzda geleneksel yapının çözülmesi, diğerkâmlık ve özgeciliğin bu yapıyla birlikte de­ğer yitimine uğraması, ‘haset kültürü’nü tırmandırıyor. Ha­yatî bir fare yarışı’ olarak tanımlayan rekabetçi anlayış, ki­şinin özgüvenini yanlış sacayakları üzerine kuruyor. Maddî güç, başkaları üzerinde iktidar kurabilme kabiliyeti, toplum­sal alanda görünürlük ve işitilirlik gibi gelgeç değerler, özgü­venin en önemli belirleyicileri oluyor. Hayat bir kez fare ya­rışı’ olarak algılanmaya başlandığında, bizden önde olduğu­nu düşündüğümüz herkes öfkemizin nesnesi oluveriyor.

Haset kültürü insanların birbiriyle konuşmasını da en­gelliyor* Bu kültürün içinden konuşanlar, insanın samimi bir ontolojik duruşa yaslanarak konuşabileceğine ihtimal vermiyor. Kendilerinden farklı düşünen herkesi İkbal avcılı­ğıyla, çıkar peşinde koşmakla itham ediyor. Baktığı her yer­de güç yarışı görenler, adeta gücü kutsuyor ve onu elde et­mek için her vasıtayı mübah sayıyor. Haset kuvvetli bir his ve ona mağlup olan kimse yok ki, iç huzuru bulabilsin. İç­ten içe insanı kemiren, sinir uçlarını her daim uyaran, İnsanı sürgit bir mutsuzluğa hapseden olumsuz bir duygu. Bütün zaferleri Pirüs zaferi, ötekinin tahrip edilmesi için sıkılan her kurşun aslında kendisini vuruyor, başkasını yok etmek için harcanan her çaba aslında kendi iç ışığını söndürüyor.

Gelin, biz bu haset kültürüne ayak direyelim. Kalemi kağıdı elimize alıp bir şükran mektubu yazalım. Hayatımız­da bize iyilik etmiş birisine, bize dünyanın güzel ve emin bir yer olduğunu göstermiş, insana ve hayata umutla bak­mamızı sağlamış, bir harf öğretmiş, bir kapı aralamış birisi­ne, ona duyduğumuz şükran ve minnettarlığı cömertçe ya­zalım, Sonra onunla buluşalım ve gözlerimiz onunkilere hiç değmeden, usulca bu mektubu okuyalım, insanın insana söyleyeceği ne çok şey var...

Kaynak:

Kemal Sayar-Herşeyin Bir Anlamı Var
Devamını Oku »

Narsisizmin Günahları


Hastalıklı narsisizmin günümüz kültüründe normalleşmesi, bu anlayışın, zihin ve karakterlere biçim veren kurumlar ve etkiler üzerinden çocuklara aktarılması demektir. Narsisistik / özsever imge ve değerlerle dolu bir dünyada, anne babalar sağlıklı çocuklar yetiştirmek için zorlu bir uğraş içinde. Günümüz dünyası bize var olan sınırların ve kısıtlamaların aşılmasını telkin ediyor. Çocuklara öz güven kazandırma gayreti onların dikkatini iyi şeyler yapmaktan iyi şeyler hissetmeye doğru kaydırıyor. Konuştuğum pek çok ergen ve genç, onlara kendilerini iyi hissettiren bir şeyin nasıl olup da anne babalarına ters geldiğini anlayamıyorlar.

Çocuklara dürüstlüğü, yardımseverlik ve öz denetimi öğreten karakter eğitimi fazlasıyla modası geçmiş bulunuyor. Çocuklara iç seslerine güvenmelerini telkin ediyoruz. Henüz olgunlaşma imkânı bulamamış bu seslere kulak kesilmekle yetişkin otoritesi aşındırılıyor. Okullarda öğretmenler disiplin sağlamakta zorlanıyor. Geçtiğimiz günlerde İstanbul'un saygın ortaöğretim kurumlarından birisinin müdire hanımıyla sohbet ediyordum. "Şimdiki aileler" diye yakındı, "oturacakları evi bile çocuklarına danışarak seçiyor."

Narsisistik bireyin dış bir otoriteye boyun eğme zorluğu, günümüzün kimi ideolojik ve dini yönsemeleriyle de örtüşüyor. Kişisel gelişim ideolojileri zaten benliğin ululanması üzerinden ekmek yiyor. "Tanrı senin içinde", "Yüce kudret senin ruhunda gizli" yollu, ilahi olanı insanın kendisine hasreden, Tanrı'yı kişiselleştiren ve sadece insanın içine hapseden yeni bir tür maneviyatçılık, dünyada ve ülkemizde şehirli üst sınıflarda yayılıyor. Eğer yüce kudret dediğim şey sadece Tanrı'yı oynayan Ben isem, herhangi bir ahlaki standarda bağlı kalmam gerekmiyor. Herkes bana saygı duymalı, beni onaylamalı, takdir etmeli ancak benim bunları kimseye vermem gerekmez.
Narsisistik zamanların bir alameti de doğru ve yanlış hakkında kafalarımızın bu kadar karışık olması. Kendi hatalarımızla yüzleşmektense büyüklenme ve kâdir-i mutlaklık fantezileriyle onları reddetmeyi yeğliyoruz. İşler yanlış gittiğinde, çocuklar gibi suçlayacak birilerini arıyoruz. Şiddet, rüşvet, yalan gibi sosyal kötülükleri neredeyse kişisel bir seçim olarak algılıyor ve onları meşrulaştıracak gerekçelerin ardına gizleniyoruz. İmgenin her şey olduğu bir çağda neye, nasıl, ne kadar inanacağımız şaşırıyoruz. İmgenin her şey olması gerçeğe duyduğumuz iştahı azaltıyor. Böylesi bir ortamda rekabet, öldürücü bir nitelik kazanıyor.

Günümüz toplumu hastalıklı narsisizmi besleyen bir fidelik. Dünyayı ve çocuklarımızı bu hastalıklı oluştan korumamız, onlara farkındalığı, özdenetimi, gerçekliği, sınır koyabilmeyi, nezaket ve diğerkâmlığı öğretmemiz gerek.
Ahlak, evde başlar.

Kaynak:

Kemal Sayar - Herşeyin Bir Anlamı Var

Devamını Oku »

Kaygı çağı veya Belirsizlikler çağı


Pek çok şair ve yazar, zamanımızı kaygı çağı veya belirsizlikler çağı’ olarak isimlendiriyor. Bu isimlendirmede ör­tük bir önkabul var: Biz geçmiş nesillere kıyasla daha incine­bilir durumdayız. Psikolojik anlamda, kendimizi emniyet­te hissetmiyoruz. Endişeli, gergin, nevrotiğiz. Modern bilim ve teknoloji, insanın insana yabancılaşmasını, insanın evre­ne ve Allaha yabancılaşmasını tırmandırıyor. Modern po­litika, aidiyet ihtiyaçlarımıza cevap vermiyor. Kontrol edile­meyen her şey, bizim için risk oluşturuyor. İtimat duygusu zayıfladığı için sokaktaki yabancıyı hemen düşman hanesine yazıyoruz. Başımıza kötü bir şey gelecek beklentisiyle hayatı kendimize zindan ediyoruz. Demek istiyorum ki, kaygı, as­lında yaşadığımız zamanın ruhunda var.

