Batı İstilası

Batı İstilası'Batı'nın her yeri istilâ ettiği kuşku götürmez bir gerçektir; onun etkisi önce elinin hemen erişebildiği maddi alanda olmuştur. Bunu da kâh zorla elegeçirerek kâh tica­ret yoluyla ya da tüm toplumların doğal kaynakla­rını kendi tekeline alarak başarmıştır. Ama şimdi bu durumlar daha da ileri noktalara ulaşmaktadır. Ta­mamen kendilerine özgü olan kendi dinlerini başka­larına kabul ettirme çabası gereksinimiyle sürekli harekete geçen Batılılar, anti-gelenekşel ve mater­yalist düşüncelerini başkalarına da kabul ettirmeyi belli bir ölçüde başarmışlardır.

İlk istila hareketi, sadece bedenlere ulaşırken, bu hareket akılları, ze­kaları zehirlemekte ve maneviyatı öldürmektedir. Uzun sözün kısası, öyle ki biri diğerini hazırlamış ve onu mümkün kılmıştır, öyle ki Batı her yerde kendini kabul ettirmeyi ancak kaba kuvvetle başarabil­miştir. Zaten başka türlüsü de olamazdı: çünkü Batı uygarlığının tek gerçek üstünlüğâ sadece bunda­dır; öteki bütün görüş açılarından ise, çok aşağıda­dır. Batı istilası bütün biçimleriyle materyalizmin istilası demektir; zaten başka turlüsü de olamaz.

 

Rene Guenon,Modern Dünyanın Bunalımı
Devamını Oku »

Modern Uygarlık Sunî İhtiyaçların Çoğaltılması­nı Amaçlar

Modern Uygarlık Sunî İhtiyaçların Çoğaltılması­nı Amaçlar

Bir an için, tüm ideallerini maddî «huzur»a bağlayan ve bu nedenle modern «ilerlemenin hayatlarına getirdiği bütün düzenle­melere çok sevinen insanların görüş açısına koyalım kendimizi: Aldatılmadıklarından emin olabilir­ler mi? Çok hızlı haberleşme araçlarına ya da bu türden daha başka şeylere sahip oldukları için ve hareketli ve daha karmaşık bir hayatları olduğu için, insanların bugün eskisinden daha mutlu oldu­ğu doğru mudur? Bize öyle geliyor ki, durum bunun tamamen tersidir: Dengesizlik gerçek bir mutlulu­ğun koşulu olamaz; Nitekim bir insanın ihtiyaçları ne kadar çok olursa o kadar da bazı şeylerden mah­rum olacak, dolayısıyla o kadar da mutsuz olacak­tır. Modern uygarlık sunî ihtiyaçların çoğaltılması­nı amaçlar?

Daha önce yukarılarda da söylediğimiz gibi, sürekli olarak doyurabileceğinden daha çok ihtiyaç yaratacaktır, çünkü insan bir kez bu yola kendini kaptırdı mı, artık o yolda durması çok güç­tür ve hatta belirli bir noktada durması için hiçbir neden yoktur. İnsanlar, asla düşünmedikleri ve hiç­bir zaman akıllarına bile getirmedikleri bu tür şey­ler yokken, bunlardan yoksun oldukları için hiçbir ıstırap duymazlardı. Şimdi ise, aksine bu şeyler on­larda eksik olursa zorunlu, olarak acı çekmektedir­ler; çünkü onları zorunluymuş gibi görmeye alıştı­lar, böylece onlar gerçekten kendilerine zorunlu ol­du.

Bu yüzden bütün imkanlarıyla, kendilerine mad­dî doyumların tümünü sağlayacak şeyleri edinmeye çalışıyorlar, tatmin olabilecekleri tek doyum maddî doyumlardır: sadece «para kazanmak» söz konusu­dur, çünkü eşya edinmek ancak parayla mümkün­dür; insan ne kadar çok paraya sahip olursa, o ka­dar çok eşya edinmek ister, çünkü durmadan ken­dine yeni ihtiyaçlar bulur. Böylece bu ihtiras bütün hayatın biricik gayesi olur. Bazı «evrimciler»in«ha­yat kavgası adı altında bilimsel yasa saygınlığına yükseltileri Vahşi rekabet buradan kaynaklanmaktadır; bunun mantıksal sonucuysa, kelimenin en dar biçimde maddî anlamıyla sadece en kuvvetlilerin var olmaya hak kazanmış olmalarıdır. Zengin olmayan­ların zenginlere karşı gıpta ve nefret etmelerinin te­mel nedeni de budur.

Kendilerine «eşitlikçi» kuram­lar vaaz edilen insanlar nasıl olur da kendilerinin en hassas oldukları konularda çevrelerindeki eşitsizli­ği görüp, isyan etmezler? Tabii ki, isyan ederler, çün­kü eşitsizlik en yoğun düzeydedir. Eğer bir gün mo­dern uygarlık, kitlelerde doğurduğu sınırsız istekle­rin baskısı altında çökmek zorunda kalırsa, bunun kendi temel günahının haklı bir cezası olduğunu ya da hiçbir ahlâkî cümle ya da ifadeye başvurmadan söyleyecek olursak, bizzat etkili olduğu alanda ken­di hareketinin bir karşılığı olan «bir şok» olduğunu görmemek için insanın iyice kör olması gerekir.

İn­cilde şöyle denilmektedir: «Kılıçla vuran kılıçla ölür.» Maddenin kaba kuvvetlerini alabildiğine ser­best bırakıp ortaya süren kişi aynı kaba kuvvetler­le ezilip gidecektir, çünkü onları tedbirsizce hare­kete geçirince ve ölümcül gidişlerinde onları kesin­likle zaptedemeyeceğini ileri sürünce artık onlara hakim olamayacaktır.

Rene Guenon,Modern Dünyanın Bunalımı
Devamını Oku »

Modern Medeniyet'in Bunalımı

Modern Medeniyet'in Bunalımı

İnsanlık tarihinin şu son anlarında, biri Doğu’da, biri de Batı'da sahnelenen iki trajedi izliyoruz. Modern medeniyet bunalımının, -her şeyden önce Katının ürünü olan bu bunalımın- genellikle çevre bunalımıyla ilgili olarak bütünüyle hissedildiği Batı dünyasında ileri sürülen çozüm yolları, ilk etapta bunalıma yol açanlarla bizzat aynı etmenleri içermektedir. İnsanlardan arzularını disiplin altına almaları, akıllı birer hümanist olmaları, insan olsun olmasın, komşularına saygı göstermeleri istenmektedir. Ne var ki, bu isteklerin, insanın tutkularını ve aşağılık eğilimlerini frenleyecek manevî bir güç olmadıkça yerine getirilmesinin imkansız olduğunu kavrayabileni pek azdır. İnsanı insan oluşun altına sürükleyen, hümanist insan anlayışından başka bir şey değildir. İnsanın ne idügü ve içinde bir imkân olarak aydınlık tepeler kadar derin karanlıkları da taşıdığı konusunda ciddi bir cehâlet sahibi olunduğu ıçin bu tıp kolay çözüm önerilerine başvurulmaktadır.Binlerce yıldır dinler insanlara kötülükten kaçınıp, erdem sahibi olmalarını öğretiyor.

Modern insan ise, önce ruhunu kuşatan din gücünü yok edip, sonra da kötülüğün ve günahın anlamını bile sormaya girmiyor. Şimdi de, her ne kadar, lâik olmayı sürdürüp insanın hayatının kutsal olandan ayrı devam etmesi gerektiğini önerdikleri için, erdemleri başka başka deyimlerle tanımlama yoluna gidiyorlarsa da pek çok insan çevre kirlenmesi bunalımına çözüm olarak geleneksel erdemlere dönemeyi öneriyor.

Denilebilir ki, Batı da yaşayan yığınla kadın ve erkeğin psikolojik dengesizliğinin yanı sıra, çevre bunalımıyla, kent çevrelerinin kirliliği ve benzeri sorunlar, insanın yalnızca ekmekle yaşayıp, ‘tanrıları öldürme' ve Semavî olandan bağımsızlığını ilan etme girişiminin sonuçlarıdır. Ama insan, içinde bulunduğu durumun doğal ürünü olan eylemlerinin sonucundan kurtulamaz. Şu anda ise tek ümidi, artık isyancı bir yaratık olmayı bırakıp, hem Gök’le hem de yerle barışmak ve kendisini İlâhî Olan'a teslim etmekte yatıyor. Bu da, sözcüğün bugünkü anlamıyla “modern” olmayı bırakmak ve ölüp, yeniden doğmak demektir. Ne var ki, sorun bu boyutuyla, çevre bunalımıyla ilgili yapılan tartışmalarda pek az ele alınmaktadır. Su-çevre-hava kirlenmesi tartışmalarının gözden kaçırılan boyutu, insanın insan olarak rolü ve doğasıyla, bizzat kendisinin yol açtığı bunalımı çözmek istemesi durumunda, geçirmesi gereken manevî dönüşümdür.

Genelde Doğu’da ve özelde Islâm dünyasında sahnelenen trajedi ise, Batı’nın endüstrileşmiş kent toplumunda ve bu toplumu yaratan Batı medeniyetinde görülen başarısızlıklara yol açan aynı yanlışların, büyük oranda tekrarlanmasıdır. Doğu’nun Batı karşısındaki tutumu, Batı’yı körü körüne model almak değil, ders alınacak bir inceleme sahası şeklinde görmek olmalıdır.

Kuşkusuz, endüstrileşmiş dünyanın Batı dışında kalan dünya üzerindeki siyasî-ekonomik ve askerî baskısı, pek çok kararların alınmasını imkânsızlaştıracak ve pek çok seçimi dışarda bıraktıracak kadar büyüktür. Fakat, olumsuz sonuçları ortaya çıkmış belli hareketleri tekrarlayıp durmak ya da şu veya bu projenin gerçekleştirilmesinde, Batı’da yapılmış olması dışında daha iyi bir neden gösterememek için, herhangi bir özür olmasa gerek. Yeryüzü, Batı medeniyetinin işlediği hataların yeniden işlenmesine daha fazla katlanacak değildir. Bu bakımdan, yeryüzünde, tüm yerin ve üstünde yaşayanların mutluluğunu hesaba katacak kadar geniş açılı bir gücün halâ var olmaması ne büyük bir talihsizliktir.

Bu iki trajediden birincisi ikinciyi gölgede bırakıyor; çünkü yerkürenin kalan yanını doğrudan etkileyen, modernleşmiş ve endüstrileşmiş dünyada yaşanan olaylardır. Söz gelimi, su-hava-çevre kirlenmesi bunalımı endüstrileşmiş güçlerin herhangi biri tarafından ekonomik ve teknolojik politikalarında dil ucuyla ifade edilmek yerine ciddi olarak ele alınsa, bu tür alanlarda bu güçlerı örnek edinenler üzerinde kesinlikle ölçülemez etkiler bırakacaktır. Doğu, insanın gerçek doğası hakkında çağlar boyu koruyup geldiği bilgiyi unutmadan önce, Batı yeniden insanın kim olduğunu bir hatırlayabilse, insanın geleceğine de farklı olacaktır!

Seyyid Hüseyin Nasr - Modern İnsanın Çıkmazı
Devamını Oku »

Çağdaş Müslüman !

Çağdaş Müslüman !İslâm dünyasının ücra köşelerinde modernizmin etkisinden uzak yaşayıp giden çağdaş Müslüman, hayatın gerilimlerinin normal insan varlığından farklı olmadığı homojen hır dünyanın imindedir hata, fakat, İslâm dünyasının, modernizmin şu veya bu derecede etkisine girmiş merkezî yörelerinde yaşamını sürdüren Müslüman ise, birbirleriyle çatışma içindeki iki ayrı dünya görüşü ve değerler sisteminin oluşturduğu kutuplaşmış bir gerilim alanında bulunmaktadır. Zihnine ve ruhuna yansıyan bu gerilimle çağdaş Müslüman, çoğu zaman kendi içinde ikiye bölünmüş, derinden derine yeniden bütünlenme ihtiyacı duyan hır ev görünümü arz etmektedir.

Ve eğer entelektüel bir eğilimdeyse, yaşayan bir gerçeklik olarak İslâm’ın entelektüel mirasını, Merkez den yayılan bir mesaj ve insan için kenardan Merkeze yolculusunda bu kılavuz olan bu zengin mirası hemen yanı başında görecektir. Bu, önünde bütün yaratıkların sadece bir hiç olduğu göz kamaştırıcı Allah gerçeğinin egemenliğine ve sonra da, O'nun emriyle var olup, büyük melekler aleminden maddî varlık düzeyine kadar çok sayıda düzeylerden oluşan hiyerarşik Evren’e dayalı bir dünya görüşü; ’ insanı, Allahın bir sûreti {halaka’llahü Ademe a lâ sû rati hi) ,  O’nun yeryüzündeki halifesi ve aynı zamanda, her emrine itaat eden tam hır kulu olarak görmeye dayalı bir 'Weltanschauung'dur (dünya görüşü).

Bu dünya görüşü aynı şekilde, doğa dünyasındaki her fenomenin İlâhî gerçeklikleri tan birer sembol olduğu; her şeyin O’nun İradesine ve O’nun Ellere de olan manevî doğasına (melekût) göre hareket ettiği fikrine dayanır Yine yalnızca Allah’ın kanununun (Şeriat), insanların bağlanma ve saygıları üzerinde nihai iddia sahibi bulunduğu ve yalnızca bu kanunun insanlara hakikî anlamda saadet getirebileceği anlayışı da bu dünya Görüşünün temellerini oluşturur.

Diğer yanda ise çağdaş Müslüman, hemen hepsi zihninde taşıdığı islamî ilkelerin tümüyle anti tezi olan, bu dünya görüşüne tamamen zıt modern Batı Medeniyeti’nin temel varsayımlarını; ya insanı Semavî olana isyan içinde bir yaratık ya da bütün olarak insanlığı, insanın gerçek doğasına yakışan hiçbir onurunun bulunmadığı bir karınca gürûhu olarak kabul etmeye dayalı bir yığın felsefe görmektedir.

Evren’i tek bir gerçeklik düzeyine -madde ve enerjiden oluşan zaman mekân bileşimine- indirgenmiş ve tüm yüce varlık düzeylerini, kocakarı masallarına, ya da -en iyimser düşünceyle- bilinçsizlikler toplamından alınmış imajlar derekesine düşürülmüş görmektedir. İnsanın gücüne, artık Allah'ın ha-lifesi olarak değil; kulluğu pahasına kendi ben’inin,ya da dünyevî bir güç veya topluluğun halifesi olarak değerlendirmeye dayalı yeryüzünde bir hükümdar gözüyle bakmaktadır. İnsanın İlâhî yapıdaki doğasının, ya kötürüm edilmiş ya da tümüyle yok sayılmış olduğunu görmektedir. Okuduğu Batılı filozoflar ve bilim adamlarının hepsinin sembolik doğa kavramına karşı çıktığını; bu kavramı ‘totemistik\ ‘animistik'veya çoğunlukla alçaltıcı çağrışımlarla yüklü aynı türden bir başka terimle ifade ederek nasıl küçük düşürdüklerini görmektedir.

