Resulullah,Peygamber Olmadan Önce Bir Şeriata Bağlı mıydı?



Peygamber Olmadan Önce Bir Şeriata Bağlı mıydı?


Âlimler, kendisine vahiy gelmeden önce Peygamber Efendimiz in daha önceki peygamberlerin şeriatından birine bağlı olup olmadığı konusunda ihtilâf etmişlerdir. Bir kısmı onun herhangi bir şeriata bağlı olmadığını söylemiştir: İslâm âlimlerinin büyük çoğunluğunun (cumhûrun) görüşü böyledir, Bu görüşe göre, Resûlullah Efendimizin peygamber olmadan önce günah işleyip işlemediği söz konusu değildir, çünkü farz, vacip, müstehap, haram gibi dînî hükümler ancak emirler,yasaklar belli olduktan ve şeriat ortaya çıktıktan sonra söz konusu edilebilir.

"Bir Şerîata Bağlı Değildi" Görüşü

Resul-i Ekrem sallailahu aleyhi ve sellemin, peygamber olmadan önce, kendisinden evvelki peygamberlerden birinin şeriatına bağlı olmadığını kabul edenler de kendi aralarında farklı düşünmüşlerdir.

Ehl-i sünnetin keskin kılıcı ve sünnî akidenin önderi ünvanıyla anılan Eş ari kelamcısı ve Mâliki fakihi Kâdî Ebu Bekir el-Bâkıllanîye göre, Peygamber Efendimiz in daha önceki bir şeriata bağlı olup olmadığı akılla değil,nakille bilinir; şayet bu konuda bir bilgi olsaydı, mutlaka nakledilirdi; zira böyle bir bilgiyi gizleyip saklamak mümkün olamazdı. Çünkü bu durum Resûl-i Ekrem'in hayatıyla ilgili en önemli meselelerden biri olduğu için, daha önce bağlı olduğu dine inananlar, “O bundan önce bizim şeriatımıza bağlıydı" diye övünürlerdi ve Resûlullah Efendimiz onları Islâm dinine davet ettiği zaman da kendisine: “Sen daha önce bizim dinimizde değil miydin, şimdi ne oldu da dinimizden vazgeçmemizi istiyorsun?" diye ona sorarlardı. Oysa bu konuda hiçbir haber nakledilmemiştir.

Âlimlerden bir kısmı, bir peygamberin kendinden önceki bir şeriata bağlanmasının aklen de mümkün olmadığını söylemiş ve: "Daha önce bir başka dîne mensup olduğu bilinen peygamberin sözüne inanılıp da ardasından gidilemez" demişlerdir. Bu görüş, bir şeyin iyi veya kötü olduğunun ancak akılla bilineceğini söyleyenlerin ileri sürdüğü bir görüş olup doğru değildir. Kâdî Ebu Bekir el-Bâkıllânî’nin de dediği gibi, iyi veya kötünün ne olduğu akılla değil, nakille bilinir.

Bir şeyin iyi veya kötü olduğunu din tesbit eder. Dinin emrettiği şeyler iyidir, yasakladığı şeyler ise kötüdür. Diğer bir söyleyişle bir fiil ve davranış din tarafından emredildiğı için iyidir, yasaklandığı için de kötüdür. İnsan aklını kullanarak iyinin ve kötünün ne olduğunu bilemez. İmam Bâkıllânî, aklın iyi dediği ve kötü kabul ettiği şeyin Allah katında da iyi veya kötü olmadığını söylemiştir.Ehli Sünnet alimleri;Hayatında hiçbir eğitim ve öğretim görmemiş kimse iki kere ikinin dört ettiğini bilir ama yalan söylemenin kötü, doğru söylemenin iyi olduğunu bilemez” demişlerdir. Öte yandan Mutezile başta olmak üzere bazı alimler ise iyi veya kötünün (hüsün ve kubhun) akılla bilineceğini ileri sürmüşlerdir.

Bir peygamberin kendinden önceki bir şeriata bağlanmasının aklen mümkün olmadığını söyleyenlerin görüşü doğru değildir. Şu üç misâl bunu ispatlamaya yeterlidir;

Hz. Musa, peygamber olmadan önce biri kendi kavminden diğeri düşman tarafından iki kişinin kavga ettiğini görmüş, kendi kavminden olanın yardım istemsi üzerini ötekine bir yumruk atarak onun ölümüne sebep olmuştu. Ardından bunu şeytanın yaptırdığını söyleyerek “Rabbim! Ben kendime yazık ettim. Beni bağışla!(Kasas,16) diye duâ etmişti. Hz. Mûsâ» adam öldürmenin şeytan işi ve günah olduğunu, Benî İsrail'den daha önceki bir peygamberin dinine mensup olduğu için bilmişti.

2.Diğer taraftan Hz. Lût, amcası Hz. İbrahim pey gamber olduğu zaman ona ilk inanan kimseydi, ‘’Lut,İbrâhime îmân etti.”(Ankebut,26) âyeti bunu göstermektedir. Daha sonra kendisi de peygamber oldu.

3. Burada Hz. İsa da anılabilir. O kendisine inanılan bir peygamberdi. Kıyamet yaklaşıp da yeryüzüne İndiği zaman» Peygamber Efendimize imân edecek ve Allah'ın kitâbını ve Resûlullah’ın sünnetini uygulayacaktır,’ De mek ki bir peygamberin bir başka peygamberin dinine mensup olmasında bir sakınca yoktur.

Bir Şeriata Bağlı Olduğu Bilinemez Görüşü

Bazı alimlerde Peygamber Efendimiz daha önceki bir şeriata bağlı olup olmadığı konusunda bir şey söylememek ve bir hüküm vermemek gerektiğini söylemişlerdir. Zira Efendimiz’in daha önceki bir şeriata bağlı olduğunu da, olmadığını da akılla söylemek mümkün değildir;öte yandan bize Resülullah Efendimiz in daha önceki bir şeriata bağlı olup olmadığı konusunda da herhangi bir nakil gelmemiştir- Ünlü Eşari kelamcısı ve Şafiî fakihi İmâmül-Haremeyn Ebü l-Meâli el Cüveyni’nin görüşü böyledir.

"Bazı Durumlarda Bir Şeriata Bağlıydı" Görüşü


Üçüncü bir grup âlim de Resûlullah Efendimizin işlerinde ve ibâdetlerinde daha önceki şeriatlardan biriyle amel ettiğini söylemiştir. Daha sonra bu âlimler, acaba Peygamber Efendimizin hangi şeriata bağlı olduğu bilinebilir mi, bilinemez mi şeklinde farklı görüşlere sahip olmuşlar; kimi bunun bilinemeyeceğini söyleyip susmayı tercih etmiş, kimi de bunu bilmenin mümkün olduğunu söyleme cesâretini göstermiş, onlardan da kimi Hz. Nûh’un, kimi Hz. İbrahim’in, kimi Hz. Mûsâ’nın, bir kısmı da Hz. İsa'nın dinine tâbi olduğunu söylemiştir. Bu konuda mezheplerin görüşü işte böyle birbirinden farklıdır.

En İsabetli ve En İsabetsiz Görüşler

Bu görüşler içinde en isabetli olanı Eş’ari kelâmcısı ve Mâlikî fakihi Ebu Bekir el-Bâkıllânî’nin (v 403/1013) görüşüdür. En isabetsiz olanı ise Peygamber Efendimiz in belli bir dine mensup olduğunu söyleyenlerin görüşüdür zira Allah'ın Elçisi peygamber olmadan önce herhangi bir dine mensup olsaydı bu bize nakledilirdi ve bu konuda büsbütün bilgisiz kalmazdık. Peygamber Efendimiz'in belli bir şeriata bağlı olduğunu söyleyenlerin elinde Hz. Isâ’nın şeriatının, kendisinden sonra gelenleri de bağlayan sonuncu şeriat olduğuna dâir bir delil yoktur. Esasen Peygamber Efendimiz dışında. dâveti bütün insanlığı kapsayan hiçbir peygamber İbrahim'in şeriatına bağlı olduğunu söyleyenler için ‘’Tek Allah'a inanan ve hiçbir zaman müşriklerden olmayan İbrahimin tertemiz dinine uy!”(Nahl,123) âyeti delil olamaz; çünkü bu ayet, Resul i Ekrem peygamber olduktan sonra nazil olmuştur; biz ise onun peygamber olmadan önce hangi dine bağlı olduğunu konuşuyoruz.

Resul-i Ekrem in Hz. Nûh ve Hz. Mûsâ’nın dinine mensup olduğunu ileri sürenler için de “Allah Nûha emrettiği şeyi sizin için de din olarak yasalaştırdı.”(Şura,13) âyeti delil olamaz; çünkü bu âyet Resul-i Ekrem Efendimiz peygamber olduktan sonra nazil olmuştur. Bu âyetlerde. Peygamber Efendimize, Allah’ın birliği (tevhid) konusunda diğer peygamberlerin şeriatına uyması tavsiye edilmektedir. Nitekim şu âyet-i kerîme de böyledir: “İşte o peygamberler Allah’ın doğ-ru yola ilettiği kimselerdir. Öyleyse sen de onların yolundan git!”(En’am,90)

Burada “Resul-i Ekrem’in, dolayısıyla onun ümmetinin, daha önce gelip geçmiş peygamberlerin yolundan gitmesi emredilmektedir, Çünkü peygamberler doğru yolu gösteren kimselerdir. Allah Teâlâ onlara birbirinden farklı üstünlükler vermiş; kimini sabırda, kimini iffette, kimini adalette, kimini şükürde örnek yapmış. Kuran-ı Kerîm’i kendisine gönderdiği son peygambere ise bütün peygamberlerin üstün yönlerini vermek suretiyle onu kıyamete kadar gelecek insanlara eşsiz bir örnek kılmıştır”

Allah Teâlâ. "İşte o peygamberler Allah’ın doğru yola ilettiği kimselerdir.” âyetinde zikrettiği “o peygamberler”, yeni bir şeriatla gönderilmeyen peygamberlerdir. Yeni bir şeriatla gönderilmeyen peygamberlerin misâli Hz. Yaküb’un oğlu Yûsuf aleyhisselâmdır; “Hz. Yûsuf nebidir, resul değildir" diyenlere göre böyledir.

Her ne kadar bazı âlimler Hz. Yûsuf’un nebî olduğunu,tebliğ etmekle görevlendirildiği bir şeriatı bulunmadiğını söylüyorsa da, İslâm âlimlerinin büyük ekseriyeti (cumhur) “Daha önce Yûsuf da size apaçık deliller âyetine bakarak onun resûl olduğunu söylemişlerdir. Nitekim tâbiîn neslinden tefsir, hadis, fı-kıh ve kıraat âlimi ibni Cüreyc Hz. Yûsuf'un Kıptîlere (Mısır’ın yerlilerine) resûl olarak gönderildiğini söylemiştir. Bu konuda daha başka görüşler de vardır.