Geleceğin istikrar­sız bir piyasa ekonomisi’ ve ilkesiz bir ‘laissez-faire ahlâkı ile biçimlendiği, bir günde binlerce insanın işsiz, evsiz ve bark­sız kalabildiği bir dünyada kaygı kaçınılmaz. Ailenin de ep­rimeye yüz tuttuğu, pek az insanın girdiği işten emekli ol­duğu, barbarın hiçbir mazeret aramaksızın kapımızın önüne kadar sokulduğu ve nihayet sığınacak liman bulmanın zor­laştığı bir dünyada, panik ve kaygı salgınlar halinde insan ruhunu dövüyor.
Yeryüzündeyiz ve bunun bir şifası yok.

Kaynak:

Kemal Sayar-Herşeyin Bir Anlamı Var
Devamını Oku »

Korkuyorum Anne !


'Çocukların hızla büyümeye zorlandığı, ‘çocuk masumi­yetinin kaybolduğu, buna mukabil erişkinlerin de çocuk­laşma temayülü içine girdiği tuhaf bir zamanda yaşıyoruz. Bugünün çocukları bilgisayardan anlıyor. Evime ilk kişisel bilgisayar girdiğinde 30 yaşımdaydım. Bugün i ki buçuk ya­şındaki afacan oğlum net üzerinde oyun oynuyor. Mouse’u kontrol etmeyi çok seviyor. En sevdiği ve ilk öğrendiği söz­cüklerden birisi, “tıkla”! Bugünün çocukları daha tüketim yönelimli; markaların farkındalar ve onları tüketmek isti­yorlar. Daha hızlı yaşıyor, duygusal, fiziksel, sosyal uğrakla­rı daha hızlı geçiyorlar. Kızlar için ilk âdet görme yaşı gün­begün düşüyor. Daha fâzla seçim yapma şansları, daha çok haklan var. Ancak bağımsızlık ve özgürlük konusunda ön­ceki nesiller kadar şanslı oldukları söylenemez. Sahip oldukları daha fâzla şeye rağmen, üzerlerinde daha fazla baskı hissediyorlar. Bir meslektaşım, sınav maratonu içinde yorulan

on yaşındaki oğlunun bir gün kendisine yaşamaktan bıktığı­nı söylediğini aktardı. Hayatın başında hayattan yorulmak...

Ne zor şey bu!

Çocuklarımızla ilgili tarifsiz korkular içindeyiz. Onla­rın çok incinebilir varlıklar olduğunu düşünüyoruz. Hayat­la başa çıkmak için yeterli düzeyde kaynaklan yok diye dü­şünüyoruz. Bu yüzden onları bir kavanozun içinde, hayata  dokunmadan, en steril ortamda yetiştirmeye çalışıyoruz. Ye­dikleri şeylerden oynadıkları oyunlara kadar her şey risk içe­riyor. Tehdit altındaki bu varlıkları korumanın bir yolunu bulmalıyız. Evet evet, en iyisi onları hiç gerçek hayada yüz­leştirmemek! Hele de erişkinler arasındaki ilişkiler bu kadar kırılganken, her iki evlilikten biri boşanmayla sonuçlanıyorken... Bütün duygusal yatırımımızı çocuğumuza yapmalıyız.

Ne de olsa o bizi terk edip gitmez, değil mi?

Ahlâkî düsturun açıklığını kaybettiği bir zamanda, her şeye daha fazla tahammül gösteriliyor. Cep telefonu edin­me yaşı giderek düşüyor. Hayatını nasıl sürdüreceği soru­suna artık çocuğun kendisinin bir cevap bulması gereki­yor. Önünde çok fazla seçenek var ve bu seçimin yükü ço­cuğun omuzlarına biniyor. Çocuklar giderek daha endişe­li hale geliyor, çünkü anne-babaların endişelerini adeta emi­yorlar. Anne-babalar sokaktan ve tabiattan korktukları için, çocuklar da korkuyor. Anne-babalar onların başına kötü bir şey gelmesinden korktukları için, çocuklar da kendilerini bir türlü güvende hissedemiyor. Biz korktukça, onlar bize daha bağımlı hale geliyor. Daha bağımlı olmaları da, kendi ayak­ları üzerinde duramamak gibi bir sonuç getiriyor.

Korkuyorum anne!

Kaynak:

Kemal Sayar-Herşeyin Bir Anlamı Var
Devamını Oku »

Bir Ruhum Var, Bak !


Ahlâk eğitimi, günübirlik etkileşimlerle, yetişkinleri göz­leyerek, hayatin içinde öğrenerek yürür. Çocuklar bizim ha­yatlarımızın tanığı olmakla bir ahlâk duygusu geliştirirler. Bir yetişkin, ancak doğru eylemlerle çocuğa ahlâk hocası olabilir. Kuru nasihat ve vaaz çocuklara sökmez. Çocuklar birbirleriyle konuşarak, çevrelerinde olup bitenleri gözleye­rek, neyin doğru neyin yanlış olduğuna dair bir kanaat edi­nirler. Anne-baba, nasıl önceki nesillerin değer ve ahlâk an­layışını miras aldıysa, kendi çocuklarına da bu mirası bırak­mak ister. Anne ve babayla kurulan iletişim, çocukların ‘iç ses’inin ayarlanmasına hizmet eder. Elbette, tutarlı bir ahlâk anlayışına sahip, davranışlarıyla örnek olan anne ve babalar çocuklarına bir ahlâk duygusu geçirebilirler, öte yanda, her çocuk, zaten ahlâkî olana ayarlı bir duyguyla doğar. Kültü­rel koşullar ve hatta kimileyin eğitim, bu ahlâkî iç sesi bastı­rır, onun yerine bencilce dürtüleri yerleştirir. Kültürel okur­yazarlık artarken, ahlâkî okuryazarlık azalır. Sadece çıkarla­rımız için seçimde bulunmak, bir yüzyıl önce ayıplanabilir- ken, yaşadığımız çağda ayakta kalmanın olmazsa olmaz bir düsturu olarak görülebilir. Geçmişin günahı, bugünün er­demi olur.

Türkiye tuhaf bir kötülükle tanışıyor. Annelerini vahşet­le katleden kız çocukları, bize her şeyin tersyüz olduğu bir dünyadan, ahlâkî görececiliğin kazandığı, evrensel doğru­nun kaybettiği bir başka gezegenden haberler getiriyor. Bu çocuklar hangi cangılda büyüdü? Onları hangi televizyon kanalları emzirdi? Onları ve masum anacıklarını neye kurban verdik?

Değersiz amoral,ahistorik bir kuşağın gelmekte olduğundan dört beş yıldır bahsediyorum. Küresel dünyanın bu topraklarda yarattığı yeni bir klon: köksüzlük ve anlamsız­lık salgınının pençesinde, ben tarikatının üyesi, depresif ve endişeli yeni bir kuşak. Baba ve anneleriyle göz göze gele­meyen, onlarla uzun uzun konuşamayan çocuklar. Tutunma zorluğu yaşayan, hayata anlam bulamayan, ya kendilerine ya başkalarına kıyan muzdarip ruhlar.

