Maddi Bir Medeniyet


Modern Batı medeniyetini salt maddî bir medeniyet olmakla suçlayan Doğuluların bütünüyle haklı olduğu şimdiye kadar söylenenlerden açıkça ortaya çıkmaktadır. Yine Batı medeniyetinin gelişimi sadece bu yönde [maddî bakımdan] gerçekleşmiştir ve ona hangi açıdan bakarsak bakalım, bu maddîleşmenin az-çok doğrudan sonuçlarıyla kar­şılaşıyoruz. Bununla birlikte konu hakkında söylediklerimize hâlâ ilave edecek bir şeyler vardır ve ilk olarak “maddecilik/materyalizm” gibi bir kelimenin kullanıldığı farklı biçimleri açıklamak gerekmektedir. Biz bu kelimeyi çağdaş dünyayı nitelemek için kullanacak olursak, kesinlikle maddeci olduklarına inanmayan, ama aynı zamanda hayata bakışlarının modern olduğunu iddia eden farklı kimseler, bunun sırf iftira olduğu inancıyla itirazda bulunacaklardır. Bu yüzden konu hakkında herhangi bir kapalılık oluşmaması için biraz daha açıklamaya ihtiyaç vardır.

“Maddecilik/materyalizm” kelimesinin esas itibarı ile ancak XVI- II. yüzyıla kadar geriye gittiği önemlidir. Terim onu maddenin gerçek varlığını kabul eden teorilere işaret etmek için kullanan filozof Berke­ley tarafından vaz’edilmiştir. Bizi burada ilgilendirenin kelimenin bu kullanımı olmadığım söyleyemeye gerek yoktur ve maddenin varlı­ğı meselesi bizim tartışma konıimuz değildir. Aynı kelime kısa zaman sonra daha sınırlı bir anlam kazanmış ve o zamandan itibaren bu an­lamı muhafaza etmiştir. Böylece kelime var olan her şeyin maddeden ve türevlerinden ibaret olduğunu, bunlardan başka bir şeyin varlığın­dan söz edilemeyeceğini öne süren anlayışa işaret eder olmuştur. Böy­le bir anlayışın yeni olduğu ve öz itibarıyla modern bakış açısının ürü­nü olduğu, bu yüzden en azından modern bakış açısının aslî eğilimle­rine karşılık geldiğini vurgulamak önem arz eder.(**)Ancak biz bu bö­lümde “maddecilik”ten, aynı zamanda oldukça kesin bir anlamda ol­sa da, farklı ve daha geniş bir anlamda bahsedeceğiz. Bu bağlamda ke­limeyi bütün bir zihinsel bakış açısına işaret etmek için kullanıyoruz. Bu bakış açısına ilişkin yukarıda bahsettiğimiz algı da diğer tezâhürler arasında bir tezâhürden ibarettir ve özü itibarı ile herhangi bir felsefî teoriden bağımsızdır. Bu bakış açısının özü, maddî düzleme ait şeyle­re ve bu şeylerle ilgili meşgalelere az-çok bilinçli bir öncelik vermek­te yatar; ister bu meşgaleler hâlâ belli bir spekülatif görünüş taşısın is­ter salt pratik meşgaleler olarak kalsın değişmez. Bunun gerçekte çağ­daşlarımızın büyük çoğunluğunun zihinsel tutumu olduğu ciddi biçim­de inkâr edilemez.

Son yüzyıllar boyunca geliştirilen “kutsal-dışı” bilimin bütünü hissî âlemi araştırmakla sınırlıdır. Bu bilimin ufku hissî âlemle mahduttur ve yöntemi ancak bu âlem içinde geçerlidir. Ancak bu yöntemler başka yöntemleri dışarıda bırakacak şekilde “bilimsel” ilân edilmiştir. Bu da bir tutum olarak, maddî şeylerle ilgilenmeyen her ilmin varlığını red­detmek demektir. Bununla birlikte, böyle düşünen ve batta hayatları­nı özellikle söz konusu bilimlere adayan kimseler arasında dahi kendi­lerini “maddeci” olarak adlandırmayı veya bu adı taşıyan felsefî teoriyi kabul etmeyi reddeden pek çok kimse vardır. Hatta bu kişiler ara­sında bir dinî inancı arzulu biçimde benimseyip ikrar eden ve bu ikrar­larındaki samimiyetlerinde kuşku olmayan kimseler dahi vardır. An­cak bu kişilerin bilimsel tutumlarının, maddeci olduklarını açıkça be­yan eden kimselerin bilimsel tavrından hissedilir bir farkı yoktur.Modern bilimin tanrıtanımaz ve maddeci denilerek reddedilip reddedilme­yeceği meselesi dinî açıdan oldukça tartışılmıştır. Ancak bu mesele ço­ğu zaman yanlış bir çerçeve içinde ele alınmaktadır. Böyle bir bilimin bilinçli bir şekilde ne tanrıtanımazlığı ne de maddeciliği ikrar edece­ği ve kendisinin önyargıları nedeniyle bazı şeyleri görmezden gelmek­le yetineceği, bununla birlikte şu veya bu filozofun yaptığı gibi o şey­leri resmen inkâr etmeyeceği oldukça açıktır. Bu yüzdendir ki modern bilimle ilgili olarak ancak fiilî bir maddecilikten veya uygulamalı mad­decilik olarak isimlendirmeyi sevdiğimiz şeyden bahsedilebilir. Ancak bu durumda kötülük daha ciddileşecektir, çünkü bu takdirde kötülük daha derine nüfûz etmekte ve daha geniş yayılmaktadır.

Bir felsefî tutum “profesyonel” filozoflar arasında dahi oldukça yü­zeysel bir şey olabilir. Dahası bilfiil olumsuzlama ve redden kaçınan, ama kendilerini tam bir kayıtsızlık haline uydurabilen pek çok zihni­yet vardır. Bu da bütün tutumlar arasındaki en tehlikeli olanıdır, çün­kü bir şeyi reddetmek için her halükârda o şeyi az da olsa bir derece düşünmek gerekmektedir. Oysa ilgisizlik tutumu o şey hakkında hiç düşünmemeyi mümkün kılmaktadır. Bütünüyle maddî olan bir bilim kendisini mümkün olan tek bilim olarak ortaya koyduğunda ve insan­lar ondan başka hiçbir geçerli bilginin olmadığı fikrini tartışılmaz bir hakîkat olarak kabul etme alışkanlığını kazandıklarında ve yine insan­lara verilen bütün eğitim böylesi bir bilim “hurâfe”sini -ki bu durum­da onu “bilimcilik” olarak isimlendirmeliyiz- telkin erine eğiliminde olduğunda, şimdi bu insanlar pratikte maddeci olmaması mümkün mü­dür? Bir başka deyişle bu insanlar bütün meşgalelerini madde yönüne nasıl çevirmesinler?

Görünen o ki modern insan için görülebilir ve dokunulabilir olan­dan başkası yoktur. Ya da en azından, onlar başka bir şeylerin de ola­bileceğini teorik olarak kabul etseler dahi o şeylerin ancak bilinmeyen yahut bilinemez şeyler olduğunu alelacele ilân edecek ve böylece o şeylere dair daha fazla düşünme zahmetinden kurtulacaklardır. Bununla birlikte bazı insanlar hâlâ bulunacak ve bu insanlar bir tür bir “başka âlem” fikri oluşturmaya çalışacak, bunu yaparken sadece hayâl güçlerine dayanacak ve o başka âlemi maddî âleme benzer şekilde resmedecek ve zaman, mekân ve hatta bir tür “cismânîlik” de dâhil olmak üzere maddî âleme ait bütün şartları ve özellikleri o âleme taşıyacaktır. Bir başka bağlamda maneviyâtçı algılardan bahsederken böylesi kaba/çirkin maddileştirilmiş temsile dair çok çarpıcı örnekler vermiştik. Ancak orada işaret edilen inançlar kendisinde bu hususî özelliğin [yani kaba maddîciliğin] karikatür derecesinde abartıldığı aşırı bir durumu tem­sil ediyorsa, ruhçuluğun ve ruhçulukla az çok yakınlığı olan fırkaların böylesi bir şeye sahip olmayı tekelinde tuttuğunu düşünmek yanlış ola­caktır.

Gerçekten de, daha genel bir biçimde, hayâlin faydalı sonuçlar vermeyeceği ve normalde kendisine kapalı kalması gereken alanlara sokulması modern Batıkların kendilerini duyular âleminin yukarısına yükseltmekte ne kadar aciz ve yetersiz olduklarını açıkça gösteren bir olgudur. “Tasavvur” ve “tahayyül”ü birbirinden ayırt edemeyen pek çok insan vardır ve Kant gibi kimi filozoflar temsil edilemeyen her şe­yi “tasavvur edilemez” ve “düşünülemez” ilân edecek kadar ileri git­miştir. Aynı şekilde “ruhçuluk” veya “idealizm” ismiyle giden her şey genelde [“Ha Ali Veli, ha Veli Ali” deyiminde olduğu gibi] bir tür yer değiştirmiş maddecilikten ibarettir. Bu sadece bizim “yeni-ruhçuluk” olarak nitelendirdiğimiz şey için değil, felsefî ruhçuluk için de geçerlidir. Şu var ki felsefî ruhçuluk kendisini maddeciliğin tam tersi ola­rak görür. Gerçek şu ki ruhçuluğun ve maddeciliğin, felsefî anlamda ele alındığında, birbirlerinden ayrı olarak bir anlamlan yoktur. Bu iki­si Descartesçı ikiciliğin/düalizmin iki yarısından ibarettir ve bu iki ya­rı radikal bir şekilde birbirinden ayrılmak neticesinde bir tür düşman­lığa dönüştürülmüştür. Ve o zamandan itibaren bütün felsefe bu iki te­rimin arasında gidip gelmiş ve bu ikisinin ötesine geçememiştir. Ruh­çuluk adına rağmen rûhânîlikle/maneviyâtla bir ilgisi yoktur. Ruhçulu­ğun maddecilikle anlaşmazlığı, kendilerini daha yüksek bir bakış açısına konumlandıran ve bu iki zıttın temelde denk olmaya yakın olduğu­nu ve farzedilen zıtlıklarının pek çok hususta sırf lâfzî bir anlaşmazlık­tan ibaret olduğunu gören kimselerin ilgisini çekemez.

Genel manada konuşacak olursak, modern insanlar ölçülebilen, sa­yılabilen veya tartılabilen, yani maddî olan şeylerle ilgilenen bilimden başka bir bilimi tasavvur edemez, çünkü nicel bakış açısı ancak bunla­ra uygulanabilir. Yine niteliği/keyfiyeti niceliğe/kemmiyete indirgeme iddiası modern bilimin en ayırt edici özelliğidir. Bu yönde şöyle bir faraziyede bulunma noktasına kadar ileri gidilmiştir: Kelimenin gerçek anlamında bilim ancak ölçmenin söz konusu olduğu yerde mümkündür ve nicel ilişkiler dışında bilimsel yasalar olamaz. Descartes’ın fizik an­layışı herhangi bir teori ile değil, genel bilimsel bilgi tasavvuru ile iliş­kili bir eğilim olduğundan dolayı reddedilmesine rağmen Descartes’ın “mekanizm”i, her zamankinden daha çok büyüyen ve telâffuz edilen bu eğilimin [yani nitelikleri niceliklere indirgeme eğiliminin] doğuşuna işa­ret eder.

Bugünlerde insanlar ölçmeyi psikoloji sahasında dahi kullan­maya çalışıyorlar, oysa psikolojinin alanı mahiyeti gereği ölçmenin eri­şiminin ötesindedir; böylece onların vardığı yer ölçmenin imkânının sa­dece maddede bulunan bir hususiyete, yani sınırsız bölünebilmesi özel­liğine dayandığını anlamamak olmaktadır. Ya da aynı özelliğin var olan her şeyde bulunduğu farzedilmelidir ki bu da her şeyi maddileştirmek anlamına gelmektedir. Yukarıda ifade ettiğimiz gibi, bölünmenin ve saf çokluğun ilkesi maddedir. Bu yüzdendir ki nicel bakış açısına atfedilen ve —yukarıda gösterdiğimiz gibi— toplumsal alana kadar uzatılan önce­lik, gerçekten de, yukarıda zikredilen anlamda maddeciliği oluşturur. Bununla birlikte bu bakışın felsefî maddecilikle ilişkili olması şart de­ğildir; çünkü bu nicel bakış, modern bakışın özünde var olan eğilim­lerin gelişimi sürecinde gerçekten de tarihsel anlamda felsefi madde­cilikten öncedir. Niteliği niceliğe indirgemeye çalışma hatasının ya da mekanist tipe az-çok uyan bir açıklama yapma girişimlerinin yetersizli­ği üzerinde durmayacağız. Şu anki amacımız bu değildir ve biz bu bağ­lamda sadece hissî düzen içinde dahi bu tip bir bilimin gerçeklikle çok az ilişkisi olduğunu ve gerçekliğin büyük kısmının onun dairesinin dı­şında kaldığını söyleyeceğiz.

“Gerçeklikken bahsederken bir başka gerçek durum zikredilmeli­dir. Bu durum çoğu kimse tarafından kolaylıkla görmezden gelinebilmekle birlikte, tasvir ettiğimiz zihniyetin bir işareti olmak bakımından çok önemlidir. Söz konusu durumdan kastımız “gerçeklik” kelimesi­ni sadece duyulur düzleme/âleme ait gerçekliğe işaret etmek için kul- anma ışkan iğidir. Dil bir halkın veya bir dönemin zihniyetinin ifa­desi olduğundan, bundan bu şekilde konuşanlara göre duyularla kav­ranamayan her şeyin vehimsel ve hatta bütünüyle yok olduğu sonucn çıkarılmalıdır. Onların tam olarak bu durumun bilincinde olmamaları mümkündür; ancak yine de bu olumsuz kanaat esastır ve onlar bunun aksini iddia ederlerse bu iddianın, onların zihniyetindeki daha yüzeysel bir unsurun ifadesi olduğundan -ki onlar bu durumun farkında olmayabilirler- ve onların itirazının sırf lâfzî olduğundan emin olabi. liriz. Eğer bu bir abartıymış gibi görünüyorsa, o halde yapılması gere­ken; örneğin, pek çok insanın varsayılan dinî kanaatlerinin neye var­dığı ve hangi anlama geldiği belirlenmelidir.

Onların din kelimesinden anlayabildikleri mahza kuru bilgi olarak ve mekanik biçimde ezberle­yerek öğrendikleri ve gerçek manada içselleştirip sindirmedikleri, ama belli bir şeklî ve uzlaşısal tutumun parçasını oluşturduğundan hafızala­rında tuttukları ve çeşitli vesilelerle tekrarladıkları birkaç düşünceden ibarettir. Biz bu “dinin küçültülmesine yukarıda işaret etmiştik ve zik­rettiğimiz “lâfzîlik” bu küçültmenin en son aşamasını temsil etmekte­dir. İşte bu yüzdendir ki pek çok sözde “inanan/mü’min” pratik mad­decilik konusunda “inanmayanlar”dan hiç de geri kalmamaktadır. Bu meseleye daha sonra döneceğiz; ama ilk olarak modern bilimin mad­deci tabiatına ilişkin araştırmamızı sonuca ulaştırmalıyız, çünkü bu ko­nu farklı açılardan ele alınmayı gerektirmektedir.

Daha önce zikredilen şu hususa bir kez daha dikkat çekilmelidir: Modern bilimler ne tarafsız bilgi özelliğine sahiptir, ne de onlara ina­nan kimseler için dahi gerisinde sırf pratik mülâhazaların gizlendiği bir maskeden fazlasıdır. Şu var ki bu maske sahte bir aklilik vehmini mu­hafaza etmeyi mümkün kılmaktadır. Bizzat Descartes kendi fiziğini iş­leyip geliştirirken asıl itibarıyla fizikten bir mekanik sistemi, bir tıp ve ahlâk sistemi çıkarmakla ilgileniyordu ve İngiliz deneyciliğinin yayılmasıyla daha da büyük bir değişim yaşandı. Ayrıca, bilimin genel halk kitlesi gözündeki itibarı neredeyse sadece, bilimin ulaşılır kıldığı pra­tik sonuçlara dayanmaktadır; burada da mesele yine görülebilen ve dokunulabilen şeyler meselesidir. Faydacılığın/pragmatizmin bütün mo­dern felsefenin nihaî sonucunu temsil ettiğini ve gerilemesindeki en aşağı aşamaya işaret ettiğini söylemiştik. Ancak felsefî alan dışında & dağınık ve sistemsiz bir faydacılık vardır ve uzun zamandır hep var ol­muştur.

