21.Asrın Müslümanlara Vaadi

"Dünyada hüküm sürmekte olan "sistem” Rönesans’la be­raber niteliksel bir değişimden geçti. Batı dünyası hâkim sistemin yerine yeryüzü “ahalisini” farklı değerler ekse­ninde yeniden örgütleyerek kontrolü daha kolay, kendine göre istikrarlı ve merkezinde kendinin olduğu yeni bir dünya sistemi kurdu. Buna ilave olarak, meşruiyetini sü­rekli değişimden alan yine kendi ideallerini içeriklendirdiği yeni bir hayat düzenini de, bu dünya sistemi üzerinde yaşanan diğer hayatlar için egemen hale getirdi. Kendine ait kabuller taşıyan bu dünya sistemi iki şeyi; pozitivist hakikat anlayışı ve onun sosyal/siyasal açılımı olarak ulus devlet düzenini bütün insanlığa kabul ettirdi. Avrupalı zihniyet nasıl ki modern teknolojiyi kendine göre yaratıp geliştirdiyse, beşeri dünyamızı da aynı şekilde kendi tahayyülünde yeniden yarattı ve şekillendirdi. İnsanlar/ toplumlar bu sistem içinde kendilerini yeniden anlam­landırdılar. Bu sistemle beraber kendilerini homojen hale getirecek olan bir tarihin nesnesi haline geldiler.

Bugünkü şeklini 15. asırdan itibaren almaya başlayan dünya sistemi yaşadığımız 21. asırda yine niteliksel bir değişimden geçiyor. İlkinde olduğu gibi bu ikinci deği­şimin itici gücünü yine Batılı değerler ve idealler teşkil etmekte. Önceki değişim yeni çağla başlamış ulus devlet düzeniyle neticelenen bir sistem olarak tamamlanmıştı. Şimdi ulus devlet düzenini de bünyesine katan bu değişi­min nasıl bir sisteme gebe olduğunu kestirmek imkânsız gibi. Fakat bu belirsizliğe rağmen yaşadığımız dönemde cereyan etmekte olan değişim ilkinde olduğu gibi yine iki şeyi; rölativist hakikat anlayışı ve küreselleşmeyi bütün insanlığa kabul ettirmeye çalışmasıyla dikkat çekiyor.

Pozitivist ideolojinin kırılmaya uğrayan hakikat anlayışı ve buna bağlı olarak Aydınlanma “ethos’unun uğradığı çöküntüyle beraber ortaya çıkan sıkıntılar, dünyadaki toplumsal yapıları olduğu kadar sistemi de bir kez daha altüst etmektedir. Müslümanların kendi konumlarını yakından alakadar ettiği ve önem taşıdığı için yaşanan belirsizlikleri göz ardı edemiyoruz. Üstelik yapısal deği­şikliklerden geçmekte olan dünyayı, kazanmakta olduğu yeni dinamikleri de ayrıca anlamlandırmak gerekiyor, bunun için de yeni referans noktalarına ihtiyaç var. Bu nedenle nasıl bir dünyada yaşadığımız veya 21. asrın evrilmekte olan dünyasının Müslüman zihne onaylatmak istediği entelektüel kabullerinin ne olduğu üzerinde dur­mak elzem hale gelmiştir.

21.asrı önceki yüzyıllardan ayıran temel fark, bu as­rın kendine has ontoloji anlayışında yatıyor. Yaklaşık 20.asrın sonuna kadar uzanan tarih modernist zihniyetin “mutlak hakikat” anlayışına dayanıyordu. Oysa 21. asır bunun artık imkânsız olduğunu ilan etmekte; mutlak hakikat arayışının yerine rölativizmi ikame eden "yeni” bir zihniyeti temsil etmektedir. Günümüz Batı dünya­sının yaşanan bu ideolojik kırılmayla beraber dünyanın değişen şartları ve almakta olduğu şekil ve/veya şekilsiz­lik karşısında herhangi bir çözüm üretemediğini; veya ürettiği çözümlerin yeterli olmadığını söyleyebiliriz.

Söz konusu kırılma bütün toplumları üç önemli sorunla karşı karşıya bırakacağa benziyor. İlki, evvela dünyanın Batı eliyle kurulu sisteminin kontrolden çıkmakta oldu­ğu, Batı açısından "kontrol dışı” bir dünyayla yüz yüze gelinmesidir. İkincisi, bu durumun ilk şıkka bağlı olarak, Batı hegemonyasının çözülmekte olmasına işaret etme­sidir. Üçüncüsü de, çözülmenin sadece siyasal düzeyde cereyan etmemesidir. Yani Batılı, ya da pozitivist dünya görüşünün, değerlerin ve kültürün gücünü kaybetmesi, bunun da Batının eskisi kadar kendinden emin olama­ması, dolayısıyla bir güven kaybı doğurmakta olmasıdır.

21.asırda inkârı mümkün olmayacak kadar insan, kül­tür ve toplumla alakalı köklü dönüşümler meydana gel­mekte; insan ya da modern tanımı içinde birey ve toplu­ma dair temel tanımlarımızı yaşamakta olduğumuz yeni gerçekler değiştirmektedir. Değişimi tahlil etmek ve bu durumu yeniden anlamlandırmak dolayısıyla kavramsal­laştırmak gerekiyor. Bireyin, toplumun, hayatın, bilginin ve düşüncenin tanımlanmış bilinen kategorileri anlamlı ve açıklayıcı olmaktan çıkıyor. Özellikle entelektüel dün­yamıza ait her şeyi mahiyet olarak dönüştürmek isteyen bu sürecin insanoğluyla alakalı kadim doğruları, kendi kabullerine göre yeniden tanımlamakta ısrarlı davran­dığını görüyoruz.

Mesela sözkonusu ettiğimiz kategorilerden birçoğunun/hepsinin açıklayıcısı durumundaki Marksizm'in bu vasfını kaybettiğine inanılırken; buna karşılık aynı paradigmanın diğer yarısını temsil eden bu sürecin sahibi durumundaki neoliberalizmin daha açık­layıcı neredeyse tek imkân olduğunun iddia edilmesi cid­di bir yanılgıya sebep olmakta. Zira kendi köklerinin de nihayette birey ve toplumu, onların mutluluğunu ve öz­gürlüğünün teminatını akıl ve aklın imkânlarında aramış olan Aydınlanma idealleri üzerine kurulu olduğunu göz ardı edebilmekte. Liberalizm şimdilerde kendini epistemolojik rölativizmle tahkim ederek bu krizden kurtula­cağına inanmakta, ama bu imkânsız gibi görünmektedir.

Liberalizm, pozitivist kırılmayı kendine açılım yapmasını sağlayacak yeni bir yaşam alanı için kullanmaya çalış­maktadır. Kırılma, klasik liberalizmin tarihinden getir­diği, doğrunun salt akıldan/deneyden geldiği inancına dayalı rasyonalist mirastan kurtulmasını sağlıyor. Bilim­sellik iddiası nedeniyle sosyalizmin yapısal olarak razı olamadığı "esnekliği” göstererek rölativizmden devşirdiği içerikle kendini neoliberalizm olarak yeniden üretmenin imkânını bulmuş haldedir. Fakat şu da var ki, günümü­zün pozitivizm/rasyonalizmle alakalı krizi; birey, top­lum, bilgi, hayat, kültür ve özgürlüğü olduğu kadar, din ve laikliği de kendi kapsamı içine alan çok geniş çaplı bir kriz olma özelliği taşıyor.

Batı düşüncesinde vuku bulan yapısal değişim, aynı zamanda dünyanın her yerinde ciddi sarsıntıların sebe­bi olmakta. Bütün toplumları bulundukları mekânlarda sanal bir şekilde kendi “geleneksel” düşünme tarzlarının, sosyal yapılarının, hayat biçimlerinin içinde olduklarına ve içinde yaşadıklarına inandırırken aynı zamanda hızlı bir şekilde zihnen dışına çıkarmakta; onları, sirayet ede­meyeceği hiçbir alan bırakmaksızın kendi mekânları/konumları içinde bütünüyle çözmekte; kendi mevcut de­ğerlerine göre bu insanların birlikte varoluş biçimlerini yeniden düzenlemekte, onları iletişim/tüketim toplumu yapmaktadır. Üretimi olduğu kadar tüketim usullerini de ortadan kaldırmakta; üretimi topraktan, fabrikadan alıp laboratuvara bağımlı hale getirmektedir.

Görünen o ki yakın bir gelecekte hiçbir canlı, var olduğu günden beri olan haliyle, kendi geleceğini kendinde taşıyamayaca­ğa benziyor; en azından şimdilerde hiçbir yiyecek kendi tohumuyla çoğalmanın imkânını artık kendinde taşımı­yor. Kendi geleceğini, yani kendi türünü sürdürmenin imkânını dışarıdaki bir laboratuvarda arıyor. Bu varlık ile ona ait geleceğin birbirlerinden ayrıştırılması olarak “tohumun bankalaştırılması” yaşam ve yönetime ilişkin yeni bir totalitarizme işaret etmesiyle önem taşıyor. Siya­sal düzeydeki makro totalitarizmlerin ortadan silinmesi­ne sevinmek, bu nedenle neredeyse üçüncü dünyacı bir duygu olmaktan kurtulamıyor. Bu süreç, içinde yer alan insanı önce eşyaların maddi dünyası tarafından esir hale getirmekte, sonra da insanın gelecek tahayyülünü sadece bugünle sınırlandırarak ortadan kaldırmaktadır. Hayatı “narko-yaşam”lara dönüştüren ve adı postmodern olan bu dönem, insana hem çok şey vaat ediyor, hem de hiçbir şey!

