Ailenin Hicreti



Aile sözcüğü köken olarak Arapça’dan gelmekte. Kav­ram semantik olarak, iki noktaya işaret ediyor: Biri, bir­birlerine çok yakın olan insanların oluşturduğu ilişkiler dünyası; diğeri de en geniş anlamı içinde, ihtiyaçların gi­derildiği yer anlamı taşımakta. Dolayısıyla aile hakkında konuştuğumuzda, biz aynı zamanda kadın ve erkek, anne ve baba, erkek ve kız kardeş, dedelik ve ninelik, çocuk ve torun, amca ve dayı, hala ve teyzeyle alakalı olan mah­rem ve namahremin düzenlenmiş verili ilişkiler dünyası hakkında da konuşuyoruz demektir. Fakat aynı zamanda bunlarla birlikte bir hiyerarşi, bir statü, kendine has bir ilişkiler örgüsü ve bundan da daha önemli olan; bir dini değerler evreninden bahsediyoruz demektir.

Unutmamak gerekir ki kadın ve erkek olarak insan de­nen varlık, imtihan edilmek üzere yeryüzüne aile dediği­miz bir form içinde gönderilmiştir. Dolayısıyla bu form, bu formun içindeki iki insanla ilgili muhtevasındaki iliş­kiler “âlemi” olarak aile insanın sınama yanılması, yani Hz. Adem ve Hz. Havva'nın “görücü usulü” yada “flör­te” dayalı tecrübeleriyle inşa ettikleri bir dünya değildir. İlişkilerinin hangi zeminde, “eşitlik” yoksa “adalet” zemi­ninde mi süreçlendirileceğine, karar veren onlar olma­mıştır. Aile insan için verili özelliğe sahiptir: ona şekil ve muhtevasını insanın tecrübesi vermemiştir. O bütünüyle din tarafından inşa edilmiştir ve dine ait bir kurumdur.

İnsanın iki türü olarak kadın ve erkek arasındaki bütün ilişkiler; bu ilişkilerin zemini, mahiyeti ve anlamı, bu iliş­kilere kalpleri birbirlerine ısınsın diye bir lütuf olarak nikâhla(elbette ki bu “resmi” nikah değil çünkü onun böyle bir gücü asla olamaz) katılan sevgi bağı, ilk defa bu form içinde dünya şartlarından bağımsız şekilde düzen­lenerek dünyaya gönderilmiştir. Bu yüzden yeryüzünde- ki bütün toplumlarda biz “aile” denen birliktelik biçimini buluruz. Bu özellik, beşerin paylaştığı ortak temellerden biri olmasıyla önem taşır. Bundan olacak ki, toplumsal bütün yapılar içinde toplumun değişimine en çok dire­nen unsuru ailedir. Toplum değişirken, aile değişime kar­şı bütün imkânlarını kullanarak direnir. Bunu, kendine ait her türlü değeri, aşırı şekilde sahiplenerek yapar.

IV

Aileyi; sadece geçmişi eleştirerek kendini haklı çıkar­maya çalışmaktan şimdilik başka bir şey ortaya koya­mamış ve koyması da asla mümkün olamayacak sözüm ona kadının “eşitlik" ve “özgürlük" talebine; bunun bizim Müslüman kesimdeki “töre cinayetleriyle" desteklenen oryantalist yankısı sayacağımız kadının ezilmişliğine; bu­nunla birlikte erkeğin, maişet temini adı altında kurnazca meşrulaştırmaya çalıştığı, İslâm'ın övdüğü ticaretle daha kapitalizmi birbirlerinden tefrik edemediği - daha doğ­rusu etmek istemediği mi demeliyiz - iktisadi faaliyetine kurban veremeyiz. İkisinin de bugün vardığı yer, büyük bir hüsran ve trajedidir; zira birini feminism, birini de kapitalizm teslim almış haldedir. Biri feminizmden hare­ketle erkeği ötekileştirmekte ve ötekileştirmeden düşün­ce üretememekte; diğeri de nasipsiz bir akılla, kapitaliz­mi İslâm ileştirmekten başka bir şey yapamamaktadır.

Aile; günümüzün iki önemli düşüncesini temsil eden ancak meşruiyetleri daha başlangıçtan itibaren tartışma­ya açık olan bu eğilimlerle birlikte değerlendirilemeyecek kadar azizdir. Bu “geleneksel aileyi" kutsamak değildir; onun içinde zamanın getirdiği deforme olmuş ilişkile­ri onaylamak demek de değildir. Nedir geleneksel aile; mahiyeti farklı bir ilişkiler dünyası mıdır; yoksa genelde basite indirgendiği gibi, “nüfus adedi” üzerinden anla­şılmaya çalışılan bir yapı mıdır? Geleneksel aile derken, kişisel olarak, şunu anlamaktayım: mahremiyetin, edebin ve güvenliğin, ama her türden güvenliğin yeniden üre­tildiği, yaşam biçimi kılındığı bu yolla üyelerine aktarıl­dığı ve sadece yine bu yolla “ötekilere” örnek olduğu bir aile. Yani içinde hem yetim ve hem de öksüz olan Hz. Muhammed (sav)! büyüten, ona sevgi, kol-kanat geren bir aile.

Çocukluğundan itibaren, sıkıştığında yeğeninin yanı başında beliren bir amca ve onun bu görkemli gö­revini anlayışla karşılayıp kolaylaştıran bir amca hanımı. Onun yerine döşeğinde yatarken, canları canına kurban ettiğimiz amcaoğlu ve diğerlerini” de ayrıca saymaya gerek yok. Açıkçası yaşlandığımda huzur evinde ölümü beklemeyi; torunlarımın da kreşlerde büyümesini iste­miyorum. Bunlar insani var oluşumuzun ve Rabbimizin yücelttiği akrabalık bağlarının tabiatına, bu bağların fıt­ratına aykırıdır. Müslüman toplum tahayyülümde yaşlı­larını huzur evlerine, sakatlarını hastanelere, çocuklarını kreşlere, ellerinden iş gelenleri de bürolara/fabrikalara gönderen bir toplumun yeri bulunmuyor. Bunların, bize önerilenlerin dışında "Müslüman'ca” bir tarzda düzen­lenmesini hayatı İslâmîleştirmek olarak anlıyorum; ikti­dar sahibi olmanın yolu buradan geçmekte, gerisi ancak bundan sonraki ikincil önemi ifade ediyor.

Geleneksel aile modeli bizim daha kaybetmediğimiz, ama trajik bir şekilde hızla çözülen, çözülürken bütün fertlerini ve toplumu sersemletici bireylere dönüştüren bir model olarak önümüzde duruyor. Onu 21. asrın dün­yası karşısında bir imkâna, bir savunma mekanizmasına, Kuran'ın ifadesiyle bir "karargâha” tekrar dönüştürmek mümkün. Bir tekrardan değil, bir restorasyondan bah­sediyorum. Bunu bir çağrı olarak anlayabiliriz. Bir kere bu aile modeli kendi formu içinde en azından "bölünen” hasta kişilikli insanlar/nesiller yetiştirmediğinden do­layı dikkate alınmayı hak ediyor. Önümüzde duran aile modellerini ve bunların hâsıl ettiği ruhsal sorunları olan nesilleri tecrübe ederek görüyoruz.

Çekirdek aile sadece ruhsal yapısı sorunlu insan modeli yetiştirmiyor; aynı za­manda "gay aile” "lezbiyen aile”de tekil ailenin evriminin vardığı sonraki durakları temsil ediyor. Unutmamak ge­rekir ki çekirdek aile ulus devletin aile modelidir; bu dev­let bu aile modeli üzerinde gelişti ve kendine meşruiyet buldu. "Siyasal toplum” karşısında güç verip bizi ayakta tutan bir aileye/aile ilişkilerine ihtiyacımız var. Tüke­tim toplumuna karşı direnç gösteren; kendi geleneksel değerlerinden hareket ederek ihtiyaçlarını belirlemeye çalışan bir aile; süper marketin ajanı olmayan bir kadın; evde bereket tükendiğinden geçinemiyorum diye sızla­narak kapitalizmin haramlarına batmış bir erkek; sonu gelmez ihtiyaçların sahibi olmuş bir çocuk.

Müslümanlar şimdilik yeteri kadar sofistike olmamış “ham” talepleriyle sadece tüketim toplumunun parçası olmadıklarım, aynı zamanda bir gün bu taleplerin kendilerini ve kendi Müs­lümanlıklarını da tükettiğini göreceklerdir. Kadınlığı ve erkekliği olduğu kadar, işi de modern bilginin ve hayatın dışındaki imkânlarla yeniden anlamlandırmak zorunda­yız. Bize bu hususta ne eşitlikçi ideolojinin ne de kapi­talizmin uzmanlarının söyleyecek meşru şeyleri bulun­muyor. Eğer ailenin önemine, onun bizim Müslüman'ca yaşamamızın imkânlarını güvenceye almasını ve ahreti­mizle ilgili bu dünyadaki işlevine inanıyorsak, kadınlığı­mızı ve erkekliğimizi olduğu kadar işimizi de aileye ve onun değerlerine göre yeniden düzenlemenin yollarım aramalıyız.

Bu nedenle günümüzde çok tartışılan haliyle, kadının hangi kıyafetiyle kamusal alana katılması mese­lesinden önce tartışılması gereken,Müslüman erkeğin modern kamusal alanda yaşadığı trajedidir; haramların yaklaştırılıp helallerin uzaklaştırıldığı bu alanda uğradı­ğı kişilik bölünmesidir; İslâm'ı neden temsil edemediği ya da İslâm'ı yeni temsil etme biçimidir; giderek hızla uğradığı güven kaybıdır; ve en korkuncu “emin" vasfı­nın uğradığı müthiş aşınmadır. Aynı şeyleri Müslüman kadm örtüsünün altında bir kez daha yeniden yaşamak isteyip istemediğine ancak bundan sonra karar vermeli­dir. Unutmamak gerekir ki kamusal alan “köy meydanı” değildir; o asla tarafsız olamaz.

........

IX

'Sağlığının korunması, bakımının sağlanması, eğitimi­nin tamamlanması; kadının annelikten “geri çekilmesi" ve böylece anneliğin fakirleştirilmesi aslında çocuğun artık uzmanlık alanlarının nesnesi olduğuna işaret eder. Çocuk bakım kitaplarının ve yeni uzmanların üstlendi­ği işlev, bundan böyle “aile-dışı” bir müdahale ile karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor. Bunların sağlık, hijyen, pedagoji meseleleri şeklinde isimlendirilmesi sadece bir kamuflajdır. Nasıl ki, evlilik bir “görev” olmaktan çıkarak bir “tercih” haline geldiyse, insana ve Müslüman'a ait bir­çok hususta mahrem olmaktan çıktı, bilgilendirme adına sağlık hijyen meselesi halini alarak kamusal alanda aleni­leşerek kabul görmekte.