Pratik maddecilik felsefî maddeciliğe nisbetle neyse, bu dağınık ve sistemsiz faydacılık da felsefî faydacılığa nisbetle odur ve insanların genelde “ortak duyu/hiss-i müşterek” dedikleri şeye karışır Ay­rıca, neredeyse içgüdüsel olan bu faydacılık maddeci eğilimden ayrıla­maz: Ortak duyu maddî âlem ufkundan ötesine geçme tehlikesine atıl­mamak ve doğrudan pratik faydadan yoksun hiçbir şeye dikkat affet­memekte bulunur. Hepsinden önemlisi, sadece duyular âlemini gerçek olarak gören ve duyulardan kaynaklananın ötesinde bir bilgi kabul et­meyen de “ortak duyu”dur. Hatta bu sınırlı bilgi derecesi dahi “ortak duyu”nun gözünde ancak maddî ihtiyaçları tatmin ettiği ve bazen de belli bir tür duyguculuğu beslediği için değerlidir, çünkü duygu, çağdaş “ahlâkçılık”ı şok etme pahasına samimi biçimde itiraf edilecekse, ger­çekten de maddeyle çok yakından ilişkilidir. Akla kalan tek yer, pratik amaçların hizmetine koşulmak ve insan bireyinin en aşağı veya cismânî kısmının taleplerine tâbi bir araç olarak, “alet yapan bir alet olarak hareket etmektir. Nitekim Bergson şöyle demiştir: Bütün biçimleri ile “faydacılık” hakikate tam bir kayıtsızlık demektir.

Bu şartlar altında sanayi artık bilimin uygulamasından ve bilimin kendisinden tamamen bağımsız kalması gereken bir uygulamadan ibaret olarak görülemez. Sanayi bilimin bizatihi amacı ve gerekçesi olmakta, böylece bu alanda da normal ilişkilerin tersine çevrildiğini görmekteyiz. Modern dünyanın, kendi bildiği yoldan bilim aradığını iddia ederken dahi meydana getirmek için bütün enerjisini adadığı şey aslında sana­yiyi ve makinaları geliştirmekten başka bir şey değildir. Böylece insan­lar maddeye hâkim olmaya ve onu kendi amaçlarına göre şekillendir­meye çabalarken, başlangıçta da ifade ettiğimiz gibi,, sadece kendileri­ni köleye dönüştürmekte başarılı olmuşlardır. Çünkü insanlar aklî ar­zularını makinalar icat etmeye ve geliştirmeye hasretmekle kalmamış, kendileri de makinalara dönüşmüşlerdir. Bazı sosyologların “iş bölü­mü” adı altında öylesine hevesle savunduğu “ihtisaslaşma/uzmanlaşma” kendisini sadece bilim adamlarına değil, aynı zamanda teknisyen­lere ve şuradan işçilere de dayatmış, böylece bu ikisi için bütün akıllı iş­ler imkânsız hale gelmiştir.

Önceki zamanlardaki zanâatkârlardan/ustalardan çok farklı olan teknisyenler ve sıradan işçiler makinaların kö- leleri haline gelmişler ve onlarla sanki tek bir parça oluşturur duruma gelmişlerdir. Bunlar tam bir mekaniklik içinde, önceden belirlenmiş ve en küçük bir zaman kaybına uğramamak için hiç değişmeyip hep aynı *şekilde yapılan hareketleri sürekli tekrarlamaya mecburdurlar tekrarlamaya.En azından, en gelişmiş “ilerleyiş” aşamasını temsil ettiği düşünülen Amerikan yöntemlerinin gerekleri böyledir. Gerçek şu ki bütün mesele mümkün t olan en büyük miktarı üretmektir. Niteliğe çok az önem verilmektedir ve önemli olan sadece niceliktir. Daha önceden başka alanlarda ulaş­tığımız aynı sonuçla burada bir kez daha karşı karşıya geliyoruz: Modern medeniyet haklı biçimde bir nicelik medeniyeti olarak tasvir edi­lebilir ki bu da onun maddî bir medeniyet olduğunun bir başka söyle­niş biçimidir.

Bu ifadenin doğru olduğuna kendini inandırmak ve ikna etmek için insamn tek yapması gereken, bugünlerde ekonomik faktörlerin hem halkların hem de bireylerin hayatları üzerinde icra ettiği devasa etki­yi fark etmektir. Sanayi, ticaret, maliye; bunlar önemi olan tek şeyler­miş gibi görünmektedir. Bu da bizim bir başka yerde varlığını sürdüren tek toplumsal ayrımların maddî servete dayandığına dair söyledikleri­mizle uyuşmaktadır. Siyaset tamamen ekonominin hâkimiyeti altında görünmekte ve ticarî rekabet halklar arasındaki ilişkiler üzerinde bas­kın bir etki icra etmektedir. Bu sadece bir görünüşten ibaret olabilir ve bu faktörler eylemin sebebi olmaktan ziyade vesileleri/araçları olabilir. Ancak böylesi araçların seçilmesi onları fırsat olarak gören çağın tabi­atım göstermektedir.

Ayrıca, çağdaşlarımız tarihteki olayları belirleyenin sadece ekono­mik şartlar olduğuna inanmışlar ve hatta bunun her zaman böyle ol­duğunu vehmetmektedirler. Hatta her şeyin sadece ekonomik faktör­lerle açıklanabileceğini öne süren bir teori dahi uydurulmuştur ve bu teori “tarihsel maddecilik” namını taşımaktadır. Burada da bizim da­ha önceden işaret ettiğimiz telkin süreçlerinden birisinin etkisi görüle­bilmektedir ve bu etkinin gücü genel zihniyetin eğilimleriyle uyuştuğu için çok daha büyüktür. Ve bu bağlamda sonuç, ekonomik faktörlerin toplumsal alanda meydana gelen neredeyse her şeyi gerçekten de belir­lediğidir. Şurası kesin bir gerçektir ki kitleler her zaman şu veya bu yö­ne yönlendirilmiştir ve denilebilir ki kitlelerin tarihteki rolü asıl itiba­rı ile yönetilmeye izin vermelerinde yatar; çünkü kitleler baskın biçimde edilgen olan unsuru, kelimenin Aristocu anlamında maddeyi temsil eder. Ancak onları bugün yönetmek için sadece maddî araçlara sahip olmak yeterlidir ve bu kez madde kelimesini sıradan anlamında kulla­nıyoruz. Bu da bu çağın ne kadar derinlere battığını açıkça göstermektedir. Aynı zamanda bu aynı kitleler kendilerinin yönetilmediklerine, bilakis kendiliklerinden davrandıklarına ve kendi kendilerini yönettik­lerine inandırılmıştır. Onların bunun doğru olduğuna inanmaları da onların ne kadar akılsız olduğuna dair bir fikir vermektedir.

Ekonomik faktörler zikredildiğine göre, bunu mesele hakkında çok yaygın bir yanılgıya dikkat çekmek için bir fırsat sayalım. Bu yanılgı ti­caret alanında kurulan ilişkilerin insanları birbirine yakınlaştıracağını ve birbirlerini anlamalarını sağlayacağını sanmaktır. Oysa sonuç tam tersidir. Madde, sıkça belirttiğimiz gibi, çokluk ve bölünme tabiatına sahiptir ve bu yüzden bir mücadele ve çatışma kaynağıdır. Benzer şe­kilde, ister halklarla ister bireylerle ilgili olsun, ekonomik alan bir çı­karlar alanı olarak kalır ve böyle de kalmak zorundadır. Özellikle Ba­tı, Doğu ile anlaşmaya bir temel sağlamak için sanayiye, modern bili­me —ki sanayiden ayrı olamaz- bel bağladığından daha fazla bel bağ­layamaz. Eğer Doğulular bu sanayiyi, geçici de olsa sıkıntah bir zorun­luluk olarak kabul etme noktasına gelirlerse -ki bu sanayi onlar için daha fazlası olamaz- işte ancak bu onları Batı’nın işgaline direnmeye ve kendi varlıklarını korumaya imkân veren bir silâh olacaktır. İşlerin başka türlü iyi olmayacağım anlamak önem arz etmektedir. Kendile­rini Batı ile ekonomik rekabet beklentisine veren -her ne kadar böyle bir faaliyetten nefret etseler de- Doğulular bunu ancak tek bir amaç­la yapabilirler: Kendilerini kaba güce, yani sanayinin kendi tasarrufu­na aldığı maddî güce dayalı yabancı hâkimiyetinden kurtarmak. Şid­det şiddeti doğurur; ama bu alanda çatışmayı arayanın Doğulular ol­madığı kabul edilmelidir.

Ayrıca, Doğu ile Batı arasındaki ilişkiler meselesi yanında, endüst­riyel gelişmenin en bariz sonuçlarından birisi savaş makinalarının sü­rekli mükemmelleştirilmesi ve yıkıcılıklarındaki müthiş artıştır. Sade­ce bu dahî bazı modern “ilerleme” hayranlarının barışsever rüyaları­nı yıkmaya yeter. Ancak bu rüyacılar ve “idealistler” uslanmaz ve saf­dillikleri sınır tanımaz görünmektedir. Bugünlerde o kadar moda olan “insanseverlik” kesinlikle ciddiye alınmayı bak etmemektedir. Fakat tuhaf olan şu ki insanlar savaşın sebep olduğu yıkımların her zaman- kinden büyük olduğu bir zamanda savaşa son verilmesinden bahsederken bunu sadece yıkın araçlarının çoğalması sebebiyle değil aynı za­manda savaşların artık, tamamen profesyonel askerlerden oluşan nisbeten küçük ordular arasında yapılmayıp iki taraftan da -savaştan hiç anlamayanlar da dâhil olmak üzere- bireylerin ayrım yapmadan bir-i birlerine saldırması sebebiyle yapmaktadır. Burada da günümüz kafa karışıklığına dair tipik bir örnek bulunmaktadır ve gerçekten de onu düşünmeye zahmet eden herkes için şu husus hayret vericidir: “Kitlesel askere çağrı” veya “genel seferberlik” oldukça doğal bir şey olarak görülmekte ve çok az istisna hariç, herkesin zihni “ordu millet” fikrini kabul etmektedir. Bunda da sadece sayıların gücüne olan inancın sonu­cu görülmektedir: Devasa savaşan kitleleri harekete geçirmek modern medeniyetin nicel karakteri ile uyumludur. Aynı zamanda, bu şekilde, “zorunlu eğitim” gibi kurumlar aracılığıyla “eşitlikçilik”in talepleri de karşılanmış olmaktadır. Şu da eklenmelidir ki bu genelleştirilmiş savaş­lar bir başka özellikle modern olgunun ortaya çıkması ile mümkün ol­muştur.

Bu olgu “milletler”in oluşumudur ki bu da bir taraftan feodal düzenin yıkılmasının diğer taraftan da eşzamanlı biçimde Ortaçağ Hı­ristiyan âleminin yüksek birliğinin parçalanmasının bir sonucudur. Bi­zi çok uzak noktalara götürecek bir konuyu değerlendirmek için dur­maksızın şunu ifade edelim: İşler daha da kötüleşmiştir ve bunun se­bebi, normal şartlarda etkili bir hakem olması ve tabiatı gereği, siyasî düzene ait bütün çatışmaların üzerinde bir konum işgal etmesi gereken manevî otoriteyi tanımayı reddetmektir. Manevî otoriteyi reddetmek de pratik maddeciliğin bir örneğidir. Teoride böyle bir otoriteyi tanı­dığını iddia eden kimseler dahi pratikte ona, tıpkı dini günlük haya­tın ilgilerinden uzakta tuttukları gibi, toplumsal alanda gerçek bir etki veya müdahale gücü vermezler. İster kamusal ister özel hayatta olsun, hâkim olan aynı zihinsel tavır budur.

Çok nisbî bir bakış açısından olsa da maddî gelişmenin belli avan­tajlar sunduğu kabul edilse dahi, yukarıda açıklaya geldiğimiz sonuçları göz önünde bulundurmak süreriyle, bu avantajların karşısındaki deza­vantajların daha ağır basıp basmadığını pekâlâ sorabiliriz. Biz karşılaş­tırılamaz şekilde daha değerli olup da bu tip bir gelişmenin hatırına fe­da edilen pek çok şeyi, unutulmuş yüksek bilgi şekillerini, yok edilmiş aklîliği ve kaybolmuş maneviyâtı düşünmüyoruz. Modern medeniyeti özünde olduğu şey olarak alıp kabul ettiğimizde, meydana gelen şey­lerin avantajlarım ve dezavantajlarını karşılaştıracak olursak, sonucun, kâr zarar hesabı yapıldığında, olumsuz çıkacağı iddia edilebilir. Şu an gittikçe artan bir hızla çoğalan icatlar çok daha tehlikelidir, çünkü icatlar gerçek doğası onları kullanan insanlar tarafından bilinmeyen güçleri devreye sokmaktadır.

Bu da modern bilimin bilgi olarak, yani fiziksel âlemle sınırlı olduğunda dahi, açıklayıcı bakış açısından değersizliğini kesin biçimde ispatlamaktadır. Aynı zamanda, bu mülâhazaların hiç- bir şekilde pratik uygulamaları kısıtlamadığı gerçeği bu bilimin tarafsız olmaktan uzak olduğunu ve araştırmalarının gerçek objesinin sanayi olduğunu ortaya koymaktadır. Bu icatların -hatta insanlar için ölümcül bir rol oynamak maksadıyla tasarlanmamış, ama yine de pek çok felâkete ve yeryüzünün ekolojisinde beklenmedik rahatsızlıklara sebep olan icatların— böylesi tehlikesi tahmin edilemeyecek ölçüde büyümeye devam edeceğinden, modern dünyanın, henüz daha zaman varken mevcut çok tehlikeli gidişini durdurmazsa, belki de bu araçlar sayesinde kendi yıkımını getirmekte başarılı olacağını çok da uzak olmayan bir tahmin olarak söyleyebiliriz.

Fakat modern icatları tehlikeli olmaları temelinde eleştirmek yeterli değildir ve bundan daha fazlasını yapmalıyız. İnsanlar ilerleme adını vermeye alıştıkları şeylerin “yararlanandan bahsediyorlar ve insan ancak ilerlemenin sırf maddî türden olduğuna işaret etmeye özen gösterdiğinde böyle bir yaran kabul eder. Ama oldukça yüksek ve değerli görülen bu faydalar genelde aldatıcı değil midir? Bugün insanlar “refahlarını bu araçlarla artırdıklarını iddia ediyorlar. Bizim inancımıza göre onların hedefledikleri bu amaç, gerçekten ulaşılacak olsa dahi, bu kadar çok çaba harcamaya değmez. Fakat aynı zamanda, bu hedefe ulaşıldığı son derece tartışmalı görünüyor. Birinci olarak, bü-
tün insanların aynı zevklere ve aynı ihtiyaçlara sahip olmadığı ve herşeye rağmen modern koşuşturmacadan/dur durak bilmezlikten ve hız çılgınlığından kaçınmak isteyip de artık bunu yapacak durumda olmayan pek çok insanın olduğu dikkate alınmalıdır.

Bu insanlara tabiatlarının tamamen tersine olan bir şeyi empoze etmenin bir “yarar” olduğu savunulabilir mi? Bu soruya şöyle bir cevap verilecektir: Bugünlerde böylesi insanların sayısı azdır ve bu yüzden onları ihmal edilebilir bir azınlık olarak görmek savunulabilir. Nitekim siyaset sahasında çoğunluk azınlıkları ezme hakkını kendinde görmektedir ve çoğunluğun gözünde azınlığın açıkça var olma hakkı yoktur, zira onların bizatihi varlığı 'eşitlikçi' tek-biçim arzusuna muhalefet etmektedir. Ancak insanlık bir bütün olarak alınır ve bakışlar sadece Batı dünyasının sakinler ile sınırlandıramazsa, mesele farklı bir cihet kazanmaktadır. Bir an ön. cenin çoğunluğu şimdi azınlık olmamış mıdır? Ama bu durumda artık aynı argüman kullanılmaz ve özel bir çelişki ile, “eşitler” kendi meçle, niyetlerini kendi “üstünlükleri” adına dünyanın geri kalanına empoze etmeye ve kendilerinden hiçbir şey istemeyen insanlar arasında sıkıntı çıkarmaya çalışır.