Doğadaki fenomenleri Allah ın ayetleri olarak görmekten kaba gerçekler olarak görmeye atlamakla, aslında doğayı, modern insanın karşılığını son derece pahalı ödemeye başladığı çılgınca bir yağma ve soyguna hazırlayan bir eylem olan bu bakışın, nasıl önemli bir ilerleme eylemi olduğuna inandırılmaktadır. Nihayet, çağdaş Müslüman’a, kanunun, toplu halde yaşayan insanların yararlı bir anlaşmasından başka bir şey olmayıp, bu bakımdan göreceli ve sürekli değişken olduğuna inanması belletilmekte; böylelikle zımnen, insanın davranışları için değişmez bir ölçü görevi yapan ve insanın kendi ahlâkî standartlarını nesnel olarak tartabileceği bir terazi koyan İlâhî Kanun diye bir şeyin bulunmadığı söylenmektedir.

Bu ve bunun gibi daha pek çok zihnî ve felsefî soru, şu veya bu derecede modernizmin etkisi altında bulunan çağdaş Müslüman’ın zihnini sürekli olarak meşgul etmektedir. Ancak bütün bu sorular ne herkesi aynı ölçüde uğraştırmaktadır, ne de her modernleşmiş Müslüman aynı derecede moderndir. Bu nedenle, her çağdaş Müslüman’ın açmazı aynı değildir. Fakat, ne de olsa zıt doğalara sahip iki ayrı dünya görüşü arasındaki gerilim her yerde, hattâ farklı tür ve tonda da olsa, bir bireyden diğerine gözlemlenebilmektedir.

Dünya görüşleri arasındaki bu çatışma ve çağdaş Müslüman’ın içinde bulunduğu açmaz, aynı biçimde başka alanlarda da göze çarpmaktadır. -Geleneği bir kuşaktan diğerine aktarmanın en önemli aracı olarak sahip bulunduğu evrensel anlam uyarınca- eğitimde de yine bu iki rakip sistem, çağdaş Müslüman’ı aralarına sıkıştırmış bir halde yarış içindedirler.

Bir yanda, dedelerin ve babaların kucağından Kur’ân okullarına (mektepler), medreselere ve -keza san’at ve el işi hünerlerinin öğretildiği atölye ve loncalar- sûfî merkezlerine (hankâhlar veya zaviyeler) kadar klasik eğitim kanalları; öte yanda ise, çoğunlukla Avrupa dillerinden aktarılmış radyo ve televizyon programları ve resmî düzeyde, hemen hemen hepsi bizzat Batı eğitim sisteminin görülmemiş boyutlarda bir bunalımdan geçmekte olduğu bir zamanda çeşitli Batılı modellerin kötü birer taklidinden oluşan çeşitli Müslüman ülkelerin modern eğitim sistemleri faaliyet halindedir.  Her iki sistemde de anne babayla çocuk ve hattâ öğretmenle öğrenci ilişkileri arasındaki farklılık kadar, okutulan konuların içeriği arasındaki farklılık da en üst düzeydedir.

İslâm dünyasının daha çok modernleşmiş çevrelerinde küçücûk çocuklar bile bu gerilimi yaşamaktadırlar; bir yandan, hala«dede veya ninenin ağzından basit bir dilde en derin hikmetler içeren çeşitli geleneksel öyküler dinlerlerken, öte yandan, televizyon ekranlarında ölüm vb. dehşet öykülerini izlemektedirler. Bu gerilim ve zıtlık, yetişkinler arasında daha da belirgindir; iki rakip eğitim sisteminin yarattığı doğal savaş alanının içine düşen çağdaş Müslüman, hem eğitim görmek isteyen bir birey, hem de çocuğuna okul seçmek isteyen bir anne baba olarak şaşırmış bir haldedir. Geleneksel eğitim sisteminden modern sistemlere geçiş, çoğu kez ani ve parçalayıcı olmakta ve çağdaş Müslüman’ın karşı karşıya bulunduğu karışıklığın ana nedenlerinden birini oluşturmaktadır.

 

Seyyid Hüseyin Nasr,Modern İnsanın Çıkmazı
Devamını Oku »

Gerçek Bir Orientation’a İhtiyacımız Var

Gerçek Bir Orientation’a İhtiyacımız Var

İngilizler’in çok enteresan bir yazarı varmış 17. yy. da, Dr. Samuel Johnson diye. Bu adamın enteresan sözleri var; biri de şudur: “Bir bifteğin,(yani bildiğimiz etin,) yenilir mi yenilmez mi olduğunu anlamak için bütün bir öküzü yemek gerekmez!”demiş. (Denenmişleri tekrar tekrar denemek) Öyle ya, birazcık biftek yerseniz, o bifteğin sert olup olmadığı belli olur. Bütün bir öküzü yemek gerekmez, bifteğin sert olup olmadığını anlamak için; ama bana öyle geliyor ki, biz, bütün bir öküzü yemek zorunda bırakıldık. Şimdi, “gerçek bir orientation’a ihtiyacımız var” dedik. Yine diğer bir Latin şâirinden örnek vereceğim. Virgilius’un Aenas diye bir şiiri var. Bu esere göre, bu Aenas, Truva şehrinden önce babasını kaçırır; bu “geçmiş” anlamına gelir; geçmişini sembolize ediyor. Sonra sevgilisini kaçırır; işte, birlikte yaşayacaklar. Sonra da, Truva’nın Tanrılarını, yani “ebediyet”i kaçırır.

Korkarım ki geleceğimizi, teknoloji putuna çok fazla sarılarak, kurtarmak isterken “geçmiş”imizi ve “ebediyet”imizi kaybettik. Bizler, millet olarak, feda ettik geçmişimizi, an’anelerimizi, geleneklerimizi, dinimizi, bütün kültürel değerlerimizi; “ne pahasına olursa olsun batılılaşma”şeklinde bir politika takip ettik.
Tanzimat’tan beri bunun dozu giderek artmıştır. Halbuki yine bir batılı şâir söyler, diyor ki: “Geçmişle olduğu kadar geleceklede yüzyüze gelebilmek için, bir ruhî disipline ihtiyaç vardır.” Herkesin yapacağı şey değildir bu… Bizim Haya kavva’nın dediği gibi, sözden ibaret; bir “intensiyonal oryantasyon”umuz var: Batılılaşacağız, modem milletlerin seviyesine çıkacağız, muasır medeniyet seviyesine çıkacağız; efendim, işte modemize olacağız, modem teknolojiyi alacağız, batının ilmini, fennini alacağız; ama kendi kültürümüzü de koruyacağız. Güzel de, bunu nasıl yapacağız?

Ziya Gökalp bir formül yapmıştır: o zamanın politik ihtiyaçlarını karşılıyordu, bu formül. Ziya Gökalp diyor ki: “Her milletin kendi kültürü vardır; ama, medeniyet farklı bir kavramdır; medeniyet beynelmileldir; binaenaleyh, biz kendi kültürümüzü, kendi şahsiyetimizi, kendi değerlerimizi terk etmeksizin batı medeniyetine girebiliriz.” Yani “biz Türk milletinden, İslâm ümmetinden ve batı medeniyetinden olabiliriz” şeklinde bir formül yapmıştı. Bu formülün, o zamanki Türkiye’nin politik ihtiyaçlarına cevap verdiği veyahut politik maslahata uygun olduğu söylenebilir; ama, gerçekle ilgisi yoktur. Kültür ve medeniyet kavramları öyle kolayca birbirlerinden soyutlanamazlar. Bazı batılı yazarlarda da var bu temayül; yani, kültür tamamen farklı bir şeydir, daha çok mânevî şeylerdir; işte, medeniyet maddî şeylerdir, diye. Ama, maddî nesneler de insanın mânevîyatının eseridir; fikriyatının eseridir. Yani, insanın ilmi olmazsa, onu pratik hayata geçirmesi de sözkonusu olamaz. O, pratik hayata geçen, maddileşen, netleşen nesneler, yine düşüncelerin mahsulüdür.

Binaenaleyh, zaten işaret ettiğim gibi, kültür kelimesi de tıpkı medeniyet gibi ziraat kavramını ifade etmektedir. Medeniyet malum olduğu gibi Filistin’de Eriha şehrinde başlar. İlk şehirleşme, toprağı ekip biçme, 10 bin yıl önce orada başlamıştır. İnsanoğlu dünyanın her yerinde, tıpkı ilk insanların yaşadığı gibi yaşayan toplayıcı kavimler de dahil olmak üzere, iptidâi kültürler hâlinde yaşıyor. Bunlara bir şey olmuş değil. Afrika, Avustralya insanlarını ziyaret edin; bunlara dair sayısız doküman var, kitap var elimizde; bunların bildirdiğine göre, iptidâiler gâyet mutlu, mesud, müreffeh bir şekilde yaşıyorlar. Bu medeniyete, medeniyetin avantajlarına karşı olmak anlamına gelmez; ama, insanoğlunun kavranılan putlaştırmak hastalığından dolayı görmediği bir şey var benim kanaatime göre; medeniyet, kültür, teknoloji, sadece bir tek yönüyle anlaşılıyor. Bunlar faydalı güzel şeyler de bunların zararı yok mu acaba?

İslâm ülkelerinin en büyük tarihçilerinden biri, İbn-i Haldun üstadımız, iptidâilerin medenilerden her zaman, ahlâkî vasıflar, insânî vasıflar cihetinden, üstün olduğunu (bundan 600 yıl önce o zamanki bilgilerin eksikliğine rağmen) işaret etmişti. O zaman, böyle büyük problemlerle yüz yüze gelmemiştik; bugün teknoloji ve kültür gibi, kültür politikaları gibi sebeplerle, dünyamız büyük problemlerle yüz yüze… Bunlara temas edeceğiz, biraz ilerde; ama, o Ortaçağ atmosferinde dahi, İbni Haldun bu gerçekleri görebilmişti.

Bizim gerçek bir orientationa ihtiyacımız var. Yani, bir insan kendisinin değişen bir dünya içinde öldüğünün farkında değilse, o zaman gerçekleri de objektif bir şekilde algılayamaz. Böyle bir insanın ne geçmişin hatırasına sahip çıkması mümkündür, ne de gelecek için doğru dürüst bir orientation, bir hedef tayin etmesi mümkündür.

Şahin Uçar,Kültür,Teknoloji ve Sanat Yazıları
Devamını Oku »

İnsanda Aidiyet Duygusu

İnsanda Aidiyet Duygusu


En önemli inanç kaynağımız aitlik duygusu.Herşey den önce nereye ait bilmem lazım.Kabile,aşiret, akraba kalmadı,millet siliniyor,böyle rüzgara kapılmış hazan yaprağı gibi savrulan birey var. Ne olduğunu, ne olmadığını bilmiyor. Ruh sağlığı, be­den sağlığı gibi belli birtakım belirlenebilir cinsten nedenle­re dayanmamaktadır. Ruh sağlığının pek çok işâret edilemez etkeni var. Bu, keşfedilemeyen etkenlerden en önemlisi aidi­yettir. Onun patlaması, onun dağılması insanı ortada bırakı-yor. Korkular ortaya çıkıyor. Korkan insan teslim olur,gelen etkilere derhal elini kaldırır.


Teoman Durali,Sorun Çağının Anatomisi

Devamını Oku »

Bugünün En Önemli Önceliği, Ailenin Yeniden İtibâr Kazanmasıdır...

Bugünün En Önemli Önceliği, Ailenin Yeniden İtibâr Kazanmasıdır...

Bugünün en önemli önceliği, ailenin yeniden itibâr kazanmasıdır. İnsanî bütün özelliklerimizi bu çerçevede edi­niyoruz. Bununla birlikte, çağdaş güç merkezlerinin en bü­yük gayreti, aileyi ortadan kaldırmağa yönelik. Aileyi orta­dan kaldırdığınızda, insanı ezmek kolaylaşıyor. Zirâ onu dayanıksız kılıyorsunuz.

Devlet, sizi alıp hastahâneye kaldırabilir. Fakat dev­let, aşkın bir güç olup sevgi, sıcaklık, yakınlık yahut teselli gibi insani beklentilere karşılık vermez. Bütün bu İnsanî beklentilere karşılık verecek en önemli dayanak, ailedir. Su­ni dölleme yahut sperm bankaları gibi formüller, uzun dö­nemli İnsanî ihtiyâçlarımıza cevap veremez. Genetik müdâ­halelerle, insan ömrünü nereye değin uzatacaksınız? Birey­lerin yüz yirmi yaşına değin yaşayabilmesi arkadan gelen genç nesillere gereğinden fazla yük oluşturmak demek.

Kaldı ki, insan ömrünü uzatacağım derken, bir kez doğayı bozdunuzmu, zincirleme tepkiler başgösterebilir. Fransada, sözgelişi, 2050 yılında, bir çalışan, on emekliye bakmak duru­munda kalacak. Bu, dayanılır, tahammül edilir bir durum- mudur? Birçok ülke için sorun benzeri boyutlarda. Bir tek çâre var önlerinde, insan ithâli. O zaman da ırkçılık eğilim­leri yeniden patlak verir. Düşünün ki, bizleri Avrupaya al­makta nazlandıkları ortada. Avrupa ordusuna alacaklarıysa muhakkak. Yoksa kimi savaştıracaklar. Yalnızca nüfustan kaynaklanmıyor bu durum. Rahata alışmış tüketim toplum- lanııda muharebe meydanına sürülebilir adam bulmak kolay değil. Buna karşılık Türkiyeden kaldırıp götürülen adam, Avrupa ordusu için savaşacak.

Bu, olağan gelişme hattı olmayıp insanları büyük dengesizlikler ile kargaşaya sürükler. Nitekim Mahatma Gand'i “yeryüzü bütün insanları besleyecek durumda ol­makla birlikte, onların ihtirâsını besleyecek gıdadan yoksun­dur''' Bir taraf, sürekli semirmek istedikçe, insanların büyük bölümü de yoksullaşacak.

Sorun Çağının Anatomisi,Teoman Durali
Devamını Oku »

Reklâm ile Propaganda

Reklâm ile Propaganda

Bir başka boyutsa, reklâm ile propagandadır. Seni bana benzetirsem, ihtiyâç duyduğum malları almağa seni mecbûr kılabilirim. Ürettiğim malları almakla, sen, pazarımı genişletirsin.

Bütün ilişkiler, bundan böyle üretim-tüketim dengesine bağlı gelişmişlerdir. Sermâyecilik, berâberinde çok tanınan bir dayanağını da,demekki imperyalismi getirmiştir. O da, bugün adını küreselleşme şeklinde değiştirmiştir. Daha doğrusu küreselleştirmedir. Küreselleşme dediğinizde doğal bir süreçten bahsediyorsunuz. Hâlbuki karşı karşıya olduğumuz doğalbir süreç olmayıp dayatmadır. Bu, okşayarak yahut döğerek gerçekleştirilen bir harekettir, olaydır. İktisâdî unsurlar, berâberlerinde kültür değerlerini getirmektedirler. Eskileri ve gelenekseller peyderpey ortadan kalkmaktadırlar. Mâlî sermâyeciliğin maddiyâtcı-iktisâdiyâtcı kültür değerlerini biz bugün doğal verilermişcesine kabul edip sorgulayamıyoruz.Küreselleşmenin başarısı da buradadır zâten.

Küreselleşmenin karşısına bir seçenek çıktığı takdîrde insanlar, ona yapışıp onun peşinden gidebilirler. O yüzden her türlü seçenek ihtimâli bertaraf edilmeğe çalışılıyor. Bu açıdan bakıldığında küreselleşmenin düşmanı sâdece İslâm değildir. Komünism de, nasyonal sosyalism de,faşism de meselâ, seçenek olma yönünden küreselleşmenin düşmanı olarak görülmektedirler. Bugün sermâyeciliğin başını çeken ülkeler, millî toplumculuğu, yanî nasyonal sosyalismi korkunç bir günâh sayarlar. Küreselleşme, bütün insanları tek biçimde giyinmeğe, yemeğe,içmeğe, davranmak ile düşünmeğe zorlamaktadır. Küresel düşünceye göre,her insan üniforma giymiş asker gibi ‘tek tip’ olmalıdır. Türkiyede koparılan başörtüsü kıyâmetini de ‘tek tip’ olma zorlamacılığına bağlamak lazım gelir.Her medeniyetin kendisine mahsus temel inançları, varsayımları ile nazâriyeleri vardır. Demekki bizler de öncelikle geçmişte varolmuş medeniyet çerçevemizin, iddiamızın içeriğini ortaya koymamız gerekir.Ondan hareketle, onun kullanılabilinir unsurlarından yararlanarak, içinde bulunduğumuz maddî ve fikrî şartları da nazarı itibâra alarak yeni bir medeniyet tasarısını tersîm edebiliriz. Üreteceğimiz yeni medeniyet tasarısı,tabîî ki, yine, İslamî olacak. O hâlde bunun temel düstûrlarını hem din hemde geçmiş klasik medeniyet bağlamında İslamda aramamız şarttır.Meselâ, kul hakkı dediğimiz bir temel düstûr var. Kul hakkı nedir? Bir toplumsal adâlet ilkesidir. Bu, İslam’ın kaçınılmaz kaidesidir.

Markscılık, bu ilkeyi İslâmdan aşırıp içini maneviyâttan boşaltmıştır. Nasıl Luthercilik, dince Müslümanlıktan esinlenmişse, benzer biçimde, Markscılık da bizlere İslâmî etkiler ile unsurları yansıtmaktadır. Bunların başında emek ile alın terine dayanmayan gelir ile kazancın haram sayılması ve kul hakkının dokunulmazlığı gelmektedir. Bahsettiğimiz iki ilke, insanın insanı kul kılması ile sömürüyü yasaklayıp sonuçta toplumsal adâleti gündeme sokup yaşatmaktadır. Toplumsal adâlet İslâmın temelidir. Namaz, oruç gibi bilcümle ibâdetlerse, dünyanın en zor işi olan kul hakkını yememek için tesîs olunmuş talîmlerdir.

Her ibâdet, insanı, kul hakkını yememe disiplini ile tutarlılığına götürme maksadına matûfdur.Küresel medeniyete ait eşyâyı kullanmamaya yönelik çabalar,imkânsız ve aynı zamanda yersizdir. Küresel medeniyetin sunduğu imkânların altında ezilmekten, onlara teslîm olmaktan ancak kul hakkını tanıma ile haddini bilme gibi, temel İslâmî düstûrları hayata geçirmekle kurtulabiliriz.Küreselleşme, halkların afyonudur. Küresel medeniyetin asıl gâyesi,insanı düşünemez hâle getirmek, düşünceyi uyuşturmaktır. Uyuşturucu denince aklımıza hep afyon, esrar gelir. Hâlbuki televizyon eroin kadar,bilgisayar kokain kadar uyuşturucu, beyni dondurucu, düşünmeyi durdurucu araç ile cihâzlardır.

Düşünmediğiniz takdîrde başkaldıramazsınız. Başkaldırmak demek,hâlihazırdaki biçimlere seçenek aramaktır. Küreselleştirilmiş medeniyet bu arayışı, hattâ arama irâdesini ortadan kaldırma gayretindedir. Oysa bizlere ait biçimleri kendimiz üretebilmeliyiz.

Farklılıklar, seçenek üretmenin vazgeçilmez şartıdırlar. Öyleyse, farklılıkları küçümsememek gerekir.Bizlere dayatılan biçimler medeniyetin biricik imkânını teşkîl etmezler.Zirâ başka biçimlerde de medeniyet olabilir. Medeniyet tek biçimden ibâret değildir de ondan.Yeni biçimlerin gündeme getirilmesinin mahreci okullardır. İngiliz-Yahudi Medeniyeti ‘biçimlerini’ öğretim yoluyla aktarır. Bu öğretim de okullardan başlar, basın ile yayın yoluyla devam eder, reklâm dünyasıyla da noktalanır. İnsanlar böylece farkına varmadan etkilenir, biçimlenir. Bu,hissettirmeden ve alttan alta gelişen bir etkilemedir. Adı anılan medeniyette,biyolojideki gelişmeler insana uygulanarak insan ile hayvan arasındaki fark ortadan kaldırılmıştır. Yaklaşık iki yüz yıllık tarihi boyunca İngiliz-Yahudi medeniyeti, bütün direniş noktalarını dün zorla ezmiştir; bugünse bunu okşayarak eğitim, öğretim, propaganda ve reklam yoluyla yapmaktadır. Bu tarz direnişi, karşı koymayı zorlaştırmıştır.Bir şeye dikkat çekmek istiyorum: Küresel medeniyet, göz önünde cereyân eden kimi olayları bizzât örtmektedir. Birtakım odak noktalarına bakmak üzre şartlandırıldık. Bu yüzden etrâfımızda olup biten bir sürü olayı göremiyoruz. Hâlbuki yeni gelişmeleri, olup bitenleri fark ederek mutasavver yeni medeniyetin zeminini oluşturacak bir dünya görüşünü, İslâmın temel düstûrlarından hareketle ortaya koymamız zorunludur. Bizlerden kasdım,Türkün başını çektiği İslâm âlemidir.

Teoman Durali,Sorun Çağının Anatomisi
Devamını Oku »

Ali Murat Daryal ile Söyleşi

Ali Murat Daryal ile Söyleşi

...DARYAL- Efendim, Batı'da şu anda yeni bir slogan türedi: Kültür evrenselleşiyor. Aslında evren­sel olan şey kültür değildir. Kültürün tarifine bakar­sanız, kültür milletlere veya iptidai kültürler kabile­lere has olduğu için, bunlar kültürdürler. Bir Çin kültürü, bir Amazon yerlileri kültürü gibi. Bunları var eden, onların kendilerine has olmasıdır. Aksi takdirde bütün dünyayı kuşatan kültür, kültür olmaktan çıkar. Bu, kültür değildir. Kültürler evren­selleşiyor düşüncesi, bu bakımdan son derece hatalı. Eğer derseniz ki, Batı kültürü evrenselleşiyor, bunun bir derece doğru olduğu söylenebilir. O da birçok yerde aksaklıklar taşır. Şöyle ki, bir şeyin kültür olabilmesi için, bir kaç bin yıl geçmesi, âdet, töre, örf halini alması ve cemiyetin bütünüyle bu değerleri özümsemesi lazımdır. Böyle 5-10 senede birtakım taklitlerle bazı jestlerin, mimiklerin ve davranış bozukluklarının yayılmasına kültürün evrenselleşmesi olarak bakmak son derece hatalı ve yanlıştır.

MESAJ- Batı kültürünün ürünü olan bir şarkıcı- nın taklit edmesini bir davranış bozukluğu olarak değerlendiriyorsunuz?

 

DARYAL- Demin de dediğim gibi; bir kültürün örf, âdet, anane olabilmesi için bir kaç bin yıllık bir geçmişe sahip olması ve kesintiye uğramaması lazımdır. Böyle zorlamalarla gençleri bir takım davranış bozukluklarına itmek, ne Avrupa kültürü­nün evrenselleşmesi demektir, ne de bunun Türkiye’de yerleşmesi demektir. Bunlar bir takım bozukluklardır ki, zamanla, birkaç yüz sene sonra kültürün bünyesinde eriyip bir takım aksaklıkları doğuracaktır, ...

Meselenin çoğu eğitimden çıkıyor.Zamanın Milli Eğitim Bakanı şöyle demişti:’’Biz İmam-Hatip okullarını açarak gençlerimizin beyinlerinin yıkanmasına müsaade etmeyeceğiz.” Efendim, mesele şudur; siz kendi evladınızın beynini kendi değerlerinize göre yıkayamazsanız, sizin evlatlarınızın beynini şer kuvvetler kendi değerlerine ve kendi menfaatlerine göre yıkarlar. O vakit ortaya, vatanına milletine ayrı düşmüş yabancı topluluklar ortaya çıkar. Bu toplulukların görevi bozmaktır. Çünkü bunlar öncü kuvvetlerdir. Ancak bundan sonra bu bozukluklar uzun yıllar sonunda toplum bünyesine yerleşirler.

MESAJ- Müziğin insan psikolojisi üzerindeki tesiri büyük. Herhangi bir müzik türünün yayılması günümüz iletişimi ile çok kolay olmakta. Gençliğin müzik türlerinden bu denli etkilenişini neye bağlı­yorsunuz.

DARYAL- Ben ninniler üzerinde çok duruyorum. Çocuk, ninnisini beşiğinde annesinden dinlediği vakit, bir vatana, bir imana, diğer değerler siste­mine hazırlanır. Bu ninni nağmeleridir ki, ileride onu Kur’an sesine, ezan sesine yatkınlaştıracak, alıştıracaktır.

Musıki bir şartlanmadır. Eğer siz Batı müziği mağmelerine şartlandıysanız, o hoşunuza gider. Türk müziğinin nağmelerine şartlandıysanız, o hoşunuza gjder. Bu bir alışkanlık meselesidir. Onun içindir ki,               ninniler bir müslüman çocuğun

Ezan’dan,Kur’an’dan hoşlanması için en önemli merhaledir. Çocuk, ninnideki ilahı dokuya şuur altına programlar.

MESAJ-Efendim, şu anda siz önemli bir tehlikeyi haber  verdiniz. Çünkü günün her saatinde Batı müziğinin telkini ile 7’den 70’e herhes karşı karşıya !

 DARYAL- Tabiî tabiî. Bir kültürün en iyi taşıyı­cısı musikîdir. Bugün herkese Almanca, İngilizce öğretemezsiniz. Ama musikî öyle değildir. 24 saat içinde her yerde istese de, istemese de hiçbir mesai sarfetmeden kulağına gelen nağmeler ile insan farkında olmadan etkilenir. Musikînin bir dili vardır.

Cemil Meriç rahmetliyle, Batı müziğinin Türkiye’ye geldiği vakitlerde dinlemeye giderdik. Arada koridorlarda, “Aman efendim, ne kadar şaheser bir müzik, ne kadar güzel çalıyor. Bunu anlamayanda hayır yoktur, hatta bunu anlamayan insan değildir.” diye konuşurduk. Bir keresinde “Hem vallahi, hem billahi” dedi “...ben, o müzikten hiçbir şey anlamazdım, fakat bulunduğumuz sosye­tede arkadaşlarımız yanında itibar kazanmak için, bu müziği sevdiğimizi, bu müziği anladığımızı ve bu müziği beğendiğimizi söylemek mecburiyetini hisse­derdik... üzerimizdeki baskıdan dolayı.” Aslında hiçkimsebirşey anlamazdı.

MESAJ- Çıplak kıral hikayesi gibi...

DARYAL- Zat«ı âlileriniz çok güzel ifade ettiniz.

Öyle bir hava, öyle bir baskı oluşturuluyor ki, adam sadece etrafındakilerden takdir toplamak için bu müziği dinliyor.

Bir de toplum psikolojisi var. însan tek başına heyecanlanmaz. Ama birkaç bin kişi bir araya geldiği zaman iki üç kişinin kasıtlı olarak heyecan gösterileri yayılır^Mtoplulukta bir heyecan başlar.. Bunlar kasıtlı da yapılıyor olabilir. Muayyen yerlere konulan kişiler barınnaya, kendilerini kaybetmeye» birtakım sara nöbetleri göstermeye başladıkları vakit, bu heyecan gittikçe yayılır ye kitle bir psikoloji oluşturur. Bu psikolojide mantık yoktur.

İNSAN, TOPLUM VE MİLLET . Onun için musikînin güzel olması da gerekmez.

MESAJ- Müziği spor takip ediyor. Bu konuda ne dersiniz?

DARYAL- Spor da öyle. Sporun prensipleriyle cemiyetin değerleri arasındaki ölçüler paralellik arzetmektedir. Mesela Amerikan futbolu, Ragbi’yi incelersek, şunu göreceksiniz: Amerikan pragma­tizminin oyuna en güzel yansımış şeklidir. Birisi topu alıp koşuyor, diğerleri topu elinde bulunduranı veya arkadaşını engellemek için çelme takıyor, yumruk atıyor, üzerine çıkıyor, itiyor. Bu mafyanın kanun dışı metodlarının, sahadaki kanunlaşmış şeklidir. Sakatladığı vakit hiçbir sorumluluk hissetmeyen vahşî’ bir anlayıştır.

Bu milletin ille de her sporu yapması ve her dalda muvaffak olması gibi bir zaruret yoktur. Herkes kendi değerlerine uygun sporlarla gençliğini eğitir.

Düşünebiliyormusunuz, bir futbol maçında herhangi bir takîmı tutan, karşı takımı tutanların tribünlerinde otursun ve kavga etsin! Bunlar bu vatanın evlatları. Bunlar düşmana karşı beraber harbedecekler. Spor adı altında birbirlerine yumruk sıktırmanın ne esprisi, ne manası, ne de geleceği vardır.

MESAJ- Sayım Daryal,şiddet dolu Hollywood filmleri toplum ve özellikle gençlik  üzerinde bir etki oluşturmakta ?

DARYAL- Efendim Batı’ya baktığınıız vakit,meseleler bizi aldatıyor, Şöyle ki, mesela Amerikan filmlerinin çoğunluğu,adam öldürme tekniklerini gösteren  kovboy,gengster filmleridir.Batıda ve Amerikada bu tahripkar değildir.Amerika bu tecrübeleri zaten yaşamıştır. O filmi gördüğü zaman ancak geçirdiği tecrübeyi hatırlayarak bir ürküntü duyar. Sözgelimi Türkiye’de sağ-sol çatışmasıyla ilgili bir film seyrettiğiniz zaman, o devreyi yaşa­yan insanlar olarak son derece rahatsızlık duyarız. Siz bu filmi şağ-sol çatışması olmayan bir cemiyette gösterirseniz, bu film onların düşüncelerinde özenme yolunda bir tahribata yol açar.Çünkü bunun acı tecrübesini yaşamamışlardır! O  bakımdan Batı’daki vurma kırma filmleri Batı’da o kadar tahripkar değildir. O zaten filmin konusunuyaşamış ve halen de yaşıyor. Fakat Türkiye o filmlerin  konularının birçoğuna hayal olarak bile uzaktır.

Ali Murat Daryal - İslamda İbadetlerin Sosyo-Psikolojik Temelleri
Devamını Oku »

Kâfirlerin Dünya Hayatındaki İyiliklerinin Ahirette Karşılığı Yoktur

Kâfirlerin Dünya Hayatındaki İyiliklerinin Ahirette Karşılığı Yoktur

Kâfirin işleri, eğer akrabalık bağlarını gözetmek, yoksulun ihtiyacını kar­şılamak, darda kalmış olanın sıkıntısını gidermek gibi iyilik türlerinden olur­sa, bunların sevabım almaz ve ahirette bunlardan faydalanmaz. Şu kadar var ki, bu iyilikleri karşılığında ona dünyada ihsanda bulunulur. Bunun delili ise Müslim'in Âişe (r.anha')'dan şöyle dediğine dair rivayetidir: Ey Allah'ın Rasûlü, dedim. İbn Cud'an, cahiliye döneminde akrabalık bağını gözetir, yoksu­la yemek yedirirdi. Bunun kendisine bir faydası olacak mı? Peygamber şöyle buyurdu: "Bunun kendisine faydası olmayacak. Çünkü o, birgün olsun: Rabbim, din (kıyamet) günü günahımı bana bağışla dememiştir."[1]

 

Enes (r.a)'dan da şöyle dediği rivayet edilmiştir Rasûlullah (sav) buyur­du ki: "Şüphesiz Allah hiçbir mü'mine (mükâfatı eksik verilmek suretiyle) bir iyiliğinde dahi zulmetmez. Dünyada da onun karşılığı ona verilir. Ahirette de ondan dolayı ona mükâfat verilir. Kâfire gelince o, dünyada Allah için yap­mış olduğu İyilikler karşılığında ona yemek yedirilir (ihsanda bulunulur). Nihayet âhirete gittiğinde, onun karşılığını görebileceği herhangi bir iyiliği kalmamış olur,"[2] İşte bu, (bu hususta) açık bir nastır.