Günümüzde çocuk ve çocuk yetiştirme meselesi bir bilgi ve bilgilenme meselesine indirgenmiştir. Çocuğun, aile içi kültürle gelen bakım ve büyütülmesi meselesi; ah­lakın, edebin, mahremiyetin ve dinin meselesi olmaktan giderek çıkmakta, zira yukarıda sözünü ettiğimiz üç hu­sustan dolayı anne ve baba bu işte artık yetersiz bulun­maktadırlar. Trajik bir şekilde onlarda kendilerini pey­gamberin sünnetinden bahsetmelerine rağmen çelişkili bir şekilde peşinen çaresiz ve yetersiz sayabilmektedirler. Modern bilimler çocuk hakkında annelik ve babalığı tec­rit eden bilgi hâsıl ettikçe, anne ve babalığında çocuğun yetiştirilmesi hususundaki rolleri o nispette azalıyor. Ço­cuğa karşı olan görevlerinin ne olduğu hususunda tered­dütler çoğaldıkça, aynı zamanda ailenin de içi boşalıyor.

Bu yüzden de batıda 20. asrın yarısından, biz de ise yak­laşık 20. asrın bitimi arifesinde “uzmanlar" artık “ebevey­nin eğitimi yada ‘aile içi eğitim" yoluyla çocuk bakımına ilişkin “yolları” bilimin ışığında düzeltmeye başlamışlar­dır. Evlenmek kadar anne ve baba olmanın da uzman gö­zetiminde bir eğitim sürecini gerektirdiği fikri eğer anne ve baba olmaya daha hazır değillerse- kim buna karar verecek belli değil- çocuk sahibi olma ertelenebilir bir mesele hâline gelebiliyor.

Böylece evlenmek kadar çocuk sahibi olmakta artık deneme yanılmanın neticesine bağ­lı bir kararı gerektirmeye başlıyor. Bundan böyle çeşitli sebeplerden dolayı anne ve babalığa uygun olmayanla­rın “bilimsel ölçüler içinde” ayıklanmasına uzmanların karar vermesi kolaylaşmış hale gelmektedir.Dolayısıyla uzmanların artık anne ve babalığı yaşanması değil, öğre­tilmesi gereken bir meseleye dönüştürdüklerini görürüz. Aslında bu uzmanların düzenlediği ve yönettiği bir top­lumsal yapıda anne ve babalığı, ait olduğu mahremiyet ve duygu dünyasından çıkarıp profesyonelleştirmekle neti­celenmektedir.

Uzmanların sürekli müdahale ederek dü­zenlediği ve bilgilendirdiği aile, mahrem bir alan olmak­tan çıkarak klinik çalışmalarının merkezi haline geliyor. Burada tesettürlü ya da tesettürsüz uzmanların çalışması bu gerçeği değiştirmiyor; Çocuk bu ortamda büyütülmeye çalışıyor; ama asla anne ve babanın bu tecrübe içinde elde ettikleri bilgiyle değil hele geleneğin hiç değil, sade­ce uzman bilgisiyle.

Allah'ın lütfedip verdiği değil; yapılmasına karar ve­rilerek dünyaya getirilen çocuk, bakımı yine uzmanların lütfuyla gerçekleştirilen bir üretimin nesnesi olarak de-ğerlendirilmekte. Kadın çalışma hayatına atıldıkça uz­manların sayısı ve müdahalesi artmakta; iş hayatındaki başarının sürekliliğinin imkânı, kadının çocuğunun ba­kımıyla ilgili yükten kurtulmasını gerektirmekte. Bu bağ­lamda değerlendirildiğinde, kadın hakları gerçekte aileye müdahale hakkını kendinde bulan ve onu idare etmeyi içeren bir uzmanlar programını meşru, hatta bir ihtiyaç haline getiriyor. Bu nedenle kadının hak arayışının man­tıksal neticesi kreş talebiyle sık sık gündeme gelir. Yoksa doğum yapmak, çocuk emzirmek, çocuğuyla birlikte ol­mak gibi gerçekte “kadınsı/ dişil”, yani anneliğe ait kimliksel taleplerle ortaya çıkmıyor. Burada bizzat kadının hakları sözcüğünün kavramsallaştırılırken bile, biyolojik yapıdan ne kadar çok ayrıştırıldığını, bağımsızlaştırıldı­ğını görürüz.

Anneliğin içinin boşaltılarak “fakirleştirilmesinin” ne­ticesinde, çocuk bakımının kendi başına bir profesyonel­lik alanı ve neticede de bir endüstri haline gelmesi, her şeyden önce çocuğu kamusal alanın, dolayısıyla devletin ve ekonominin bir parçası yapmıştır. Bu Müslümanlar ci­hetinden daha başlangıçtan itibaren, Allah'a karşı sorum­lulukları ve özgürlüklerinin tehdit altına girmesi, mahre­miyetin içerik olarak dönüşmesi ve dolayısıyla yok olması demektir. Müslüman kadının iş hayatına katılması bugün ekonomik olmaktan çok, İslâm dışındaki “ideolojik” etki­lerdendir.

Artık evliliği, çocuk doğurma ve yetiştirmeyi bir profesyonellik olarak gören eğitimli Müslüman ka­dın, “öteki” olarak gördükleriyle bir boy ölçüşme, kapi­talizmin ortak kulvarında yarışa girme arzusunu İslâmî bir form içine yerleştirerek meşrulaştırmakta, bununla birlikte anneliği ve çocuk yetiştirmeyi doğal bir durum olmaktan çıkartarak uzmanların alanına terk etmeyi de­nemektedir; ürkek, sıkılgan ve nasıl bir “suç” işlendiğini bilmekten gelen bir mahcubiyetle. Bugün İslâm adına ya­pılan hak arama mücadelesi kadını kendi biyolojisinden kopartarak bize “ötekiler” tarafından yapılmış bir kadın ve kadın hakları portresi çiziyor. Oysa Müslüman ka­dının yapması gereken, “karargâhını” terk etmemesi ve anneliğin “fakirleşmesine” asla müsaade etmemesiydi. Kirlenen denizlerin bir gün kıyılarımızı terk ettiği gibi, bugün aile de bu nedenle hicret'e hazırlanıyor.

X

Kainatta her şey çiftiyle mevcuttur;biri diğeri olmadan kendini tanımlayamaz.Yaratılış silsilesi göz önüne alın­dığında erkek makrokozmozu temsil ediyorsa, kadın da mikrokozmozu temsil eder. Ancak bunlar bir başları­na kendilerini tanımlama imkânına sahip değildir; ama buna rağmen ikisi de kendini tanımlamak gibi bir ihtiyaç içinde bulunur. Çağdaş bireyci telakkiye ters gelse de bu karşılıklı varoluşsal bağımlılık ilişkisinde kadın erkeğin yarısını temsil eder; kadın olmadan erkek, erkek değildir. Erkek kadınla tanımlanır. Kadınla erkek ya da eril ile dişil arasındaki ilişki dünya ile sema arasındaki ilişkiye benzer. Kozmozda olanları nefiste, nefiste olanları da kozmozta bulmamız bundandır.

İslâm'ın zaman algısı güneş ve ay olmak üzere iki koz­mik varlık üzerine kuruludur: Müslüman zamanı üstün­de yaşadığı dünyanın bunlarla olan ilişkisi bağlamında anlamlandırılır. Gündelik hayat olan "şimdiyi” belirle­yen güneştir: Geçmişi ve geleceği dönemleştiren, yani "ömrü” belirleyen ay'dır. Modern muhayyilenin kadın ta­savvuruna aykırı düşse de kadim kültürler kadının ev, ay ve erkekle dünya dolayımında birbirlerini çağrıştıran bir ilişki içinde bulunduğunu söz konusu etmişlerdir.

Dünya katmanında erkek ve ay müzekkerdir, yani aydınlatıtandırlar: oysa kadın güneş gibi müennestir. Evde kadın hâkimiyet sahibi olarak bu rolüyle bulunur. Bu hakkı ona sağlayan mahremiyetin uzamıdır. Bundan olacak ki, as­lında kadın tesettürle kendini dünyaya kapatmaz, tersi­ne bunu yaparken ayın kendini dünyaya açtığı gibi o da mahrem olana kendini açar.

Kadın ve ay arasındaki ilişki mahiyeti kozmik olan muamma dolu bir ilişkidir. Kadim Grek insanına göre ka­dın tabiata benzer; irfanî geleneğin büyük yorumcularına göre de kadın “müteşabih”tir. Dünyadaki bütün kültür­lerde ayla, fakat bilhassa ayın on dördüyle kadın güzelliği arasında bir ilişki kurulduğunu görürüz. O dünyaya ait zamanın ay olarak dönemselleştirilmesini ilk gözetleyendir. Bu ilişki içinde ayın geçirdiği safhaları aynı zamanda kadının da yaşadığına inanılır. Bunu zaman olarak harici, biyolojik olarak dahili bir tecrübenin uyumu olarak gö­zetler: bedenin yaşadığına bizzat kendisi şahitlik yapar.

Bu kozmik zamanın biyolojik bir varlıkta kendini açığa vurmasıdır. Kadın zamanın bu türünü mahrem mekanda temsil ederek erkeğe duyurur: ay yüzünü dünyaya, kadın da kendini erkeğe kapatır. Nutfenin beşer halini alması kozmik zamanın on kameri ayma denk düşer. Kadim kül­türlerde bu yüzden hamilelik, kameri takvim ve ebe ay- rıştırılmaları mümkün olmayan üçlü bir yapı teşkil eder. Bununla özne ile nesnenin birbirleriyle uyumlu ilişki içinde oldukları bütüncül bir epistemoloji kurulur. İnsa­na dair bilginin aynı zamanda bu kendini üzerinde inşa ettiği temeli teşkil eder. Bir ebenin çocuk doğurtmasın­daki sırrın, doğum yapan anneye gösterdiği kozmik du­yarlılık ile sahibi olduğu beşeri ilmin uyumunda yattığına şahit olunduğunda ancak bu anlaşılabilir.