Bu “üstünlük” sadece maddî anlamda var olduğun­dan, onun en kaba araçlarla empoze edilmesi doğaldır. Onun hakkın­da bir yanlış anlaşılma olmasın: Genel kamuoyu “medeniyet” bahane­sini tam bir iyi niyetle kabul ederse, onu sırf bir ahlâkçı ikiyüzlülüğü ve kendilerinin işgal planlarına ve ekonomik kaygılarına bir kılıf ola­rak görecek kimseler de vardır. Bu kadar çok insanın, bir halkı köleleş­tirmek ve onları bir başka ırk için tasarlanmış âdet ve kurumlan zorla benimsetmek ve kendilerine hiç faydası dokunmayacak şeyleri elde et­meleri için onları en sevimsiz meslekleri edinmeye mecbur etmek yo­luyla en çok değer verdikleri şeyi, yani medeniyetlerini, ellerinden çe­kip almak süreriyle mutlu ettiklerine inandığı zamanlar gerçekten de ne garip zamanlardır! Ne var ki günümüzde durum tam da budur: Mo­dern Batı insanın daha az çalışmayı ve daha azıyla yaşamaya razı olma­yı tercih etmesi fikrine tahammül edemez. Sadece nicelik önemli oldu­ğundan ve duyuların kavrayışından kaçan her şeyiırVar olmadığı iddia edildiğinden maddî şeyler üretmeyen herkesin “aylak” olması gerekti­ği varsayılmaktadır.

Bu meselede genelde Doğululara yöneltilen eleş­tiriyi hiç dikkate almayalım ve Avrupalıların sözümona dinî çevreler­de dahi kendi dinî tefekkür tarikatlarına yönelik takındıkları tavrı göz­lemleyelim. Böylesi bir dünyada aklîliğe yahut sırf derûnî tabiata sa­hip bir şeye artık yer yoktur; çünkü bunlar ne görülebilir ne dokunulabilir, ne tartılabilir ne de sayılabilirdir. Tamamen anlamsız olanları da dâhil olmak üzere bütün biçimleri ile sadece dış eyleme yer vardır. Ayrıca, İngilizlerin “spor”a ilgisinin her geçen gün artması da şaşırtıcı değildir. Modern dünyanın ideali kas gücünü son sınırına kadar geliş­tirmiş “insan hayvam”dır. Modern dünyanın kahramanları, kaba-saba olsalar dahi sporculardır. Halkın coşkusunu kabartan sporculardır ve kalabalığın ateşli ilgisine hâkim olan onların üstün başarılarıdır. Böyle şeylerin mümkün olduğu bir dünya gerçekten derine batmıştır ve so­nuna yaklaşmış görünmektedir.

Fakat bir an için kendimizi ümitlerini maddî refah idealine bağla­mış ve bu yüzden modern “ilerlemecin hayata sunduğu iyileştirmelerle sevmen kimselerin yerine koyalım. Bu kimseler aptal yerine koya­madıklarından emin midirler? Bugün insanların sırf daha hızlı-ulaşım araçları ve benzeri şeyler kullandıklarından ya da daha çalkantılı ye kar­maşık bir hayatları olduğundan dolayı bugün önceden olduklarından daha müftu olduğu doğru mudur? Hakîkat tam tersidir. Huzursuzluk hiçbir gerçek mutluluğun şartı olamaz. Ayrıca insanın ihtiyacı çoğal­dıkça bazı şeylerden yoksun olma ve dolayısıyla mutsuz olma ihtima­li artmaktadır. Modern medeniyet daha büyük yapay ihtiyaçlar yarat­mayı hedeflemekte ve yukarıda işaret ettiğimiz gibi, her zaman, karşı­layabileceğinden fazla ihtiyaçlar yaratacaktır; zira böyle bir gidişat bir kez başlatıldıktan sonra durdurulması çok zorlaşır ve gerçekten de bir aşamada değil de diğer bir aşamada durdurmanın bir sebebi yoktur, in­sanlar için önceden var olmayan ve asla hayâl dahi etmedikleri şeyler olmadan yaşamak sıkıntı değildi.

Buna karşılık şimdi o şeylerden mah­rum kaldıklarında sıkıntı çekmeye mahkûmdurlar; zira onları zorun­lu ihtiyaçlar olarak görmeye alıştılar ve bunun sonucunda o şeyler ger­çekten de onlar için zorunlu ihtiyaç halini aldı. Sonuç olarak var güç­leriyle, kendilerine anladıkları tek tür olan maddî tatmin sunacak şey­leri elde etmeye çalışıyorlar. “Para kazanmaya” yoğunlaşıyorlar; çün­kü bu şeyleri almalarına imkân verecek olan paradır. Ne kadar çok sa­hip olurlarsa o kadar çok arzu ediyorlar; çünkü sürekli yem ihtiyaçlar keşfediyorlar, ta ki bu arayış onların hayatta tek amaçları haline geli­yor. Dolayısıyla bazı “evrimciler”in “var olma mücadelesi” adı altında bilimsel bir yasa değerine yükselttikleri vahşî rekabet, ki mantıkî sonu­cu sadece en güçlü olanın, yani mümkün olan en dar maddî anlamıy­la en güçlü olanın var olma hakkına sahip olmasıdır. Yine, kendileri­ne servet ihsân edilmemiş kimselerin servet sahibi kimselere karşı his­settiği kıskançlık ve hatta nefret...'

Kendilerine eşitlikçi teoriler vaze­dilen insanlar nasıl olur da çevrelerinde en maddî eşya düzeninde, ya­ni kendisine karşı en hassas olmak zorunda oldukları düzende eşitsiz­lik gördüklerinde tepki göstermezler?

Eğer modern medeniyetin kitle­lerde uyandırdığı uygunsuz iştahların baskısı altında bir gün yıkılması mukadder ise, modern medeniyetin temel kötülüğünün adil cezası­nı görmemek için veya ahlâkî değerlendirmede bulunmaksızın modern bilimin fiilinin o fiilin icra edildiği aynı alandaki sonuçlarım ifade etmek için kişinin kör olması gerekir. Incil’de şöyle yazılıdır: “Kılıca sarılan herkes kılıçla helâk olacaktır.” Maddenin vahşî güçlerini serbest bırakanlar aynı güçler tarafından ezilerek helâk olacaklardır; onlar o güçleri aceleyle harekete geçirdiklerinde artık onların efendileri değildirler ve ölümcül seyirlerine başlatıldıktan sonra onları bir daha geri tutamazlar. Tabiatın gücü veya kitleler halindeki insanların gücü veya ikisinin birlikte gücü pek fark etmez; çünkü her üç halde de devre­ye giren ve maddeye üstün gelmeden bu üçünü yönlendirebileceğine inanan kimseleri acımasızca yok eden maddenin yasalarıdır. Incil yine Şöyle der: “Bir ev kendi içinde bölünmüşse, ayakta duramaz.” Bu de­yim, tabiatı gereği kavgaya ve her yönden bölünmeye sebep olmama­sı imkânsız olan modern dünya ve onun maddî medeniyeti hakkından doğrudan geçerlidir. Bundan sonucu çıkarmak çok kolaydır ve kısa za­man içinde işleri tam tersi istikamete çevirmek şeklinde köklü bir deği­şiklik olmazsa mevcut dünyamızı acı bir sonun beklediğini öngörebil­mek için daha fazla açıklama yapmaya gerek yoktur.

Bazı kimselerin bize karşı, modern medeniyeti ve onun maddeci­liğini anlatırken onu [modern medeniyeti] bir derece de olsa hafifle­tecek belli unsurları zikretmediğimiz şeklinde bir serzenişte buluna­cağını çok iyi biliyoruz. Gerçekten de böylesi unsurlar bulunmasaydı, bu medeniyetin acınacak biçimde çoktan yok olması kuvvetle muhte­meldir. Bu yüzden böylesi unsurların varlığını hiçbir şekilde tartışmı­yoruz. Ama aynı zamanda yanılgıya da düşmemeliyiz. Bu başlık altına farklı felsefî hareketleri, örneğin “ruhçuluk”u, “idealizm”i veya çağ­daş akımlar arasında “ahlâkçılık” veya “duyguculuk” biçimini alan her­hangi bir şeyi dâhil etmemiz yanlış olacaktır. Bu meseleleri yukarıda yeterince tartıştık ve sadece bu zihin tutumlarının bize göre teorik ve­ya pratik maddecilikten daha az kutsal-dışı/dünyevî olmadığını ve ger­çekte maddecilikten ilk bakışta göründüğünden çok daha az uzak ol­duğunu zikredelim. Diğer taraftan, eğer gerçek maneviyâtın bazı ka­lıntıları korunmuşsa da-ancak modern bakışa rağmen ve modern ba­kışın hilâfına olabilir. Dar anlamda Batılı unsurlar dikkate alınırsa, bu maneviyât kalıntılarının hâlâ bulunabileceği yer sadece dinî alandır- Ancak içinde yaşadığımız zamanda din algısının  ne kadar çekilip da­raldığına, mü’minlerin dahi dinle ilgili olarak ne kadar yüzeysel ve vasat bir fikir oluşturduklarına ve dinin gerçek maneviyât ile bir ve aynı şey olan akklîliğmden ne oranda soyutlandığına yukarıda işaret etmiş­tik.

Bu şartlar altında bazı ihtimaller hâlâ var ise, bu ihtimaller ancak bilkuvve olarak vardır ve hâlihazırda gerçek etkileri çok azdır. Bunun­la birlikte, bir tür sanallığa çekilse dahi, kendisini boğmak ve yok et­mek için birkaç yüzyıldır yapılan girişimlere rağmen varlığını korudu­ğu görülünce bir dinî geleneğin gücüne hayran kalınır. Ve insan bunun hakkında durup düşündüğünde, bu tür bir direnişle ilgili olarak, insan gücünden fazlasının varlığına işaret eden bir şeyler olduğu açıktır. An­cak bir kez daha tekrar edelim ki söz konusu gelenek modern dünya­ya ait değildir ve modern dünyanın kurucu unsurlarından birisini oluş­turmaz; bilakis modern dünyanın bütün eğilimlerinin ve özlemlerinin tam tersidir. Bunu açıkça söylemek ve aldatıcı uzlaştırmalar aramamak gerekir. Kelimenin gerçek anlamında dinî bakış açısı ile modern zihin tavrı arasında ancak düşmanlık olabilir. Bir taviz ancak dinî bakışı za­yıflatır ve modern zihin tavrını güçlendirir ve bu tavizle modern zih­niyetin düşmanlığı azalmayacaktır, çünkü modern zihniyet insanlıkta­ki insandan üstün bir gerçekliği yansıtan her şeyi tamamen yok etme­yi arzulamaktan kendini alamaz.

Modern Batı’nın Hıristiyan olduğu söylenir, ama bu bir yanılgıdır; modern bakış Hıristiyanlık karşıtıdır, çünkü modern bakış öz itibarı ile din karşıtıdır. Yine modern bakış daha da geniş anlamda din karşıtıdır, çünkü gelenek karşıtıdır. Bu da ona özel karakterini veren ve olduğu şey olmasını sağlayan hususiyetidir. Şurası kesindir ki Hıristiyanlık’tan bir şeyler zamanımızın Hıristiyanlık karşıtı medeniyetine girmiştir ve bu­nun sonucunda bu medeniyetin en “ilerlemiş” temsilcileri -ki onlar ken­dilerini kendilerine has dilde böyle isimlendirirler- dahi gayr-i ihtiyarî ve belki de farkında olmadan dolaylı biçimde de olsa belli bir Hıristi­yan tesire maruz kalmaktan ve maruz kalmaya devam etmekten kendi­lerini alamamışlardır. Durum bu minval üzeredir, çünkü geçmişten ko­puş ne kadar köklü de olsa hiçbir zaman tam bir kopuş halini almaz ve devamlılığı engelleyecek noktaya varamaz. Daha ileri giderek diyeceğiz ki modern dünyada değerli olan ve hâlâ var olan her şey modern dün­yaya her hâlükârda Hıristiyanlık’tan ve Hıristiyanlık kanalıyla gelmiş­tir. Hıristiyanlık kendisiyle birlikte önceki geleneklerin bütün mirasını erm e getirmiş ve o mirası Batı’nın şartlarının izin verdiği ölçüde canlı tutmuş ve kendi içinde hâlâ potansiyel imkânlarını taşımak tadır. Ama kendilerini Hıristiyan olarak isimlendiren kimseler arasın da dahi bu zamanda, bu imkânların tam olarak bilincine sahip birisi var mıdır?

Katoliklik içinde dahi /âhireti ikrar ettikleri inancın derin anla­mını kavrayan ve az,-çok yüzeysel bir biçimde ve akılla değil duygusal olarak inanmakla yetinmeyen ve kendilerinin olduğunu iddia ettikleri dinî geleneğin hakikatini gerçekten “bilen” kimseler nerededir? Böylesi en azından birkaç insanın var olduğuna dair kanıt sevinçle karşılan* malıdır, zira bu Batı için en büyük belki de biricik kurtuluş ümididir. Ancak şimdiye kadar böyle hiç kimsenin varlığından insanları haberdar etmediği kabul edilmelidir. Acaba böylesi kimselerin tıpkı bazı Doğulu bilgeler gibi kendilerine ulaşılmaz bir yalnızlık halinde yaşadıkları dü­şünülebilir mi yoksa bu son ümit de sonunda terk mi edilmelidir? Batı Ortaçağlarda Hıristiyan’dı, ama artık değil. Batı’nın tekrar Hıristiyan olabileceği söylenecekse, bunu bizden daha ateşli biçimde isteyebile­cek kimse yoktur ve umarız Batı’nın yeniden Hıristiyanlaşması etrafta görülen her şeyin bizi farzetmeye götürecek olandan daha kısa bir za­manda gerçekleşir. Ama bu konuda kimse kendi kendini kandırmamalıdır. Bu olacak olursa, modern dünya felâha erecektir.



(*)Editörün notu: The Crisis of the Modern WorlcTun 7. Bölümü. îlk olarak Fran­sızca aslından 1927 yılında basılmıştır.

(**)XVIII. yüzyıldan önce Grek atomculuğundan Dekartçı fiziğe kadar “mekanist” teoriler vardı. Her ne kadar ikisi arasında daha sonraları bir tür ilişki doğura­cak birtakım yakınlıklar olsa da mekanizm materyalizm ile karıştırılmamalı­dır. [Editörün notu: Bu dipnot, Arthur Osbome çevirisinde yer alırken Mar- co Pallis çevirisinde yoktur.]



Geleneğe İhanet - Harry Oldmeadow (insan yay.)
Devamını Oku »

Sosyal Medya ve Gösteri



....

Guy Debord'un, tanımını 1967 basımı Gösteri Toplumu adlı kitabında yaptığı gösterenin kökeni, öncelikle ekonomik alanda yatar. Gösterinin biçimi ve içeriği, var olan sistemin koşul ve amaçlarının doğrulanmasıdır. Gösteri, pazarla iç içedir ve paza­rın ürünlerini sergiler. Onda gerçeklik, örtüktür; kısmen görüle­bilir. Gösterinin dünyası seyir ve izleme üzerine kuruludur.

Bu dünyada imgeler, adeta özerktir. Gösteri, toplumun bakış ve yanlış bilincinin bir araya geldiği ve kendini sergilediği sektör­dür. Gösteri, nesnelleşmiş bir dünya görüntüsüdür. Bu dünyayı her haliyle doğrular, koşullarını onaylar ve yeniden üretir. Dili, egemen üretimin işaretlerinden oluşur. Gerçekliği tersine çevi­rir. Kendisi, asıl gerçeklik haline gelir. Gerçeklikteki çok farklı ve çeşitli olayları birleştirir, bir araya getirir. Görünüşü ve toplum­salı sürekli doğrular, onay üretir. Eleştirel bir bakış, gösterinin, yaşamın yadsınması demek olduğunu keşfeder (Debord, 1996, 11-16).