Tuhaf zamanlarda yaşıyoruz. Ne anne-babanın çocuğa tahammülü var, ne çocuğun ebeveynlerine. Herkesin sade­ce kendisi için yaşadığı bir dünyada sosyal Darwinizm “Öl­dür ya da öl!” diyor. Yok edemeyenin yok olacağının telkin edildiği vahşi bir düzen. Kötülerin kaybetmediği bir ülke ço­cuklarına ahlâkı öğretemez. Bir ülkede hırsızlar, uğursuzlar, çeteciler, katiller, zalimler hak ettikleri cezayı bulmuyorsa, o ülkenin okullarında moral eğitim verilemez. Bir ülke hâlâ kendi içinde doğru dürüst konuşma kültürünü yeşertememişse, herkes bir diğerinin sesini kısmak için uğraşıyorsa, siyasî rekabet kafa kesme ölçüsünde vahşileşmişse sokakları Vandalların tutması kaçınılmazdır.

Çocuklarımızla konuşalım. Onların gözlerinin ta içine bakarak. Acele etmeden. Dinleyerek, anlayarak. Bu ülkede, ötekini yok ederek kendine varlık alanı açacağını düşünen herkesle konuşalım. Onların gözünün içine bakarak. Yüzü­müzün farkında olmalarını sağlayarak. Bak, ben de bir insa­nım. Bir yüzüm var, o yüzün anlattığı bir hikâyem var. Bir ruhum var, bak.

Kaynak:

Kemal Sayar-Herşeyin Bir Anlamı Var
Devamını Oku »

Dindarın Şüphesi

Dindarın Şüphesi

...Meşrulaştırma veya rasyonalizasyon, hadi daha bildik bir deyimle ifade edelim, minareyi çalarken kılıfını hazırlama, insanın sıklıkla kullandığı bir savunma mekanizması, in­san kendisini mutlak hakikatin bir tecellisi olarak görme­ye başladığında, hangi meşrepte olursa olsun, arzularına kılıf bulur. Madem hakikat onda tecelli etmiştir, yaptığı her şey, söylediği her söz hakikatin pırıltısından ibarettir. Hz. Pey­gamber, insanı ‘havf ve reca’ yani korku ve ümit arasında bir varlık olarak tanımlamışken, ‘kesin inançlı’, kendisini kor­kudan münezzeh, tamamlanmış bir varlık olarak görmekte­dir. İşte tam da burada inançtan kötülüğe bir pencere açıl­maktadır. Eğer Tanrı kelâmının sizin içinizdeki yolculuğu­nu bitirdiği ve sizi takdis ettiği tarzında bir yanılsamaya du­çar olursanız, sözümona kutsal amacınız için bütün araçlar mübah olabilir.

Bir şair bunu şu sözlerle ifâde etmişti: “Dava için para kazanmaya giden arkadaşların hiçbiri eve dönme­di.” Oysa dindarlığı var kılan şey, bizatihi insanın kendi nef­sini ve edimlerini sürekli bir sorgulamaya tâbi tutabilmesi, korku ve ümit arasında yaşadığı sürgit gerilimdir. Dünya­nın gelip geçici olduğunu, maddî olan her şeyin zevale doğ-ru yol aldığını, hâsılı kelam, fâniliği ruhunun en ücra hücre­lerinde hissetmeyen bir insan, kendisini nasıl dindar olarak tanımlayabilir? Güzelliği baş tacı etmeyen, insan ilişkilerin­de ve kâinatta her dem güzelliğin peşi sıra koşmayan, hayatı bir huşu ve haşyet duygusuyla taçlandırmayan kişi, bize din­darlığının alameti olarak neyi gösterebilir?

Dindar olduğunu söyleyen ve fakat ahlâkın yolundan sa­pan kimse, bana öyle geliyor ki, bir şüphe tarafından kemi­rilmektedir. Şüphelerin en yakıcısı, en azap vericisi ve bir kez insanı teslim aldığında onun bütün kişiliğini değiştiren, ‘ruhu şeytana satan şüphe: Ya öte dünya yoksa? Ya benim dindarlığım boş bir vehimden ibaretse? Elimin altından ka­yıp giden bu dünya, bütün lezzetleriyle şimdi benim olamadiğı gibi, hiçbir zaman da olamayacaksa?

Bu manada modernleşme, dünyevîleşmenin ta kendisi­dir. Dünyadan, sadece kendisi için, kendi arzularının tatmi­ni için daha çoğunu istemek. Arzuyla savaşmakla itminan bulan bir iç dünyanın çölünden; ayartan, baştan çıkaran, ar­zuyu doyuran bir dış dünya serabına çıkış. Tanrının olmadı­ğı bir yerde sorumluluklardan kurtuluş. Aliya İzzetbegoviçin Dostoyevski şerhiyle söylersek: “Tanrı yoksa insan da yok­tur. İnsan yoksa sorumluluk yoktur. Sorumluluk yoksa suç da yoktur, öyleyse Tanrı yoksa suç yoktur. Tanrı yoksa her şey mübahtır.”

Din, insanın kendi kusur ve kısıtlamalarıyla yüzleşebil­mesi için bir imkân olarak da okunabilir. Kitap, ‘kendini sorgulayan nefs’i över. Kim ki inanmak yolunda kusursuz ol­duğunu düşünüyor, o uluhiyet iddiasındadır. Kötülük, yer­yüzü tanrıları’ eliyle yayılır. Kötülük, tanrılık taslayan kişi­de yuvalanır. O yüzden sufiler, “Nefsi dininin elinde kar gibierimeyen kişinin dini, neftinin elinde kar gibi erir” demişlerdir.

Prof.Dr.Kemal Sayar
Devamını Oku »

Türkiye İçin Henüz Vakit Var

Her-Seyin-Bir-Anlami-Var


'Sevgiye adanmış ruhlar pek nadidedir. “Sadelikleriyle et- kilerler; sadelik belki de onların ermişliğidir.

Gümüşlükte kalabalık bir aile halinde balık yiyoruz. Arka masada bir adamın sesi kulaklarımı tırmalıyor: Be­nim bu hayattaki zevkim para kazanmak...” Yani nasıl? Bu cümle, insanın yüzü kızarmadan, pişkin bir kahkahayla na­sıl söylenebiliyor?

îbni Sina’nın hayatını okuyordum, öğretmenlerinden birisi ondaki cevheri keşfettikten sonra babasından bir rica­da bulunuyor. Onu gündelik hayatın sıradan meşguliyetle­rinden uzak tutmasını, hayatını sadece ilme vakfedebilmesi için oğluna destek olmasını istiyor. Düşünüyorum: Bugün kaç baba, oğlunu ilim adamlığı yönünde özendirebilir? Ka­çımız evlatlarımızı Sevgbir köhne kitap, bir sarı kandil’in aydın­lığına emanet edebilecek kadar yürekliyiz? Kaç anne-baba çocuklarının erdemli bir hayat sürmesini, iktidar araçlarına râm olmanın önüne koyabiliyor?

Hayat, insan olmayı öğrenme yolculuğudur. Bilginin amacı dünyayı yağmalamak olamaz. Bilgi, kendimizi ve kâinatı daha iyi anlayıp insanlığımızı tastamam yaşayabile­lim diye bir vasıta olsa gerek. Bilmek, olmaktır.