Doğum ile ölüm arasındaki dünyevi ilişkide bu kadın, modern tıbbın yaptığı gibi doğum sırasında çocukta anneyi birbirlerinden yalıtarak araya kendini ikame etmez. Temsil ettiği epistemolojinin tabii hâsılası olarak, doğu­mu ölüm sebebine dönüştürerek bir tehdit aracı haline getirmediğinden, modern tıbbın yaptığı gibi beden üze­rinde egemenlik kurarak onu mülkiyeti hâline getirmez. Doğumu ölüm gibi tabii bir hâl olarak kendi kozmik “vaktine” iade eder ve anneyle çocuk arasından çekilir. Böylece nutfe için hapishaneden kurtuluşun sevinci olan annenin doğum sancısını ayrıştırılması imkânsız bir bü­tüne dönüştürür. Ay bir kez daha kadına erkeğin öteki olmadığını, kendini her şeyiyle apaçık dünyaya gösterdiği on dördü haliyle hatırlatmada bulunur. Bu müzekkerin ideolojilerden aldığı intikamdır.

Abdurrahman Arslan - Sabra Davet Eden Hakikat,syf:303-307;316-321

(,Eğitim Yazıları, 2007, sayı 11)



Devamını Oku »

Küçük Yaştaki Kızların Evlendirilmesi Meselesi



Küçük yaştaki kızların evlendirilmesi meselesi üzerinden Diyanet’e karşı başlatılan kampanyayı üzülerek takip ettim. Kanaatim odur ki, tartışmanın tarafı olan birçok kimse için amaç, hiçbir şekilde, bir yanlışı düzeltmek veya yanlışlık tespiti değil.

Bilmeden, gelişi güzel, ortama uyarak mesele hakkında yorum yapanların dışında iki grup var. Biri altın bir fırsat bulmuş, Diyanet üzerinden hükümetle hesabını görüyor, diğeri bu durumu bahane ederek dini, insanların gözünde dinî olan ne varsa onu itibarsızlaştırıyor.

Bütün bu çarpıklıklar, “sapkınlıklar” dinle irtibatlı, dindarlar arasında var, diyor. Böylece bir taraftan muhafazakârlık iddia ve söylemindeki iktidarı vururken bir taraftan da dinî değerleri, kurumları, kavramları aşındırıyor, dindarları yıpratıyor, dini hedef alıyor.

Hâlbuki din, Kur’an veya Hadis, hatta İslam Hukuku (fıkıh) kimseye kızını on, on iki, on beş yaşında evlendir demiyor, bu hususta herhangi bir teşvik veya özendirme de kesinlikle söz konusu değil.

Ama fıkıh/fetva kitapları, yazıldıkları zaman, çevre ve örfü yani o günkü mevcut durumu esas aldıkları için bu konulara giriyor, bu yaşlardaki kızların evlenebilirlik yahut evlenemezliği, buna uygun olarak yaş tespitleri bu kitaplarda yer alıyor.

Problem, bu kitaplardaki bilgi, olduğu gibi, bugüne uyarlanmadan, bugüne/bu yeni duruma dair tespitler, teklifler, düzenlemeler yapılmadan doğrudan günümüze taşındığı zaman ortaya çıkıyor.

Bir kısım insanlarımız bunu bilmiyor. Belli ki, bilenler de meseleyi yeterince izah etme, belirgin kılma noktasında problemler yaşıyor. Arkadaşlar, bu, dinin, Kur’ân’ın, Sünnet’in emri değil; kültür, demiyor, diyemiyor.

“Din ile tedeyyünü”, “din ile kültürü” birbirinden ayırmak lazım. Bu fıkıh/fetva kitaplarında görülen yaşla ilgili tespitler de doğrudan dinin değil, o dönem, çevre, şartlar, coğrafyanın, o dönemin sosyoloji ve kültürünün belirlediği şeyler, diyemiyor.

Buna benzer durum/uygulamalar başka kültürlerde de var. Bizim eski kültürümüzde, şiirlerde, türkülerde, şarkılarda da var. Ayrıca, serinkanlılıkla bakıldığında meselenin sadece küçük yaştaki kızlar üzerinden konuşulmasının doğru olmadığı, erkeklerle de ilgili olduğu görülüyor.

İşte bazı örnekler: “Henüz girmiş on üç on dört yaşına / Küçücükten bir yar sevdim yar/oy nenni (aslı, “ermeni” imiş, sansüre uğramış?). Bu da Karacaoğlan’dan o günün havasını, gerçeğini yansıtan “anlamak için” okunması gereken bir şiir.

On birinde bir yâr sevdim,
Taze açmış güle benzer.
On ikide şeker, şerbet,
Oğul vermiş bala benzer.

On üçünde gözün süzer,
Zülfünü gerdana dizer,
Kargı, kamış gibi uzar,
Boyu selvi dala benzer.

On dördünde bedir bedir,
Dostunun ikrarın güder,
Nere çeksen ora gider,
Boynu toklu kula benzer.

On beşinde yaşar yaşın,
Her örnekten bağlar başın,
Tenhalarda arar eşin,
Tez alışkın tele benzer.

On altıda kurt bilekli,
Ünler de Hakk'a dilekli,
Sağrısı yeşil örekli,
Esen poyraz yele benzer.(tamamı için bkn.https://karacaoglansiirleri.blogspot.com.tr/2008/01/on-birinde-bir-yr-sevdim_21.html?m=1)

Bu da bir delikanlının dilinden: “Ahlat'ın başındayım. On altı yaşındayım. Kınamayın vay dostlar. Gül kızın peşindeyim” şeklinde devam edip gidiyor. Hepsini buraya taşımanın hoş olmayacağı bunlardan başka örnekler de var.

Erken yaşlarda evlenme yakın zamanlara kadar Anadolu’da yok muydu? Adanalı bir arkadaşımızın annesi on iki, babası on üç yaşındayken evlenmiş. Doğu veya Batıdaki bazı istismar örneklerini bir tarafa koyacak olursak bu, yakın zamanlara kadar bilinen bir şey.

Bunun o günkü şartlarda makul sayılabilecek sebepleri de var. “Efendim, kız on beş yaşında o zihnî olgunluğa erişmiyor. Bir eve çıkıp evliliğin sorumluluğunu taşıyacak durumda değil” deniyor. Doğru. Bugün için, kesinlikle böyle.

Ama o gün tamamen böyle değil. İnsanlar en küçük yaşlarından itibaren zor hayat şartlarıyla yüz yüze ve çalışmak zorunda oldukları için daha erken olgunlaşıyorlar. Bugün ise medenî hukukta evlilik için tespit edilen “on sekiz yaş” bile birçok aile tarafından erken sayılıyor.

Sonra, bu yaşlarda bir kız çocuğunun yeni bir eve çıkıp o evin sorumluluğunu yüklenemeyeceği iddiası da o gün için çok geçerli değil. Çünkü içerisinde kayınpeder-kayınvalide, kardeşler, hatta yengeler ve çocukların olduğu büyük evlere gelin gidiyorlar.

Bunun yanında, kız iyi bir kız, aile iyi bir aileyse veya kız gösterişli güzel bir kızsa başkasına gitmesin; varlıklı bir aileden ve akraba ise mal bölüşülmesin; kimi zaman da evde, bağ-bahçede, tarlada çalışmak için yardımcıya ihtiyaç olduğu için bu kızlar isteniyor.

Söylemek istediğim, bu, o dönemlerin kültür ve sosyolojisiyle ilgili bir şey; dinin emrettiği, dayattığı bir şey değil. Dönem, çevre, şartlar değişince, bunlara bağlı olarak yapılan tespit ve uygulamaların da tabii olarak kendiliğinden değişmesi gerekiyor.

Nitekim 1917 yılında yayımlanan Hukûk-ı Aile Kararnamesi'nde bu yeni durum ve şartlar esas alınarak evlilik yaşı on yedi-on sekiz olarak düzenleniyor. Bunu öğrenmek, anlamaya çalışmak yerine sövgüyü tercih eden, düşmanlık yapanlar hiçbir takdir veya tebriği hak etmiyor.

Bütün bu tartışma devam ederken, bu camiadan birileri de çıkıp sanki matah bir şey yapıyormuşçasına, “kıvırmayın, gelenekte bu var” diyor. Evet, gelenekte bu var ama niye var diye sormuyor. Örf, kültür, mevcut şartlar esas alındığı için gelenekte bu var.

Bugün kendilerini geleneğe bağlı sayan insanlar o geleneği bugüne taşıyorlar, kızlarını on beş, on altı yaşlarında evlendiriyorlar mı? Hayır! Demek ki onlar da bu yeni durumun farkındalar, en azından bu noktada geleneği günümüze taşımıyorlar.

Koca profesör konuyla ilgili Diyanet’i itham eden ağır bir tweet yazıyor, birileri tarafından samimice haberin kaynağına dikkat etmesi noktasında uyarılınca “üç saat oldu, Diyanet bir açıklama yapmadı” diyor. Geldiğimiz seviye, maalesef budur.

Toparlayacak olursam, burada belirleyici olan din değil, insanların yaşadıkları dönem, çevre ve şartlar. Müslüman bir toplumda böyle bir şey konuşuluyor diye, faturayı hemen dine, dindarlara kesmenin iyi niyet taşıdığına dair cidden kuşku duyuyorum.

Ayrıca, bunu bahane ederek Diyanet’i yıpratmanın bu çevrelere de bir faydası yok. Böyle bir kurumun olmaması, dinî-toplumsal alanda kaos ve keşmekeşi artıracağı gibi, toplumun farklı kesimleri arasındaki mesafeyi daha da derinleştirecektir.

Meselelerimizi sükûnetle, birbirimizi dinleyerek, itham etmeden, anlamaya çalışarak çözmek için bir yol bulmaya çalışmazsak, iyi bir geleceğin bizi beklemediğini söylemek için de ayrıca kâhin olmak gerekmiyor.

Bu da, yukarıda yazılanları teyit eder mahiyette bir istatistik. Paylaşan @glzmnb kardeşime teşekkür ediyorum. 1940'lardan bugüne evlilik yaşıyla ilgili nasıl bir değişim olduğunu gösteren açıklayıcı bir tablo.



@lazamani hocamın konuyla ilgili yazdıklarını da buraya ekliyorum:

Dört mezhebin de kabul ettiği küçük yaşta nikahlama (ki bir nevi beşik kertmesi demektir), İslam hukukuna göre hazırlanan 1917 tarihli Hukuk-ı Aile Kararnamesi ile yasaklanmıştır. Zira evliliğin Sanayi Devrimi öncesi sosyal fonksiyonları büyük şehirlerde artık ortadan kalkmıştır.