Allah Teâlâ, En’âm sûresinin 84-86. âyetlerinde şeriatları birbirinden farklı olan peygamberlerin adlarını zikretmiş, 90. âyetinde de Peygamber Efendimiz e onların yolundan gitmesini emrederken. Allahın birliği ve O na ibâdet hususunda peygamberler arasında bir fark bulunmadığı için sadece tevhid ve ibâdet bakımından onlara uyması emredilmiş, onların şeriatına uyması istenmemiştir.

En’âm sûresinin 84-86. âyetlerinde şeriatları birbirinden farklı olan peygamberlerin adları şöyle sayılmaktadır:

“Biz ona îshâk ile Ya’küb’u bağışladık; hepsini de doğru yola ilettik. Daha önce Nûh’u ve onun soyundan Dâvûd, Süleymân, Eyyûb, Yûsuf, Mûsâ ve Hârun u da doğru yola iletmiştik. İşte iyilik eden ve işini güzel yapanla¬rı Biz böyle mükâfâtlandırırız. Zekeriya, Yahyâ, îsâ ve îlyas’ı da doğru yola ilettik. Onların hepsi sâlihlerdendi.

İsmâil, Elyesa’, Yûnus ve Lût’u da doğru yola ilettik. Onların hepsini diğer insanlara üstün kıldık.”

Bir Peygamber Başka Şeriatlara Tâbi Olabilir mi?


İnanç bakımından peygamberler arasında bir fark bulunmadığı, Resûl~i Ekrem Efendimiz’in de şerefinin yüceliği sebebiyle başka peygamberlerin şeriatına uymasının mümkün olmadığı anlaşıldıktan sonra şu soruyu sorabiliriz: Acaba bir peygamber kendisinden önceki diğer bir peygamberin şeriatına tâbi olabilir mi?

Peygamberlerin birbirinin şeriatına tâbi olmasını aklen mümkün görmeyenler,bunun sadece Peygamber Efendimiz’e özel olmadığını, hiçbir peygamberin diğerinin şeriatına kesinlikle tâbi olamayacağını söylemişlerdir.

Bazı alimlerde bu meselenin akılla değil nakille bilinebileceğini söylemiş, bir peygamberin diğerinin şeriatına uyduğuna dâir bir nakil varsa bunun kabul edileceğini ifade etmiştir. Bu konuda görüş belirtmeyenler, peygamberlerin birbirlerinden üstünlüğünü de kabul etmemişlerdir. Bir peygamber kendisine vahiy gelmeden önce, kendinden evvelki peygamberin şeriatına tâbi olması gerektiğini söyleyenlerin ise her peygamber hakkında şu peygamber falan peygambere tâbi olmuştur diye delillerini zikretmeleri gerekir.

Kadı İyaz,Şifa-i Şerif Şerhi(Yaşar Kandemir) - cilt:3,sayfa;90-96

------------

Peygamberlerin Peygamber Olmadan Önce de Günahtan Korundukları

Peygamberlerin peygamber olmadan önce küçük günahlardan korunup korunmadıkları husûsunda âlimlerin farklı görüşleri vardır. Kimi onların peygamber olmadan önce, büyük günahlardan korundukları gibi küçük günahlardan da korunduklarını söylemiş, kimi de küçük günahlardan korunmadıklarını ileri sürmüştür. Doğru olan görüş -inşallah söylediğim gibidir- onların her türlü kusurdan münezzeh oldukları, kendilerinden şüphe edilmesine yol açacak her kabahattan korunduklarıdır. Onların günah işleyeceklerini düşünmek imkânsızdır; çünkü günahlar ve yasaklar dinin yerleşmesinden sonra söz konusudur. Peygamber gelmeden önce din olmayacağına göre, o zaman günah anlayışından nasıl söz edilebilir?
Devamını Oku »

Resûl-i Ekrem'in Kabrini Ziyâret



Bu bahiste; Resûlullah aleyhisselâmın kabrini ziyâret etmenin hükmü, Allah’ın Elçisi’ni ziyâret edenin ve ona selâm verenin kazanacağı sevâp ve ziyâretçinin Peygamber-i Zişân’a nasıl selâm verip duâ edeceği konusu ele alınacaktır.

Kabr-i Saâdet'i Ziyâret Sünnettir

Resûlullah Efendimiz’in kabrini ziyâret etmek bir İslâm geleneğidir ve bu ziyaretin sünnet olduğu konusunda İslâm âlimleri arasında görüş birliği vardır. Fahr-i Âlem Efendimiz’in kabrini ziyâret etmeyi, Selef âlimleri faziletli bir davranış sayıp buna teşvik etmişlerdir.

Ashâb ve tâbiîn âlimlerinin kabir ziyâretini meşrû görmelerinin dayanağı yine hadîs-i şeriflerdir. Nitekim Allah’ın Sevgili Elçisi ümmetini kabir ziyâretine teşvik ederek şöyle buyurmuştur:

“Kabirleri ziyâret etmenizi yasaklamıştım. Artık kabirleri ziyâret ediniz. Çünkü kabir ziyâreti âhireti hatırlatır.” (1)

“Kabirleri ziyâret etmenizi yasaklamıştım. Annesinin kabrini ziyâret etmesi için Muhammede izin verildi. Size de kabirleri ziyâret ediniz. Çünkü kabir ziyâreti âhireti hatırlatır. “(2)

Kabir ziyâretinin diğer bir sebebi de âhirete göçmüş yakınlarımıza ve kardeşlerimize duâ etmektir. Nitekim ( Kâinâtın Efendisi de öyle yapmış, sık sık Cennetul Baki-e giderek orada yatan müminlere duâ etmiştir. Aliyyul Kârinin belirttiğine göre (3) Şâfiîlerden İmâm Nevevî,i Hanefılerden İbnul-Hümâm, Fahr-i Kâinât Efendimiz’in kabrini ziyâret etmenin sünnet olduğu konusunda İslâm âlimlerinin ittifakı bulunduğunu söylemişlerdir.

Kabrimi Ziyâret Edene Şefaat Ederim


Abdullah ibni Ömer radıyallahu anhümâ’nın rivâyet ettiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

‘Ümmetimden kabrimi ziyâret edenlere mutlaka şefâat ederim.” (4)

Kabrini sadece Allah rızâsı için ziyâret edene Resûl-i Ekrem Efendimizin şefâat edeceğini vadetmesi, çok kapsamlı bir müjdedir. Burada sözü edilen şefâat, şu nimetlerden birine sahip olmak anlamına gelebilir: Âhirette daha çok nimete kavuşmak, kıyâmet günü duyulacak korku ve dehşeti daha az hissetmek, hesaba çekilmeden Cennet’e gireceklerin arasında olmak, Cennet’teki derecesi yükseltilmek, Allah Teâlâ’yı daha yakından görebilmek.

Enes ibni Mâlik radıyallahu anhın rivayet ettiğine göre Resûlullah salallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

Ümmetimden, Medine’ye gelerek Allafı nzâsı için kabrimi ziyâret eden kimse, âhirette benim himâyemde olur ve ben kıyâmet gününde ona şefâat ederim.”(5)

“Medine’ye gelerek” ifâdesi, Fahr-i Kâinât Efendimiz’in,Cenâb-ı Hakk’ın bildirmesiyle gaybı bildiğini gösteren mûcizelerden biridir. Demek ki Allah Teâlâ ona Medine’de vefât edeceğini bildirmiştir. Zira “Hiç kimse nerede öleceğini bilemez.”(6) âyeti gereğince öleceği yeri bilemezdi.

Hadîs-i şerîf, Peygamber aleyhisselâmı ziyâret etmenin,Allah rızâsı ve Resûl-i Ekrem’e saygı ve muhabbet sebebiyle yapılacağını, bunun dışında bir maksat taşımaması gerektiğini ifâde etmektedir.

Burada Hz. Ömer’in şu değerli sözünü hatırlamalıdır:

“Ey insanlar! Yaptığınız işi sadece Allah rızâsı için yapınız. Yaptığı işte sadece Allah rızâsını gözeten kimseye, hem yaptığı işin hem de Allah rızâsını gözetmesinin mükâfatı verilir.”(7) “Şefâat ederim” sözünün neleri kapsadığı bir önceki hadîs-i şerifin dipnotunda zikredilmişti.

Bir başka hadîs-i şerifinde Fahr-i Kâinat Efendimiz şöyle buyuruyor;

“Beni vefatımdan ziyaret eden"kimse, hayatımda ziyaret"etmiş gibidir.”(8)

Fahr-i Âlem Efendimiz’i vefâtından sonra ziyâret etmenin, hayatındayken ziyâret etmiş gibi olması, onun kabr-i şerifinde canlı olması, kendini ziyâret edeni tanıması ve onun verdiği selâmı alması sebebiyledir.

“Hac ibâdetini yapıp da beni ziyâret etmeyen kimse,bana eziyet etmiş olur”(9) hadls-i şerifi de bu anlamdadır. Ve bu hadîs-i şerif, Fahr-i Kâinât Efendimiz’i ziyâret etmeye imkânı olan kimsenin onu mutlaka ziyâret etmesi j gerektiğini göstermektedir.

İmâm Mâlik'in "Ziyâret" Konusundaki Hassâsiyeti


İmâm Mâlik, “Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemin kabrini ziyâret ettik” demeyi mekrûh görmüştür. İmâm Mâlik’in bu sözünün ne anlama geldiği konusunda ihtilâf edilmiş, bazıları, onun Kabr-i Saadet hakkında “ziyâret” kelimesini uygun görmediği için böyle düşündüğünü söylemiş ve buna gerekçe olarak da “Kabirleri çok ziyâret eden kadınlara Allah lânet etsin!” hadisini(10) göstermişlerdir.(11) Fakat aşağıdaki şu hadîs-i şerif bu görüşün doğru olmadığını göstermektedir:

“Kabirleri ziyâret etmenizi yasaklamıştım. Ama artık ziyâret edebilirsiniz.”(12)

İslâmiyet’in ilk yıllarında bazı Câhiliye âdetleri yaşamaya devam ediyor, insanlar ölülerinin ardından bağıra çağıra ağlıyor, üstlerini başlarını yırtıyorlardı. İşte bu sebeple Peygamber Efendimiz kabir ziyâretini yasaklamıştı. Bu tür ağıtlar kadınlar arasında daha yaygın olduğu için Allah’ın Sevgili Elçisi onların kabir ziyâretini özellikle yasaklamıştı. Zamanla bu âdetlerin çirkinliği anlaşılıp ölülerin ardından nasıl davranılması gerektiği konusunda İslâmiyet’in getirdiği emirler benimsenince bu yasak da kalkmış oldu.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Ümmetimden kabrimi ziyaret edenlere mutlaka şefaat ederim” hadîs-i şerifinde “ziyaret” ifâdesini kullandığına göre, bu kelimeyi kullanmak mekrûh olmamalıdır.