Postmodern fikri değişim başta bilim olmak üzere fel­sefeyi, dini, teolojiyi ve hakikat anlayışını kavramsal dü­zeyde değişime uğratmakta ve giderek gündelik hayata yoğun şekilde sirayet etmektedir. Yapısal değişikliklerin kaçınılmaz olduğu bu durumu Müslümanların ciddiye alma mecburiyeti vardır. Meydana gelen yapısal değişik­likler sebebiyle, 21. asrın İslâmî entelektüel çabası akıl, bilgi, tabiat, insan, fıtrat, iktidar, toplum, hakikat, siyaset ve kültür üzerinde yeniden düşünmek zorundadır. Zira 21.asır Batılı zihniyetin dünyayı anlama, düzenleme ve bir sistem haline getirerek yönetmesine temel teşkil eden Aydınlanma geleneğinde kırılmanın yaşandığı yeni bir dönemi temsil ediyor. Fakat aynı zamanda bu dönem gü­venliğini kaybeden, insanı tehdit eden bir dünyayla bizi yüz yüze getiriyor.

Hâkim paradigmanın içine düştüğü güven kaybı ve bu gelenekten beslenen kuramların kar­şılaşılan yeni hadiseleri açıklamakta kifayetsiz kalmaları yeni ve farklı arayışları gündeme getirmektedir. Sosyal/ siyasal hadiseleri klasik açıdan değerlendiren kuramlar açıklayıcı olmakta zorluk çekerken, bunların yerine “din” ve “kültür” temelli yeni açıklama modellerinin ortaya çıktığını görüyoruz. Modernist ideolojinin yerini giderek farklı telakkiler almakta; Hinduizm, Şintoizm, Taoculuk, Hıristiyanlık ve İslâm gibi dinler uluslararası ilişkilerde tesirlerini hissettirmekte. Ama bütün bunların hareket zeminini ve içerik anlamlarını, postmodernist felsefe kendine göre düzenlemek gayreti içinde bulunuyor.

Bu nedenle 21. asra, dünyanın siyasal/sosyal düzlem­de klasik düzenleniş biçiminin değişime uğradığını, siste­min yeniden anlamlandırılması gerektiğini iddia eden iki “ideolojik” görüşün açtığı tartışmalarla girdik. Fukuyama, dünyanın liberalizm sayesinde homojen ve uyumlu tek dünya haline geldiğini savundu. Huntington un söy­ledikleri ise bunun tam tersiydi. Huntington birbirleriyle anlaşmaları mümkün olmayan farklı kültürlerin/medeni­yetlerin -aslında buna bilimsel kariyerinden dolayı “din" demiyordu- çatıştığı bir dünyadan bahsediyordu. Bu iki düşünürün ortak tarafları ise, dünya sisteminde birincil rol üstlenmiş ulus devlet düzeninin yeni yüzyılda değiştiğini söz konusu etmeleriydi.

Bunlara göre geçmiş yüz­yılda uluslararası tehdit değerlendirmeleri daha çok ide­olojik, ekonomik, teknolojik düzeyde cereyan ederken;21.asırdaki tehdit değerlendirmelerinin farklı nitelikler kazanması söz konusudur. Yeni tehdit değerlendirmesi artık dini/kültürel temelde ele alınmaktadır. Bu yüzden ABD'nin önderlik ettiği neoliberal ideoloji ve onun de­ğerlerini paylaşmayan veya bu değerlere göre kendini düzenlemeyen din/kültür ve toplumların Batı ya yönelik ciddi tehdit kaynağı olarak görülmeye başlandığına şahit oluyoruz.

Dolayısıyla 21. asrın dünyasının önemli gündem mad­desini dinin yeri, rol ve doğasının çağdaş toplumda yeni­den düzenlenmesi meselesi oluşturuyor. Bu ise kaçınıl­maz olarak genelde din ve modernite ilişkisini yeniden tartışmaya açmakta; fakat özelde de bilhassa merkezinde İslâm'ın bulunduğu İslâm ve modernite ilişkisini dünya ölçeğinde tartışılan bir "sorun” olarak gündeme getirmiş durumdadır. Şimdilerde kendisiyle alakalı yoğun akade­mik sempozyumların, açık oturumların yapıldığı İslâm'ın küresel dünyadaki yeri; bunun yanında İslâm'ın, Batılı dünya görüşü ve hayat tarzını temsil eden ve anlamlı/ meşrû kılan moderniteyle uyumu meselesinin entelektü­el ve siyasi dünyayı meşgul etmesi, küresel hegemonyanın kendini değil İslâm'ı bir “sorun” olarak gördüğüne işaret ediyor.

Açıkça görünen o ki, 21. asrın küresel dünyası gü­venliğin, kendi refahının ve daha iyi bir geleceğin temi­natını, İslâm'ın modernite/postmoderniteyle yani onun düzenleyici ideolojisi olarak neoliberalizmle uyumunda görmektedir. Ama uyum meselesinin aynı zamanda Batı uygarlığı ve neoliberal ideolojinin üstünlüğünü güvence­ye alma kaygılarını da içerdiğini kaydetmekte fayda var.

IV

Bilindiği gibi 19. ve 20. asırlara ait mitler dinden değil, pozitivist bilim anlayışından üretildi. Aydınlanma sonrası gelişen pozitivist toplum bilim anlayışı ve bu anlayışın kendine temel edindiği ilerlemeci tarih fikriyle beraber dünya ölçeğinde yaygınlık kazanan sanayileşme, kalkınma, ilerleme, kentleşme, tabiat üzerinde egemenlik kur­ma ve insanın bütün sorunlarının bilimle çözüleceği gibi vaatler bu mitlerden sayılır. Sözünü ettiğimiz yüzyılla­ra ait dil, bilimsel kavramları sıkça kullanarak kendinin öngördüğü zihniyet tarzını, değerleri, hayatı ve ilkeleri­ni meşrulaştırmaya çalıştı.

Pozitivist zihniyetin ürettiği mitler Batı’da kendi şartları içinde kabulü zor olmayan dönüşümler sağlarken, Batı dışında ise trajik yıkımla­ra sebep oldu. Dışarıdan gelecek mitlere karşı tutunma imkânı olarak bütün dayanak noktalarının korunma çabası, çelişkili bir şekilde yine bu mitlere başvurularak yapıldı. Sosyal ilişkiler evreninin yıkılması ve dayanak mekanizmalarının ortadan kaldırılmasından itibaren bu toplumlar, Aydınlanma ve Sanayi Devrimi’nden devşirilmiş bir "düzen sorunu” ile başbaşa kaldılar. Nihayette öyle bir noktaya geldiler ki, kendilerinin kim ve ne olduklarını veya ne durumda bulunduklarını anlamak için “modern­leşme” kavramına müracaat etme ihtiyacım duymaktan kurtulamadılar.

Buna karşılık 21. asır, bilimin klasik nitelik ve işlevi' nin değiştiği, hakikat anlayışı ve düzen fikrinin yeniden kavramlaştırılmaya çalışıldığı bir yüzyıl olma özelliği ta­şımakta. Geçmiş yüzyıllara ait mitleri yıkma azmi taşı­yan bu yüzyıl, yerine kendi mitlerini geçirme mücadelesi içinde bulunuyor. Bir dünya görüşüne temel olacak bütün değerleri/kurucu elemanları -Tanrı, ben, amaç, anlam, dünya, hakikat- yıkmaktadır. Varlığın, hayatın, insanın yeniden tanımlama girişimi ve modern paradigmanın açılımı olarak yeni yollar önermekte; modernist toplum projesinin doğruluğunu tartışma konusu yapmaktadır.

Bu deneyimi ve bizim gibi Batı dışı toplumların kazanım olarak gördüklerini edinmek için yoğun çaba sarf ettiği hümanizm, sanayileşme, akıl ve bilimin evrenselliği ve rasyonelliği eleştirmekte. Bu nedenle Batının yaklaşık beş yüz yıllık yerleşik bilgi biçimine kendi içinden yönel­tilen meydan okumayı temsil ediyor. 20. asra hâkim felse­fe olarak pozitivizmin epistemolojik varsayımlarını red­dediyor; “yönteme hayır” diyor, nesnel bilgi iddialarını çürütüyor ve hakikatin her türlü versiyonunu bulanıklaş­tırıyor. Pozitivist ideolojinin her çeşitten siyasal, sosyal, kültürel tanımlarını anlamsız hale getiriyor. Buna göre hakikat belirli olmaktan çok belirlenemezliği, totallikten çok farklılığı, homojenlikten çok karmaşıklığı temsil et­mekte.