Konuyla ilgili söz söyleyecek olanların, evlilik hayatının fiilen başlaması ile nikah akdi arasındaki farkı mülahaza etmeleri, Sanayi Devrimi öncesi ile sonrasındaki sosyal hayat arasındaki farklılıkları dikkate almaları gerekir.(Asım Cüneyd Köksal)



@Nail_Okuyucu hocamın konu etrafında yazdığı uzunca ve faydalı zinciri de buraya ekliyorum:

Fakihlerimiz nikâhın meşrû kılınışının sebebini, Allah’ın takdir ettiği kıyâmet vaktine dek nev’-i beşerin yeryüzünde bekâsını temin olarak tespit etmişlerdir. Bunun yolu da insanların soylarını devam ettirmeleridir (tenâsül ve tevâlüd).

Bu gayeyi temin için erkek ve kadının bir araya gelmesi gerekir ki bunun da dinen meşru kabul edilen yolu nikâhtır. Zira nikâha başvurulmadığı takdirde ilişkilere zorbalık (teğâlüb) hâkim olacak ve bu da hem insanlığın hem de yeryüzünün fesâda uğramasına yol açacaktır.

Ayrıca meşrû nikâh dâiresinde kayıt altına alınmayan ilişkiler neseblerin kaybolmasına sebebiyet verecek ve dinin korumayı hedeflediği beş temel esastan biri olan nesil zâyi olacaktır (Bu kısmı, Serahsî'nin el-Mebsût'undan ihtisâr ederek naklettim).



Küçüklerin evlendirilmesine meselesine bu açıdan bakıldığında, İmam Gazzâlî’nin şu cümlelerini de hatırda tutarak hem âlimlerimize hem de bu vâkıanın yaygın olduğu bizden önceki nesillere karşı haksızlık yapmamış oluruz;



Özetle Gazzâlî şunları söylüyor: "Küçüklerin evlendirilmesine verilen cevâzın arkasında, evliliğin kendisinden beklenen amaçlar değil, aşiretler arasındaki ilişkilerin ve aileler arasındaki dayanışmanın güçlendirilmesi düşüncesi yatar."

Meseleye İslâm hukuku açısından baktığımızda, evlenmeyi yalnızca iki kişi arasında akdedilen bir sözleşme olarak değil, Gazzâli'nin de işaret ettiği üzere aileler arası kurulan bir bağ olarak görmek daha isabetli olur.

Bu yüzden nikâhta ehliyet denince yalnızca evlenme ehliyeti değil, evlendirme ehliyeti de (velâyetü'n-nikâh) anlaşılır. Bir şahsın evlenme ehliyeti kazanması için büluğ/rüşd çağına erişmesi gerekirken fıtraten ve ahlâken çocuklarının daima iyiliğini düşünecekleri varsayılan velilerin çocuklarını evlendirmeleri için belli bir yaş sınırı öngörülmemiştir. Bir çocuğun evlendirilmesi, onun evlilik hayatına fiilen başlaması anlamına da gelmemektedir. Kız çocuğunu evlendiren veli, çocuğunu evliliği fiilen yürütebileceği bedenî ve zihnî olgunluk çağına kadar kocasından alıkoyma hakkına sahiptir. Bu meseleye hep kız çocukları açısından bakılması ve meselenin peşinen bir sapkınlık zeminine çekilmesi de bir modern saplantı olarak tezahür ediyor. Oysa ilgili cevaz hükümlerinde kız-erkek ayrımı yapılmamaktadır.

Konuya bakışımızın değişmeye başladığı 19. yy. ve sonrası, İslâm toplumlarının siyasi ve sosyal sahalarda ciddi değişikliklere maruz kalmaya başladığı bir döneme karşılık geliyor. Nikâh, önceleri yalnızca şahısları ve ilgili tarafları ilgilendiren bir mesele iken modernleşme ile yani "modern devlet"in ortaya çıkmasıyla birlikte, siyasi erkin nüfuz ve düzenleme sahası genişledi. Önceleri çok daha sivil bir görünüm arz eden İslâm toplumları artık devletin her alandaki düzenlemeleri ile farklı bir eşiğe atlamış oldu.

1850'li yıllardan itibaren İslâm dünyasında devletler bu yolda attıkları adımlarla ahvâl-i şahsiyyeye daha fazla müdâhil olmaya başladılar. 1916 yılında çıkarılan bazı irâdeler ile 1917 tarihli Hukuk-ı Aile Kararnâmesi bunun en bariz örnekleridir.

Nitekim o dönemde bu kararnâmeye yöneltilen eleştiriler arasında, devletin öncelikle şahısların hak ve yetkisinde olması gereken ahvâl-i şahsiyye sahasına bu denli müdâhil olma yetkisini kendisinde nereden ve nasıl gördüğü önem arz eder. (Sadrettin Efendi'nin tenkitleri gibi) (Nail Okuyucu)



Mehmet Fatih Kaya Hoca

https://mobile.twitter.com/mfkaya08/status/950077072399044610?s=04
Devamını Oku »

Küçük Yaştaki Kızların Evlendirilmesi Meselesi



Küçük yaştaki kızların evlendirilmesi meselesi üzerinden Diyanet’e karşı başlatılan kampanyayı üzülerek takip ettim. Kanaatim odur ki, tartışmanın tarafı olan birçok kimse için amaç, hiçbir şekilde, bir yanlışı düzeltmek veya yanlışlık tespiti değil.

Bilmeden, gelişi güzel, ortama uyarak mesele hakkında yorum yapanların dışında iki grup var. Biri altın bir fırsat bulmuş, Diyanet üzerinden hükümetle hesabını görüyor, diğeri bu durumu bahane ederek dini, insanların gözünde dinî olan ne varsa onu itibarsızlaştırıyor.

Bütün bu çarpıklıklar, “sapkınlıklar” dinle irtibatlı, dindarlar arasında var, diyor. Böylece bir taraftan muhafazakârlık iddia ve söylemindeki iktidarı vururken bir taraftan da dinî değerleri, kurumları, kavramları aşındırıyor, dindarları yıpratıyor, dini hedef alıyor.

Hâlbuki din, Kur’an veya Hadis, hatta İslam Hukuku (fıkıh) kimseye kızını on, on iki, on beş yaşında evlendir demiyor, bu hususta herhangi bir teşvik veya özendirme de kesinlikle söz konusu değil.

Ama fıkıh/fetva kitapları, yazıldıkları zaman, çevre ve örfü yani o günkü mevcut durumu esas aldıkları için bu konulara giriyor, bu yaşlardaki kızların evlenebilirlik yahut evlenemezliği, buna uygun olarak yaş tespitleri bu kitaplarda yer alıyor.

Problem, bu kitaplardaki bilgi, olduğu gibi, bugüne uyarlanmadan, bugüne/bu yeni duruma dair tespitler, teklifler, düzenlemeler yapılmadan doğrudan günümüze taşındığı zaman ortaya çıkıyor.

Bir kısım insanlarımız bunu bilmiyor. Belli ki, bilenler de meseleyi yeterince izah etme, belirgin kılma noktasında problemler yaşıyor. Arkadaşlar, bu, dinin, Kur’ân’ın, Sünnet’in emri değil; kültür, demiyor, diyemiyor.

“Din ile tedeyyünü”, “din ile kültürü” birbirinden ayırmak lazım. Bu fıkıh/fetva kitaplarında görülen yaşla ilgili tespitler de doğrudan dinin değil, o dönem, çevre, şartlar, coğrafyanın, o dönemin sosyoloji ve kültürünün belirlediği şeyler, diyemiyor.

Buna benzer durum/uygulamalar başka kültürlerde de var. Bizim eski kültürümüzde, şiirlerde, türkülerde, şarkılarda da var. Ayrıca, serinkanlılıkla bakıldığında meselenin sadece küçük yaştaki kızlar üzerinden konuşulmasının doğru olmadığı, erkeklerle de ilgili olduğu görülüyor.

İşte bazı örnekler: “Henüz girmiş on üç on dört yaşına / Küçücükten bir yar sevdim yar/oy nenni (aslı, “ermeni” imiş, sansüre uğramış?). Bu da Karacaoğlan’dan o günün havasını, gerçeğini yansıtan “anlamak için” okunması gereken bir şiir.

On birinde bir yâr sevdim,
Taze açmış güle benzer.
On ikide şeker, şerbet,
Oğul vermiş bala benzer.

On üçünde gözün süzer,
Zülfünü gerdana dizer,
Kargı, kamış gibi uzar,
Boyu selvi dala benzer.

On dördünde bedir bedir,
Dostunun ikrarın güder,
Nere çeksen ora gider,
Boynu toklu kula benzer.

On beşinde yaşar yaşın,
Her örnekten bağlar başın,
Tenhalarda arar eşin,
Tez alışkın tele benzer.

On altıda kurt bilekli,
Ünler de Hakk'a dilekli,
Sağrısı yeşil örekli,
Esen poyraz yele benzer.(tamamı için bkn.https://karacaoglansiirleri.blogspot.com.tr/2008/01/on-birinde-bir-yr-sevdim_21.html?m=1)

Bu da bir delikanlının dilinden: “Ahlat'ın başındayım. On altı yaşındayım. Kınamayın vay dostlar. Gül kızın peşindeyim” şeklinde devam edip gidiyor. Hepsini buraya taşımanın hoş olmayacağı bunlardan başka örnekler de var.

Erken yaşlarda evlenme yakın zamanlara kadar Anadolu’da yok muydu? Adanalı bir arkadaşımızın annesi on iki, babası on üç yaşındayken evlenmiş. Doğu veya Batıdaki bazı istismar örneklerini bir tarafa koyacak olursak bu, yakın zamanlara kadar bilinen bir şey.

Bunun o günkü şartlarda makul sayılabilecek sebepleri de var. “Efendim, kız on beş yaşında o zihnî olgunluğa erişmiyor. Bir eve çıkıp evliliğin sorumluluğunu taşıyacak durumda değil” deniyor. Doğru. Bugün için, kesinlikle böyle.

Ama o gün tamamen böyle değil. İnsanlar en küçük yaşlarından itibaren zor hayat şartlarıyla yüz yüze ve çalışmak zorunda oldukları için daha erken olgunlaşıyorlar. Bugün ise medenî hukukta evlilik için tespit edilen “on sekiz yaş” bile birçok aile tarafından erken sayılıyor.

Sonra, bu yaşlarda bir kız çocuğunun yeni bir eve çıkıp o evin sorumluluğunu yüklenemeyeceği iddiası da o gün için çok geçerli değil. Çünkü içerisinde kayınpeder-kayınvalide, kardeşler, hatta yengeler ve çocukların olduğu büyük evlere gelin gidiyorlar.

Bunun yanında, kız iyi bir kız, aile iyi bir aileyse veya kız gösterişli güzel bir kızsa başkasına gitmesin; varlıklı bir aileden ve akraba ise mal bölüşülmesin; kimi zaman da evde, bağ-bahçede, tarlada çalışmak için yardımcıya ihtiyaç olduğu için bu kızlar isteniyor.