Kellner da Debord'un yaklaşımını sürdürerek gösteri'nin gü­nümüzde hayatın her alanına girmiş olduğundan söz eder (2010, 8-11) ve medyanın elinde sıradan olayların bile nasıl dev gösterilere dönüştürüldüğünü açıklar. Küreselleşme, teknolojik devrimler ve medya gösterileri ile birlikte yürümektedir.

Med­ya kültürü, yeni binyılda sosyalleştirme kuvveti vazifesi gör­mektedir. Yeni şöhretler ve ikonlar, günümüzün ikonları ve eğlenceye yaslanan toplumun tanrılarıdır. Bu toplumun ideal ve amaçları, para, şıklık, şöhret ve başarıdır. Eğlence en temel karakteristiktir. İnternet, medya gösterilerinde, kullanıcılarına (netizen: internet-citizen) her türlü alana katılabilecekleri interaktif (etkileşimli) bir alan sunmaktadır. Gösterinin mantığı bu medya kültüründe televizyonun yayın akışına nüfuz etmekte, sürekli 'son dakika' haberleri ile, talk showlarla, eğlence prog­ramları ile, interneti, belgeselleri ve diğer programlan, kanun sistemine ve suça bulaştırmakta, günlük hayatı sömürgeleştir­mektedir.

Gösteri geleneksel medyanın her alanında kullanılırken yeni medya da bundan uzak kalamamakta, özellikle sosyal medya gösterinin yaşam bulduğu, büyüdüğü, etkisini yoğun ve yaygın olarak dağıttığı bir mecra haline gelmiş bulunmaktadır. İnter­nette ve sosyal medyada gösteri yeni ve farklı boyutlar kazan­mıştır. Kültür endüstrisi, kültür ürünlerinin gösterisini çok daha rahat, çok daha esnek, çok daha ucuz form ve içeriklerde yapa» bilmeye başlamıştır. Bu, yepyeni bir gösteri alanıdır. Birçok anlamda geleneksel medyanın sınırlılıklarından uzaktır: Kolay­dır, ucuzdur, çeşitlidir, özgürdür, yeniliklere daha çok açıktır. Herkes gösterinin yapımcısı ve üreticisidir. Üreticiler ve tüketi­ciler aynı kişilerdir. Roller birbirine girmiştir.

Üretilen de tüketi­len de, kişilerin kendi hayatları ya da teşhire açılmak istenen hatta zaman zaman gizli çekilen fotoğraflar ve videolardır. Ade­ta kamunun takdirine sunulur bu görüntüler. İnternet ve sosyal medya bir agora atmosferi yarattığı gibi aynı zamanda bir are­nadır da. Saldırıya açıktır. İğdiş edilmeye, hakaretlere, küfürle­re, aşağılamaya açıktır. Arenalardaki yuhlama ve alkış sesleri gibi sesler birbirine karışır. Birbiri ile çoğalır ve alevlenir. Bu gösterinin aktörleri, sürekli rol değiştirebilir. Zaman zaman kurbandır, zaman zaman izleyen ve saldıran ya da hakaret eden.

Sosyal medyayı açıklamada arenadaki atmosfer daha açıklayıcı görünmektedir. Agora hali de yaşanır ama daha sınırlı ve gelip geçici olarak. Arenalar birer yargı ve infaz mekânlarıdır aynı zamanda. Ancak arenada kurban ve izleyici ayrımı net iken sosyal medyada bu karmakarışıktır ve süreklilik arz eder. Are­nada gösteri zamanı başlar ve biter. Biteceği bellidir. Sosyal medyada gösteri süreklidir, bitmez. Arenada gösteri sınırlı bir alanda cereyan ederken sosyal medyadaki gösteri dünya yüze­yine yayılmıştır. Bu nedenle Debord'un yaygın gösteri tanımına da çok uygundur.

Sosyal medyada, suç ve suçlu kavramı da karmakarışık, es­nek ve değişkendir. Yanlış bir cümle kullanan biri, bir anda suç­luya dönüşüverir. Ve linç girişimi ile, saldırı ile karşılaşabilir. Bunlar bu gösteri biçiminin kaçınılmaz öğeleridir. Anındalık, çok yönlü müdahale, çok yönlü izleme söz konusudur.

Çünkü sosyal medya çok sayıda göz ve bakış ile kuşatılı bir gözetlenme alanıdır. Gözler bu alanı izler, bakar, görür, kaydeder ve yayar, büyümesine yol açar. İzlenme oranlan açıklanır. Sosyal medyada kullanıcı simgesel bir beden ya da ışıktır, im­leçtir. Kendini haber verir, kendini ele verir. Ancak engellenebi­lir ya da reddedilebilir. Haklı ya da haksız bulunabilir. Kullanıcı her sosyal medyada farklı bir kimlikle edimde bulunabilir. Çoklu kişiliklere bürünebilir. Ayrıca form olarak da sesli, yazılı ya da görsel biçimde bulunabilir. Bu aşırı esneklik, kişiliklerin psikolo­jik olarak bölünmesine de yol açar.

Fuchs'un da belirttiği gibi (2010a, 25-26) sosyal sitelerde bilgi ve iletişim teknolojileri, kullanıcıları tanımlayan bilginin gösterisine izin verir. Bu, bağlantı listelerinin gösterisidir. Kul­lanıcılar arasında bağlantıların kuruluşu, onların bağlantı liste­leri ve kullanıcılar arasındaki iletişim, gösteriseldir. SNS, sürekli yeni arkadaşlıklara, topluluklara, ilişkilerin gelişmesine izin verir. Facebook, MySpace, Xing, Friendster, StendiV2, Linkedin, hi5, Orkut, Vkontakte, Lokalisten bu gurupta sayılabilir. SNS'lere yönelik araştırma tipleri ise üçe ayrılır:

1. Tekno- iyimser yaklaşımlar

2.Tekno-kötümser yaklaşımlar

3.Eleştirel, diyalektik yaklaşımlar.

Tekno-kötümser yaklaşıma dayalı araş­tırmalar, en çok SNS'lerin olumsuz yanları, tehlikeleri, riskleri, yarattığı sorunlar, özellikle gençler ve çocuklar üzerinde yol açtığı hastalıklar üzerinde durur (Acquisti, Gross, Duryer, Hiltz, Pazzerini...). Bu çalışmalarda mahremiyete çok az ilgi gösterilir. Bunlardan Duryer, Hiltz ve Passerini (2007) Facebook ve MyS­pace kullanıcılarına yönelik olarak yaptıkları niceliksel bir araş­tırmada, Facebook kullanıcılarının, kimlik bilgilerini açıklamak­tan daha çok hoşlandıklarını bulguladılar. MySpace kullanıcıları da ilişki yapılarını açıklamaktan daha çok hoşlanıyorlardı. Dur- yer'in açıklamasına göre çoğu sosyal netvvork sitesi, kullanıcıla­rının özel bilgilerini paylaşıma yönelik önerilerde bulundu ama katılımcıların çoğu kendi profillerinin görünmesini istemedi ve müşteri olmaya yanaşmadı. Frederic Stutzman ise (2006) çok sayıda öğrencinin, özellikle kişisel bilgilerini internette paylaş­tıklarını, bir araştırma ile bulguladı. Bazı araştırmalarda, kulla­nıcılar, potansiyel kurbanlar olarak nitelendirilir: Bireysel cina­yetlerin, cinsel sapıklıkların, akıl hastalarının, bilgi hırsızlarının ve bilgi dolandırıcılarının kurbanı. Sorun burada, bireysel so­rumluluğun ve bilginin olmayışında görülür.

Sosyal medya bil­giyi paylaşmaya teşvik eder ama çok tehlikeli bir mecradır da aynı zamanda. Profilde, özel hayatın ve fotoğrafların herkes tarafından görülebilmesi, riskleri artırır. Kurbanlaştırma söyle­minin bir sorunu, genç insanları tümüyle pasif, hasta ve sorum­suz görmesidir. Yani bu anlayışa göre yaşlı insanlar daha so­rumluluk sahibidir. Gençler ahlaki olarak yaşlılar gibi davran­malı, onların değerlerini sürdürmelidir. Teknolojinin ilerlemesi gözetim durumunu artırır ve bu da kullanıcıları rahatsız eder, eğlenmelerini önler, daha az iletişime geçmelerine neden olur. Bu kötümser bakış açısı, soruna çok yönlü yaklaşamaz.

YouTube, sosyal, amatör ve profesyonel deforme-etmenin (bozuma uğratma) ve eğlencenin kaynağı olarak önlenmiştir. Sosyal medyanın bu en büyük gösteri alanı olan YouTube ile ilgili olarak Lange'ın tespitleri dikkate değerdir (2008, 87-93): Bir filin farklı yerlerini, farklı farklı hayvanlara aitmiş gibi hisse­den kör bir insanın öyküsündeki gibi, bireylerin görme ve var olma nedenlerine göre değişmek üzere, çok farklı özellikte bir site olarak algılanabilir. Gerçekten YouTube'un kullanıcıları üzerine konuşması, çok sayıda anlam kaybına neden olma ris­kini taşır. Site, geçici eğlencelerin mekânı olduğu kadar, ondan çok daha fazla niteliklere de sahiptir. YouTube amatörlere açık olduğu gibi, ünlü markaların videolarını koyduğu, büyük bir gösteri mecrasıdır.

YouTube'da komik videolar, şok edici gö­rüntüler, ilginç ve değişik görüntü videoları yer alır. Birçok video, oyuncu ya da şarkıcısını burada ünlendirmiştir. YouTube yeni bir şöhret mecrasıdır. Zaman zaman insanlar, çok özel videolarını bile burada yayınlayabilmekte, bu da mahremiyet ve özel alan tartışmalarmı başlatmaktadır. Zaman zaman bazı insanlar başkalarının videolarını da izin almadan YouTube'a koymakta, bu ise rahatsızlık yaratıp sorunlara neden olmakta­dır. Çünkü herkes her an "görülür" olmaya, bir gösterinin par­çası olmaya kendini hazır hissetmeyebilir.

Bu durum, aile birey­leri, yakınlar, akrabalar ya da arkadaşlar için de geçerli olabilir. Aynı sorun sosyal medyanın diğer türlerinde de yaşanabilmek- tedir. YouTube'un ve sosyal medyanın bu teknik özelliği ve olanağı, kötü niyetli birilerinin bu mecrayı "teşhir" amaçlı kul­lanımına da alet olabilmektedir. YouTube'da ya da sosyal med­yada video yüklemek teknik bir altyapı bilgisini gerektirir. Bu bilgi genç kuşakta daha çoktur. Kamera kullanımı, bunu bilgisa­yara aktarma, o dosyayı sosyal sitelere yükleme vb. teknik bilgi. Sosyal medya her şeyden önce eğlence alanıdır. YouTube'daki bazı videolar o kadar eğlencelidir ki, sahiplerini çok ünlendirmiş ve hayatlarını değiştirmiştir. Dev bir eğlence dünyası söz konu­sudur. Çoğu video sahibi, ünlenmeyi amaçlamadıklarını, ama eğlenceli olmanın bunu getirdiğini açıklamıştır. İçlerinde ama­tör çok insan vardır.

Profesyonel yönetmenler kadar başarılı olmuşlardır. Ünlenen ya da ünlenmeyen birçok başarılı video "Sıradan" kullanıcı kavramının tartışılmasına neden olmuştur. Çünkü videolar hiç de sıradan değildir. Bazıları profesyonele yakındır. Ayrıca çok sayıda insan bu videolara saatlerini harcar. Sadece saatler değil, efor ve maddi güç de harcanır. Özel ek­ranlar, internet paketleri, kameralar alınır. Bu durum bir eko­nomi yaratır. Piknik toplantıları, masalar, yiyecekler, oynayan­lar, eğlenenler, aile bireyleri tümden YouTube'da görünebil- mektedir. Sosyal medya bu haliyle her şeyden önce görsel bir gösteri alanı olarak çalışmaktadır. Gerçekten de ucu bucağı belirsiz, esnek ve açık uçlu yeni bir gösteri alanı olarak sosyal medya ve özelinde de YouTube, Lady Gaga ve Park Jae Sang'ın Gangnam Style adlı şarkısında da görüldüğü üzere uluslararası üne sahip ve uzun süre gündemde kalan şöhretler yaratmıştır ve dünya genelinde bu videoları milyonlarca kişi izlemekte, bu süreçte oluşan dönüşüm Tayvan örneğinde olduğu gibi ülkele­rin kültür endüstrilerini tümden etkileyebilmektedir.

Kellner'ın yorumladığı gibi (2013, 1-6, 12) 2000 ABD seçim­lerinde internet, bir gösteri mecrası olarak büyük bir rol oyna­mış, hatta televizyonun bile önüne geçmiştir. Seçimde her iki büyük parti de, hem ana akım medyayı hem de interneti çok yoğun olarak kullanmış; e-mailler atmış, web siteleri açıp kam­panyalar düzenlemişler, fotoğrafları paylaşıp, videolar hazırla­yıp göndermişlerdir. Sürekli yeni gösteriler düzenleyip bunları kullanmışlar, bu gösteri materyalleri hem geleneksel medyada hem internette ve sosyal medyada sürekli dolaşmıştır. Özellikle NBC ve Fox networkünde basket ve eğlence şovları sürekli gündemde kalmış, 2000 seçimleri ABD tarihinin en pahalı se­çimine dönüşmüştür. Çünkü kampanyalara 3 milyar dolar har­canmıştır. Reklamlar, bir yazı tahtası olarak internet web sitele­ri ile, yalanlara, abartmalara, dikkatle bakıldığında görülen çarpıtmalara çok yakındır; bazı televizyon networkleri düzenli olarak reklam analizini yapmış ama sonuçlar oldukça çelişkili çıkmıştır.

Gösteri dili olarak, eğlence, komiklikler, hiciv, taşla­ma, yergi, konuşmaları çarpıtma, alaya alma ve her türlü yön­tem kullanılmıştır: Görsel, sesli, yazınsal, grafiksel her türlü yöntem. Bush'un başarılı talk showlari, görselleri, görüntüleri, tartışmaları, popüler gösterileri, internette ve medyada hafta­larca dolaşmış, yayınlanmıştır. Bush bu görüntülerde bazı tar­tışmalarda zorlandıkça sersemlemekte, saçmalamaktadır. İki karşıt aday, televizyonlarda sürekli gece tartışmaları yapmış ve bu gösteriler günlerce interneti ve sosyal medyayı kaplamıştır. Bu seçimde Al Gore, interneti adeta keşfeder. Bush'un geçmi­şindeki ya da o günkü skandalları, eksiklikleri, yeteneksizlikleri, güvenilmez ailesi, kolayca girilen internet sitelerinde bolca işlenmiş ana akım medya zengin bir madene benzeyen bu skandalları, konuları işlemekte başarısız kalmıştır.

İnternette, boş ya da saçma sohbetlerden zevk alan topluluklar bulunur. Bunlar, Shirky'nin sözünü ettiği üzere (2010,48- 51) ortalığın karışmasından ve gürültüden memnun olurlar. İnternette Flickr, YouTube ya da Wikipedia "ortak üretimce dayanır. Burada işbirliği de vardır. Ancak daha çapraşık bir şe­kilde. Katılım çok sayıdadır ve çok yönlüdür. Kimse katılım için bir karşılık ya da ödül almaz. Bu katılım olmasa, proje de yürü­mez. Enformasyonu paylaşmak ile ortak üretim arasında fark vardır. En önemli fark, ortak üretimde, bazı kolektif kararların olmasıdır. Örneğin Wikipedia'nın sayfalarını oluşturan süreç, karşılıklı yazışma, düzeltme ve en son tek sayfada anlaşmadır.
Ortak üretimin düzenli ve sürekli işlemesi, hayli zor bir süreçtir. Wikipedia'nın işleyişi böyledir. Bir dizi müzakere sonucu oluşur. Kolektif eylem üçüncü basamaktır: 1. Sohbet, paylaşım 2. Ortak üretim, işbirliği 3. Kolektif eylem. Kolektif eylem, grup çalışma­sının en zor türüdür. Belli bir çabayı ve her üyeyi bağlayacak şekilde bir edimi gerektirir. Sorumluluğun paylaşımını gerekti­rir. Enformasyonun paylaşımı, katılımcılar arasında paylaşıma dayalı bir farkındalık yaratır.