Hakikat yerini öznel, anlık olana bırakırken, modernist anlayışın şiddetle vurgu yaptığı tarafsız gözlem nosyonunun imkânsızlığını ilân etmekte, nesnelliğin ye­rini giderek rölativizm almaktadır. Bilimsel araştırmaya konu olan nesneler, yaşadığımız 21. asırda bundan dolayı artık pozitivizmin tanımladığı şekliyle, sadece nesneler olarak değil; önvarsayımların, ölçümlerin ve diğer kav­ramsal düşüncelerin gizlediği şeyler olarak nitelendiril­mekte. Diğer bir ifadeyle “gerçeği” dolaysız gözlemenin mümkün olmadığı, bağımsız bir gözlem dilinin mevcut bulunmadığı iddia ediliyor. Bu yeni zihniyet tarzı bunun­la maddenin “saf” olmadığını, belirli bir “kontekste” bağ­lı olduğunu ileri sürmektedir. Üstelik saflık meselesi de madde ile sınırlı kalmıyor, bu anlayışa göre “akıl” da saflık taşımıyor. Bu durumda yeni bir akılcılık ve hakikat anla­yışıyla bizi karşı karşıya bırakıyor.

Halbuki pozitivizm veya modernist bilim anlayışı, bilindiği gibi, bunların tam tersi olan kabuller üzerine kurulmuştu. Pozitivist anlayış evvela bilgiye bir temel bulmak/aramakla işe başlamış, kendi hakikat anlayışı­nın tayin ve mutlaklığını öncelikle aklın kapsamı içine almış; “nesne’yi de “aklı” da “saf “ olarak kabul etmişti. Fakat aklı sadece bilgi ve bilginin gelişmesinin değil, top­lumu örgütlemenin de kaynağı olarak görmüştü. Aklın imkânlarıyla hem fiziksel hem de sosyal gerçekliğe nüfuz ederek künhüne varacağına, onları bütünüyle kavrayabi­leceğine inanmış, varsayımlarını da bu “inanç” üzerine inşa etmişti.

Bu yüzden de pozitivist bilgiyi/bilimi mutlak doğruyu temsil eden bilgi biçimi olarak nitelendirmiş, evrensel olduğunu ilan etmişti. Pozitivizm için bilgiyi her türlü öznellikten/değerden/metafizikten arındırma temel hedef olduğundan hem gerçeğin dolaysız gözlenmesinin, hem de bilme sürecinde öznelliğin elenmesinin mümkün olacağına dair kabul yatmaktaydı. Halbuki bugün bilgiye alakalı yeni iddialar temel kabulleri cihetinden farklılık taşıyor. Bu iddialara göre öznelliğin/değerlerin, kuramla­rın oluşmasında kaçınılmaz şekilde etkisi olduğu ileri sü­rülmekte, dolayısıyla değer yüklü olmayan hiçbir gözlem ve bilgiden bahsedilemeyeceğine inanılmaktadır. İddialar gerçeğin dolaysız gözlenmesinin imkânını ortadan kal­dırmakta ve bilginin öznel/değerlerden ayıklanabileceği kabulünü çürütmektedir.

Batıya ait bilgi üretme geleneğinde tek Tanrı, tek ha­kikat ve tek yorum anlayışı her zaman belirleyici bir yere sahip olmuştur. Bilindiği gibi pozitivist ya da modernist felsefe ve bilimin başından beri amacı hakikatin keşfi me­selesidir. Pozitivist anlayışın kabulüne göre, hakikat insa­nın dışında ve ondan bağımsız olarak mevcuttur; zor ve meşakkatli de olsa mesele ona ulaşmak ve elde etmektir. Fakat bu anlayış cihetinden, hakikatin temelinin ne olaca­ğı veya hakikate neyin temel teşkil edeceği meselesi ciddi bir sorun olagelmiştir. Bunun sebebi hakikat ve düşün­cenin/kanaatin farklı kaynaklardan doğması, elde edilmesi gerektiği inancına dayanmakta olmasıdır.

Eğer bu iki bilgi türünün birbirlerinden ayrıştırılmaları mümkün olamıyorsa, bu durumda hakikatin keşfinin imkânının da o nispette zayıfladığına inanılmıştır. Dolayısıyla burada önemli olan esas nokta insandan bağımsız olan hakika­tin, elde edilme süreçlerinde insana ait ve/veya insani kanaatle “kirletilmesinin” önüne geçmek meselesidir. Diğer bir ifadeyle nesnellik, öznelliğin etkisinden kurta­rılmayı gerektirmiştir. Burada anlaşılmakta olan haliyle nesnellik, olayların algılandığı süreçlerden etkilenmeyen “özerk” varlığa sahip bir mesele olarak düşünülmektey­di. Bu nesnellik anlayışının ihtiyaç duyduğu veya kendini meşrulaştırdığı temeli de akıl temsil ediyordu.

Modernist zihniyet için hakikatin bu derece önemli olmasının se­beplerinden biri; dinin dışında, ondan bağımsız olmayı sağlayacak yeni bir bilgi biçimine duyulan ihtiyaç olur­ken; diğeri de, Hıristiyanlığın savunduğu kitabî hakika­te duyulan şüphenin toplumsal bir kaosla neticelenmiş olmasıydı. Nesnel bilgi, veya pozitivist bilgi, toplumu tekrar böyle bir kaosa düşmekten koruyacak tek imkân olarak görülmekteydi. Pozitivist hakikat anlayışının açılı­mı, neticede bilimi dinin yerine ikâme etti, aklın taşıyıcısı olan rasyonel bireyi de Tanrısal bir mevkiye yerleştirdi.

Sözünü ettiğimiz pozitivist hakikat anlayışının özü­nü teşkil eden ampirik bilgi ve bilim geleneği, yaklaşık 1950'lere kadar -eğer Immanuel Kant’ınkini saymazsak- herhangi bir ciddi itirazla karşılaşmadan geçerliliğini sürdürdü. Fakat 1950’lerin sonlarından itibaren mutlak hakikat anlayışını temsil eden bu “gelenekte”, yeni ve bü­yük değişikliklere sebep olacak haberlerin gelmeye baş­ladığını görüyoruz. Özellikle Kari Popper, Thomas Kuhn ve Paul Feyerabend gibi bilim felsefecilerinin yanına Karl Polanyi'yi de katarak; bu düşünürlerin yazdıkları köklü değişikliklere kapı açan “ilk” eserler oldu. Bu eserlerde söz konusu edilen çözücü üç önemli kavramı; hem pozi­tivist geleneği köklerinden sarsmaları, hem günümüzün zihniyet dünyasının temellendirilmesinde kurucu işlev­leri olması, hem de meselenin özetlenmesi cihetinden anmamız gerekiyor.

Bu kavramlar yüzyıllarca üzerinde fazla tereddüt göstermeden edinilen pozitivist kabulle­rin büyüsünün bozulmasında anahtar rol oynamalarıy­la önem taşıyor. Her düşünürün kendisiyle özdeşleşti­ği bu üç kavram: “falsification”, “incommensurable” ve “everything goes”tur. Filozofların bu eserleriyle beraber ilk değişikliğe işaret eden mantıksal ampirizmin içsel çöküşü gösterilmekte. Fakat telafisi mümkün olmayan esas önemli kırılma, bilimin soykütüğünde meydana ge­len köklü değişikliklerdi. Bu değişiklikler bizzat bilimin kendini üzerinde inşa ettiği felsefesiyle ilgiliydi. Orta­ya çıkan ve büyük gürültü koparan tartışmalarda özetle artık şu hususlar açık bir dille ifade edilmeye başlandı: Kuramdan bağımsız bir gözlem dilinin olmadığı/olama­yacağı; kuramların ampirik veriler tarafından tayin edil­diği; bilimin doğrudan ve genel tarzda bilgiyi kümülatif yapmadığıydı.

Tartışmalar açıkça pozitivist bilim anlayışının altında yatan felsefî standartlarının düzeltilmeye, gözden geçi­rilmeye ihtiyacı olduğunu gösteriyordu. Çünkü teorik yapısıyla alakalı yeni kabullere göre bilimsel bilginin ar­tık holistik, metaforik ve kendi içinde sınırlı olduğu sıkça söz konusu edilmektedir. Tabii ki bu değişiklikler aynı za­manda fiziksel gerçekliğin, yani tabiatın başka şekilde de kavramsallaştırılmasının mümkün olduğuna işaret edi­yor. Başka bir ifadeyle tabiatı artık pozitivist anlayışın dı­şında başka şekilde de anlayabilir ve açıklayabiliriz. Böylece “mutlak”ı arayan veya mutlakçı bilgi -buna “monist”bilgi anlayışı da diyebiliriz- anlayışına karşı rölativist bilgi anlayışı yeni ve ciddi bir alternatif olarak ortaya çıkmaya başladı. Bunun her yere nüfuz eden yeni bir ideoloji ol­duğunu söylememiz mümkün.

Bugün gerçeğin yasalar içeren bir düzeni ve/veya dü­zenlemeyi temsil ettiği; rasyonel karakterde olmalarından dolayı insan aklının bu yasaları keşfetme kapasitesine sa­hip olduğu inancına dayalı modernist/pozitivist anlayış­tan, postmodernist zihniyetin temsil ettiği gerçeğin ken­di içinde herhangi bir düzen içermediği ve nihaî olarak bilinemez bir özelliğe sahip olduğu, bunun ise şüphe ve belirsizlik anlamına geldiği fikri yaygınlaşarak kabul gör­mektedir. Postmodernist zihniyet dünyası şüphe, belir­sizlik, rölativizm, karamsarlık ve çok daha önemlisi yeni gerçekliğin ifadesi olarak bedenin arzularını öne çıkar­makta; uzun bir tarih sonrasında insanı tekrar "hakikatin ölçüsü” yapmaktadır.

