Neoliberal İcraatların Olumlu ve Olumsuz Yönleri



'Neoliberal İslâmcılık dönemindeki icraatlar temelde iki yön­de olumlu ve olumsuz yorumlara neden olmuştur: 1. Hizmet sektörünün gelişmesi, tüketim, inşaat sektörü, enerji tesisi in­şaatları, doğanın bozulması, estetik yitimi, ahlaki ve kültürel dönüşüm. 2. Sosyal güvenlik politikaları, işçi hakları, grev ve gösterilere müsaade edilmemesi, taşeron sistemi, işçi güvenli­ği ve ölümleri, özelleştirme mağdurluğu...

1. Neoliberalizm hizmet sektörü demektir. Finansın ulus­lararası boyutta yaygınlaşmasına bağlı olarak kültürel manada bir özdeşlik buna eşlik eder. Klasik dünya sisteminin merkez - çevre modelinde merkezde yer alan ve sanayi üretimi üst sevi­yeye çıkan ülkeler zamanla teknoloji geliştirmeye bağlı olarak neoliberalizme adım atarken hâlâ merkez olma özelliklerini korudular. Türkiye gibi, gelişmekte olan ülkeler sınıfında ta­nımlanan ülkeler ise ithal ikame modelden arta kalanlara bazı imkânlarıyla var olmaya, asgari sanayi ihtiyaçlarını karşılama­ya çalıştı. Bu tür ülkelerin neoliberal döneme geçişleri büyüle oranda hizmet sektörü üzerindendir.

Neoliberal İslâmcılık 80li yıllardan 28 Şubat dönemine kadar kalkınmayı sanayi üzerinden gerçekleştirme anlayışım muhafaza etti fakat bilhassa iktidar olduktan sonra 2000’li yıl­larda büyümesini daha çok hizmet sektörüne, tüketim kültü­rüne dayandırdı. 2011 kırılmasından sonra bilhassa savunma sanayine dayalı sanayi üretimi ve teknoloji geliştirmesi kat­lanmasına rağmen ekonomideki hizmet sektörü ağırlığı hiç azalmadı. Neoliberalizm zaten tüketim demektir, liberal insan tüketime yatkındır fakat neoliberal dönemde sanayi üretimi yüksek düzeydeki merkez ülkelerin bireyleri neoliberal döne­mi yaşarken büyük sıkıntılar çeker. Neoliberalizmin zengin-fakir arasındaki farkı açan karakteri nedeniyle gelişmiş ülkelerde tüketim çok da yaygınlaşmamıştır; en azından neoliberalizmle büyüyen ülkelerdeki gibi tüketim bir çılgınlık ve zenginleşme vesilesi, ekonominin dinamiği haline gelmemiştir.

Türkiye’de birey tüketimi eleştirirken tüketim yapmaktan vazgeçmez. Yıllarca yaşanan mahrumiyet ve “yokluk” neolibe­ral dönemdeki fazla ürünün kutsanacak derecede makbul ka­bul edilmesini sağlamıştır. Tüketimi bir kültür ve yaşam biçimi olarak gören atmosferin içine doğan gençlerin yanında geç­mişin “yokluklarını yaşayanlar, hususen kadınlar tüketmek­ten çekinmez. “Artırmaktan” mutfak masrafından kısmaktan bıkanlar, tasarruf kavramını tarihe gömmüştür. Recep Tayyip Erdoğan’ın kadınlar üzerindeki etkisinde bu yokluğun görece ortadan kaybolmasının etkisi büyüktür. Özal ve Menderes'e atıfla bolluk Erdoğan’ın imajını toplumun alt kesimlerinde artırmıştır. Bu kültürün bir tarafında küçük insana, sokaktaki bireye, alt sınıfa vurgu yapan refah varken öteki tarafında ge­nişleyen orta sınıf bulunur.(5)

Bu aşamada tabi tüketim kavramının mahiyeti tartışmalı hale gelir. Toplumumuz tüketim toplumu derken elbette “bü­tün insanların, dahası, bütün canlıların ezelden beri tükettik­lerini'’ (Bauman, 2010,92) gözden kaçırmadan tüketime klasik insani ihtiyaçların karşılanmasından çok bir İktisadî düzen olarak bakmak, bu ekonomik işleyişin genel kültürel vasfı, ya­şama biçimi olarak da değerlendirmek gerekir. İktisada bağlı kültürel göstergeler hem yeni orta sınıfı hem tüketime dayalı birey tipini daha net izah ederken, Türkiye'nin geldiği yeri de mukayeseli olarak gösterebilir. Sadece otomobiller, giyim ku­şam, gıdaya dayalı sektörler değil aynı zamanda “yaşam biçi­mi" okumaları da yeni dindarlık, tüketim kültürü ve neoliberal siyasallığı anlatabilir. Bu bakımdan örneğin geçmişte üniver­site öğrencilerine sadece “çay ocakları” hitap ederken bugün artık pahalı kafelerde öğrencilerden adım atacak yer kalmamış durumdadır.

Müslüman, En Güzeline, En İyisine Layıktır!

Neoliberal iktisadın Türkiye’ye girdiği 1980’li yıllarda Müs­lümanların yaşam biçimleri tam manasıyla gelenekseldir; kıt kanaat geçinen genel çoğunluğun yanında varlıklı dindarlar- muhafazakârlar bile yaşam biçimi bakımından sadeliğe özen gösterirdi. 1990'ların ortalarına doğru bu algı “Müslümanların en güzeline layık olduğu” görüşüyle birlikte bozuldu. Neolibe­ral İslamcılığın iktidar olduğu yıllar bilhassa 2010’lere doğru, neoliberal kültür Müslümanlar arasında artık “eleştirilecek ka­dar” içselleştirilmiştir. Öyle ki neoliberal İktisadî, siyasi ve top­lumsal kültürü dindarlar normalleştirdi; “bir lokma bir hırka”(6) fikrini Meşrutiyet'ten bu yana hiçbir zaman kabul etmeyen İslâmcılık, neoliberal imkânlardan sonuna kadar yararlanmayı bildi. Bu tüketim kültürü dindar seküler ayrımı gözetmeden tüm bireyleri aynı kimliğe büründürmeyi başardı:

Neoliberalizm çok tüketen, az tasarruf eden, geliri yetmediği zamanlarda dahi talebini canlı tutan bir insan modeli kurguluyor. Bu birey için borçlanmak, cüzdanını kredi kartlarıyla şişirmek, araba mı alınacak hemen tüketici kredisine başvurmak doğal, kaçınılmaz. (...) Faizler bir puan düşünce, üç aylığı nereye park edeceğiz, diye evhamlanan emekli; Mortgage yasası çıkınca 'ev sahibi oluyorum’ heyecanıyla düğün bayram yapan profesyonel; kredi kartının minimumunu yatırınca ‘buna da şükür’ demeyi bi­len memur, hep bu finansal sistemin dişlileri.