İnsanlığımızı tam manasıyla yaşayabilmek için göklerle konuşmayı da öğrenmemiz icap etmiyor mu? İnsan, belki de göklerin dilini anlamadığı ve konuşamadığı için bu kadar kekeme. İnsan dili bu yüzden günümüzde birleştirmeye de­ğil, ayırmaya hizmet ediyor.

Kierkegaard onlara ‘iman şövalyeleri* demişti, Serres ‘in­sanlığın gizli aristokrasisi* diyor. “İman şövalyesi kendini başkalarına anlaşılır kılmanın acısını duyar’’ fakat başkasına yol göstermek için boş bir istek duymaz. Acısı doğru yolda olduğunun güvencesidir.”

İyiliği izlemek gerek. İyiliği yayan insanlar, yeryüzünü hepimiz için emin bir yurt kılıyor. Çünkü insanda insanda fazlası vardır. Çünkü kozmos ve ruh, iki ayrı gerçeklik değil, bir gerçekliğin iki ayrı yüzüdür. Zuni yerlilerinin söylediği ilahi gibi: “Zuni’de yağmur yağarsa, bütün dünyada yağar.”

Kaynak:

Kemal Sayar - Herşeyin Bir Anlamı Var
Devamını Oku »

Hayatı İnternette Dolaşır Gibi Yaşıyoruz

İnternet-hayat


Hayatı internette dolaşır gibi yaşıyoruz. Bir anda birkaç pencere birden açarak, ayrı iklimlerde geziniyoruz. Bedeni­miz bir yerde, ancak ruhumuz başka başka yerlerde gezini­yor. Bir gülüşün tam ortasında, uzay gemisinden yanlışlık­la dünyaya düşmüş bir yabancı gibi kalakalıyoruz. Sahi, ben orada değilken bu kadar komik ne otmuş olabilir? Niye gü­lüyor çevremdeki bu insanlar? Neyi kaçırdım ben?

Kaçırdığım şey, insan olmanın ta kendisi. Bir başkasının gözlerini ve yüzünü dikkatle izlemeyi kaçırdım. Gözlerin­de dolaşan bulutları, yüzünün bazı kelimelerde seğirmesini kaçırdım. Kelimelerin aldıkları vurguyla yeni anlamlara bü­rünmesini kaçırdım. O an orada olamamakla, hayan kaçırdım. Bir daha geri gelmeyecek o anı, sonsuza dek yitirdim.

O sohbet, o gülüş, o istiğrak hali geri dönmeyecek. Ben ha­yal yutmuş zombiler gibi hiçbir yerde olamamanın çölünde deveran edeceğim. Yurtsuz bir hayalet gibi.

Orada olamamak hayatın mutluluğunu alıp götürüyor. An bölünmemeli. Bir hazine gibi saklanmalı, üzerine titrenmeli. Bir kelime heyecanla ateşlenmeyecekse hiç dilimize düşmemeli. Sessizlik sözün tacıdır. Susmak ve dinlemekle­dir ki, ana katılırız. Dil sessizlikle olgunlaşarak vücut bulma­lı. Bir dostun huzurunda durduğumuzda, onun varlığı kafa­mızdaki bütün hesapları silmeli.

Teknolojik seslerin nüfuz edemediği kovukları olmalı ha­yatımızın. Baharın rayihalarını içimize çektiğimiz, toprağın hışırtısını duyduğumuz, rüzgârın fısıltısını işittiğimiz sak­lanma anları. Dost’un sesini duyabilmek, ruhu onun konuş­masına ayarlayabilmek için çılgın kalabalıktan uzaklaştığı­mız saatler.

Yine bir yazı yazmakla ruhuma şifa arıyorum. Orada ol­mak için, anın oğlu olmalıyım. Yaşanan an beni doğurmalı. Ve bütün ruhumla ona kendimi katmalıyım.Başka şansım yok: Rüzgârla konuşmalıyım.

Kaynak:

Kemal Sayar - Herşeyin Bir Anlamı Var
Devamını Oku »

İkna odalarına değil, konuşma odalarına muhtacız..

konusma


-Tartışma veya müzakere gibi kavramlar diyaloğun ye­rini tutmuyor. İnsanların sağlıklı bir diyalog için önce ön- kabullerini askıya almaları gerekli. Diyalog halkası içinde; görüşlerini beğenmediğim, kendi varlığım için tehdit edici saydığım diğer insana karşı düşüncelerimi öfkeyle ifade et­miyorum, dahası ona için için küfretmeyi de bırakıyorum. Onunla kendimi aynı gemide hayal ediyorum. Bir varlık ve yokluk savaşı varsa eğer, birlikte var ya da yok olacağız. He­pimiz birbirimiz için bir aynayız, kimse ötekinden düşünce­lerini değiştirmesini talep etmiyor. Sadece kendimizi en iyi şekilde anlatmanın ve diğerini de en iyi şekilde anlamanın derdindeyiz.

Bazen insanların mutlak saydığı değerler, diyalog önün­de engel teşkil eder. “Bu ülkenin önceliklerini ve değişmez­lerini ben tanımlarım” diyen birisiyle nasıl diyalog kuracak­sınız değil mi? Konuşmayı sürdürmek gerek. Ancak anlama ve dinleme çabasıdır ki, mutlak olarak tanımlanan mec­buriyetlerin belki de o kadar mutlak olmadığı hissini do- gurur. Ancak birbirimizi sabırla dinleyerek, yıkıcı ve kesin inançlardan uzaklaşabilir, derdimizin ötekini yok etmek de­ğil, onunla birlikte var olmak olduğunu fark ederiz.

Diyalog, ‘ikna odaları' kurmak değildir. Diğer insanla­ra yoğun bir anlama çabası içinde yaklaşmakla, onların dü­şüncelerini anlamakla, o düşünceleri kendi düşüncelerimiz haline getiririz. Sevdiğimiz, insan olarak yakın bulduğumuz birinin düşüncelerinin bizi yok etmeye matuf olabileceğini düşünmeyiz.

Yaşadığımız ülkede sohbet halkalarının diriltilmesi gere­kiyor. Ön yargıları vestiyerde bırakarak, vicdanın yol gösteri­ciliğinde uzun bir konuşma başlatmamız lazım. Oysa ülke­mizde bir kör dövüşüdür gidiyor. Bürokrasi halkın değişim taleplerini görmezden geliyor ve Tek Hakikatin yeryüzündeki gölgesi gibi davranıyor. İtaat devri bitti. Zaman diyalog zamanı. Ötekinin sesinin de senin sesin kadar değerli şeyler söyleyebileceğini teslim etmen gerek.

Sevgili buyurgan ses, belki de sen yanılıyorsundur. Biraz konuşmaya ne dersin?

Kaynak:

Kemal Sayar - Herşeyin Bir Anlamı Var

Devamını Oku »

Bedenim Benim Kendi Meselemdir

Her-Seyin-Bir-Anlami-Var


Vücudum benim kendi mese­lemdir. Kimse bana nasıl görün­mem gerektiğini veya güzel mi, çirkin mi olduğumu söyleyemez. Ben, bundan daha önemli işlerim olduğunun farkındayım.”