Söylemek istediğim, bu, o dönemlerin kültür ve sosyolojisiyle ilgili bir şey; dinin emrettiği, dayattığı bir şey değil. Dönem, çevre, şartlar değişince, bunlara bağlı olarak yapılan tespit ve uygulamaların da tabii olarak kendiliğinden değişmesi gerekiyor.

Nitekim 1917 yılında yayımlanan Hukûk-ı Aile Kararnamesi'nde bu yeni durum ve şartlar esas alınarak evlilik yaşı on yedi-on sekiz olarak düzenleniyor. Bunu öğrenmek, anlamaya çalışmak yerine sövgüyü tercih eden, düşmanlık yapanlar hiçbir takdir veya tebriği hak etmiyor.

Bütün bu tartışma devam ederken, bu camiadan birileri de çıkıp sanki matah bir şey yapıyormuşçasına, “kıvırmayın, gelenekte bu var” diyor. Evet, gelenekte bu var ama niye var diye sormuyor. Örf, kültür, mevcut şartlar esas alındığı için gelenekte bu var.

Bugün kendilerini geleneğe bağlı sayan insanlar o geleneği bugüne taşıyorlar, kızlarını on beş, on altı yaşlarında evlendiriyorlar mı? Hayır! Demek ki onlar da bu yeni durumun farkındalar, en azından bu noktada geleneği günümüze taşımıyorlar.

Koca profesör konuyla ilgili Diyanet’i itham eden ağır bir tweet yazıyor, birileri tarafından samimice haberin kaynağına dikkat etmesi noktasında uyarılınca “üç saat oldu, Diyanet bir açıklama yapmadı” diyor. Geldiğimiz seviye, maalesef budur.

Toparlayacak olursam, burada belirleyici olan din değil, insanların yaşadıkları dönem, çevre ve şartlar. Müslüman bir toplumda böyle bir şey konuşuluyor diye, faturayı hemen dine, dindarlara kesmenin iyi niyet taşıdığına dair cidden kuşku duyuyorum.

Ayrıca, bunu bahane ederek Diyanet’i yıpratmanın bu çevrelere de bir faydası yok. Böyle bir kurumun olmaması, dinî-toplumsal alanda kaos ve keşmekeşi artıracağı gibi, toplumun farklı kesimleri arasındaki mesafeyi daha da derinleştirecektir.

Meselelerimizi sükûnetle, birbirimizi dinleyerek, itham etmeden, anlamaya çalışarak çözmek için bir yol bulmaya çalışmazsak, iyi bir geleceğin bizi beklemediğini söylemek için de ayrıca kâhin olmak gerekmiyor.

Bu da, yukarıda yazılanları teyit eder mahiyette bir istatistik. Paylaşan @glzmnb kardeşime teşekkür ediyorum. 1940'lardan bugüne evlilik yaşıyla ilgili nasıl bir değişim olduğunu gösteren açıklayıcı bir tablo.



@lazamani hocamın konuyla ilgili yazdıklarını da buraya ekliyorum:

Dört mezhebin de kabul ettiği küçük yaşta nikahlama (ki bir nevi beşik kertmesi demektir), İslam hukukuna göre hazırlanan 1917 tarihli Hukuk-ı Aile Kararnamesi ile yasaklanmıştır. Zira evliliğin Sanayi Devrimi öncesi sosyal fonksiyonları büyük şehirlerde artık ortadan kalkmıştır.

Konuyla ilgili söz söyleyecek olanların, evlilik hayatının fiilen başlaması ile nikah akdi arasındaki farkı mülahaza etmeleri, Sanayi Devrimi öncesi ile sonrasındaki sosyal hayat arasındaki farklılıkları dikkate almaları gerekir.(Asım Cüneyd Köksal)



@Nail_Okuyucu hocamın konu etrafında yazdığı uzunca ve faydalı zinciri de buraya ekliyorum:

Fakihlerimiz nikâhın meşrû kılınışının sebebini, Allah’ın takdir ettiği kıyâmet vaktine dek nev’-i beşerin yeryüzünde bekâsını temin olarak tespit etmişlerdir. Bunun yolu da insanların soylarını devam ettirmeleridir (tenâsül ve tevâlüd).

Bu gayeyi temin için erkek ve kadının bir araya gelmesi gerekir ki bunun da dinen meşru kabul edilen yolu nikâhtır. Zira nikâha başvurulmadığı takdirde ilişkilere zorbalık (teğâlüb) hâkim olacak ve bu da hem insanlığın hem de yeryüzünün fesâda uğramasına yol açacaktır.

Ayrıca meşrû nikâh dâiresinde kayıt altına alınmayan ilişkiler neseblerin kaybolmasına sebebiyet verecek ve dinin korumayı hedeflediği beş temel esastan biri olan nesil zâyi olacaktır (Bu kısmı, Serahsî'nin el-Mebsût'undan ihtisâr ederek naklettim).



Küçüklerin evlendirilmesine meselesine bu açıdan bakıldığında, İmam Gazzâlî’nin şu cümlelerini de hatırda tutarak hem âlimlerimize hem de bu vâkıanın yaygın olduğu bizden önceki nesillere karşı haksızlık yapmamış oluruz;



Özetle Gazzâlî şunları söylüyor: "Küçüklerin evlendirilmesine verilen cevâzın arkasında, evliliğin kendisinden beklenen amaçlar değil, aşiretler arasındaki ilişkilerin ve aileler arasındaki dayanışmanın güçlendirilmesi düşüncesi yatar."

Meseleye İslâm hukuku açısından baktığımızda, evlenmeyi yalnızca iki kişi arasında akdedilen bir sözleşme olarak değil, Gazzâli'nin de işaret ettiği üzere aileler arası kurulan bir bağ olarak görmek daha isabetli olur.

Bu yüzden nikâhta ehliyet denince yalnızca evlenme ehliyeti değil, evlendirme ehliyeti de (velâyetü'n-nikâh) anlaşılır. Bir şahsın evlenme ehliyeti kazanması için büluğ/rüşd çağına erişmesi gerekirken fıtraten ve ahlâken çocuklarının daima iyiliğini düşünecekleri varsayılan velilerin çocuklarını evlendirmeleri için belli bir yaş sınırı öngörülmemiştir. Bir çocuğun evlendirilmesi, onun evlilik hayatına fiilen başlaması anlamına da gelmemektedir. Kız çocuğunu evlendiren veli, çocuğunu evliliği fiilen yürütebileceği bedenî ve zihnî olgunluk çağına kadar kocasından alıkoyma hakkına sahiptir. Bu meseleye hep kız çocukları açısından bakılması ve meselenin peşinen bir sapkınlık zeminine çekilmesi de bir modern saplantı olarak tezahür ediyor. Oysa ilgili cevaz hükümlerinde kız-erkek ayrımı yapılmamaktadır.

Konuya bakışımızın değişmeye başladığı 19. yy. ve sonrası, İslâm toplumlarının siyasi ve sosyal sahalarda ciddi değişikliklere maruz kalmaya başladığı bir döneme karşılık geliyor. Nikâh, önceleri yalnızca şahısları ve ilgili tarafları ilgilendiren bir mesele iken modernleşme ile yani "modern devlet"in ortaya çıkmasıyla birlikte, siyasi erkin nüfuz ve düzenleme sahası genişledi. Önceleri çok daha sivil bir görünüm arz eden İslâm toplumları artık devletin her alandaki düzenlemeleri ile farklı bir eşiğe atlamış oldu.

1850'li yıllardan itibaren İslâm dünyasında devletler bu yolda attıkları adımlarla ahvâl-i şahsiyyeye daha fazla müdâhil olmaya başladılar. 1916 yılında çıkarılan bazı irâdeler ile 1917 tarihli Hukuk-ı Aile Kararnâmesi bunun en bariz örnekleridir.

Nitekim o dönemde bu kararnâmeye yöneltilen eleştiriler arasında, devletin öncelikle şahısların hak ve yetkisinde olması gereken ahvâl-i şahsiyye sahasına bu denli müdâhil olma yetkisini kendisinde nereden ve nasıl gördüğü önem arz eder. (Sadrettin Efendi'nin tenkitleri gibi) (Nail Okuyucu)



Mehmet Fatih Kaya Hoca

https://mobile.twitter.com/mfkaya08/status/950077072399044610?s=04
Devamını Oku »

Ailenin Hicreti



Aile sözcüğü köken olarak Arapça’dan gelmekte. Kav­ram semantik olarak, iki noktaya işaret ediyor: Biri, bir­birlerine çok yakın olan insanların oluşturduğu ilişkiler dünyası; diğeri de en geniş anlamı içinde, ihtiyaçların gi­derildiği yer anlamı taşımakta. Dolayısıyla aile hakkında konuştuğumuzda, biz aynı zamanda kadın ve erkek, anne ve baba, erkek ve kız kardeş, dedelik ve ninelik, çocuk ve torun, amca ve dayı, hala ve teyzeyle alakalı olan mah­rem ve namahremin düzenlenmiş verili ilişkiler dünyası hakkında da konuşuyoruz demektir. Fakat aynı zamanda bunlarla birlikte bir hiyerarşi, bir statü, kendine has bir ilişkiler örgüsü ve bundan da daha önemli olan; bir dini değerler evreninden bahsediyoruz demektir.

Unutmamak gerekir ki kadın ve erkek olarak insan de­nen varlık, imtihan edilmek üzere yeryüzüne aile dediği­miz bir form içinde gönderilmiştir. Dolayısıyla bu form, bu formun içindeki iki insanla ilgili muhtevasındaki iliş­kiler “âlemi” olarak aile insanın sınama yanılması, yani Hz. Adem ve Hz. Havva'nın “görücü usulü” yada “flör­te” dayalı tecrübeleriyle inşa ettikleri bir dünya değildir. İlişkilerinin hangi zeminde, “eşitlik” yoksa “adalet” zemi­ninde mi süreçlendirileceğine, karar veren onlar olma­mıştır. Aile insan için verili özelliğe sahiptir: ona şekil ve muhtevasını insanın tecrübesi vermemiştir. O bütünüyle din tarafından inşa edilmiştir ve dine ait bir kurumdur.