Neoliberalizmin kapsayıcılığı, pazar ve piyasa, ürettiği kül­türle ilgilidir. Mortgage, krediyle lüks araba almak bir tarafa, kahve, simit, gıda zincirleri, dondurulmuş ürün kültürü, şişe­lenmiş su ve içecek kültürü, suni tohum, endüstriyel tarım ve ormancılık, bebek ürünleri, güvenlik görevlisi, mikro kredi, de bu kapsamda değerlendirilebilir. (Kozanoğlu-Gür-Özden, 2008,100 -123) Esasında solun yaptığı yoruma göre bu İktisadî kültür bir bakıma sadece AK Partiye bağlanır. Hâlbuki kapita­lizm de, dünya sistemi de Ak Parti ve İslâmcıların icadı değil, içine doğdukları bir yapı. Dolayısıyla Türkiye’deki sistem soru­nu, kapitalizmin çıkmazı, ortaya çıkan meseleler İslâmcıların üretimi değil bilakis AK Partiyi doğuran sebepler bu krizlerin neticesidir:

AKP, bir siyasi parti olarak Türkiye’deki demokrasinin, yapı­sal ve kurumsal, bir o kadar da bunlara eklenmiş kültürel-norma­tif krizinin bir sonucu olarak ortaya çıktı. 2000’li yıllara Türkiye, bir türlü derleyip toparlayamadığı kapitalizmi ve bu kapitalizme karşılık gelen bir siyasal meşruiyet sorunuyla başlamıştı (Çiğdem, 2014,49).

AVM, inşaat, TOKİ, Taşeron Sistemi

Neoliberalizmin ekonomideki aktif sektörlerinin başında inşaat gelir. Türkiye'de neoliberal İslâmcılık eleştirisinin birinci sırasında, tüm kesimlerin üzerinde ittifak ettikleri eleşti­ri konusu TOKİ ve şehir yapılanması gelir. TOKİ neoliberal kurumlardan biri olarak Türkiye'de 1980 sonrasında kuruldu, en aktif dönemini ise bilhassa 2000'li yıllarda geçirdi. Devlet konut üretimini artırmak için TOKİ'yi kurarken, TOKİ'nin 2000'lerden sonra ürettiği binaların yüksekliği, biçimi, kü­çüklüğü, coğrafya ve kültürel ortam ayrımı yapmadan aynı tip binalar üretmesi büyük eleştiriye uğradı. TOKİ’ye yönel­tilen eleştirilerin daha çok kadim kültür ve estetik üzerinden yapılması genellikle muhafazakâr ve dindarlar nezdinde ger­çekleştirilirken, sol ve siyasi muhalif kesimler konut ve inşaat sektörünü çoğunlukla siyasilerin, oy potansiyeli işlevi gördüğü fikrinden hareketle tenkitte bulunur. (Balaban, 2011, 23)

Taşeron kavramının en çok inşaat sektöründe görülmesi, arsa spekülasyonları, devlet müteahhitliği (Gülhan, 2011, 32 33) eleştirerek tartışılırken, TOKİ'nin varlığını savunanlar da ciddi tezlerle karşı çıkış gerçekleştirir: kentleşmeye bağlı ola­rak ortaya çıkan konut ihtiyacının TOKİ ile giderilmesi, Cum­huriyet elitinin sahip olduğu apartman ayrıcalığının TOKİ ve belediyelerin yaptığı konutlar eliyle alt düzeye ulaşması, gece­kondulardan kurtulan insanların TOKİ'yi hiç de yadırganacak şekilde değerlendirmemesi, refahın dağıtımında konut bağ­lamında yine alt düzeylere fırsatların sağlanması, “mülkiyet fetişizmi'ne bağlı olarak (Çavuşoğlu, 2011, 49) aşırı kentleş­me ve daire sahibi olma iştiyakı inşaat gibi ekonomideki tüm fay hatlarını hareketlendirebilen bir sektörü canlandırması bir bakıma İktisadî yapının gereğidir.

Solun inşaat fetişizmi­ni, mülkiyet fetişizmi ile birleştirerek tümden bireyin “başını sokacak bir ev sahibi olma” iştiyakını hor görmesi, Komünist dinamikler bakımından da sorunlu görünmektedir. “Kentin markalaşması” ve “pazarlanması” yanında artık siteler ve yük­sek güvenlikli konutlar “sosyo-kültürel ayrışmayı” palazlandı­racak şekilde icat edilmekte, yeni bir şehir yapısı dizayn edilmektedir. (Penpecioğlu, 2011, 68) Aslında dikey yapılanma, estetikten uzak binalar, başta İstanbul olmak üzere silüetin bozulması, dar yollar, imara yeni açıldığı halde birbirine yakın apartmanlar sadece solun değil tüm kesimlerin üzerinde itti­fak ettiği karşı çıkışı oluşturmaktadır.

Bilge mimar Turgut Cansever ömrü vefa edip neoliberal İslamcı dönem şehir yapılanmasına şahit olduğu için ciddi eleştiriler geliştirmiştir. Ona göre TOKİ mantığıyla kapitalist şehir algısı örtüşür; tek tip bina ve şehir formu, dikey yapılan­ma, metropol diline uygun devasa uydu yapılarının kapitaliz­min güç ve tek tipleştirici kimliğiyle yakın bağlantısı vardır. Cansever’in (2012, 72) “Teknoloji bize çok katlı bina yapma imkanı veriyor; çok katlı bina yapılırsa alt yapı masraflarının azalacağı düşünülüyor” şeklindeki uyarısı dikkat çekicidir. Keza Cansever kentlerin artık “tutumluluk”, çocukların oyna­yabileceği otantik yeşillik ve ferah mekânlar haline gelmesi ge­rektiği kanaatindedir. Cansever’in bu şehir algısına karşı teklifi kadim Türk Evi’dir.

İslâmcıların Cumhuriyet karşısındaki varolma çabaları, yeni şehirler kurma, geri kalmış şehirleri yeni binalarla bu­luşturma istekleri “muazzam - büyüklük” fetişizminin doğma gerekçelerinden biridir. Bu anlamda ekonomi inşaat üzerine odaklanınca sonuçta ortaya çıkan yapı “şehvetin” ürünü olarak tanımlanır:

Çaresizlik diyemem, asıl neden tek kelimeyle yetersizlik. Söz­gelimi şu TOKİ rezaleti, hiç tereddüt etmeden söyleyebilirim ki tüm icraatı öteki’ni hesaba katma alışkanlığı olmayan, çevreden merkeze, dışarıdan içeriye, senden ben’e doğru hareket etmek bilincinden yoksun bir hoyratlığın mahsulü. Dünyadaki bütün kalkınmacı sağ doktrinlerin zaaflarına sahipler ne yazık ki (Cündioğlu, 2014).