Bu sözleri, Kanada yurttaşı, başı örtülü genç bir hanım söylü­yor. O ve onun gibi düşünen çok­ları için örtünme, yirmibirinci yüzyılın tüketimci kapitalist kül­türünde bedenin nesneleştirilme- si ve metalaştırılmasına karşı güçlü bir direniş aracı. Kadınları yalnız­ca dış görünüşleriyle değerlendi­ren, onlara erkek bakışı’na göre şe­kil veren, güzellik oyununda başka kadınlara benzemeye çağıran, na­rinlik istibdadı’ ile ruhlarını ezerek çeşitli ruhsal hastalıklara duçar ol­malarına yol açan tüketim ideolo­jisine hayır demenin bir yolu.

Ör­tünmek, o halde bazı kadınlar için bilinçli bir seçimdir: Eylem ve ki­şilikleriyle öne çıkmak, görüntüleriyle değil düşünceleriyle konuşmak güzellik hurafesine başkaldırmak isteyen kimi kadınlar bu şekilde giyinmeyi seçebilir. Yine de özsaygılarını giydikleri şeyden devşiremeyeceklerini, gerçek üstünlüğün iç olgunluğuyla sağlanabileceğini bilirler.

Uzun yıllardır kadın bedeni üzerinden bir ideolojik itiş \ kakış izliyoruz. Bu görüşlerin bir kısmı oryantalist klişeleri tekrar ediyor. Başörtülü Müslüman kadınlar, zamanın içinde donup kalmış, köleleşmiş, bilinçli tercihleri olma­yan, sesi kısılmış, kendi adına konuşamayan ve ozgürleştirilmeleri gereken bir topluluk olarak tanımlanıyor. Nasıl or­yantalizm Doğuya baktığında gerilik içinde kalmış, özgürlük/eşitlik/demokrasi gibi modern ideallerin trenini kaçır­mış ve bu yüzden ehlîleştirilmesi gereken bir uygarlık görü­yorsa, oryantalist klişelerle başörtüsüne bakanlar da orada kurtarılmayı bekleyen mazlum bir grup görüyor. Sömürge­ciliğin hoş bir tanımı var: ‘kahverengi adamları kahverengi adamlardan beyaz adamların kurtarması.’

Türkiye’de de ide­olojik taraftarlığın iyiden iyiye bağnazlaştırdığı bazı insanlar, kendi selametlerini ötekinin değiştirilmesinde ve kendi­sine benzetilmesinde buluyor. Tuhaf bir korku. Bana sorar­sanız, oryantalist klişeleri tekrar edenler, eğer başörtülü ka­dınlar kendilerine benzetilmezse kendilerinin onlara benze-yebileceğinden korkuyor. Bu korku ideolojisi, anlama değil çatışma üzerine kurulu. “Boyun eğdiremezsen boyun eğer­sin” düşüncesi, hakikatin türlü görünüşlerinin olduğu ço­ğulcu dünyada arkaik ve baskıcı kalıyor.Örtünmeyi kadınların esareti olarak gören indirgemeci yorum kendi seçimleriyle bu şekilde giyinen kadınların sos­yal dünyalarım görmezden geliyor. Onların yaptıkları şeyi bilinçli bir tercihle değil de geçmiş çağların zincirlerini kıra­madıkları için yaptıklarını söylemek, öznel dünyalarım hiçe saymak ve hikâyelerini geçersizleştirmek anlamına geliyor.

Dünyanın değişik yörelerinde çok farklı biçimlerde örtüne- bilen, dünyaya ve hayata karşı çok farklı duruşlar gösterebi­len Müslüman kadınları sadece giyim kuşamları ekseninde tanımlamak, onları tektipleştirmeye yarıyor.

Eğer kadınları merhamete ve kurtarılmaya muhtaç olarak tanımlıyorsak, onları sadece bir şeyden değil, bir şey için de kurtarmayı görev edinmişiz demektir. Onları farklı bir dün­ya için kurtarmak istiyoruz, değil mi? Peki onlara vermek is­tediğimiz bu yeni dünya ve hayatın üstünlüğü nereden men­kul? Başka kadınları kurtarma ve onları çağdaşlaştırma’ öde­vi, Batıkların üstünlük duygusuna yaslanır ve sonunda bu duyguyu pekiştirir. Burada üstünlük taslayan, tahakküm eden, boyun eğdirmek isteyen bir kibrin izleri vardır.

Dünyada başka bilme biçimleri vardır. Başka sevmeler vardır. Başka patikalar. Diğer insanların tercih ve öncelikle­rine saygı duymayı bilmek gerekir. Farklılığa saygı duymak gerekir. Üstelik özgürleşme, eşitlik, haklar gibi modern söy­lemler dünyanın başka bölgelerindeki kadınlar için uğru­na savaşılacak idealleri temsil etmeyebilir. Siz yanlış bulsa­nız da, o ‘başka’ kadınlar sağlam ilişkileri olan sıcak bir aile­de, Tanrıya yakın, barış içinde yaşamayı hayatlarının önce­liği olarak tanımlayabilirler.

Her şeyden önce, kadınların bedenlerini nasıl örtecekleri meselesini erkeklerin tepişme mevzuu olmaktan çıkarmaları gerekir. Bir bakış nesnesine, görüntüye dönüştürülen kadın, erkeklerin teftiş alanından çıkmalıdır. “Bedenim benim me­selemdir! diyebilen kadınlar, hemcinslerini kurtarma mis­yonu yerine, dayanışma ve birlik ahlâkıyla bu fitili ateşleye­bilir.

Kaynak:

Kemal Sayar-Herşeyin Bir Anlamı Var
Devamını Oku »

Kaderin Tanığı


Pek çoğumuz, varlığımızın dünya üzerinde pek az yer tuttuğunu düşünüyoruz. İnsan teki, koca dünyada ne ka­dar da çaresiz, değil mi? Yapıp etmelerimizin, düş ve düşün­celerimizin dünyayı değiştiremeyeceğini sanıyoruz. Ben size şimdi başka bir hikâye söyleyeceğim: İyilik dünyayı değişti­rebilir. Kalbinde iyilik ve ruhunda bu iyiliği harekete geçi­recek bir irade taşıyan herkes, tarihi yeniden yazabilir. An­cak iyiliğin iradesi bizim dünyadaki varlığımızı görünür kı­lar; bizden başkalarına taşınacak bir ümit, bir neşe, bir se­vinç dünya yüzeyindeki alanımızı genişletir.

Ey hayatı bir eksiklik duygusuyla yaşayan ve hiç gelmeye­cek baharı terennüm eden nazenin ruh, bırak kendinle uğ­raşmayı. Senden yardım bekleyen bir dünya var bak dışarı­da. Bir insana çare ol. Bir yurtsuza barınak ol. Kendi evi­ne korkmadan yürü, kentli çocukluğuna kavuş. Şifa veren, seni erişkin hayatına yaralı bir ceylan olarak saldıysa, bu di­ğer yaralanmışları daha iyi anlayabilmen içindir. Onları iyi­leştir. Onlarla iyileş.

Bak, hayat yine çağıldıyor dışarıda. Onunla ve onda de­rinleş. Derinleş. O kadar derinlere in ki, kaderin sana gü­lümsediğini gör. Kimseye kendi kalbinden öte bir yurt yok. Oraya cihanı sığdırabilirsen, ne mutlu sana!