Başta bilim olmak üzere, bu yeni değişim anlayışı felsefeyi, siyaseti, dini ve gündelik hayatı tesiri altına almış haldedir. Bu dönemde yeni kuramların, yeni siyasetlerin, yeni değerlerin ortaya çıktığına, kendi­lerine taraftar bulduklarına şahit olmaktayız. Yaşanan bu durum “büyük akim” sahibi/kurucusu Descartesle baş­layan rasyonel düşünceye karşı, adeta “küçük akıl”la sür­dürülen bir başkaldırı özelliği taşımaktadır. Bu nedenle Batılı paradigma içinde yeni bir düşünme modelini, yeni bir zihniyet dünyasını ya da yeni bir “aklı” temsil ediyor.

Bundan dolayı 21. asırda bilimin üzerinde inşa edile­bileceği kesin ve düzeltilmesi gerekmeyen bir temelinin olamayacağının; buna karşılık bilimsel bilginin kesinlik içermeyen, dolayısıyla hareket halindeki bir zemin üze­rinde inşa edilmeye çalışıldığını görüyoruz. Pozitivist bil­gi kuramının uğradığı kırılmayla beraber ortaya çıkan bu yeni bilim anlayışının siyasete dönük açılımı "açık toplum kavramı içinde kendini somutlaştırıyor. Buna göre artık hiçbir toplumun, kendine temel teşkil edecek kesin ve dolayısıyla mutlak/tekil bir bilgi üzerinde inşa edile­meyeceği veya bu türden bir bilginin toplumsal sistem üzerinde tekel kuramayacağı savunulmaktadır.

Kurması durumunda Karl Popper'in ifadesiyle, böyle bir sosyal va­roluş “açık toplum” olma imkânını asla bulamayacaktır. Adı geçen düşünüre göre açık toplum: özgürlüğün, fark­lı fikir ve siyasetlerin ve bunların neticelerinin rasyonel biçimde değerlendirilecek eleştirel tartışma tarafından güvence altına alındığı bir toplumdur. Açıkçası böyle bir toplumda hiçbir şey, hiçbir değer, buna elbette ki din de dâhildir, rasyonel eleştirinin konusu dışında kalamı­yor. Yaşadığımız yüzyıl özgür olmanın şartlarını her şeyi bireysel/küçük aklın “nesnesi” yaparak elde etmeye ça­lışmakta; öte yandan da bizzat “eleştiriyi” -bunu eleştiri yapılmamalı anlamına almıyorum- aklın “imanı” haline getirdiğini göz ardı etmektedir. Bu nedenle, kanaatimce eleştiriye konu olanı aklın nesneleştirmesine müsaade etmeyen bir eleştiri tarzını kavramsallaştırmanın imkânı üzerinde düşünmemiz; ya da varlıkla ilişkisini onu nesneleştirmeden kurabilen yeni bir “akıl” üzerinde yoğun­laşmamız gerekiyor.

21.asırda Batı epistemolojisi içinde sürmekte olan bu “yeni” tartışma aslında rasyonalizm ile rölativizm arasın­da cereyan etmekte. Ama Batılı paradigma içinde fark­lı gibi duran bu iki anlayışın ve/veya ideolojinin aslında ortak bir noktası var: İkisi de bütün bilgiyi ve bilginin imkânlarını “insani rasyonellik” üzerine yerleştirmek­tedirler. Biri rasyonalizme “büyük akıl” olarak evrensel boyutlu meşruiyet verirken, diğeri de “küçük akıl” ola­rak bunu bireysel boyutla sınırlı tutmaktadır. Dolayısıyla postmodernizmle beraber kartezyen aklın “parçalanması” aslında karşımıza mahiyeti farklı yeni bir ‘aklı” de­ğil, sonsuz sayıdaki Kartezyen akılları çıkarıyor.

Burada Müslümanların entelektüel dünyalarını derinden etki­lemekte olan bu iki ideolojinin taşıdıkları özelliklerden dolayı İslâm cihetinden kabulünün mümkün olmadığını söz konusu etmemiz gerekiyor. Zira pozitivist hakikat anlayışı, onun bilgi ve bilginin elde edilişine temel olan kabulleri kadar, bu bilgiye yüklenen işlev ve nihai amaç bağlamında İslâm'la uyuşması mümkün değil. Ayrı bir tartışma konusu olmasına karşılık şu kadarını kaydet­mekle yetinmek istiyorum: İslâm'ın “akıl” ve “hakikat” anlayışı, sözünü ettiğimiz anlayışlardan ciddi şekilde ma­hiyet farkı taşımakta; böyle olunca da akıl ve hakikate at­fedilen işlev de doğal olarak farklılaşmaktadır.

Bilindiği gibi pozitivist temelli bilgi ve bilim anlayı­şı modern döneme aittir. Bu yüzden onu alıp farklı bir varlık ve hayat telakkisinin, farklı zihniyetin ve din an­layışının hâkim olduğu başka bir dünyaya ikame etmek, uzun saymamız gereken bir tarih tecrübesi içinde daha iyi anlaşıldığı gibi, varsayıldığı kadar kolay olamamakta­dır. Bilimin kendi muhtevasında taşıdığı kabul, insanlığın evrim süreci içinde ilerlediğine dayanır. Bu hayatımızda cereyan etmekte olan şimdiki hadiselerin geçmişle kıyas­landığında daha mükemmel olduğuna dayalı bir inancı ifade eder. Ne var ki, bilimin söz konusu ettiği ilerleme nosyonunu doğrulayacak elde yeterli delil bulunmadığı gibi; İslâm cihetinden de böyle bir fikri ve onun zamana/ tarihe yüklediği anlamı kabul etmek asla mümkün de­ğildir. İslâm her şeyden evvel insan tabiatının ilerlemeci bir dönüşüm içinde olmadığını söyleyerek, insan “fıt­ratının” değişmezliğine vurgu yapar.

Bu nedenle bilime ait tahayyül ile İslâm'a ait tahayyül arasındaki egemenlik ve/veya yetki meselesinin ve sürmekte olan içsel çatışmanın çözüme kavuşacağını beklemek her zaman sonu boş bir umut olarak kalacağa benziyor. Ama yaşadığımız bu uzun tecrübeye rağmen, sanki tarih tekerrür ediyor gibi pozitivist hakikat/bilgi anlayışının yerine, şimdi de İslâm'ın postmodernist hakikat/bilgi anlayışıyla uyumlu hale gelmesi ve küresel dünyaya ait “episteme'ye eklem­lenmesi için gösterilen çabalarla karşı karşıya bulunmak­tayız.

Abdurrahman Arslan - Sabra Davet Eden Hakikat,syf:97-112
Devamını Oku »

Neoliberalizmin İslamcılığa Etkisi



'“Neoliberalizmin İslâmcılar nezdinde bir karşılığı var mı? 1980 sonrasında oluşan ve 2015’lere gelinceye kadar Müslümanla­rın ve İslâmcıların hayatlarında, fikriyatlarında büyük tesirleri olan neoliberalizm, bu dönemin İslamcılığına “rengini” vermiş midir?Neoliberalizm kapitalist dünya sistemi içinde önemli bir kırılma, yöntem olarak ayrışmadır. Kapitalizm neden neoli- beralizmi benimsedi? “Genel olarak bakıldığında kapitalizmin yapısal bir krizi söz konusuydu. Yani, geçmişte kapitalizmin sermaye birikimi hedefine iyi hizmet etmiş olan politikalar,uygulamalar ve kurumlar artık bu işlevlerini yerine getiremiyorlardı.” (Filho-)ohnston, 2007,309) Kapitalizmi büyük savaş­lar arasında çıkmazdan, iflastan kurtaran Keynesçi ittifak, dil, kültür, siyasallık, vaatler, teknikler, metotlar sona ermişti.

Dünya sistemi krizi aşmayı kapitalizme katılımı yaygınlaş­tırarak gerçekleştirdi. Neoliberalizm dünya çapma genişlettiği piyasa mantığını diri tutmak için mutlaka dünyanın genelinde bireylerin etkin katılımına ihtiyaç duydu. Klasik merkez-çevre sisteminde dünya sistemi sınırlı merkez dışındaki çevrenin tümünde bireyleri, pasif, etkisiz ve sadece sömürmeye göre ayarlamıştı. Bu bakımdan çevredeki bireylerin inançlarının ge­reğini yerine getirmesinde, kültürlerini yaşamasında bir beis yoktu. Çevre sadece merkeze kaynaklarını aktarmakla sorum­luydu. Fakat neoliberalizm ile birlikte artık çevredeki bireyle­rin hepsini “piyasanın içinde” kabul edilmeye başlandı.

Piyasa­nın dönmesi için sistemden kaçan hiçbir birey bulunmayacak; dolayısıyla herkesin evine televizyon, bilgisayar, telefon gire­cek, yaşadığı belde de finans döngüsünü sağlayacak mutlaka kurum bulunacaktır. Kimse parasını, tasarrufunu yastık altına atamayacak, tüm emekliler maaşlarını bankalardan almaya mecbur tutulacak. Bu taktik piyasa ve finans sistemi neoliberal İktisadî kültürün, yeryüzü sathına yayılmasını sağladı. 80’li yıllardan sonra İslâmcıların, dindarların, muhafazakârların finans sektörü, bankacılık ve iletişim ile girdiği ilişki yeni kül­türün, bu kültürün siyasal dilinin de sahiplenilmesini berabe­rinde getirir.