 

Diğer taraftan şöyle de denilmiştir: Acaba bu doğru vaad gereğince, kâfi­rin, bu dünya hayatında iyiliklerine karşılık yedirilip ona bağışta bulunması muhakkak ve kaçınılmaz bir şey midir? Yoksa bu, şanı yüce Allah'ın: "... Biz de burada dilediğimize dileyeceğimiz şeyi çabucak veririz" (el-İsra, 17/18) buy­ruğunda sözü geçen Allah'ın dileği (meşîeti) ile mi kayıtlıdır? İkincisi bu hu­sustaki iki görüşün sahih olanıdır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

 

Kâfirin yaptığına "hasene: güzellik, iyilik" denilmesi ise, kâfirin bu husustaki zanni dolayısıyladır. Yoksa onun Allah'a yakınlaşmak üzere yapacağı her­hangi bir ameli sahih değildir. Çünkü Allah'a yakınlaştırıcı amelin sahih ol­masının şartı olan iman bulunmamaktadır. Ya da buna "hasene" deniliş sebebi, mü'minin hasenesine şekil itibariyle benzediğinden dolayıdır. Görül­düğü gibi bu hususta da iki görüş vardır.[3]

 

Müslüman Olmadan Önce İyilik Yapanın İyiliklerinin Durumu:

 

Denilse ki; Müslim'de, Hakîm b. Hizâm'dan Rasûlullah (sav)'a şöyle de­diği rivayet edilmektedir: Ey Allah'ın Rasûlü, ben cahiliye döneminde iken ibadet kastıyla verdiğim sadaka yahut köle azad etmek veya akrabalık bağını gözetmek gibi bir takım hususlarda (benim için) ecir var mıdır, ne dersin? diye sorunca, Rasûlullah (sav) da şöyle buyurmuştun "Sen, geçmişinde yap­mış olduğun hayırlar üzere İslâm'a girdin."[4]

 

Buna şu cevabı veririz: Hz. Peygamberin: "Sen, geçmişte yaptığın hayırlar üzere İslama girdin" ifadesi konu ile ilgili aslî delillerin zahirine uygun de­ğildir. Çünkü kâfirin yüce Allah'a yakınlaşmak kastı ile yapacağı ibadetler sa­hih olamaz ki bu İtaati dolayısıyla sevap alması sözkonusu olsun. Çünkü Al­lah'a yakınlaşmak kastıyla itaatte bulunacak kimsenin kendisine yakınlaşmak istediği yüce Zatı bilip tanıması şarttır. Böyle bir şart bulunmayacak olursa, şarta bağlı olarak öngörülen hususun sıhhati de sözkonusu olamaz. Buna gö­re hadisteki mana şöyle olur: Eğer sen cahiliye döneminde güzel bir takım huylar kazanmış isen, bu huyların İslâmda da sana güzel alışkanlıklar kazandırmıştır. Çünkü Hakîm (r.a) altmışı cahiliye döneminde, altmışı da müslü-man olmak üzere yüzyirmi yıl yaşamıştı. Cahiliye döneminde yüz köle azad etmiş, yüz kişiyi de deve sırtında taşımış İdi. İslâm'da da aynı işleri yaptı. Bu, açıkça anlaşılan bir husustur.

 

Şöyle de açıklanmıştır: Kâfir iken işlemiş olduğu günahları müslüman ol­mak suretiyle düştüğü gibi, müslüman olması dolayısıyla (müşrik iken) yap­tıklarına karşılık Allah'ın onu mükâfatlandırması Allah'ın lütfu keremi açısından uzak bir İhtimal olarak görülemez. Asıl mükâfatını görmeyecek kişi, müslüman da olmayan, tevbe de etmeyen ve kâfir olarak ölen kişidir. Hadi­sin zarihinden anlaşılan da budur, yüce Allah'ın izniyle sahih olan görüş de bu olmalıdır. Daha önce yapmış olduğu hayırlardan sonra müslüman olup da müslüman olarak ölen kimsenin önceden yapmış olduğu hayırların mükâfatını, almaması ile ilgili olarak iman şartının bulunmadığını söylemek, hiç­bir şekilde değişmesi sözkonusu olmayan akli bir şart değildir. Şanı yüce Al­lah güzel bir şekilde İslâm'a bağlanan bir kimsenin (müslüman olmadan ön­ceki) amelini boşa çıkarmayacak kadar kerimdir. Nitekim, el-Harbî de bu ha­disi bu anlamda yorumlayarak şöyle demiştir: "Sen, geçmişte yaptıkların üzere müslüman oldun." Yani, bundan önce işlemiş oluduğun hayırlı amellerinin mükâfatı sana verilecektir. Nitekim bir kimseye: Sen bin dirhem üzere İslâm'a girdin, denileceği vakit, o bin dirhemi kendi payına eline geçirmiş ol­mak üzere İslâm'a girdiği anlaşılır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.[5]

 

Ebu Talib'in Özel Durumu:

 

Denilse ki: Müslim, Hz. Abbas'tan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Ey Allah'ın Rasûlü dedim, Ebu Talib seni korur, sana yardımcı olurdu. Bunun ona faydası oldu mu? Hz. Peygamber: "Evet" diye buyurdu. "Ben onu her tara­fını kaplayan bir şekilde ateş içerisinde buldum da onu topuklarına kadar ate­şin ulaştığı bir yere çıkardım."[6]

 

Buna şöyle denilir: Kâfirin işlemiş olduğu hayırlar sebebiyle azabının bir bölümünün hafifletilmesi uzak bir ihtimal değildir. Ancak bu, Ebu Talib hak­kında varid olduğu şekilde ayrıca bir şefaatte bulunulmasını da gerektirmek­tedir. Kur'an-ı Kerim: "Artık şefaat edenlerin şefaati onlara fayda vermez" (el-Müddesir, 74/48) buyruğu ile onun dışındakilerin durumu hakkında haber ver­mektedir. Yine kâfirler hakkında: "Bizim bir şefaatçimiz yoktur ve candan, hiç­bir dostumuz da" (eş-Şuara, 26/100-101) diyecekleri de bize haber veril­mektedir. Müslim de, Ebu Said el-Hudrî'den şöyle dediğini rivayet etmekte­dir: Rasûlullah (say)'ın huzurunda amcası Ebu Talib sözkonusu edilince şöy­le buyurdu: "Kıyamet gününde belki benim şefaatimin ona bir faydası olur da bu sebepten ötürü topuklarına kadar ulaşacak bir ateşe konulur ve bundan beyni kaynar."[7] Hz. Abbas'ın rivayet ettiği hadiste de: "... ve eğer ben olma­saydım hiç şüphesiz ateşin en aşağı basamağında olurdu" dediği de kayde­dilmektedir.[8] Yüce Allah'ın: "Çünkü siz, fâsıklık eden bir kavim oldunuz" kâfirler oldunuz, demektir.[9]

--------------

[1] Müslim, İman 365; Müsned, VI, 93.

 

[2] Müslim, Sifâtu'l-Münafikın 56; Müsned, III, 123, 283.

 

[3] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/258-259.

 

[4] Buhârî, Zekât .24, Buyu' 100, Itk 12, Edeb 16; Müslim, İman 194, 195; Müsned, III, 402.

 

[5] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/259-260.

 

[6] Müslim, İman 358.

 

[7] Buharî, Menakıbu'l-Ensâr 40; Müslim, îman 360; Müsned, III, 50, 55.

 

[8] Buhari, Menakbu'l-Ensâr 40T Edeb 115; Müslim, İman 357; Müsned, I, 206, 210.

 

[9] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/260.
Devamını Oku »

Rızık ve Rızkı Elde Etmenin Sebepleri

Rızık ve Rızkı Elde Etmenin Sebepleri:

Ey İman edenleri Müşrikler ancak bir pisliktir. Onun İçin bu yıl­larından sonra artık onlar Mescid-i Haram'a yaklaşmasınlar. Eğer fakirlikten korkarsanız, Allah dilerse sizi yakında kendi lüfundan zenginleştirir. Şüphesiz Allah herşeyi bilendir, tam hü­küm ve hikmet sahibidir.(tevbe,28)

………..

Rızık ve Rızkı Elde Etmenin Sebepleri:

 

Bu âyet-i kerimede kalbin rızık hususunda sebeplere taalluk etmesinin ca­iz olduğuna ve bunun tevekküle aykırı olmadığına delil vardır. Her ne ka­dar rızık takdir edilmiş ve Allah'ın emir ve paylaştırması yerini bulacak ise de, Allah rızkı hikmete mebni sebeplere bağlı kılmıştır. Böylelikle yüce Al­lah sebeplere taalluk eden kalpler ile rabblerin Rabbine tevekkül eden kalpleri birbirinden ayırt etsin. Sebebin, tevekküle aykırı düşmediğine dair açıklamalar daha önceden geçmiş bulunmaktadır. Hz. Peygamber de şöyle buyurmuştur: "Eğer siz Allah'a hakkı ile tevekkül edecek olsaydınız, tıpkı sa­bahleyin kursağı boş ve aç gidip de akşamleyin kursağını doldurmuş halde dönen kuşları rızıklandırdığı gibi sîzi de rızıklandırırdı." Bu hadisi Buhârî ri­vayet etmiştir.[1]

 

Hz. Peygamber bu hadisi ile rızık talebi hususunda sabah gidip öğleden sonra çıkışın gerçek tevekküle aykırı düşmediğini haber vermektedir. İbnü'l-Arabi der ki: Fakat sufi şeyhler derler ki: Kişi ancak itaatler hususunda sa­bah ve akşam yola koyulur. İşte asıl rızkın gelmesini sağlayan sebep budur. Derler ki: Buna delil şu iki husustur: Birincisi, yüce Allah'ın: "Sere aile hal­kına namazı emret, kendin de ona sabırla devam et. Senden rızık istemeyiz, sana rızkı Biz veririz" (Tâ-Hâ, 20/132) buyruğudur. İkincisi de, yüce Allah'ın: "Güzel söz O'na yükselir, onu da salih amel yükseltir" (Fatır, 35/10) buyru­ğudur. Yüce Allah'ın rızkını, mahalli olan semadan inmesini sağlayan ancak yukarı doğru yükselen şeydir. Bu da hoş zikir ve salih ameldir. Yoksa, yer­yüzünde çalışıp çabalamak değildir. Çünkü yeryüzünde rızık diye birşey yoktur. Sahih olan ise, buyrukların zahirini kavrayan fukahâya göre sünnetin sağ­lamca ortaya koyduğu husustur. O da dünyevî sebepler gereğince ekip biçmek, pazarlarda ticaret yapmak, malların bakımı, geliştirilmesi, mahsul elde etmeyi sağlayan şekliyle ziraatle uğraşmak gibi yollardır.

 

Asbab-ı kiram da Peygamber (sav) aralarında bulunduğu halde bu şekil­de hareket ederdi. Ebu'l-Hasen b. Battal der kî: Şanı yüce Allah kullarına ka­zandıkları şeylerin hoş ve temiz olanlarından infak etmelerini bir çok âyet-i kerime ile emretmiştir. Ve şöyle buyurmuştur: "Kim mecbur kalırsa, saldır­mamak ve haddi aşmamak şartıyla (yerse) onun üzerine günah yoktur", (el-Bakara, 2/173) Bu buyruğuyla darda kalan bir kimseye kazanmakla ve ken­disi ile gıdalanmakla emretmiş olduğu helal gıdayı bulamaması halinde, haram olan gıdayı ona helal kılmakta, semadan üzerine yiyecek birşeylerin inmesini beklemesini emretmektedir. Eğer gıdasını sağlayacağı şeyleri ara­mak hususunda çalışıp çabalamayı terkedecek olursa, hiç şüphesiz kendisi­nin katili olur.

 

Rasûlullah (sav) da yiyecek birşey bulamadığından dolayı açlıktan kıvranır, bununla birlikte üzerine gökten yiyecek birşey inmezdi. O, kendi aile hal­kı için bir yıllık yiyeceklerini alıkoyardi. Allah fetihleri müesser kılıncaya ka­dar bu böyle devam etti. Enes b. Malik'in rivayetine göre, bir adam Peygam­ber (sav)'ın yanına deve ile gelerek, Ey Allah'ın Rasûlü diye sordu. Onu bağ­layıp mı tevekkül edeyim, yoksa serbest bırakıp mı tevekkül edeyim? Hz. Pey­gamber ona: "Onu bağla ve öylece tevekkül et" diye cevap vermiştir.[2]

 

Derini ki: Sufle ehli mescidde oturup, ziraatle uğraşmayan, ticaret de yap­mayan, kazançları olmayan, mallan bulunmayan fakir kimseler oldukların­dan dolayı bu görüşü savunanların Suffe ehlini kendilerine delil gösterecek­leri bir tarafları yoktur. Çünkü Suffe ehli, beldelerin kendilerine dar gelmesi esnasında İslâm'ın misafirleri idiler. Bununla birlikte gündüzün odun toplar, Rasûlullah (sav)'ın evine su taşır, geceleyin Kur'an okur ve namaz da kılarlardı. Buhârî ve başkaları onları bu şekilde anlatmaktadır.[3] Dolayısıyla onlar, rızkın sebeplerine yapışan kimselerdi. Hz. Peygamber'e bir hediye gel­di mi, onlarla beraber yerdi. Eğer gelen bir sadaka ise, kendisi ona el sür­mez, onlara verirdi. Fetihler çoğalıp İslâm yayılınca da -Ebu Hureyre ve baş­kaları gibi- Suffe'nin dışına çıktılar, emirlik, kumandanlık yaptılar. Yerlerin­de oturmadılar.

 

Diğer taraftan kendileri vasıtasıyla rızkın talep edildiği sebepler (yollar) akı türlüdür denilmiştir:

 

1- Bunların en üstünü, Peygamberimiz Muhammed (sav)'ın kazanç şeklidir. O şöyle buyurmuştur: "Benim rızkım mızrağımın gölgesi altına yerleş­tirildi, Zillet ve küçülmüşlük de emrime muhalefet olana yazıldı." Bu hadi­si Tirmİzî rivayet etmiş ve sahih olduğunu ifade etmiştir.[4] Yüce Allah, böy­lelikle Peygamberinin rızkını -faziletli olması dolayısıyla- kendi kazancına bağ­lı kılmış ve özel olarak ona kazanç türlerinin en faziletlisini ihsan etmiştir ki, bu da düşmana galip gelmek ve onu yenik düşürmek suretiyle rızkı almak şeklidir. Çünkü bu yol, en şerefli bir yoldur.