İnsanın iki türü olarak kadın ve erkek arasındaki bütün ilişkiler; bu ilişkilerin zemini, mahiyeti ve anlamı, bu iliş­kilere kalpleri birbirlerine ısınsın diye bir lütuf olarak nikâhla(elbette ki bu “resmi” nikah değil çünkü onun böyle bir gücü asla olamaz) katılan sevgi bağı, ilk defa bu form içinde dünya şartlarından bağımsız şekilde düzen­lenerek dünyaya gönderilmiştir. Bu yüzden yeryüzünde- ki bütün toplumlarda biz “aile” denen birliktelik biçimini buluruz. Bu özellik, beşerin paylaştığı ortak temellerden biri olmasıyla önem taşır. Bundan olacak ki, toplumsal bütün yapılar içinde toplumun değişimine en çok dire­nen unsuru ailedir. Toplum değişirken, aile değişime kar­şı bütün imkânlarını kullanarak direnir. Bunu, kendine ait her türlü değeri, aşırı şekilde sahiplenerek yapar.

IV

Aileyi; sadece geçmişi eleştirerek kendini haklı çıkar­maya çalışmaktan şimdilik başka bir şey ortaya koya­mamış ve koyması da asla mümkün olamayacak sözüm ona kadının “eşitlik" ve “özgürlük" talebine; bunun bizim Müslüman kesimdeki “töre cinayetleriyle" desteklenen oryantalist yankısı sayacağımız kadının ezilmişliğine; bu­nunla birlikte erkeğin, maişet temini adı altında kurnazca meşrulaştırmaya çalıştığı, İslâm'ın övdüğü ticaretle daha kapitalizmi birbirlerinden tefrik edemediği - daha doğ­rusu etmek istemediği mi demeliyiz - iktisadi faaliyetine kurban veremeyiz. İkisinin de bugün vardığı yer, büyük bir hüsran ve trajedidir; zira birini feminism, birini de kapitalizm teslim almış haldedir. Biri feminizmden hare­ketle erkeği ötekileştirmekte ve ötekileştirmeden düşün­ce üretememekte; diğeri de nasipsiz bir akılla, kapitaliz­mi İslâm ileştirmekten başka bir şey yapamamaktadır.

Aile; günümüzün iki önemli düşüncesini temsil eden ancak meşruiyetleri daha başlangıçtan itibaren tartışma­ya açık olan bu eğilimlerle birlikte değerlendirilemeyecek kadar azizdir. Bu “geleneksel aileyi" kutsamak değildir; onun içinde zamanın getirdiği deforme olmuş ilişkile­ri onaylamak demek de değildir. Nedir geleneksel aile; mahiyeti farklı bir ilişkiler dünyası mıdır; yoksa genelde basite indirgendiği gibi, “nüfus adedi” üzerinden anla­şılmaya çalışılan bir yapı mıdır? Geleneksel aile derken, kişisel olarak, şunu anlamaktayım: mahremiyetin, edebin ve güvenliğin, ama her türden güvenliğin yeniden üre­tildiği, yaşam biçimi kılındığı bu yolla üyelerine aktarıl­dığı ve sadece yine bu yolla “ötekilere” örnek olduğu bir aile. Yani içinde hem yetim ve hem de öksüz olan Hz. Muhammed (sav)! büyüten, ona sevgi, kol-kanat geren bir aile.

Çocukluğundan itibaren, sıkıştığında yeğeninin yanı başında beliren bir amca ve onun bu görkemli gö­revini anlayışla karşılayıp kolaylaştıran bir amca hanımı. Onun yerine döşeğinde yatarken, canları canına kurban ettiğimiz amcaoğlu ve diğerlerini” de ayrıca saymaya gerek yok. Açıkçası yaşlandığımda huzur evinde ölümü beklemeyi; torunlarımın da kreşlerde büyümesini iste­miyorum. Bunlar insani var oluşumuzun ve Rabbimizin yücelttiği akrabalık bağlarının tabiatına, bu bağların fıt­ratına aykırıdır. Müslüman toplum tahayyülümde yaşlı­larını huzur evlerine, sakatlarını hastanelere, çocuklarını kreşlere, ellerinden iş gelenleri de bürolara/fabrikalara gönderen bir toplumun yeri bulunmuyor. Bunların, bize önerilenlerin dışında "Müslüman'ca” bir tarzda düzen­lenmesini hayatı İslâmîleştirmek olarak anlıyorum; ikti­dar sahibi olmanın yolu buradan geçmekte, gerisi ancak bundan sonraki ikincil önemi ifade ediyor.

Geleneksel aile modeli bizim daha kaybetmediğimiz, ama trajik bir şekilde hızla çözülen, çözülürken bütün fertlerini ve toplumu sersemletici bireylere dönüştüren bir model olarak önümüzde duruyor. Onu 21. asrın dün­yası karşısında bir imkâna, bir savunma mekanizmasına, Kuran'ın ifadesiyle bir "karargâha” tekrar dönüştürmek mümkün. Bir tekrardan değil, bir restorasyondan bah­sediyorum. Bunu bir çağrı olarak anlayabiliriz. Bir kere bu aile modeli kendi formu içinde en azından "bölünen” hasta kişilikli insanlar/nesiller yetiştirmediğinden do­layı dikkate alınmayı hak ediyor. Önümüzde duran aile modellerini ve bunların hâsıl ettiği ruhsal sorunları olan nesilleri tecrübe ederek görüyoruz.

Çekirdek aile sadece ruhsal yapısı sorunlu insan modeli yetiştirmiyor; aynı za­manda "gay aile” "lezbiyen aile”de tekil ailenin evriminin vardığı sonraki durakları temsil ediyor. Unutmamak ge­rekir ki çekirdek aile ulus devletin aile modelidir; bu dev­let bu aile modeli üzerinde gelişti ve kendine meşruiyet buldu. "Siyasal toplum” karşısında güç verip bizi ayakta tutan bir aileye/aile ilişkilerine ihtiyacımız var. Tüke­tim toplumuna karşı direnç gösteren; kendi geleneksel değerlerinden hareket ederek ihtiyaçlarını belirlemeye çalışan bir aile; süper marketin ajanı olmayan bir kadın; evde bereket tükendiğinden geçinemiyorum diye sızla­narak kapitalizmin haramlarına batmış bir erkek; sonu gelmez ihtiyaçların sahibi olmuş bir çocuk.

Müslümanlar şimdilik yeteri kadar sofistike olmamış “ham” talepleriyle sadece tüketim toplumunun parçası olmadıklarım, aynı zamanda bir gün bu taleplerin kendilerini ve kendi Müs­lümanlıklarını da tükettiğini göreceklerdir. Kadınlığı ve erkekliği olduğu kadar, işi de modern bilginin ve hayatın dışındaki imkânlarla yeniden anlamlandırmak zorunda­yız. Bize bu hususta ne eşitlikçi ideolojinin ne de kapi­talizmin uzmanlarının söyleyecek meşru şeyleri bulun­muyor. Eğer ailenin önemine, onun bizim Müslüman'ca yaşamamızın imkânlarını güvenceye almasını ve ahreti­mizle ilgili bu dünyadaki işlevine inanıyorsak, kadınlığı­mızı ve erkekliğimizi olduğu kadar işimizi de aileye ve onun değerlerine göre yeniden düzenlemenin yollarım aramalıyız.

Bu nedenle günümüzde çok tartışılan haliyle, kadının hangi kıyafetiyle kamusal alana katılması mese­lesinden önce tartışılması gereken,Müslüman erkeğin modern kamusal alanda yaşadığı trajedidir; haramların yaklaştırılıp helallerin uzaklaştırıldığı bu alanda uğradı­ğı kişilik bölünmesidir; İslâm'ı neden temsil edemediği ya da İslâm'ı yeni temsil etme biçimidir; giderek hızla uğradığı güven kaybıdır; ve en korkuncu “emin" vasfı­nın uğradığı müthiş aşınmadır. Aynı şeyleri Müslüman kadm örtüsünün altında bir kez daha yeniden yaşamak isteyip istemediğine ancak bundan sonra karar vermeli­dir. Unutmamak gerekir ki kamusal alan “köy meydanı” değildir; o asla tarafsız olamaz.

........

IX

'Sağlığının korunması, bakımının sağlanması, eğitimi­nin tamamlanması; kadının annelikten “geri çekilmesi" ve böylece anneliğin fakirleştirilmesi aslında çocuğun artık uzmanlık alanlarının nesnesi olduğuna işaret eder. Çocuk bakım kitaplarının ve yeni uzmanların üstlendi­ği işlev, bundan böyle “aile-dışı” bir müdahale ile karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor. Bunların sağlık, hijyen, pedagoji meseleleri şeklinde isimlendirilmesi sadece bir kamuflajdır. Nasıl ki, evlilik bir “görev” olmaktan çıkarak bir “tercih” haline geldiyse, insana ve Müslüman'a ait bir­çok hususta mahrem olmaktan çıktı, bilgilendirme adına sağlık hijyen meselesi halini alarak kamusal alanda aleni­leşerek kabul görmekte.

Günümüzde çocuk ve çocuk yetiştirme meselesi bir bilgi ve bilgilenme meselesine indirgenmiştir. Çocuğun, aile içi kültürle gelen bakım ve büyütülmesi meselesi; ah­lakın, edebin, mahremiyetin ve dinin meselesi olmaktan giderek çıkmakta, zira yukarıda sözünü ettiğimiz üç hu­sustan dolayı anne ve baba bu işte artık yetersiz bulun­maktadırlar. Trajik bir şekilde onlarda kendilerini pey­gamberin sünnetinden bahsetmelerine rağmen çelişkili bir şekilde peşinen çaresiz ve yetersiz sayabilmektedirler. Modern bilimler çocuk hakkında annelik ve babalığı tec­rit eden bilgi hâsıl ettikçe, anne ve babalığında çocuğun yetiştirilmesi hususundaki rolleri o nispette azalıyor. Ço­cuğa karşı olan görevlerinin ne olduğu hususunda tered­dütler çoğaldıkça, aynı zamanda ailenin de içi boşalıyor.

Bu yüzden de batıda 20. asrın yarısından, biz de ise yak­laşık 20. asrın bitimi arifesinde “uzmanlar" artık “ebevey­nin eğitimi yada ‘aile içi eğitim" yoluyla çocuk bakımına ilişkin “yolları” bilimin ışığında düzeltmeye başlamışlar­dır. Evlenmek kadar anne ve baba olmanın da uzman gö­zetiminde bir eğitim sürecini gerektirdiği fikri eğer anne ve baba olmaya daha hazır değillerse- kim buna karar verecek belli değil- çocuk sahibi olma ertelenebilir bir mesele hâline gelebiliyor.

Böylece evlenmek kadar çocuk sahibi olmakta artık deneme yanılmanın neticesine bağ­lı bir kararı gerektirmeye başlıyor. Bundan böyle çeşitli sebeplerden dolayı anne ve babalığa uygun olmayanla­rın “bilimsel ölçüler içinde” ayıklanmasına uzmanların karar vermesi kolaylaşmış hale gelmektedir.Dolayısıyla uzmanların artık anne ve babalığı yaşanması değil, öğre­tilmesi gereken bir meseleye dönüştürdüklerini görürüz. Aslında bu uzmanların düzenlediği ve yönettiği bir top­lumsal yapıda anne ve babalığı, ait olduğu mahremiyet ve duygu dünyasından çıkarıp profesyonelleştirmekle neti­celenmektedir.