Kaynak:

Kemal Sayar,Herşeyin Bir Anlamı Var
Devamını Oku »

Hayat Teselli Bulmaktır

Her-Seyin-Bir-Anlami-Var


Bilmek için kimileyin sev­mek gerekir. İşte tasavvufun merhameti mihver alan öğretisi bu noktada insanın ruhsal sıkıntılarına çare olarak beliriyor.

‘İncinmemek ve incitmemek’ten yola çıkan ve “Gönüller yapmaya geldim” diyen bu zengin öğretinin, mutluluğu, tü­ketmekte arayan ve ciddi kimlik sorunlarıyla bunalan günü­müz insanına söyleyeceği çok şey var.

Her şeyden önce, anlamın insanın tam da içinde, ruhu­nun derinlerinde saklı olduğunu ve ancak bilinçli bir gayret­le gün yüzüne çıkarılabileceğini söylüyor bize. İnsanın temel meselesinin olgunlaşma serüveni olduğunu söyleyerek bizi içimizde saklı duran olgun insanı (insan-ı kâmil) açığa çıkar­maya davet ediyor. Bütün kadim öğretilerde olduğu gibi, ta­savvufta da hayat bir yolculuk olarak resmediliyor ve bu yol­culukta insanın geçmişin çalışma ve yüklerinden yavaş yavaş arınarak gerçek benliğini keşfetmesi isteniyor. Gerçek ben­lik, üzerine Allah'ın ışığının düştüğü; hırs, tamahkârlık ve hasetten arınmış benliktir. İnsan, varoluşun bu daha olgun düzeyinde ne kâinatı ne de diğer insanları tahrip ve istismar etmeyi düşünür, iyilikte meleklerle yarışır. İşte sufi psikolo­jisini günümüzün kimi maneviyatsız psikoloji öğretilerine nazaran farklı kılan noktalardan biri budur: İnsan ruhu te­kemmül edebilir, iyiye doğru evrilebilir, bencilce arzuların­dan sıyrılarak huzur ve itimi’nan bulabilir. İnsan yükselir. İn­san her durumda ızdıraplarından fazlasıdır. Yeri geldiğinde, ızdıraba tahammül ve kadere/kaçınılmaz olana rıza göster­mek de insanın olgunluk yürüyüşünde bir basamak olabilir. Yirmili yaşlarında, fidan gibi oğlunu kaybetmiş ve bir tera­pistin karşısında ağlamakta olan anneye terapist ne söyleye­cektir? Böyle durumlarda ‘ötelerin soluğunu taşımayan her kelime incitici olabilir.

Hayata hayret nazarıyla bakmak ve böylece kâinatı ve insan nefsini saran güzelliği fark etmek, bu yolculuğun ilk adımı. Bu bir aşk yolculuğu ve “Zafer değil, sefer” ilkesine dayanıyor. Yolculuğun kendisinin ruhu aşka boyayacağım, o aşkla içimizin/ kalbimizin şeffaflaşacağını ve güzelliği akset­tiren bir ayna olacağını ümit ediyoruz. “Yoktuk, bizi var et­tin ve şimdi yine bedenlerimiz yokluk âlemine gidiyor. Ama gel gör ki, bu arada sana âşık olduk. O nakşı işleyen kalemin sahibine âşık olduk” diyen bir aşk uygarlığı...

İnsan mutsuzluğunun tırmandığı bir çağda, sufi irfanı­nı işitmemiz gerek. Ruhun bilgeliğine ulaşmak için bilgeli­ğin ruhuna nüfuz etmeliyiz. Yola çıkmak, ruhun sızısına şifa Aramaktır. Hayat, bir bakıma şifa bulma arzusudur. İnsanın o,ilksel ayrılığından iyileşme ve Cânânla buluşma arzusu.

Şifa sahibini arayış...

Bir sufi sözün de söylendiği gibi, “Her arayan bulamaz, ancak bulanlar yalnızca arayanlardır.”

Kaynak:

Kemal Sayar - Her şeyin Bir Anlamı Var



Devamını Oku »

Telefonun Ucunda,Yaşanmayı Bekleyen Bir Hayat Vardır



herseyinbiranlamivar


Cep telefonları günümüz insanının en büyük derdi olan can sıkıntısına birebirdir. Modern çağın alametlerinden bi­risi, insanın onca uyaran karşısında bile can sıkıntısına ya­kalanabilmesi. Eğlence peşinde koşarız. Hayatı kocaman bir neşe, ölçüsünü şaşırmış bir kahkaha olarak yaşadığımızda mutlu olduğumuzu sanırız. O yüzden bizi eğlendirecek, ha­yatı unutturacak bir şey bulamadığımızda elimizin altında­ki oyuncağa yöneliriz. Telefonlar, giderek sesi iletmekten eğ­lendirmeye doğru bir evrim geçiriyor. Yetişkin insanın da oyuncağa ihtiyacı var. içimizin ritimlerini fark edemediği­mizde, dışarıdan da bir ritim alamadığımızda canımız sıkı­lır. Oyuncaklar bizi oyalar.

Cep telefonlarını yanımızda taşırız. Onlarla ne yaptığımız, kiminle konuşup kime mesaj attığımız, özel bir gay- ret olmazsa bilinemez. Cep telefonlarının, online yazışmalar gibi, aldatmanın bir aracı haline gelmesine şaşmamalı. Aldatılan eş, onun kayıtlarından iz sürer. Aldatan, kayıtlarını sil­meye, telefonunu yanından ayırmamaya gayret eder. Mo­dern çağda aldatmak da, teknolojinin imkânlarından yararlanır. Kaç öykü dinledim: Aldatılan, gerçeği cep telefonunda saklı mesajlardan öğrenmişti. Tuhaflık, kredi kartının insana harcama yapmıyor olduğu yanılsaması vermesi gibi, cep telefonunun da kişiyi iz bırakmadığı yanılgısına sürükleme- sindedir. Cep telefonuyla aldatan, aslında kendisini aldatmaktadır.

Cebinizde telefonunuz varsa uzaklığın bir anlamı yoktur. Yeni teknolojinin en büyük numarası işte bu: zaman-mekân sıkışması.Artık her yerdeyiz. Her an online, her an hattayız. Hiçbir yeri geride bırakmış olmuyoruz. Uzaklık bizi hiç­bir şeyden mahrum bırakmış olmuyor. Zihin, bedenden ba­ğımsız yolculuklara çıkabiliyor. Bedenimizin içinde mahpus değiliz. Risk ve belirsizlik çağında, hatta olmak bize bir em­niyet duygusu veriyor. O yüzden çocuklarımıza da bir an önce telefon almak, onları merak etmek derdinden kurtulmak istiyoruz. Hatta olmadığımızda, kötü bir haber gelmiş olabileceğinden endişeleniyoruz. Kötülüğü, elimizdeki sihir­li oyuncakla def edebileceğimizi düşünüyoruz. Ancak hat­ta kalırsak başımız sıkıştığında yardım isteyebiliriz. Kapsa­ma alanı içinde olmakla, görünmez çitler bizi kötülüklerden koruyacak zannediyoruz. Modern insan, korkar. Bir korku kültüründe yaşıyoruz. Başımıza her an, her yerden bir bela ilişebileceği bilgisiyle. Belayı hissettiğin anda tuşlara dokun.