Ortak üretim, paylaşımlı yaratıma dayanır. Ancak kolektif eylem, kullanıcının bireysel kimliğini grubun kimliğine bağlayarak, paylaşımlı bir sorumluluk durumu yaratır. Örneğin lösemili çocuklar için yardım amaçlı yemek düzenlemek ortak bir üretim iken, kolektif eylem bir gruba, hükümete, harekete karşı olarak, aynı amacı paylaşan üyeler adına üstlenilen bir girişimdir. Kolektif eylemin düzenlenmesi, bilgi paylaşımından ya da ortak üretimden daha zordur. Bu nedenle sosyal medyada da kolektif eylem örnekleri azdır. Hiç kimse, sitenin sahibi News Corporation hariç, milyonlarca kişi ile konuşamaz. Bu durum Facebook, Live Journal ve Xanga gibi sosyal ağlar için de geçerlidir, bloglar için de. Çoğunun üyesi azdır.

Sosyal medyadaki "şöhret" olgusunda da Shirky'e göre (2010, 85) bir dengesizlik söz konusudur. Web'de etkileşimin hiç bir teknolojik sınırı yoktur; ama yine de güçlü bilişsel sınırlar vardır: Örneğin kim olursanız olun, sadece belli miktarda bloğu takip edebilir, sadece belli miktarda insanla e-posta alışverişi yapabilirsiniz. Web günlükleri, karşılıklı yazışmaya teknik olarak imkân sağlasa da, şöhret arttıkça ve ölçek büyüdükçe, karşılıklı yazışma imkânsız hale gelir. Teknolojik olanaklar gerçek bir etkileşim için yeterli ortamı sağlamayabilir. Şöhret, insani sınır­ları aşıyorsa, bu durum yaygın olarak yaşanır. Etkileşim için, blog sahibi yerine, başkalarının ya da ücretli elemanların yanıt yazması, sık rastlanan bir durumdur ama bunu herkes hazme­demez.

Eşitlikçilik, ancak küçük sosyal sistemlerde mümkün­dür. Bir kez ortam belli bir boyutu geçince, şöhret, zorunlu bir hareket olur. Blogların izleyicisinin artışı, etkileşimin yok olma­sına neden olur. 1 ya da 2 milyon okuyucusu olan bir blog yaza­rının, okuyuculara yanıt yazması neredeyse olanaksızdır. Yani "etkileşim" mümkün değildir. Ve kitlenin neredeyse tümü için imkânsızlaşır. Geri kalanla ise sadece ender ve önemsiz bir etkileşim yaşanır ve bu hemen her türlü medya için geçerlidir. Web günlükleri şöhretin tek yönlü aynasını ortadan kaldırmaz ve "etkileşimli TV" bir zıtlıktır. Çünkü televizyon ölçütünde bir kitleyi bir araya getirmek, pop star yarışmasındaki biri için, oy kullanmaktan daha etkileşimli olabilecek bir şeyi bozguna uğ­ratmaktır. Geleneksel medyanın ölümü ilan edilirken, web, bir nevi anti-tv olarak resmedildi. Televizyon tek yönlü, web çok yönlü idi. Tv pasif, web aktifti. Ancak artık biliyoruz ki, web, kitlesel medyanın sorunlarının panzehiri değildir. Çünkü bu sorunlardan bazıları insanidir ve teknolojik ayarlara uymaz. Blog dünyasında yetkili yoktur. Sadece kitleler vardır. Ama bir araya gelen dikkatlerin ağırlığı, geleneksel medyayla bağlantı- landırdığımız türden dengesizlikler yaratmaya devam eder.

İlgi çekici ve önemli bir noktayı Artz (2013, 22) şöyle açıkla­maktadır: Şirketlere ait olarak yayın yapan medya, kültür elitle- rinin karş.t-kültürel karakterini mutlulukla vurgulayıp sergiler.

Böylece kültürel çeşitliliğin gerçekleştiğini iddia eder. Matte- lart'ların vurguladığı gibi daha da önemlisi, reklamcılık ve eğ­lence, egemen orta sınıf yaşam tarzı olarak insanların bireysel potansiyellerini ve kendi sosyal koşullarını anlamaları için gere­ken zeminin altını oyar. Ayrıca insanın kolektif, demokratik, sosyal olabilirlikler konusundaki isteğinin dokusunu bireysel tüketime odaklarken, tarihe ve geleceğe ilişkin konuların otori­tesini sarsar ve gündelik hayatı öne çıkarır. Eğlencenin popüler modellerinin ve küresel medyada oluşturulan gündemin yayıl­ması için kitle kültürü kamusal söylemi bastırır, önünü kapatır. Özgür iletişim biçimleri ya da melez oluşumlar ise yaşanan bu ticarileşmeye karşı kültürel pratiklerin yayılması için çalışır ve gerçek bir yeni dünya düzeninin olasılıkları için kamusal söyle­mi tartışır.

Sosyal medya kullanımı ve kullanıcı kişiliğinin kesişme nok­taları üzerine yapılan bir araştırmada, sosyal medya alanı ola­rak vveb'in, giderek daha çok, kullanıcıların üretim ve yaratım alanına dönüştüğü, kullanıcının kişisel özelliklerinin öneminin arttığı, katılıma dayalı medyada bunun dikkate alınması gerek­tiği üzerinde durulmaktadır. Bu alandaki literatür, dışadönüklük, duygusal durgunluk ve deneyime açıklık gibi etkenler üze­rinde durmakta ve bunlar doğrudan kişinin sosyal medyayı kullanımı ile ilgili konuları oluşturmaktadır. Araştırmanın sonu­cuna göre dışadönüklük ve deneyime açıklık, sosyal medya kullanımını pozitif olarak etkilemekte, duygusal durgunluk ise negatif olarak etkilemektedir (Correa, Hinsley, Züniga, 2010, 247). Oysa bu araştırma eleştirel aklın tercih etme yeteneğini ve potansiyelini göz ardı etmektedir. Dışa dönük ya da deneyi­me açık çok sayıda insan da, yanlış bulduğu için sosyal medya­ya katılmayabilir. Ya da çok durgun ve içe kapalı insanlar, sosyal medyayı aktif olarak kullanabilir, kullanmaktadır. Bunun çev­remizde çok sayıda örneği vardır.

Burada sorun, bireyin, genel gidişatın peşine takılıp gitme ya da alternatif bir yaşam tarzı geliştirip geliştirmeme sorunudur. Kendi özel hayatını gösterilik bir seyir malzemesine dönüştürerek fotoğraf ve videolarla iz­lemeye açma eğilimi ya da başkalarının hayatlarını bir gösteri geçidi gibi izleme ve dikizleme eğilimi ağır bastıkça, çoğunluğun yaptığı şeyin dışında kalma duygusunun verdiği rahatsızlık art­tıkça sosyal medya kullanımı da artabilir. Ve bunların tersini hisseden ve düşünen bir birey için sosyal medyayı kullanmama eğilimi ağır basabilir.

YouTube, geleneksel medya tekelleri ile birlikte ortak pazar paylaşımları için birçok şekilde pazar arayışları içerisindedir. Ropert Murdoch'ın Fox televizyonu bunlardan birisidir. Üstelik YouTube, eğlence holdinglerinin serbest kopyalama alanındaki yasal düzenlemeleri ile sorun yaşasa da, yüksek derecede mer­kezileşmiş iş planı, sahiplik yapısı ve ürün markası anlamında gelirini paylaşan bir kurum değildir. YouTube'un bilgi yapısı, tasarımı, 'topluluk', 'yorum', 'cevap' retoriği üzerinden yürüse ve bilinse bile, esas olarak "gösteri" ve "kutlama" alanı olarak tasarlanmıştır. Guy Debord'un kastettiği anlamda daha çok söylemin yapıları üzerinde oynar ve şirket ve pazar politikaları üzerinde yükselir.

YouTube'un izleyici grupları, gerçek insani gruplar bile olabilirler ama onlar var olan rolleri, kederli, kendi destekçisi, parodi yazarı, üstat, bilgin, uzman ve hareketin ikin­cil aktörleri gibi gayet iyi oynarlar (Losh, 2008, 111). YouTu- be'daki insanlar bazen öylesine ünlenir ki, komşu ya da akraba­ların önüne geçerler. Çocuklar, sanatçılar, politikacılar, kadınlar hep YouTube'dadır. Sosyal medyada yayınlanan videoları pay­laşarak gelişen arkadaşlıklar, belli bir medyalaşma süreci yara­tır. Çünkü haberler geleneksel medyaya yansır. YouTube, ölüm, şiddet, ırkçılık, cinselliğe eğilim, vb. imgelerin de stereotip ola­rak sık kullanıldığı bir mecradır. "Nefret eden" (hater) olarak kullanılan kavram, bir videoya gereksiz sert eleştiriler yönelten kişi anlamına gelir. Bu, YouTube İçin "yerel" bir terimdir. You- Tube'da haterilar çok ünlenir ve sayıları bir hayli fazladır. Kulla­nıcılar bununla bağlantılı olarak ciddi tehditler almadıklarını vurgular. MySpace bu anlamda çok daha tehlikeli bir video paylaşım sitesidir çünkü onda cinsel içerikli çok sayıda video dolaşır ve paylaşılır (Lange, 2008, 93-95). MySpace daha çok eğlenceye dayalı ve ergenlere hitap eden bir sosyal medya ağı olup belli bir ihtiyacı karşılamadığı ve insanı tam olarak konum- landıramadığı için yerini Facebook'a kaptırmıştır.

Facebook insan egosunu merkeze alır. Onun ihtiyaçlarını karşılamayı vaad eder. Bu nedenle MySpace'in önüne geçmiştir. Facebook kullanıcıları sigara tiryakileri gibi, bırakmak isteyip de bıraka­mayan bağımlılara benzerler. Büyük markalar, şirketler, resmi kurumlar, okullar Facebook'u yoğun olarak kullanır. Yeni bir site kurulduğunda muhakkak Face bağlantısı aranır. Sosyal medya siteleri insan psikolojisinin önemli bir bileşeni olarak işlemektedir. Paylaşılanların beğenilmesi de yine ego ihtiyacını karşılamaya hizmet eder. İnsan neyi neyle yiyor, bak sahilde nasıl da zıplıyor, çok mutlu, nişanlandı, evlendi, bak çocuğu bile oldu, sevgilisiyle nerede buluştu, yeni arabası ne marka, dün hangi partide nasıl içti vb. konular Face'in asıl konularını oluş­turmakta ve bu tür mesajlar bitecek gibi de görünmemektedir (Şen, 2013).

Sosyal medyanın gösteri nitelikli dünyası ve görsel mater­yallerin teşhirine uygunluğu, insanların mahremiyet haklarına saldırma biçimine dönüşebilmekte ve bu nedenle gündelik yaşamda bazı sosyal patlamalar ve hukuki sorunlar yaşanabilmektedir. İsveç'in Göteborg kentinde Aralık 2012 tarihinde gerçekleştirilen protestonun konusu böyle bir sorundan kay­naklanmıştır. Protestocuların açıklamasına göre bazı öğrenciler birlikte öğrenim gördükleri arkadaşlarının fotoğraflarına Fa­cebook, Twitter ve Instagram gibi sitelerde ayrı bir sayfa halin­de yakışıksız ve "ahlaksız yakıştırmalar" yazıp yayınlamışlardır. Protestolar taşlı sopalı saldırılara dönüşmüş ve giderek büyü­müştür (Liseli kızlardan..., 2012). Bu tür sorunlar karşısında yasalar da yetersiz kalabilmektedir.

Tayvan'da fotoğrafın internette kullanımını Debord'un gös­teri toplumu kuramı bağlamında inceleyen bir araştırmada (Hsu, 2007, 596) medya doyumları ile sahneleme fenomeni birlikte ele alınmış, buradaki motivasyona da değinilmiştir. Hsu'ya göre, sahneleme fenomenini incelemede 'kullanımlar ve doyumlar' kuramı yetersiz kalmaktadır çünkü bazı online fotoğraf albümü kullanıcıları, gösteri-performans paradigması­nı haklı çıkaracak eğilimlere girmektedirler. Yani izleyici ve kul­lanıcı nitelik değiştirmiştir. Bu değişimler şöyle açıklanabilir:

1.Kullanıcılar, medya tüketimine (kullanımına) daha fazla zaman ayırmakta;

2.Bu tüketim, gündelik hayatın dokusuna giderek daha çok işlemekte;

3.Toplumlar bu iki sürecin iç içe geçişi ile daha gösterisel bir niteliğe bürünmektedir.

Ayrıca,

a. Sosyal dünyanın gösteriselliğinin artışı,

b. Bireylerin kendilik-algılarının narsistik bir boyut kazanması süreçleri yaşanmaktadır.

Biressi, bedensel travmanın gösteri malzemesi olarak kulla­nımında kadınsılığın yerine dikkat çeker (2004, 335). Buna göre günümüzde teşhir ve daha özel olarak da psikolojik ve beden­sel travmanın teşhiri, kültürümüzün temel özelliklerinden biri olmuş durumdadır. Televizyon talk showlarında, gözlemsel belgeselde, yaşam tarzı programcılığı ve gerçekçi televizyonun bütün özelliklerinin sergilenmesinde, meslekte ya da bireysel olarak çok acı çekmenin ve kişisel ızdırabın tüketimini görürüz. Kişisel travmayı gösteriye çevirme eğilimi, entelektüel beklenti­lerde ya çok azdır, ya da yoktur. Ancak geleneksel medya kül­türlerinde hayli yaygındır. Daha yeni formlarda görülen şekli ise toplumsal cinsiyet ayrımcılıklarından biri şeklinde işlemektedir. Bu bir sorundur çünkü en azından duygusal acı çekme durumu alışıldık ve yaygın olarak bir 'kadınsılık' durumu olarak sunulur. Acı çekme kadına atfedilen bir durumdur. Bu, kadınlar tarafından da böyle kabul edilir. Bedensel ya da psikolojik güvensizlik, incinebilirlik ya da zarar görme konusunda konuşmada hemfi­kir olma da kadınlara atfedilir. Ne zaman ki "erkeksi" zarar ya da travma söz konusu olur, onun medya kültüründe sunumu ve dolaşımı, oldukça farklı formlara ve anlamlara dönüşür.

22 Temmuz 2011 tarihinde Facebook'ta oluşturulan "Cey­lanlar Ölmesin: Kadına Şiddete Hayır" adlı grupla ilgili olarak yapılan bir araştırmada (Sağır, İnci, 2012) şiddetin algılanma­sında, yayılmasında ve yeniden üretiminde toplumsal teknoloji­lerin rolü sorgulanmıştır. Buna göre şiddet kolektif üretim bi­çimlerinde estetize edilmekte, bireysel anlamlandırma olanak­larının dışına çıkılmasına neden olmaktadır. 532 üyeli, 4007ü kadın, 132'si erkek olan bu grupta en çok (% 43,72) haber pay­laşımı olmuş, onu video ve köşe yazısı paylaşımı izlemiş, şiddet ve tecavüz haberlerine gösterilen tepkiler, yüzeysel ve çözüm­den uzak olarak kalmıştır.

Binark'a göre birey sosyal paylaşım sitelerinde kimliğini is­tediği şekilde konumlandırabilmekte, 'biz7 kavrayışı ve hayali içinde kimlik üretiminde giyinme biçiminden dil kullanımına, boş zaman etkinliklerinden popüler müzik tüketimine ve med­yayı kullanma biçimlerine uzanan farklı öğeleri bir araya getire­rek değişik seçimlerde bulunmaktadır. Bireyin sahip olduğu kültürel, simgesel ve ekonomik sermayesinden beslenen beğe­nileri ve yaşam tarzları, aidiyet tasarımının kurulmasında rol oynar (2005,118).