Uzmanların sürekli müdahale ederek dü­zenlediği ve bilgilendirdiği aile, mahrem bir alan olmak­tan çıkarak klinik çalışmalarının merkezi haline geliyor. Burada tesettürlü ya da tesettürsüz uzmanların çalışması bu gerçeği değiştirmiyor; Çocuk bu ortamda büyütülmeye çalışıyor; ama asla anne ve babanın bu tecrübe içinde elde ettikleri bilgiyle değil hele geleneğin hiç değil, sade­ce uzman bilgisiyle.

Allah'ın lütfedip verdiği değil; yapılmasına karar ve­rilerek dünyaya getirilen çocuk, bakımı yine uzmanların lütfuyla gerçekleştirilen bir üretimin nesnesi olarak de-ğerlendirilmekte. Kadın çalışma hayatına atıldıkça uz­manların sayısı ve müdahalesi artmakta; iş hayatındaki başarının sürekliliğinin imkânı, kadının çocuğunun ba­kımıyla ilgili yükten kurtulmasını gerektirmekte. Bu bağ­lamda değerlendirildiğinde, kadın hakları gerçekte aileye müdahale hakkını kendinde bulan ve onu idare etmeyi içeren bir uzmanlar programını meşru, hatta bir ihtiyaç haline getiriyor. Bu nedenle kadının hak arayışının man­tıksal neticesi kreş talebiyle sık sık gündeme gelir. Yoksa doğum yapmak, çocuk emzirmek, çocuğuyla birlikte ol­mak gibi gerçekte “kadınsı/ dişil”, yani anneliğe ait kimliksel taleplerle ortaya çıkmıyor. Burada bizzat kadının hakları sözcüğünün kavramsallaştırılırken bile, biyolojik yapıdan ne kadar çok ayrıştırıldığını, bağımsızlaştırıldı­ğını görürüz.

Anneliğin içinin boşaltılarak “fakirleştirilmesinin” ne­ticesinde, çocuk bakımının kendi başına bir profesyonel­lik alanı ve neticede de bir endüstri haline gelmesi, her şeyden önce çocuğu kamusal alanın, dolayısıyla devletin ve ekonominin bir parçası yapmıştır. Bu Müslümanlar ci­hetinden daha başlangıçtan itibaren, Allah'a karşı sorum­lulukları ve özgürlüklerinin tehdit altına girmesi, mahre­miyetin içerik olarak dönüşmesi ve dolayısıyla yok olması demektir. Müslüman kadının iş hayatına katılması bugün ekonomik olmaktan çok, İslâm dışındaki “ideolojik” etki­lerdendir.

Artık evliliği, çocuk doğurma ve yetiştirmeyi bir profesyonellik olarak gören eğitimli Müslüman ka­dın, “öteki” olarak gördükleriyle bir boy ölçüşme, kapi­talizmin ortak kulvarında yarışa girme arzusunu İslâmî bir form içine yerleştirerek meşrulaştırmakta, bununla birlikte anneliği ve çocuk yetiştirmeyi doğal bir durum olmaktan çıkartarak uzmanların alanına terk etmeyi de­nemektedir; ürkek, sıkılgan ve nasıl bir “suç” işlendiğini bilmekten gelen bir mahcubiyetle. Bugün İslâm adına ya­pılan hak arama mücadelesi kadını kendi biyolojisinden kopartarak bize “ötekiler” tarafından yapılmış bir kadın ve kadın hakları portresi çiziyor. Oysa Müslüman ka­dının yapması gereken, “karargâhını” terk etmemesi ve anneliğin “fakirleşmesine” asla müsaade etmemesiydi. Kirlenen denizlerin bir gün kıyılarımızı terk ettiği gibi, bugün aile de bu nedenle hicret'e hazırlanıyor.

X

Kainatta her şey çiftiyle mevcuttur;biri diğeri olmadan kendini tanımlayamaz.Yaratılış silsilesi göz önüne alın­dığında erkek makrokozmozu temsil ediyorsa, kadın da mikrokozmozu temsil eder. Ancak bunlar bir başları­na kendilerini tanımlama imkânına sahip değildir; ama buna rağmen ikisi de kendini tanımlamak gibi bir ihtiyaç içinde bulunur. Çağdaş bireyci telakkiye ters gelse de bu karşılıklı varoluşsal bağımlılık ilişkisinde kadın erkeğin yarısını temsil eder; kadın olmadan erkek, erkek değildir. Erkek kadınla tanımlanır. Kadınla erkek ya da eril ile dişil arasındaki ilişki dünya ile sema arasındaki ilişkiye benzer. Kozmozda olanları nefiste, nefiste olanları da kozmozta bulmamız bundandır.

İslâm'ın zaman algısı güneş ve ay olmak üzere iki koz­mik varlık üzerine kuruludur: Müslüman zamanı üstün­de yaşadığı dünyanın bunlarla olan ilişkisi bağlamında anlamlandırılır. Gündelik hayat olan "şimdiyi” belirle­yen güneştir: Geçmişi ve geleceği dönemleştiren, yani "ömrü” belirleyen ay'dır. Modern muhayyilenin kadın ta­savvuruna aykırı düşse de kadim kültürler kadının ev, ay ve erkekle dünya dolayımında birbirlerini çağrıştıran bir ilişki içinde bulunduğunu söz konusu etmişlerdir.

Dünya katmanında erkek ve ay müzekkerdir, yani aydınlatıtandırlar: oysa kadın güneş gibi müennestir. Evde kadın hâkimiyet sahibi olarak bu rolüyle bulunur. Bu hakkı ona sağlayan mahremiyetin uzamıdır. Bundan olacak ki, as­lında kadın tesettürle kendini dünyaya kapatmaz, tersi­ne bunu yaparken ayın kendini dünyaya açtığı gibi o da mahrem olana kendini açar.

Kadın ve ay arasındaki ilişki mahiyeti kozmik olan muamma dolu bir ilişkidir. Kadim Grek insanına göre ka­dın tabiata benzer; irfanî geleneğin büyük yorumcularına göre de kadın “müteşabih”tir. Dünyadaki bütün kültür­lerde ayla, fakat bilhassa ayın on dördüyle kadın güzelliği arasında bir ilişki kurulduğunu görürüz. O dünyaya ait zamanın ay olarak dönemselleştirilmesini ilk gözetleyendir. Bu ilişki içinde ayın geçirdiği safhaları aynı zamanda kadının da yaşadığına inanılır. Bunu zaman olarak harici, biyolojik olarak dahili bir tecrübenin uyumu olarak gö­zetler: bedenin yaşadığına bizzat kendisi şahitlik yapar.

Bu kozmik zamanın biyolojik bir varlıkta kendini açığa vurmasıdır. Kadın zamanın bu türünü mahrem mekanda temsil ederek erkeğe duyurur: ay yüzünü dünyaya, kadın da kendini erkeğe kapatır. Nutfenin beşer halini alması kozmik zamanın on kameri ayma denk düşer. Kadim kül­türlerde bu yüzden hamilelik, kameri takvim ve ebe ay- rıştırılmaları mümkün olmayan üçlü bir yapı teşkil eder. Bununla özne ile nesnenin birbirleriyle uyumlu ilişki içinde oldukları bütüncül bir epistemoloji kurulur. İnsa­na dair bilginin aynı zamanda bu kendini üzerinde inşa ettiği temeli teşkil eder. Bir ebenin çocuk doğurtmasın­daki sırrın, doğum yapan anneye gösterdiği kozmik du­yarlılık ile sahibi olduğu beşeri ilmin uyumunda yattığına şahit olunduğunda ancak bu anlaşılabilir.

Doğum ile ölüm arasındaki dünyevi ilişkide bu kadın, modern tıbbın yaptığı gibi doğum sırasında çocukta anneyi birbirlerinden yalıtarak araya kendini ikame etmez. Temsil ettiği epistemolojinin tabii hâsılası olarak, doğu­mu ölüm sebebine dönüştürerek bir tehdit aracı haline getirmediğinden, modern tıbbın yaptığı gibi beden üze­rinde egemenlik kurarak onu mülkiyeti hâline getirmez. Doğumu ölüm gibi tabii bir hâl olarak kendi kozmik “vaktine” iade eder ve anneyle çocuk arasından çekilir. Böylece nutfe için hapishaneden kurtuluşun sevinci olan annenin doğum sancısını ayrıştırılması imkânsız bir bü­tüne dönüştürür. Ay bir kez daha kadına erkeğin öteki olmadığını, kendini her şeyiyle apaçık dünyaya gösterdiği on dördü haliyle hatırlatmada bulunur. Bu müzekkerin ideolojilerden aldığı intikamdır.

Abdurrahman Arslan - Sabra Davet Eden Hakikat,syf:303-307;316-321

(,Eğitim Yazıları, 2007, sayı 11)
Devamını Oku »

Modern Aile


Adam yorgun argın eve geliyor. Anahtarları çevirerek eve giriyor, selam veriyor. Cılız bir ses mukabele ediyor. O sırada televizyondaki dizi filmine gömülmüş olan kadın, ekrandan gözlerini ayırmaksızın lütuf kabilinden birkaç söz ediyor. Bu birkaç söz bu karı kocanın o günkü alışverişidir. Göz teması yok, paylaşım yok, yüz yüze gelme yok. Çocuklar kendi odalarında bilgisayar başındadır ve  bir oyunun heyecanına kendilerini çoktan kaptırmışlardır. Aile içinde toplam konuşma süresi en fazla on dakika. Herkes yalıtılmış hayatlarında birbirine teğet geçiyor. Az sonra herkes uyuyacak ve günler bu şekilde tekrar edecektir. Modern aile.