Özgürlükle emniyet arasında bir seçim yapmamız gere­kebilir. Manyetik dalgaların yerimi tespit edemediği anlar ve yerler olmalı, kaybolabildiğim zamanlar. Cep telefonla­rı, kimi durumlarda, insanın en değerli hâzinesi olan özgür­lüğü alır elinden. Kaybolmayı başaramazsınız. İçinizin şar­kılarım doyasıya dinlediğiniz zamanlar mazide kalır. Özgür­lük için yapmamız gereken şey aslında basittir: Arada, kap­sama alanı dışında olmak. Sevgiliyi özlemek. Ona mektup yazmak. Uzun zamandır görmediğiniz dostları çat kapı ziyaret etmek.Bir kitabı, bir anı, bir sohbeti bölmeden yaşamak.Hayatın akışına kapılmak. Sessizliğe kulak vermek.

Telefonun ucunda, yaşanmayı bekleyen bir hayat vardır.

Kaynak:

Kemal Sayar-Herşeyin Bir Anlamı Var
Devamını Oku »

Kapsama Alanı


Sevgilinin sesi. Arayacak mı? Aramazsa ben onu aramalı mıyım? Telefonun ucunda sevgilinin sesi varsa bu bekleyişe yürek dayanmaz. Sevgilinin sesi her anı, bütün uza­yı doldursun istersin. Sadece onun sesi olsun ve bütün telefonlarda o konuşsun.

Telefonun en cana yakın ama bir o kadar da hayal kırıklığı yara­tan bir alet oluşu aşkla mümkün­dür. Sevenler ahizeye yapışık yaşar. Sevdikleriyle uzun uzun konuşur, faturaları hiçe sayarlar. Onun se­sini içine almakla var olur seven, onun sesi olmadığında ıssız kalıverir. Sevgilinin sesi yoksa telefon­da, endişe ruhu dövmeye başlar. Ya beni önemsemiyorsa? Ya beni benim onu sevdiğim kadar sevmi­yorsa?

O yüzden her telefon konuşma­sı aşkın teyidi ve varlığın geçerlenişidir.Sonra sonra, aşkın hayal kı­rıklıklarına açılan pencereleri beli­rir. Ses tonunda sevgilinin, binbirruh hali saklıdır. Neşeli: Beni seviyor. Durgun ve soluk: Benden bıktı,artık beni istemiyor. Telefonun bir ucun­da sevgili varsa, beri yanda hızla çarpan bir yürek vardır. O yüzden telefon kapatılmak bilmez, o yüzden o konuşma­ya doyulmaz. Bu konuşma, aradaki mesafeyi yok ederek iki kalbi buluşturur. Veya aşkın kaprislerini gönderir tellerden, küsüş ve susuşlarını. Aşk telefonda da bir sarhoşluk halidir.

Snsvyrm. Seni seviyorum. Cep telefonlarının kısa mesaj dili ne çok duyguyu sırtlanır. O mesajlarla kalbin her türlü hali kırık bir imlaya yüklenir. O kırık imlanın takati yetmez oysa öfkenin kurşunlarını taşımaya. Aşk, intikam, öfke, alay. Cep mesajıyla, yüz yüze söyleyemediklerimizi ne kadar ko­lay söylemiş oluruz.

Ama acaba onları ifâde etmiş olur muyuz? Karşımdaki benim o mesaja yüklediğim anlamı yakalayabilir mi? Mo­dern çağların bu yeni dili, sevinç anlarının ancak yüz yüze gelmekle çoğaltılabilecek coşkusunu öldürmüyor mu? Me­sajla kandil ve bayram kutladığımız ve aynı kalıbı bin kişi­ye aynı anda gönderdiğimiz zaman, o insanların bizim için taşıdığı hususiyetleri de görmezden gelmiş olmuyor muyuz? Mesaj, toplu halde gönderildiğinde gayrişahsîleşir. Benim kendi varlığımı telefon ajandamdaki isimlere hatırlatmamın bir yolu oluverir. Ama snsvyrm diye yazan bir liseli, aslın­da telefonda aşkını ölümsüzleştirmektedir. Saklanıp yeniden okunabilecek bir kısa mektup. Risksiz ve zahmetsiz. Ter akı­tılmamış, uğruna çile çekilmemiş. Modern aşk gibi onu ilet­menin dili de çabuk, ani ve kısa. Emeksiz. O yüzden kolay­ca silinebilir. O yüzden kolayca bir kenara bırakılıp unutu­labilir.

Zırıltı. Her yerde kablosuz telefonun zırıltısı. Uzayda bu dalgaların ulaşmadığı hiçbir yer kalmadı, insanın iç uzayı da cep telefonunun sesleriyle tıka basa dolu. Öyle ki, gerçek sesleri susturuyor. Konser salonunda, ibadethanede, en olmayacak yerde zırıldıyor. Konuşmanın tam ortasında. Çoğu insan, bir dostunu dinlerken çalan cep telefonuna cevap ver­mek ihtiyacı duyuyor. Telefon neden beklemesin? Hem ba­kalım telefondaki ses, o konuşmayı bozmaya değer önem­li bir söz edecek mi? Hayatın anları telefonun zırıltısıyla bö­lünüyor. Hâyat teknolojinin saldırısı yüzünden yekpare bit bütün olarak yaşanamıyor. İnsan sessiz, kendi başına kalıp hayat ve âlem üzerine esaslı bir iç konuşma geliştiremiyor. Kendi iç seslerini dinleyecek olsa telefon çalıyor.

Alo? Şu an çok uzak bir âlemde, bir şiirin kanatlarında seyahat ediyorum. Bana ulaşmanız mümkün değil. Günde­lik hayatın kapsama alanı dışındayım. Ruhum sessizlikle yı­kanıyor. Alo? Alo?

Kemal Sayar,Herşeyin Bir Anlamı Var

Devamını Oku »

Modern Aile


Adam yorgun argın eve geliyor. Anahtarları çevirerek eve giriyor, selam veriyor. Cılız bir ses mukabele ediyor. O sırada televizyondaki dizi filmine gömülmüş olan kadın, ekrandan gözlerini ayırmaksızın lütuf kabilinden birkaç söz ediyor. Bu birkaç söz bu karı kocanın o günkü alışverişidir. Göz teması yok, paylaşım yok, yüz yüze gelme yok. Çocuklar kendi odalarında bilgisayar başındadır ve  bir oyunun heyecanına kendilerini çoktan kaptırmışlardır. Aile içinde toplam konuşma süresi en fazla on dakika. Herkes yalıtılmış hayatlarında birbirine teğet geçiyor. Az sonra herkes uyuyacak ve günler bu şekilde tekrar edecektir. Modern aile.