Ancak halk arasında yaygın olan şöyle bir söz vardır: “Ziyaret eden, ziyaret edilenden daha değerlidir” derler. İşte bu sözden dolayı

“Peygamber aleyhisselâmın kabrini ziyaret ettik” denmesi uygun görülmemiştir.

Bu yorum da pek öyle önemsenecek bir görüş değildir. Çünkü ziyaret eden herkes “değerli” olarak nitelenemez ve “Ziyaret eden, ziyaret edilenden daha değerlidir” sözü herkesi kapsamaz.

Geleneklerimizde bu sözün aksi anlamı geçerlidir. Çünkü bizim insanımız, kendisinden daha değerli gördüğü kimseleri ziyâret eder.

Kadı İyaz,Şifa-i Şerif,cilt:2

Kaynaklar;


1-Ebû Dâvûd, Cenâiz 77, nr. 3235.

2-Tirmizî, Cenâiz 60, nr. 1054.

3-Bk. Şerhu'ş-Şifâ, II, 149.

4-Dârekutnî, es-Sünen (Yemânî), II, 278; Beyhakî, Şuabü’l-îmân (Zağlûl), III, 490, nr. 4159.

Beyhakî, es-Sünenü’s-sagîr (Kal’acî), II, 211, nr. 1771; Beyhakî, Şuabü’l-îmân (Zağlûl), III, 490, nr. 4158.

Lokman 31/34.

Aliyyu 1-Kârî, Mirkâtü’l-mefâtîh, II, 564-565; Hafâcî, Nesîmü’r-riyâz (Atâ), V, 98.

(8). Taberânî, el-Mu‘cemü’l-evsat (İvezullah), I, 94, nr. 287; Heysemî, Mecma‘u’l-bahreyn (Abdülkuddûs), III, 286, nr. 1829.

Müttakr el-Hindî, Kenzü’l-ummâl (Sekkâ), V, 135.

Ebû Ya‘lâ el-Mevsılî, Müsned (Esed), X, 314, nr. 5908. Aynca bk. Ahmed ibni Hanbel, Müsned, 11/331; Tirmizî, Cenâiz 61, nr. 1056, İbni Mâce, Cenâiz 49, nr. 1576.

İmâm Mâlik’in bu sözünü açıklayanlar şunu demek istiyor: İmâm’a göre, mademki Resûlullah aleyhisselâm kabirleri aşırı derecede ziyâret eden kadınlar hakkında “zevvârât” kelimesini kullanmıştır, öyleyse Kabr-i Saadet hakkında “ziyâret” kelimesini kullanmak uygun değildir.

Müslim, Cenâiz 106, nr. 977, Edâhî 37. nr. 1977.
Devamını Oku »

Resul-i Ekrem'e Salat-u Selam Getirme Hakkında



Resul-i Ekrem'e Salat-u Selam Getirmenin Farz Oluşu ve Fazileti

Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

«Allah ve melekleri Peygambere salât ederler. Ey îmân edenler, siz de ona salât edin ve tam bir teslimiyetle selâm verin.» (1)

Salât, Resûlullah'ın Değerini Yüceltmektir

Abdullah ibni Abbâs bu âyet-i kerîmeyi şöyle tefsir etmiştir:

“Allah Teâlâ Resûl-i Ekrem’e daha fazla hayır ve bereket vererek onun değerini yüceltir; melekler de Resûlullah’ın değerini yüceltmesi için Allah’a duâ ve niyâz ederler.”(2)

Ayetteki “Allah ve melekleri Peygambere salât ederler” ifâdesini şu şekilde açıklayanlar da olmuştur: Allah Teâlâ, Resûlünün üzerine rahmetini daha fazla indirir; melekler de onun huzûrunda daha fazla mütevazı davranırlar.

Salât, Şefkat ve Merhamettir


Arap dili âlimi Müberred de (v. 286/900) bu kelimeyi şöyle açıkı

“Salât, şefkat ve merhamet anlamındadır. Allah’ın salât etmesi merhamet etmesi demektir; meleklerin salât etmesi ise şefkat gösterme?* Cenâb-ı Hakk’m rahmetini niyaz etmesi demektir.

Ve Hadîs-i şeriflerde meleklerin; hasta ziyâret edenlere, namaz için mescidde bekleyenlere, ilim öğrenenlere, cömert kimselere, sadaka verenlere duâ ettikleri belirtilmektedir. Bu konudaki bir hadîs-i şerif şöyledir: “Bir Müslüman, yanında bulunmayan bir din kardeşi için duâ ederse, mutlaka melek ona, Âmîn. Aynı şeyler sana da verilsin’ diye duâ eder”(3)

Şu âyetler, meleklerin bizim dostumuz olduğunu göstermektedir:

“Rabbimiz Allah’tır, deyip de dosdoğru olanlara ise melekler inerler ve ‘Korkmayın ve üzülmeyin. Size vadedilen Cennet’le sevinin! Biz dünya hayatında da, âhirette de size dostuz’ derler’ (4)

Şu âyetler de yine meleklerin mü’minlere duâ ettiklerini göstermektedir: “Arş’ı taşıyan ve onun etrafında bulunan melekler Rablerini hamdederek teşbih eder, Ona îmân eder ve mü minlerin bağışlanmaları için duâ ederler” (5)

“Melekler hamdederek Rablerini teşbih ediyorlar ve yerdekiler için bağışlanma diliyorlar.”(6)

Melekler Nasıl Salât Eder?

Hadîs-i şerifte, mescitte oturup namazı bekleyen kimseye meleklerin nasıl salât ettiği anlatılmış, Peygamber Efendimiz meleklerin: “Allah’ım onu bağışla! Allah’ım ona merhamet eyle!” dediklerini söylemiştir. İşte meleklerin bu sözleri bir duadır.

Hadîs-i şerifin tamamı şöyledir: “Bir kimsenin câmide cemaatle kıldığı namaz, işyerinde ve evinde kıldığı namazdan yirmi beş derece daha sevaptır. Şöyleki bir kişi güzelce abdest alır, sonra başka hiçbir maksatla değil,sadece namaz kılmak üzere câmiye gelirse, câmiye gidinceye kadar attığı her adım sebebiyle bir derece yükseltilir ve bir günahı bağışlanır. Câmiye girince de, namaz kılmak için orada durduğu sürece, tıpkı namaz kılıyormuş gibi sevap kazanır. Biriniz namaz kıldığı yerden ayrılmadığı, kimseye eziyet etmediği ve abdestini bozmadığı müddetçe melekler: Allahım! Ona merhamet et! Allahım! Onu bağışla! Allahım! Onun tövbesini kabul et! diye ona duâ ederler.” (7)

Mâliki âlimlerinden Bekir el-Kuşeyrî (v. 344/955) şöyle demiştir: “Allah’ın mü’minlere salât etmesi, onlara rahmet etmesi demektir. Peygamber Efendimiz’e salât etmesi ise onun şerefini dile getirmesi ve ona daha çok ikramda bulunması demektir. ”

Kadı İyaz,Şifa-i Şerif,cilt:2

KAYNAKLAR;

1)Ahzâb 33/56.

2)Taberî, Câmiu’l-beyân (Şâkir), XX, 320

3)Müslim, Zikir 86-88, nr. 2732-2733; Ebû Dâvûd, Vitir 29, nr. 1534.

4)Fussılet 41/30-31.

5)Mümin 40/7.

6)Şûra 42/5.

7)Buhârî, Salât 87, nr. 477, Büyü’ 49, nr. 2118; Müslim, Mesâcid 272, nr. 649.

Resûl-i Ekrem'e Salâtü Selâm Getirmeyenlerin Yerilmesi

Ebû Hüreyre radıyallahu anhdan rivâyet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

“Yanında adım anıldığı hâlde bana salâtü selâm getirmeyen kimse perişan olsun. Ramazân-ı şerife girip de bu ay çıkmadan kendini Cenâb-ı Hakka bağışlatamayan kimse perişan olsun.(1) Anne ve babası yaşlılık günlerini yanında geçirip de, onları hoşnut ederek Cennet’e giremeyen kimse perişan olsun. ”

Burada kendilerine “perişan olsun” diye beddua edilen kimseler, tembelliği veya unutkanlığı yüzünden salâtü selâm getirmeyenler değil, Allah’ın Resûlune salâtü selâm getirmeyi önemsemeyen ve umursamayan saygısızlardır.(2)

Ebû Hüreyre’nin talebesi Saîd ibni Satd el-Makburî’den bu hadisi duyup rivâyet eden Abdurrahman ibni İshâk el-Kureşî, Ebû Hüreyre’nin bu rivayetin sonunda ne söylediği husûsunda tereddüt etmiş, onun ya: “anne babası yaşlılık günlerini...” veya “anne veya babasından biri yaşlılık günlerini.--” şıklarından birini söylemiş olabileceğini belirtmiştir.

Bu konuyla ilgili âyet-i kerîmedeki emir şöyledir: “Onlardan biri veya her ikisi yaşlanıp eline bakarsa onlara ‘öf’ bile deme, onları azarlama, onlara tatlı ve gönül alıcı sözler söyle!”(3)

Hadis ilminde böyle tereddütlü ifâdeye “râvinin şek-ki” denir. Burada, “Şöyle mi idi veya böyle mi idi” diye şüphe eden, Ebû Hüreyre radıyallahu anhın talebesidir.

Bâzen sahâbî râvinin de, “Peygamber Efendimiz şöyle mi demişti, yoksa böyle mi demişti?” diye şüphelendiği de olur.

Peygamber Efendimiz Bu Duâlara Âmin Dedi

Bu konudaki bir başka hadis de şöyledir:

Bir gün Peygamber Efendimiz minbere çıkmaya başladı ve “Amini” dedi. Bir basamak çıktı, yine “Âmin!” dedi. Bir basamak daha çıktı, tekrar “Âmin!” dedi. Ashâb-ı kiramdan Muâz ibni Cebel neden üç defa “Âmin!” dediğini sorunca, Resûl-i Ekrem şu cevabı verdi:

“Cebrâil aleyhisselâm bana geldi ve: ‘Ey Muhammedi Yanında senin adın anıldığı hâlde sana salâtü selâm getirmeyen kimse, ölünce Cehennem’e girsin ve Allah onu rahmetinden uzaklaştırsın! Haydi benim bu duâma âmin dedim.(4) Ben de “Amin!” dedim. Ramazan ayına ulaştığı hâlde orucu kabul edilmeyen kimse için de aynı şekilde beddua etti. Ardından, anne ve babasına veya onlardan birine yetişip de kendilerine iyi davranmayan kimse hakkında da aynı şekilde beddua etti.(5)

Cimri Kimdir?

Ali bin Ebî Tâlib radıyallahu anhın Peygamber Efendimiz’den rivayet ettiğine göre Allah’ın Elçisi şöyle buyurmuştur:

«Cimri, yanında adım bana salâtü selâm getirmeyen kimsedir.(6)

Hz. Hüseyin’in torunlarından Ca’fer-i Sâdık’ın (v. 148/765), babası Muhammed el-Bâkır’dan (v. 114/733) rivayet ettiğine göre Resûlullah aleyhisselam şöyle buyurmuştur:

Benim adım anılıp da bana salâtü selâm getirmeyen Kimse, Cennet’e giden yolu bulamaz.”(7)

Ali bin Ebî Tâlib radıyallahu anhın Peygamber Efendimiz’den rivayet ettiğine göre Allah’ın Elçisi şöyle buyurmuştur:

“Yanında adım anılıp da bana salâtü selâm getirmeyen"kimse, cimrinin tekidir.”(8)

Bîr Yerde Oturup da Salâtü Selâm Getirmemek

Ebû Hüreyre radıyallahu anhdan rivâyet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

“Bir topluluk bir yerde oturur da, orada Allah Teâlâ’yı anmadan, Peygamber aleyhisselâma salâtü selâm getirmeden dağılıp giderse, o yer onlar için bir pişmanlık sebebi olur. Allah dilerse onlara azâb eder, dilerse onları bağışlar.”(9)

Bu hadîs-i şerifte anlatılan şudur: Bir yerde oturup da Allah’ı zikretmeden, Resûl-i Ekrem’e salâtü selâm getirmeden dağılıp gidenler, bu tutumlarından dolayı ne büyük kayba uğradıklarını kıyâmet gününde öğrendikleri zaman, “Âh! Bizler neden Allah’ı anmadan, Resûlullah’a salavât getirmeden oturduk ki!” diye pişmanlık duyarlar.

Yine Ebû Hüreyre radıyallahu anhdan rivayet edildiğine göre, Resû-lullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

“Bana salâtü selâm getirmeyi unutan kimse, Cennet’in yolunu da unutur.”(10)

Bu hadis; Şifâ-i Şerifte “Cennetin yolunu unutur şeklinde rivâyet edilmekle beraber, Sünen-i İbni Mâcede ve diğer kaynaklarda “Cennete giden yolu bulamaz» şeklinde rivâyet edilmiştir. Esasen unutanın unutulacağı Kur’ân-ı Kerîm’de de belirtilir ve münâfık erkekler ile kadınlardan söz edilirken «Onlar Allah’ı unuttukları için Allah da onları unutmuştur» buyurulur.(11)

Tabiîn müfessirlerinden Katâde bin Diâme es-Sedûsî’den (v. 117/735) rivâyet olunduğuna göre Peygamber aleyhisselâm şöyle buyurmuştur:

“Bana yapılan eziyetlerden biri de, bir kimsenin yanında adım anıldığında, onun bana salavât getirmemesidir. ”(12)

Ashâb-ı kirâmdan Câbir ibni Abdillah radıyallahu anhümânın Peygamber aleyhisselâmdan rivâyet ettiğine göre Allah’ın Elçisi şöyle buyurmuştur:

«Bir topluluk bir mecliste oturur, sonra da Peygamber sallallahu aleyhi ve selleme salavât getirmeden dağılıp giderse, etrafa leş kokusundan daha berbat bir koku yayarak dağılırlar.»

Ebû Saîd el-Hudrî radıyallahu anhın rivayetine göre Resûl-i Ekrem Efendimiz şöyle buyurmuştur:

“İnsanlar bir yerde oturup da, orada Peygamber sallallahu aleyhi ve selleme salavât getirmezlerse; Cennet’e girseler bile, salâtü selâm getirenlerin kazandığı, kendilerinin ise kaybettiği sevâbı görerek, o toplantıdan dolayı büyük bir pişmanlık duyarlar.”

İmâm Tirmizî’nin naklettiğine göre ilim ehlinden biri şöyle demiştir:

“Bir kimse bir mecliste bir defa salâtü selâm getirirse, o mecliste bulunduğu sürece, getirdiği o salâtü selâm yeterlidir.”

Peygamber Efendimiz’in adı her anıldıkça salâtü selâm getiren kimse, getirdiği her salâtü selâm için sevap kazanır.

Burada söz konusu edilen, bir mecliste bir defa j | salâtü selâm getirenin o sorumluluktan kurtulacağıdır.Ünlü muhaddis ve Hanefî fakihi Ebû Cafer et-Tahâvî de (v. 321/933) bu görüştedir.

Bir mecliste bir defa salâtü selâm getirenin sorumluluktan kurtulacak olması, Kur'an Kerîm okuyan kimsenin, bir mecliste birden fazla secde âyeti okusa bile, yapacağı bir secdenin ona yeterli olmasına benzemektedir.

Kadı İyaz,Şifa-i Şerif,cilt:2


KAYNAKLAR;

1)Aliyyü’ 1-Kârî, Şerhu’ş-Şifâ, II, 139.

2)Tirmizî, Daavât 101, nr. 3545; Ahmed ibni Hanbel, Müsned, II, 254.

3)İsrâ 17/23.

4)Bir Müslümanın Resûl-i Ekrem’e salâtü selâm getirmediği için Cehennem’e girmesi, Allah’ın Elçisi’ne kasten salâtü selâm getirmemenin büyük günah olduğunu göstermek-tedir.

5) Buhân, el-Edebü’l-müfred (Elbânî), s. 222, nr. 644; Ebû Ya‘lâ el-Mevsılî, Müsned (Esed), X, 328, nr. 5922; İbni Hibbân, es-Sahîh (Arnaût), III, 188, nr. 907.

6)Tirmizî, Daavât, 101, nr. 3546; Ahmed İbni Hanbel, Müsned, I, 201.

7)Beyhakî, Şuabü’l-îmân (Zağlûl), II, 215, 1573.

8)Beyhakî, Şu‘abü’l-îmân (Zağlûl), II, 213, nr. 1565.

9)Tirmizî, Daavât 8, nr. 3380. Aynca bk. Ebû Dâvûd, Edeb 26, 98, nr. 4855, 5059; Ahmed ibni Hanbel, Müsned, II, 446.

10)İbni Mâce, İkâmet 25, nr. 908. Tevbe 9/67.

11) Tevbe 9/67

12)Abürrezzâk, el-Musannef (Azamî),2,317,nr.3121

13)Nesâî, es-Sünenü’l-kübrâ (Bündârî-Kisrevî), VI, 109, nr. 10244. Ebû Dâvûd, Edeb 26, nr. 4855. Süneni Ebî Dâvût rivâyete göre, bir meclisten Allah Teâlâ’yı anmadan kalkanlar için Resûl-i Ekrem buyuruyor;: “Onlar, eşek leşi gibi bir pisliğin yanından kalkmış gibi olurlar.”buyurmuştur.

14)Nesâî, es-Sünenü’l-kübra, VI, 108, nr. 10242. Aynca bk. Ahmed ibni Hanbel, Müsned, es-Sahîh (Arnaût), II, 351-352, nr. 590-592.

15)Tirmizi,Daavat 101,nr.3545
Devamını Oku »

Kainat, Hz. Muhammed'e (asm) şahitlik eder



Bismillahirrahmanirrahim

Bu Kâinat Sahibinin tezahür-ü rububiyetine ve sermedî ulûhiyetine ve nihayetsiz ihsanatına küllî bir ubûdiyet ve tanıttırmakla mukabele eden Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm, bu kâinatta güneşin lüzumu gibi elzemdir ki,

nev-i beşerin üstad-ı ekberi

ve büyük peygamberi (a.s.m.)

ve Fahr-i Âlem ve لَوْلاَكَ لَوْلاَكَ لَمَا خَلَقْتُ اْلاَفْلاَكَ (“Eğer sen olmasaydın kâinatı yaratmazdım”) hitabına mazhar

ve hakikat-i Muhammediyesi hem sebeb-i hilkat-i âlem, hem neticesi

ve en mükemmel meyvesi olduğu gibi, bu kâinatın hakikî kemâlâtı
ve sermedî bir Cemîl-i Zülcelâlin bâki âyineleri
ve sıfatlarının cilveleri
ve hikmetli ef’âlinin vazifedar eserleri
ve çok mânidar mektupları olması
ve bâki bir âlemi taşıması
ve bütün zîşuurların müştak oldukları bir dâr-ı saadet ve âhireti netice vermesi gibi hakikatleri, hakikat-ı Muhammediye (a.s.m.) ve risalet-i Ahmediye ile tahakkuk ettiğinden,

nasıl bu kâinat onun risaletine gayet kuvvetli ve kat’î şehadet eder; öyle de, başta âlem-i İslâm, bütün beşer ve bütün zîşuur, Cehennemden acı ve korkunç olan ademden, hiçlikten, idam-ı ebedîden, fena-yı mutlaktan kurtulmak için, daimî aşk ve şevkle her zamanda ve câmi’ mâhiyetinin bütün kuvvetleriyle, bütün istidadat lisanlarıyla bütün dualar ve ibadetler ve ricalarının dilleriyle istedikleri hayat-ı bâkiyeyi kuvvetli, kat’î beşaret veren risalet-i Ahmediye (a.s.m.) ve hakikat-i Muhammediyeye (a.s.m.) şehadet edip nev-i beşerin medâr-ı iftiharı, eşref-i mahlûkat olduğuna imza bastığı gibi, her zamanda üç yüz elli milyon ehl-i imanın

اَلسَّبَبُ كَالْفَاعِلِ sırrınca, hergün işledikleri bütün hasenatlar ve hayırların bir misli Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmın defter-i hasenatına girmesi ve o tek şahsiyet-i Muhammediye (a.s.m.), yüzer milyon, belki milyar âbid-i muhsin kadar küllî bir ubudiyete ve füyuzâtına mazhar bir makam kazanması, o zâtın risaletine pek kuvvetli şehadet edip imza basar. (Şualar, On Beşinci Şuâ ve El-Hüccetü'z-Zehra)

Bediüzzaman Said Nursi
Devamını Oku »

O zât (asm) öyle bir şeriatla meydana çıkmış ki



Bismillahirrahmanirrahim


O zât (a.s.m.) öyle bir şeriat ve bir İslâmiyet ve bir ubûdiyet ve bir dua ve bir davet ve bir imanla meydana çıkmış ki, onların ne misli var ne de olur. Ve onlardan daha mükemmel, ne bulunmuş ve ne de bulunur. Çünkü, ümmî bir zâtta (a.s.m.) zuhur eden o şeriat, on dört asrı ve nev-i beşerin humsunu, âdilâne ve hakkaniyet üzere ve müdakkikane hadsiz kanunlarıyla idare etmesi, emsal kabul etmez.

Hem, ümmî bir zâtın (a.s.m.) ef’âl ve akvâl ve ahvâlinden çıkan İslâmiyet, her asırda, üç yüz milyon insanın rehberi ve mercii ve akıllarının muallimi ve mürşidi ve kalblerinin münevviri ve musaffîsi ve nefislerinin mürebbîsi ve müzekkîsi ve ruhlarının medâr-ı inkişafı ve maden-i terakkiyatı olması cihetiyle, misli olamaz ve olamamış.

Hem, dininde bulunan bütün ibâdâtın bütün envâında en ileri olması; ve herkesten ziyade takvâda bulunması ve Allah’tan korkması; ve fevkalâde daimî mücahedat ve dağdağalar içinde tam tamına ubûdiyetin en ince esrarına kadar müraat etmesi; ve hiç kimseyi taklit etmeyerek ve tam mânâsıyla ve müptediyâne fakat en mükemmel olarak, hem iptidâ ve intihâyı birleştirerek yapması, elbette misli görülmez ve görünmemiş.

Hem binler dua ve münâcâtlarından Cevşenü’l-Kebîr ile, öyle bir marifet-i Rabbâniye ile, öyle bir derecede Rabbini tavsif ediyor ki, o zamandan beri gelen ehl-i mârifet ve ehl-i velâyet, telâhuk-u efkârla beraber, ne o mertebe-i marifete ve ne de o derece-i tavsife yetişememeleri gösteriyor ki, duada dahi onun misli yoktur. Risale-i Münâcâtın başında Cevşenü’l-Kebîr’in doksan dokuz fıkrasından bir fıkrasının kısacık bir meâlinin beyan edildiği yere bakan adam, “Cevşen’in dahi misli yoktur” diyecek.

Hem, tebliğ-i risalette ve nâsı hakka davette o derece metanet ve sebat ve cesaret göstermiş ki, büyük devletler ve büyük dinler, hattâ kavim ve kabilesi ve amcası ona şiddetli adavet ettikleri halde, zerre miktar bir eser-i tereddüt, bir telâş, bir korkaklık göstermemesi ve tek başıyla bütün dünyaya meydan okuması ve başa da çıkarması ve İslâmiyeti dünyanın başına geçirmesi ispat eder ki, tebliğ ve davette dahi misli olmamış ve olamaz.

Hem, imanda, öyle fevkalâde bir kuvvet ve harika bir yakîn ve mu’cizâne bir inkişaf ve cihanı ışıklandıran bir ulvî itikad taşımış ki, o zamanın hükümranı olan bütün efkârı ve akideleri ve hükemanın hikmetleri ve ruhanî reislerin ilimleri ona muarız ve muhalif ve münkir oldukları halde onun ne yakînine, ne itikadına, ne itimadına, ne itminanına hiçbir şüphe, hiçbir tereddüt, hiçbir zaaf, hiçbir vesvese vermemesi ve mâneviyatta ve meratib-i imaniyede terakki eden başta Sahabeler ve bütün ehl-i velâyet, onun, her vakit, mertebe-i imanından feyz almaları ve onu en yüksek derecede bulmaları, bilbedahe gösterir ki, imanı dahi emsalsizdir.

İşte, böyle emsalsiz bir şeriat ve misilsiz bir İslâmiyet ve harika bir ubûdiyet ve fevkalâde bir dua ve cihan-pesendâne bir dâvet ve mu’cizâne bir iman sahibinde, elbette hiçbir cihetle yalan olamaz ve aldatmaz diye anladı ve aklı dahi tasdik etti. (Şualar-Yedinci Şuâ-Âyetü'l-Kübra)

Bediüzzaman Said Nursi
Devamını Oku »

Resulullahın feyzi, bedevî feyziyle nasıl birleşir?



Bismillahirrahmanirrahim

Suâl:
"Dost dostuyla beraber Cennette bulunacaktır." (Hadîs-i şerif) Hâlbuki basit bir bedevî, bir dakikada, sohbet-i Nebeviyede, lillâh için bir muhabbet peydâ eder. O muhabbetle, Cennette Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâmın yanında bulunması lâzım gelir. Halbuki, gayr-i mütenâhî feyze mazhar Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın feyzi, bir basit bedevî feyziyle nasıl birleşir?

Elcevap: Bir temsil ile, şu ulvî hakikate şöyle bir işaret ederiz ki:

Meselâ, gayet güzel ve şâşaalı bir bağda, muhteşem bir zât, gayet büyük bir ziyâfet, gayet müzeyyen bir seyrangâh öyle bir sûrette ihzâr etmiş ki, kuvve-i zâikanın hissedecek bütün lezâiz-i mat'umâtı câmi', kuvve-i bâsıranın hoşuna gidecek bütün mehâsini şâmil, kuvve-i hayaliyeyi keyiflendirecek bütün garâibi müştemil, ve hâkezâ, bütün havâss-ı zâhire ve bâtınayı okşayacak ve memnun edecek herşeyi, içine koymuştur.

Şimdi, iki dost var; beraber o ziyâfete giderler; bir locada, bir sofrada oturuyorlar. Fakat, birisinin kuvve-i zâikâsı pek az olduğundan, cüz'î zevk alır; gözü de az görüyor, kuvve-i şâmmesi yok, sanâyî-i garîbeden anlamaz, hârika şeyleri bilmez. O nüzhetgâhın binden ve belki milyondan birisini kabiliyeti nisbetinde ancak zevk ederek istifade eder.

Diğeri ise, bütün zâhirî ve bâtınî duyguları, akıl ve kalb ve his ve latîfeleri, o derece mükemmel ve o mertebe inkişaf etmiştir ki, o seyrangâhtaki bütün incelikleri, güzellikleri ve letâifi ve garâibi ayrı ayrı hissedip zevk ederek, ayrı ayrı lezzet aldığı halde o dost ile omuz omuzadır.

Mâdem, bu karma karışık, elemli ve daracık şu dünyada böyle oluyor; en küçük ile en büyük beraber iken, serâdan Süreyyâya kadar fark oluyor. Elbette, dâr-ı saadet ve ebediyet olan Cennette, bittarîkı'l-evlâ, dost dostu ile beraber iken, herbirisi istidadına göre sofra-i Rahmânirrahîmden, istidadları derecesinde hisselerini alırlar. Bulundukları Cennetler ayrı ayrı da olsa, beraber bulunmalarına mâni olmaz. Çünkü, Cennetin sekiz tabakası birbirinden yüksek oldukları halde, umumun damı Arş-ı âzamdır.Nasıl ki mahrûtî bir dağın etrafında, birbiri içinde, birbirinden yüksek, kaidesinden zirvesine kadar surlu daireler bulunsa; o daireler birbirinin üstündedir, fakat birbirinin güneşi görmelerine mâni olmaz, birbirinden geçebilir, birbirine bakar. Öyle de, Cennetler de buna yakın bir tarz ile olduğu, ehâdisin mütenevvi' rivâyâtı işaret ediyor. (Sözler)

Bediüzzaman Said Nursi
Devamını Oku »

Risalet-i Muhammediye nuru gitse, kâinat vefat edecek



Bismillahirrahmanirrahim


Hem hayatın sırr-ı mahiyeti, peygamberlere iman rüknüne bakıp remzen ispat eder. Evet, madem kâinat, hayat için yaratılmış ve hayat dahi Hayy-ı Kayyûm-u Ezelînin bir cilve-i âzamıdır, bir nakş-ı ekmelidir, bir san’at-ı ecmelidir. Madem hayat-ı sermediye, resullerin gönderilmesiyle ve kitapların indirilmesiyle kendini gösterir. (Evet, eğer kitaplar ve peygamberler olmazsa, o hayat-ı ezeliye bilinmez. Nasıl ki bir adamın söylemesiyle diri ve hayattar olduğu anlaşılır; öyle de, bu kâinatın perdesi altında olan âlem-i gaybın arkasında söyleyen, konuşan, emir ve nehyedip hitap eden bir Zâtın kelimâtını, hitâbâtını gösterecek, peygamberler ve nâzil olan kitaplardır.)

Elbette kâinattaki hayat, kat’î bir surette Hayy-ı Ezelînin vücûb-u vücuduna kat’î şehadet ettiği gibi; o hayat-ı Ezeliyenin şuââtı, celevâtı, münâsebâtı olan “irsâl-i rusül” ve “inzâl-i kütüb” rükünlerine bakar, remzen ispat eder. Ve bilhassa risalet-i Muhammediye (a.s.m.) ve vahy-i Kur’ânî hayatın ruhu ve aklı hükmünde olduğundan, bu hayatın vücudu gibi hakkaniyetleri kat’îdir denilebilir.

Evet, nasıl ki hayat bu kâinattan süzülmüş bir hülâsadır. Ve şuur ve his dahi hayattan süzülmüş, hayatın bir hülâsasıdır. Ve akıl dahi şuurdan ve histen süzülmüş, şuurun bir hülâsasıdır. Ve ruh dahi, hayatın hâlis ve sâfi bir cevheri ve sabit ve müstakil zâtıdır. Öyle de, maddî ve mânevî hayat-ı Muhammediye (a.s.m.) dahi, hayattan ve ruh-u kâinattan süzülmüş hülâsatü’l-hülâsadır ve risalet-i Muhammediye (a.s.m.) dahi, kâinatın his ve şuur ve aklından süzülmüş en sâfi hülâsasıdır. Belki maddî ve mânevî hayat-ı Muhammediye (a.s.m.) dahi âsârının şehadetiyle, hayat-ı kâinatın hayatıdır. Ve risalet-i Muhammediye (a.s.m.), şuur-u kâinatın şuurudur ve nurudur. Ve vahy-i Kur’ân dahi, hayattar hakaikinin şehadetiyle, hayat-ı kâinatın ruhudur ve şuur-u kâinatın aklıdır.

Evet, evet, evet! Eğer kâinattan risalet-i Muhammediyenin (a.s.m.) nuru çıksa, gitse, kâinat vefat edecek.

Eğer Kur’ân gitse, kâinat divâne olacak ve küre-i arz kafasını, aklını kaybedecek, belki şuursuz kalmış olan başını bir seyyareye çarpacak, bir kıyameti koparacak. (Onuncu Söz-Zeylin İkinci Parçası)


Bediüzzaman Said Nursî
Devamını Oku »

O sevgilinin maksudu, umumun da maksududur



Bismillahirrahmanirrahim

Bak, bu işler içinde görünüyor ki, o misilsiz zâtın pek büyük bir şefkati vardır. Çünkü her musibetzedenin imdadına koşturuyor. Her suale ve matluba cevap veriyor. Hattâ, bak, en ednâ bir hacet, en ednâ bir raiyetten görse, şefkatle kaza ediyor. Bir çobanın bir koyunu bir ayağı incinse, ya merhem, ya baytar gönderiyor.

Şimdi gel, gidelim; şu adada büyük bir içtima var. Bütün memleket eşrafı orada toplanmışlar. Bak, pek büyük bir nişanı taşıyan bir yâver-i ekrem bir nutuk okuyor. O şefkatli padişahından birşeyler istiyor.Bütün ahali, “Evet, evet, biz de istiyoruz” diyorlar, onu tasdik ve teyid ediyorlar. Şimdi dinle; bu padişahın sevgilisi diyor ki:

“Ey bizi nimetleriyle perverde eden sultanımız! Bize gösterdiğin nümunelerin ve gölgelerin asıllarını, menbalarını göster. Ve bizi makarr-ı saltanatına celb et. Bizi bu çöllerde mahvettirme. Bizi huzuruna al. Bize merhamet et. Burada bize tattırdığın leziz nimetlerini orada yedir. Bizi zevâl ve teb’îd ile tazib etme. Sana müştak ve müteşekkir şu muti’ raiyetini başıboş bırakıp idam etme” diyor ve pek çok yalvarıyor. Sen de işitiyorsun.


Acaba bu kadar şefkatli ve kudretli bir padişah, hiç mümkün müdür ki, en ednâ bir adamın en ednâ bir meramını ehemmiyetle yerine getirsin; en sevgili bir yâver-i ekreminin en güzel bir maksudunu yerine getirmesin? Halbuki, o sevgilinin maksudu, umumun da maksududur. Hem padişahın marzîsi, hem merhamet ve adaletinin muktezasıdır. Hem ona rahattır, ağır değil. Bu misafirhanelerdeki muvakkat nüzhetgâhlar kadar ağır gelmez. Madem nümunelerini göstermek için, beş altı gün seyrangâhlara bu kadar masraf ediyor, bu memleketi kurdu. Elbette, hakikî hazinelerini, kemâlâtını, hünerlerini makarr-ı saltanatında öyle bir tarzda gösterecek, öyle seyrangâhlar açacak ki, akılları hayrette bırakacak.Demek bu meydan-ı imtihanda olanlar başıboş değiller. Saadet sarayları ve zindanlar onları bekliyorlar. (Sözler-Onuncu Söz)

Bediüzzaman Said Nursî
Devamını Oku »

Resulullah'a Salât ve selamın hikmeti



Bismillahirrahmanirrahim

Sual:
Salâvatın bu kadar kesretle hikmeti ve salâtla beraber selâmı zikretmenin sırrı nedir?

Elcevap: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâma salâvat getirmek, tek başıyla bir tarik-i hakikattır. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm nihayet derecede rahmete mazhar olduğu halde, nihayetsiz salâvata ihtiyaç göstermiştir. Çünkü, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm bütün ümmetin dertleriyle alâkadar ve saadetleriyle nasibedardır. Nihayetsiz istikbalde, ebedü’l-âbâdda, nihayetsiz ahvâle mâruz ümmetin, bütün saadetleriyle alâkadarlığının ihtiyacındandır ki, nihayetsiz salâvata ihtiyaç göstermiştir.

-Hem Resul-i Ekrem hem abd, hem resul olduğundan, ubudiyet cihetiyle salât ister, risalet cihetiyle selâm ister ki: Ubudiyet halktan Hakka gider, mahbubiyet ve rahmete mazhar olur. bunu es-salât ifade eder. Risalet Haktan halka bir elçiliktir ki, selâmet ve teslim ve memuriyetinin kabul ve vazifesinin icrâsına muvaffakıyet ister ki, selâm lâfzı onu ifade ediyor.

-Hem biz seyyidinâ lâfzıyla tabir ettiğimizden, diyoruz ki: Ya Rab! Yanımızda elçiniz ve dergâhınızda elçimiz olan reisimize merhamet et ki, bize sirayet etsin.

اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ عَبْدِكَ وَرَسُولِكَ وَعَلٰۤى اٰلِهِ وَصَحْبِهِ اَجْمَعِينَ (Allah’ım, Senin kulun ve resulün olan efendimiz Muhammed’e ve onun bütün âl ve ashabına salât eyle.)

Bediüzzaman Said Nursi

(Barla Lâhikası)
Devamını Oku »

O (asm) her hareketinde istikamet ve itidal üzere gitmiş


Bismillahirrahmanirrahim


Üçüncü Mesele: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm hilkaten en mutedil bir vaziyette ve en mükemmel bir surette halk edildiğinden, harekât ve sekenâtı itidal ve istikamet üzerine gitmiştir. Siyer-i Seniyyesi kat'î bir surette gösterir ki, her hareketinde istikamet ve itidal üzere gitmiş, ifrat ve tefritten içtinap etmiştir.

Evet, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm  1ﻓَﺎﺳْﺘَﻘِﻢْ ﻛَﻤَٓﺎ ﺍُﻣِﺮْﺕَ emrini tamamıyla imtisal ettiği için, bütün ef'al ve akval ve ahvâlinde istikamet, kat'î bir surette görünüyor. Meselâ kuvve-i akliyenin fesat ve zulmeti hükmündeki ifrat ve tefriti olan gabâvet ve cerbezeden müberrâ olarak, hadd-i vasat ve medar-ı istikamet olan hikmet noktasında kuvve-i akliyesi daima hareket ettiği gibi; kuvve-i gadabiyenin fesadı ve ifrat ve tefriti olan korkaklık ve tehevvürden münezzeh olarak, kuvve-i gadabiyenin medar-ı istikameti ve hadd-i vasatı olan şecaat-i kudsiye ile kuvve-i gadabiyesi hareket etmekle beraber; kuvve-i şeheviyenin fesadı ve ifrat ve tefriti olan humud ve fücurdan musaffâ olarak, o kuvvenin medar-ı istikameti olan iffette, kuvve-i şeheviyesi daima iffeti, âzamî mâsumiyet derecesinde rehber ittihaz etmiştir.

Ve hâkezâ, bütün sünen-i seniyyesinde, ahvâl-i fıtriyesinde ve ahkâm-ı şer'iyesinde hadd-i istikameti ihtiyar edip, zulüm ve zulümat olan ifrat ve tefritten, israf ve tebzirden içtinap etmiştir. Hattâ tekellümünde ve ekl ve şürbünde iktisadı rehber ve israftan kat'iyen içtinap etmiştir.

Ayet Meali:

1-
"Emrolunduğun gibi dos doğru ol." (Hûd Sûresi: 11:112.)


Bediüzzaman Said Nursi

Lem'alar
Devamını Oku »

Resulullah en mükemmel fert, en mümtaz şahsiyettir



Bismillahirrahmanirrahim

İşte, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, madem masnuat içinde en mükemmel ferttir ve mahlûkat içinde en mümtaz şahsiyettir.

-Hem san'at-ı İlâhiyeyi bir velvele-i zikir ve tesbihle teşhir ediyor ve istihsan ediyor.

-Hem esmâ-i İlâhiyedeki cemal ve kemal hazinelerini lisan-ı Kur'ân ile açmıştır.

-Hem kâinatın âyât-ı tekviniyesinin, Sâniinin kemâline delâletlerini parlak ve kati bir surette lisan-ı Kur'ân'la beyan ediyor.

-Hem küllî ubudiyetiyle rububiyet-i İlâhiyeye aynadarlık ediyor.

-Hem mahiyetinin câmiiyetiyle bütün esmâ-i İlâhiyeye bir mazhar-ı etemm olmuştur.

Elbette bunun için denilebilir ki, Cemîl-i Zülcelâl, kendi cemâlini sevmesiyle, o cemâlin en mükemmel âyine-i zîşuuru olan Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâmı sever.

-Hem kendi esmâsını sevmesiyle, o esmânın en parlak aynası olan Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâmı sever ve Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâma benzeyenleri dahi derecelerine göre sever.

-Hem san'atını sevdiği için, elbette Onun san'atını en yüksek bir sadâ ile bütün kâinatta neşreden ve semâvâtın kulağını çınlatan, ber ve bahri cezbeye getiren bir velvele-i zikir ve tesbihle ilân eden Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâmı sever ve ona ittibâ edenleri de sever.

-Hem masnuatını sevdiği için, o masnuatın en mükemmeli olan zîhayatı ve zîhayatın en mükemmeli olan zîşuuru ve zîşuurun en efdali olan insanları ve insanların bil'ittifak en mükemmeli olan Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâmı elbette daha ziyade sever.

-Hem kendi mahlûkatının mehâsin-i ahlâkiyelerini sevdiği için, mehâsin-i ahlâkiyede bil'ittifak en yüksek mertebede bulunan Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâmı sever ve derecâta göre ona benzeyenleri dahi sever.

Demek, Cenâb-ı Hakkın rahmeti gibi, muhabbeti dahi kâinatı ihata etmiş. İşte, o hadsiz mahbuplar içindeki mezkûr beş veçhinin herbir veçhinde en yüksek makam, Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâma mahsustur ki, "Habîbullah" lâkabı ona verilmiş.

Bediüzzaman Said Nursi

(Mektubat)
Devamını Oku »

İnsan ise şecere-i hilkatin zîşuur meyvesidir



ÜÇÜNCÜ NOKTA:

ﺍِﻥْ ﻛُﻨْﺘُﻢْ ﺗُﺤِﺒُّﻮﻥَ ﺍﻟﻠَّﻪَ ﻓَﺎﺗَّﺒِﻌُﻮﻧِﻰ ﻳُﺤْﺒِﺒْﻜُﻢُ ﺍﻟﻠَّﻪُ


Madem kâinatta hüsn-ü san'at, bilmüşahede vardır ve kat'îdir. Elbette risalet-i Ahmediye (A.S.M.), şuhud derecesinde bir kat'iyyetle sübutu lâzım gelir. Zira şu güzel masnuattaki hüsn-ü san'at ve zînet-i suret gösteriyor ki: Onların san'atkârında ehemmiyetli bir irade-i tahsin ve kuvvetli bir taleb-i tezyin vardır. Ve şu irade ve taleb ise; o Sâni'de, ulvî bir muhabbet ve masnu'larında izhar ettiği kemalât-ı san'atına karşı kudsî bir rağbet var olduğunu gösteriyor.

Ve şu muhabbet ve rağbet ise, masnuat içinde en münevver ve mükemmel ferd olan insana daha ziyade müteveccih olup temerküz etmek ister. İnsan ise, şecere-i hilkatin zîşuur meyvesidir. Meyve ise, en cem'iyetli ve en uzak ve en ziyade nazarı âmm ve şuuru küllî bir cüz'üdür. Nazarı âmm ve şuuru küllî zât ise, o San'atkâr-ı Zülcemal'e muhatab olup görüşen ve küllî şuurunu ve âmm nazarını tamamen Sâni'in perestişliğine ve san'atının istihsanına ve nimetinin şükrüne sarfeden en yüksek, en parlak bir ferd olabilir.

Şimdi iki levha, iki daire görünüyor. Biri: Gayet muhteşem, muntazam bir daire-i rububiyet ve gayet musanna', murassa' bir levha-i san'at... Diğeri: Gayet münevver, müzehher bir daire-i ubudiyet ve gayet vâsi', câmi' bir levha-i tefekkür ve istihsan ve teşekkür ve iman vardır ki, ikinci daire bütün kuvvetiyle birinci dairenin namına hareket eder.

İşte o Sâni'in bütün makasıd-ı san'atperveranesine hizmet eden o daire reisinin ne derece o Sâni' ile münasebettar ve onun nazarında ne kadar mahbub ve makbul olduğu bilbedahe anlaşılır.

Acaba hiç akıl kabul eder mi ki: Şu güzel masnuatın bu derece san'atperver, hattâ ağzın her çeşit tadını nazara alan in'amperver san'atkârı, Arş ve Ferşi çınlattıracak bir velvele-i istihsan ve takdir içinde, berr ve bahri cezbeye getirecek bir zemzeme-i şükran ve tekbir ile perestişkârane ona müteveccih olan en güzel masnuuna karşı lâkayd kalsın ve onunla konuşmasın ve alâkadarane onu resul yapıp, güzel vaziyetinin başkalara da sirayet etmesini istemesin? Kellâ! Konuşmamak ve onu resul yapmamak mümkün değil.

ﺍِﻥَّ ﺍﻟﺪِّﻳﻦَ ﻋِﻨْﺪَ ﺍﻟﻠَّﻪِ ﺍﻟْﺎِﺳْﻠﺎَﻡُ ٭ ﻣُﺤَﻤَّﺪٌ ﺭَﺳُﻮﻝُ ﺍﻟﻠَّﻪِ ﻭَﺍﻟَّﺬِﻳﻦَ


Sözler - 232
Devamını Oku »

Risalet-i Ahmediye'ye Dairdir

Ondokuzuncu Söz 

Risalet-i Ahmediye'ye Dairdir 

ﻭَ ﻣَﺎ ﻣَﺪَﺣْﺖُ ﻣُﺤَﻤَّﺪًﺍ ﺑِﻤَﻘَﺎﻟَﺘِﻰ ٭ ﻭَ ﻟَﻜِﻦْ ﻣَﺪَﺣْﺖُ ﻣَﻘَﺎﻟَﺘِﻰ ﺑِﻤُﺤَﻤَّﺪٍ ﻉ.ﺹ.ﻡ


Evet şu söz güzeldir. Fakat onu güzelleştiren, güzellerin güzeli olan evsaf-ı Muhammediyedir.
"ONDÖRT REŞEHAT"ı tazammun eden Ondördüncü Lem'anın

BİRİNCİ REŞHASI: 

Rabbimizi bize tarif eden üç büyük, küllî muarrif var. Birisi: Şu kitab-ı kâinattır ki, bir nebze şehadetini onüç lem'a ile arabî Nur Risalesinden Onüçüncü dersten işittik. Birisi: Şu kitab-ı kebirin âyet-i kübrası olan Hâtemü'l-Enbiya Aleyhissalâtü Vesselâm'dır. Birisi de Kur'an-ı Azîmüşşan'dır. Şimdi şu ikinci bürhan-ı nâtıkî olan Hâtemü'l-Enbiya Aleyhissalâtü Vesselâm'ı tanımalıyız, dinlemeliyiz.

Evet, o bürhanın şahs-ı manevîsine bak: 

-Sath-ı Arz bir mescid,
-Mekke bir mihrab,
-Medine bir minber...

-O bürhan-ı bahir olan Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm bütün ehl-i imana imam,
-bütün insanlara hatib,
-bütün enbiyaya reis,
-bütün evliyaya seyyid,
-bütün enbiya ve evliyadan mürekkeb bir halka-i zikrin serzâkiri... 
-Bütün enbiya hayattar kökleri, 
-bütün evliya taravettar semereleri bir şecere-i nuraniyedir ki; herbir davasını, mu'cizatlarına istinad eden bütün enbiya ve kerametlerine itimad eden bütün evliya tasdik edip imza ediyorlar. Zira o, ﻟﺎَٓ ﺍِﻟَﻪَ ﺍِﻟﺎَّ ﺍﻟﻠَّﻪُder, dava eder. Bütün sağ ve sol, yani mazi ve müstakbel taraflarında saf tutan o nuranî zâkirler, aynı kelimeyi tekrar ederek, icma' ile manen "SADAKTE VE BİL-HAKKI NATAKTE" derler. Hangi vehmin haddi var ki, böyle hesabsız imzalarla teyid edilen bir müddeaya parmak karıştırsın.

İKİNCİ REŞHA:

O nurani bürhan-ı tevhid, nasılki iki cenahın icma' ve tevatürüyle teyid ediliyor. Öyle de, Tevrat ve İncil gibi Kütüb-ü Semaviyenin(Haşiye) yüzler işaratı ve irhasatın binler rumuzatı ve hâtiflerin meşhur beşaratı ve kâhinlerin mütevatir şehadatı ve şakk-ı Kamer gibi binler mu'cizatının delalatı ve şeriatın hakkaniyeti ile teyid ve tasdik ettikleri gibi, zâtında gayet kemaldeki ahlâk-ı hamîdesini ve vazifesinde nihayet hüsnündeki secaya-yı galiyesini ve kemal-i emniyetini ve kuvvet-i imanını ve gayet itminanını ve nihayet vüsukunu gösteren fevkalâde takvası, fevkalâde ubudiyeti, fevkalâde ciddiyeti, fevkalâde metaneti; davasında nihayet derecede sadık olduğunu güneş gibi aşikâre gösteriyor.

{(Haşiye): Hüseyin-i Cisrî "Risale-i Hamîdiye"sinde yüzondört işaratı, o kitablardan çıkarmıştır. Tahriften sonra bu kadar bulunsa, elbette daha evvel çok tasrihat varmış.}

Sözler - 236
Devamını Oku »

Hz.Muhammed (a.s.m) kainatın sırrını açıklıyor



Bismillahirrahmanirrahim

("Risalet-i Ahmediyeye dair" 19. Söz dersinden...)

ÜÇÜNCÜ REŞHA


Eğer istersen, gel, Asr-ı Saadete, Ceziretü’l-Araba gideriz. Hayalen olsun, onu vazife başında görüp ziyaret ederiz.

İşte, bak: Hüsn-ü sîret ve cemâl-i suretle mümtaz bir zâtı görüyoruz ki,

-elinde mu’ciznümâ bir kitap,
-lisanında hakaik-âşinâ bir hitap,
-bütün benî Âdeme, belki cin ve inse ve meleğe, -belki bütün mevcudata karşı bir hutbe-i ezeliyeyi tebliğ ediyor.

Sırr-ı hilkat-i âlem olan muammâ-i acibânesini hal ve şerh edip ve sırr-ı kâinat olan tılsım-ı muğlâkınıfetih ve keşfederek, bütün mevcudattan sorulan, bütün ukulü hayret içinde meşgul eden üç müşkül ve müthiş sual-i azîm olan “Necisin? Nereden geliyorsun? Nereye gidiyorsun?” suallerine mukni, makbul cevap verir.

Bediüzzaman Said Nursi

(Sözler)
Devamını Oku »

O nur (a.s.m) olmazsa herşey hiçe iner


Bismillahirrahmanirrahim

BEŞİNCİ REŞHA

Hem o nur ile, kâinattaki harekât, tenevvüat, tebeddülât, tagayyürat, mânâsızlıktan ve abesiyetten ve tesadüf oyuncaklığından çıkıp, birer mektubat-ı Rabbâniye, birer sahife-i âyât-ı tekvîniye, birer merâyâ-yı esmâ-i İlâhiye ve âlem dahi bir kitab-ı hikmet-i Samedâniye mertebesine çıktılar.

Hem insanı bütün hayvânâtın mâdûnuna düşüren hadsiz zaaf ve aczi, fakr ve ihtiyâcâtı ve bütün hayvanlardan daha bedbaht eden, vasıta-ı nakl-i hüzün ve elem ve gam olan aklı o nurla nurlandığı vakit, insan bütün hayvanat, bütün mahlûkat üstüne çıkar. O nurlanmış acz, fakr, akıl ile, niyaz ile nazenin bir sultan ve fîzar ile nazdar bir halife-i zemin olur.

Demek o nur olmazsa kâinat da, insan da, hattâ herşey dahi hiçe iner. Evet, elbette böyle bedî bir kâinatta böyle bir zat lâzımdır. Yoksa kâinat ve eflâk olmamalıdır.

DÖRDÜNCÜ REŞHA

Bak, öyle bir ziya-yı hakikat neşreder ki, eğer onun o nuranî daire-i hakikat-i irşadından hariç bir surette kâinata baksan, elbette kâinatın şeklini bir matemhane-i umumî hükmünde ve mevcudatı birbirine ecnebî, belki düşman ve câmidâtı dehşetli cenazeler ve bütün zevilhayatı zevâl ve firakın sillesiyle ağlayan yetimler hükmünde görürsün.

Şimdi bak, onun neşrettiği nur ile, o matemhane-i umumî, şevk u cezbe içinde bir zikirhaneye inkılâp etti. O ecnebî, düşman mevcudat, birer dost ve kardeş şekline girdi. 

O câmidât-ı meyyite-i sâmite, birer mûnis memur, birer musahhar hizmetkâr vaziyetini aldı. Ve o ağlayıcı ve şekvâ edici, kimsesiz yetimler, birer tesbih içinde zâkir veya vazife paydosundan şâkir suretine girdi.

Said Nursi r.h
Devamını Oku »

Peygamberimiz (asm) ebedi saadetin müjdecisi



YEDİNCİ REŞHA:

İşte bak: Şu cezire-i vasiada vahşi ve âdetlerine mutaassıb ve inatçı muhtelif akvamı, ne çabuk âdât ve ahlâk-ı seyyie-i vahşiyanelerini def'aten kal' ve ref' ederek bütün ahlâk-ı hasene ile teçhiz edip bütün âleme muallim ve medenî ümeme üstad eyledi. Bak! Değil zahirî bir tasallut, belki akılları, ruhları, kalbleri, nefisleri fetih ve teshir ediyor. Mahbub-u kulûb, muallim-i ukûl, mürebbi-i nüfus, sultan-ı ervah oldu.