Piyasaya giren, piyasada iş yapan elbette kendini önemli hissetmeye başlar. Evinin geçimi, ekmek parası bu piyasanın sağlıklı işlemesine bağlı olduğu müddetçe, sistem bireylerin sakalıyla, şalvarıyla, başörtüsüyle, akşam tekkesine gitmesiyle İlgilenmez. Hatta bu tür inanç ve kültür unsurları bireylerin psikolojik rahatlama sağlamasına, tüm gerginliklerinden dini ritüelleriyle kurtulmasına imkân verdiği için piyasanın moti­vasyonunu da artırır.

Üstelik dindarlar devletin, statükonun yıllardır kendilerini kenara itmesinden de kurtulmuş, “adam yerine konmaya” "özgürlükleri yaşamaya” başlamışlardır. Dünya sistem içinde neoliberal doktrin kadar dünyaya, tüm insan­lara etki edebilen başka bir uygulama olmamıştır. Bu açıdan, Müslümanların modernleşmesi en hızlı, en aktif biçimde neo­liberal dönemde gerçekleşmiş, iletişim, ulaşım teknolojilerinin etkisi, kamusal görünürlük ve özgürlükler bahsiyle Islâmcılar ve Müslümanlar genel olarak hızlı bir dönüşüm sürecine dâhil olmuştur. Neoliberalizmin diğer dünya sistem uygulamaların­dan farklı olması nedeniyle, İslâmcılık 1980 öncesinden metot, fikriyat, amaç bakımından bütünüyle ayrılmıştır.

Neoliberalizmin bu derece etkili olması onun iktisat ile siya­seti, fikriyat ile gündelik yaşam kültürünü harmanlamasından kaynaklanır. Tüm dünyayı piyasa olarak gören neoliberalizm, bu “dünya pazarı”nı kendi kaideleriyle yönlendirirken, pazarın işleyişini sürdürdükleri müddetçe bireylerin nasıl giyindikleri, neler yaptıkları, hangi dinden olduklarıyla ilgilenmemiştir.

Pazarın kültürünü sahiplenenler ödüllendirilirken, pazar dışına çıkmaya çalışanlar cezalandırılmıştır. Özgürlük pazar içindedir. Dünya sisteminde “özgürlük ve serbestlik” propa­gandasıyla en baskıcı, en müdahaleci idareyi kurma, yani ya­lan söyleyerek, karşıt propaganda üreterek etkinleşme başa­rısını neoliberalizm göstermiştir: “Neoliberalizm, müdahale etmeme ideolojik bahanesiyle toplumsal yaşamın her alanında kapsamlı ve saldırgan müdahalelerde bulunur. Finansın öne çıkmasına, uluslararası seçkinlerin bütünleşmesine, bütün ül­kelerde yoksulların tabi kılınmasına, ABD’nin çıkarlarına ev­rensel olarak rıza gösterilmesine dayanan özgül bir toplumsal ve İktisadî düzenleme biçimini dayatır” (Filho-Johnston, 2007, 19) Neoliberalizm kapitalizmin çelişkilerini derinleştirmiş, kapitalist uygulamaları zirveye taşımıştır. Zaten 70’lere kadar gelen refah devleti uygulamaları rahatsızlık yarattığı için kapi­talist zenginler sınıfı neoliberalizmi üretmişti.

Siyasî ve Teknik Devrimler, Borçlandırma, Krizler

Neoliberalizmin ivme kat etmesinde başta ABD ve İngiltere olmak üzere 70’lerin sonundaki siyasal değişiklikler etki etmiş­tir. 1979 darbesinde İngiltere ve ABD'deki lider değişimleri, zenginlerin ve neoliberalizmin siyasal başarısının sonucudur. Ronald Reagen ve Margaret Thatcher İkilisinin iktidara gel­mesiyle gelir dağılımı, bölüşüm, çalışanların hakkı gibi konu­larda neoliberalizm çok daha katı ve dengesiz işlemiştir.

Neoliberalizmi belirleyen, kimliğini veren saiklerin başında iletişim teknolojisindeki devrim gelir. Kapitalizm bu bakımdan İktisadî işleyişte olduğu kadar, teknikte devrimdir. Teknik dev­rim dünya sisteminin kültürel boyutunu, ideolojik tezlerini ortaya serecek gelişmelerin çok daha sağlam adımlar atmasını sağlar. Siyaset bu açıdan teknik devrimi, İktisadî yapıyı takip eder. ABD ve İngiltere'nin liderleri, kendi ülkelerinde gerçek­leştirdikleri büyük dönüşümleri çevre ülkelere de taşıyarak ne­oliberalizmi dayatmışlardır:

1.Gelir, şirket, sermaye ve mülkiyet vergilerinin düşürül­mesinin yanı sıra devlet harcamalarının azalması; 2. Kit'lerin özelleştirilmesi; 3. İşgücü ilişkilerinin yeniden düzenlenmesi; 4. Sosyal giderlerin azaltılması; en azından o güne kadar devletin üstlendiği sosyal güvenlik sisteminin adım adım özel şirket ve kurumlara devredilmesi; 5. Devletin yatırımlardan ve düzenleme görevlerinden çekilmesi ve yönetimin ‘laisser faire' uyarınca pi­yasaya bırakılması; 6. Paranın istikrarına öncelik tanınması. (Fülberth, 2008, 267)

Bu şekildeki bir piyasa modelinde, büyük pazar içinde çevre ülkelerindeki herkes basit sömürmelerin ötesine geçerek, ken­di topraklarında hem çalışıp hem sömürülmeye başlamıştır. Öyle ki kırdakiler bile işgücüne katılmak mecburiyetinde ka­lırken; neoliberalizm varlığını “borçlandırma, kredilendirme” ve sürekli krizlere bağlı kılmıştır. (Harvey, 2014,19,27,68) Ne- oliberal dünya sistemi krizi yatay ve dikey yönde geliştirerek varlık sahasını sağlıklı hale getirir. Neoliberal dönemde nere­deyse her on yılda bir ciddi kriz yaşanır, sistem dünyanın her­hangi bir köşesinde Güneydoğu Asya’da finans ya da ABD'de mortgage krizi biçiminde gösterir, kısa sürede neoliberalizmin küresel kimliği nedeniyle yaygınlaşıp, kendi halindeki “dağ köylüsu’nü bile tehdit etmeye başlar.

Her ekonomik kriz gelir, fırsat ve servet eşitsizliği neticesinde doğar aynı şekilde o kriz yine eşitsizliklerin artırılmasıyla atlatılır. Şirketlerin garantili rekabeti, sürdürülebilir tekeller (Stiglitz, 2014, 17, 87, 95) ne­oliberalizmin, ulus devletleri de ezen şirket kimliğinin sonu­cudur. Neoliberalizm biraz da şirket demektir, ABD demektir:

Şirket çıkarları, ABD’nin ulusal çıkarlarını tanımlaması ve bunlar ve diğer küresel kurumlarla ilişkilerini belirlemesinde hâkim bir rol oynamaktadır. Bu yüzden, ABD’deki şirket gücü­nün tarihi, salt ulusal olmaktan daha fazla bir önem taşımaktadır. Amerika, İngiliz sarayları ve saray tarafından sömürge ekono­mileri üzerinde kontrol sağlamak amacıyla ayrıcalıklı şirketlerin kötüye kullanılan gücünce karşı yapılan devrimden doğmuştur. (Korten, 2008, 86)

Modernite ve kapitalizm doğa üzerinde insan varlığının üs­tünlüğünü kabul ettirme açıklamasına dayalı olarak gelişmiş ama doğaya katliam emri verilmemişti! Neoliberalizm, özel­likle şehirlerin yakınlarındaki verimli finans kaynağı olabilecek sahâlârdaki doğaya rant gözüyle bakar. Bu yüzden neolibera­lizm insan, doğa ve varoluş konusunda naif gibi görünse de gaddardır. Şirketler bunun en süzülmüş halidir:

Şirketler otonom bir kurumsal güç kazandıkça, insanlardan ve mekândan ayrı kaldıkça insani çıkar ve şirket çıkarları giderek ayrışmaktadır. Bu, gezegenimizi sömürgeleştirmeyi, bizi kölelere dönüştürmeyi ve aramızdan ihtiyaç duymadıklarını yok etme­yi amaçlayan uzaylıların istilâsına uğramaya benziyor. (Korten, 2008,109)

Neoliberal şirketler, sahtekârlık, korsanlık, yamyamlık gibi vahşi kavramlarla anlatılır. Zira bu dünya sisteminde dünyanın parası, teknoloji ve piyasaları devasa küresel şirketler tarafın- dan yönetilir, yüceltilmiş maddenin kutsanmış tüketim mantı­ğı ve kültürü, ezmeye dayalı işçi-işveren rekabet kültürü, kârı elde etmeyi her halükarda üstün tutan, değerleri tamamıyla rafa kaldıran anlayış, şirket düzeni içinde tüm dünyaya yaygınlaştırılır. Neoliberalizm bu ilkeler doğrultusunda, isteyen her­kesi, dileyen her grubu, dini, etnik yapıyı sistemin içine almayı taahhüt etti. Bu şirket ideolojisi neoliberal piyasa ve pazar, re­kabeti, zafer değerlerini hakkıyla yerine getirebilmek çok daha büyük olduğu için klasik merkez-çevre farkını ortadan kaldır­dı. Islâmcılar, Kürtler, radikaller, solcular neoliberalizmin açık çekini bu bakımdan çok rahat biçimde kullanmaya başladı.