Akışkan modern zamanın eritme tenceresine atılacak ilk katılar ve kutsallıktan çıkarılacak ilk şeyler, geleneksel sadakatlerimiz oluyor, elimizi ve ayağımızı bağlayan görenek ve zorunluluklar. Sosyolog Ulrich Beck, günümüz modern toplumunda “ölü ve hala yaşıyor” diye tanımladığı zombi kurumlara aile ve komşuluğu örnek verir. Hayat ‘elimizden kaçıp giden dünya’da çok hızlı değişiyor ve bu değişimden aile de payına düşeni alıyor. Hızlı kapitalizm, küreselleşme, dijital devrim, bireycilik, zayıflayan sosyal bağlar ve medya/kültür endüstrisi akışkan modernliğin veçheleri olarak hayatlarımıza nüfuz ediyor ve insana dair kavrayışlarımızı dönüştürüyor. Sözgelimi, çok da eski olmayan bir tarihe dek evlilik  uzun süreli kutsal bir birliktelik  olarak görülüyordu. Bugün ise birçok insan için bir çeşit dönemsel anlaşmaya, vazgeçilebilir bir şeye dönüştü. Aşka ruhsal esenliğin yegane biçimi olarak bakılıyor, aşktan o kadar çok şey bekleniyor ki bir tür seküler kurtuluş addediliyor. Modern Batı toplumlarında hayatın neşeli anlarının sorumluluğu artık evlilik bağının omuzlarında. ‘Evliliğinde mutlu musun?’ sorusu, mutluluğun karşı konulamaz bir mecburiyet olarak telakki edildiği  günümüz toplumunda giderek kolay bir vazgeçişe kapı aralıyor. Tahammül kayıplara karışıyor. Metafizik bir gücün bizi izlediğini düşünmüyorsak eğer,  hayatın haz ve zevklerine balıklama dalmamıza kim mani olabilir?

Modern toplumda iş ve aile temel tatmin kaynakları olarak öne çıktığında, birindeki mutsuzluk kolaylıkla diğerine de tercüme edilebilir hale geldi. Boşanma ve bekar yaşama oranları arttıkça ‘başarılı bir evlilik’ insanlar için gurur kaynağı olmaya başladı. Günümüzde evlilik, ilahi bir buyruk doğrultusunda hayatı tanzim etmeyi değil, modern toplumları kemiren güvensizlik ve yalnızlığı iyileştirmeyi vaat etmektedir. Kapitalizm, duygusal bağları da elden geçirmiş durumdadır. Duygusal kapitalizm, modern toplumda duygusal bağları akılcılaştırıp metalaştırmıştır. İlişkiler maliyet-fayda analizi üzerinden değerlendiriliyor artık. Sen bana ne veriyorsun ve verdiğin şey, sana katlanmam için değer mi? Değişen cinsiyet rolleriyle birlikte kafa karışıklığı da artıyor. İlişkilere bir  de çelişkiler zinciri ekleniyor. Kadınlar iş ve ev yaşamı arasında mütemadiyen yer değiştiriyor. İş yaşamının katı çalışma  koşulları kadınların işini zorlaştırıyor. Erkekler cephesinde de çok şey değişti: Duygusallıktan uzak, sert erkek imajı  artık makbul değil.

Ev içinde çocuğun eğitimi babanın otoritesinden alınarak annenin sevgisine devredildi. Çocukluğun ayrı bir dönem olarak tanımlanmasıyla birlikte kırılgan bir çocuk imgesi öne çıktı : Çocuğun uzun vadeli duygusal ihtiyaçları olan, incinebilir, ihtimama gereksinen bir varlık olduğu kabul edildi. Bir kaşını kaldırarak çocuğunu terbiye edebilen babanın yerini, onu sevgisiyle sarıp sarmalayan, her türlü beladan koruyan aşırı dikkatli anne aldı. Orta sınıf ailelerde, çocuklara istedikleri her şeyi elde etmeye hakları olan  prens veya prenses gibi davranılması yaygın bir tutum. Toplum gibi aile de küçüldü ve atomlaştı, en küçük parçalarına ayrıldı. Evlerimizde aile büyüklerinin yerini alan yatılı bakıcılarla yaşıyoruz, çocuklarımızla o kadar yoğun zaman geçiriyorlar ki en kuvvetli bağlanma deneyimlerini onlarla kuruyorlar. Bir tür ‘taşeron ebeveynlik’. Küçülen aile, dede ve ninelerin eşsiz hikayelerinden çocuklarımızı mahrum bırakıyor. Nesiller arasındaki devamlılık fikri aşındığı gibi, ahlaki ve dini değerlerin aktarılmasında da boşluklar oluşuyor.

Bize yutturulduğunun aksine, bireyselleşme özgürleşme değildir, daha çok tüketim bilinci ile kendilik bilincinin bir karışımıdır. Bireyselleşme ile standartlaşma eş zamanlı olarak gerçekleşir. İnsan evladı  tüketim alışkanlıkları birbirine türdeş, reklamcılığın manipülasyonuna açık, kolay güdülebilir bir sürüye dönüştürülüyor ve daha çok mal edinebilme becerisi özgürleşme olarak takdim ediliyor. Sevdiği insanlardan bağlarını koparma ve aile bireylerine karşı mesuliyetsizlik, özgürlük olarak telakki edilemez. Bir yanılsamanın kurbanları haline getiriliyoruz.

Christopher Lasch’ın Family Besieged (Kuşatılmış Aile) adlı kitabında tartıştığı gibi, aile yapısı  modern kapitalist toplumun dinamiklerinden çok etkilendi: Gerek ebeveyn- çocuk ilişkileri gerekse de eşler arasındaki ilişkiler bu etkiden nasibini aldı. Endüstri devrimiyle birlikte evindeki üreticiden dev çarkta bir dişliye dönüşen baba, yeteneklerini çocuğuna aktarmaktan geri kaldı.

Üstelik babanın yokluğu, annenin gücünü de artırmadı! Aksine, annenin kendi atalarından tevarüs ettiği  geleneksel bilgi  tahfif edilerek, otoritesi ona çocuğunu nasıl yetiştirmesi gerektiğini söyleyen uzmanlar tarafından paylaşıldı.  Aile büyükleri ve  ebeveynlerin eksikliği, “kültürel kodların” aktarımını ve çocuğa “rol modeli” olma pratiğini sekteye uğrattı. Artık ebeveynlerin birçok sorumluluğu kurumlar ya da üçüncü  şahıslar tarafından yerine getiriliyor. Çocuk bakımından eğitime dek bir çok husus, üçüncü şahısların ve kurumların kontrolüne bırakılıyor. Rol modeli olarak alınacak ebeveynler ortalıkta yok, ya işteler ya da sanal alemde! Çocuğunuza dört  saatte bisiklet binmeyi öğreten kurslar bile var.  Oysa ne muhteşem bir deneyimdir bir babanın çocuğuna bisiklete binmeyi öğretmesi, çocuğun hayal ve hatıra dünyasına bir oya gibi işlenir.  Anne ve baba, ruhlarının mührünü çocuklarına vuramıyor, onların seciyesini kadim bilgelikle nakış nakış işleyemiyor. Ocakta muhabbet tütmüyor. Modern aile fertlerinin yüzünde dolaşan dalgın sükunet, büyüyen boşluk ve vurdumduymazlığı gizliyor.

Bu hamur daha çok su kaldırır, devam edeceğiz.

Prof.Dr.Kemal Sayar

http://www.gercekhayat.com.tr/yazarlar/modern-aile/
Devamını Oku »