Toprak, Yıldırım vd.7e göre (2009, 106-115 ve 156-161) in­ternetteki iletişim ortamı melez bir nitelik taşır. Katılımcılar kimlik kurgulama yoluyla sürekli rol yapar ya da başka bir de­yişle "performans" yapar. Goffman performansı "belli bir du­rumda belli bir katılımcının diğer katılımcılardan herhangi birini etkilemeye yönelik tüm etkinlikleri" olarak açıklamakta ayrıca vitrin kavramı üzerinde de durmakta ve vitrin'i, "ifadenin do­nanımı" olarak açıklamaktadır. Goffman performansta benliğin sunum amacının olumlu izlenim bırakmak olduğunu belirtir ve bu amacın sürekli varlığının önemine dikkat çeker. Yani sahne­lenen benlik, "genellikle güvenilir" olumlu bir imaj bırakmayı amaçlamaktadır.

Çöpçatan siteleri performansa iyi bir örnektir: Bu sitelerde görünüş, cinsiyet, yaş, yer ve meslek, boy, ırk, duruş, yüz ve beden ifadeleri sergilenmektedir. Bu sitelerde, kullanıcılar "gerçeği birazcık çarpıtır". Sosyal medya görsele dayalı verilerin malzemelerin daha çok kullanıldığı ortamlar olarak kullanıcılara ait doğum günleri, cinsiyetler, yaş, eğitim durumları vb. kişisel bilgileri, memleketleri, sevgilileri, medeni durumları, aile bireyleri, arkadaşları, ilgileri, alışkanlıkları vb. her türlü sorunun sorulabildiği, kullanıcıların da yanıtlayabildiği ortamlardır. Bu ortamlara uygun olarak denebilir ki, "Yeni ileti­şim biçimi, görmek ve göstermek, gözetlemek ve gözetlenmek­tir". Bu nedenle sosyal medyada en çok paylaşılan bilgi ve veri türü fotoğraf ve videodur. Facebook, görmek ve görünmek üzerinden işlemektedir. Gündelik yaşamın her tür görüntüsü, ağ'a yüklenmektedir. Amaç bunların görünür olmasıdır. Sosyal medya kullanıcılarına sürekli toplumsal sermayelerini sisteme aktarmaları için çağrıda bulunur. Sosyal medya toplumsal ser­mayeyi genişletmek ister. Yani tanıdıkların, ilişkilerin, isimlerin sürekli sisteme aktarılması (Toprak, Yıldırım vd., 2009,106-115 ve 156-161).

Sosyal medya konusunda yapılan bir araştırma (Zeybek, 2012, 287) kişilerin sosyal medyayı kullanım amaçlarının sıra­sıyla, arkadaşlarla iletişim kurmak, tanıdıklarından haberdar olmak, zaman geçirmek, eğlenmek, oyun oynamak, yeni arka­daşlar edinmek, evlenmek amacıyla biriyle tanışmak ve cinsel ilişki kurmak amacıyla biriyle tanışmak şeklinde olduğunu orta­ya koymaktadır. McGiboney (2009) Tvvitter'ın popülaritesi ve önemi arttıkça tüketici ve kurumsal dünyada da büyümesinin devam ettiğini, ancak arkadaşlık ilişkilerinde gerçek zamanlı iletişim için bir ortam işlevi gördüğünü, gerçekte ise marka pazarlamanın önemli bir bileşeni haline geldiğini belirtmekte­dir.

Buna göre işletmeler Twitter'da 3 farklı şekilde bulunabil­mektedirler:

1.Tanıtım: Twitter işletmelere ana sayfada "iş­letmeler" linkiyle "temelleri öğrenin", "aktivitenizi etkin kılın" ve "reklam vermeye başlayın" önerilerinde bulunur.

2.Kullanıcı ile işletmeler arasında konuşmalar yapılmasını sağlamak için.

3.Kullanıcıların markalar ile ilgili yaşadıkları deneyimleri anlattık­ları bir ortam olarak.

Kullanıcı tweetleri işletmeler için metin- veri işlevi görür. Yani oldukça önemlidir işletmeler için. Twitter, dinamik, açık, güncel ve enformasyoneldir. İşletmeler için geri­bildirimler taşır. Bu geribildirimler stratejilerin, planların, proje­lerin geliştirilmesine, verimlilik artışına olanak sağlar. Twitter'in herkese açıklığı, işletmeler için bir sınav ortamı da oluşturur. İşletme ya da kurum itibarı açısından kritiktir. Bu nedenle takip ve analiz ihtiyacı doğar (Çiğdem, 2012,113). Son yılların en çok kullanılan sosyal medyası olan Twitter, bu özelliklerinin yanı sıra ve onlarla birlikte, büyük bir gösteri aracına da dönüşmüş­tür. Kendini tanıtmak, açıklamak, kanıtlamak ya da göstermek istemenin en kolay karşılık bulduğu alandır Twitter. Ve bu ha­liyle, Debord'un tanımını yapmış olduğu "yoğun ve yaygın gös­terenin gelmiş bulunduğu son aşamalardan biridir.

Bu süreçte egemen olan kültür endüstrileri, sadece öyküleri hiper-bireyciliğe dönüştürmekle kalmamakta, onları aynı za­manda ıvır zıvır, ünlü, kendini abartan ürünler olarak tutup elde etmektedir. Haz, pazarlanabilir bir amaca dönüşmüştür ama o hep bizim ulaşabileceğimizden uzaktır. Hep başka ve yeni müşterilere gereksinim duyar. Ve üstelik buradaki haz elbette mutluluk, tatmin ve doyum getirmez (Artz, 2003, 22). Getirmediği için aynı şekilde sürer gider. Bir arayışa dönüşür. Hiç ulaşılamayan bir arayış. Anlamını gösterilerde arayan ve hiç bitmeyen bir süreç.

Yazan:Doç.Dr.Mukadder Çakır

Kaynak:Sosyal Medya Araştırmaları 1,Çizgi Yayınları,(2013)syf:45-60

Editörler:Doç.Dr.Ali Büyükaslan - Yrd.Doç.Dr.Ali Murat Kınık
Devamını Oku »

Toplumsal Dönüşüm Bağlamında Sosyal Medya..





Toplumsal Dönüşüm Bağlamında Sosyal Medya ve Değişen Aile Kavramı

Giriş

Sanayi devrimiyle birlikte kadının çalışma hayatına girmesi toplumsal yapının değişiminde etken olmuş­tur. Önceleri ev işlerinden sorumlu olan kadın, kapitalizmin etkisiyle modern toplumda çalışma hayatına çekilmiştir. Toplum ve aile içinde kadına yüklenen roller kimi zaman medyadan topluma, kimi zamansa toplumdan medyaya yansımaktadır. Bu araçların bireyi toplumsallaştır­ma işlevi, erkeklerin ve kadınların toplumdaki rollerine ilişkin ipuçları vermektedir. Kadının toplumdaki yeri bu araçlarda belli kalıplar ve normlar halinde gelenekselleşmiş bir yapıya bürünmektedir (Terkan, 1999).

Sanayi öncesi ve sanayileşme sonrası toplum sıklıkla kıyaslanmaktadır. Ancak kitle iletişim araçları ve bu araçlardaki gelişmelerin toplum üzerindeki etkisinin giderek arttığı ise herkes tarafından kabul edilen bir gerçektir. Özellikle uydu teknolojileri üç başlayan yayıncılığının sınır ötesine taşınmasıyla birlikte bu etki gün geçtikçe artmış ve yeni medya olarak adlandırılan interne­tin icadıyla birlikte had safhaya ulaşmıştır.

İcadından kısa bir süre sonra internetin toplumu nasıl şekil­lendirdiği veya bireyler üzerindeki etkinliği birçok araştırmacı tarafından sorgulanmaya başlamıştır. Araştırmacılar sıklıkla iletişim çağı olarak nitelendirdikleri çağımızda toplumun aslın­da ne kadar iletişimsiz olduğunun altını çizmektedirler. Bunu yaparken de; bireyin artık diyalektiğin karşısındaki kişiyi yani "öteki"ni yok etmeye başladığını belirtmektedirler.

Bu duru­mun günümüzde diyalogları monologlara dönüştürdüğünü de ifade etmektedirler. Örneğin Baudrillard bu diyalektik karşıtın yok edilmesini durumunu; "eğer bilişim gerçekliğe karşı işlenen kusursuz cinayete sahne oluyorsa, iletişim de ötekiliğe karşı işlenen kusursuz cinayete sahne olmaktadır" diye nitelendir­mektedir (Baudrillard, 2006, s. 136). Diyalektikte artık öteki kavramının olmadığını, sanal dünyanın ötekini artık yok ettiğini savunan Baudrillard, bunun da toplumun her aşamasında ken­disini hissettirdiğini / hissettireceğini savunmuştur.

Kuşkusuz sunduğu olanaklar düşünüldüğünde internet ve kitle iletişim araçlarının faydaları saymakla bitmese de; aile içi iletişimin bozulmasında hatta kişiler arası ilişkilerin sıradanlaşmasında çok etkin olduğu yadsınamayacak bir gerçektir. Önce­leri sadece büyük çalışma laboratuvarlarında özel izinlerle kul­lanılan bilgisayarların küçülerek ailedeki her bireyin sahip oldu­ğu bir araç olması ve bu aracın da internete erişime imkân sağ­laması "mahrem" kavramının tanımını geliştirmiş ve özel ya­şam algısını değiştirmiştir.

Hem sanayi ile birlikte çalışan ebe­veynlerin gelirlerinin artması hem de kitle iletişim araçlarının her kişiye ayrı bir olanak sunması ailede bile iletişim eksikliği yaratmaya başlamış, toplumsal suçlar kadar ilişkiler de sanal dünyaya taşınmıştır. Bu gerçek; araştırmalara, kitaplara hatta filmlere ( You've got mail - 1999) bile konu olmaktadır. Bütün bu çalışmaların ortak noktası da toplumun hatta ilişkilerin inşa­sında kitle iletişim araçlarının baskınlığını gözler önüne sermek­tedir. Bu bağlamda yapılacak olan çalışmada sanal dünyanın, sanal kimliklerin hatta sanal medyanın yeni toplumsal düzenin inşasında ve gelişiminde etkisi tartışılmıştır. Verilerin toplan­ması ve değerlendirilmesi ise bilimsel gözlemi esas alan litera­tür tarama yöntemi ile gerçekleştirilmiştir.

Sosyal Bir Olgu Olarak Aile ve Değişen Yapısı

Her bireyin şüphe etmeksizin katıldığı toplumun en küçük birimi ailedir (Bulut, 1993, s. 1). Evlilikle kurulan aile, insanlığın var olduğu günden bugüne kadar, üye sayısının büyüklüğü, aileyi oluşturan evlilik türleri veya ailedeki karar veren cinsiye­te göre çeşitli şekillerde incelenmiştir. Bunun dışında aile ku­rumu; iç dinamikleri veya içinde paylaşılan roller bakımından çeşitli değişimlere uğramıştır. Ancak aile kurumundaki en kes­kin değişim kuşkusuz sanayi devrimi sonrası, büyük geniş aile­lerin yerini çekirdek ailelerin almasıyla yaşanmıştır (Günay,2002, s. 18).

Birçok düşünüre göre de, sanayileşmenin artmasıyla birlikte aile yapılarının çekirdek yapıya dönüşmesi ve kadının da işgücü olarak çalışma hayatına girmesi ile birlikte, toplumun en küçük parçası olarak adlandırılan aile kurumu zarar görmüştür. Ço­cukluk yaşlarından itibaren aile içinde büyümeyen bireyler, ilerleyen dönemlerde toplumsal faaliyetlerden, gelenek - gö­reneklerden uzaklaşmaktadırlar. Sanayileşme ile birlikte her­hangi bir maddeye aşırı tapınma olarak nitelendirilen parasal ilişkilerin yüceltilmesi; insan ilişkilerini çıkara dayalı, nesneler arası ilişkiye dönüştürmüş, dolayısıyla insanı "İnsanî" değerlere yabancılaştırmıştır.

Sanayi toplumu olarak nitelendirdiğimiz toplumsal yapıda özellikle kitle iletişim araçlarının yerleşik bir hal alması ile birlik­te, insan davranışları, tutumları kanaatleri, düşünceleri ve ey­lemleri de bir standartlaşma içerisine girmiştir. Sanayi toplumlarında bireyler; topluma ve siyasete etkin olarak katılan bir kamu toplumu değil, aksine kitle iletişim araçları vasıtasıyla yönlendirilen ve güdülen kitle toplumu biçiminde dönüşmüş­lerdir. İnsanlar kitle toplumunda yabancılaşmaktadır. 21. yüzyı­la doğru, iletişim araçlarının gelişmesi ve etkinliğiyle, dünya bağlamında ekonomik, sosyal ve siyasal küreselleşmenin ya­nında, özellikle etkisi daha yoğun olarak görülen kültürel küre­selleşme yaşanmaktadır.

Önceleri aile bireylerinin her birisinin gelecek için işgücü olarak değerlendirildiği ve neredeyse her ailenin kendi işinin patronu olduğu deyim yerindeyse KOBİ'lerin yerini, küçük hat­ta çekirdek aileler almıştır. Hem kadın hem de erkek bu sis­temde değişen modern yaşamın gereği doğrultusunda çalışma­ya başlamış, ortak bir payın paydası durumuna gelmişlerdir. Bu paylaşımda geleneksel aile yapısında alışılmış bir tabu olan, "ev işlerinden sorumlu olan kadındır" imgesi yıkılmıştır. Erkek de ev işlerinde kadına yardım etmeye başlamıştır. Hatta erkekle öz­deşleşen alış - veriş yapma hatta alış - veriş yapma ile ilgili kararların alınması durumu da kadın lehine değişmiştir. Ortak üreten, ortak kazanan bireyler olan ailenin üyeleri harcama konusunda da ortak hareket eder duruma gelmişlerdir (Suğur & Suğur, 2005, s. 23).

Modernleşme ile birlikte toplum, köylerden kentlere gelmiş ve burada sanayi kollarında çalışmaya başlamıştır (Suğur & Suğur, 2005, s. 22). Bu çalışma sürecinde sadece erkek değil kadın da aktif olarak rol almaktadır. Özellikle savaşlar sonrasında azalan erkek nüfusunun yerine ikame güç olarak da ça­lışma yaşantısına girmek zorunda kalan kadının 1988 yılında %88 olan tüm çalışan nüfus içerisindeki oranının, 2001 yılına gelindiğinde %48'e gerilediği görülmüştür.

Bu oranın gerileme­sinde sigortasız olarak gündelikçilik yapan, çocuk, hasta veya yaşlılara bakıcılık yapan veya takıcılar için takı, mağazalar için örgü veya el işi yapan vb. kadınların olmadığı da bilinmektedir. Ancak bunlara rağmen rakam bize Türkiye'de yaşayan kadınla­rın neredeyse yarısının çalışma yaşantısında olduğunu, yani her iki aileden birisinde hem kadının hem de erkeğin çalıştığını varsayma olanağı sağlamaktadır (Ankara İş ve Meslek Sahibi Kadınlar Derneği, 2010, s. 5).

Sanayileşme sonrasında, hızla değişmeye başlayan aile yapı­ları incelendiğinde, bu değişimin tarıma dayalı köy ekonomile­rinde istedikleri kazancı elde edemeyen bireylerin şehirleri tercih etmesi ile göç durumunun ortaya çıkışına ve bunula bir­likte gece kondu yaşantısına, bazı yerlerde ise günümüzde hala devam eden ve adına "varoş kültürü" denilen kültürün ortaya çıkmasına sebebiyet verdiği görülmektedir (Görentaş, 2007). Varoş kültürü olarak nitelendirilen bu bölgelerde geniş aileden çekirdek aileye dönüşüm tamamlanamamıştır (Sökmensüer, 2008).
Ancak her ne şekilde olursa olsun yoğun iş temposuyla yo­rulan bireyler çalışma saatleri dışında evlerinin kapılarını sıkıca kapatarak dış dünyayla ilişkilerini medya ve internet üzerinden kurmaya başlamışlardır.