Dücane Cündioğlu, Çamlıca'da inşa edilen Cami için kullandığı “ülkem adına kâbus olarak değerlendiriyorum” (Cün­dioğlu, 2012) sözlerini aynı şekilde Gezi olaylarının nedenleri arasında gösterilen Taksim Kışlası’na karşı çıkarken sarf et­miştir.

Neoliberal İslâmcılığın şehir karnesi alt düzey gelir grubu haricinde hemen hiçbir kesimden geçer not almadı. Kentsel dönüşümlerde yapılan yüksek ve modern binaların, iptidai barakalar ve gecekondulara tercih edilmemesi, AVM kültürü, özel alan ve sitelerin yaygınlaşması, zengin ile fakir arasındaki uçurumun şehir içerisinde gözle görülür bir kisveye bürün­mesi belli başlı eleştiri noktalarındandır. AVM'lerin çokluğu, AVM kültürü kesin olarak reddedilirken yine eleştirenlerin o mekânları doldurması, çelişkinin derinliğini ve aslında iktidar ve devlet algısının niteliğini gösterecek denli netleştirmiştir.

Umrelere, Kudüs’e, Bursa’ya, Çanakkale’ye yapılan gezi­ler, etnik lokantalar, kafe kültürünün yaygınlaşması, spor ve yüzme havuzu, yapay orman, iç turist sayısının artması gibi birçok konu iktidara, AK Parti’ye hususen Erdoğan’a yüklenir­ken, dindarların, İslâmcıların bu kültürü sahiplenip taşıyıcılı­ğını yaptığı gerçeği, iktidarın "piyasadaki bu olguyu ne şekil­de destekleyip engelleyebileceği muamması çözülememiştir. Buradaki sorun her kesimden muhalifin AVM’leri eleştirmesi karşısında iktidarın AVM’leri yasaklamasıyla sorunun çözüme kavuşup kavuşmayacağıyla ilgili. İktidar AVM’leri kapatsa bu sefer de Gezi olaylarıyla birlikte dillendirilen diktatörlük it­hamları farklı boyutlarda zikredilecek. Gezicileri, sol liberal muhalefeti ve hatta İslâmcı muhalifleri, “maaşlı burjuva olma talebi” ile tanımlayan Zizek (2013,106), ilginç bir şekilde hem iktidar hem muhalefet bakımından olan bitenin biraz da “Ah­lakın ön plana çıkarılmasının nedeni kapitalizm eleştirisinin önüne geçmek” olarak yorumlar.

Gerçekte Türkiye’deki sol ve sosyalist çevreler gibi İslamcılık da kapitalizmin karşısında durma niyetinde değildir; ülkedeki tüm kesimlerin neoliberal imkânlardan azami faydalanabilme yollarını araştırıp, sonuna kadar zorlama gayretinde olduğu gözleniyor!

Merhamet, Hak ve İşçiler

2.Neoliberalizm 1960’lı yıllara damgasını vuran işçi ve öğrenci hareketleriyle grev ve boykotlardan çok çekmiş kapitalizmin bu tür hakları ve hürriyetleri askıya almasıyla gelişme göstermiştir. Anglo-Sakson dünya işçi hareketlerine ve grevlere karşı büyük bir tepki göstermiş, ABD sendikaları yasaklamıştır.

1991 yılında madencilerin Zonguldak'tan Ankara'ya yaptı­ğı yürüyüş ile 2010 yılında tekel işçilerinin Kızılay’da yaptığı eylem Türkiye'de neoliberalizmin gördüğü en önemli protes­tolar arasındadır. Tabiî arada neoliberal politikaları askıya alan 90'ların yaşadığı ekonomik kriz, Anayasa kitapçığıyla ortaya çıkan siyasî krizin doğurduğu esnaf protestosu da yer alır.

Neoliberalizm işçi sevmez, işçi haklan konusunda önyar­gılı davranır. İslâmcılar 90'lı yıllardan itibaren devlette ça­lışmayan, âtıl bekleyen kadroların çalıştırılması ya da onun yerine özelleştirilmesi fikrini politika olarak savundu. 2000'li yıllardan sonra uygulanan taşeronluk sistemi çok mühim ve sert eleştirilere maruz kalırken, aynı muhalefeti sergileyenler kamuda insanları çalıştırmanın zorluğundan da dert yanmış­lardır. Özellikle 2000'li yıllardan sonra hükümete, İslâmcılara yöneltilen eleştiriler arasında çalışma hayatıyla ilgili meseleler bulunur. Bilhassa yabancı sermayeye Türkiye’de yatırımlara teşvik etme hususunda çağrılarda bulunan iktidara, işçi hak­ları konusunda belli bir düzensizlik sergilediği yönündeki it­hamlara ucuz iş gücü ile çocuk emeğinin yükseldiği eleştirileri de eklenir. İktidarın hususen kız çocuklarının okuması yönün­de sergilediği performansı mevsimlik işlerde çalışan çocuklar için göstermediği, çocukların yoğun olarak ağır işlerde çalıştı­rıldıkları, çalışma koşullarının son derece ağır olduğu görüşle­ri de yoğun olarak sıralanır.

İşsizliğin yüksek seyretmesi, iş güvenliğinin dikkate alın­madığı gibi konular özellikle 2012'den sonra iyice artmış, Gezi olayları ve 17/25 Aralık darbe süreçleriyle birlikte yoğunlaş­mıştır. Son yıllardaki işçi ölümleri, Soma ve Ermenek’teki ma­den kazaları, 2014’teki asansör faciası, 2012 yılında işçilerin kaldığı çadırların tutuşmasıyla 11 işçinin yanarak ölmesi gibi olaylar insani boyutun öne çıkarılmasına, “merhametsiz büyü­me” kavramının yerleşmesine neden olmuştur. Tüketim kültü­rü eleştirisinde ucuza teknoloji sahibi olmak isteyenlerin bunu gerçekleştirmek için çocuk işçileri onaylıyor olması pek akıllara gelmezken işsizliğin kamu istihdamı ve geniş taşeron ağıyla aşıldığı da bir başka gerçeği oluşturur. Dolayısıyla taşeron işçi­liğindeki güvenli olmayan çalışma şartları en büyük patlamayı Somada gerçekleştirdi.