 

2- Kişinin kendi el emeğinden yemesi: Hz. Peygamber şöyle buyurmuş­tur: "Kişinin yediği en hoş şey, elinin emeğinden (yediği) dir. Ve şüphesiz Al­lah'ın Peygamberi Dâvud kendi el emeğinden yerdi." Bu hadisi de Buhârî ri­vayet etmiştir.[5] Kur'an-ı Kerimde de (Hz, Dâvud hakkında) şöyle buyurul-maktadır:  "Biz ona sizin için giyecek (zırh) yapmak sanatını öğrettik." (el-Enbiya, 21/80) Hz. İsa'nın da annesinin eğirdiği yünün gelirinden yediği ri­vayet edilmektedir.

 

3- Ticaret. Bu da ashab-i kiramın çoğunun yaptığı işti. Özellikle de Mu­hacirlerin (Allah hepsinden razı olsun). Kur'an-ı Kerim ticaretin önemine bir­den çok yerde delâlet etmektedir.

 

4- Ziraat ve ağaç dikmek. Biz buna dair açıklamalarımızı el-Bakara Sûre­si'nde (2/205. âyetin tefsirinde) açıklamış bulunuyoruz.

 

5- Kur'an okutmak, Kur'an öğretmek ve Kur'an İle tedavi (rukye) buna da­ir açıklamalar da Fatiha Sûresi'nde (Fazileti ve İsimleri bölümü, 4. başlıkta.) geçmiş bulunmaktadır.

 

6- Muhtaç düşmesi halinde ödemek suretiyle borç almak. Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır: "Kim ödemek isteğiyle başkalarından mal alırsa Allah ona ödetir. Kim de o malı telef etmek niyetiyle alırsa, Allah da onu telef eder." Bu hadisi Buhârî, Ebu Hureyre (r.a)'dan rivayet [6]etmektedir.[7]

--------------

[1] Buhârî'de tesbit edemedik. Tirmizi, Zühd 33; İbn Mâce, Zühd U; Müsned, I, 30, 52.

 

[2] Tirmizt, Sıfatu'l-Kıyâme 60.

 

[3] Buhârî, Mevâkît 41.

 

[4] Buhârî, Cîhad 88; Müsned, II, 50, 92. Tirmizî'de tesbit edemedik.

 

[5] Buharî, Buyû' 15. Sadece elinin emeğinden yediğini belirten bölümü: Enbiyâ 37; Müsned, II, 314.

 

[6] Buhari, Zekât 18, İstikraz 2; İbn Mâce, Sadakat 11; Müsned, II. 361, 417.

 

[7] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/180-183
Devamını Oku »

Müşrikleri Öldürün" Emrinin Mahiyeti

 

Müşrikleri Öldürün" Emrinin MahiyetiYüce Allah'ın: "Artık o müşrikleri... öldürün" buyruğu, bütün müşrikler hakkında umumi olmakla birlikte sünnet, bunlar arasından daha önce el-Bakara Sûresi'nde (2/190. âyet 1. başlıkta) açıklaması geçtiği üzere kadın, ra­hip, çocuk ve benzeri kimseleri tahsis etmiş (bu genel hükmün dışında bı-rakmıştır. Nitekim yüce Allah kitap ehli hakkında da: "Cizye verinceye ka­dar..." (et-Tevbe, 9/29) diye buyurmaktadır. Ancak "müşrikler" lafzının ki­tap ehlini kapsamına almaması da mümkündür. Bu da cizyenin puta tapan­lardan ve diğerlerinden -ileride açıklanacağı üzere- alınmamasını gerektirir. Şunu bilmeli ki, yüce Allah'ın: "Müşrikleri öldürün" buyruğundaki mutlak ifade, herhangi surette olursa olsun onları öldürmenin caiz olmasını gerek­tirmektedir. Ancak, Hz. Peygamberden müsleyi yasaklayan haberler varid ol­muştur.

 

Bununla birlikte Ebu Bekr es-Sıddik (r.a)'ın irtidad edenleri ateşle yakma­sı, taşla öldürmesi, dağların tepelerinden atması, başaşağı kuyulara atması şek­lindeki öldürmelerine de âyetin umumi ifadesini kendisine delil almış olabilir. Aynı şekilde Ali (r.a)'ın, irtidat eden birtakım kimseleri yakarak öldür­mesini de bu görüşe meyletmesi ve lafzın genel oluşuna dayanarak bunu yap­mış olması ihtimali de vardır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.[1]

 

Müşriklerin Bulundukları Yerde Öldürülmelerinden İstisnalar:

 

"O müşrikleri nerede bulursanız..." buyruğu, her yer hakkında umumi­dir. Ebu Hanife -Allah ondan razı olsun- ise, dalıa önce el-Bakara Sûresi'nde (2/191-192. âyetler, 3. başlıkta) geçtiği üzere Mescid-i Haramı istisna etmiştir, Bununla birlikte (hükmün mensuh olup olmadığı hususunda) ilim adam­ları arasında görüş ayrılığı vardır. el-Hüseyn b. el-Fadl der ki: Bu âyet-İ ke­rime, Kur'an-ı Kerimde yüzçevirmekten ve düşmanların eziyetlerine sabre­dip katlanmaktan söz eden bütün âyetleri nesli etmiştir.

 

ed-Dahhâk, es-Süddî ve Ata da şöyle demektedir: Bu âyet-i kerime yüce Allah'ın; "Bundan sonra ister karşılıksız serbest bırakın, ister fidye alın" (Muhammed, 47/4) buyruğu ile nesli edilmiştir ve hiçbir esir eli kolu bağlı öldürülmez demişlerdir. Esir ya karşılıksız serbest bırakılır, yahut fidye karşılığın­da bırakılır.

 

Mücahid ve Katade ise derler ki; Bilakis bu âyet-i kerime yüce Allah'ın: "Bundan sonra ister karşılıksız serbest bırakın, ister fidye alın" (Muhammed, 47/4) buyruğunu neshetmekte ve müşrik olan esirler hakkında öldürülmelerinden başka bir uygulama caiz bulunmamakladır.

 

îbn Zeyd her iki âyet de muhkemdir demektedir ki, doğru olan da budur. Çünkü, karşılıksız serbest bırakmak, öldürmek ve fidye almak, müşriklerle yaptığı İlk savaş olan -önceden de geçtiği üzere- Bedir gününden itibaren uy­guladığı hükümler olagelmiştir. Yüce Allah'ın: "Onları yakalayın" buyruğu da buna delildir. Yakalamak ise esir almaktır. Esir almak da, imamın uygun göreceği tercihe göre ya öldürmek için, yahut fidye almak için veya karşı­lıksız bırakmak için olur.

 

"Onları alıkoyun" buyruğu ise, sizin topraklarınızda tasarrufta bulunma­larını ve yanlarınıza girmelerini engelleyin; ancak, siz onlara izin verirseniz eman ile yanınıza girebilirler, demektir.[2]

 

Müşriklerin Geçit Yerlerini Tutmak:

 

"...onların bütün geçit yerlerini tutun" buyruğunda geçen ve "geçit yeri" diye meali verilen; kelimesi, kendisinde düşmanın gözetlendi­ği yer, demektir. "Filanı gözetledim, gözetlemekteyim," denilir. Buyruk, onların gözetlenebilecekleri ve gafil yakalanabilecekleri yer­lerde onlar için oturun (pusu kurun) demektir. Âmir b. et-Tufeyl der ki:

 

"Ben kesin olarak biliyorum ve hiç de unuttuğumu sanmayın: Genç delikanlıyı ölümün gözetleyip durduğunu,"

 

Şair Adiy de şöyle demektedir:

 

"Ey Âzile, (hanımının adı) şüphesiz ki bilgisizlik genç olanın zevkin (e düşkünlüğün) den ötürüdür Ve hiç şüphesiz nefisler için ölümler gözetlemededir."

 

Bu buyrukta davette bulunmadan önce müşrikleri gatîl avlamanın caiz ol­duğuna delil vardır, ": Bütün" kelimesi zarf olarak nasbedilmiştir. ez-Zec-câc'ın tercihi de budur. Mesela; "Bir yolda gittim denildiği" gibi, "Her yolda gittim" denilir (ve "bütün, her" anlamındaki ke­lime nasbedilir). Yahut da bu kelime cer eden kelimenin düşürülmesinden ötürü de mansub gelmiş olabilir, İfadenin takdiri şöyle olur: "Bütün geçit yerlerinde, üzerinde gözetlemede bulunun" demek olur. Böylelikle ": Geçit yerleri" kelimesi geçtikleri yolun adı kabul edilir.

 

Ebu Ali ise, ez-Zeccâc'ı , "yol" kelimesini zarf kabul etmekte hatalı bulur ve şöyle den Yol, ev ve mescid gibi özel bir yerin adıdır. Dolayısı ile semaî olarak hazfın varid olduğu haller müstesna, bundan cer harfinin hazfedilme-si caiz olamaz. Nitekim Sibeveyh "Şam'a girdim, eve girdim" şeklindeki kullanışları nakletmektedir. Şu mısra da buna benze­mektedir:

 

"Tilkinin yolda sallanarak koşması gibi..."[3]

 

Müşriklerle Savaşmanın Hedefi:

 

"Eğer tevbe edip" yani, şirkten vazgeçip "namaz kılar ve zekât verirler­se, yollarını serbest bırakın" âyet-i kerimesi üzerinde dikkatle durup dü­şünmek gerekir. Çünkü yüce Allah önce öldürülme sebeplerini şirke bağlamakta, daha sonra da: "Eğer tevbe edip..." diye buyurmaktadır. Asıl kaide de şudur: Öldürme, eğer şirk dolayısıyla sözkonusu ise, şirkin zevali ile bu emir de zail olur. Bu da namazın kılınmasını, zekâtın verilmesini gözönün-de bulundurmaksızın mücerred tevbe etmekle öldürme emrinin ortadan kalkmasını gerektirir. İşte bundan dolayı, namaz vaktinden ve zekât verme zamanından önce mücerred tevbe etmek dolayısıyla öldürme hükmü de or­tadan kalkmıştır. Bu ise, bu yönüyle gayet açıkça anlaşılan bir konudur. Şu kadar var ki: Şanı yüce Allah, tevbe etmekle birlikte iki şart daha sözkonu-su etmiştir ki, bunları boşa çıkarmanın imkânı yoktur. Hz. Peygamberin şu buyruğu da buna benzemektedir; "Ben insanlarla lâ ilahe illallah deyinceye, namaz kılıncaya ve zekât verinceye kadar savaşmakla emrolundum. Onlar bunu yapacak olurlarsa, benden kanlarını da mallarını da korumuş olurlar. Onun hakkı ile olması hali müstesna hesapları ise Allah'a aittir."[4]

 

Ebu Bekr es-Sıddik (r.a) da şöyle buyurmuştur: "Allah'a yemin ederim, na­maz ile zekât arasında ayırım gözetenlerle mutlaka savaşacağım. Çünkü ze­kât mahn hakkıdır." İbn Abbas da: Allah Ebu Bekir'e rahmet eylesin. O, ne kadar da fakih bir kimse idi demiştir.

 

İbnü'l'Arabî der ki: Böylelikle Kur'an ve Sünnet aynı gerçekleri dile ge­tirmiş olmaktadır. Namazı ve sair farzları helal kabul ederek terkedenin kâfir olduğu hususunda müslümanlar arasında görüş ayrılığı yoktur. Sünnetle­ri önemsemeyerek terkeden de fasık olur. Nafileleri terkeden için ise bir ve­bal yoktur. Ancak, nafilenin faziletini inkâr ederse kâfir olur. Çünkü o, bu tu­tumu ile Rasûluilah (sav)'m getirip haber verdiği bir hususu reddetmiş olmak­tadır. Ancak farz olduğunu inkâr etmeksizin ve terkini de helal kabul etmek­sizin namazı terkeden kimsenin hükmü hususunda ilim adamlarının farklı gö­rüşleri vardır. Yunus b. Abdulalâ dedi ki: Ben, İbn Vehb'i şöyle derken din­ledim: Malik dedi ki: Allah'a iman edip, rasûlleri tasdik eden, fakat namaz kıl­mayı kabul etmeyen kimse öldürülür. Ebu Sevr de; Şafiî mezhebinin bütün alimleri bu görüştedir, der. Hammad b. Zeyd, Mekhul ve Veki'in görüşü de budur. Ebu Hanife der ki: Böyle bir kimse hapse atılır, dövülür ama öldürül­mez. Bu, İbn Şihab'ın da görüşüdür. Davud b. Ali de bu görüştedir. Bunla­rın delilleri arasında Hz. Peygamberin şu buyruğu da vardır: "Ben insanlar­la la ilahe illallah deyinceye kadar savaşmakla emrolundum. Bunu diyecek olurlarsa, -onun hakkı İle olması müstesna- benden kanlarını ve mallannı korumuş olurlar."[5]

Bu görüşü kabul edenler derler ki: Onun hakkı ise, Hz. Peygamberin bir başka hadisinde şöylece dile getirilmiştir: "Müslüman bir kim­senin kanı ancak üç şeyden birisiyle helal olur: İmandan sonra kâfir olmak, yahut muhsan olduktan sonra zina etmek, ya da bir başka nefse karşılık ol­maksızın birisini öldürmek."[6]

 

Ashab-ı kiram ve tabiinden bir topluluğun görüşüne göre kasti olarak ve özrü bulunmaksızın vakti çıkıncaya kadar tek bir namazı terkeden ve onu eda etmeyi de kaza etmeyi de kabul etmeyip namaz kılmam, diyen bir kimsenin kâfir olduğu, kanının da malının da helal olduğu, müslüman mirasçılarının ondan miras alamayacağı ve tevbe etmesinin de istenmeyeceği görüşünde­dirler. Eğer (kendiliğinden) tevbe ederse mesele yok. Aksi takdirde öldürü­lür. Ve malının hükmü de mürtedin malı ile aynıdır. Bu, aynı zamanda İshak'ın da görüşüdür. İshak der ki: İşte Peygamber (sav)'dan şu günümüze kadar ilim ehlinin görüşü böyledir.

 

İbn Huveyzimendad der ki: Bizim mezhep alimlerimiz, namazı terkeden kişinin ne vakit öldürüleceği hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Kimisi, na­mazın kılınması için uygun görülen vaktinin sonunda öldürülür derken, ki­misi de zaruret vaktinin sonuna kadar bırakılır demişlerdir. Bu konuda sahih olan görüş budur. Bu zaruret vakti de şöyledir: İkindi namazı vaktinden gü­neşin batacağı zamana kadar dört rekat kılabilecek bir süre, yatsı namazının çıkış vakti olan gecenin bitimine dört rekat kala, sabah namazı vaktinin bi­timi olan güneşin doğuşundan önce iki rekat kılacak kadar bir zamandır. İs­hak der ki: Vaktin gitmesinden maksat ise, öğle namazını güneşin batışına, ak­şam namazını da tan yerinin ağarması vaktine kadar ertelemesi demektir.[7]

 

Gerçek Tevbe Ne İle Anlaşılır:

 

Bu âyet-i kerime "tevbe ettim" diyen kimsenin, fiilleri arasına tevbenin muhakkak olduğunu ortaya koyan hususlar da eklenmedikçe, bu sözüyle yetinilmeyeceğine delildir. Çünkü yüce Allah burada tevbe etmekle birlikte namaz kılmayı ve zekât vermeyi de şart koşmaktadır ki, bunların yerine geti­rilmesiyle tevbenin gerçekten yapıldığı ortaya çıksın. Faizi yasaklayan âyet-i kerimede de: "Şayet tevbe ederseniz ana mallarınız sizindir" (el-Bakara, 2/279) diye buyurmaktadır. Bir başka yerde de: 'Tevbe edenler, ıslah eden­ler ve açıklayanlar müstesna..." (el-Bakara, 2/l60) diye buyurmaktadır, el-Bakara Sûresi'nde bu anlamdaki açıklamalar (2/160. ayetin tefsirinde) geç­miş bulunmaktadır.[8]

---------------

[1] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/131-132.

 

[2] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/132.

 

[3] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/132-133.

 

[4] Buhâri, iman 17, Salat 28, Zekât 1, İ'tisâan 2, 28; Müslim, İman 32-36; Ebû Dâvud, Cihâd 95; Tirmizî, Tefsir 88. sûre; Nesaî, Zekât 3; İbn Mace, Fiten 1; Darimi, Siyer 10; Müs-ned, IV, 8.

 

[5] Buhâri, iman 17, İ'tisâm 28; Müslim, îman 34-36; Tirmizî, îman 1, Tefsir 88. sûre; Ne-sai, Cihâd 1, Tahrîmu'd-Dem 1; tbn Mâce, Fiten 1...

 

[6] Buhûri, Diyat 6; Müslim, Kasâme 25, 26; Ebu Dâvûd, Hudûd 1; Tirmizi, Hudûd 1.5, Diyât 10; Nesaî, Kasâme 6,14, Tahrîmu'd-Dem 5, 11, 14; İbn Mace, Hudûd 1; Dârimi, Sîyer U; Müsned, 1, 61, 63...

 

[7]İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/133-135.

 

[8] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/135.
Devamını Oku »

Yüce Allah'ın Kalpler Üzerindeki Tasarrufu

 

Yüce Allah'ın Kalpler Üzerindeki Tasarrufu

Yüce Allah'ın; "Bilin ki Allah, kişi ile kalbi arasına girer..." buyruğu ile ilgili olarak şöyle denilmiştir. Yüce Allah'ın bu nassı, O'nun, kulları hakkında küfrü ve imanı hükmetmiş olmakla birlikte, kâfir kişi ile kendisine yeri­ne getirmesini emretmiş olduğu iman arasına girip, bunun sonucunda kâfi­re iman etme kudretini vermediği takdirde o imanı kazanamayacağını, ak­sine, onun zıddı olan küfre güç ve kudret verdiğini ortaya koymaktadır. Ay­nı şekilde mü'min için de böyledir, onun ile küfür arasına engel olmaktadır. Bu nass ile şanı yüce Allah'ın, hayrı ve şerri, kulun bütün amelini yaratan ol­duğu açıkça ortaya çıkmaktadır. İşte Hz. Peygamberin: "Kalpleri evirip çe­viren hakkı için hayır..."[1]  buyruğunun anlamı budur. Yüce Allah'ın bu fii­li, saptırdığı ve yardımından mahrum bıraktığı kimse hakkında adaletinin bir tecellisidir. Zira Allah, onlardan kendilerine vermekle yükümlü olduğu bir hakkı engellemiş olmuyor ki, O'nun adalet sıfatı zail olsun. O, kendilerine lütuf olarak vermek imkânına sahip olduğu birşeyi vermemiştir. Yoksa, ken­disinin onlara vermesi gereken haklarını esirgemiş değildir.

 

es-Süddî der ki: Kişi ile kalbi arasına girer ve böylelikle kişi O'nun izni olmaksızın iman edemez. Yine O'nun izni, yani meşîeti olmaksızın küfre sapamaz. Kalp, düşüncenin mahallidir. Buna dair açıklamalar, daha önce el Bakara Sûresi'nde (2/7. âyet, 3. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Kalp Allah'ın elindedir. O, ne zaman dilerse  kalbi akletmesin diye kul ile kalbi arasına vereceği bir hastalık, yahut bir afet sebebiyle girer. Bunun da anlamı şudur: O halde, aklınızın zail olması ile buna imkân bulamayacak hale gelmeden önce Allah'ın ve Peygamberinin çağrısına uymakta elinizi çabuk tutunuz.

 

Mücahid de şöyle demektedir: Yani, Allah, kişi İle onun kalbi arasına yap­tığını bilemeyecek hale gelene kadar girer. Nitekim Kur'an-ı Kerimde de şöy­le buyurulmaktadtr: "Muhakkakki bunda, kalbi olan... kimse için elbette bir öğüt vardır." (Kaf, 50/37) Burada kalpten kasıt akıldır.

 

Şöyle de açıklanmıştır: Allah, kişi ile kalbi arasına ölüm ile girer ve bu du­rumda artık geçmiş olanlarını telafi etme imkânı kalmaz. Bir diğer açıklama da şöyledir: Müslümanlar, Bedir günü düşmanların çokluğundan korkuya ka­pıldı. Şanı yüce Allah, kişi ile kalbi arasına girdiğini ve bunu da onların kor­kularını güvenliğe değiştirmek suretiyle buna karşılık düşmanlarının gü­venlik duygusunu da korkuya dönüştürmek suretiyle gerçekleştirdiğini on­lara bildirdi.

 

Şöyle de açıklanmıştır. Yani, yüce Allah işleri bir halden bir başka hale evi­rip çevirir. Bu da kapsamlı bir açıklamadır.

 

Taberînin tercih ettiği açıklama şekli bunun, şanı yüce Allah'ın, kulların kalplerine kendisinin onlardan daha çok hâkim olduğunu ve dilediği takdir­de kendileri ile kalpleri arasına girerek, yüce Allah'ın dilemesi müstesna insanın hiçbir şey idrâk etmesine imkân vermeyeceğini haber vermektedir.

 

"Ve muhakkak O'nun huzurunda toplanacaksınız" buyruğu, önceki buyruğa atfedilmiştir. el-Ferrâ der ki: Eğer bu buyruk, istinaf (bir cümle ba­şı) olarak okunursa; Ve muhakkak..." buyruğundaki hemzenin esreli okunması gerekecektir. Ancak üstün okunuşu da doğrudur.[2]

 

 
25;Bir de İçinizden yalnızca zulmedenlere erişmekle kalmayan bir fitneden sakının. Hem bilin ki Allah, şüphesiz azabı çetin olandır.

 

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız:[3]

 

 

1-Kötülüklere Karşı Tepki Göstermemenin Cezası:

 

 

îbn Abbas der ki: Yüce Allah mü'minlere, aralarında münkerin yayılma­sını kabul etmemelerini emretmekte, aksi takdirde azabın onların tamamını kuşatacağını bildirmektedir. ez-Zübeyr İbnü'l-Avvâm da bu buyruğu böyle­ce te'vil etmiştir. Çünkü o, Cemel olayı günü otuz altı yılında cereyan etmiş­ti- şöyle demişti: Ben, bu âyet-i kerime ile bizlerin kastedilmiş olduğunu an­cak bugün öğrenmiş oldum. Ve ben, bu âyet-i kerimenin yalnızca o dönem­de muhatap alman kimseler hakkında olduğunu zannediyordum. Hasan-ı Basrî, es-Süddî ve başkaları da âyeti böylece te'vil etmişlerdir. es-Süddî der ki: Bu âyet-i kerime özel olarak Bedir'e katılanlar hakkında nazil olmuştur. Ce­mel vakası günü fitne onlara isabet etti ve birbirleriyle çarpıştılar.

 

İbn Abbas (r.a) da der ki: Bu âyet-i kerime Rasûlullah (sav)'ın ashabı hak­kında nazil olmuştur. İbn Abbas devamla der ki: Yüce Allah mü'minlere ken­di aralarında münkerin yaşamasını kabul etmemelerini emretmektedir. O tak­dirde Allah onların hepsini kuşatacak bir azap gönderir.

 

Huzeyfe b. el-Yeman'dan da şöyle dediği nakledilmektedir: Rasûlullah (sav) buyurdu ki: "Ashabımdan bir gurup arasında fitne baş gösterecektir. Al­lah, bana olan sohbetleri sayesinde bunu kendilerine bağışlayacaktır. Fakat onlardan sonra bu hususta bazı kimseler onların izinden gideceklerdir, Al­lah ise bu sebepten dolayı onları ateşe koyacaktır."[4]

 

Derim ki: Sahili hadislerin desteklemiş olduğu teviller işte bunlardır. Müslim'in Sahihinde Zeynep bint Cahş dan gelen rivayete göre Rasûlullah (sav)'a şöyle sormuş: Ey Allah'ın Rasûlü, salih kimseler aramızda bulundu­ğu halde helak edilir miyiz? Hz. Peygamber: "Evet, kötülük yaygınlaşacak olur­sa" diye cevap vermişti.[5]

 

Tirmîzinin Sahih (Sünen'inde de "İnsanlar, zalimi görüp de elini (zulüm­den) alıkoymayacak olurlarsa, aradan fazla zaman geçmeden, Allah onların hepsini kendi nezdinden göndereceği bir azaba duçar eder."[6]  Bu hadis-i şe­rifler daha önceden geçmiş idi.

 

Buhârî'nin Sahih'i ile Tirmizî'de en-Nu'man b. Beşir'den gelen rivayete gö­re Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: "Allah'ın hududu üzerinde duran (onları aşmayan) ile onların içine düşen (aşan)ın misali, bîr gemi içinde (yerlerini) kur'a ile paylaşan bir topluluğun misaline benzer. Onlardan kimisine ge­minin üst tarafı, kimisine de alt tarafı düşer. Geminin alt tarafında kalanlar, su almak istediklerinde üstlerinde bulunanların yanından geçtikleri için araların­da şöyle derler: Eğer biz, kendi payımıza düşen bölümde bir delik açıp da yu­karımızda duranlara eziyet vermesek (daha uygun olmaz mı)? Şayet (üstteki­ler), onları istekleriyle başbaşa bırakacak olurlarsa hep birlikte helak olurlar. Eğer onlara engel olurlarsa, onlar da berikiler de hep beraber kurtulurlar.[7]

 

Bu hadis-i şeriften de belli kimsenin günahları sebebiyle herkesin azaba duçar edileceği anlaşılmaktadır. Yine bu hadis-i şeriften, emr bil maruf, nehy anil münkerin terkedilmesi dolayısıyla cezaya hak kazanılacağı da anlaşılmaktadır.

 

İlim adamlarımız derler ki: Fitne eğer yaygın bir etki gösterecek olursa her­kes helak olur. Bu ise masiyetlerin açıkça ortaya çıkması, münkerin yayılması ve bunların değiştirilmemesi halinde sözkonusu olur. Eğer, münker değiş­tirilmeyecek olursa, bu münkere kalpleriyle karşı çıkan mü'minlerin, o beldeden uzaklaşmaları ve oradan kaçmaları îcabeder. İşte, bizden önceki üm­metler hakkında da hüküm böyle idi. Nitekim, Cumartesi yasağını çiğneyen­ler ile ilgili kıssada da onlar, isyankârları terkedip onlardan ayrılmış ve; biz sizinle aynı yerde oturup kalkmayız, demişlerdi.

 

Selef -Allah onlardan razı olsun- de bu görüşü ifade etmişlerdir. İbn Ve-hb, Malik'den şöyle dediğini rivayet eder: Münker'in açıkça işlendiği yerden hicret edilir ve orada kalınmaz. O, bu görüşüne açıktan açığa faiz işleyerek, altından bir maşrapanın gerçek ağırlığından daha fazla bir miktara satılışına cevaz vermesi üzerine Muaviye'nin bulunduğu bölgeden (Suriye'den) Ebu'd-Derdâ'nın çıkıp gitmesini[8]  delil göstermektedir. Bunu, Sahih de rivayet et­miştir, Buhârî de İbn Ömer'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Rasûlullah  (sav) buyurdu ki: "Allah bir kavme azap indirdi mi, azap, onlar arasın­da bulunanların hepsine isabet eder, sonra da amelleri üzere diriltilirler."[9]

 

İşte bu, umumi helakin kimisinin, mü'minler için bir arındırma ve temiz­lik, kimisinin de fasıklardan intikam için gönderildiğine delil teşkil etmek­tedir.

 

Müslim'in Abdullah b. ez-Zübeyr'den rivayetine göre, Âişe (r.anhâ) şöy­le demiştir: Rasûlullah (sav) uykuda iken bazı organları hareket etti. Ben, ey Allah'ın Rasûlü ! Uykunda daha önce yapmadığın bir şeyi yaptın dedim, şöyle buyurdu: "Hayret ettiğim şu ki, ümmetimden bîr topluluk, Kureyş'ten bu Beyt'e sığınmış bîr adamı almak için gelecekler. Nihayet el-Beydâ denilen yere vardıklarında onların hepsi yerin dibine geçirilmiş olacaklar. Bunun üzerine biz: Ey Allah'ın Rasûlü dedik. Yol dolayısıyla (çeşitli maksatlı) insan­lar bir arada bulunabilir. Şöyle buyurdu: "Evet, aralarından bu işe bilerek ge­lenler var, mecbur kaldığı için gelenler var, yolcu olanlar var. Fakat onlar, tek bir kîşi imiş gibi helak edilecekler, fakat değişik hallerde geleceklerdir. Yü­ce Allah onları niyetlerine göre diriltecektir."[10]

 

Denilse ki: Yüce Allah: "Günah yükü taşıyan hiçbir kimse bir başkası­nın günahını yüklenmez” (elEn'âm,6/164,Fatır, 35/18); "Her bir kişi kazan­dıkları karşılığında rehin alınmıştır" (el-Müddesİr, 74/38); "Kazandığı iyilikler onun lehine, yaptığı kötülükler de aleyhinedir" (el-Bakara, 2/286) diye buyurmuştur. Bunlar ise, herhangi bir kimsenin başka bir kimsenin gü­nahından dolayı sorumlu tutulmamasıni, cezanın yalnızca günahkâr kimse ile ilgili olmasını gerektirmektedir.

 

Buna cevap şudur: İnsanlar, açıktan açığa münker İşleyecek olurlarsa, onu gören herkesin o münkeri değiştirmesi bir farzdır. Eğer buna ses çıkarmaya­cak olursa, hepsi de isyankâr olur. Birisi, o münker fiilî işlemekle, diğeri de ona razı olmakla. Yüce Allah ise, hükmü ve hikmeti gereği mûnkerin işlen­mesine rıza göstereni bizzat onu işleyen gibi değerlendirmiştir. O bakımdan, münkere razı olan da işleyenin cezasına katılmış olur. Bu açıklamayı İbnü'l-Arabi yapmıştır. Bu ise, belirttiğimiz gibi hadis-i şeriflerin muhtevâsıdır.

 

Âyet-i kerimenin anlatmak istediği de şudur; Zalime isabet etmekle kal­mayıp salih olana da olmayana da isabet eden bir fitneden korkunuz, çeki­niniz.[11]

 

2-Mûnkerin İşlenmesi Dolayısıyla Azap Kimlere İsabet Eder:

 

Nahiv bilginleri "Erişmekle kalmayan" buyruğundaki "nûn" har­finin gelişini farklı şekilde açıklamışlardır. El Ferrâ der ki: Burdaki ifade, se­nin birisine; "Bineğin sırtından in, seni yere düşürme­sin," demene benzemektedir. Buna göre bu, nehiy lafzında emrin cevabıdır. Yani, eğer sen bineğin sırtından inersen, o da seni yere yıkmayacaktır. Bu­nun bir benzeri de yüce Allah'ın şu buyruğudur: "Yuvalarınıza girin... sizi ;çiğneyip ezmesin." (en-Neml, 27/18) Yuvalarınıza girecek olursanız, o da si­zi çiğneyip ezmez, demektir. Burada "nûn" ceza anlamı dolayısıyla gelmiş­tir.