Akışkan modern zamanın eritme tenceresine atılacak ilk katılar ve kutsallıktan çıkarılacak ilk şeyler, geleneksel sadakatlerimiz oluyor, elimizi ve ayağımızı bağlayan görenek ve zorunluluklar. Sosyolog Ulrich Beck, günümüz modern toplumunda “ölü ve hala yaşıyor” diye tanımladığı zombi kurumlara aile ve komşuluğu örnek verir. Hayat ‘elimizden kaçıp giden dünya’da çok hızlı değişiyor ve bu değişimden aile de payına düşeni alıyor. Hızlı kapitalizm, küreselleşme, dijital devrim, bireycilik, zayıflayan sosyal bağlar ve medya/kültür endüstrisi akışkan modernliğin veçheleri olarak hayatlarımıza nüfuz ediyor ve insana dair kavrayışlarımızı dönüştürüyor. Sözgelimi, çok da eski olmayan bir tarihe dek evlilik  uzun süreli kutsal bir birliktelik  olarak görülüyordu. Bugün ise birçok insan için bir çeşit dönemsel anlaşmaya, vazgeçilebilir bir şeye dönüştü. Aşka ruhsal esenliğin yegane biçimi olarak bakılıyor, aşktan o kadar çok şey bekleniyor ki bir tür seküler kurtuluş addediliyor. Modern Batı toplumlarında hayatın neşeli anlarının sorumluluğu artık evlilik bağının omuzlarında. ‘Evliliğinde mutlu musun?’ sorusu, mutluluğun karşı konulamaz bir mecburiyet olarak telakki edildiği  günümüz toplumunda giderek kolay bir vazgeçişe kapı aralıyor. Tahammül kayıplara karışıyor. Metafizik bir gücün bizi izlediğini düşünmüyorsak eğer,  hayatın haz ve zevklerine balıklama dalmamıza kim mani olabilir?

Modern toplumda iş ve aile temel tatmin kaynakları olarak öne çıktığında, birindeki mutsuzluk kolaylıkla diğerine de tercüme edilebilir hale geldi. Boşanma ve bekar yaşama oranları arttıkça ‘başarılı bir evlilik’ insanlar için gurur kaynağı olmaya başladı. Günümüzde evlilik, ilahi bir buyruk doğrultusunda hayatı tanzim etmeyi değil, modern toplumları kemiren güvensizlik ve yalnızlığı iyileştirmeyi vaat etmektedir. Kapitalizm, duygusal bağları da elden geçirmiş durumdadır. Duygusal kapitalizm, modern toplumda duygusal bağları akılcılaştırıp metalaştırmıştır. İlişkiler maliyet-fayda analizi üzerinden değerlendiriliyor artık. Sen bana ne veriyorsun ve verdiğin şey, sana katlanmam için değer mi? Değişen cinsiyet rolleriyle birlikte kafa karışıklığı da artıyor. İlişkilere bir  de çelişkiler zinciri ekleniyor. Kadınlar iş ve ev yaşamı arasında mütemadiyen yer değiştiriyor. İş yaşamının katı çalışma  koşulları kadınların işini zorlaştırıyor. Erkekler cephesinde de çok şey değişti: Duygusallıktan uzak, sert erkek imajı  artık makbul değil.

Ev içinde çocuğun eğitimi babanın otoritesinden alınarak annenin sevgisine devredildi. Çocukluğun ayrı bir dönem olarak tanımlanmasıyla birlikte kırılgan bir çocuk imgesi öne çıktı : Çocuğun uzun vadeli duygusal ihtiyaçları olan, incinebilir, ihtimama gereksinen bir varlık olduğu kabul edildi. Bir kaşını kaldırarak çocuğunu terbiye edebilen babanın yerini, onu sevgisiyle sarıp sarmalayan, her türlü beladan koruyan aşırı dikkatli anne aldı. Orta sınıf ailelerde, çocuklara istedikleri her şeyi elde etmeye hakları olan  prens veya prenses gibi davranılması yaygın bir tutum. Toplum gibi aile de küçüldü ve atomlaştı, en küçük parçalarına ayrıldı. Evlerimizde aile büyüklerinin yerini alan yatılı bakıcılarla yaşıyoruz, çocuklarımızla o kadar yoğun zaman geçiriyorlar ki en kuvvetli bağlanma deneyimlerini onlarla kuruyorlar. Bir tür ‘taşeron ebeveynlik’. Küçülen aile, dede ve ninelerin eşsiz hikayelerinden çocuklarımızı mahrum bırakıyor. Nesiller arasındaki devamlılık fikri aşındığı gibi, ahlaki ve dini değerlerin aktarılmasında da boşluklar oluşuyor.

Bize yutturulduğunun aksine, bireyselleşme özgürleşme değildir, daha çok tüketim bilinci ile kendilik bilincinin bir karışımıdır. Bireyselleşme ile standartlaşma eş zamanlı olarak gerçekleşir. İnsan evladı  tüketim alışkanlıkları birbirine türdeş, reklamcılığın manipülasyonuna açık, kolay güdülebilir bir sürüye dönüştürülüyor ve daha çok mal edinebilme becerisi özgürleşme olarak takdim ediliyor. Sevdiği insanlardan bağlarını koparma ve aile bireylerine karşı mesuliyetsizlik, özgürlük olarak telakki edilemez. Bir yanılsamanın kurbanları haline getiriliyoruz.

Christopher Lasch’ın Family Besieged (Kuşatılmış Aile) adlı kitabında tartıştığı gibi, aile yapısı  modern kapitalist toplumun dinamiklerinden çok etkilendi: Gerek ebeveyn- çocuk ilişkileri gerekse de eşler arasındaki ilişkiler bu etkiden nasibini aldı. Endüstri devrimiyle birlikte evindeki üreticiden dev çarkta bir dişliye dönüşen baba, yeteneklerini çocuğuna aktarmaktan geri kaldı.

Üstelik babanın yokluğu, annenin gücünü de artırmadı! Aksine, annenin kendi atalarından tevarüs ettiği  geleneksel bilgi  tahfif edilerek, otoritesi ona çocuğunu nasıl yetiştirmesi gerektiğini söyleyen uzmanlar tarafından paylaşıldı.  Aile büyükleri ve  ebeveynlerin eksikliği, “kültürel kodların” aktarımını ve çocuğa “rol modeli” olma pratiğini sekteye uğrattı. Artık ebeveynlerin birçok sorumluluğu kurumlar ya da üçüncü  şahıslar tarafından yerine getiriliyor. Çocuk bakımından eğitime dek bir çok husus, üçüncü şahısların ve kurumların kontrolüne bırakılıyor. Rol modeli olarak alınacak ebeveynler ortalıkta yok, ya işteler ya da sanal alemde! Çocuğunuza dört  saatte bisiklet binmeyi öğreten kurslar bile var.  Oysa ne muhteşem bir deneyimdir bir babanın çocuğuna bisiklete binmeyi öğretmesi, çocuğun hayal ve hatıra dünyasına bir oya gibi işlenir.  Anne ve baba, ruhlarının mührünü çocuklarına vuramıyor, onların seciyesini kadim bilgelikle nakış nakış işleyemiyor. Ocakta muhabbet tütmüyor. Modern aile fertlerinin yüzünde dolaşan dalgın sükunet, büyüyen boşluk ve vurdumduymazlığı gizliyor.

Bu hamur daha çok su kaldırır, devam edeceğiz.

Prof.Dr.Kemal Sayar

http://www.gercekhayat.com.tr/yazarlar/modern-aile/
Devamını Oku »

Ah Bay Kodaly

Ah Bay KodalyÇağın insanın başından şapkasını alınız. Kostümünü çı­karınız, Kravatını çözünüz. Ayakkabı ve çoraplarını alınız. Diğer giysilerini de çıkarıp atınız: işte bir çıplak. Göreceksiniz ki bu çıplakla, bir Afrika yerlisi çıplak hiç de birbirinin aynı değil. Bi­ri tabii, öteki uyduruk bir çıplak.

Modern dünyanın insanının yüz ifadelerine bakın. Şahsi­yetine bakın. Ancak modayla bir araya gelince bütünleşiyor ve ifadesini kazanıyor. Onu daha iyi anlamak için araç gereçle, elektrikli ev eşyalarıyla, araba ve sair ulaşım araçları, zevk alet­leriyle, israf aletleriyle yan yana getirmeniz gerekiyor.

Müslümansa ikisi de değil.

Ancak bu yargı idealistçe ortaya atılmıştır. Bugünün Müs­lümanıda modern dünyanın insanı. Onu da aletler ve eşyalar başının üstüne kadar doldurdu.

Bütün geç kalınmış sanılan zamanlar iyi bir gayretle kâr hanelerinin, kazanç sayfalarının açılmaya başlayacağı zamanlara tebdil edilebilir. Çünkü insan devam ediyor. Zira yeni gelenler var. Şu yüzden ki, bir hayrı başlatanlar, bir sünneti ihya edenler, onu devam ettireceklerin sevapları kadar sevap almaya devam ederler, öldükten sonra bile. Gerçek bu. Peygamber sözüyle ger­çek ve tasdikli.

Akla gelebilecek bütün hayırlarda geç kalındığını, dönül­mez bir mecrada olunduğunu söylüyoruz. Umutsuzluğun barbar girdabında, çaresizliğin kollarında bir hayıflanmaktır gidi­yor Eskileri acıyla yâd ederek, zamaneyi kötüleyerek ve kendi­mizi küçümseyerek.

Bütün hayatını insanların-ve çocukların müzik eğitimine ayırmış bir Macar müzisyen, Kodaly, bu konuda şöyle demiş: -“Eskiden çocuğun müzik eğitimi, doğumundan 9 ay ön­ce başlamalı, diye düşünürdüm. Şimdi aynı düşüncede değilim. Çocuğun müzik eğitimi annesinin doğumundan 9 ay önce baş­lamalı.”

Bu cümleler, yukarıda değindiğimiz gibi, ilk bakışta geç kalmıştık duygusu ve kuşkusu uyandırıyor. Ancak gelecekte var olacaklar için yapılabilecekleri de içeriyor.

Müzik eğitimini, yalnız müzik eğitimi için değil, eğitimi yapılacak her şey, öğrenilecek, mutluluk için edinilecek her şey için en uygun bir başlangıç, en tabii bir vasat olarak gören bu adam, ömrünü buna vakfetmiş. O böyleyken, umudun, çabanın, metodun,Allah katında en makbul başarının bü­tün bilgi ve sırları elinde olan bizler, umutsuzluk ve hayıflanma balçıkları içinde helak oluyorsak, geleceğe de kıymış oluyoruz, İslâmî eğitimin başladığı saat hangisi? Çocuk ne zaman eğitilmeye başlayacak? Ona İslâmî dinamikler, şaşmaz prensip­ler ne zaman ve ne şekilde verilecek?

Evlenmeye niyet eden bir Müslümanın, bu niyetinin özünde hangi prensiplerin bulunması gerektiğinden başlayarak, evliliği, ana-babalıgı ve evlatlılıgı düşünecek olursak, bunun o ilk niyet ile birlikte başlaması ve ölümle de bitmemesi gerektiği­ni; sonraki nesillerde de devam edip gideceğini görebiliriz

 

Cahit Zarifoğlu - Zengin Hayaller Peşinde
Devamını Oku »