İslamcılık 1980 sonrasında esasında tam manasıyla neo­liberal şirket kültürünü devşirmiştir. Neoliberal insan, şirket mantığı içinde yeri gelecek Darwinci kesilerek en yakınındakini bile tanımayacak yeri gelecek hayatta kalabilmek için rekabet, mücadele kavramlarını hayat-memat meselesi haline getirebilecektir. Neoliberal kültür İslâm’ın tavsiye ettiği top­lum hayatının tam tersini savunur ve dikte eder. Mesela neoli­beral dönemde ülkelerdeki evlenme yaşında büyük değişimler meydana gelmiştir. (Standing, 2014,116) Türkiye’de de benzer biçimde evlenme yaşları gecikmiş, yükselen maddi beklentile­ri karşılayamamaktan kaynaklı evlenmeme gibi sorunlar tüm topluma yayılmıştır.

Yaratıcı, girişimci, özgür, merkeziyetçi­likten hoşlanmayan, geleneksel bağlardan, tasarruftan nefret eden, maceracı, çabuk kimlik değiştiren, köksüz, “yiyoz, içi- yoz, geziyoz, para vermiyoz” diyen, kredi kartlarına bağımlı, değerlerden kurtulmak isteyen insan tipi (Şimşek, 2014, 163) neoliberal İslâmcılığın bilhassa 2000’li yıllardan sonraki genel karakterini işaret eder.

Neoliberalizmin umumî planda şirketler üzerinden yü­rümesi, ulus devletlerin kimi zaman çaresizlik görüntüle­ri ABD’nin bu aşamada gerilediği fikrini ön plana çıkarır. Hâlbuki ABD neoliberalizmi kusursuz biçimde yürütme yete­neğini göstermiştir. Dünya Ticaret Örgütü'nün ABD değerle­rini piyasaya sürmesi, neoliberal kültürün ABD popüler kültü­rüyle ortaklığı bir tarafa sistem tıkandığı yerlerde ‘‘operasyon yapmak”tan çekinmez. Nikaragua'dan Afganistan’a kadar, çe­şitli bahanelerle savaş değil "kötüleri ve teröristleri önleme" girişimleri başarıyla sonuçlandırılır. (Chomsky, 2014, 17, 67 -71) Neoliberalizm ister şiddetle isterse İktisadî kültür ve pazar modeliyle olsun yeni bir emperyalizm, “el koyma” yöntemi olarak varlığını sürdürür. (Harvey, 2008,153) Sınırlar bu yeni algıda, neoliberal küreselleşmede hiç de önemli olarak görül­mez. (Hobsbawm, 2007,93)

Mesele, sınırları, dinleri, kültürleri, hassasiyetleri ve değer­leri aşan büyük pazarda, küresel piyasada yerini alabilmek ya da alamamaktır.

Ercan Yıldırım - Neoliberal İslamcılık(1980-2015)İslamcıların Dünya Sistemine Entegrasyonu,pınar yay.,syf:23-29

Devamını Oku »

Neoliberal İcraatların Olumlu ve Olumsuz Yönleri



'Neoliberal İslâmcılık dönemindeki icraatlar temelde iki yön­de olumlu ve olumsuz yorumlara neden olmuştur: 1. Hizmet sektörünün gelişmesi, tüketim, inşaat sektörü, enerji tesisi in­şaatları, doğanın bozulması, estetik yitimi, ahlaki ve kültürel dönüşüm. 2. Sosyal güvenlik politikaları, işçi hakları, grev ve gösterilere müsaade edilmemesi, taşeron sistemi, işçi güvenli­ği ve ölümleri, özelleştirme mağdurluğu...

1. Neoliberalizm hizmet sektörü demektir. Finansın ulus­lararası boyutta yaygınlaşmasına bağlı olarak kültürel manada bir özdeşlik buna eşlik eder. Klasik dünya sisteminin merkez - çevre modelinde merkezde yer alan ve sanayi üretimi üst sevi­yeye çıkan ülkeler zamanla teknoloji geliştirmeye bağlı olarak neoliberalizme adım atarken hâlâ merkez olma özelliklerini korudular. Türkiye gibi, gelişmekte olan ülkeler sınıfında ta­nımlanan ülkeler ise ithal ikame modelden arta kalanlara bazı imkânlarıyla var olmaya, asgari sanayi ihtiyaçlarını karşılama­ya çalıştı. Bu tür ülkelerin neoliberal döneme geçişleri büyüle oranda hizmet sektörü üzerindendir.

Neoliberal İslâmcılık 80li yıllardan 28 Şubat dönemine kadar kalkınmayı sanayi üzerinden gerçekleştirme anlayışım muhafaza etti fakat bilhassa iktidar olduktan sonra 2000’li yıl­larda büyümesini daha çok hizmet sektörüne, tüketim kültü­rüne dayandırdı. 2011 kırılmasından sonra bilhassa savunma sanayine dayalı sanayi üretimi ve teknoloji geliştirmesi kat­lanmasına rağmen ekonomideki hizmet sektörü ağırlığı hiç azalmadı. Neoliberalizm zaten tüketim demektir, liberal insan tüketime yatkındır fakat neoliberal dönemde sanayi üretimi yüksek düzeydeki merkez ülkelerin bireyleri neoliberal döne­mi yaşarken büyük sıkıntılar çeker. Neoliberalizmin zengin-fakir arasındaki farkı açan karakteri nedeniyle gelişmiş ülkelerde tüketim çok da yaygınlaşmamıştır; en azından neoliberalizmle büyüyen ülkelerdeki gibi tüketim bir çılgınlık ve zenginleşme vesilesi, ekonominin dinamiği haline gelmemiştir.

Türkiye’de birey tüketimi eleştirirken tüketim yapmaktan vazgeçmez. Yıllarca yaşanan mahrumiyet ve “yokluk” neolibe­ral dönemdeki fazla ürünün kutsanacak derecede makbul ka­bul edilmesini sağlamıştır. Tüketimi bir kültür ve yaşam biçimi olarak gören atmosferin içine doğan gençlerin yanında geç­mişin “yokluklarını yaşayanlar, hususen kadınlar tüketmek­ten çekinmez. “Artırmaktan” mutfak masrafından kısmaktan bıkanlar, tasarruf kavramını tarihe gömmüştür. Recep Tayyip Erdoğan’ın kadınlar üzerindeki etkisinde bu yokluğun görece ortadan kaybolmasının etkisi büyüktür. Özal ve Menderes'e atıfla bolluk Erdoğan’ın imajını toplumun alt kesimlerinde artırmıştır. Bu kültürün bir tarafında küçük insana, sokaktaki bireye, alt sınıfa vurgu yapan refah varken öteki tarafında ge­nişleyen orta sınıf bulunur.(5)

Bu aşamada tabi tüketim kavramının mahiyeti tartışmalı hale gelir. Toplumumuz tüketim toplumu derken elbette “bü­tün insanların, dahası, bütün canlıların ezelden beri tükettik­lerini'’ (Bauman, 2010,92) gözden kaçırmadan tüketime klasik insani ihtiyaçların karşılanmasından çok bir İktisadî düzen olarak bakmak, bu ekonomik işleyişin genel kültürel vasfı, ya­şama biçimi olarak da değerlendirmek gerekir. İktisada bağlı kültürel göstergeler hem yeni orta sınıfı hem tüketime dayalı birey tipini daha net izah ederken, Türkiye'nin geldiği yeri de mukayeseli olarak gösterebilir. Sadece otomobiller, giyim ku­şam, gıdaya dayalı sektörler değil aynı zamanda “yaşam biçi­mi" okumaları da yeni dindarlık, tüketim kültürü ve neoliberal siyasallığı anlatabilir. Bu bakımdan örneğin geçmişte üniver­site öğrencilerine sadece “çay ocakları” hitap ederken bugün artık pahalı kafelerde öğrencilerden adım atacak yer kalmamış durumdadır.

Müslüman, En Güzeline, En İyisine Layıktır!

Neoliberal iktisadın Türkiye’ye girdiği 1980’li yıllarda Müs­lümanların yaşam biçimleri tam manasıyla gelenekseldir; kıt kanaat geçinen genel çoğunluğun yanında varlıklı dindarlar- muhafazakârlar bile yaşam biçimi bakımından sadeliğe özen gösterirdi. 1990'ların ortalarına doğru bu algı “Müslümanların en güzeline layık olduğu” görüşüyle birlikte bozuldu. Neolibe­ral İslamcılığın iktidar olduğu yıllar bilhassa 2010’lere doğru, neoliberal kültür Müslümanlar arasında artık “eleştirilecek ka­dar” içselleştirilmiştir. Öyle ki neoliberal İktisadî, siyasi ve top­lumsal kültürü dindarlar normalleştirdi; “bir lokma bir hırka”(6) fikrini Meşrutiyet'ten bu yana hiçbir zaman kabul etmeyen İslâmcılık, neoliberal imkânlardan sonuna kadar yararlanmayı bildi. Bu tüketim kültürü dindar seküler ayrımı gözetmeden tüm bireyleri aynı kimliğe büründürmeyi başardı:

Neoliberalizm çok tüketen, az tasarruf eden, geliri yetmediği zamanlarda dahi talebini canlı tutan bir insan modeli kurguluyor. Bu birey için borçlanmak, cüzdanını kredi kartlarıyla şişirmek, araba mı alınacak hemen tüketici kredisine başvurmak doğal, kaçınılmaz. (...) Faizler bir puan düşünce, üç aylığı nereye park edeceğiz, diye evhamlanan emekli; Mortgage yasası çıkınca 'ev sahibi oluyorum’ heyecanıyla düğün bayram yapan profesyonel; kredi kartının minimumunu yatırınca ‘buna da şükür’ demeyi bi­len memur, hep bu finansal sistemin dişlileri.

Neoliberalizmin kapsayıcılığı, pazar ve piyasa, ürettiği kül­türle ilgilidir. Mortgage, krediyle lüks araba almak bir tarafa, kahve, simit, gıda zincirleri, dondurulmuş ürün kültürü, şişe­lenmiş su ve içecek kültürü, suni tohum, endüstriyel tarım ve ormancılık, bebek ürünleri, güvenlik görevlisi, mikro kredi, de bu kapsamda değerlendirilebilir. (Kozanoğlu-Gür-Özden, 2008,100 -123) Esasında solun yaptığı yoruma göre bu İktisadî kültür bir bakıma sadece AK Partiye bağlanır. Hâlbuki kapita­lizm de, dünya sistemi de Ak Parti ve İslâmcıların icadı değil, içine doğdukları bir yapı. Dolayısıyla Türkiye’deki sistem soru­nu, kapitalizmin çıkmazı, ortaya çıkan meseleler İslâmcıların üretimi değil bilakis AK Partiyi doğuran sebepler bu krizlerin neticesidir:

AKP, bir siyasi parti olarak Türkiye’deki demokrasinin, yapı­sal ve kurumsal, bir o kadar da bunlara eklenmiş kültürel-norma­tif krizinin bir sonucu olarak ortaya çıktı. 2000’li yıllara Türkiye, bir türlü derleyip toparlayamadığı kapitalizmi ve bu kapitalizme karşılık gelen bir siyasal meşruiyet sorunuyla başlamıştı (Çiğdem, 2014,49).

AVM, inşaat, TOKİ, Taşeron Sistemi

Neoliberalizmin ekonomideki aktif sektörlerinin başında inşaat gelir. Türkiye'de neoliberal İslâmcılık eleştirisinin birinci sırasında, tüm kesimlerin üzerinde ittifak ettikleri eleşti­ri konusu TOKİ ve şehir yapılanması gelir. TOKİ neoliberal kurumlardan biri olarak Türkiye'de 1980 sonrasında kuruldu, en aktif dönemini ise bilhassa 2000'li yıllarda geçirdi. Devlet konut üretimini artırmak için TOKİ'yi kurarken, TOKİ'nin 2000'lerden sonra ürettiği binaların yüksekliği, biçimi, kü­çüklüğü, coğrafya ve kültürel ortam ayrımı yapmadan aynı tip binalar üretmesi büyük eleştiriye uğradı. TOKİ’ye yönel­tilen eleştirilerin daha çok kadim kültür ve estetik üzerinden yapılması genellikle muhafazakâr ve dindarlar nezdinde ger­çekleştirilirken, sol ve siyasi muhalif kesimler konut ve inşaat sektörünü çoğunlukla siyasilerin, oy potansiyeli işlevi gördüğü fikrinden hareketle tenkitte bulunur. (Balaban, 2011, 23)

Taşeron kavramının en çok inşaat sektöründe görülmesi, arsa spekülasyonları, devlet müteahhitliği (Gülhan, 2011, 32 33) eleştirerek tartışılırken, TOKİ'nin varlığını savunanlar da ciddi tezlerle karşı çıkış gerçekleştirir: kentleşmeye bağlı ola­rak ortaya çıkan konut ihtiyacının TOKİ ile giderilmesi, Cum­huriyet elitinin sahip olduğu apartman ayrıcalığının TOKİ ve belediyelerin yaptığı konutlar eliyle alt düzeye ulaşması, gece­kondulardan kurtulan insanların TOKİ'yi hiç de yadırganacak şekilde değerlendirmemesi, refahın dağıtımında konut bağ­lamında yine alt düzeylere fırsatların sağlanması, “mülkiyet fetişizmi'ne bağlı olarak (Çavuşoğlu, 2011, 49) aşırı kentleş­me ve daire sahibi olma iştiyakı inşaat gibi ekonomideki tüm fay hatlarını hareketlendirebilen bir sektörü canlandırması bir bakıma İktisadî yapının gereğidir.

Solun inşaat fetişizmi­ni, mülkiyet fetişizmi ile birleştirerek tümden bireyin “başını sokacak bir ev sahibi olma” iştiyakını hor görmesi, Komünist dinamikler bakımından da sorunlu görünmektedir. “Kentin markalaşması” ve “pazarlanması” yanında artık siteler ve yük­sek güvenlikli konutlar “sosyo-kültürel ayrışmayı” palazlandı­racak şekilde icat edilmekte, yeni bir şehir yapısı dizayn edilmektedir. (Penpecioğlu, 2011, 68) Aslında dikey yapılanma, estetikten uzak binalar, başta İstanbul olmak üzere silüetin bozulması, dar yollar, imara yeni açıldığı halde birbirine yakın apartmanlar sadece solun değil tüm kesimlerin üzerinde itti­fak ettiği karşı çıkışı oluşturmaktadır.

Bilge mimar Turgut Cansever ömrü vefa edip neoliberal İslamcı dönem şehir yapılanmasına şahit olduğu için ciddi eleştiriler geliştirmiştir. Ona göre TOKİ mantığıyla kapitalist şehir algısı örtüşür; tek tip bina ve şehir formu, dikey yapılan­ma, metropol diline uygun devasa uydu yapılarının kapitaliz­min güç ve tek tipleştirici kimliğiyle yakın bağlantısı vardır. Cansever’in (2012, 72) “Teknoloji bize çok katlı bina yapma imkanı veriyor; çok katlı bina yapılırsa alt yapı masraflarının azalacağı düşünülüyor” şeklindeki uyarısı dikkat çekicidir. Keza Cansever kentlerin artık “tutumluluk”, çocukların oyna­yabileceği otantik yeşillik ve ferah mekânlar haline gelmesi ge­rektiği kanaatindedir. Cansever’in bu şehir algısına karşı teklifi kadim Türk Evi’dir.

İslâmcıların Cumhuriyet karşısındaki varolma çabaları, yeni şehirler kurma, geri kalmış şehirleri yeni binalarla bu­luşturma istekleri “muazzam - büyüklük” fetişizminin doğma gerekçelerinden biridir. Bu anlamda ekonomi inşaat üzerine odaklanınca sonuçta ortaya çıkan yapı “şehvetin” ürünü olarak tanımlanır:

Çaresizlik diyemem, asıl neden tek kelimeyle yetersizlik. Söz­gelimi şu TOKİ rezaleti, hiç tereddüt etmeden söyleyebilirim ki tüm icraatı öteki’ni hesaba katma alışkanlığı olmayan, çevreden merkeze, dışarıdan içeriye, senden ben’e doğru hareket etmek bilincinden yoksun bir hoyratlığın mahsulü. Dünyadaki bütün kalkınmacı sağ doktrinlerin zaaflarına sahipler ne yazık ki (Cündioğlu, 2014).

Dücane Cündioğlu, Çamlıca'da inşa edilen Cami için kullandığı “ülkem adına kâbus olarak değerlendiriyorum” (Cün­dioğlu, 2012) sözlerini aynı şekilde Gezi olaylarının nedenleri arasında gösterilen Taksim Kışlası’na karşı çıkarken sarf et­miştir.

Neoliberal İslâmcılığın şehir karnesi alt düzey gelir grubu haricinde hemen hiçbir kesimden geçer not almadı. Kentsel dönüşümlerde yapılan yüksek ve modern binaların, iptidai barakalar ve gecekondulara tercih edilmemesi, AVM kültürü, özel alan ve sitelerin yaygınlaşması, zengin ile fakir arasındaki uçurumun şehir içerisinde gözle görülür bir kisveye bürün­mesi belli başlı eleştiri noktalarındandır. AVM'lerin çokluğu, AVM kültürü kesin olarak reddedilirken yine eleştirenlerin o mekânları doldurması, çelişkinin derinliğini ve aslında iktidar ve devlet algısının niteliğini gösterecek denli netleştirmiştir.