Mesai saatlerinde boş evler olarak duran apartman binaları genel Osmanlı mimarisinin iki katlı ve bahçeli yapısının aksine, en az dört kat ve her katında ortalama iki ailenin yaşadığı, sokak ile birinci kat üzerindeki mesafenin arttığı binalara dönüşmüştür. Bu apartman binalarında hapis olan çocuklar yalnız çocuklar olarak bir şekilde büyümeye de­vam etmekte ve toplumla yabancılaşmaktadır (Özamaç, 2010,s. 22). Bireyin sosyalleşmesinde ailenin etkisinin önemi yadsı­namaz. Çünkü bireyin toplumla olan bağlarının temelinin atıl­dığı ortam aile kurumudur.

Birey öncelikle davranışları ve sos­yalleşmeyi ailede öğrenerek daha sonra bu öğretileri çevresini geliştirmek / düzenlemek amacıyla kullanmaktadır. Ailede ya­şanan sorunların bireyin gelecek yaşamında etkili olduğu da bilinen bir gerçektir. Ancak bireyin yaşadığı toplumla yabancı­laşması sadece aile içi ilişkiler veya kitle iletişim araçlarıyla açıklanamayacak kadar önemli bir olgudur. Bireyin yabancılaş­masındaki diğer etken de bireylerin gelir durumudur. Gelir seviyesinin düşük olduğu ailelerde bireyler artık her şeyin mali­yet analizini yapmaya başlamışlar ve düşük gelirleri nedeniyle ev eğlencelerine yönelmiş veya arkadaşları ve akrabalarıyla internet üzerinden görüşmeye başlamışlardır.

SOSYAL MEDYA VE SOSYAL AĞLAR

Sosyal medya teriminin ortaya çıkışı internetin kullanıma açılması kadar eskidir. 19701i yıllarda geliştirilen MUD yani Multi - User Dungeon (Çoklu Katılımcılı Zindan), Multi-User Dimenson (Çok Katılımcılı Boyut) veya Multi User Domain (Çok Katılımcılı Alan) olarak adlandırılmaktaydı (Edosomwan, Praka- san, Kouame, Watson, & Seymour, 2011, s. 80-81). Bu uygula­ma, 1978 yılında BBS'nin 1 (Bulletin Board Sytem) kullanıma açılmasıyla birlikte aktif olarak kullanılmaya başlamıştır. Bu sistem, Web 1.0 arayüzünü kullandığı için bu arayüzdeki sitele­rin içerikleri genel olarak yazılardan ibaretti, ancak Web 2.01n kullanıma açılmasıyla birlikte sitelerin içerikleri yazılar kadar görsellik de taşıyabilir duruma gelmiştir. Daha sonraki bir ge­lişme olan Web 3.0 uygulamasıyla birlikte de taşınabilir araçlar

Bilgisayar kullanıcılarının, modem ve telefon hattıyla internete erişerek, mesaj alışverişinde bulundukları sisteme verilen isimdir (Ayrıntılı bilgi için Bkz.https://en.wikipedia.org/wiki/Bulletin__board_system).için yeni bir arayüz kullanılmaya başlanmıştır (http://nonprofitorgs. wordpress.com, 20io). Bu gelişmeler ile birlikte sosyal medya gü­nün her anında bireylerin kullanabildiği bir araç haline dönüş­müştür.

Sosyal ağların ortaya çıkışı ise 1997 yılında kurulan SixDeg- ress sitesi ile olmuştur. Bu siteyi sırasıyla 1990 yıllarda faaliyet­lerini sürdüren, BlackPlanet, AsianAvenue ve MoveOn takıp etmiştir (Edosomwan, Prakasan, Kouame, Watson, & Seymour, 2011, s. 81). 2000 yılıyla birlikte sosyal ağlar yükselişe geçmiş­tir. Özellikle fotoğraf paylaşım siteleri ve blog sitelerinin çıkışıy­la birlikte sosyal ağların yükselişi hızlanmıştır. Ancak 2004 yılın­da kurulan Facebook Harvard ve 2005 yılında kurulan YouTube gibi sitelerle birlikte sosyal ağlar artık yaşamın bir parçası hali­ne dönüşmüştür. Özellikle 2007 yılında Facebook sitesinin üye alimim genişletmesiyle birlikte gördüğü ilgi benzerlerini de ortaya çıkartmıştır. Linkedin, Twitter, Google+ vb. sosyal ağlar ortaya çıkmış ve bireyler düşüncelerini her an tanıdıkları / ta­nımadıkları kişilerle paylaşabilir, başkalarının düşünceleri hak­kında yorum yapabilir duruma gelmişlerdir.

Aslında iç içe geçen sosyal medya ve sosyal ağların ayrıştık­ları noktalardan birisi de işte burası olmuştur. Sosyal medya ve sosyal ağ arasındaki farkları beş grupta toplayan Hartshon, birinci olarak sosyal medyanın bilginin geniş bir kitleye dağıtıl­ma yolu olduğunu ve bunun da herkes tarafından kullanılabile­cek bir yol olduğunu ifade etmiştir. Sosyal ağda ise bunun sa­dece ortak düşünceler veya aralarında ortak bir bağ olan kişiler / gruplar tarafından yapılan bir faaliyet olduğunu tanımlamak­tadır. İkinci fark olarak sosyal medyanın gazete, radyo, televiz­yon vb. gibi bir iletişim kanalına benzediğinin altını çizmektedir.

Mesaj ve bilgi basit bir yolla diğer bireylere yayılmakta ve bireylerin tepkisi genel olarak bilinmemektedir. Sosyal ağlarda ise iletişim iki şekilde meydana gelmektedir. Bunlardan birincisi herhangi bir başlığa / konuya bağlı olarak yapılan yorumlar, değerlendirmeler ve paylaşımlarken, diğeri ise bireylerin ilişki­lerini sürdürmek amacıyla yaptıkları iletişim şeklidir. Üçüncü bir fark olarak Return On Investment yani yatırım kârlılığı gelmek­tedir. Hartson, sosyal medyada açıklanmasının biraz şüpheli olduğunu yani sosyal medyada bir markanın, ürünün veya ser­visin rakamsal bir değerinin verilmesinin, bununla ilgili konuş­maların yapılmasının ve takip edilmesinin, sosyal ağlara göre daha zor yapıldığının altını çizmektedir.

Dördüncü olarak za­man uygunluğunu göstermektedir. Sosyal medyada bireylerin çalışma ve sitelerini geliştirme / takip etme sürelerinin fazla olmasının ayrıca geliştirim süreçlerinin fazla olmasının sınırsız bir maratona benzediğini ifade ederken, sosyal ağlarda kişi ve karşısındakinin iletişime geçmesinin daha kolay olduğunu, ileti­şimin daha faydalı bir süreç geliştirdiğini ifade etmektedir. Son olarak ise halkla ilişikler çalışmaları bakımından takip kolaylığı ve bu sürecin başarısını değerlendirdiği süreçte sosyal ağların, sosyal medyadan daha üstün bir halkla ilişkiler çalışmasına olanak sağladığını belirmektedir (Hartshon, 2010). Tüm bu ifadeler üzerinden de anlaşılacağı gibi her ne kadar terimsel olarak bir karışıklık olsa da sosyal medya bir sosyal ağ değildir.

SOSYAL AĞLARIN TOPLUMSAL OLAYLARA ETKİSİ

Kitle iletişim araçlarındaki iletilerin bireyleri nasıl etkilediği sorusu her zaman ilgi çeken bir araştırma konusu olmuştur. Radyo, televizyon veya basılı kitle iletişim araçlarındaki geri beslemenin gecikmesi veya bireylerin herhangi bir konuda fikirlerini beyan ederlerken yaşadıkları sıkıntıların sosyal medya ve sosyal ağlar ile daha düşük seviyelere inmesi, bireylerin bu araçları kullanmalarında etken olmuştur.

Özellikle Facebook, Twitter gibi sitelerin büyük kitleler tara­fından kullanılmaya başlamasıyla birlikte sosyal ağlar sosyal olaylıda da etkili olmaya başlamıştır. Bireyin herhangi bir ko­nuda fikirlerini rahatlıkla açıklayabilmesi, ek bir ücret ödemek­sizin tanıdığı kişiler hakkında bilgi toplayabilmesi veya diğer bireylerin düşüncelerini öğrenebilmesi nedeniyle sosyal ağlar katılım kültürü adı verilen bir kültür türüyle özdeşleşmektedir. (http://www.dinkulturudefteri.com, 2013). Katılım kültüründe birey çevresinde / toplumdaki her olay hakkında fikir sahibi olup kendi fikirlerini açıklayabilmekte ve fikirleri hakkında diğer insanların neler düşündüğünü öğrenebilmektedir.

Ancak sosyal ağlar sadece kişilerin düşünceleri veya diğerle­ri hakkında bilgi toplamaktan öteye geçerek ülkelerin siyasetle­ri, toplumsal olayların başlaması gibi konularda da etkisini his­settirmektedir. 2001 yılında Filipinler'de patlak veren yolsuzluk olaylarından sonra bireylerin hem sosyal medya, hem de sosyal ağlar üzerinden artan tepkilerinden sonra ülkenin 13. Cumhur­başkanı Joseph Estrada, senatoya rağmen istifa etmek zorunda kalmıştır (Kuzuloğlu, 2013).

2008 yılında Mumbai'ye yapılan terör saldırısına en büyük tepki olayın yakınlarında olan görgü tanıklarından gelmiştir. Özellikle Flickr ve Twitter siteleri üzerinden her beş saniyede bir, patlama yerine ait fotoğrafları veya yorumlarını paylaşan kullanıcılar bölgenin ihtiyacı olan konularla ilgili en fazla bilgiyi sunmuşlardır (Beaumont, 2008).

2009 yılındaki İran seçimlerinde sandıktan ikinci kez Ahme- dinecad'ın çıkması, reformcular tarafından büyük bir hayal kırıklığı olarak adlandırıldı. Rejime karşı güveni olmayan halk seçime karşı ayaklanarak Musavi'nin kazandığını, seçimlerin iptal edilmesi gerektiğini savunmuştu. Ancak ayaklanmalar sonrasında 27 yaşındaki yüksek lisans öğrencisi Nida Sultanin rejime bağlı milisler tarafından öldürülmesi sosyal ağlarda bir­çok insanın olaya tepki göstermesine neden olmuştur. Müsavi ile reformcu liderlerden Kerrubi'nin başını çektiği reformcu gruplar, sosyal ağlar aracılığıyla İran'daki halkı direnişe geçme­ye çağırıyor, bunu yapabilmek içinde sosyal ağlara el kamerala­rı veya cep telefonlarıyla çektikleri görüntüleri yüklüyorlardı. Bu çaba kısa sürede etkisini göstererek, sosyal ağlar aracılığıyla ilk kez halkın sokaklara dökülerek tepkisini gösterdiği olay ola­rak kaydedilmiştir (Dağlı, 13).

Yine 2009 yılında Moldova'da 7 Nisan'da yapılan seçimin sonuçlarını protesto etmek için Moldova'nın en büyük şehirle­rinden birisi olan Chişinâu'nın Stefan cel Mare Boulevard'ında gazeteci Natalia Morar ile birlikte sivil itaatsizlik eylemi başla­mıştır. Yaklaşık 3000 kişinin katıldığı eylemde 278 kişi yaralan­mış ve eyleme en büyük destek Twitter sitesi üzerinden veril­miştir (en.wikipedia.org, 2013).

Sosyal ağlar her geçen gün etkisini arttırmakta, bu da yaşa­nılan olaylarda kendisini göstermektedir. Sosyal ağların etkisi­nin görüldüğü en büyük olaylardan birisi de 2010 yılındaki Arap Baharı'dır. Arap Yarımadasında başlayan ve Arap halklarının demokrasi, özgürlük, insan hakları taleplerinden ortaya çıkan eylem kısa sürede bölgesel, toplumsal siyasi bir eyleme dö­nüşmüştür. Bireylerin sadece sosyal ağlar ile organize olduğu­nu söylenmenin yersiz olduğu bir gerçekken, özellikle Arap Baharı gibi bir eylemde sosyal ağların etkisinin ne kadar büyük olduğu yadsınamaz bir gerçek olduğu araştırmacılar tarafından kabul edilmektedir (Yüksel, 2013).

Sosyal ağların etkisinin derin bir şekilde hissedildiği diğer bir olay ise 17 Eylül 2011 yılında New York'ta Kanadalı gösterici grup Adbusters tarafından başlatılan Occupy The Wall Street (Wall Street'i İşgal Et) eylemidir. Sosyal eşitsizliği ve şirketlerin Amerikan yönetimindeki etkisini protesto etmek amacıyla baş­latıldığı söylenen eylem yaklaşık iki ay sürmüştür. Sosyal ağlar aracılığıyla başlatılan ve sürdürülen eylemde zaman zaman sosyal ağlar aracılığıyla direnişçilere yardım / destek mesajları yayınlamıştır.

Sosyal ağlar sadece siyasal olaylarla değil, aynı zamanda do­ğal afet dönemlerinde toplumun yaralarının sarılmasında da önemli bir güç durumundadır. Özellikle Haiti depremi, Japonya Depremi ve Van Depremi sonrasında yaşananlar bunun en güzel örneklerindendir. "Sosyal medya son yıllarda yaşanan afetlerde, afet olduğu anda ortaya çıkan kargaşanın ve ihtiyaç­ların belirlenmesinde en önemli cankurtaran olarak görülmeye başlanmıştır" (Yates ve Paquette, 2011 Aktaran (Sarı & Aksu, 2012, s. 41).

Sosyal Medyanın Aile İçi İletişime Etkisi

Teknolojik gelişmeler doğrultusunda etkilerini gün be gün arttıran kitle iletişim araçları bireylerin merkezi durumuna gelmiştir. Bu merkezileşme kitle iletişim araçlarının içeriklerinin zenginleşmesi ve alım gücünün artmasıyla birlikte ilk dönüşü­münü evin her odasına konulan televizyon ile göstermiştir. Böylelikle ailelerin evlerinde geçirdikleri zamanlar genellikle televizyon karşısında geçer olmuştur (Albukrek, 2013).

Televizyonun aileye olan etkisi uzun süre araştırılmış ve bu araştırmalar sonucunda aile içi şiddeti ve çocuğun ileri dönem­de şiddete yönelmesi gibi davranışları da etkilediği belirlenmiş­tir. Aynı zamanda televizyonun aile içi iletişimi azalttığı ve baş­ta çocuklar olmak üzere tüm aile içi iletişimi etkileyen bir araç olduğu da sık sık ifade edilmiştir (Batmaz & Aksoy, 1995, s. 2). Araştırmalarda televizyonun sadece aile içi iletişimi değil direkt olarak aileyi etkilediğini saptayan sonuçlara da ulaşılmıştır. Bu çalışmalardan bir tanesi TÜİK tarafından yapılmıştır. TÜİK'in yaptığı araştırmada artan boşanmaların sebeplerinden bir ta­nesinin bireylerin televizyon dizlerinde gördükleri gibi yaşamı istemeleri ve bunu elde edemedikleri zaman da boşanma yolu- na gitmeleri olduğu sonucuna ulaşılmıştır (www.memurlar.net, 2010).

Aile ve aile içi ilişkilerde etkili olan bir diğer kitle iletişim aracı da kuşkusuz internettir. İnternet günümüzde bilgilenme işlem yürütme, haberleşme, eğitim ve sosyalleşme fonksiyonla­rıyla bireylerin yaşantısının ayrılmaz bir parçası olmuştur. An­cak bu olumlu özelliklerinin tersine internetin kişiler üzerinde yarattığı bağımlılık duygusu ve yarattığı dijital dünyanın içine bireyi hapis etmesi beraberinde birçok olumsuz etkiyi de ya­nında taşımaktadır. Özellikle internetin yarattığı sanal dünya­nın bireyin sosyal, toplumsal ve aile içi iletişimine olan olumsuz yansıması yaşanılan sorunların kaynağı olarak adlandırılmakta­dır. Burada internet içeriklerinin özellikle de sosyal ağların ba­ğımlılık yapıcı etkisi olduğu belirtilmektedir.