Neoliberalizmin aşırı üretim için aşırı tüketim ve yeni ih­tiyaçlar ortaya çıkaran kimliği zorunlu olarak kısıtlamaları işçi hakları üzerinden sağlar. Emeklilik yaşının yükselmesi, AVM’lerde ve diğer hizmet sektörlerindeki uzun, ağır ve aile yapısını bölen çalışma saatleri, az tatil merhamet ve insanilik boyutunu ön plana çıkarır. Özel sektördeki çalışma koşulları­nın kötülüğü, sigortasız çalışma bireylerin bir an önce kamuda iş bulma hayallerini kışkırtmaktadır. AK Parti iktidarı bu ko­nularda çok sert eleştirilere muhatap olurken, taşeron sistemi toplumun genelinde olduğu gibi iktidarda da sıkıntıyla kar­şılanmıştır. 2011 yılında 1700, 2012 yılında 744, 2013 yılında 1235 ve 2014’te 1800’e yakın işçinin hayatını kaybetmesi neo­liberal politikaların bizzat insana temas eden kısımlarının çok büyük zayiatlar verdiğini göstermektedir.

Yeni Bir Sınıf: Prekarya

3.Neoliberalizm bu dönemde yeni bir sınıf da ortaya çıkar­mıştır. İşçi sınıfının yanında tamamen bu dönemde ortaya çı­kan bu yeni sınıf, “prekarya” dünyanın genelinde olduğu gibi Türkiye’de de artış göstermiştir. Beyaz yakalı denilen bu kesim, uzun süre belli bir işte maaşlı ve güvenceli olarak çalışmayan kimseleri anlatır. “İşsizler ordusu” kavramının tanımlayamayacağı bu kesimin sabit bir işi hatta bir işyeri bile yoktur. Neo­liberalizmin “taşeron” mantığı, ülkemizde olduğu gibi hizmet sektörünün genişlemesi, sürekli farklı işyerlerine girip çıkma mecburiyeti, devlet dairelerinde çalışma özlemi prekaryanın doğal çevresidir. “Parçalı statü’ye sahip olan prekaryanın var- lığı ile yokluğu belirgin değildir. Kariyerleri olmayan, geçici olarak farklı işlerde çalışan, fırsat bulma sıkıntısı yaşayan pre­karya yarı zamanlı istihdamla da karşı karşıyadır.

Taşeronda çalışanlar, çağrı merkezlerinde iş bulanlar, staj­yerler, uzaktan, evden çalışanlar, bakıcılar, kendilerine büyük unvanlar verilen geçiciler, gazete dağıtıcıları yani medya dağı­tım görevlisi, çöpçü yani temizlik görevlisi, kapıcı yani apart­man görevlisi, hijyen danışmanı yani tuvalet temizlikçisi bun­lardandır. Endişe içinde, işin saygınlığı olmadığından kendini sürekli tehlikede hisseden, emeklilik garantisi bulunmayan, emekli olduğu halde çalışmak zorunda olanlar geniş bir ke­sim olarak gelişmektedir. (Standing, 2014, 22-73) Neoliberal İktisadî kültür meslekleri bölerek örgütlenmeyi, hak aramayı, engellediği için yeni alanlar, istihdam pozisyonları üretmiştir.

Neoliberalizm işverenin, finans sahibinin her halükarda kazanması için yapılabilecek her şeyi hayata geçirebilme kabi­liyetinin de adıdır esasında.

Ercan Yıldırım - Neoliberal İslamcılık(1980-2015)İslamcıların Dünya Sistemine Entegrasyonu,pınar yay.,syf:207-216

Dipnotlar:

5- Buradaki yeni çıkan orta sınıf klasik kalıplarda tanımlanan orta sınıf değil “tüketim baz alınarak” belirlenen kesimi karşılar. Dolayısıyla neoliberallerin bilhassa Türkiye gibi ülkelerdeki orta sınıf tanımı, gelirden çok gidere gör*- tüketim ideolojisini karşılama oranına göre hesap ettikleri kesimi anlatır.

6- Bir dönem MÜSİAD'ın da başkanı olan Erol Yarar, risk alarak Müslümanla­rın, dindarların, İslâmî burjuvanın kendi içinde söylediği fakat kamuda çok da dillendirilmeyen klasik tezlerin hepsini sarsan açıklamalarda bulundu. (Yarar, 2009) Yarar, “bir lokma bir hırka bize yutturulmuş bir zoka” derken, “fakir yaşamak Peygamberin tercihiydi" sözleriyle Peygamberimizin fakir olmadığı­nı ifade eder. Yarar'ın zenginlik, israf üzerine görüşleri sadece yeni dönemin değil dindar orta sınıfın genel hissiyatının sonucudur.



Devamını Oku »

Hayat Teselli Bulmaktır

Her-Seyin-Bir-Anlami-Var


Bilmek için kimileyin sev­mek gerekir. İşte tasavvufun merhameti mihver alan öğretisi bu noktada insanın ruhsal sıkıntılarına çare olarak beliriyor.

‘İncinmemek ve incitmemek’ten yola çıkan ve “Gönüller yapmaya geldim” diyen bu zengin öğretinin, mutluluğu, tü­ketmekte arayan ve ciddi kimlik sorunlarıyla bunalan günü­müz insanına söyleyeceği çok şey var.

Her şeyden önce, anlamın insanın tam da içinde, ruhu­nun derinlerinde saklı olduğunu ve ancak bilinçli bir gayret­le gün yüzüne çıkarılabileceğini söylüyor bize. İnsanın temel meselesinin olgunlaşma serüveni olduğunu söyleyerek bizi içimizde saklı duran olgun insanı (insan-ı kâmil) açığa çıkar­maya davet ediyor. Bütün kadim öğretilerde olduğu gibi, ta­savvufta da hayat bir yolculuk olarak resmediliyor ve bu yol­culukta insanın geçmişin çalışma ve yüklerinden yavaş yavaş arınarak gerçek benliğini keşfetmesi isteniyor. Gerçek ben­lik, üzerine Allah'ın ışığının düştüğü; hırs, tamahkârlık ve hasetten arınmış benliktir. İnsan, varoluşun bu daha olgun düzeyinde ne kâinatı ne de diğer insanları tahrip ve istismar etmeyi düşünür, iyilikte meleklerle yarışır. İşte sufi psikolo­jisini günümüzün kimi maneviyatsız psikoloji öğretilerine nazaran farklı kılan noktalardan biri budur: İnsan ruhu te­kemmül edebilir, iyiye doğru evrilebilir, bencilce arzuların­dan sıyrılarak huzur ve itimi’nan bulabilir. İnsan yükselir. İn­san her durumda ızdıraplarından fazlasıdır. Yeri geldiğinde, ızdıraba tahammül ve kadere/kaçınılmaz olana rıza göster­mek de insanın olgunluk yürüyüşünde bir basamak olabilir. Yirmili yaşlarında, fidan gibi oğlunu kaybetmiş ve bir tera­pistin karşısında ağlamakta olan anneye terapist ne söyleye­cektir? Böyle durumlarda ‘ötelerin soluğunu taşımayan her kelime incitici olabilir.

Hayata hayret nazarıyla bakmak ve böylece kâinatı ve insan nefsini saran güzelliği fark etmek, bu yolculuğun ilk adımı. Bu bir aşk yolculuğu ve “Zafer değil, sefer” ilkesine dayanıyor. Yolculuğun kendisinin ruhu aşka boyayacağım, o aşkla içimizin/ kalbimizin şeffaflaşacağını ve güzelliği akset­tiren bir ayna olacağını ümit ediyoruz. “Yoktuk, bizi var et­tin ve şimdi yine bedenlerimiz yokluk âlemine gidiyor. Ama gel gör ki, bu arada sana âşık olduk. O nakşı işleyen kalemin sahibine âşık olduk” diyen bir aşk uygarlığı...

İnsan mutsuzluğunun tırmandığı bir çağda, sufi irfanı­nı işitmemiz gerek. Ruhun bilgeliğine ulaşmak için bilgeli­ğin ruhuna nüfuz etmeliyiz. Yola çıkmak, ruhun sızısına şifa Aramaktır. Hayat, bir bakıma şifa bulma arzusudur. İnsanın o,ilksel ayrılığından iyileşme ve Cânânla buluşma arzusu.

Şifa sahibini arayış...

Bir sufi sözün de söylendiği gibi, “Her arayan bulamaz, ancak bulanlar yalnızca arayanlardır.”

Kaynak:

Kemal Sayar - Her şeyin Bir Anlamı Var



Devamını Oku »

Merhamet Ruhu

Merhamet Ruhu

 

 

Merhamet, bu yüce duygu, başkasını küçük gör­mekten doğan acımayla, ya da başkasının acısından zevk alışla karıştırılmamalıdır. Uzak olsun böyle bir merhamet! Tanrı uzak etsin!
Kapitalistin, sosyal hizmet adı altında kârından ayırıp, masrafına kaydettiği ve böylece vergisini azal­tarak devlet kesesinden ödediği, dolaylı reklâm, mer­hamet değil, merhamet kalpazanlığıdır. Uzak olsun- böyle merhamet! Tanrı uzak etsin!
Marksizmin kin ve öç, terör ve şiddet, özgürlük­lere kan kusturucu demir pençesini, uzatacağını vâdettiği (uzattığı bile değil), ekmeğin yaldızı olan, yok­sulun yoksulluğunu politika sömürüsüne kapital ya­pan yalancı işçi koruyuculuğunu, merhamet kavra­mıyla barıştırmak ne mümkün? Merhamet buysa,, uzak olsun bu merhamet! Tanrı uzak etsin.
Yürek katılığından, katı yüreklerden merhamet doğmaz. Merhamet, kalbin yumuşamasıdır.

Merhamet, kalbin üzerinden kara mührün kalk­masıdır. Kalb kararışından kurtuluştur.

İnançtan doğar Merhamet. Tanrı'ya inançtan.

Kendini putunu ve bütün putları önce gönülde kırmaktan doğar.

Nefslere değil, ruhların açılımına yardım elini uzatıştır merhamet. Şüphesiz, nefslere de o ruhlara yataklık yapmak için merhamet edilir.

İnsanın gücü yettikçe, kaldırabildiği kadarıyla, sı­nır tanımaz merhamet.

Halis niyetin verimidir merhamet. İki yüzlülük ve ard niyet kokan hiçbir fiil, merhametin repertuvarında yer alamaz.

Birkaç saf kızı bulup hastahanelerde hastalarına hizmet ettirmekle göz boyadıktan sonra Asyalıyı, Afrikayı gömleğine kadar soymak, Kapitalist Batı'nın ustalıklı merhamet ticaretinden bir tekniktir, başka bir şey değil.

Tankla ezen, halkları tankların paletlerine taka­rak kurtaran (!) merhamet, komünizmin siyaset mer­hametinden parlak bir levhadır.

Merhamet, başkasının cebinden aşırı kârla sağ­lanandan lütfen sunulan birkaç kuruşla uzaktan ya­kından alâkalı bir şey değil.

Merhamet, bütün varlığını Hak ve hakikat için adamaktır. Hem canını, hem mal varlığını. Hakikat için insanlık uğruna bütünüyle koşmayı en doğal bir insanlık özelliği bilmektir merhamet.

Merhamet, hakikat için, insanlık için, zulümle, sömürüyle, cinayetle savaşmaktır. Yalnız biriyle de­ğil, hepsiyle.

O, insanların insana tapmasına izin vermeyen yü­ce bir duygudur.

O, 'Tanrı verdiğini her an bütünüyle geri alır', korkusuyla titreyenlerin ruh halidir.

O, Tanrı armağanını başka kardeşlerine armağan etmekle en büyük mutluluğa erecek gün gibi aydın­lık gönüllerin eşsiz sevincidir.

O, kendi cehenneminden başkalarını koruma ti­tizliği, başkalarının ruh bahçesine gül fidanı taşıma arzu ve hareketidir.

Merhamet, verirken kendisinin vermediğini bil­mektir.

Aşktan doğar O: Ezel ve ebed aşkından.

Her yaratığa yaygın sevgi hâlesidir o.

Hasedle barışamaz. Cimrilikle bağdaşamaz. Onun yarısı, hilm, yarısı cömertliktir.

Sabır, tevekkül, rıza ve tevazuyla akrabadır. Tek başına, soyut bir merhamet olamaz.

Merhamet, somuttur. Kanla birlikte vücudda do­laşmadıkça, kâğıt üstünde kalmaya mahkûmdur.

Ruhta çakan diriliş şimşeğidir merhamet. Ondan yoksunluk, ölümden beter ölümdür.

Namaz ve oruçla süt kardeştir o. Aynı ana emzirmiştir onları öz memesinden.

Ne gizliyken değişir, ne açıkta gerçeğiyle.

Sessizce oluşur, gürültü patırtıyla değil.

Mevsim mevsim gelişir, iklim iklim zenginleşir.

Hamuru, öksüzün göz yaşından yoğrulmuştur.

Mayası, mazlumun ahıdır.

Merhamet, insanın kendini hesaba çekişinden doğan bir özdeğişim davranışıdır.

Kendini değiştirerek başkasının değişimine yol açmaktır.

Merhamet, bîr yandan ruhlara kök salmalı, bir yandan toplumda sistemleşmeli.

Geçmişte olduğu gibi, İslâm Medeniyetinin tam açılımı vakitlerindeki gibi.

Yeniden merhamet ruhu doğmalı insanlıkta. Kör­leşmiş, kötürümleşmiş, felce uğramış merhamet ru­hu dirilişini bütünlemeli bir kez daha.

Bir kez daha zulmün çelik ağı, kırılmalı merha­met ebabillerinin gagalarıyla.

Eziş fili, terör sırtlanı duraksamalı merhamet Kâbesinin önünde.

Balığı avlamak için oltanın ucuna takılan yeme merhamet azığı denemez. O zulüm azığıdır ancak.

«Politikada merhamet, aptallıktır.» İşte, insanlık tarihinin alnına yazılan yüz karası merhamet düşma­nı slogan!

Zulüm sloganlarını parçalamalı merhamet kılıcı. Kendisi de bir slogandan ibaret kalmamalı.

Merhamet, insan kardeşliğini, yani inanç kardeş­liğini ihya etmeli ruhlarda.

Tarih leş kokuyor. Çağ, veba ruhuyla titreşiyor. Cevher, akşamını haykırıyor. Bu basit daireyi söküp atacak olan merhamet ilhamı olacaktır.

Kimse, başkalarının kendisinin merhametine muhtaç olduğunu sanmamalı. Tam tersine, hepimiz merhamete muhtacız. Topumuz birden, merhamet ru­huna muhtacız.

Sezai Karakoç - Çağ ve İlham 2

 
Devamını Oku »

Merhamet

MerhametMerhamete gelince, manevî bir erdem olarak o, bugün egemen bulunan nicel ve materyalist acıma değildir. Birçok kimse, Allah'a karşı bir saygı tavır olmaksızın, insanlara kar­şı merhametli görünmek ister. Böylece merhamet konusu olan insan, yalnız maddî ihtiyaçları göz önüne alınan, güzel­lik ve aşk gibi daha derin gereksinmeleri ihmal edilen veya gereksiz şeyler türüne indirgenen iki ayaklı bir hayvandır. Manevî merhametle, ermişlerin merhameti ile insanı son tah­lilde hayvan düzeyine indirgeyen ve kelimenin gerçek anla­mıyla onu himayeden yoksun bırakırken kendisine yiyecek ve giyecek sağlamaktan ibaret kalan hümanist ve materyalist acıma arasında hiçbir ortak ölçü yoktur. O merhamet, insana nasıl yürüyeceğini öğretir, fakat nereye gideceğini kendisine gösterecek bilgiyi vermez.

 

Seyyid Hüseyin Nasr,İdealler ve Gerçekler
Devamını Oku »

Rahmet


Yollar tıkandı, ışıklar söndü, dünyalar karardı. Bana yük olan gövdemin çevrileceği mekân kalmadı artık.

Yakınlarımın, milletimin ve bütün insanların ben daraldıkça bana uzanan elleri yok oluverdi bir anda. Okuyordum, düşünüyordum ve doğru bir yolda yürüyor­dum. Şimdi ne oldu bunlar? Okumak boş bir külfet, düşünmek bir işkence, söylemek sade bir hezeyan. Yürüyüp de nereye gideceğim, madem ki, boyutsuz bir noktanın üzerinde dönüp duruyorum? Dost­lar da kimmiş? Dostluk ne kelime? İnsanların herbiri bir başka hayvan. Sansar olmayanı yılan veya çakal. Sürü riya ile donanır da yüzünü boyarsa ona toplum diyorlar. Benim kendi hayatım bile bana yabancı bir mânâsız varlık, bir kâbus, bir heyûlâ, hafızamın masallarıyla oyalanan hasta bir gölge. Ben dediğim şey, korkularının gölgesine sığınmış ve sade alışkanlıklarının esiri bir otomattan başka bir şey değil. İçinde süründüğü dünya ise ya Schopenhauer’in dediği gibi “mümkün dünyaların en fenasıdır”, ya da Berkeley’in görüşüyle “şuura var gibi görünen bir vehimdir”. Böyle bir dünyada irademden ateşten oklar halinde fışkırıp da etrafa yayılan dilekler, idealler mesa­fe ve mekân bulamıyarak tekrar bana dönüyor, benliğime saplanıyor ve onu uçurumlara yuvarlıyorlar. Bendeki bunca ümitleri boğan ümitsizliğin kucağında var olmak belâlı bir vehim, yaşamak boş şey­dir. O, en açık deyişle yorulmak için koşmak, ölmek için yaşamaktır. Yaşamak, burda ölüm nöbetini beklemektir.

İçerisine bir damla rahmetin sızmadığı bir dünyada insan ruhu­nun üstüne çöken kâbus işte budur. Bu kâbus, kiminde hikmet ve felsefe olur, kimini de kör gözleriyle güden kılavuz. Ancak dua ile göklere açılan ellerin ve Allah’a doğru yükselmek isteyen coşkun emellerin kapanmış kapıları dürtüp de gök kapılarını açtığı zaman ne görürsünüz? Karanlık yer yer yırtılır. Azab ile şüpheyi orta­dan kaldırıp varlıkların gerçeğini gösteren hakikat güneşi âlemleri aydınlatır. Ümitler kalbin can daman olur. Sevinç, sevinç, karşılığı ve sonu olmadığı için ağlatan sevinç benlikten taşar. înanmayıştaki hüsran, son bir defa çirkin yüzünü gösterip çekilir. Herşey sevilir, herşey gerçeğine kavuşur, herşey ebedileşir. İşte bu, duanın sonsuzdan getirdiği rahmettir.

Allah’ın âlemden ibaret eseri olan rahmet, ruhlara müjdesini sunduktan sonra her taraftan gelir, herşeyde görünür. O, sonsuzun sonu olan varlıklarda barınmasıdır. Bunca hatıralar, hicran, hevesler ve sevdalar... Beni benden alan bu hayat kadehine bunların hepsi nasıl sığıyor? Sonsuz olarak yaşa­sam yine de sığacaklardır. Ben dediğim şey, hayat tarlasını kazıyan, düven demiri gibi bir şey midir? Ben kendi kendime miyim? İnsan kendinindir de niye gözyaşlarını kendi dışına akıtıyor? Ümitlerle dolu gözyaşları bize dolan rahmetin yine bizden taşmasıdır; son­suzluktan gelip yine sonsuzluğu aramasıdır. Bencillik, hakikatte benliğin kendi kendini inkârıdır. Kendi dokunduğun tellere kendi gözyaşların boşanır. Bendeki amansız bencilliğin eriyip yok oldu­ğu yer, üstüne bu yaşların döküldüğü tellerdir. Beni dar kalıbımdan çıkarıp sonsuzluğa teslim eden, İlâhî rahmettir. Rahmet, gözyaşları ile kazanılır. İnsan olan varlığın tabiî hali, dua halidir. Rabbin bize sunduğu ise rahmettir.

İnsan ruhu, sürekli bekleyiş halindedir. Bilmeyerek bu bek­leyişini o, fani olan eşyaya bağlar. “Mal istedim, devlet diledim, başarılar bekledim” der. Hakikatte bütün bunlar birer gözbağıdır, aldatıcı hayallerdir; gafil insanı oyalamaktan başka şeye yaramaz­lar. Gören gözler için varlığın kendisi rahmettir. Hem o her yerden gelir. Seste duyulur, bakışta barınır, kışta ve baharda canlanır, esen yelde ve akan suda rahmet mırıldanır. Kısacık ömür içinde ufak büyük birçok şeyler beklediğimizi zannederiz. Hakikatte hepimi­zin beklediği İlâhî rahmettir; bizde dua olan ümitlere sonsuzun cevabıdır. Biz kendi gücümüzle başardığımız eseri bir yere kadar götürüp, bir kapının arkasında bırakırız. Rahmet kapısını açmak bizim işimi/ değildir. Eşyaya bağlı ümitlerle hesapların iflâs ettiği yerde, her zerresi kararmış bir dünyada bile bu kapının bir anda açılışına hiç şaşmıyalım. Onu açan bizim ellerimiz değildir. Bir insan işte ölüyor mu diyorsunuz? Belki çok uzun yaşayacaktır. Bir millet yok olmada mıdır sanıyorsunuz? Belki ebedî olmak için tek­rar canlanacaktır. Bütün insanlık kapkara bir batağa gömüldü ve işte boğuluyor mu diyorsunuz? Belki beklenmedik bir anda doğan güneşle yeniden ayaklanacaktır, ölen şeyleri dirilten bunca ışık, tekrar tekrar âleme dolup taşan bunca hayat bizi uyarmadıysa bu, rahmetten kaçtığımız içindir. Görüşümüzün rahmet, konuşmamızın rahmet, düşünmenin de rahmet olduğunu anlamak için tekrar tekrar kabirden çıkıp gelmemiz mi lâzım?

Merhametle aşkın da rahmet olduğunu, hem de Rabb’in elinden çıktığı gibi rahmet olduğunu anlamadıktan sonra kabirden dünyaya dönüp gelişler de faydasız olacaktır. Rahmet, Allah’ın bize çevrilmiş yüzüdür; biz O’nu rah­metinde görürüz. Allah’ın bir de eşya halinde bölünmemiş, bütün halindeki varlıkta görünüşü vardır. O’nun herşeye serpilen rahmet­te görünüşü bir lûtuftur, varlıkta görünüşü ise ağır bir denemedir. O herkesin kârı değildir. O’nun eşyada görülen rahmetinin tasdikidir. Dua ise, daha fazlasının ümitle yine O’ndan dilenmesidir.

Rahmet, tabiatın kanunlarını aşar, çünkü kanunu koyan da O’nun elidir. Aklın sınırlarının ötesine geçer, çünkü akıl da rahmet eseridir. Onun bizde eşyaya çevrilmiş, kibirle karışık ve bedenle kuşatılmış bir damlasının çırpınışıdır. Gören gözlere o her yerde vardır, güneşin ışığı gibi, bütün âlemi kaplamıştır. Görmeyen ve almayandan, görülmediği ve kendini gizlediği zaman her yerden çekilir. Tablosunu başta çizdiğimiz karanlık bir dünya bırakır. Onu görmek, onu almak için bedenin ve akim kanunlarını çiğneyip ötesine geçmek lâzım geliyor. Bunları bir tarafa iterek değil, tam üstünden aşarak sıçramak şarttır. Bedenin hizmetini, aklın ışığı­nı kullanmak, sonuna kadar kullanmak ve bunların götürebildiği şuurların da Öbür tarafına sıçramak icap ediyor. Bu iş dinin kılavuzluğuyla olur.

Bedenin hareketleriyle övüne övüne cennet arayan ve aklın kendi sınırlan içinde ortaya koyduğu kaidelerin çemberi içinde dolaşan dindarlık, gerçek dini yıkıyor. Ruhun Allah'a götü­ren hamlesini durdurup inşam cansızlarla birleştiriyor. Taassup dedikleri bu felâkettir. Hocanın dini budur. Mabedin imarıyla din adamının refahım hesaplayan din davası, Allah’ın dinini devirmiş­tir. İmanı daraltıcı şekiller, kalbi çepeçevre duvarla kuşatan kaide­ler, bedenin istekleri ve haz cennetleri, hesap ölçüleri, ruhumuzun dünyaya çevrik iştihaları, teşbih sayılan, güzel seslerle donatılmış merasimler, hukukun kaideleriyle korunan ve dünya siyasetine destek arayan din adamlarının sözde dindarlığı... Bunların hep­si gerçek dinin düşmanlarıdır; çünkü bunlar, Allah’ın rahmetine kapatılmış kat kat kapılardır. Herbiri bizi rahmet deryasından bir adım daha uzaklaştırır, Allah’ın elini bizden çekerler. Her tarafına Allah’ın adı yazıldığı, içerisinde türlü kıyafetlerle kuklaların Allah adını haykırdığı mabette Allah bulunmadığı gibi, hep bunlarla yaşanan bir dünyada Allah kullarını terkeder. Akif in dediği gibi:

“Nedir mânâsı mabud olmadıktan sonra, mihrabın,

Rükûun, haşyetin, vecdin, bütün bîçare esbabın?”

Rahmeti alanlara, ona hazır bulunanlara İlâhî rahmet dünya varlıklarının hepsinin eliyle gelir. Onu en güzel getiren insandır, dağdan, denizden geldiği gibi, o bir kuş kanadıyle de gelir, bir yapraktan da alınır. Ama hiçbir tabiat unsuru Şems-i Tebrizinin Mevlâna’ya getirdiği rahmeti getiremez. Mürşid, en ileri rahmet kapısıdır. Rahmeti bir avuç topraktan toplayıp ve bir damla suda seyreden insan kemâle ermiştir, İlâhî rahmetin aynası olmuştur.

