Muhtasar ve müfid bir deyişle XV. yüzyıl, ama özellikle ikinci yarısı Avrupa'nın her bakımdan, bahusus zihniyet açısından İslamlaşma dönemidir. Ve bu dönem sanıldığı gibi hemen bitmemiş, çok uzun bir süre devam etmiştir. XV. Yüzyılın sonunda başlayan coğrafî keşif hareketlerinde İspanyol ve Portekizler'in Afrika sahilleri ile Hint okyanus hakkındaki bilgilerini, İbn Macid ile Süleyman el-Mehrî'nin eserlerinden tercüme ettikleri; aynı zamanda gemilerini bu iki ismin rehberliğinde Hint okyanusuna sürdükleri bilinmektedir. Öte yandan İbn Tufeyl'in romanı, XVII. ve XVIII. yüzyıllarda başta Latince olmak üzere pek çok Avrupa diline çevrildi ve özellikle içerdiği felsefî tezler, F. Bacon (ö. 1626) ile T. Hobbes'un (ö. 1679) empirik ve nominalist felsefelerine karşı kullanıldı. Hem İbn Tufeyl hem de Farabî'nin fikirleri Aydınlanma dönemi düşünürleri tarafından doğal din, doğal hukuk gibi kavramların temellendirilmesinde gözönünde bulunduruldu.
Hemen her konuda hem nazarî hem de amelî pek çok örnek vermek mümkün: Merağa okulunun ilmî zihniyeti, İbn Heysem'in ilmî anlayışı gibi... Açıktır ki etki farklı sahalarda farklı zamanlara kadar sürdü. Ancak, matematik-astronomi-fizik/optik üçlüsünde İslam medeniyeti'nden köktenci kopuş -tüm mistik-simyevî-dinî tarafına rağmen- Newton'un Doğa Felsefesinin Matematik İlkeleri'ni 1686'da yayımlamasıyla gerçekleşti. Gerçekte bu eserin, bugün için, doğruluğu tartışılsa bile, modern bilim'in kadim bilim'den de köktenci bir kopuşu temsil ettiği söylenir. Ancak, örnek olarak tarımbilimi sahasında İslam medeniyeti ürünleri kullanılmaya devam etmiştir: İbn el-Avvam'ın tarımla ilgili eserinin, hem İspanyolca hem de Fransızca çevirisi XIX. yüzyılın ortalarına, yani modern kimya tekniklerinin tarıma uygulanmaya başlanmasına kadar Avrupa'da kullanıldığı bilinmektedir. Felsefî düşüncede de pek çok örnek vermek mümkündür: Franz Brantano'nun XIX. yüzyılın ikinci yarısında İbn Sina felsefesinden hareketle yaptığı çalışmalar gibi...
Yukarıda verilen örnekler, yine vakıa ile perpspektif'in sanıldığı gibi her zaman mutabık olmadığını, tersine perspektife göre vakıanın tahrif, hatta tahrip edildiğini göstermektedir. Kısaca, Avrupa'nın tarih ve medeniyet perspektifinde, bir geçmiş olarak İslam'a yer verilmek istenmediği gibi, ve bizatihi bundan dolayı, geleceğinde de yer verilmeyecektir. İstenilen bir uzlaşma, hatta bir erime değil -çünkü eriyen şeker suya bir tat katar- bir yok-olma'dır. Bunun ilk ve somut göstergesi, yukarıda dile getirilen, tarih ve medeniyet perspektifi şemasındaki yersizliğimizdir. Bu duruma, Türkiye ile Avrupa Birlik'i konusunda yaşanmış bir olayı örnek olarak verebiliriz:
12-15 Ocak 2005 tarihinde Berlin'de XV. yüzyılı konu alan uluslararası sempozyumda Papa II. Pius üzerine bir bildiri sunan Berlin Hür Üniversitesine mensup bir öğretim üyesi, bildirisi esnasında XV. ve XVI. yüzyılların "Türk Korkusu" yüzünden Avrupa'nın felaket çağları olduğunu; günümüzde de bu korkunun farklı bir renkte/içerikte tekrar nüksettiğini dile getirdi. Çay molası'nda özür dileyerek, Türklerle şahsî bir derdi olmadığını, yalnızca vakıayı tasvir ettiğini bildirdi ve "Ne olacak bu memleketin hali" kabilinden bir soru sordu. Kendisine Anlayış dergisinin Ocak sayısındaki Michael Mann'ın cümlesini söyledim: "Avrupa eliti Türkiye'yi istiyor". Yanıt zarifti: "Avrupa'nın aklı Türkleri isteyebilir; ama vicdanı henüz buna hazır değil". Peki Avrupa'nın vicdanı ne? Bunu da Avusturya'daki Salzburg Katolik Üniversitesi'nin -ve daha bir çok yerde ve muhtevada- müfredat programındaki ders adında görmek mümkün: Terörizmin İslamî kökenleri.
Bir medeniyetin tarih ve medeniyet perspektifinde yok iseniz vicdanında da karşılık bulamazsınız.
İhsan Fazlıoğlu,Akıllı Türk Makul Tarih
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder