Yılbaşına Dair

Yarın yılın son günü. Yarın gece yarısı miladî takvime göre yeni yıl başlayacak. Her yılbaşında olduğu gibi bu yılbaşında da kutlamanın dinî niteliği gündeme gelecek. “Kutlama yapma yoksa gâvur olursun” diyen de var, “ne alakası var, bu bir dinî bayram değil ki” diyen de. Bana da bu konuda çeşitli sorular geldi. Hemen her konuda olduğu gibi bu konuda da aşırı (ifrat - tefrit) yaklaşımlar söz konusu. Bu konuda ifrat ve tefritten uzak, mutedil bir görüş ortaya koymaya çalışacağım.

Yılbaşı kutlamasının dinde haram ve günah olduğunu ifade edenlerin bu konuda ortaya koyduğu üç delil bulunmaktadır:

1. Rabbimiz Kur’an’da, Yahudi ve Hristiyanları veli edinmeyi yasaklayarak şöyle buyurmuştur:

“Ey iman edenler! Yahudi ve Hristiyanları veli edinmeyin, onlar birbirinin velisidirler. İçinizden kim onları veli edinirse o da onlardandır.” (Mâide, 51)

2. Allah Resûlü (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Kim bir topluluğa benzemeye çalışırsa o da onlardandır” (Ebu Davud, Libas, 5)

3. Yine peygamberimiz bir başka hadisinde “kişi sevdiği ile beraberdir” buyurmuştur. (Buharî, edeb, 96; Müslim, el-Birr ve’s-sıla, 165)

Peygamberimiz, diğer dinlerden olanlara benzemeyi önlemek ve Müslümanları her bakımdan onlardan ayrı bir ümmet kılmak için pek çok tedbir almıştır. Kendisi saç tarama şekli bakımından bile müşriklere ve Yahudilere muhalefet etmiş, namaza çağırmak için çan çalma veya boru kullanma fikrini Yahudi ve Hristiyanlara benzemek olarak gördüğü için doğru bulmamış, başka pek çok konuda da alternatif uygulamalar yapmıştır.

Bu delileri dikkate alıp yılbaşı kutlamayı bir Hristiyan âdeti olarak görenlere göre bu kutlamayı yapanlar Kur’an’da yasaklanan “veli edinme” ve hadiste yasaklanan “başkasına benzemeye çalışma” yasağının kapsamına girmiş olurlar. Bu görüşte olanların bir kısmı işi tekfir boyutuna kadar götürürken bir kısmı bunun haram ve günah olduğunu söylemekle yetinir.

Yılbaşı kutlamasının söz konusu yasağın kapsamına girip girmediğini belirlemek için öncelikle bu yasağın kapsamını netleştirmemiz gerekir.

Eğer kişi inanç, amel veya ahlak bakımından İslam’a zıt yönleri bulunan kimselerin bu yönlerine benzemeye çalışıyorsa dinin yasakladığı “başkasına benzeme” günahını işliyor demektir. Benzemeye çalıştığı durum İslam’a aykırı değilse bu benzeme dince yasaklanmış değildir.

Mesela bir Müslüman, gayri Müslimlerin, kendi dinlerinin gereği olarak giydiği kıyafetleri giyemez, yiyip içtiği şeyleri yiyip içemez, kutladığı günler ve bayramlarını kutlayamaz.Hristiyanlar haç işaretini kendi dinlerinin sembolü olarak taşırlar. Bir Müslümanın boynuna haç takması olacak şey değildir. Bir Müslümanın noel, haç yortusu, Meryem ana günü gibi Hristiyanlara ait bayramları kutlaması caiz olmaz.

Buna karşılık gayr-i Müslimlerin yemek yerken kaşık-çatal kullanması, evlerinde koltuk-büfe bulundurması, araba kullanması, ceket-pantolon giymesi,teknolojik aletleri kullanması konusunda onlarla benzer davranışlar göstermek dince yasaklanmış değildir. Çünkü gayri müslimler bunları kendi dinlerinin bir simgesi olarak yapmamakta, bu fiiller onların kimlik ve şahsiyetini ortaya koymamaktadır.

Bu ölçü doğrultusunda yılbaşı kutlamasına geldiğimizde şunu söylememiz mümkündür:

Yılbaşı ve noel farklıdır. Noel (kristmıs) Hristiyanlarca kutsal kabul edilen bir bayram olup Hz. İsa’nın doğumunu ifade etmektedir. Yılbaşı ise bir Hristiyan bayramı değildir. Noel 25 Aralık’ta, yılbaşı ise 1 Ocak’ta kutlanmakta arada bir haftalık zaman farkı bulunmakta, ikisinin kutlanma biçimleri farklı olmaktadır. Bununla birlikte dünya kamuoyunda noel ve yılbaşının bir arada anıldığı, kutlandığı, Hristiyan ülkelerin birçoğunda noelden başlayarak yılbaşına kadar tatil ve kutlamaların yapıldığı bilinen bir durumdur. Şu halde kutlanma sebepleri, zamanları ve biçimleri farklı olsa da dünya kamuoyunda noel ile yılbaşı adeta özdeş iki uygulama gibi görülmektedir.

Yılbaşı doğrudan doğruya bir dinî bayram değildir ve sırf yeni bir yıla girilmesi sebebiyle kutlama yapan kimsenin “Hristiyanlara benzemeye çalışan” bir kimse olarak değerlendirilmesi doğru değildir Şu halde bu kimselere “kâfir olmuş”, “dinden çıkmış” muamelesi yapmak haddi aşmaktır.

Bununla birlikte şunu da bilmek gerekir ki dünya kamuoyundaki algıda noel ile yılbaşı arasındaki çizgi o kadar kalın değildir. Birçok kimse, yılbaşı ve noel arasındaki farkı bilmez. Bu durumda, bir kimsenin dinen şüpheli bir duruma düşmekten kurtulması en doğru yoldur. Zira Allah Resûlü (s.a.v.) “sana şüphe veren şeyi bırak, şüphelendirmeyeni esas al” buyurmuştur. (Tirmizî, Sıfatü’l-kıyame ve’r-reqâiq, 60)

Ele alınması gereken bir başka husus da “kutlama” adı verilen faaliyetlerin kendisiyle ilgilidir.

Herhangi birine, “yılbaşı kutlaması deyince aklınıza ne geliyor?” diye sorsanız, size bir çırpıda sayacağı şeyler: Çam süslemesi, havai fişek gösterisi, noel baba kıyafeti, hindi, piyango, bira-içki, kadınlı erkekli eğlenceler olacaktır. İşte bu kutlama faaliyeti söz konusu olduğunda Hristiyan kültürüne ait unsurlar ve İslam dininin haram kıldığı diğer şeyler iç içe geçmiş vaziyettedir. Bunlar içinden “noel baba” kıyafetinin ve “çam süslemesi”nin farklı kültürün sembolü olduğu, piyango almak, içki içmek ve kadınlı erkekli dans partilerinin ise İslam’ın yasakladığı fiillerden olduğu su götürmez bir gerçektir.

Meseleye dinî hüküm açısından bakmak gerektiği kadar kültürel etkileşim açısından da bakmak gerekir. Yeni nesillerin bu tarz kutlamaları normal bir durum olarak görmeye başlaması, ister istemez kültür emperyalizmini de birlikte getirmekte, Müslümana has bir kimlik ve duruş sergileme imkânı ortadan kalkmaktadır.

Son olarak şunu sormak gerekir: Yeni bir yıla girmiş olmak insanların sevinmesi, coşkuyla kutlaması gereken bir şey mi? Bu kutlama dedikleri şeyin tarzı, yöntemi bizim dinimize uygun mu?

Müslüman coğrafyaların katliama maruz kaldığı, iç savaş ve yoksulluk ile boğuştuğu bir hengâmede… Dünyanın dört bir yanında mazlum ve mağdur, yiyecek ekmek bulamayan milyonlarca dindaşımız, kardeşimiz varken… Sırf yeni bir yıla giriyoruz diye havai fişek patlatarak, göbek atarak, hoplayıp zıplayarak kutlama yapmak neyin nesi?

Allah Resûlü (s.a.v.) “sizden biri kendisi için istediğini mümin kardeşi için de istemedikçe –gerçek anlamda- iman etmiş olmaz” buyurmadı mı? (Buharî, iman, 6; Müslim, iman, 17)

Yılın sonunda ve başında ille de bir şey yapılacaksa bu bir kutlama değil muhasebe olmalıdır. Geçip giden yıllar, aylar ve günlerin içine "hesabı verilecek bir ömür" doldurabilmişsek ne âlâ... Yok öyle değil de ömür treninin vagonları mesabesinde olan yıllar beyhûde gelip geçtiyse ne yazık!

Biz ki iman, sâlih amel, hakkı ve sabrı tavsiye etmekle geçmeyen her ânın hüsran olduğuna iman etmişiz!

“Yılın sonu” için yaptığı hazırlığı “yolun sonu” için yapmayanlar aldanmıştır. Üç günlük geçici mutluluk hayalini, milyonda bir ihtimale dayalı piyango biletine bağlarken, sonsuz mutluluğu, yüzde yüz kesin olan Allah'a teslimiyete bağlamayanlar aldanmıştır. Yeni yılı ayık bir akıl, sorgulayıcı bir nefis, tüm müminler için kuşatıcı bir duayla değil de kıyak bir kafa (!), boş vermiş bir ruh hali ve bencilce isteklerle karşılayanlar aldanmıştır.

Böyle bir aldanış içinde olan müslüman kardeşimize karşı tekfirci, ötekileştirici bir dil kullanarak onu daha da uzaklaştırmak, işi inat haline getirmek yerine yaptığının yanlışlığını kendisine samimi bir dille belirtip kazanmaya çalışan bir dil kullanmak, onların ıslahı ve şuurlanması için dua etmek gerekir.

İçinde bulunduğumuz takvim sisteminde yeni bir yıla başlıyoruz. Bu demde yapılması gereken iş bizim kültürümüze yabancı tarzda "yılbaşı kutlaması" yapmak değil, yeni olan her gün, ay, yıl gibi bu yılın da hakkımızda hayırlı geçmesi için dua etmektir.

Madem öyledir, peygamberimizin her yeni güne başlarken yaptığı duayı biz de yeni bir yıla uyarlayarak şöyle dua edelim:

“Allah’ım ben bu yılın ve sonrasının hayrını senden dilerim, bu yılın ve sonrasının şerrinden de sana sığınırım!"

Rabbimiz, yaşadığımız tüm zamanlarda ülkemize, milletimize ve ümmetimize birlik ve dirlik versin. Bizleri yolundan ayırmasın, şeytana uydurmasın.


(Soner Duman /12.Rebîülâhir.1439/Cumartesi)

Devamını Oku »

Kafirlerin Batıl İşlerini Taklid Etmeyin!

İzzet ve itibar tamamiyle Allahu Te(l(nın: O'nun ihsan ve ikramiyle de, Resulullah sallallahu aleyhi ve alihi ve sellem'in ve mümin-i muvahhid kullarınındır. İslam tam ve mükemmel, en faydalı ve en güzel nizam olduğundan müslümanların başka batıl din ve inançlara, yabancı örf ve adetlere asla itibarı ve ihtiyacı yoktur; o, gayri kimseyi taklid etmez, başka hiçbir sisteme tabi olmaz, sadece Allah'ın nurlu yolunda yürür; Kur'an-ı kerimin, sünnet-i Seniyye-i nebeviyyenin, Şeriat-ı garra-yı Muhammediyye'nin emir, yasak ve ölçülerine uyar; tüm hayatını, pak dininin, yüce imanının, as(l vicdanının, akl-ı seliminin, ilim ve irfanının gösterdiği yönde geçirir; ruhen rahat, kalben mutmain, bedenen sağlıklı, ailece mutlu, toplumca muhabbetli ve kuvvetli olur; izzetli, onurlu, şerefli, sevaplı yaşar.

İslam muazzam bir inkılaptır; yeryüzünde küfrün, şirkin, şeytana, puta, nefse, maddeye, menfaate, zevke masivaya tapmanın belini kırmış, batılın ve tag(tların köklerini koparmış atmıştır.

İslam, değil sadece batılı, kendinden önceki hak ve meşru semavci dinleri dahi nesh ve fesh etmiş; eski ve muharref ilahi kitapları bile hükümden ve yürürlükten kaldırmıştır. Artık devir devr-i münevver-i Muhammedi'dir, tüm insanlar İslam'a gelmeğe mecbur, Hz. Peygamber efendimize uymağa memurdur.

Nitekim sevgili Peygamberimiz, bir Yahudi alimden, Tevrat'a ait bazı konu ve hikayeleri dinlemeğe girişen bazı sahabileri -rıdvanullahi aleyhim ecmain-, bu işten şiddetle men'etmiş ve "Eğer şimdi Hz. Musa aleyhisselam bile gelmiş olsaydı, benim emrime ve şeriatime tabi olurdu" buyurmuştur.

Dinimiz bize açıkça, Allah'ın lanet ve gazabına uğramış Yahudilerin hak din ve imandan sapıtan Hristiyanların yoluna gitmemeyi; bil-akis Allah'ın, lütfuna erdirdiği, sevdiği ve razı olduğu muttaki kullar yolunda yürümeyi emr eder. Peygamberimiz sadece örf ve adette değil ibadet şekil ve zamanlarında dahi Yahudi ve Hristiyanlara benzememeyi, onlardan farklı davranmayı, böylece İslam'ın izzet ve istiklalini, özel şahsiyet ve asil mahiyetini daima, her yerde her vesile ile vurgulamayı tavsiye buyurur.

Yüce Peygamberimiz hal-i hayatında tüm Cahiliyye devri adet ve an'anelerini birer birer ortadan kaldırmış, yerine Sünnet-i Seniyyesi ile detaylanan muhteşem İslam kültürünü vaz ve ikame eylemiştir. Bunun giyimde, tıraşta, nikahta, ailede, yeme-içmede, çarşı-pazarda, toplum hayatında, ekonomik faaliyetlerde... sayısız misalleri vardır.

Günümüzle yakından ilgili çarpıcı ve net bir misal verelim:

Peygamberimiz Medine'ye hicret ettiğinde, ahalinin (herhalde bir müddet Arabistan ve yemen'de egemen olan Sasani devletinin, İran zerdüşt kültürü tesiri altında kalarak) Nevruz ve Mihrican, (yani ilk ve son baharda geceyle gündüzün eşitlendiği; günlerini bayram edinip kutladıklarını gördü; medineli ashabına -radıyallahu anhuma- sordu:

-Nedir bu iki günün mahiyeti?

Dediler ki:

-Ya Resulallah! Bunlar bizim iki bayram günümüzdür, İslam öncesi Cahiliyye devremizden beri bunları kutlar, bu günlerde eğlenir, çeşitli oyunlar oynarız...

Efendimiz bunun üzerine buyurdu ki:

-Yüce Allah sizler için bu iki günü, yerlerine, çok daha hayırlı olan Ramazan ve Kurban bayramlarını ikame ederek değiştirmiş bulunuyor. (Artık bu Nevruz ve Mihricanı değil, o Ramazan ve Kurban bayramını kutlayın.)

Sözü yılbaşı kutlama ve eğlencelerine bağlamak istiyorum. Görüyorsunuz ki Resulullah efendimiz folklor haline gelmiş, nisbeten masum, dini olmayan, kavmi ve mahalli birtakım günleri bile böyle yasaklayıp kutlamadığına göre;

Başka dinlere mensup gayri müslim milletlerin dini günlerini kutlamaları, içlerine küfür ve putperesi inançlarının karışmış olduğu batıl görenek ve adetlerine uymaları, bu vesilelerle eğlenceler tertiplemeleri, hediyeler alıp vermeleri müslümanlara kesinlikle ve şiddetli haram ve yasaktır, çok büyük günah ve feci bir yanlışlık olur, müslümanın din ve imanına, vakar ve asaletine, izzet ve şerefine asla ve kat'a uygun düşmez O halde lütfen:

Kimsenin yılbaşı gecesini kutlamayınız; eğlencelerine, davetlerine katılmayınız; bu sebeple verilen hediyelerini almayınız; içkili-kumarlı, haramlı-günahlı toplantılardan şiddetle kaçınınız; evinize o geceye mahsus çerez, meyva almayınız; o gün için hindi kesmeyiniz; odalarınıza, dükkan ve mağaza vitrinlerinize çam ağacı dikmeyiniz, yılbaşı süslemesi yapmayınız...

O gece özellikle yatsı namazını camide cemaatle kılıp, gafil ve şaşkın ahalinin islah olmasına dua edip, eve erkence gelip çocuklarınıza bu gecenin yabancı adeti olduğunu anlatınız, müslüman yaşamayı vasiyet ediniz, abdestli olarak erkekce yatınız, asla radyo ve televizyon açmayınız, gece sahur vakti teheccüd namazına kalkınız, Allah'ın, sizi ve evlar ü ıyalinizi, nesil ve zürriyetlerinizi; küfürden, dalaletten, gaflet ve cehaletten korunmasını; kahrına, gazabına uğratmamasını hidayet üzre yaşatıp, iman-ı kamil ile amel-i salih üzre can teslim etmeyi nasip buyurmasını, Ümmet-i Muhammed'e umumen rahmeylemesini can u gönülden, ihlas ve gözyaşları ile talep ve niyaz ediniz. Dinimize, iman ve irfanınıza, öz kültür ve pak adet ve an'anenize sımsıkı sarılın ki dünyada ve ahirette felah necat bulasınız.

M.Esad Coşan r.h

KADIN VE AİLE ARALIK 91
Devamını Oku »

Yılbaşını Müslümanca Kutlamak

I
Modern hayatın bizi ruhumuzdan kavrayıp kendine bağlamasına müsaade ettikçe onunla çatışan/çelişen değerlerimizi, inançlarımızı, düşüncelerimizi onun lehine dönüştürmemiz bir noktadan sonra kaçınılmaz hale geliyor. Bu modern zamanların Müslümanının en temel problemidir.

Kadın-erkek eşitliği meselesini Müslümanlar hiçbir zaman bugünkü gibi tartışmadılar söz gelimi. Buna bağlı olarak miras taksimatı, şahitlik meselesi… gibi hususlardaki tartışmalar için de aynı şey geçerli tabii.
Yahut akılla, bilimle, (kendi tasavvurumuz doğrultusunda oluşturduğumuz) Kur'an anlayışıyla çeliştiğini düşündüğümüz her ayet ve hadis için zihnimizde otomatiğe bağlanmış bir mekanizma işliyor. Ayetse tevil, hadisse reddederek modern hayatın taleplerine gönüllü olarak karşılık verdiğimizi deklare etmiş oluyoruz.

Bu ülkede miladi takvim sistemine geçişin niçin yaşandığını ve neyi simgelediğini çoktan unutmuş olan "İslamî kesim"in, daha doğrusu "İslamî kesimin bir kesimi"nin, "kutlanacak olanın "Noel" değil, "yeni bir yıla giriş" olduğu düşünülürse zoraki cepheleşmelere meydan verilmemiş olur" tarzı yorumlar yaparak dolaylı biçimde noeli meşrulaştıran yorumlar yaptığını görüyoruz.
Herhangi bir zaman dilimi için hayır dilemekte elbette bir sakınca yok. Biz bütün zamanlarımızın ve bütün ahvalimizin hayrını, bereketini dileriz; hem kendimiz için hem de başkaları için. Mesele bu değil.

Bu tarz yorumlara tevessül edenlere bodoslama bir soru sorsak ve desek ki: "Hicrî/Rumî takvim sistemine dönmeyi düşünür müsünüz?"

Alacağımız cevap, söz konusu yorumun nasıl bir zihin durumuyla yapıldığı sorusunun cevabını da teşkil edecektir. Cevabın "haaayır" olacağını söylemek için kehanete lüzum yok. Zira noel ile yılbaşı arasında bu tarz zorlama bir tefrik yapacak kadar modernleşmiş bir zihin için bu elbette "irtica" göstergesi sayılacaktır.

Evet takvim sistemi gibi sadece "fonksiyonel tarafı" itibariyle üzerinde durulması gereken bir konuda bile modern zihin durumu hiç tereddüt etmeden olumsuz cevap veriyorsa maruz kaldığımız durumun vehameti üzerine fazla söz söylemeye hacet yok demektir. Çinlilerin, Hintlilerin, Yahudilerin, Hristiyanların… kendilerine özgü takvim sistemleri vardır ve bu, onlar için son derece "tabii"dir. Ama biz mevcut takvim sisteminin terki söz konusu olduğunda adeta öz değerlerimizden birinden uzaklaşmış gibi hissediyoruz. Yaşadığımız dönüşümün derinliğini düşünebiliyor musunuz?

Bu elbette "tek başına" bir mesele değil. Bu zihin ve algı durumunun hakimiyeti devam ettikçe takvim sistemini değiştirseniz ne olur, değiştirmeseniz ne olur? Aslolan daha derindeki dönüşümü düşünebilmek. Daha derinde maruz kaldığımız yabancılaşmanın etkilerini fark edebilmek.

Bunun "yapısal" bir mesele olduğunun altını çizelim. Yapısal dönüşümleri "gerçekleştirmek" şöyle dursun, gündeme getirmek ve üzerinde konuşmak bile belli bariyerleri aşabilmiş olmayı gerektiriyor.
Dolayısıyla herhangi bir meseleyi İslam'la ve onun hayata yansımalarıyla irtibatlandırarak konuşabilmek için evvela böyle bir iradeyi göstermek durumundayız.

Dolayısıyla "yılbaşını Müslümanca kutlamak"tan değil, öncelikle "yılbaşı üzerinde Müslümanca düşünmek"ten söz etmeliyiz.

Ebubekir Sifil Hoca
Devamını Oku »

Neoliberalizmin İslamcılığa Etkisi



'“Neoliberalizmin İslâmcılar nezdinde bir karşılığı var mı? 1980 sonrasında oluşan ve 2015’lere gelinceye kadar Müslümanla­rın ve İslâmcıların hayatlarında, fikriyatlarında büyük tesirleri olan neoliberalizm, bu dönemin İslamcılığına “rengini” vermiş midir?Neoliberalizm kapitalist dünya sistemi içinde önemli bir kırılma, yöntem olarak ayrışmadır. Kapitalizm neden neoli- beralizmi benimsedi? “Genel olarak bakıldığında kapitalizmin yapısal bir krizi söz konusuydu. Yani, geçmişte kapitalizmin sermaye birikimi hedefine iyi hizmet etmiş olan politikalar,uygulamalar ve kurumlar artık bu işlevlerini yerine getiremiyorlardı.” (Filho-)ohnston, 2007,309) Kapitalizmi büyük savaş­lar arasında çıkmazdan, iflastan kurtaran Keynesçi ittifak, dil, kültür, siyasallık, vaatler, teknikler, metotlar sona ermişti.

Dünya sistemi krizi aşmayı kapitalizme katılımı yaygınlaş­tırarak gerçekleştirdi. Neoliberalizm dünya çapma genişlettiği piyasa mantığını diri tutmak için mutlaka dünyanın genelinde bireylerin etkin katılımına ihtiyaç duydu. Klasik merkez-çevre sisteminde dünya sistemi sınırlı merkez dışındaki çevrenin tümünde bireyleri, pasif, etkisiz ve sadece sömürmeye göre ayarlamıştı. Bu bakımdan çevredeki bireylerin inançlarının ge­reğini yerine getirmesinde, kültürlerini yaşamasında bir beis yoktu. Çevre sadece merkeze kaynaklarını aktarmakla sorum­luydu. Fakat neoliberalizm ile birlikte artık çevredeki bireyle­rin hepsini “piyasanın içinde” kabul edilmeye başlandı.

Piyasa­nın dönmesi için sistemden kaçan hiçbir birey bulunmayacak; dolayısıyla herkesin evine televizyon, bilgisayar, telefon gire­cek, yaşadığı belde de finans döngüsünü sağlayacak mutlaka kurum bulunacaktır. Kimse parasını, tasarrufunu yastık altına atamayacak, tüm emekliler maaşlarını bankalardan almaya mecbur tutulacak. Bu taktik piyasa ve finans sistemi neoliberal İktisadî kültürün, yeryüzü sathına yayılmasını sağladı. 80’li yıllardan sonra İslâmcıların, dindarların, muhafazakârların finans sektörü, bankacılık ve iletişim ile girdiği ilişki yeni kül­türün, bu kültürün siyasal dilinin de sahiplenilmesini berabe­rinde getirir.

Piyasaya giren, piyasada iş yapan elbette kendini önemli hissetmeye başlar. Evinin geçimi, ekmek parası bu piyasanın sağlıklı işlemesine bağlı olduğu müddetçe, sistem bireylerin sakalıyla, şalvarıyla, başörtüsüyle, akşam tekkesine gitmesiyle İlgilenmez. Hatta bu tür inanç ve kültür unsurları bireylerin psikolojik rahatlama sağlamasına, tüm gerginliklerinden dini ritüelleriyle kurtulmasına imkân verdiği için piyasanın moti­vasyonunu da artırır.

Üstelik dindarlar devletin, statükonun yıllardır kendilerini kenara itmesinden de kurtulmuş, “adam yerine konmaya” "özgürlükleri yaşamaya” başlamışlardır. Dünya sistem içinde neoliberal doktrin kadar dünyaya, tüm insan­lara etki edebilen başka bir uygulama olmamıştır. Bu açıdan, Müslümanların modernleşmesi en hızlı, en aktif biçimde neo­liberal dönemde gerçekleşmiş, iletişim, ulaşım teknolojilerinin etkisi, kamusal görünürlük ve özgürlükler bahsiyle Islâmcılar ve Müslümanlar genel olarak hızlı bir dönüşüm sürecine dâhil olmuştur. Neoliberalizmin diğer dünya sistem uygulamaların­dan farklı olması nedeniyle, İslâmcılık 1980 öncesinden metot, fikriyat, amaç bakımından bütünüyle ayrılmıştır.

Neoliberalizmin bu derece etkili olması onun iktisat ile siya­seti, fikriyat ile gündelik yaşam kültürünü harmanlamasından kaynaklanır. Tüm dünyayı piyasa olarak gören neoliberalizm, bu “dünya pazarı”nı kendi kaideleriyle yönlendirirken, pazarın işleyişini sürdürdükleri müddetçe bireylerin nasıl giyindikleri, neler yaptıkları, hangi dinden olduklarıyla ilgilenmemiştir.

Pazarın kültürünü sahiplenenler ödüllendirilirken, pazar dışına çıkmaya çalışanlar cezalandırılmıştır. Özgürlük pazar içindedir. Dünya sisteminde “özgürlük ve serbestlik” propa­gandasıyla en baskıcı, en müdahaleci idareyi kurma, yani ya­lan söyleyerek, karşıt propaganda üreterek etkinleşme başa­rısını neoliberalizm göstermiştir: “Neoliberalizm, müdahale etmeme ideolojik bahanesiyle toplumsal yaşamın her alanında kapsamlı ve saldırgan müdahalelerde bulunur. Finansın öne çıkmasına, uluslararası seçkinlerin bütünleşmesine, bütün ül­kelerde yoksulların tabi kılınmasına, ABD’nin çıkarlarına ev­rensel olarak rıza gösterilmesine dayanan özgül bir toplumsal ve İktisadî düzenleme biçimini dayatır” (Filho-Johnston, 2007, 19) Neoliberalizm kapitalizmin çelişkilerini derinleştirmiş, kapitalist uygulamaları zirveye taşımıştır. Zaten 70’lere kadar gelen refah devleti uygulamaları rahatsızlık yarattığı için kapi­talist zenginler sınıfı neoliberalizmi üretmişti.

Siyasî ve Teknik Devrimler, Borçlandırma, Krizler

Neoliberalizmin ivme kat etmesinde başta ABD ve İngiltere olmak üzere 70’lerin sonundaki siyasal değişiklikler etki etmiş­tir. 1979 darbesinde İngiltere ve ABD'deki lider değişimleri, zenginlerin ve neoliberalizmin siyasal başarısının sonucudur. Ronald Reagen ve Margaret Thatcher İkilisinin iktidara gel­mesiyle gelir dağılımı, bölüşüm, çalışanların hakkı gibi konu­larda neoliberalizm çok daha katı ve dengesiz işlemiştir.

Neoliberalizmi belirleyen, kimliğini veren saiklerin başında iletişim teknolojisindeki devrim gelir. Kapitalizm bu bakımdan İktisadî işleyişte olduğu kadar, teknikte devrimdir. Teknik dev­rim dünya sisteminin kültürel boyutunu, ideolojik tezlerini ortaya serecek gelişmelerin çok daha sağlam adımlar atmasını sağlar. Siyaset bu açıdan teknik devrimi, İktisadî yapıyı takip eder. ABD ve İngiltere'nin liderleri, kendi ülkelerinde gerçek­leştirdikleri büyük dönüşümleri çevre ülkelere de taşıyarak ne­oliberalizmi dayatmışlardır:

1.Gelir, şirket, sermaye ve mülkiyet vergilerinin düşürül­mesinin yanı sıra devlet harcamalarının azalması; 2. Kit'lerin özelleştirilmesi; 3. İşgücü ilişkilerinin yeniden düzenlenmesi; 4. Sosyal giderlerin azaltılması; en azından o güne kadar devletin üstlendiği sosyal güvenlik sisteminin adım adım özel şirket ve kurumlara devredilmesi; 5. Devletin yatırımlardan ve düzenleme görevlerinden çekilmesi ve yönetimin ‘laisser faire' uyarınca pi­yasaya bırakılması; 6. Paranın istikrarına öncelik tanınması. (Fülberth, 2008, 267)

Bu şekildeki bir piyasa modelinde, büyük pazar içinde çevre ülkelerindeki herkes basit sömürmelerin ötesine geçerek, ken­di topraklarında hem çalışıp hem sömürülmeye başlamıştır. Öyle ki kırdakiler bile işgücüne katılmak mecburiyetinde ka­lırken; neoliberalizm varlığını “borçlandırma, kredilendirme” ve sürekli krizlere bağlı kılmıştır. (Harvey, 2014,19,27,68) Ne- oliberal dünya sistemi krizi yatay ve dikey yönde geliştirerek varlık sahasını sağlıklı hale getirir. Neoliberal dönemde nere­deyse her on yılda bir ciddi kriz yaşanır, sistem dünyanın her­hangi bir köşesinde Güneydoğu Asya’da finans ya da ABD'de mortgage krizi biçiminde gösterir, kısa sürede neoliberalizmin küresel kimliği nedeniyle yaygınlaşıp, kendi halindeki “dağ köylüsu’nü bile tehdit etmeye başlar.

Her ekonomik kriz gelir, fırsat ve servet eşitsizliği neticesinde doğar aynı şekilde o kriz yine eşitsizliklerin artırılmasıyla atlatılır. Şirketlerin garantili rekabeti, sürdürülebilir tekeller (Stiglitz, 2014, 17, 87, 95) ne­oliberalizmin, ulus devletleri de ezen şirket kimliğinin sonu­cudur. Neoliberalizm biraz da şirket demektir, ABD demektir:

Şirket çıkarları, ABD’nin ulusal çıkarlarını tanımlaması ve bunlar ve diğer küresel kurumlarla ilişkilerini belirlemesinde hâkim bir rol oynamaktadır. Bu yüzden, ABD’deki şirket gücü­nün tarihi, salt ulusal olmaktan daha fazla bir önem taşımaktadır. Amerika, İngiliz sarayları ve saray tarafından sömürge ekono­mileri üzerinde kontrol sağlamak amacıyla ayrıcalıklı şirketlerin kötüye kullanılan gücünce karşı yapılan devrimden doğmuştur. (Korten, 2008, 86)

Modernite ve kapitalizm doğa üzerinde insan varlığının üs­tünlüğünü kabul ettirme açıklamasına dayalı olarak gelişmiş ama doğaya katliam emri verilmemişti! Neoliberalizm, özel­likle şehirlerin yakınlarındaki verimli finans kaynağı olabilecek sahâlârdaki doğaya rant gözüyle bakar. Bu yüzden neolibera­lizm insan, doğa ve varoluş konusunda naif gibi görünse de gaddardır. Şirketler bunun en süzülmüş halidir:

Şirketler otonom bir kurumsal güç kazandıkça, insanlardan ve mekândan ayrı kaldıkça insani çıkar ve şirket çıkarları giderek ayrışmaktadır. Bu, gezegenimizi sömürgeleştirmeyi, bizi kölelere dönüştürmeyi ve aramızdan ihtiyaç duymadıklarını yok etme­yi amaçlayan uzaylıların istilâsına uğramaya benziyor. (Korten, 2008,109)

Neoliberal şirketler, sahtekârlık, korsanlık, yamyamlık gibi vahşi kavramlarla anlatılır. Zira bu dünya sisteminde dünyanın parası, teknoloji ve piyasaları devasa küresel şirketler tarafın- dan yönetilir, yüceltilmiş maddenin kutsanmış tüketim mantı­ğı ve kültürü, ezmeye dayalı işçi-işveren rekabet kültürü, kârı elde etmeyi her halükarda üstün tutan, değerleri tamamıyla rafa kaldıran anlayış, şirket düzeni içinde tüm dünyaya yaygınlaştırılır. Neoliberalizm bu ilkeler doğrultusunda, isteyen her­kesi, dileyen her grubu, dini, etnik yapıyı sistemin içine almayı taahhüt etti. Bu şirket ideolojisi neoliberal piyasa ve pazar, re­kabeti, zafer değerlerini hakkıyla yerine getirebilmek çok daha büyük olduğu için klasik merkez-çevre farkını ortadan kaldır­dı. Islâmcılar, Kürtler, radikaller, solcular neoliberalizmin açık çekini bu bakımdan çok rahat biçimde kullanmaya başladı.

İslamcılık 1980 sonrasında esasında tam manasıyla neo­liberal şirket kültürünü devşirmiştir. Neoliberal insan, şirket mantığı içinde yeri gelecek Darwinci kesilerek en yakınındakini bile tanımayacak yeri gelecek hayatta kalabilmek için rekabet, mücadele kavramlarını hayat-memat meselesi haline getirebilecektir. Neoliberal kültür İslâm’ın tavsiye ettiği top­lum hayatının tam tersini savunur ve dikte eder. Mesela neoli­beral dönemde ülkelerdeki evlenme yaşında büyük değişimler meydana gelmiştir. (Standing, 2014,116) Türkiye’de de benzer biçimde evlenme yaşları gecikmiş, yükselen maddi beklentile­ri karşılayamamaktan kaynaklı evlenmeme gibi sorunlar tüm topluma yayılmıştır.

Yaratıcı, girişimci, özgür, merkeziyetçi­likten hoşlanmayan, geleneksel bağlardan, tasarruftan nefret eden, maceracı, çabuk kimlik değiştiren, köksüz, “yiyoz, içi- yoz, geziyoz, para vermiyoz” diyen, kredi kartlarına bağımlı, değerlerden kurtulmak isteyen insan tipi (Şimşek, 2014, 163) neoliberal İslâmcılığın bilhassa 2000’li yıllardan sonraki genel karakterini işaret eder.

Neoliberalizmin umumî planda şirketler üzerinden yü­rümesi, ulus devletlerin kimi zaman çaresizlik görüntüle­ri ABD’nin bu aşamada gerilediği fikrini ön plana çıkarır. Hâlbuki ABD neoliberalizmi kusursuz biçimde yürütme yete­neğini göstermiştir. Dünya Ticaret Örgütü'nün ABD değerle­rini piyasaya sürmesi, neoliberal kültürün ABD popüler kültü­rüyle ortaklığı bir tarafa sistem tıkandığı yerlerde ‘‘operasyon yapmak”tan çekinmez. Nikaragua'dan Afganistan’a kadar, çe­şitli bahanelerle savaş değil "kötüleri ve teröristleri önleme" girişimleri başarıyla sonuçlandırılır. (Chomsky, 2014, 17, 67 -71) Neoliberalizm ister şiddetle isterse İktisadî kültür ve pazar modeliyle olsun yeni bir emperyalizm, “el koyma” yöntemi olarak varlığını sürdürür. (Harvey, 2008,153) Sınırlar bu yeni algıda, neoliberal küreselleşmede hiç de önemli olarak görül­mez. (Hobsbawm, 2007,93)

Mesele, sınırları, dinleri, kültürleri, hassasiyetleri ve değer­leri aşan büyük pazarda, küresel piyasada yerini alabilmek ya da alamamaktır.

Ercan Yıldırım - Neoliberal İslamcılık(1980-2015)İslamcıların Dünya Sistemine Entegrasyonu,pınar yay.,syf:23-29

Devamını Oku »

Neoliberal Islamcılık-1



Türkiye’de İslâmcılık düşüncesi genel olarak üç ayrı dönemde mütalaa edilir: İlk olarak Meşrutiyetken hilafetin kaldırılmasına kadar olan dönem, ikinci olarak hilafetin kaldı­rılmasından 27 Mayıs darbesine kadar ikinci dönem, son ola­rak da 27 Mayıstan günümüze kadar olan son dönem.

Bu genel dönemlendirmelerin dışında karakter, İslâmcıların savunduğu tezler, kadro yapısı ve siyasal yapı bakımından Tan­zimat, 1939 ile 27 Mayıs yılları arası, 1980 ile 1994 dönemi, 1994 ile 2001 arası ve AK Parti iktidarı sonrası önemli kırıl­malar da içerir. Fakat genel planda dünyadaki eğilimlere bağ­lı olarak ortaya çıkan, uluslararası sistemin dengelerine göre konum alan ve dünya sisteminin karakterine bağlı metotlara evrilen İslâmcılık, 1980 sonrasında yani 12 Eylül ya da 24 Ocak gibi tarihlere bağlı olarak söylem, maddi güç, sentezci anlayış itibariyle İslâmcılığın yapısından farklılaşmaya başladı.

İslâmcılık düşüncesi zaten Batı Medeniyetinin gelişimine, modernite ve kapitalizmin umumi yapısına bağlı olarak mo- dernite karşıtı bir modernleştirici olarak doğduğu için genel refleksleri bağlamında modernden ayrı, dünya sisteminden bağımsız ve kapitalizmin dışında hiçbir zaman olmadı.

İslâmcılık modern olanı yani çağın getirdiklerini hesap etme anlayışı açısından kapitalist İktisadî kültürün ürettiği siyasanın peşinde olduğu için modern karakterini, geleneğe olan büyük mesafesini, geleceğe ilişkin Aydınlanmacı "yer­yüzü cenneti" fikrini kapitalist ilerleme, gelişme ve kalkınma kavramları etrafında yürütür. Bu bakımdan kapitalist iktisadi felsefe ve kültürün kabul edilmesi değil “sahiplenilmesi, içsel­leştirilmesi” esasında çok daha başarılı olarak 1980'li yıllardan sonra doğmuştur. 1960 sonrasında dinî ritüellerin rahatlıkla yerine getirilmesinden doğan hürriyet algısı zamanla İslâm'ın hayata teşmil edilmesi görüşü etrafında gelişirken öteki taraf­tan İslamcılardaki medeniyet anlayışı yine Batı Medeniyetine öykünerek gerçekleştiği için “İslâmî yeryüzü cenneti” görüşü­nün alt yapısı; “kalkınma”, “büyük Türkiye”, “ilerleme” “sanayi­leşme”, “ağır sanayi” söylemleriyle teşekkül etmiştir. Bu kadar savunmaya, bu kadar söyleme ve siyasete rağmen İslâmcıların bu yolda bir adım dahi atamamasının nedeni ne olabilir?

Dünya sisteminin işleyiş tarzı; yani klasik merkez-çevre te­orisinde merkez çevrenin hiçbir zaman İktisadî sistemin, pa­zarın, üretimin, dağıtımın hatta tüketimin cüzi dahi olsa kont­rolü ve denetimine dâhil olmasına izin vermedi. Çevre ülkeler, insan, mal, hammadde, enerji gibi kaynaklarını merkeze akıtır­ken, merkez çevrenin, şeker fabrikası, termik santral, baraj gibi mecburi tesisler dışında sanayi kurmasına, büyük ticari işlet­melere sahip olmasına kesinlikle müsaade etmedi. Türkiye’de

I.ve II. Dünya Savaşları arası dönemde uçak, tank yapıldığı halde devlet dünya sisteminin baskıları neticesinde bunları üretenler ağır cezalara, iflaslara çarptırıldı; otomobil gibi ba­sit bir sanayi ürününün bile üretimine neoliberal dönemde dahi izin verilmedi; kısmen montaj yapmasına müsaade edildi. Çevre ülkeler belki sanayinin getirdiği artı kâra sahip olma­sın diye kontrollü ve denetimli olsalar da esasında kapitalist iktisadın hiçbir kuralına kapitalist iktisadı kullanabilme adına imkân verilmemiştir; çevre ülkelerin kapitalizmin sadece tefe­cilik, sömürü, faiz ve hammadde ihracı, mamul madde ithalatı gibi konularda kendilerine alan açmalarına ses çıkarmadı. Bu sebeple “Islâmcı yeryüzü cenneti” hayalleri, İslâm medeniye­tini diriltme söylemleri kapitalist dünya sistemi içinde zaten mümkün değildir.

Neoliberalizmin Nedeni; Neoliberal Islâmcılığın Misyonu

Klasik dünya sistemi çevre ülkelerin “piyasa”ya, pazara yani sisteme katılmasına müsaade etmemiştir. Neoliberal dünya sistemi ise Müslümanların, çevre ülkelerdeki yetenekli, istek­li, kenarda köşede kalmış ne kadar farklı dini, kültürel, etnik unsur varsa onların pazara, piyasaya girmesine, “piyasanın kuralları”m istedikleri gibi işletmesine müsaade etmiş; bundan da hem siyasal hem İktisadî büyük menfaatler sağlayarak, dö­nüşümün gerçekleşmesini sağlamıştır. Türkiye de neoliberaliz­min açtığı yolda, neoliberal ilkeler doğrultusunda İslamcılar ve Müslümanlar 1980 sonrasında İktisadî ve siyasi sistemin için­de “özne” ve “aktör” olma yolunda ilerlemiş, “sistemi sahiplen­miş”, kendi özgürlük alanlarını genişletmeye, iktisaden refaha sahip olmaya, siyasal sistemi dönüştürüyor görüntüsü altında kapitalizmin yeni dünya sisteminde çevredeki pürüzlerin or­tadan kalkmasına yardımcı olmaya devam ederken kadim mo­dernleştirici gücü ve misyonu yürütmektedir.

Neoliberalizm, bir programdır, kapitalizmin doğal bir gidi­şatı, tarihin ilerlemesi ya da sürecin bir devamı değil; kapitalist olamamış, modernleşmesini tamamlayamamış kesimlerin, sis­teme dahil olması, kapitalizmin muhalifleri eliyle de yüksele­bilmesi, klasik dünya sistemin ürettiği düşmanlıkların, merkez - çevre modelinde ortaya çıkan çevredeki rahatsızlıkların gi­derilmesi, merkezin yavaşlayıp kapitalist ilerlemeyi gereği gibi yerine getirememesi, hantallaşması nedeniyle doğmuştur.

Ulus devletlerin korumacı, refah devleti anlayışıyla biraz daha merhametli hale gelmesine bağlı olarak, şirketlerin bü­yük kapitallerin egemenliği devralarak, merkeze sıkışmaktan kurtulup, üretim ve tüketimle beraber görece kârı çevre ülke­lere taşımasının, kapitalist İktisadî ve siyasi kültürü küreselleş- tirmesinin ve piyasa anlayışını genişleterek, hem ulus devletler hem dünya sistemi bazında itibar görmeyen kesimlerin talep- leri doğrultusunda onların da sisteme katılması, benimseyip sahiplenmesinin adıdır neoliberalizm.

Neoliberal İslâmcılık genel olarak 1980 ile 2015 yılları ara­sını kapsar. Dünyada neoliberalizm 1970lerde gelişme gös­termiş fakat asıl büyük sıçramasını "ülkeleri teslim alarak” gerçekleştirmiş; muhafazakâr - dindar gelişmeye açık liderler; Thatcher ve Reagan ile dünyada yayılmaya başlamış, İran, Pa­kistan, Mısır, Türkiye gibi ülkelerde darbeler, suikastlar vası­tasıyla siyaseti belirleyip neoliberalizme açık eğilimleri öne çıkarmıştır. Bu bakımdan neoliberalizm 1980'li yıllarda çok hızlı dönüşümlere imza atsa, iletişimden ulaşıma, finanstan tüketim kültürüne kadar bir dizi dönüşümü gerçekleştirse de İslâmcılar üzerindeki etkisi yeni olduğu için sonuçları 1990Tı yıllarda görülmeye başlamıştır.

Bu bakımdan neoliberal Islâmcılığın kabaca 1. 1980 - 1994 arası, 2. 1994 - 2001 arası, 3. 2001 ve sonrası olmak üzere üç dönemi vardır.

Neoliberal İslâmcılığın Üç Dönemi

1.1980-1994 Dönemi: Sistemin Neferi Radikalizm,Seküler Sufilik, Taşralı Cemaatçilik

1980’li yıllara damgasını Özal ve onun dört eğilimi, bu siyasî harekete bağlı iktisat egemen oldu. Genel kanaat özal’ın ay­nen Reagen ve Thatcher gibi muhafazakâr, dindar fakat dışa açık, “piyasaları göz önünde tutan büyük oranda “Ameri­kancı” portre çizdiği yönündedir. Özal’ın dinî cemaat ve tari­katlara “yol verdiği”, onları güçlendirdiği, desteklediği ve bü­yüttüğü görüşleri genellikle onun İslâmcılığa da açık olduğu kanaatini güçlendirir. Neoliberal siyasi kültür karakter icabı dindarları sevdiği için muhafazakârlık ile İslâmcılık arasını bulurken İslâmcılık ile milliyetçiliğin arasını belirgin olarak açar. Hâlbuki Özal neoliberalizmin küreselieşmeci, dışa açılma taraflısı, şirketleşme ve finans merkezli pazar mantığından dolayı, dini cemaat ve tarikatların şirket kurup, finans sektörü içinde yer almalarını sağlamış, onlara böyle bir “vizyonu” gös­termiştir.

80 li yıllarda cemaat ve tarikatlar anonim şirkete, şeyhler yönetim kurulu başkanına, müntesiplerde iştirakçiye dönüş­müştür. Şirketin büyüklüğü, kârı ve yaygınlığı aynı zamanda cemaat ve tarikatın gücünü gösterir. Dolayısıyla son derece küçük ve belki de yok olmaya mahkûm olan bir cemaat örne­ğin Hüseyin Hilmi Işık’m takipçileri Işık-İhlas Grubu belki de silinip gidecek küçük bir cemaat olarak varlıklarını devam et­tirecekken holdingleşerek nicelik bakımından hayli büyümüş­lerdir. Cemaat ve tarikatların genel İktisadî yapıya bağlı olarak büyümeleri esasında imkânları artan grupların yayınlarında da önemli gelişmelere neden olmuştur. Tarikat ve cemaatler­deki bu büyüme İslâmî kesimin tüm tonlarına yayılmaya baş­ladı. Büyüyen dini grupları takip eden öteki İslâmî gruplar aynı metodu kopya etmeye başladı. Siyasal anlamda İslâmî kesimi dışarıda bırakan Özalın neoliberalizmi, daha çok İslâmî kesi­min, bireylerin, cemaat ve tarikatların dönüşümüne yöneldi. Milli Görüş hareketi bu dönemde yasaklanan siyasal partiler içinde yer aldı. Belki bunun da etkisine bağlı olarak siyasal ma­nada İslâmî kesimin dönüşümü 90lı yılların ilk çeyreğine te­kabül eder. Zaten neoliberal siyasi ve İktisadî kültürle tanışan, o aşıyı alan Müslümanlar zaman içinde Milli Görüş’ün dönü­şümünü talep etmeye, partiyi neoliberal ilkeleri benimsemeye zorladı.

80li yıllar tarikat ve cemaat gibi yapılanmaların yanında Türkiye’de İslâmî kesimin radikal eğilimlerinin çok daha bas­kın olarak gözüktüğü, radikal hareketlerin müstakil öbeklenmeler içine girdiği yıllar olacaktır. Bilhassa Kürt hareketinin İslâmcılık içinde ağırlığının artması, neoliberalizmin radikal İslâmcılıkla etnik yapılanmaları destekleyen, özgürlükçü ve marjinal hareketlere yönelen karakteri, İran Devrimi’nin, Af­gan Cihadının etkisi radikalizmin genel İslamcı yapıdan ay­rıldığını da gösterir. 27 Mayıs sonrasında gözlenen İslamcılık hareketinin müstakil, milliyetçi ve muhafazakâr kesimden ay­rışan yönü, ikinci ve belki daha büyük bir kırılmaya uğraya­rak 80li yıllarda kendini daha net ifade etmeye başladı. Milli Görüş partilerinde, bağımsız entelektüel yapılarda, matbuatta hatta cemaat ve tarikatlarda bile etkili olan tercüme hareket­leri, Pakistan, Mısır ağırlıklı Seyyid Kutup, Mevdudi, Muhammed Kutup, Malik Bin Nebi, Haşan El Benna, İslâmî kesim­de, 27 Mayıs sonrasında dili, metodu ve anlayışı belirlemişti.

Türkiye'de radikalizmin kendini dayandırdığı Cemaleddin Afganî, Muhammed Abduh, Reşid Rıza ve Pakistan-Mısır ay­dınlarının etkisi 1960-1980 arasında hemen tüm Müslüman­ları etkisi altına almıştı. Dolayısıyla tercüme hareketleri sa­dece radikalizmi değil 90'lara sarkan birçok İslâmî grubu da etkilemişti. 12 Eylülün gerekçelerinden Konya mitinginden, partinin yayın organlarına, Akıncılar Derneği'nden sonraki dönemlerin ANAP’lı, sağcı yazarlarına kadar birçok isim ter­cümelerden etkilenmiş fikri yapısını ve siyasallığını bunlara göre kurup geliştirmişti.

1960-1980 arası tercümelerden etkilenmeyen, Osmanlı ba­kiyesi çok az kesim kalmıştı. Sonraki yıllarda bunlara tevessül etmeyenler "îslâmcı olarak kabul edilmemiş”, milliyetçi fakat daha çok muhafazakâr tasnifi içine yerleştirilmişti. Öyle ki Nurettin Topçu'nun tavrı yanında Necip Fazıl’da benzer ka­tegoriler içine yerleştirilmiş; Türkiye'ye, Osmanlı'ya dair fikir beyan eden herkes bu açıdan milliyetçi muhafazakâr kalıpla­rı arasında değerlendirildi. 1980 darbesinden, Özal ve neoli- beralizmden sonra kökleri 27 Mayıs dönemi ve tercümelere dayanan İslâmcılık aniden ve çok sert bir savrulmanın içine girdi. Bu dönemde Refah Partisi’nin 1986'da Necmettin Erba- kansız, 1987'de Erbakan ile girdiği seçimlerde yüzde 7'lerde kalması, değişim ve dönüşümün önemli işaretleri arasında yer alır. Daha önce çok farklı kanatları olan partiye bir kısım Müs­lümanların İran Devrimi etkisiyle de "sistemin partisi” olarak bakması, ANAP'm dört eğiliminde kendine yer bulan tarikat ve cemaatlerin radikal ve sert bulması ayrışmanın işaretlerin- dendir.

Radikalizm esasında biraz da neoliberalizmin etkisiyle 80 öncesi tezlerinden uzaklaşan İslâmcılardan farklı olarak, 1960 - 1980 arası görüşleri ve tercümelerin mantığını tekrarlayan, sürdüren kesimlerin inadı olarak kendini ayırdı. Radikal hareketlerin uzun 80’ler boyunca evrilmesi gerçekleşse de esasında İslâmî kesimin tümünde önemli bir dönüşüm yaşanmış, tercü­melerle ortaya çıkan atmosfer terk edilmiştir.

Terk edilen esasında tercümelerin kavramları kadar belki ondan daha çok dünya sisteminin klasik modeli, Soğuk Savaş şartları, dili, yöntemleri, algılarıdır. İslâmcılar kolaylıkla neoliberal dile biraz da sistem karşısında kendine özgürlük hava­sı veren yeni sistemin uzattığı “gül”e uzanarak katılmışlardır. İran Devrimi hayallerinin de etkisiyle tercümelerin kurduğu büyüyü sürdüren radikalizm, 80’lerde sistemden uzak kalma­nın mahrumiyetini 1990’lı yıllarda fazlasıyla telafi etme imkânı buldu.

Neoliberalizm sağ ve muhafazakâr kesim içinde kalan, RP’de öbeklenen, tarikat ve cemaat yapılanmalarına özen gösterse de 90lı yıllarda dengeli bir dağılıma gitti. Radikaller, etnik yapılar bilhassa Kürtler, uzun 80’ler ve çok daha uzun 90’lardaki mahrumiyetin acısını 2000’li yıllardan sonra çıkara­rak, iktidar denkleminde diğer tüm yapıların önüne geçmeyi başardı. 80’lerin ortasından itibaren demokrasi düşmanlığına rağmen demokratik taleplerde bulunan İslâmcılara radikaller de eklenirken, Müslümanların taleplerini sistemin dışlamasına karşı durarak tekliflerin monolitik bir İslâmî talepten, “ortak yaşamaya” yöneltmeye başladı.

İslâmî tezler, iktidar için çoğulculuk, hoşgörü ve bir arada tezleri arasında tamamen geri plana itildi. 80’li yılların yayın organlarındaki ümmetçi, İslâmî taleplere dayalı dil ve söylem 90’lı yıllarda bilhassa Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla değişmeye başladı. RP’nin Milliyetçi Çalışma Partisi (MÇP) ve Islahatçı Demokrasi Partisi (IDP) ile yaptığı ittifak, pür İslâmî tezlerin gevşetildiğinin, sisteme eklemlenmek isteğinin de bir göster­gesiydi. Bu talep 90'ların ilk çeyreğindeki “garson devlet” ve “bir arada yaşama” temalı parti programıyla da deklare edilmiş oldu. RP'ye oy vermenin “şirk” olduğu hususu radikal çevre­lerde gevşetilirken, neoliberalizme endeksli imkânları artan tarikat ve cemaatlerin RP'ye bakışında çok büyük oynamalar olmadı. Bunda RP'ye verilecek destek neticesinde elde edilen elden çıkacaklardan çok daha az olacağı kanaati vardı. RPM desteklemek, 80 sonrası neoliberal desteğin kesilmesi, maddi imkânların yok olması manasına gelirdi. Merkez sağın uzun yıllar donuk olmasına rağmen hâlâ Meclis'te yer bulması ta­rikat ve cemaatlerin korkulu desteğinin etkisine de örnektir. Tarikat ve cemaatler artık neoliberal sistemin iyiden iyiye gü­venini kazandıktan, RP siyaset sahnesinden çekildikten sonra merkez sağdan desteğini çekmişlerdir.

2.1994 - 2001 Dönemi: İslâmcıların Para, Kariyer; Devlet ile Buluşması

Bu dönemde RP, siyasal İslâm ilk defa çok yüksek oy oranına ulaşarak öncelikle belediyeleri alıp arkasından iktidarın büyük ortağı olma imkânına kavuştu.1 Bu dönemde İslâmcılık İslâmî tezlerle siyasete sözünü söylemesinden, Türkiye’nin İslâmî dö­nüşüm geçirmesi fikri yerini Müslümanların Türkiye’de “haklı olduğu yeri” alması gerektiği şeklinde bir yaklaşıma bıraktı.

Bu açıdan İslâmî kesim ile diğerleri arasındaki keskin ayrım 1960 - 1980 arasında dile getirilen “cahiliye toplumu” anlayışı iyiden iyiye yok oldu. Cahiliye kavramı sadece radikallerin de­ğil İslâmcıların genelinin kendi abdestli namazlı ama “gelenek­sel inanış” içindeki anne ve babalarına da yöneltilen bir itham olmuş, İslâmcılık, tezlerini büyük oranda bu temel üzerine bina etmişti.2 Artık siyasal İslâm ile birlikte İslâmcılar dikte ederek, yukarıdan siyasetle ya da zor kullanarak toplumu dö­nüştürmekten vazgeçmeye Müslümanların haklarını ve hakkı olan yerini alabileceği bir siyaset arayışına girmişti. Toplum ayrışmaların değil “anlama ve anlaşılma”, diyalogun zemini olarak algılanmaya başlandı. Dolayısıyla İslâmî tezlerin geri­ye itilip, iktidara bağlı, sistem nezdinde kabul edilmeye dayalı siyasetin, fikriyatın işletilmesi “Türkiyelilik” kavramı etrafında modernleşme projesinin, sisteme eklemlenmenin meşruiyet biçimi haline geldi.

1980 - 1994 arası neoliberal kavramları ve siyasayı tanı­ma, bu kültürün gelişmeye başladığı yılları oluştururken 1994 - 2001 arasında İslamcılar neoliberalizmi benimsemeye, içselleştirmeye başlamıştır. Öncelikle belediyelerde RP’nin üs­tünlüğü, buradaki istihdam imkânları, entelektüellerden alt kesime kadar sistem ve iktidar dışına itilmiş kesimlerin artık tanınma ve kabul edilebilme ihtimali, “ihtiyatı”, sistemi, elit­leri “ürkütmeme” tavrına dönüşmeye başlamıştır. Akabinde RP'nin yüzde 20yi aşan oy oranı İslâmcıların yönünü iyiden iyiye belirledi. İslâmî kesim şirketleşme mantığını ileri götü­rürken cemaat ve tarikatlar artık medya kuruluşlarına sahip olabilen büyük güçler haline gelmeye, “sivil toplum kurulu­şu” olarak anılmaya başladı. Genellikle başörtüsü üzerinden kısıtlanan haklar dışında İslâmcılar yavaş yavaş cumhuriyet dönemi boyunca mahrum oldukları alanlara sirayeti başladı. 28 Şubat süreci İslâmcıların neoliberalizme dolayısıyla sisteme eklemlenmesine çok büyük etkide bulundu.

RP’nin AİHM’e başvuruda bulunması, partinin kapatılma­sı, yeni siyasal anlayışlar, 28 Şubata karşı çıkan liberal - sol ile olan ittifaklar, savunma psikolojisi, tüketim toplumunun geli­şimi, yeni sektörler İslâmcıların siyasal ve İktisadî alandaki gö­rünürlüğünü, etkinliğini artırdı. Bu süreçte giyim kuşamdan, kamusal görünürlüğe kadar pek çok alandaki ciddi dönüşüm­ler üzerinde durulmayı hak ediyordu. Zira cemaat ve tarikatların toplumu yönlendiren değil kendi varlıklarını ikame edip büyütmeye gayret eden varlığı Müslümanların artık Türkiye'de Cumhuriyet dönemi boyunca kısıtlanan imkânlarını istediği gibi kullanabilme şartlarının doğması neoliberal İslâmcılığın iktidar olma, dünya sistemi içinde önemli aktörler arasına gir­meye başladığının işaretiydi.

Soğuk Savaş sonrası şartların yerli yerine oturmaması, dünya sisteminin neoliberal ilkeler doğrultusunda ilerleme­sine, “tarihin sonu” ve “medeniyetler çatışması” tezlerine rağmen siyasal olarak küresel bir düzenin sağlanamaması, Türkiye’de 90’lı yılların önemli bir çatışma sathı oluşturmasına neden oldu. Bu belirsizliği 11 Eylül 2001 hadisesi bozdu çün­kü bu olay sadece Türkiye’de değil dünyada da taşların yerine oturması, Soğuk Savaş sonrası dünya sisteminin renginin belli olması açısından belirleyici oldu.

3.2001 Sonrası Dönem: Neoliberal İslâmcılığın İktidarı

Esasında bu dönem 2002 ile başlatılabilir. Fakat 11 Eylül 2001 ile açılan ve dünyada Soğuk Savaş şartlarını bitiren siyasal ke­sinti, İslâm’ın dünyada “medeniyetler çatışması” tezi ile düş­man ilan edilmesi bu dönemin ruhunu oluşturur. Buna göre dünya sistemi 11 Eylül ile Müslümanların dünya sistemi için­deki yerlerini tamamen belirleyecek şartları kurgularken ne­oliberalizmin yeni koşullar etrafında yeni organizasyonlara gitmesi, bilhassa Arap Baharı ile de İslâm âlemine siyasal bir nizam getirme çabasına girer.

Türkiye bu bakımdan neoliberal politikaları muhafazakâr, demokrat ve İslâmcı kimliklerle birleştirerek yeni bir sentezle uygularken İslâm dünyasının önünde rol model olarak yerini almış, medeniyetler çatışması karşısında medeniyetler ittifakı girişiminin, Arap Baharı modellerinin öncülüğü rolüne soyun­muştur.

Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da eski sisteme dair aktörler yerlerinden olurken sınırların değişmesi süreci başlamıştır. Libya’dan Suriye'ye kadar neoliberal pazara katılmamış, kendini sistemden, kapitalist İktisadî kültürden korumayı başaran Müslümanlar, yastık altındaki birikimleri dâhil artık yeni orga­nizasyonlarla birlikte kapitalist pratiklere katılır olmuştur. Bu açıdan dünyanın küreselleşmeyle birlikte girdiği süreçte yeni tekniklerin, ekonomilerin etkisi gündelik hayatı dönüştürür­ken, İslâm dünyası bu değişimi gerek zorla gerek demokratik yollardan daha hızlı yaşamıştır.

Neoliberalizm Türkiye’de 2002 seçimleriyle birlikte etkisi­ni çok daha hızlı göstermeye başlamış, neoliberal dönüşümü Türk milleti İslâmcılar eliyle gerçekleştirmiştir. 80 ve 90’lı yıl­larda İslâmcı siyasete destek olmayan fakat neoliberal uygu­lamalarla iyice hacmi genişleyen tarikat ve cemaatler bu dö­nemde AK Parti üzerinde ittifak kurdular. Gündelik hayatın organizasyonundan, İslâmcıların devlet imkânlarından yarar­lanabilme potansiyellerine bağlı olarak zenginleşmeleri yine bu dönemde ziyadesiyle çoğalmış, kamusal hayatta görünür­lüğü artan dindarlık, İslâmî dönüşüm amacının yerini almış, o hedefi karşılamıştır. Genel olarak “devlet bizim idareciler değil” anlayışındaki İslâmî kesim için muhafazakar demok­rat kimlikli iktidar kâfi gelirken, neoliberalizmin bu dönemde marjinal kimlikleri, radikalleri, Kürtleri ve diğer etnik unsurla­rı dönüşümde aktör olarak kullanması neticesinde neoliberal ilkelerin uygulanmasında sorunla karşılaşılmamıştır.

Neoliberal İslâmcılık bu dönemde çok önemli programla­rı yürüttü; Kemalist sistem vurgusu üzerinden birçok millet gerçeğine de temas edip, algıları değiştirdi. 1980’li yıllarda kapitalist iktisat ilmi ve pratiğiyle karşılaşan, 19901ı yıllarda İktisadî kültürle gündelik yaşamım, İslâmî giyim kuşam, hedef ve görünürlüğünü değiştirmeye başlayan İslâmcılar 2000’li yıl­lardan sonra kapitalist İktisadî ve siyasi yapıyı "mesele” olmak­tan, hayatındaki sekülerleşme, İslâmî umdelere sadakatsizliği sorun olarak görmekten vazgeçmiştir. Dahası neoliberalizmin klasik merkez-çevre görüşünü reddederek genişleyip büyüme­sini çevredekilerin üzerine de bindirmesi, bu açıdan çevreye de ufak tefek imtiyazlar ve kârlar vermesi İslâmcılığın “güç ve iktidar” rüyalarına neden olmuş, İslâmcılık kamudaki ayrıcalıkları, Kemalist sistemin bir takım geri adımlarını “kazanım'’ olarak görmüştür. Türkiye'de İslâmcılık bu açıdan dünyadaki İslamcılığın, İslâm ülkelerinin neoliberalizmi savunma ve sahiplenmesinde öncü ve model olmasını sağlamıştır.(3)

Sisteme Uyumdan Sahiplenmeye

Bu dönem uyum, eklemlenme gibi kelimelerle açıklanabilir mi? Bu kelimelerin ağırlığı dönemin karakterini anlatmaya ye­terli gelir mi? İslâmcılık genel itibarla 1980 sonrasında hususen 2000’li yıllarda klasik İslamcılık görüşleri uyarınca kapitalizm ve modernizmle karşılaşmış, onu alt etme, aşma gibi kaygı­ları ortadan kaldırarak öncelikle entegre olmayı sonrasında da sahiplenerek modernleştirme misyonunu kabul etmiştir. İslâmcılık en baştan beri Müslümanların geri kalmasını, halkın imanına, geleneksel itikada, hurafe ve bidat adı altında Müs­lümanların Batıklardan ayrılan inceliklerine dolayısıyla tarihi birikime yüklemiş, modern çalışma, ilerleme, teknik ve tekno­lojiyi hatta gerekirse rasyonel zekâyı devşirmeyi sistemleştirmişti. İslâm ve Batı arasındaki mücadeleyi dinin din ile değil ideolojiyle çatışmasını, medeniyetin medeniyetle mücadelesi gibi sunan İslâmcılık, Batı medeniyetini makbul ve üstün kabul ettiği için medeniyet teorileri bağlamında medeni gelişimin birbirini etkileyip devşirmeler gerçekleştirmenin normalliği­ni, Batının tekniğini almayı hedefleyerek esasında dönüşümü daha en baştan gerçekleştirmeyi savunmuştu. İçtihat kapısı­nın açılması gerektiği düşüncesinden, felsefe ve düşüncenin İslâm'da kapalı olduğu savunmalarına kadar tüm fikirler Batı medeniyetinin ilerleme anlayışını, rasyonel hatta pozitivist ideolojisini bünyeye intibak ettirme kaygısı gütmüştü.

Neoliberal İslâmcılık, lslâmcılığın “Batının tekniğini alıp kültürünü bırakma" munisliği ve iyimserliğini “taşralı uyanık­lığı” ile hayata geçirmiş, aktif dindarlığı, kamuda artık dinî ola­nın özgürlüğünü İslâmî gelişim olarak kabul edip Batının değil Müslümanın kültürü olarak ele almıştır. Teknik ve teknolojik gelişimi, iletişim ve ulaşım sahasındaki gelişmeleri, maddi zen­ginliği içselleştiren politikaları ise “Batının tekniğini almalıyız" fikrinin tabiî neticesi şeklinde sunmuşlardır. Esasında neoli­beral İslâmcılık, modernleşme sonrası İslâm düşüncesinin, İslâmcılığın genel teorisinin hayata geçirildiği görüşündedir. 2000li yıllardaki AK Parti iktidarı İslâmcılara bu açıdan göz ardı edilemeyecek ölçüde maddî imkânlar sunmuş, devlet ve yönetim kademesinde var olmalarını sağlamış, savundukları görüşlerin İslâmî tezlerinin sistemle yüz yüze gelmesine vesile olmuştur.

İslâmcıların sistemin içinde, devlet kademesinde, neolibe­ral iktisatta yer bulmaları, İslâmî tezlerini karşılamaya yetip de artmıştır bile. Bu açıdan neoliberal İslâmcılık bir bakıma mo­dernleşme dönemi İslâm düşüncesinin İslâmcılık fikrinin zir­vesi, genel toplamı ve nihai sonucudur. Neoliberal İslâmcılığın üçüncü dönemini yani iktidar aşamasını genel olarak üç başlık altında değerlendirmek mümkündür.

Yazının Devamı için bkn(2):http://ilimcephesi.com/neoliberal-islamcilik-2/
Devamını Oku »

Neoliberal Islamcılık-2



Var Olmak İçin Dışa Açılmak

1.2000li yıllardan sonra neoliberal İslâmcılık, İslâmcılık dü­şüncesinin bilhassa Milli Görüş'ün sıkça telaffuz ettiği ağır sanayi, kalkınma fikrinden çıkararak küreselleşmenin getirdi­ği serbest mal ve finans hareketlerine yani neoliberalizme ge­çişi gerçekleştiren güç oldu. Neoliberal İslâmcılık, uzun yıllar sürdürdüğü içe kapalılığı bu dönemde bozarak dışa açılmaya, ülkenin dış yatırımcıya sonuna kadar açık hale getirilmesini sağladı. Bu dışa açılma sadece İktisadî yönlerden değil siyasal olarak da İslâmcılık, neoliberal pazar ve piyasa fikrinin bir so­nucu olarak AB'yi “haçlı zihniyeti" veya “Batı kulübü” olarak görmekten, AB’ye girmek için müktesebatın çoğunu değiştir­meye ve yeniden yapmaya çalışan, ABD ve NATO ile çok daha etkin politikalar geliştiren taraf oldu. Aslına bakılırsa dindar eşraf kavramı etrafında modernleşme döneminde ortaya çıkan İslâmî eğilimli eşrafın sorunu kapitalizmle değil, kapitalizmin nasıl işletileceği ile ilgiliydi.

Diğer taraftan İslâmcılığın, sloganların dışında kapitalizm karşıtlığı hiç olmadı. Kapitalist gibi yaşamayan, kapitalist gibi düşünmeyen Müslüman geleneksel yaşamının dönüştürülme­si, geri kalma tezleri altında modernitenin İslâm düşüncesine eklemlenmesi İslâmcılığın en önemli misyonu arasındadır.

İslâmcı hareketin tezlerini oluşturan ilerleme, çalışma, say, gayret, "İslâm terakkiye mani değildir” "Batının tekniğini al­malı”, öze, asl’a ve Kur’an ve Sünnet’e dönüş derken tam ola­rak kapitalist olmayan tarihi pratiğin, kapitalizmi geriletmiş alternatif yaşama biçiminin yani Anadolu’nun İslâmlaşmasıyla kurulan düzenin gözlerden uzak tutulmasını kastetmekteydi. Öze dönüş hareketlerinin bir ucunda, kapitalizmi geriletmiş, kapitalizme alternatif bir hayat nizamını Müslüman hayatın­dan kaçırmak vardı! Neoliberalizmin pazar mantığı, piyasa al­gısı ve gelişme teması uzun yıllar Müslümanları boyunduruğu altına alan Kemalist sistemden kurtulma ve özgürleşme fikriy­le birleşince neoliberal İslâmcılık, neredeyse geleneksel hayat fikrini, kapitalist olmayan algıların tümünü ortadan kaldıran sistemi yerleştirdi. Özal dönemindeki iletişim, ulaşım ve finans mantığının gelişimi, kırlarda yaşayanların da finans piyasasına dâhil olmasını sağlarken, 2000’li yıllardan sonra "piyasadan bağımsız kalma fikrini taşıyan hemen hiçbir İslâmî ekol, yo­rum ve birey kalmadı.

Neoliberalizm esasında sadece kapitalizmin bir dönemi, bir aşaması değil; bilhassa dünya sisteminin ve ulus devletlerin kendi içinde sistem dışına ittiği çevrelerin kapitalizmi sahip­lenmesi, neoliberal özgürlükçülük, piyasa ve pazarda finans il­keleri doğrultusunda var olabilme imkânı kazanmayı getirdiği için kapitalizmi benimsemesi anlamına gelir. Neoliberalizmin ilkeleri İslâmcıların 90’lı yıllardan bu yana çıkışı için gerekli doktrini sağlamıştır. Kapitalizmden çıkışın mümkün olmadığı, başka bir sistemin hali hazırda yürürlüğe giremeyeceği ümitsizliği İslamcıların neoliberal özgürlüğü keşfetmesiyle birlikte yerleşti, gelişti. Kapitalizmin, sürekli devrim ve deği­şim, krizlerin sürekliliğine dayalı (Dean, 2014, 32 - 93) işleyişi İslâmcılığın avantajına olmuş, her değişim bir gelişme olarak, İslâmî kazanım biçiminde algılanabilmiştir. Türkiye gibi çevre ülkeler merkeze göre çok geç modernleşirken, İslâm ülkeleri ve çevre ülkeler arasında öncü modernler olarak temayüz ederler.

Bu sefer neoliberal gelişme önceki modernleşme deneyimle­rinden çok daha önce Türkiye'ye giriş yaptı, Türkiye öncülü­ğünü her zamankinden daha fazla gösterme imkânı buldu. “Neoliberal kisve altında kapitalizmin yenilenmesi" (Harvey, 2014, 19) işte Türkiye gibi öncü İslâmcı kesimler vasıtasıyla modernleşmenin, Müslümanların dönüşümlerinin hızlandı­rılmasını sağladı. Neoliberal İslâmcılık için kamunun, sistemin İslâmî ilkelerle tanıştırılmasından çok piyasada, kamuda, sis­tem içinde “Müslüman kimlik'le var olma ziyade daha önemli ve geçerli kabul edildi.

Finans, Piyasa, Tüketimin Getirdiği Özgürlük

İhracata, hizmet sektörüne, finans dolaşımına dayalı ekonomi, pazardan pay almaya dayalı Özel Finans Kurumları’nın İslâmî bankacılığın gelişimi neoliberal İslâmcılığın özgürlük alan­larından biridir. 80'lerin ortasından itibarin “finans piyasası” üzerinden kendini ifade eden İslâmcıların, İslâm ile ilişkisi, ri- tüeller ve sembollerin dışına pek çıkmaz:

(MÜSİAD Kayseri Şube Başkam) Ticaretin dili tektir: kazanç. Ardından yerel ticaret kültürünün özelliklerini övmeye başlar: ona göre, kentindeki tüccarların başarısının sırrı Kayserinin İslâm ahlakından ilham alarak benimsedikleri ticari kültürdür. Kuran ve hadislere gönderme yaparak konuşmasını sürdürür. (Yankaya, 2014, 207)

Esasında yaşanan çağdaş hayat ile Müslümanların inanç­ları arasındaki makasın zaman zaman daralması önemli bir vakıa olurken, Müslümanların bu dünyada nasıl yaşayacakları hep bir mesele olarak görülmüştü. Milli Selamet Partisi (MSP)’nden itibaren yani 27 Mayıs sonrasında ortaya çıkan İslamcılığın kendi başına bir doktrin olarak en güçlü aktığı ka­nal olarak siyaset(4) aynı eleştirilere yani Müslümanların kapita­lizmle ve sistemle uzlaştığı eleştirilerine maruz kalmıştı. (Sarıbay, 1995, 67) Bütün bu yorumlar esasında Müslümanların Türkiye’deki konumunun, geçirdiği evrelerin izahını yapmak­tan, Müslümanların hangi görüş ve hissiyatta olduklarını tam manasıyla açıklayamamaktan da kaynaklanır. İslâmcıların, Müslümanların 27 Mayıs’a kadar ki serüvenlerinden çıkardık­ları sonuçlar, yeni dünya düzeni ve ABD etkisindeki demokra­si anlayışının kapsamı İslâmcıların daha müstakil ama sürekli değişip, konjonktüre adapte olan yapısını belirginleştirmiştir. Bu açıdan İslâmcılar kendilerini sistemin dışında kalma az­minden uzak tutuyor, “Müslüman kalarak” sistem içinde var olmanın imkânlarını arıyordu. Gerek sınıf temeli gerek dini yönlerinden dolayı sistem İslâmcıları, “dışarıda tutma’yı tercih etti.

Neoliberalizm, İslâmcıların, taşradan gelen dindarların, kentte varlık göstermek isteyen kariyeristlerin, imkânlardan soyutlanmış alt gelir grubundaki okumuş yazmışların “sisteme uyum sağlamak için beklediklerini fark etti.” (Göle, 2000, 82) Fakat Özal döneminde de 90’lı yıllarda da Türkiye’deki güçler bu talebi görmek, kabul etmek istemedi. Hatta Erdoğan dö­neminde bile İslâmcıların devlet içindeki yerleri hiçbir zaman rahat ve garanti olmadı; piyasa bir nebze olsun İslâmcıları destekler, İktisadî sistemde özgürlüklerini artırırken, genel planda korumacı, denetleyici ve yeri geldiğinde müdahaleci yönünü göstermekten çekinmedi.(5) İslâmcılar bu bakımdan neoliberal dönemde hep bir sentezin tarafında yer aldılar.

Kapitalizmi Sorun Etmemek!

80’li yıllarda liberalleşmeye bağlı olarak bu sentez yavaş ya­vaş dillendirilmeye başlamıştı. 70’li yıllarda medeniyet fikrine, İslâm devleti görüşlerine, siyasal İslâm’ın ağır sanayi söylemine de paralel olarak İslâmî devletin ilk amacının sanayi ve kalkın­ma yönünde adımlar atmak olduğu kanaatleri oluşturuldu. Bu amaçla peygamberimiz döneminden itibaren Müslümanların devlet haline gelir gelmez ilkin “maddi ve teknik bakımdan en kısa ve hızlı biçimde” güçlenmek olduğu fikri aktüel duruma bir alt yapı olarak sunulurken bunun antiemperyalist ve İslâmî gerekçeleri peşi sıra getirilmiştir:

Bu temel gerçeğe dayanarak çağımızda kurulu bir İslâm devletinin ana gayeleri bakımından sanayileşmesini kaçınılmaz görüyoruz. İslâm devletinin sanayii güçlenmesi de, dünya pa­zarlarını emperyalistçe emellerle ele geçirmek için değil, fakat tersine dünya pazarlarında dolaşım halinde olan insanoğlunun rızıklarını bu ihtiras tutkunu sömürgecilerin elinden kurtarmak ve beşeri dinlerin zulmüne topyekûn son vermek için elzemdir. (Keşk, 1977, 30-33)

80li yıllarda liberalizmin hatta kapitalizmin İslâm ile ça­tıştığı düşüncesinin yanlış olduğu, arada çelişki bulunmadığı, çağdaş kapitalizmin Batıya özgü olmayıp İslâm toplumların- da bile uygulandığı görüşleri (Binder, 1996, 27 - 29; Rodinson, 1978, 122 - 14) İslâmcıların 90’lı yıllardaki dönüşümleri için referans teşkil etti.

Neoliberal İslâmcılık döneminde Müslümanların hâlâ bu çağda kapitalizmi sorun etmemesi, kapitalizmle yaşaması gerektiği fikirlerine (Aktay, 2012), yine kapitalizmin "müminin yitik malı olduğu" (Akyol, 2009) görüşleri de eklenmiştir.

Neoliberal İslamcılığı, İslamcılığın genel karakterine bağlı olarak modernleşmenin Türk milleti üzerindeki etkisi, Türk- lerin Batı karşıtlığından kapitalizm vasıtasıyla yükselmesi gibi gerekçelerle, modernleştirilmesi olarak görmek mümkün. Za­manın icaplarının, tekniğinin millet tarafından talep edildiği dikkate alınırsa, Menderes ve Özal’a olan teveccüh ile Erbakan ve Demirel’e daha zayıf olan ilgi aslında yol, su, elektrik, iletişim, ulaşım gibi hayatın doğrudan kendisine temas eden noktalarının modernleştirilmesiyle ilgili olduğu açıktır. Recep Tayyip Erdoğan’ın bu dönüşümü çok daha hızlı gerçekleştir­mesi yüzde 50’lik başarısının ana gerekçelerindendir.

“Türkiye’de kapitalizmi dıştan getirme deneyleri’’ sadece Tanzimat ve Meşrutiyet döneminde değil sonraki dönemler­de de gerçekleşmiştir. Türkiye’de kapitalizmin gelişmesindeki zayıflığın bir diğer nedeni “yabancı yatırımların azlığı’’, tekel­leşmenin fazlalığı, sanayi kapitalizminin yoğunluğu, eski ve yeni düzenler arasında derin ikiliktir. (Gevgilili, 1989, 30-31, 60, 73, 84) Neoliberalizm esasında tam da Türkiye gibi Batı­lı İktisadî güçlenmeyi talep eden geleneksel ayak bağları olan devletler için birebirdir. Neoliberal İslâmcılık Türkiye’deki kapitalizmin bu temelli sorunlarını kapitalistleşememe sıkın­tısını çözmüştür. Esasında neoliberal dönem biraz da emlak üzerinden kalkınmayı getirir; Türkiye’deki kapitalizm emlak zenginliğini tasfiye etmeyi pek sevmesine rağmen (Gevgilili, 1989, 95) neoliberal dönemde buna engel olamamıştır.

Özgürlükler, Sosyal Yardımlar ve Yüzde 50.

2.2000’li yıllardaki İslâmcılık, neoliberalizmin 70lerin son­larında ABD ve İngiltere'de yani Anglo-Sakson âlemde muhafazakâr hatta dindar liderleri iktidara getirmesi, Türkiye’de özal ve Erdoğan'ın millet nezdindeki kabul edilebilirliğinin de bir sonucudur. 90’lı yıllarda özal ile başlayan neo- liberalizme ara verildi. Bunun cezasını ülke çok büyük iki kriz­le biri siyasi 28 Şubat İkincisi yine İktisadî ve siyasi birlikteliği olan 2001 kriziyle kat kat çekti. Recep Tayyip Erdoğan’ın bu krizden Türkiye’yi çıkardığı gibi önemli bir refah da getirmişti. Erdoğan’ın bu dönemde Rusya’da Putin, Venezüella'da Chavez, Arjantin’de Kirchner ile aynı dönemde iktidara gelmesi, büyük halk desteği esasında neoliberal politikalarla birlikte uygula­nan ekonomik programın sosyal devletçilik ile İktisadî ve siyasi pratiğine de bağlıydı.

Erdoğan’ın “piyasa”lardan gelen kişiliği, bürokrasi ve statü­ko unsurlarını yok sayan vasfı, pratikliği, sorun çözen yapısı İktisadî ve siyasi olarak Türkiye’nin hareketli olmasını sağladı. Erdoğan’ın 15 Mart 2015 tarihindeki ülkeyi “şirket gibi yönet­me” görüşleri de statüko ve bürokratik oligarşinin etkisinin azaltılmasına bağlıdır. 2011 yılından sonra küresel sistemin de Erdoğan hakkındaki soru işaretlerinin artmasına neden olan yönlerinden biri de bilhassa savunma sanayi alanındaki yerli sanayinin geliştirilmesiyle ilgilidir. Bilhassa Cumhurbaşkanı olduktan sonra AB ile ipleri kopartma fikrine geçen Erdoğan, neoliberal politikaların 2011 sonrasında klasik yerli sanayi gö­rüşleri, tarihi kimlik vurgusuyla birleştirilmesinden doğmuş­tur.

Türkiye’de yoğun neoliberalizme ve artan zengin sayısına rağmen kapitalizmden pay alabilen, çevrede, varoşlarda bulu­nan alt sınıf da görece refaha kavuştu. Genel planda 1980-2015 arasının, hususen 2000’li yılların Neoliberal İslâmcılık olarak anılmasının nedenlerinin başında AK Partinin bu dönemde 90'ların ikinci yarısında yavaşlayan neoliberalizme “yeni bir itki” (Öztürk, 2013, 206) ile yeni bir renk, kimlik ve yön ver­mesi, sahiplenmesi gelir. SPK, EPDK, BDDK gibi kurumların ciddi olarak işlemesi, bunlara müstakil bankaların kurulması (Eberliköse, 2012-2013, 132-134) neoliberalizmin kurumsal­laşmasını sağlarken, “otoriter kapitalizmin yeni merkezi” Tür­kiye haline gelmektedir. (Zizek, 2013, 108) Türkiye, tarihinde görmediği kadar özel sektör ve dış yatırım ağırlıklı ekonomik sisteme geçti.

Piyasa ve neoliberalizm İslâmcıların "kaçış” "çıkış” vesi­lesidir. Piyasa her halükarda kapitalist ilkelere dayandığı için vahşi, adaletsiz, ahlak dışı en önemlisi İslâm dışı olma özel­liğini yine sürdürür; fakat İslâmcılar klasik dünya sisteminin sunmadığı özgürlüğü neoliberal dönemde piyasa ve pazar ilke­leriyle elde etmiştir. Piyasanın gayri Islâmîliği, ahlak dişiliği so­run edilmemiştir; İslâmî manada dindarlık, İslâmî simgelerin ve kişilerin kamuda yer bulması piyasa ahlaksızlığından daha önemli görülmüştür.

Nargile Kafe, Suşi, Borçlandırılmış Müslümanlar

"Piyasalaştırma” (Crouch, 2014, 96) bir akım biçiminde, ka­pitalizmin en önemli silahı olarak tüm kuvvetiyle çalışırken, İslâmcılar piyasalaştırmanın getirdiği basitlik, düzeysizlik ve herkesleştirmeden rahatsızlıklarını "kısık haykırışlarla” dile getirmeyi tercih etmişlerdir. Bu dönemin genel olarak kül­türün metalaşmasından, dünyanın genel olarak metalaşması (İnsel, 2008, 53) sürecine geçiş elbette tüketim toplumu imge­sinin basit bir tanımlamadan öteye geçerek kimlik halini alma­sıyla da ilgisi vardır. Bu bakımdan kimsenin kimseye artık borç vermemesi (Lazzarato, 2014, 170) fakat herkesin bir şekilde krediler, kredi kartları vesilesiyle yüksek tüketim metaı olan mallara da borçlandırılması söz konusu olmuştur.

İslâmcı burjuvaziye gelmeden ülkedeki hemen her kesimin tüketim nesneleri, kamusal mekânlarla irtibatı, yeni dindarlık unsurlarıyla da örtüşen yapılar iyiden iyiye gündelik hayatı ve İslâm algılarını da değiştirmiştir. Öncelik "kendi” üzerine odaklanmış radikal bireycilik neoliberalizmin tam da hedef­lediği, kendinden başlayarak tüm sistemi de içeren bir istikrar anlayışına götürmüştür.

Küresel medeniyetin yersiz yurtsuz yapısı, vatan algısı, mensubiyet görüşleri değiştiği için en başta İslâm’ın bireyin varoluşuyla vazgeçilmezliği arasındaki örtüşme kaybolma­ya, bu tür değerler sıradanlaşmaya başlamıştır. Suşi, brunch, cafeler, nargile ortamlarındaki İslâmcılık, yeni İslâmî burjuva mekânlarının teşekkülü gibi konular popüler kültür unsuru olarak tanıtılsa da bir büyük dönüşümün önemli kodları arası­na girmiştir. İslâmcıların para ile girdikleri ilişki ve dönüşüm, 90ların ortasında yani aslında 1994’teki belediye seçimlerinin kazanılması, devletten bir şekilde pay alınmasıyla başlamıştır.

Buradaki kadim çelişki aşılamamıştır zira Mehmet Şevket Eygi gibi neoliberal dönemde Müslümanların dönüşümüne en büyük eleştiriyi getiren kişinin, “Bu memlekette büyük, orta, küçük ticaret ve iktisat Müslümanların eline geçmedikçe özle­diğimiz günler gelmeyecektir” sözleri eninde sonunda bugün­kü tabloyu doğurmaktan kaçamayacaktır belki de. Aydınların kapitalizmden, onun tüketim çılgınlığını getiren kimliğinden kaynaklandığını vurgulamalarına karşın, bunun bir süreç, bo­zulma olduğunu söyleyecek normalleşmeyi getirmeleri, hatayı daha çok dışarıda aramaları da (Kıvanç, 1997, 48, 56) neoli­beral dönemin temize çıkmasını sağlamıştır. İnşaat sektörüne dayalı ekonomiden inşaata dayalı kültürellik, hatta Çamlıca’ya yapılmakta olan cami inşaatında olduğu gibi dini algı bu döne­min önemli gelişmeleri ve esasında eleştirilerindendir.

Erdoğan Karşıtlığı-Neoliberal Yandaşlığı, Gezi Olayları, “Diktatörlük”

3.AK Parti iktidarında genel olarak neoliberal İslâmcılığın ik­tidar olduğu yıllarda önemli dönüm noktaları bulunur. 2007 ve 2011 seçim yılları, öncesi ve sonrasındaki siyasi süreçler İslâmcılığın şekillenmesinde, iktidarın belli konularda tavır almasında, yön değiştirmesinde etkili olmuştur. Danıştay sal­dırısı, Cumhuriyet Mitingleri, kapatma davası, 2008 ekonomik krizi, 27 Nisan Bildirisi akabindeki “One Minute” çıkışı 2011 yılına kadar partinin neoliberal politikaları yürütmeye devam etmesini sağladı. 2011 yılı bu bakımdan önemli değişimlerin başladığı döneme tekabül eder. Bu seçimlerdeki yüzde 50 des­tek, Gülen hareketinin yargı üzerindeki iktidarı için yaptırdığı 2010 referandumu, MİT Müsteşarı’nı tutuklama girişimi ve akabinde gelişen Gezi olayları ve 17 - 25 Aralık darbe girişim­leri, yüzde 50 desteğin, One Minute ve Mavi Marmara sonra­sındaki çatışmanın, Erdoğan’ın daha Islâmcı bir dil ve söylem geliştirmesinin bir başka yoruma göre de “aslına dönüşü”nün sonucu olarak gelişti.

Bu seçimlere kadar liberal-sol cenah ile yapılan ideolojik- siyasî ittifak tamamen sona erdiği gibi iktidar kendi yetiştirdiği köşe yazarlarıyla basında etkili olmaya çalıştı. Clinton’un slo­ganı olan “aslolan ekonomidir, gerisi teferruattır” (Bauman, 2014, 32) sözü neoliberal İslâmcılık döneminde hem 2011 seçimlerindeki yüzde 50’lik ilgiyi hem bunun getirdiği refah, istikrar ve muhafazakârlığı izah eder. Ekonomiden ve sistem­den pay alması zora giren kesimlerin alternatif bir sistemden ziyade var olan neoliberal imkânlardan çok daha fazla yarar­lanma isteği, zenginlere münhasır kârı başka yeni zenginlerle paylaşmama talebi beraberinde 2013 sürecini getirdi.

Gezi ile başlayan süreç, “sonun başlangıcı” olarak algılanır­ken (Yalman, 2014, 41) neoliberalizmin ilkelerinin Erdoğan’ı diktatör yaptığı, özgürlüklerin totaliter kıldığı görüşleri kuv­vetli şekilde dillendirilmeye başladı. Artık muhalefete geçen kesimlerin neoliberal Islâmcılığa ılımlı İslâm’ı içermesinden kaynaklı desteği de kaybolmaya başladı. Yıllarca ekonomik ve siyasal reformların Erdoğan ile gerçekleştiği övgüsünden, AK Partinin neoliberalizmi uygulamak için hukuki reformlar yap­tığı kanaatlerinden hızla çark edilerek, gelişmenin, ilerleme­nin ekonomideki sürekliliğin, sistemin devamının bir sonucu olduğu dolayısıyla Erdoğansız bir neoliberalizmin de mümkün olduğu görüşleri ileri sürüldü.

Bu bağlamda neoliberal İslâmcı dönemi “hızlandırılmış ka­pitalizm” ve Türkiye’nin çıtasını yükselten dönem olarak gö­ren kesimler (Göle, 2014) AK Parti’nin neoliberalizmi bile iyi yapamadığı kanaatini dile getirmektedir, (özdemir, 2014) AK Parti’nin İktisadî başarısında “sıcak para”nın etkisi hep tartışıl­dı. (Turhan, 2003) Neoliberalizm de tehlikenin eşiğinde olarak algılandı. Bu açıdan neoliberal İslâmcılığın uyguladığı kapita­lizm, “gazino kapitalizmi” (Ünay, 2008) türünden bir parodinin ya da Türkiye’ye özgülüğün getirdiği tuhaflığı barındırabilir.

Neoliberal İslâmcılık döneminin önemli ve etkili matbu­at organlarının bu dönemin genel İktisadî politikasına hiç de müspet yaklaşmadığı bir gerçek. Neoliberalizm herkesin mut­lu olduğu, talep ettiği bir sistem olmasa da neoliberal olmak türlü kapıları açmada, siyasal olarak yol sağladığı için eleştiri­ler genel manada kapitalist işleyişin içinde, 2008 yılındaki kriz­ler boyutunda ve İnsanî bir takım romantik sıkıntılarda kaldı. Kadim İslâmcılık tezlerindeki "Batının tekniğini alma” ilkesi zamanla “düşmanın silahıyla silahlanma” anlayışı biçiminde yorumlanarak meşrulaştırılmıştı. Neoliberal İslâmcılık işte bu fikrin rafine hali olarak kapitalizmi zaman zaman rehabilite eden, Müslüman milletle olan temasından kaynaklanan ne­denlerle neoliberalizmi millet nezdinde itibarlı hale de getiren bir rol oynadı.

“Kapitalizmin kapitalistlere bırakılmayacak kadar önemli” olması (Ünay, 2008a) neoliberalizmin en önemli keşifleri ara­sına muhafazakârların girmesindendir. Bu dönemin İslâmcı köşe yazarlarından Fahrettin Altun, AK Parti’nin, neolibera­lizmi benimsemenin ötesine geçtiğini, bu dönemin kendine özgülüğünün yanı sıra insan kaynağı, gelecek perspektifi gibi konularda farklılığını ve öncülüğünü de gösterir:

AKP hükümeti neoliberal iktisat politikalarını Batı ile bütün­leşmenin aslî bir şartı olarak görmekte ve bu nedenle bu politika­ları sorgulamamaktadır. AKP’li siyasi kadrolar neoliberal iktisadın öngörülerini birer norm olarak telakki etmekte ve bu öngörüleri birer çözüm önerisi olarak değil, bizatihi çözümün kendisi ola­rak değerlendirmektedirler. Son yirmi beş yılda neoliberal iktisat politikaları ‘muhafazakârlar’ eliyle yürürlüğe konmuştur. Bunun başlıca sebebini bir siyaset aracı olarak toplumun konumunda aramak gerekiyor. Toplum ve toplumun iknası, Türkiye siyaseti­nin hâlâ en can alıcı unsurlarından bir tanesi. Toplumla barışık muhafazakâr siyasi kadroların gerçekleştirdikleri her türlü siya­si faaliyet toplum nezdinde kendiliğinden meşru kabul ediliyor. Türk toplumu açısından ne yapıldığı değil, kim tarafından yapıl­dığı çok daha önemli. Bu nedenle Türkiye’de muhafazakâr siyasi kadrolar, neoliberal iktisat politikalarını büyük bir gönül rahatlığı ile uygulayabiliyor, özelleştirme şampiyonluğu ile övünebiliyor. (Altun, 2005a)

Ercan Yıldırım - Neoliberal İslamcılık(1980-2015)İslamcıların Dünya Sistemine Entegrasyonu,pınar yay.,syf:57-79

Önceki Yazı için bkn:

http://ilimcephesi.com/neoliberal-islamcilik/

Dipnotlar:

1- RP, İslamcıların, tarikat ve cemaatlerin, Müslümanların hepsini kapsar mı? 90’lı yıllarda bu çokça tartışıldı. Radikal kesim, partili olmayı “şirk” ile izah edip “teorik olarak” RP'ye mesafeli davranırken “pratikte” RP’den etkilendi­ği, etkilediği gibi kadro olarak hareketin içinde yer aldı. Tarikat ve cemaatler RP'nin sert söylemi ve bizatihi “İslâmî siyaset”in kendisinden ürktüğü için Milli Görüş'e hep bir rezerv koydu. İskenderpaşa cemaati tarikat içi mesele yüzünden eleştirilerini ve şerhini “sadece” Erbakan’a koydu. RP’nin yükselme­sinde, örgütlü İslâmî grupların çok azı destek verirken asıl tabanı “Müslüman ve ezilen halk” verdi. Bu önemli bir imkandı. Milli Görüş ister sahiplenilsin ister yerilsin, "İslâmî olanın” temsilcisi rolünden hiçbir zaman kurtulamadı. Milli Görüşü'ün açtığı imkanlarından tüm İslâmî gruplar faydalanırken, sis­temin cezalandırmasından sadece Türkiye’deki "İslâmî siyaset” zarar gördü! 90'lar muhasebe yıllarıdır aynı zamanda.

2- 80 lerin genel atmosferi içinde, folklorik unsurlarını, köy ve ailelerin kendine özgü geleneklerini, oyunlarım, düğünlerini, cenaze merasimlerini reddeden bir çok “genç idealist” bu “radikal” fikirlerini çoluk çocuğa da kavuştuktan sonra terk edip, büyük bir muhasebeye giriştiler.

3- Bu dönem sadece Türkiye'de değil dünyada da neoliberal İslâmcılık etkili ol­muş, Ortadoğu’da İslâmcılıktan gelen hareketler neoliberalizme kaymıştır. (Bozarslan, 2012) İslâmcılar kapitalizme karşı belirgin bir sempatiyle yaklaş­tıklarında bile tehlikeli olarak görülmüş, İslâmcılığın antikapitalist kimliğini törpülemek için 11 Eylül türü girişimler, terörizm yaftasıyla birleşerek dün­yada Müslüman avını başlatmış, İslâmcılar terörist algısını kırmak için ılımlı İslâm projesini de gündeme alacak denli eklektik bir dile evrilmiştir; postmo- dern emperyalizm, Islâmcıların postmodern tezleriyle dönüşümü gerçekleş­tirmesini de sağlamıştır, (Walberg, 2014,125 - 130)

4- Müslümanların ve İslâmcıların kültüre ağırlık vermedikleri, sanattan anlama­dıkları eleştirileri içeriden ve dışarıdan devamlı surette yapılagelmiştir. Bunda İslâmcılığın belki de Meşrutiyet köklerinden itibaren hep siyasete endeksli varlığının etkisi vardır. (Mert, 1998, 14) İktidar döneminde İslâmcıların ve Müslümanların sanatla, kültürle ilgileri, bir takım simgesel törenler düzenle­mekten, etkisiz organizasyonlar tertiplemekten ve bol bol kaynaklan kullan­maktan öteye geçememiştir. Ne hikmetse izleyicisinden proje yürütücüsüne kadar herkes doymak bilmez bir iştahla kültürel yatırımın devlet ve AK Parti tarafından az olduğu yakınmasını gerçekleştirir. Halbuki siyasal iktidarın ya­pabilecekleri ile kültürü yürüteceklerin vazifeleri tamamen birbirinden ayrı­dır! Kültür, edebiyat ve sanat adamlarının siyasal iktidardan geri oldukları bu süreçte net biçimde görülmüştür.

5- Son yıllardaki eleştiriler, iktidarın ne kadar İslamcı olarak görülüp, gösteril­meye çalışılsa da, Kemalist sistemin hala çok büyük etkisinin olduğu, iktidar ve muhalefet arasındaki saldırı ve savunmaların Kemalist dil ve sistemle yü­rütüldüğünü eleştiren geniş bir kesim de bulunmaktadır. Bu açıdan pasif bir eleştiri durumu gözlenir.
Devamını Oku »

Neoliberal İcraatların Olumlu ve Olumsuz Yönleri



'Neoliberal İslâmcılık dönemindeki icraatlar temelde iki yön­de olumlu ve olumsuz yorumlara neden olmuştur: 1. Hizmet sektörünün gelişmesi, tüketim, inşaat sektörü, enerji tesisi in­şaatları, doğanın bozulması, estetik yitimi, ahlaki ve kültürel dönüşüm. 2. Sosyal güvenlik politikaları, işçi hakları, grev ve gösterilere müsaade edilmemesi, taşeron sistemi, işçi güvenli­ği ve ölümleri, özelleştirme mağdurluğu...

1. Neoliberalizm hizmet sektörü demektir. Finansın ulus­lararası boyutta yaygınlaşmasına bağlı olarak kültürel manada bir özdeşlik buna eşlik eder. Klasik dünya sisteminin merkez - çevre modelinde merkezde yer alan ve sanayi üretimi üst sevi­yeye çıkan ülkeler zamanla teknoloji geliştirmeye bağlı olarak neoliberalizme adım atarken hâlâ merkez olma özelliklerini korudular. Türkiye gibi, gelişmekte olan ülkeler sınıfında ta­nımlanan ülkeler ise ithal ikame modelden arta kalanlara bazı imkânlarıyla var olmaya, asgari sanayi ihtiyaçlarını karşılama­ya çalıştı. Bu tür ülkelerin neoliberal döneme geçişleri büyüle oranda hizmet sektörü üzerindendir.

Neoliberal İslâmcılık 80li yıllardan 28 Şubat dönemine kadar kalkınmayı sanayi üzerinden gerçekleştirme anlayışım muhafaza etti fakat bilhassa iktidar olduktan sonra 2000’li yıl­larda büyümesini daha çok hizmet sektörüne, tüketim kültü­rüne dayandırdı. 2011 kırılmasından sonra bilhassa savunma sanayine dayalı sanayi üretimi ve teknoloji geliştirmesi kat­lanmasına rağmen ekonomideki hizmet sektörü ağırlığı hiç azalmadı. Neoliberalizm zaten tüketim demektir, liberal insan tüketime yatkındır fakat neoliberal dönemde sanayi üretimi yüksek düzeydeki merkez ülkelerin bireyleri neoliberal döne­mi yaşarken büyük sıkıntılar çeker. Neoliberalizmin zengin-fakir arasındaki farkı açan karakteri nedeniyle gelişmiş ülkelerde tüketim çok da yaygınlaşmamıştır; en azından neoliberalizmle büyüyen ülkelerdeki gibi tüketim bir çılgınlık ve zenginleşme vesilesi, ekonominin dinamiği haline gelmemiştir.

Türkiye’de birey tüketimi eleştirirken tüketim yapmaktan vazgeçmez. Yıllarca yaşanan mahrumiyet ve “yokluk” neolibe­ral dönemdeki fazla ürünün kutsanacak derecede makbul ka­bul edilmesini sağlamıştır. Tüketimi bir kültür ve yaşam biçimi olarak gören atmosferin içine doğan gençlerin yanında geç­mişin “yokluklarını yaşayanlar, hususen kadınlar tüketmek­ten çekinmez. “Artırmaktan” mutfak masrafından kısmaktan bıkanlar, tasarruf kavramını tarihe gömmüştür. Recep Tayyip Erdoğan’ın kadınlar üzerindeki etkisinde bu yokluğun görece ortadan kaybolmasının etkisi büyüktür. Özal ve Menderes'e atıfla bolluk Erdoğan’ın imajını toplumun alt kesimlerinde artırmıştır. Bu kültürün bir tarafında küçük insana, sokaktaki bireye, alt sınıfa vurgu yapan refah varken öteki tarafında ge­nişleyen orta sınıf bulunur.(5)

Bu aşamada tabi tüketim kavramının mahiyeti tartışmalı hale gelir. Toplumumuz tüketim toplumu derken elbette “bü­tün insanların, dahası, bütün canlıların ezelden beri tükettik­lerini'’ (Bauman, 2010,92) gözden kaçırmadan tüketime klasik insani ihtiyaçların karşılanmasından çok bir İktisadî düzen olarak bakmak, bu ekonomik işleyişin genel kültürel vasfı, ya­şama biçimi olarak da değerlendirmek gerekir. İktisada bağlı kültürel göstergeler hem yeni orta sınıfı hem tüketime dayalı birey tipini daha net izah ederken, Türkiye'nin geldiği yeri de mukayeseli olarak gösterebilir. Sadece otomobiller, giyim ku­şam, gıdaya dayalı sektörler değil aynı zamanda “yaşam biçi­mi" okumaları da yeni dindarlık, tüketim kültürü ve neoliberal siyasallığı anlatabilir. Bu bakımdan örneğin geçmişte üniver­site öğrencilerine sadece “çay ocakları” hitap ederken bugün artık pahalı kafelerde öğrencilerden adım atacak yer kalmamış durumdadır.

Müslüman, En Güzeline, En İyisine Layıktır!

Neoliberal iktisadın Türkiye’ye girdiği 1980’li yıllarda Müs­lümanların yaşam biçimleri tam manasıyla gelenekseldir; kıt kanaat geçinen genel çoğunluğun yanında varlıklı dindarlar- muhafazakârlar bile yaşam biçimi bakımından sadeliğe özen gösterirdi. 1990'ların ortalarına doğru bu algı “Müslümanların en güzeline layık olduğu” görüşüyle birlikte bozuldu. Neolibe­ral İslamcılığın iktidar olduğu yıllar bilhassa 2010’lere doğru, neoliberal kültür Müslümanlar arasında artık “eleştirilecek ka­dar” içselleştirilmiştir. Öyle ki neoliberal İktisadî, siyasi ve top­lumsal kültürü dindarlar normalleştirdi; “bir lokma bir hırka”(6) fikrini Meşrutiyet'ten bu yana hiçbir zaman kabul etmeyen İslâmcılık, neoliberal imkânlardan sonuna kadar yararlanmayı bildi. Bu tüketim kültürü dindar seküler ayrımı gözetmeden tüm bireyleri aynı kimliğe büründürmeyi başardı:

Neoliberalizm çok tüketen, az tasarruf eden, geliri yetmediği zamanlarda dahi talebini canlı tutan bir insan modeli kurguluyor. Bu birey için borçlanmak, cüzdanını kredi kartlarıyla şişirmek, araba mı alınacak hemen tüketici kredisine başvurmak doğal, kaçınılmaz. (...) Faizler bir puan düşünce, üç aylığı nereye park edeceğiz, diye evhamlanan emekli; Mortgage yasası çıkınca 'ev sahibi oluyorum’ heyecanıyla düğün bayram yapan profesyonel; kredi kartının minimumunu yatırınca ‘buna da şükür’ demeyi bi­len memur, hep bu finansal sistemin dişlileri.

Neoliberalizmin kapsayıcılığı, pazar ve piyasa, ürettiği kül­türle ilgilidir. Mortgage, krediyle lüks araba almak bir tarafa, kahve, simit, gıda zincirleri, dondurulmuş ürün kültürü, şişe­lenmiş su ve içecek kültürü, suni tohum, endüstriyel tarım ve ormancılık, bebek ürünleri, güvenlik görevlisi, mikro kredi, de bu kapsamda değerlendirilebilir. (Kozanoğlu-Gür-Özden, 2008,100 -123) Esasında solun yaptığı yoruma göre bu İktisadî kültür bir bakıma sadece AK Partiye bağlanır. Hâlbuki kapita­lizm de, dünya sistemi de Ak Parti ve İslâmcıların icadı değil, içine doğdukları bir yapı. Dolayısıyla Türkiye’deki sistem soru­nu, kapitalizmin çıkmazı, ortaya çıkan meseleler İslâmcıların üretimi değil bilakis AK Partiyi doğuran sebepler bu krizlerin neticesidir:

AKP, bir siyasi parti olarak Türkiye’deki demokrasinin, yapı­sal ve kurumsal, bir o kadar da bunlara eklenmiş kültürel-norma­tif krizinin bir sonucu olarak ortaya çıktı. 2000’li yıllara Türkiye, bir türlü derleyip toparlayamadığı kapitalizmi ve bu kapitalizme karşılık gelen bir siyasal meşruiyet sorunuyla başlamıştı (Çiğdem, 2014,49).

AVM, inşaat, TOKİ, Taşeron Sistemi

Neoliberalizmin ekonomideki aktif sektörlerinin başında inşaat gelir. Türkiye'de neoliberal İslâmcılık eleştirisinin birinci sırasında, tüm kesimlerin üzerinde ittifak ettikleri eleşti­ri konusu TOKİ ve şehir yapılanması gelir. TOKİ neoliberal kurumlardan biri olarak Türkiye'de 1980 sonrasında kuruldu, en aktif dönemini ise bilhassa 2000'li yıllarda geçirdi. Devlet konut üretimini artırmak için TOKİ'yi kurarken, TOKİ'nin 2000'lerden sonra ürettiği binaların yüksekliği, biçimi, kü­çüklüğü, coğrafya ve kültürel ortam ayrımı yapmadan aynı tip binalar üretmesi büyük eleştiriye uğradı. TOKİ’ye yönel­tilen eleştirilerin daha çok kadim kültür ve estetik üzerinden yapılması genellikle muhafazakâr ve dindarlar nezdinde ger­çekleştirilirken, sol ve siyasi muhalif kesimler konut ve inşaat sektörünü çoğunlukla siyasilerin, oy potansiyeli işlevi gördüğü fikrinden hareketle tenkitte bulunur. (Balaban, 2011, 23)

Taşeron kavramının en çok inşaat sektöründe görülmesi, arsa spekülasyonları, devlet müteahhitliği (Gülhan, 2011, 32 33) eleştirerek tartışılırken, TOKİ'nin varlığını savunanlar da ciddi tezlerle karşı çıkış gerçekleştirir: kentleşmeye bağlı ola­rak ortaya çıkan konut ihtiyacının TOKİ ile giderilmesi, Cum­huriyet elitinin sahip olduğu apartman ayrıcalığının TOKİ ve belediyelerin yaptığı konutlar eliyle alt düzeye ulaşması, gece­kondulardan kurtulan insanların TOKİ'yi hiç de yadırganacak şekilde değerlendirmemesi, refahın dağıtımında konut bağ­lamında yine alt düzeylere fırsatların sağlanması, “mülkiyet fetişizmi'ne bağlı olarak (Çavuşoğlu, 2011, 49) aşırı kentleş­me ve daire sahibi olma iştiyakı inşaat gibi ekonomideki tüm fay hatlarını hareketlendirebilen bir sektörü canlandırması bir bakıma İktisadî yapının gereğidir.

Solun inşaat fetişizmi­ni, mülkiyet fetişizmi ile birleştirerek tümden bireyin “başını sokacak bir ev sahibi olma” iştiyakını hor görmesi, Komünist dinamikler bakımından da sorunlu görünmektedir. “Kentin markalaşması” ve “pazarlanması” yanında artık siteler ve yük­sek güvenlikli konutlar “sosyo-kültürel ayrışmayı” palazlandı­racak şekilde icat edilmekte, yeni bir şehir yapısı dizayn edilmektedir. (Penpecioğlu, 2011, 68) Aslında dikey yapılanma, estetikten uzak binalar, başta İstanbul olmak üzere silüetin bozulması, dar yollar, imara yeni açıldığı halde birbirine yakın apartmanlar sadece solun değil tüm kesimlerin üzerinde itti­fak ettiği karşı çıkışı oluşturmaktadır.

Bilge mimar Turgut Cansever ömrü vefa edip neoliberal İslamcı dönem şehir yapılanmasına şahit olduğu için ciddi eleştiriler geliştirmiştir. Ona göre TOKİ mantığıyla kapitalist şehir algısı örtüşür; tek tip bina ve şehir formu, dikey yapılan­ma, metropol diline uygun devasa uydu yapılarının kapitaliz­min güç ve tek tipleştirici kimliğiyle yakın bağlantısı vardır. Cansever’in (2012, 72) “Teknoloji bize çok katlı bina yapma imkanı veriyor; çok katlı bina yapılırsa alt yapı masraflarının azalacağı düşünülüyor” şeklindeki uyarısı dikkat çekicidir. Keza Cansever kentlerin artık “tutumluluk”, çocukların oyna­yabileceği otantik yeşillik ve ferah mekânlar haline gelmesi ge­rektiği kanaatindedir. Cansever’in bu şehir algısına karşı teklifi kadim Türk Evi’dir.

İslâmcıların Cumhuriyet karşısındaki varolma çabaları, yeni şehirler kurma, geri kalmış şehirleri yeni binalarla bu­luşturma istekleri “muazzam - büyüklük” fetişizminin doğma gerekçelerinden biridir. Bu anlamda ekonomi inşaat üzerine odaklanınca sonuçta ortaya çıkan yapı “şehvetin” ürünü olarak tanımlanır:

Çaresizlik diyemem, asıl neden tek kelimeyle yetersizlik. Söz­gelimi şu TOKİ rezaleti, hiç tereddüt etmeden söyleyebilirim ki tüm icraatı öteki’ni hesaba katma alışkanlığı olmayan, çevreden merkeze, dışarıdan içeriye, senden ben’e doğru hareket etmek bilincinden yoksun bir hoyratlığın mahsulü. Dünyadaki bütün kalkınmacı sağ doktrinlerin zaaflarına sahipler ne yazık ki (Cündioğlu, 2014).

Dücane Cündioğlu, Çamlıca'da inşa edilen Cami için kullandığı “ülkem adına kâbus olarak değerlendiriyorum” (Cün­dioğlu, 2012) sözlerini aynı şekilde Gezi olaylarının nedenleri arasında gösterilen Taksim Kışlası’na karşı çıkarken sarf et­miştir.

Neoliberal İslâmcılığın şehir karnesi alt düzey gelir grubu haricinde hemen hiçbir kesimden geçer not almadı. Kentsel dönüşümlerde yapılan yüksek ve modern binaların, iptidai barakalar ve gecekondulara tercih edilmemesi, AVM kültürü, özel alan ve sitelerin yaygınlaşması, zengin ile fakir arasındaki uçurumun şehir içerisinde gözle görülür bir kisveye bürün­mesi belli başlı eleştiri noktalarındandır. AVM'lerin çokluğu, AVM kültürü kesin olarak reddedilirken yine eleştirenlerin o mekânları doldurması, çelişkinin derinliğini ve aslında iktidar ve devlet algısının niteliğini gösterecek denli netleştirmiştir.

Umrelere, Kudüs’e, Bursa’ya, Çanakkale’ye yapılan gezi­ler, etnik lokantalar, kafe kültürünün yaygınlaşması, spor ve yüzme havuzu, yapay orman, iç turist sayısının artması gibi birçok konu iktidara, AK Parti’ye hususen Erdoğan’a yüklenir­ken, dindarların, İslâmcıların bu kültürü sahiplenip taşıyıcılı­ğını yaptığı gerçeği, iktidarın "piyasadaki bu olguyu ne şekil­de destekleyip engelleyebileceği muamması çözülememiştir. Buradaki sorun her kesimden muhalifin AVM’leri eleştirmesi karşısında iktidarın AVM’leri yasaklamasıyla sorunun çözüme kavuşup kavuşmayacağıyla ilgili. İktidar AVM’leri kapatsa bu sefer de Gezi olaylarıyla birlikte dillendirilen diktatörlük it­hamları farklı boyutlarda zikredilecek. Gezicileri, sol liberal muhalefeti ve hatta İslâmcı muhalifleri, “maaşlı burjuva olma talebi” ile tanımlayan Zizek (2013,106), ilginç bir şekilde hem iktidar hem muhalefet bakımından olan bitenin biraz da “Ah­lakın ön plana çıkarılmasının nedeni kapitalizm eleştirisinin önüne geçmek” olarak yorumlar.

Gerçekte Türkiye’deki sol ve sosyalist çevreler gibi İslamcılık da kapitalizmin karşısında durma niyetinde değildir; ülkedeki tüm kesimlerin neoliberal imkânlardan azami faydalanabilme yollarını araştırıp, sonuna kadar zorlama gayretinde olduğu gözleniyor!

Merhamet, Hak ve İşçiler

2.Neoliberalizm 1960’lı yıllara damgasını vuran işçi ve öğrenci hareketleriyle grev ve boykotlardan çok çekmiş kapitalizmin bu tür hakları ve hürriyetleri askıya almasıyla gelişme göstermiştir. Anglo-Sakson dünya işçi hareketlerine ve grevlere karşı büyük bir tepki göstermiş, ABD sendikaları yasaklamıştır.

1991 yılında madencilerin Zonguldak'tan Ankara'ya yaptı­ğı yürüyüş ile 2010 yılında tekel işçilerinin Kızılay’da yaptığı eylem Türkiye'de neoliberalizmin gördüğü en önemli protes­tolar arasındadır. Tabiî arada neoliberal politikaları askıya alan 90'ların yaşadığı ekonomik kriz, Anayasa kitapçığıyla ortaya çıkan siyasî krizin doğurduğu esnaf protestosu da yer alır.

Neoliberalizm işçi sevmez, işçi haklan konusunda önyar­gılı davranır. İslâmcılar 90'lı yıllardan itibaren devlette ça­lışmayan, âtıl bekleyen kadroların çalıştırılması ya da onun yerine özelleştirilmesi fikrini politika olarak savundu. 2000'li yıllardan sonra uygulanan taşeronluk sistemi çok mühim ve sert eleştirilere maruz kalırken, aynı muhalefeti sergileyenler kamuda insanları çalıştırmanın zorluğundan da dert yanmış­lardır. Özellikle 2000'li yıllardan sonra hükümete, İslâmcılara yöneltilen eleştiriler arasında çalışma hayatıyla ilgili meseleler bulunur. Bilhassa yabancı sermayeye Türkiye’de yatırımlara teşvik etme hususunda çağrılarda bulunan iktidara, işçi hak­ları konusunda belli bir düzensizlik sergilediği yönündeki it­hamlara ucuz iş gücü ile çocuk emeğinin yükseldiği eleştirileri de eklenir. İktidarın hususen kız çocuklarının okuması yönün­de sergilediği performansı mevsimlik işlerde çalışan çocuklar için göstermediği, çocukların yoğun olarak ağır işlerde çalıştı­rıldıkları, çalışma koşullarının son derece ağır olduğu görüşle­ri de yoğun olarak sıralanır.

İşsizliğin yüksek seyretmesi, iş güvenliğinin dikkate alın­madığı gibi konular özellikle 2012'den sonra iyice artmış, Gezi olayları ve 17/25 Aralık darbe süreçleriyle birlikte yoğunlaş­mıştır. Son yıllardaki işçi ölümleri, Soma ve Ermenek’teki ma­den kazaları, 2014’teki asansör faciası, 2012 yılında işçilerin kaldığı çadırların tutuşmasıyla 11 işçinin yanarak ölmesi gibi olaylar insani boyutun öne çıkarılmasına, “merhametsiz büyü­me” kavramının yerleşmesine neden olmuştur. Tüketim kültü­rü eleştirisinde ucuza teknoloji sahibi olmak isteyenlerin bunu gerçekleştirmek için çocuk işçileri onaylıyor olması pek akıllara gelmezken işsizliğin kamu istihdamı ve geniş taşeron ağıyla aşıldığı da bir başka gerçeği oluşturur. Dolayısıyla taşeron işçi­liğindeki güvenli olmayan çalışma şartları en büyük patlamayı Somada gerçekleştirdi.

Neoliberalizmin aşırı üretim için aşırı tüketim ve yeni ih­tiyaçlar ortaya çıkaran kimliği zorunlu olarak kısıtlamaları işçi hakları üzerinden sağlar. Emeklilik yaşının yükselmesi, AVM’lerde ve diğer hizmet sektörlerindeki uzun, ağır ve aile yapısını bölen çalışma saatleri, az tatil merhamet ve insanilik boyutunu ön plana çıkarır. Özel sektördeki çalışma koşulları­nın kötülüğü, sigortasız çalışma bireylerin bir an önce kamuda iş bulma hayallerini kışkırtmaktadır. AK Parti iktidarı bu ko­nularda çok sert eleştirilere muhatap olurken, taşeron sistemi toplumun genelinde olduğu gibi iktidarda da sıkıntıyla kar­şılanmıştır. 2011 yılında 1700, 2012 yılında 744, 2013 yılında 1235 ve 2014’te 1800’e yakın işçinin hayatını kaybetmesi neo­liberal politikaların bizzat insana temas eden kısımlarının çok büyük zayiatlar verdiğini göstermektedir.

Yeni Bir Sınıf: Prekarya

3.Neoliberalizm bu dönemde yeni bir sınıf da ortaya çıkar­mıştır. İşçi sınıfının yanında tamamen bu dönemde ortaya çı­kan bu yeni sınıf, “prekarya” dünyanın genelinde olduğu gibi Türkiye’de de artış göstermiştir. Beyaz yakalı denilen bu kesim, uzun süre belli bir işte maaşlı ve güvenceli olarak çalışmayan kimseleri anlatır. “İşsizler ordusu” kavramının tanımlayamayacağı bu kesimin sabit bir işi hatta bir işyeri bile yoktur. Neo­liberalizmin “taşeron” mantığı, ülkemizde olduğu gibi hizmet sektörünün genişlemesi, sürekli farklı işyerlerine girip çıkma mecburiyeti, devlet dairelerinde çalışma özlemi prekaryanın doğal çevresidir. “Parçalı statü’ye sahip olan prekaryanın var- lığı ile yokluğu belirgin değildir. Kariyerleri olmayan, geçici olarak farklı işlerde çalışan, fırsat bulma sıkıntısı yaşayan pre­karya yarı zamanlı istihdamla da karşı karşıyadır.

Taşeronda çalışanlar, çağrı merkezlerinde iş bulanlar, staj­yerler, uzaktan, evden çalışanlar, bakıcılar, kendilerine büyük unvanlar verilen geçiciler, gazete dağıtıcıları yani medya dağı­tım görevlisi, çöpçü yani temizlik görevlisi, kapıcı yani apart­man görevlisi, hijyen danışmanı yani tuvalet temizlikçisi bun­lardandır. Endişe içinde, işin saygınlığı olmadığından kendini sürekli tehlikede hisseden, emeklilik garantisi bulunmayan, emekli olduğu halde çalışmak zorunda olanlar geniş bir ke­sim olarak gelişmektedir. (Standing, 2014, 22-73) Neoliberal İktisadî kültür meslekleri bölerek örgütlenmeyi, hak aramayı, engellediği için yeni alanlar, istihdam pozisyonları üretmiştir.

Neoliberalizm işverenin, finans sahibinin her halükarda kazanması için yapılabilecek her şeyi hayata geçirebilme kabi­liyetinin de adıdır esasında.

Ercan Yıldırım - Neoliberal İslamcılık(1980-2015)İslamcıların Dünya Sistemine Entegrasyonu,pınar yay.,syf:207-216

Dipnotlar:

5- Buradaki yeni çıkan orta sınıf klasik kalıplarda tanımlanan orta sınıf değil “tüketim baz alınarak” belirlenen kesimi karşılar. Dolayısıyla neoliberallerin bilhassa Türkiye gibi ülkelerdeki orta sınıf tanımı, gelirden çok gidere gör*- tüketim ideolojisini karşılama oranına göre hesap ettikleri kesimi anlatır.

6- Bir dönem MÜSİAD'ın da başkanı olan Erol Yarar, risk alarak Müslümanla­rın, dindarların, İslâmî burjuvanın kendi içinde söylediği fakat kamuda çok da dillendirilmeyen klasik tezlerin hepsini sarsan açıklamalarda bulundu. (Yarar, 2009) Yarar, “bir lokma bir hırka bize yutturulmuş bir zoka” derken, “fakir yaşamak Peygamberin tercihiydi" sözleriyle Peygamberimizin fakir olmadığı­nı ifade eder. Yarar'ın zenginlik, israf üzerine görüşleri sadece yeni dönemin değil dindar orta sınıfın genel hissiyatının sonucudur.



Devamını Oku »