ALTINCI REŞHA:

İşte o zât, bir saadet-i ebediyenin muhbiri, müjdecisi, bir rahmet-i bînihayenin kâşifi ve ilâncısı ve saltanat-ı rububiyetin mehasininin dellâlı, seyircisi ve künuz-u esma-i İlahiyenin keşşafı, göstericisi olduğundan; böyle baksan -yani ubudiyeti cihetiyle- onu bir misal-i muhabbet, bir timsal-i rahmet, bir şeref-i insaniyet, en nurani bir semere-i şecere-i hilkat göreceksin.

Şöyle baksan, -yani risaleti cihetiyle- bir bürhan-ı Hak, bir sirac-ı hakikat, bir şems-i hidayet, bir vesile-i saadet görürsün. İşte bak nasıl berk-i hâtıf gibi onun nuru, şarktan garbı tuttu. Ve nısf-ı arz ve hums-u beşer, onun hediye-i hidayetini kabul edip hırz-ı can etti. Bizim nefis ve şeytanımıza ne oluyor ki; böyle bir zâtın bütün davalarının esası olan "Lâ ilahe illallah"ı, bütün meratibiyle beraber kabul etmesin?

Sözler - 237
Devamını Oku »

Sigara gibi küçük bir âdeti ref etmek pek zahmettir, halbuki bu zât-ı nuranî (asm)...Kaynak: Sigara gibi küçük bir âdeti ref etmek pek zahmettir, halbuki bu zât-ı nuranî (asm)...



SEKİZİNCİ REŞHA:

Bilirsin ki, sigara gibi küçük bir âdeti, küçük bir kavimde büyük bir hâkim, büyük bir himmetle ancak daimî kaldırabilir. Halbuki bak bu zât, büyük ve çok âdetleri; hem inatçı, mutaassıb büyük kavimlerden, zahirî küçük bir kuvvetle, küçük bir himmetle, az bir zamanda ref'edip yerlerine öyle secaya-yı âliyeyi ki, dem ve damarlarına karışmış derecede sabit olarak vaz' ve tesbit eyliyor.

Bunun gibi daha pek çok hârika icraatı yapıyor. İşte şu Asr-ı Saadeti görmeyenlere, Ceziretü'l-Arab'ı gözlerine sokuyoruz. Haydi yüzer feylesofu alsınlar, oraya gitsinler. Yüz sene çalışsınlar. O zâtın, o zamana nisbeten bir senede yaptığının yüzden birisini acaba yapabilirler mi?


Sözler - 237
Devamını Oku »

Hak aldatmaz, hakikatbîn aldanmaz

ONUNCU REŞHA:

İşte bak: Ne kadar merakâver, ne kadar câzibedar, ne kadar lüzumlu, ne kadar dehşetli hakâikı gösterir ve mesâili ispat eder. Bilirsin ki, en ziyâde insanı tahrik eden meraktır. Hattâ, eğer sana denilse, "Yarı ömrünü, yarı malını versen, Kamerden ve Müşteriden biri gelir, Kamerde ve Müşteride ne var, ne yok, ahvâlini sana haber verecek. Hem doğru olarak senin istikbâlini ve başına ne geleceğini doğru olarak haber verecek"; merakın varsa, vereceksin.

Halbuki, şu zât öyle bir Sultanın ahbârını söylüyor ki, memleketinde Kamer, bir sinek gibi, bir pervâne etrafında döner. O Arz olan o pervâne ise, bir lâmba etrafında pervâz eder; ve o güneş olan lâmba ise, o Sultanın binler menzillerinden bir misafirhânesinde binler misbahlar içinde bir lâmbasıdır.

Hem öyle acâib bir âlemden hakiki olarak bahsediyor ve öyle bir inkılâbdan haber veriyor ki, binler küre-i arz bomba olsa, patlasalar, o kadar acîb olmaz. Bak, onun lisânında 1ذَا السَّمَاۤءُ انْفَطَرَتْ - اَلْقَارِعَةُ اِذَا الشَّمْسُ كُوِّرَتْ gibi sûreleri işit.

Hem öyle bir istikbâlden doğru olarak haber veriyor ki, şu dünyevî istikbâl ona nisbeten bir katre serap hükmündedir. Hem, öyle bir saadetten pek ciddi olarak haber veriyor ki, bütün saadet-i dünyeviye, ona nisbeten bir berk-i zâilin bir şems-i sermede nisbeti gibidir.

DOKUZUNCU REŞHA:

Hem, bilirsin, küçük bir adam, küçük bir haysiyetle, küçük bir cemaatte, küçük bir meselede, münâzaralı bir dâvâda hicabsız, pervâsız, küçük fakat hacâletâver bir yalanı, düşmanları yanında, hilesini hissettirmeyecek derecede teessür ve telâş göstermeden söyleyemez.

Şimdi bak bu zâta: Şek büyük bir vazifede, pek büyük bir vazifedar; pek büyük bir haysiyetle, pek büyük emniyete muhtaç bir halde, pek büyük bir cemaatte, pek büyük husûmet karşısında, pek büyük meselelerde, pek büyük dâvâda, pek büyük bir serbestiyetle, bilâpervâ, bilâtereddüt, bilâhicab, telâşsız, samimi bir safvetle, büyük bir ciddiyetle, hasımlarının damarlarına dokunduracak şedid, ulvî bir sûrette söylediği sözlerinde hiç hilâf bulunabilir mi? Hiç hile karışması mümkün müdür? Kellâ!

2اِنْ هُوَ اِلاَّ وَحْىٌ يُوحٰى
Evet, hak aldatmaz, hakikatbîn aldanmaz. Hak olan mesleği hileden müstağnîdir; hakikatbînin gözüne hayalin ne haddi var ki hakikat görünsün, aldatsın. 

Ayet Mealleri:

1-Güneş dürülüp toplandığında...” Tekvir Sûresi, 81:1 • “Gök yarıldığı zaman...” İnfitar Sûresi, 82:1 • “Çarpacak olan felâket...” Kària Sûresi, 101:1.

2-O ancak kendisine vahyolunanı söyler. (Necm Sûresi: 4.)


Bediüzzaman Said Nursi

(Sözler)
Devamını Oku »

Hz.Muhammed görmüş, görüyor, gördüğünü söylüyor


Bismillahirrahmanirrahim

("Risalet-i Ahmediyeye dair" 19. Söz dersinden...)

ON BİRİNCİ REŞHA


Böyle acip ve muammâ-âlûd şu kâinatın perde-i zahiriyesi altında, elbette ve elbette böyle acaip bizi bekliyor. Böyle acaibi haber verecek, böyle harika ve fevkalâde mu’ciznümâ bir zat lâzımdır.

Hem bu zâtın gidişatından görünüyor ki, o görmüş ve görüyor ve gördüğünü söylüyor.

Hem bizi nimetleriyle perverde eden şu semâvât ve arzın İlâhı bizden ne istiyor, marziyâtı nedir; pek sağlam olarak bize ders veriyor.

Hem bunlar gibi daha pek çok merak-âver, lüzumlu hakaikı ders veren bu zâta karşı herşeyi bırakıp ona koşmak, onu dinlemek lâzım gelirken, ekser insanlara ne olmuş ki, sağır olup kör olmuşlar, belki divane olmuşlar ki bu hakkı görmüyorlar, bu hakikati işitmiyorlar, anlamıyorlar?


Bediüzzaman Said Nursi

(Sözler)
Devamını Oku »

Hz.Muhammed (a.s.m) haşrin dahi delilidir


Bismillahirrahmanirrahim

("Risalet-i Ahmediyeye dair" 19. Söz dersinden...)

ON İKİNCİ REŞHA



İşte, şu zat, şu mevcudat Hâlıkının vahdâniyetinin hakkaniyeti derecesinde hak bir burhan-ı nâtık, bir delil-i sadık olduğu gibi, haşrin ve saadet-i ebediyenin dahi bir burhan-ı katıı, bir delil-i sâtııdır. Belki, nasıl ki o zat, hidayetiyle saadet-i ebediyenin sebeb-i husulü ve vesile-i vusulüdür; öyle de, duasıyla, niyazıyla o saadetin sebeb-i vücudu ve vesile-i icadıdır. Haşir meselesinde geçen şu sırrı, makam münasebetiyle tekrar ederiz.

İşte, bak: O zat öyle bir salât-ı kübrâda dua ediyor ki, güya şu cezire, belki arz, onun azametli namazıyla namaz kılar, niyaz eder.

Bak, hem öyle bir cemaat-i uzmâda niyaz ediyor ki, güya benî Âdemin zaman-ı Âdemden asrımıza, kıyamete kadar bütün nuranî, kâmil insanlar, ona ittibâ ile iktidâ edip duasına âmin diyorlar.

Hem bak, öyle bir hâcet-i âmme için dua ediyor ki, değil ehl-i arz, belki ehl-i semâvât, belki bütün mevcudat, niyazına, “Evet, yâ Rabbenâ, ver, biz dahi istiyoruz” deyip iştirak ediyorlar.

Hem öyle fakirâne, öyle hazinâne, öyle mahbubâne, öyle müştakâne, öyle tazarrukârâne niyaz ediyor ki,bütün kâinatı ağlattırıyor, duasına iştirak ettiriyor.

Bak, hem öyle bir maksat, öyle bir gaye için dua ediyor ki, insanı ve âlemi, belki bütün mahlûkatı esfel-i sâfilînden, sukuttan, kıymetsizlikten, faidesizlikten, âlâ-yı illiyyîne, yani kıymete, bekàya, ulvî vazifeye çıkarıyor.

Bak, hem öyle yüksek bir fizâr-ı istimdatkârâne ve öyle tatlı bir niyaz-ı istirhamkârâne ile istiyor, yalvarıyor ki, güya bütün mevcudata ve semâvâta ve Arşa işittirip, vecde getirip, duasına “Âmin Allahümme âmin” dedirtiyor.

Bak, hem öyle Semî, Kerîm bir Kadîrden, öyle Basîr, Rahîm bir Alîmden hâcetini istiyor ki, bilmüşahede, en hafî bir zîhayatın en hafî bir hâcetini, bir niyazını görür, işitir, kabul eder, merhamet eder. Çünkü istediğini velev lisan-ı hâl ile olsun verir. Ve öyle bir suret-i hakîmâne, basîrâne, rahîmânede verir ki, şüphe bırakmaz, bu terbiye ve tedbir öyle bir Semî ve Basîr ve öyle bir Kerîm ve Rahîme hastır.


Bediüzzaman Said Nursi

(Sözler)
Devamını Oku »