 

Şöyle de açıklanmıştır: Bu "nûn"un geliş sebebi, buyruğun kasem gibi bir mana ifade edişi dolayısıyladır. Nûn ise, ancak nehiy fiili veya kasemin ce­vabı halinde gelir Ebu'l-Abbas el-Müberred de der ki: Bu buyruk emirden sonra bir nehiydir, Yani, buradaki nehiy, zalimlere yöneliktir. Bu da, siz zul­me yaklaşmayınız anlamındadır. Sibeveyh de; Seni burada ke­sinlikle görmemeliyim, ifadesinin kullanıldığını nakletmektedir. Yani Bura­da bulunma, demektir. Çünkü ben, burada kim varsa onu görürüm.

 

el-Cürcânî de der ki: Buyruk, özel olarak zalimlere isabet eden bir fitne­den (azaptan) sakının, demektir. Buna göre "Erişmekle kalmayan" buyruğu, nekireye sıfat mahallinde bir nehiydir ki, bunun da te'vili, zulme­denlere bu fitnenin isabet edeceğini haber vermek şeklindedir.

 

Ali, Zeyd b. Sabit, Ubey ve İbn Mes'ud ise elif siz olarak ve “Zul­medenlere erişecek bir fitne..." anlamını verecek şekilde okumuşlardır, el-Mehdevî der ki: Bu şekildeki okuyuşun, elifli  okuyuşundan elifin kasredilmiş ve; dan hazfedildiği gibi, bundan da hazf edilmiştir. O, ma­na itibariyle "Ama hayır, Allah'a yemin ederimki mutlaka ya­pacağım," ifadelerinde ve benzerlerinde olduğu gibi.

 

Aynı şekilde bunun cemaatin kıraatine muhalif bir kıraat olması da müm­kündür, o takdirde mana: Bu fitne özel olarak zalim olanlara isabet eder, an­lamını verir.[12]

 

[1] Buhârî. Kader 14, Tevhid 11; Tirmizi, Nüzûr 13; Nesai, Eymân 1; Darimî, Nüzûr 12; Muvatta; Nüzûr 15; Müsned, II, 26, 67, 68, 127.

 

[2] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/12-13.

 

[3] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/13.

 

[4] Aynı manada nisbeten farklı lafızlarla: el-Heysemî, Mecmau'z-Zeuûid, VII, 233-234, "se­nedinde münker rivayetleri bulunan İbrahim b. Ebi'l-Feyyâd'ın bulunduğu” kaydıyla.

 

[5] Buhâri, Enbiyâ 7, Fiten 4, 28; Müslim, Fiten 1, 2; Tirmizi, Fiten 21, 23; tbn Mâce, Fl-ten 9; Muvatta, Kelâm 22; Müsned, VI, 428, 429.

 

[6] Tirmizî, Fiten 8, Tefsir 5. sûre 17; Ebû Dâvûd, Helakim 17; İbn Mâce, Fiten, 20; Müsned, I, 25"

 

[7] Buhâri, Fiten 6; Tirmizi, Fiten 12; Müsned, IV, 268, 269, 270.

 

[8] Nesai, Buyu' 47; Muvatta', Bııyû' 33- Muvatta'Ğa kaydedildiği üzere olay kısaca şöy­ledir: Muâviye, belirtilen şekilde bir alış-verişi yapınca Ebu'd-Derda Allah RasûhTnün böyle bir alış-verişi yasaklamış olduğunu bildirir. Mııaviye bunda bir sakınca olmadı­ğını belirtir Ebu'd-Derdâ da ona: "Senin bulunduğun bir yerde ben olmam” diyerek, Hz, Ömer'e gider, durumu ona bildirir, Hz. Öıner de Muâviyeye bu tur bir alış-veriş yap­mamasını söyler.

 

[9] Buhârî, Ficen 19; Afüsned, II, 110.

 

[10] Buhâri, Buyu’ 49; Müslim, Fiten 4, 8; Ebû Dâvûd, Mehdi 11; Tirmizl, Fiten 10; İbn Mâce, Zühd 26; Müsned, VI, 105.

 

[11] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/13-16.

 

[12] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/16-17.
Devamını Oku »

Her Şey Allah’ın Övgüsünü Tespih Eder

Her Şey Allah’ın Övgüsünü Tespih Eder

Allah şöyle buyurur: 'Her şey O’nun övgüsünü tespih eder.’ Burada şey kelimesi belirsizdir ve ancak kimi tespih ettiğini bilen canlı ve düşü­nen kimse tespih edebilir. Bir rivayette, müezzinin sesinin ulaştığı her yerdeki kuru-yaş (canlı-cansız) eşyanın onun lehinde tanıklık edeceği bildirilmiştir. Ayet ve hadisler bu tarz bilgilerle doludur. Biz ise böyle rivayetlere inanmakla birlikte, bu inanca keşfi de ekledik. Bu meyanda, gözümüzle görerek ve kulaklarımızla duyarak, taşların Allah’ı dille zik­rettiğini duyduk. Taşlar, Allah’ın yüceliğini bilen kimselerin konuşması olarak her insanın algılayamayacağı şekilde bize hitap etmiştir.

O halde Allah’ın yaratıklarından her cins, belirli bir ümmettir. Al­lah onları kendilerine özgü bir ibadete göre yaratmış, nefislerinde bu ibadeti onlara bildirmiştir (vahy). Her ümmetin kendi içlerinden pey­gamberleri ise kendilerini üzerinde yarattığı Özel bir ilhamla Allah tara­fından bir bildirimdir. Buna örnek olarak, bazı hayvanların uzman geometricilerin algılayamadığı şeyleri bilmesini verebiliriz. Onların bilgi­leri, genel anlamda yiyecek ve bitkilerdeki yararlar ve bu konuda kendi­lerine zarar verecek şeylerden kaçınmakla ilgilidir. Bunların hepsi, onla­rın yaratılışında bulunur. Cemad (cansız, donuk) ve bitki diye isimlen­dirilen şeyler de böyledir. Allah bizim göz ve kulaklarımızı, onların ko­nuşmasını duymaktan perdelemiş ve alıkoymuştur.

Hz. Peygamber şöyle buyurur:Kişiye ayakkabısının bağı ailesinin yaptığını konuşarak bildirmeden kıyamet kopmaz.5 Bilgisiz filozoflar, bunu -rivayete inanmışlarsa- ihtilaç (seyirme, gizli) ilmi kabilinden saymış ve onunla da zecr ilmini kastetmişlerdir. Zecr ilmi, gerçekte doğru bir ilim ve Allah'ın sırlarından birisi olsa dahi, Şarî5nin bu ifadey­le anlatmak istediği o değildir. Hz. Peygamber tam keşif sahibiydi, bi­zim görmediklerimizi görürdü.

Hz. Peygamber Allah ehlinin kendisine göre amel ettiği ve doğru olduğunu gördükleri bir meseleye dikkat çekmiştir. Şöyle buyurur: ‘Çok konuşmasaydınız ve kalplerinizdeki karışıklık olmasaydı benim gördüğümü görür, duyduğumu duyardınız.' Hz. Peygamber bütün iş­lerinde yetkinlik mertebesine tahsis edilmiştir ki, onlardan birisi de kul­lukta yetkinliktir. O, sadece bir kul idi ve hiç kimseye karşı rablik iddiasında bulunmadı. Onun efendiliğini gerektiren özellik, aynı zamanda daima üstünlüğünün kanıtıydı.

Hz. Aîşe şöyle demiştir: “Hz. Peygamber her anında Allah’ı zikre­derdi.’ Bizim de, ondan bolca mirasımız vardır. Bu miras, insanın içine ve sözüne özgü bir durumdur. Bazen, her an Hakkı zikretmek maka­mına ulaşmış olsa bile bunun zıddı fiillerinde ortaya çıkar ve böylelikle halleri bilmeyen kimse işi karıştırır.

İbn Arabi,Futuhat-ı Mekkiyye,cild:1
Devamını Oku »

Hakîkat mi Gerçek mi: Hangisi Hakîkîdir?

Hakîkat mi Gerçek mi: Hangisi Hakîkîdir?

Şimdiye değin pek çok yazımızda “Sadık bir tabiat tasavvuru ve sahih bir hayat görüşü için en asgarî şart dakik bir dildir.” yargısını kullandık ve çağdaş düşünce dünyamızda dil çerçevesinde bazı kritik noktalara işaret ettik: i. Günlük dille düşünülmesi, dolayısıyla kavramsal içerik dikkate alınmadan sözcüklerle yetinilmesi; ii. pek çok kavramın geçmiş gerçeklik küresinden ayıklama ve soyutlama yoluyla elde edilmiş olmakla birlikte çağdaş durumu ifade için gelişigüzel kullanılması; tersi bir biçimde, iii. çağdaş gerçeklik küresindeki olgu ve olaylara ilişkin üretilmiş pek çok kavramın geçmiş gerçeklik küresini idrak için istihdam edilmesi... Burada serimlenen kritik noktalara hiç şüphesiz başkaları da eklenebilir; ancak bu yazıda, yine çağdaş düşünce dünyamızda gözlemlediğimiz önemli bir dilsel kullanıma dikkat kesileceğiz ve bu kullanımın düşünce uzayımızda ne tür sorunlara neden olduğu üzerinde duracağız.

Bu sorunu şöyle çerçeveleyebiliriz: Klasik Türkçeye ait nazarî dilin kavramlarını mevcut düşünce sorunlarını idrak etmek yani yakalamak, kavramak, tutmak, dolayısıyla düşünmek için değil, tersine dağıtmak, belirsizleştirmek, müphemleştirmek, dolayısıyla rahatlamak için kullanmak... Dilin bu tür kullanımı bütünü itibarıyla bir tür mistifikasyon üretir; sözcüklerin delalet ettiği olgu ve olaylar belirgin olmadığından içerikleri nazar edilemez, çünkü mistifikasyonun yarattığı sisli ve puslu hava tanımlanabilir bir manzara oluşturmaz. Nasıl ki, karanlık bir sokağın derinliğine bakan bir kişinin sokağın ucunda belli belirsiz bir gölgeyi hissetmesi, sezmesi sonucunda hasıl olan izlenim, tanımlanabilir bir açık-seçiklik göstermediği sürece insan tarafından adlandırılamazsa dilin mistik kullanımı da sözcüklerin ma-sadaklarını, mısdaklarını tebarüz ettiremeyeceğinden, üzerine konuşulan olgu ve olayların hiçbir zaman kavramsal bir idrakini veremez. Burada, pek çok yazımızda ele aldığımız, logos, terminus, had gibi kadim kavramların sınırla olan ilişkisi ile kavramanın, düşünmenin ve bilmenin ancak ve ancak sınırlamak, belirlemek, çitlemek, kısaca tanımlamak ile mümkün olduğu ya da ıstılah sözcüğünün sulh yani barış sözcüğünden türetilmesinin tefekkürde lafzın değil manânın öncelenmesini zorunlu kıldığı gibi konular üzerinde ayrıntılı bir biçimde durmayacak; ancak şu noktayı vurgulamakla yetineceğiz: İsim, sınır demektir ve ad vermek, adlandırmak ancak ve ancak belirli bir istikameti olan bir zihnin becerebileceği bir iştir. Bu nedenle, “Ad koyan yasayı da -yani sınırı da- koyar.” denmiştir. Basit bir örnek: İslam’a karşı uygulanan kültürel terörün bir üretimi ve politik bir terim olarak Islamophobia sözcüğünü hâla İslam korkusu diye tercüme ediyor; bu sözcüğün mefhumunun, ayrıntılarda ne tür ince oyunlar sergilense sergilensin, İslam düşmanlığı olduğunu, işaret edilen ad koymadaki zihnî beceriksizlik ve ürkeklik nedeniyle dile getiremiyoruz.

Başta Nurullah Ataç olmak üzere Türkçenin Arapça ve Farsça sözcüklerden temizlenmesi gerektiği iddiasını savunanların üzerinde durdukları bir nokta, yukarıda işaret ettiğimiz sorunla ilişkilendirilebilir: Nasıl ki, klasik Türkçede kullanılan Arapça ve Farsça sözcüklerin mefhumî içeriklerini idrak etmek bizatihi bu iki dilin öğrenilmesini zorunlu kıldıysa çağdaş Türkçede, özellikle bilim ve düşünce alanlarında kullanılan Yunanca ve Latince sözcüklerin yine kavramsal içeriğini anlamak da bu iki dilin öğretilmesini gerektirir. Bu iddia ilk elde değerlere dayalı nefsî bir refleksle eleştirilebilir; ancak kanımca iddianın içerdiği yargı, özellikle günümüzdeki mevcut durumun şehadetiyle, doğrudur. Çünkü, bahusus manevî bilimlerdeki yabancı kelimelerin sözcük ve terim anlamlarının karşılık geldiği nesnel-durum bilinmiyorsa yukarıda işaret edilen dilin mistik kullanımı ortaya çıkar; içeriksiz lafzî bir düşünce ortalığı kaplar; retorik çoğalır. Günlük dilde güzel ama boş konuşan bir kişinin söyleminin lafazanlık ya da laf salatası gibi alçaltıcı (pejoratif) bir sözcükle nitelenmesi, lafzî düşüncenin ortalama tahsilli bir insan nezdindeki itibarını göstermesi bakımından da dikkate şayandır. Hemen işaret edilmelidir ki, bir toplum ve kültürün kanonik kurallığına dayalı ve eğitim-öğretim yoluyla aktarılan ortak-aklı ve ortak-vicdanı ifadesini ortak-dilin söz konusu mefhûmî içeriğinde bulur; bu nedenle Nurullah Ataç ve hempalarının kavramsallığın idraki vurgusu son derece hayatî bir durumdur.

Şimdiye değin nazarî çerçevesi verilen gözlemimizin çağdaş düşünce dünyamızdaki temsili yüksek örneklerine bakılabilir. Elbette bu konuda pek çok örnek vermek mümkündür: İlim ile bilim, hakîkat ile gerçek, hikmet ile felsefe, ışk ile bilgi, irfân ile burhân... Aşağıda bu sözcük çiftlerinden özellikle hakîkat ile gerçek üzerinde belirli oranlarda duracağız; ancak sorunu başka bir açıdan, günlük seviyede ihsas için, bizim de bizzat tecrübe ettiğimiz çok daha basit bir misalle başlayabiliriz: Football kelimesinin sözlük anlamı Türkiye’deki pek çok kullanıcısı tarafından dahi bilinmez; daha çok bir bütün olarak zihinde tasavvur edilen bir resme karşılık gelir. Kelimeyi ayak-topu olarak çevirdiğinizde pek çok kişi için ciddi bir karşılık bile bulmaz. Ancak, aynı kelimeyi Arapça kuretu’l-kadem olarak karşıladığınızda, Arapçayı öğrenen bir Türk için herhangi bir sorun yaratmaz. Bizatihi tecrübe ettiğimiz bu durumun nedenleri üzerinde ciddi bir biçimde düşünmek zorundayız; çünkü radyo, telefon ya da televizyon için teklif edilen Türkçe karşılıkları -amiyane deyişle- tiye alan gençler, aynı nesneler için çağdaş Arapçada teklif edilen ve hemen hemen Türkçesine eş değer anlama sahip kelimeleri kullanmakta bir beis görmezler. Bu örneklerde görüldüğü üzere sözlük anlamı bilinmeyen İngilizce bir kelimenin Türkçe çevirisini garipseyen bir zihnin, aynı kelimenin Türkçesiyle eş değer Arapça çevirisini (kuretu’l-kadem: ayak-topu) hiçbir tepki vermeden kullanmasını, ana-dilde soyutlama/kavramsallaştırma yetisinin zayıflığı, dolayısıyla ad verme ürkekliği, hatta korkaklığı olarak görüyorum. Yukarıda da işaret edildiği üzere, öz-güveni zayıf kültürler, adlandıramazlar; adlandırılırlar. Adlandırma bir tür algoritmadır; bu nedenle adlandırma yetenekleri güçlü kültürlerin, zayıf kültürleri kuşatacak ve belirleyecek daha karmaşık adsal örgüler kurabildikleri, başka bir deyişle karşı kültürün algoritmasını içerecek daha işlevsel sayısal/kavramsal örgütlenmeleri formüle edebildikleri için, ötekini hem idrak etme hem de tayin etme becerileri yüksektir.