Rahmet, bu kendi kendisini izah edemeyen varlığın gerçek adıdır. Başlangıçta cansız varlıkta gizlenen kuvvetin, bitkilerle hayvanları ortaya koyduktan sonra insanı, kendi mutlak hakikatinin kapısının eşiğine kadar ulaştıran eli, insanın kalp gözüne kendi var­lığını gösteren yüzüdür. Âlemdeki İlâhî temaşadır. Felsefenin O’nu tanıtmak için binlerce yıldanberi ortaya koyduğu bunca taslaklar,aklın gösterişli lâkin beyhude marangozluktan hep O’nun etrafında ve dışında dolaşmış, lâkin kendisini tanıtamamıştır. İlmin yaptı­ğı ise, O’nu görmeden ve tanımadan sadece didik didik etmektir. O’nun dünyalarında ancak aşkın kanadıyla uçulur. Âlemde rahmet­ten başka bir şey yoktur.

Nurettin Topçu, Var Olmak
Devamını Oku »

Düşüncenin Derinlikleri

Düşüncenin Derinlikleri

İnsanoğlunun eşyaya teması demek olan düşünce çok şekilli­dir. Varlığı akıl ile, duygu ile, sezgi ile, aşk ile, ihtiras ile ve mer­hamet ile tanıyış bilginin çeşitli şekilleri ve dereceleridir.

Akıl, insanoğlunu dünyaya sultan yapan cevherdir. Akim ese­ri olan ilim, merhamete nazaran pek küçük bir şeydir. Belki de bir vehimdir. Görünmez olandan gelip yine görünmez olana giden sır­ların bir anda eşya halinde görülüp bilinen sistemli vehmidir.

Duygu, aklı kımıldatan kuvvettir. Hem de kendi varlığının farkına vardırandır. Duygular, insan denen bu ağacın güzel, çirkin çiçekleri ve kokulandır. Onlarla avunur, onlarla hayata tahammül ederiz. Onlarla aldanır ve onların varlığını devamlı kılmak için hep birbirimizi aldatmakla yaşarız. Onlar, rüyamızı tatlılaştırır ve hayat uykumuza fani bir mâna katarlar. Duyguların örgüsü olan sanat, hayat çilemizin tesellisidir.

Sezgi, bize bekadan bir ışıktır; belki de hakikatların kapısı­dır. Gafletten bir silkinme, bir hikmet kımıldanışıdır. Sezgi, varlı­ğın yine kendi içinde kalmak şartiyle kabuğundan derinine doğru inmesi, kendi kendisinde derinleşmesidir. Fenadan sıyrılma vâdini getirir, yine de kurtaramaz. Onun önderlik ettiği felsefe ve hikmet, gerçek göklerini gören lâkin uçamıyan müjdelenmiş aczimizi tem­sil etmektedir.

Aşk, ümitsiz varlığımızı sonsuzluğa doğru uçuran kanat­tır, sonsuzluğun ümididir. Varlıkların hepsiyle dolup taşmaktır. Eşyada yaşamak ve eşyanın bizde yaşayışına şahit olmaktır. Aşk,dünyaların her an yeniden yaratılma şevkidir; ebedî ruhlardan bize doğru bir akım, fenadan bekaya bir intikaldir. Aşk eşyanın dilidir; zaman ile mekânın birleşen vücududur. Mâzi ile hâlin yer değiştirmesi, mazinin hâl, hâlin mâzi tarafına geçerek kucaklaşmalarıdır Zamanın ebedîlikle elele vermesidir. Büyük, pek büyük bir vadin eşiğinde bekleyiştir.

İhtiras, insanın teker teker eşyadan sıyrılarak sonra herşeye birden sahip olmasıdır; sonsuzluğu kavrayan iktidarın insan varlı­ğında nöbet tutmasıdır. Varlığın kendi kendine sığmayan iktidarıdır; aslına dönüş iradesidir. Ene'l-hak sırrına erenlerin, “Allahım, ruh ve vücudumu iğrenmeden seyredebilecek kuvvet ve cesareti bana ver!" diye durmadan dövünenlerin, bu hasret durağında feryat ede ede asla doymayacakları murada ermeleridir.

Merhamete gelince; o bunların hiçbirisine benzemez, hiçbirisiyle ölçülmez. Belki bütün bunlar ona zemin hazırlayıcıdırlar, ona  yaklaştırıcı gayret ve duadırlar. Merhamet, Allah’la ansızın vaki  olan buluşma halidir. Merhamet, bu ruh hallerinin herbirine karışmadıkça onlar sakat veya sefil kalırlar. Merhametsiz ilim mesut  etmeyen bir sihirbazlık olduğu kadar merhamet dünyasının dışındır» yaşanan duygular da birer azap veya sefalettir. Merhametsiz sezişlerin kibirden başka libası olmadığı gibi, aşkın merhametsizliği de | belki bir cinayet veya cinnettir. İhtirasın merhametsizliği ise çok kere zulüm olmuyor mu?

Daha ince bir tahlil ile bu ruh hallerinin herbirinin, merhametin bir başka manzarası olduğunu görmek de kabildir. Filhakika ilim, âlemdeki hakikat karşısında düşüncemizin merhametli duruşu olsa gerektir.

Duygu, bizi katı cisimlerden ve kalpsizlerden ayıran acıyış, sezgi, eşyanın cevherine nüfuz eden ruhtaki incelikten yapılmış rahm-ü şefkattir.

Aşk, başkalarının varlığında sonsuzluğa yemin olan merhametle eriyiştir, tapınılan varlığa nefsini kurban eden ruhun merhamet zerreleri halinde O’nun varlığına karışmasıdır. Merhamet, ruhi bütünüyle kendini Allah eserine feda ederek Allah'ı kazandırıcı hareketidir. Âşık, merhametin sonsuz denizinde yıkanma zevkine ulaşmıştır. Aşkın istediği, merhamet hareketinin bizde şuurun da üstüne yükselmesi, varlıkta kesilmeyen teneffüs gibi, sonsuz man­zara gibi bir hal almasıdır. Âşık merhametin sürekli okşayışı ile âlemdeki âlem dışı varlıklarla koklaşır, aşkı olmayan iskeletlerin görmediklerini görür, arzın kabuğunda Allah’tan sesler duyar.

İhtiras ise hiç doymayan merhametin bir tek harekete bağlan­masıdır. Fâni iktidarı, “Rabbinin ismini oku!" der gibi zorlayan bizdeki ilahi elçidir.

Bir kelime ile, onun kendinde çok kere saklanan özü ele alı­nınca, insan bütün merhamettir. Merhametin olmadığı yerde insan yoktur.

Şule, sayı: 8, Temmuz 1963

Nurettin Topçu,Var Olmak
Devamını Oku »