Umrelere, Kudüs’e, Bursa’ya, Çanakkale’ye yapılan gezi­ler, etnik lokantalar, kafe kültürünün yaygınlaşması, spor ve yüzme havuzu, yapay orman, iç turist sayısının artması gibi birçok konu iktidara, AK Parti’ye hususen Erdoğan’a yüklenir­ken, dindarların, İslâmcıların bu kültürü sahiplenip taşıyıcılı­ğını yaptığı gerçeği, iktidarın "piyasadaki bu olguyu ne şekil­de destekleyip engelleyebileceği muamması çözülememiştir. Buradaki sorun her kesimden muhalifin AVM’leri eleştirmesi karşısında iktidarın AVM’leri yasaklamasıyla sorunun çözüme kavuşup kavuşmayacağıyla ilgili. İktidar AVM’leri kapatsa bu sefer de Gezi olaylarıyla birlikte dillendirilen diktatörlük it­hamları farklı boyutlarda zikredilecek. Gezicileri, sol liberal muhalefeti ve hatta İslâmcı muhalifleri, “maaşlı burjuva olma talebi” ile tanımlayan Zizek (2013,106), ilginç bir şekilde hem iktidar hem muhalefet bakımından olan bitenin biraz da “Ah­lakın ön plana çıkarılmasının nedeni kapitalizm eleştirisinin önüne geçmek” olarak yorumlar.

Gerçekte Türkiye’deki sol ve sosyalist çevreler gibi İslamcılık da kapitalizmin karşısında durma niyetinde değildir; ülkedeki tüm kesimlerin neoliberal imkânlardan azami faydalanabilme yollarını araştırıp, sonuna kadar zorlama gayretinde olduğu gözleniyor!

Merhamet, Hak ve İşçiler

2.Neoliberalizm 1960’lı yıllara damgasını vuran işçi ve öğrenci hareketleriyle grev ve boykotlardan çok çekmiş kapitalizmin bu tür hakları ve hürriyetleri askıya almasıyla gelişme göstermiştir. Anglo-Sakson dünya işçi hareketlerine ve grevlere karşı büyük bir tepki göstermiş, ABD sendikaları yasaklamıştır.

1991 yılında madencilerin Zonguldak'tan Ankara'ya yaptı­ğı yürüyüş ile 2010 yılında tekel işçilerinin Kızılay’da yaptığı eylem Türkiye'de neoliberalizmin gördüğü en önemli protes­tolar arasındadır. Tabiî arada neoliberal politikaları askıya alan 90'ların yaşadığı ekonomik kriz, Anayasa kitapçığıyla ortaya çıkan siyasî krizin doğurduğu esnaf protestosu da yer alır.

Neoliberalizm işçi sevmez, işçi haklan konusunda önyar­gılı davranır. İslâmcılar 90'lı yıllardan itibaren devlette ça­lışmayan, âtıl bekleyen kadroların çalıştırılması ya da onun yerine özelleştirilmesi fikrini politika olarak savundu. 2000'li yıllardan sonra uygulanan taşeronluk sistemi çok mühim ve sert eleştirilere maruz kalırken, aynı muhalefeti sergileyenler kamuda insanları çalıştırmanın zorluğundan da dert yanmış­lardır. Özellikle 2000'li yıllardan sonra hükümete, İslâmcılara yöneltilen eleştiriler arasında çalışma hayatıyla ilgili meseleler bulunur. Bilhassa yabancı sermayeye Türkiye’de yatırımlara teşvik etme hususunda çağrılarda bulunan iktidara, işçi hak­ları konusunda belli bir düzensizlik sergilediği yönündeki it­hamlara ucuz iş gücü ile çocuk emeğinin yükseldiği eleştirileri de eklenir. İktidarın hususen kız çocuklarının okuması yönün­de sergilediği performansı mevsimlik işlerde çalışan çocuklar için göstermediği, çocukların yoğun olarak ağır işlerde çalıştı­rıldıkları, çalışma koşullarının son derece ağır olduğu görüşle­ri de yoğun olarak sıralanır.

İşsizliğin yüksek seyretmesi, iş güvenliğinin dikkate alın­madığı gibi konular özellikle 2012'den sonra iyice artmış, Gezi olayları ve 17/25 Aralık darbe süreçleriyle birlikte yoğunlaş­mıştır. Son yıllardaki işçi ölümleri, Soma ve Ermenek’teki ma­den kazaları, 2014’teki asansör faciası, 2012 yılında işçilerin kaldığı çadırların tutuşmasıyla 11 işçinin yanarak ölmesi gibi olaylar insani boyutun öne çıkarılmasına, “merhametsiz büyü­me” kavramının yerleşmesine neden olmuştur. Tüketim kültü­rü eleştirisinde ucuza teknoloji sahibi olmak isteyenlerin bunu gerçekleştirmek için çocuk işçileri onaylıyor olması pek akıllara gelmezken işsizliğin kamu istihdamı ve geniş taşeron ağıyla aşıldığı da bir başka gerçeği oluşturur. Dolayısıyla taşeron işçi­liğindeki güvenli olmayan çalışma şartları en büyük patlamayı Somada gerçekleştirdi.

Neoliberalizmin aşırı üretim için aşırı tüketim ve yeni ih­tiyaçlar ortaya çıkaran kimliği zorunlu olarak kısıtlamaları işçi hakları üzerinden sağlar. Emeklilik yaşının yükselmesi, AVM’lerde ve diğer hizmet sektörlerindeki uzun, ağır ve aile yapısını bölen çalışma saatleri, az tatil merhamet ve insanilik boyutunu ön plana çıkarır. Özel sektördeki çalışma koşulları­nın kötülüğü, sigortasız çalışma bireylerin bir an önce kamuda iş bulma hayallerini kışkırtmaktadır. AK Parti iktidarı bu ko­nularda çok sert eleştirilere muhatap olurken, taşeron sistemi toplumun genelinde olduğu gibi iktidarda da sıkıntıyla kar­şılanmıştır. 2011 yılında 1700, 2012 yılında 744, 2013 yılında 1235 ve 2014’te 1800’e yakın işçinin hayatını kaybetmesi neo­liberal politikaların bizzat insana temas eden kısımlarının çok büyük zayiatlar verdiğini göstermektedir.

Yeni Bir Sınıf: Prekarya

3.Neoliberalizm bu dönemde yeni bir sınıf da ortaya çıkar­mıştır. İşçi sınıfının yanında tamamen bu dönemde ortaya çı­kan bu yeni sınıf, “prekarya” dünyanın genelinde olduğu gibi Türkiye’de de artış göstermiştir. Beyaz yakalı denilen bu kesim, uzun süre belli bir işte maaşlı ve güvenceli olarak çalışmayan kimseleri anlatır. “İşsizler ordusu” kavramının tanımlayamayacağı bu kesimin sabit bir işi hatta bir işyeri bile yoktur. Neo­liberalizmin “taşeron” mantığı, ülkemizde olduğu gibi hizmet sektörünün genişlemesi, sürekli farklı işyerlerine girip çıkma mecburiyeti, devlet dairelerinde çalışma özlemi prekaryanın doğal çevresidir. “Parçalı statü’ye sahip olan prekaryanın var- lığı ile yokluğu belirgin değildir. Kariyerleri olmayan, geçici olarak farklı işlerde çalışan, fırsat bulma sıkıntısı yaşayan pre­karya yarı zamanlı istihdamla da karşı karşıyadır.

Taşeronda çalışanlar, çağrı merkezlerinde iş bulanlar, staj­yerler, uzaktan, evden çalışanlar, bakıcılar, kendilerine büyük unvanlar verilen geçiciler, gazete dağıtıcıları yani medya dağı­tım görevlisi, çöpçü yani temizlik görevlisi, kapıcı yani apart­man görevlisi, hijyen danışmanı yani tuvalet temizlikçisi bun­lardandır. Endişe içinde, işin saygınlığı olmadığından kendini sürekli tehlikede hisseden, emeklilik garantisi bulunmayan, emekli olduğu halde çalışmak zorunda olanlar geniş bir ke­sim olarak gelişmektedir. (Standing, 2014, 22-73) Neoliberal İktisadî kültür meslekleri bölerek örgütlenmeyi, hak aramayı, engellediği için yeni alanlar, istihdam pozisyonları üretmiştir.

Neoliberalizm işverenin, finans sahibinin her halükarda kazanması için yapılabilecek her şeyi hayata geçirebilme kabi­liyetinin de adıdır esasında.

Ercan Yıldırım - Neoliberal İslamcılık(1980-2015)İslamcıların Dünya Sistemine Entegrasyonu,pınar yay.,syf:207-216

Dipnotlar:

5- Buradaki yeni çıkan orta sınıf klasik kalıplarda tanımlanan orta sınıf değil “tüketim baz alınarak” belirlenen kesimi karşılar. Dolayısıyla neoliberallerin bilhassa Türkiye gibi ülkelerdeki orta sınıf tanımı, gelirden çok gidere gör*- tüketim ideolojisini karşılama oranına göre hesap ettikleri kesimi anlatır.

6- Bir dönem MÜSİAD'ın da başkanı olan Erol Yarar, risk alarak Müslümanla­rın, dindarların, İslâmî burjuvanın kendi içinde söylediği fakat kamuda çok da dillendirilmeyen klasik tezlerin hepsini sarsan açıklamalarda bulundu. (Yarar, 2009) Yarar, “bir lokma bir hırka bize yutturulmuş bir zoka” derken, “fakir yaşamak Peygamberin tercihiydi" sözleriyle Peygamberimizin fakir olmadığı­nı ifade eder. Yarar'ın zenginlik, israf üzerine görüşleri sadece yeni dönemin değil dindar orta sınıfın genel hissiyatının sonucudur.



Devamını Oku »