Son dönem araştırmalarda sanal ortamların bireylerin sos­yalleşmesinde etkili olduğu belirtilmekte ancak bu sosyalleş­menin gerçek bir sosyalleşmeden öte sanal bir sosyalleşme olduğunun altı çizilmektedir. Türkiye'de akademik anlamda, "bireylerin neden sosyal paylaşım ağlarına üye oldukları" ve buna bağlı olarak "demografik özellikleri ve sosyal paylaşım ağları seçimleri", "sosyal paylaşım ağlarında en çok hangi bö­lümlerin özelliklerini kullandıkları" gibi soruları inceleyen aka­demik çalışmalar, yeni yeni yapılmaya başlanmıştır. Toplumun her kesiminden bireylerin rahatlıkla katılabildiği, görüşlerini yazabildiği sosyal ağlar; erişim kolaylıkları ve bireylerin kişilera- rası ilişkilerini yönlendirmede etkinlikleri kadar aile ilişkilerinde de belirleyici olmaktadırlar.

Bir iletişim aracı olan internetin, bağımlık yaratması nede­niyle aileleri iletişimsizliğe iten bir araca dönüştüğü araştırma­cılar tarafından sıklıkla belirtilmiştir. Özellikle gerçek mekânla­rın yerini alan sanal mekânlar, gerçek çevrelerin yerini alan sanal çevreler, gerçek sosyal ilişkilerin yerini alan sosyal ağlar üzerindeki ilişkilerin boşanmalarda da etkili olduğu görülmek­tedir. Yeni arkadaşlar, yeni çevre ve eski arkadaşları buluşturan sosyal paylaşım ağlarının aile içindeki sorunların daha da bü­yümesine neden olduğu, teknoloji bağımlılığı nedeniyle eşlerin de aileye olan sorumluluklarını yerine getirmemeye başladıkla­rı uzmanlar tarafından ifade edilmektedir (www.millyet.com.tr, 2012).

Uzmanlar aile bireylerinin bile artık birbirleriyle konu­şamadıklarını, ebeveynlerin televizyon veya internet başında vakit geçirirlerken; çocuklarını da yine televizyon ve bilgisayar­lar başına terk ettiklerini ifade etmektedirler. Günümüz toplu- munda aile bireylerinin bu nedenlerle birbirlerinden uzaklaşa­rak yabancılaşmaya başladıklarını hatta bu yabancılaşmanın aileleri boşanmaya götüren bir süreç olduğunu da vurgulamak­tadırlar (www.oku.on5yirmi5.com, 2012).

Tahiroğlu ve arkadaşları tarafından 2010 yılında yapılan ça­lışma gençlerin internet ve sosyal paylaşım ağlarından nasıl etkilendikleri sorusunu sorgulamaktadır. Çocukların ve gençle­rin interneti kullanma nedenleri ile bağımlılık dereceleri ara­sında ilişki olduğunu belirten çalışma, özellikle çevrimiçi oyun­ların ve internet gevezeliği adı verilen sitelerin internet bağım­lılığını arttığı sonucunu ortaya çıkarmıştır (Tahiroğlu, Çelik, Bahalı, & Avcı, 2010, s. 25). Bu bağımlılık çocukların ailelerin­den uzaklaşmalarına, vakitlerinin büyük çoğunluğunu sanal alemde veya sanal dünyadaki arkadaşlarıyla geçirmelerine neden olmakla birlikte çocukların / gençlerin topluma yabancı­laşmasına da sebep olmaktadır.

Sosyal paylaşım ağları bireyin kendisini özgür bir şekilde ifa­de etmesine imkân sağlamaktadır. Bunun yanı sıra sosyal pay­laşım ağları bireyin sosyal bir ilişki kurmasına veya bu ilişkileri sürdürmesine olanak sağlamaktadırlar (Dilmen & Öğüt, 2010). Ancak bu iletişim aile fertlerinin birbiri arasında değil de; sosyal ağlar üzerindeki iletişimine dönüştüğü zaman hem aile saadetini tehdit etmekte hem de aile üyelerini birbirlerine karşı ya- bancılaştırmaktadır.

Bu bağımlılık ve yabancılaşma bazen anne ile çocuk arasına bile girebilmektedir. Sosyal paylaşım ağlarının sunduğu eğlen­celi içeriklerin ve çevrimiçi oyun oynama hizmetlerinin bağımlı­lık yaptığının en güzel örneklerinden bir tanesi de ABD'de FarmVille oynarken ağladığı için çocuğunu camdan atan anne örneği ile görülmektedir. Anne, Farmville oynarken sürekli ağlayarak ilgi isteyen çocuğunu, oyunla olan ilişkisini kestiği ve bu yüzden oyundaki görevlerini yerine getiremediği için cam­dan atarak ikinci dereceden cinayetle tutuklanmıştır (Martinez, 2010).

SONUÇ

Medyanın gücü, her zaman her yerde kullanıcısını yakalayıp istediği mesajı verebilmesinden gelmektedir. Diğer bir deyişle medya bireylerin dünya görüşünü, tutum ve davranışlarını etkilemekte ve belirli bir yönde değiştirmektedir. Medya en başından beri söylediğimiz gibi aile üzerinde tek başına bir etken olmamıştır. Modernleşme, ekonomik kaygılar ve teknik gelişmelerin katkısı da yadsınamaz. Ancak medyanın; iktidarla­rı, ülkeler arası ilişkileri, toplumsal olayları yönlendirmesinden aile kurumu da nasibini almaktadır. Yakın bir zamana kadar insanın kendisini güvende hissettiği, yalnızlıktan kurtulduğu, sevgisini, üzüntüsünü paylaştığı, gündelik hayatın koşuşturma­sından uzaklaşıp huzura erdiği yer ailesi iken, bunun yerini sos­yal paylaşım ağları ve dizilerdeki sahte yaşamlar almıştır.

Med­ya içerikleri ile sunulan sanal bilinç yapısı ve tekdüze yaşam biçimi aileleri geleneksel yapılarından kopararak farklı bir yapı­lanmaya zorlamaktadır. Aile içi şiddetin, her toplumda yaşan­dığı dünyada, televizyon yayınları ile adeta bu durum onayla- tılmaktadır. Medya ve kitle iletişim araçları aslında iletişimi kolaylaştırmaları gerekirken, aile içinde iletişimsizliğe neden olmaktadırlar. Medya boşanmaların artmasında, aile içi şiddetin kanıksanmasında, çocukların şiddete olan eğilimlerinde, aile içi sohbetlerin ne olacağında; kısacası her konuda etkili ve be­lirleyici bir rol üstlenmektedir.

Bunların yanı sıra aile içinde aradıkları huzuru ve yakınlaş­mayı bulamayan gençler sosyal paylaşım ağlarında ve sanal mekânlarda kendilerine yardımcı olacak, en azından fikirlerini dinleyecek bireyler aramaya başlamaktadırlar. Anne, baba veya kardeşin yapamadığı / yapmadığı bu görevi yapacak kişileri arama yoluna gitmekteler ve internette geçirdikleri zaman artmaktadır. Bu da bireylerin küçük yaşlarda büyük hatalar yapmalarına olanak sağlamaktadır. Ancak aile içindeki iletişim­leri iyi olan bireyler ise, sadece ihtiyaç duyduklarında internete yönelmekte ve bilgi arama, ödev yapma, paylaşımda bulunma vb. gibi kısa süreli işler için internete girmektedirler. Aile içinde iletişimleri iyi olmayan çocuklar / gençler için internet "amaç" iken, aile içi iletişimleri iyi olanlar için bir "araç" olarak nitelen­dirilmektedir (Bayraktutan, 2005, s. 152-153).

Belli işlevleri yerine getirmek üzere bir araya gelmiş, arala­rında belirli bağ ve etkileşim olan kişiler topluluğu olarak ta­nımlanan aile, içinde bulunduğu etkileşimi gerçekleştirmek için özellikle psiko-sosyal açıdan da kitle iletişim araçlarını kullan­maktadır. Kitle iletişim araçları aile içindeki bireylerin sağlıklı iletişimini sağlayan bu etkileşimi olumsuz etkilediğinde ise gü­nümüzün en önemli sorunlarından birisi olan kültürel değerleri ve insani erdemleri yozlaştıran durum ortaya çıkmaktadır.

Da­ha farklı bir deyişle kitle iletişim araçları bireylerin algı düzeyini değiştirmektedir. Sonuçta medya aile içi iletişimi etkilediği gibi aynı zamanda bireylerin zihinlerinde farklı bir imaj oluşturma gücüyle toplumsal bozulmanın başlıca nedeni olmaktadır. Bu­nun önüne geçebilmek içinse; aile içindeki bireylerin birbirleriy- le iletişime geçmeleri, birbirlerine vakit ayırmaları önem arz etmektedir. Bireyler sosyalleşmenin en önemli basamağı olan ailede sosyalleşme pratiklerini öğrenerek bunu gerçek dünyada uygulayabilme yetilerini kazanabilmelidir. Burada da en önemli sorumluluk anne ve babaya düşmektedir.

Bu nedenle ebeveynler teknolojik gelişmeleri yakinen takip etmekle kalmayıp onlardan gelecek tehditlere karşı aile birey­lerini koruyabilecek önlemleri de almaya çalışmalıdırlar. Ancak bunu yaparken de aileleriyle ilgilenmeli günün belli saatleri birbirilerine vakit ayırmalıdırlar.

Yazan:Yrd.Doç.Dr.Enderhan Karakoç-Öğr.Gör.Onur Taydaş

Kaynak:Sosyal Medya Araştırmaları 1,Çizgi Yayınları(2013),syf:207-224

Editörler:Doç.Dr.Ali Büyükaslan - Yrd.Doç.Dr.Ali Murat Kınık



Kaynakça

Albukrek, İ. (2013). Çocuklar Televizyonu Seviyor Ama. 06 27, 2013 tarihinde www.ekipnomarazon.com:http://www.ekipnormarazon.com/ makaleler/9-tv-ve-cocuk/39-cocuklar-televizyonu-cok-seviyor- ama adresinden alındı.

Ankara İş ve Meslek Sahibi Kadınlar Derneği. (2010). Toplumsal Cinsiyet - Yoksulluk İlişkisi: Değien Aile İçi Dinamikler Üzerinden Bir Oku­ma. Ankara: Ankara İş ve Meslek Sahibi Kadınlar Derneği.

Batmaz, V., & Aksoy, A. (1995). Türkiye'de Televizyon ve Aile (Elektronik Hane). Ankara: Başbakanlık Aile Araştırma Kurumu Başkanlığı.

Baudrillard, J. (2006). Kusursuz Cinayet. (N. Sevil, Çev.) İstanbul: Ayrıntı Ya­yınları.

Bayraktutan, F. (2005). Aile İçi İlişkiler Açısından İnternet Kullanımı. İstanbul: Sosyal Bilimler Enstitüsü Sosyal Yapı - Sosyal Değişme Bilim Dalı Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi.

Beaumont, C. (2008, November 27). Mumbai attacks: Twitter and Flickr used to break news. Temmuz 10,2013 tarihinde www.telegraph.co.uk: http://www. telegraph.co. uk/news/worldnews/asia/india/353064 O/Mumbai-attacks-Twitter-and-Flickr-used-to-break-news- Bombay-lndia.html adresinden alındı.

Bulut, I. (1993). Ruh Hastalığının Aile İşlevlerine Etkisi. Ankara: Başbakanlık Kadın ve Sosyal Hizmetler Müsteşarlığı Yayınları.

Dağlı, T. (13, Haziran 2013). Seçim İran'ı Bir Kez Daha karıştırır mı? Tem­muz 2013,10 tarihinde www.haber7.com: http://www.haber7. com/yazarlar/taha-dagli/1038013-secim-irani-bir-kez-daha-karistirir-mi adresinden alındı.

Dilmen, N. E., & Öğüt, S. (2010). Sosyalleşmenin Yeni Yüzü: Sosyal Paylaşım Ağları. Yeni İletişim Ortamları ve Etkileşim Uluslararası Konferansı (s. 237-242). İstanbul: Marmara Üniversitesi.

Edosomwan, S., Prakasan, S. K., Kouame, D., Watson, J., & Seymour, T.(2011). The History of Social Media and its Impact on Business. The Journal of Applied Management and Entrepreneurship,
16(3), 79-91.

en.wikipedia.org. (2013, May 27). 2009 Moldova civil unrest. Temmuz 10, 2013 tarihinde http://en.wikipedia.org: http://en.wikipedia. org/wiki/2009_Moldova_civil_unrest adre-sinden alındı.

Görentaş, Z. G. (2007). Türkiye'de Köyden Kente Göçün Siyasal Yansımaları -I. 06 25, 2013 tarihinde akbulutkoyu.blogcu.com:http://akbulutkoyu.blogcu.com/turk\ye-de-koyden-kente-gocun- siyasal-yansimalari-i/1372404 adresinden alındı.

Günay, D. (2002). Sanayi ve Sanayi Tarihi. Mimar ve Mühendis Dergisi[31), 8- 14.

Hartshon, S. (2010, Mayıs 4). 5 Differences Between Social Media and Social Networking. 06 2013,10 tarihinde http://socialmediatoday.com: http://socialmediatoday.com/index.php?q=SMC/194754 adre­sinden alındı.
http://nonprofitorgs.wordpress.com. (2010,01 2010). Web 1.0, Web 2.0 and Web 3.0 Simplified for Nonprofits. 06 10, 2013 tarihinde http://nonprofitorgs.wordpress.com:

http://nonprofitorgs.wordpress.com/2010/01/28/web-l-0-web- 2-0-and-web-3-0-simplrfied-for-nonprofits/ adresinden alındı.
http://www.dinkulturudefteri.com. (2013, Haziran 06). Sosyal Medya, Blog,
Mikro Blog, Sosyal Ağlar ve Sosyal İmleme. Temmuz 10, 2013 ta­rihinde www.dinkulturudefteri.com:

http://www.dinkulturudefteri.com/bilisim/index_dosyalar/sosyal
%20medya%20bro%C5%9F%C3%BCr.pdf adresinden alındı.

Kuzuloğlu, S. (2013, Mayıs 05). Sosyal medya belası. Temmuz 10, 2013 tari­hinde www.rakidal.com.tr:http://www.radikal.com.tr/yazar- lar/m_serdar_kuzuloglu/sosyal_ medya_belasi-l136299 adresin­den alındı.

Martinez, E. (2010, October 28). FarmVille Playing Mom Admits She Killed Infant Who Interrupted Facebook Game. 06 2013, 28 tarihinde www.cbsnews.com:http://www.cbsnews.com/8301- 504083_162-20021079-504083.html adresinden alındı.

Özamaç, Y. (2010, Kasım). Çocuk Oyunları Olimpiyatları. Eğitim ve Gençlik(14),22-23

Sökmensüer, Y. (2008,12 14). Anketli Varoş Projeksiyonu. Hürriyet.

Suğur, S., & Suğur, N. (2005). Geleneksel Toplumdan Modern Topluma Geçiş Eskişehir, Türkiye: Anadolu Üniversitesi Yayınlar.

Tahiroğlu, A. Y., Çelik, G. G., Bahalı, K., 8ı Avcı, A. (2010). Medyanın Çocuk ve Gençler Üzerine Olumsuz Etkileri; Şiddet Eğilimi ve Internet Ba­ğımlılığı. New/Yeni Symposium Journal, 48(1), 19-31.

Terkan, B. (1999). Kadının Toplumsallaşmasında Yazılı Basının Rolü ve Yazılı Basında Kadın İmajı. Konya: Selçuk Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi.

www.memurlar.net. (2010, Ekim 18). Televizyon dizilerindeki lüks hayat boşanmaları tetikliyor. Haziran 19, 2013 tarihinde www.memurlar.net: http://www.memurlar.net/haber/179356/ adresinden alındı.

www.millyet.com.tr. (2012, Mart 07). Boşanmaların En Popüler Sebebi Fa- cebook. Haziran 2013, 23 tarihinde www.milliyet.com.tr: http://kadin.milliyet.com.tr/bosanmalarin-en-populer-sebebi- facebook/ask-
iliskiler/haberdetay/07.03.2012/1331414/default.htm adresin­den alındı.

www.oku.on5yirmi5.com. (2012, Aralık 16). Araştırmalar, en ciddi boşanma sebebinin internet olduğunu gösteriyor. 10 çiften 7'si internet yü­zünden boşanıyor. Haziran 25, 2013 tarihinde www.oku.on5yirmi5.com:http://oku.on5yirmi5.com/haber/aile /iliskiler/28068/en-ciddi-bosanma-sebebi-internet.html adresin­den alındı.

Devamını Oku »