İlim ile bilim, hakîkat ile gerçek, hikmet ile felsefe gibi kelime çiftlerinde ise farklı bir durum söz konusudur. Klasik Türkçe’nin nazarî diline ait Arapça kökenli sözcüklerin kendileri, hem değer hem de içerik açısından daha üst bir anlam uzayına ait kılınırken, Türkçe karşılıkları hem değer hem de içerik açısından daha alt/düşük bir uzayın elemanları gibi muamele görürler. Örnek olarak şu tür ifadeleri duymak oldukça olağandır: “İlimden bilime...”, “İlim başka bilim başka...”, “İlim, bilgi olarak çevrilebilir; ama bilim olarak çevrilemez...” Bu tür tasnifleri yapanlar, her şeyden önce, kendi klasik kültürlerinin dili ile içindeki soluklandıkları çağdaş kültürlerinin dili arasındaki ayrımı derinleştirdiklerinin farkında bile değildirler. İkinci olarak, çağdaş dünyadaki Arapların, başka bir dille iş göremeyeceklerinden, örnek olarak bilim için yine ilimden başka bir kelime kullanamayacaklarını hiç düşünmezler... İlim kelimesini üst bir değer uzayına ait olarak kullananlara sorulsa bu kelimenin kadim gerçeklik küresine ait anlamları konusunda da ciddi bir bilgi birikimi sorunu oldukları görülür. Farklı zaman dilimlerinde, değişik coğrafyalarda ve muhtelif düşünce okullarında ilim kelimesinin mefhumu değişebileceği gibi, düşünürlere göre de farklı farklı tanımlara sahip olabilir. Bu nedenle sözcüğü tarih-üstü mistik bir uzaya taşımak, içeriksizleştirmek, dolayısıyla belirsizleştirmek düşünce için hiçbir anlam ifade etmez; ama muhataplarına sözde-çözüm sunmada işe yarar.

Her bir terim, bir canlı gibi doğar(neşet), oluşur(tekvin), sınırlanır(tahdid), yayılır(intişar) ve belirli bir kullanım zamanı yakalar(istikrar), anlamı daralır ya da genişler, lafzını muhafaza etmekle birlikte içeriği, mefhumu değişir... Bir kavramın sûreti ile sîreti arasındaki ilişki iyi tespit edilmeden o kavramın mısdakının hakkıyla idraki söz konusu olamaz. Bu duruma en iyi örnek son zamanlarda sıkça kullanılan hakîkat ile gerçek arasındaki ayrımdır. Örnek olarak, “İslam düşüncesi hakîkati amaçlar; Batı bilimi gibi gerçeği/gerçekliği değil.”, “Biz hakikatin peşindeyiz; gerçek/lik sizin olsun.” gibi deyişleri dikkate alalım. Bu deyişler basit birer vecize olarak kalmamakta, hakikat ile gerçeklik arasında üretilen çataldan hareketle modern/çağdaş bilimin eleştirisi dahi yapılmaktadır. Yukarıda da ihsas ettirildiği üzere Arapçanın din dili olmasının yarattığı kutsiyetten de beslenen bu tür sözcüklerin kullanımı düşüncede ve söylemde ciddi bir mistifikasyona neden olmakta; dinleyici kitle de mevcudun ötesinde başka bir şeyi varsayarak huzur bulmaktadır. Bu deyişleri dile getirenlere “Hakikat nedir?” ya da “Gerçek/Gerçeklik nedir?”, “İkisi arasındaki fark/farklar nedir/nelerdir?” diye sorulduğunda belirsizliğe ve müphemiyete işaret etmekten başka bir yol bulamamaktadırlar. Kısaca hem Arapçanın sahip olduğu varsayılan gizli-derin değişkenlerin varlığını imlemek hem de bizatihi kullanılan sözcüklerin işaret ettiği belirsizlikten beslenmek nesnel-olanı, mısdakı ıskalamaya neden olmaktadır. Halbuki dil tarihsel bir olgu ve olaydır; ne tekvinî ne de keyfîdir; ama vazîdir; sabiteleri kadar değişkenleri de mevcuttur; kendinden çok muhtevî olduğu insan iradesinin kasdını içerir*

Hakîkat sözcüğünün anlamını ve mefhumunu belirlemeye geçmeden önce şu noktayı vurgulayalım: Elbette her düşünür kendi terim dağarcığını inşa edebilir. Kadim düşüncemizde “ıstılahlar üzerinde tartışma olmaz” ilkesi ancak ve ancak bu ıstılahı üreten düşünürün mefhumunu, dolayısıyla tanımını açık-seçik belirlemesi kaydıyla işlevseldir. Tersi durumda gerçeklik küresi ile bu gerçeklik küresinde karşılık geldiği nesnel alanı tayin edilmeyen bir sözcük ıstılah değeri taşımaz. Öte yandan, bir terimin anlamının tespiti sadedinde yukarıda işaret edilen ilkeler dışında, ıstılahın hangi felsefe-bilim okuluna ait olduğu, hangi düşünürce tanımlandığı, anlam katmanları, tarihî süreç içindeki değişim ve dönüşümleri gibi durumlar yanında dikkat edilmesi gereken en önemli nokta o ıstılahın, düşünce okulunun varlık şemasındaki yerini belirlemektir. Bir düşünce okulunun hatta bazen bir düşünürün varlık şeması içindeki diagramatik ilişkileri doğru bir biçimde belirlenmemiş bir sözcüğünün kavramsal anlamını hakîkati-ile tespit etmek mümkün değildir. Bir örnek verelim: Yine günümüzde çok çeşitli nedenlerle beyân, burhân ve irfân sözcükleri arasında delâleti belli olmayan, bu nedenle de insanları o konu çerçevesinde dalâlete sürükleyen pek çok tartışma sürdürülmektedir. Bu tartışmalar yalnızca kadim düşünce okullarının sorun-alanları çerçevesinde değil, günümüzdeki çağdaş sorunları çözüme kavuşturma iddiasıyla da yapılmaktadır. Burhânın kadim felsefe-bilim dizgesi içindeki anlamı kısaca şudur: Bir nesnenin özselliğinden kaynaklanan varlık şemasındaki(kategorik dizilişteki) âm-hâs ve küllî-cüzî ilişkilerini illet-malûl bağlantısı içinde tanımlayarak göstermek(hadd) ve kıyasî yargıda temsîl etmek(tasdîk)... Bu tanım, belirli bir felsefe-bilim dizgesi içinde ortaya çıkmış ve işlevsellik kazanmıştır; ne tarih-üstüdür ne de tarih-ötesidir; sözcüğe müphem bir mistifikasyon yükleyerek kullanmak sorunları çözmez; bulandırır...

Günümüzde, ister farkında olunsun ister olunmasın, hatta ister kabul edilsin ister edilmesin, tefekkür dünyamızda ortalama tahsilli bir kişinin düşünce uzayındaki kadim sözcüklerin terim anlamları büyük oranda medrese ders kitapları tarafından belirlenmiştir. Çünkü bir kültürde ortak-akıl, ortak-vicdan ve ortak dil eğitim-öğretim kurumları tarafından, özellikle bu kurumlarda okutulan ders-kitaplarından üretilir. Başka bir deyişle bir kültürün kanonik yapıları kökenlerini o kültürün eğitim-öğretim kurumlarındaki ders kitaplarında bulurlar. Bu çerçevede çağdaş düşünce dünyamızda hak ve hakîkat sözcükleri başta olmak üzere kullanılan pek çok sözcüğün mısdakını layıkıyla tespit için söz konusu ders kitaplarına geri gitmek elzemdir; bu işlemde bir tespitten bahsedilmektedir, bir tercihten değil; çünkü tespit nesnel bir işlemdir, tercih ise kişisel değişkenleri de dikkate alır. Unutulmamalıdır ki, Mustafa Sabri örneğinde görüldüğü üzere, kullandığı dilin semantiğine(anlambilim) hakim bir düşünür, hem kadîm hem de cedîd olanı birlikte idrak etme becerisi gösterebilir; tersi durumda ileri sürülen düşünceler, kaleme alınan metinler kadim ile cedidin bir amalgamı halini alır ve bu amalgamdan kişilere istikamet verici fikirler hasıl olmaz; kendi içinde dönüp duran ve söz konusu içi boş hareketin sağladığı tatminle yetinen bireyler ortaya çıkar.

Şimdi, öncelikle hakkın sözlük anlamına, fazla teknik ayrıntıya girmeden bir bakalım: Hakka el-şey'u ifadesinde görüldüğü üzere hakka, sebete yani sâbit olmak demektir; ancak bu sâbitin bir niteliği vardır: İnkâr edilemeyecek derecede olmaklık... Buna bağlı olarak ihkâk sözcüğü de isbât anlamına gelir. Hakîk sıfat iken ‘tâ’ ile isim hâline getirilir yani hakîkat. Hakk, büyük ‘H’ ile yazıldığında Tanrı’ya nisbet edilir ve Teâlâ yani Aşkın, Yüce niteliğiyle maddî subûtiyeti aşan bir anlam yüklenir; bununla Hakk’ın Mutlak olduğu yani her türlü maddî, cismî kayıttan azade olduğu vurgulanır. Hakîkat medreselerde temel metinlerden biri olan Taftâzânî’nin Şerh el-akâid el-Nesefîyye ve şerhlerinde ayrıntılı bir biçimde incelenir ve kıvrımlarına değin tartışılır. Buna göre hakîkat, insan ile vâkıa arasındaki nisbete göre tanımlanır; nisbetin uygunluğu(mutâbakat) insandan vakıaya doğru ise, bu nisbet bir yargıda ifade edileceğinden sıdk yani doğruluk (truth) adını alır; nisbetin uygunluğu vakıadan insana doğru ise hakîkat ismi verilir; yani gerçeklik (reality)... Daha veciz bir ifadeyle, yargının doğruluğu(sıdkiyyet) vakıaya uygunluğu; gerçekliği(hakkiyyet) ise vakıanın ona uygunluğu demektir. Tam da burada işaret edilmesi gereken en önemli nokta bir şeyin subûtiyeti bakımından gerçek-olmasına, gerçeklik kazanmasına, gerçekleşmesine de hakîkat adı verilir. İlginç olan söz konusu nisbetin mutâbakatı, meşruiyetini en nihayetinde insanda bulduğundan bir tür itikâd yani inançtır. Bu tanımlara bağlı olarak, sıdkın zıddı kizb yani yargının, itikadın vakıaya; hakkınki ise butlân yani vakıanın yargıya, itikada uygun olmamaması demektir; isim halleriyle ise sâdık ve kâzib ile hakk ve bâtıl... Bu anlamıyla hakikatin hissî, vehmî, aklî, örfî, lisânî/luğavî, şer‘î/dinî gibi pek çok çeşidi vardır; kısaca hakîkat hem varlık hem düşünce hem inanç hem eylem hem de söz için kullanılabilir.

Bu noktada şu nükteye değinmeliyiz: Kadim düşünce geleneğimizde itikâdî konularda hak ve bâtıl, ictihâdî konularda hata ve sevab kelime çiftleri kullanılırdı. Mesela, ictihâdî bir eylem olan mezheb söz konusuyken kişi, “Benim mezhebim(görüşüm) sevabtır; hatalı olması muhtemeldir.”; muhâlifi için “Senin mezhebin hatalıdır; sevab olması muhtemeldir.”; itikâdda ise “Benim inandığım hak, senin inandığın ise batıldır.” derdi... Bu nedenle ictihâdî konulardaki farklılıkları ihtilâf; itikâdî konulardaki farklılıkları ise hilâf mesabesinde sayarlardı ve ihtilafı rahmet hilafı ise fitne olarak görürlerdi. Görüldüğü üzere her bir hâl için dakîk bir terim dağarcığı geliştirmek, insanların hemhâl olması için şarttır. Çünkü iletişim ve bildirişim sözsüz bile olsa ifade, haber ve yargı seviyesinde sözlü olması, söze dökülmesi kaçınılmazdır.

Yazı boyunca dile getirilen düşünceler pek çok açıdan tartışılabilir; ancak her yazıda olduğu gibi demek istediğimize odaklanıldığında öne çıkartmayı arzuladığımız tespit şudur: Bilgi bir şeyin bilgisidir; yorum bir şeyin yorumudur; lafız da bir şeyin lafzı olmalıdır; işte o şeyin kendi o lafzın mefhumudur, kavramıdır. Bir şeyi anlamak (fehm etmek) o şeyin anlamını idraktir (mefhûm); kavramak da bir şeyi kavramaktır (kavram). Özellikle günümüzde klasik Türkçenin nazarî diline ait Arapça kökenli kelimelerin sözlük anlamlarını bilmeden mefhumları üzerinde keyfî olarak oynamak; ıstılahları tarihsel dokusundan habersiz gelişigüzel kullanmak; dilsel bir mistifikasyon yaratıp düşünme yerine insanları nefsî/psikolojik bir rehabilitasyona icbar etmek demektir. Elbette bizim dikkat çektiğimiz durum, dilin hakîkat düzlemindeki kullanımıdır; mecâz ve kinâye düzlemi kasdımızın dışındadır. Bilgi(ilim) söz konusu olduğunda hakikati dile getirdiğini iddia etmemek şartıyla mecâz ve kinâye meşrudur...

Yine de tekrar etmekte yarar var: Bir kültür gibi bir zihnin de tanımlanmış bir varlık şeması yok ise kullandığı sözcüklerin diagramatik ilişkilerini doğru bir biçimde belirleyemeceğinden, kavramsal anlamlarını da hakîkati-ile tespit etmesi mümkün değildir. Şimdiye değin derdimizi hakîkat sözcüğü üzerinden dile getirmeye çalıştık; kadim kültürümüzdeki hakîkî ıstılahının mefhumu ve hakîkat ile ilişkisi üzerinde durmak ise çağdaş düşünce dünyamızın katetmesi gereken derinliği ihsas ettirmesi adına son derece kritiktir. Öyleyse “Biz hakikati önemseriz gerçeği değil!” diyenlere şöyle bir soru sorarak bitirelim: Bir şeyin hakîkat olması ile hakîkî olması arasındaki fark nedir? Yoksa siz hakîkî olanı önemseyip gerçeksel olanı önemsemez misiniz?

Kaynakça
*Bu konuda bkz. “Osmanlı Felsefe-Bilim Tarihi’nde Dilin Kökeni Sorunu”, Türkiye Günlüğü, üç aylık fikir ve kültür dergisi, Sayı 118, s. 117-133, Ankara 2014.

 

İtibar, Sayı 36
Eylül 2014

İhsan Fazlıoğlu
Devamını Oku »