Sevgi Türleri ve İlahi Sevgi

İbn Miskeveyh


Yukarıda söylendiği ve açıkça belirtildiği gibi, insanlar birbirlerine muhtaçtırlar. Her insan kendisini tamamlamak için diğer insanlara muhtaçtır. Birbirleriyle yardımlaşmak zorundadırlar. Çünkü onlar birtakım eksikliklerle yaratılmış ve bunları tamamlamaya mecburdurlar. Yukarıda açıkladığımız gibi her birinin tek tek kendi başına mükemmelliğe ulaşmaları imkânsızdır. O halde bütün organları yararlı bir yapmada birleşen bir şahıs gibi, birbirine bağlı ahenkli toplum olmak için dağınık fertlerin birleşmelerine ve kaynaşmalarına ihtiyaç ve zaruret vardır.

Sevginin birçok türleri vardır ve bunların sebepleri türleri kadardır:

1– Hemen oluşan ve hemen kaybolan sevgi,
2– Çabucak oluşan ve yavaş yavaş kaybolan sevgi,
3– Yavaş yavaş oluşan ve çabucak kaybolan sevgi,
4– Yavaşça oluşan ve yavaşça kaybolan sevgi.

Sevgi sadece bu çeşitlere ayrılır. Çünkü insanların yaşayışlarında göz önüne aldıkları amaçlar üç olup dördüncüsü her üçünün birleşmesiyle oluşan şeydir. Zevk, iyilik, menfaatler ve bunların oluşturduğu şey. İnsanların ulaşmak istedikleri amaçlar bunlar ise, şüphesiz sevginin sebepleri de bunlar kadar olur. Bu amaçlara ulaşmak için yardımlaşan kimse, başarıya erişmiş olur.

Sebebi zevk olan sevgi, çabucak oluşur ve çabucak kaybolur. Çünkü zevk, çabucak değişen bir şeydir. (…) Sebebi iyilik olan sevgi ise, çabucak oluşur ve yavaşça çözülür. Menfaatlere dayanan sevgi de, yavaş oluşur ve çabucak çözülür. Bunların birleşmesinden meydana gelen sevgide iyilik varsa, yavaşça çözülür, yavaşça oluşur.

İşte bu sevgilerin hepsi özellikle insanlar arasında ortaya çıkar. Çünkü bunlar irade ve düşünüp taşınmayı gerektirir, bunlarda cezalandırma ve ödüllendirme söz konusu olur.

Düşünmeyen canlılardaki sevgiye gelince, buna yakınlık demek daha doğrudur ve bu yalnızca aynı türden olanlar arasında meydana gelir.

Bizim üzerinde durduğumuz konu, insanlar arasında irade ile ortaya çıkan oran ve ondan dolayı meydana gelen ödüllendirme ve cezalandırmadır.

Dostluk, sevginin özel bir türü olup buna “meveddet” denir. Ayrıca bu, sevgi gibi büyük sayıda insanlar arasında yerleşemez.

Aşk ise aşırı derecede bir sevgidir ve sadece iki kişi arasında meydana geldiği için meveddetten daha dar bir çerçeve taşır. Bu aşk, ne yararlı alanda, ne de yararlının bulunduğu başka alanda ortaya çıkar. Ancak bunu, aşırı derecede zevk düşkünü ve aşırı derecede iyiliği seven kimseler duyar. Bunlardan biri kınanmış, öteki de övülmüştür. Dostluk, gençler arasında ve yaratılışça onlar gibi olanlarda yalnızca zevkten dolayı ortaya çıkar. Bunlar çabucak birbirleriyle dost olur ve çabucak birbirlerinden ayrılırlar. Bu, onlar arasında az zamanda sık sık görülür. Kimi vakitte dostluk, zevkin sürekliliğine olan güvenleri ve zaman zaman onu tekrar etmeler ölçüsünde devamlılık gösterir. Bu güven kesildikten sonra derhal dostluk da sona erer. Yaşlıların ve yaratılışça onların durumunda olanların dostluğu birbirlerine bağlanmalarını sağlayan bir menfaat uğruna ortaya çıkar. Aralarındaki menfaatler ortak ise bunlar çoğunlukla uzun sürelidir, dostlukları sürekli olur. Aralarındaki menfaat ilişkisi kesilir ve ortak menfaat ümitleri tükenirse, dostlukları da biter.

İyi insanlar arasındaki dostluk, sırf iyilik içindir ve onun sebebi iyiliktir. İyilik öz itibarıyla değişmeyen bir şey olunca ona sahip olanların sevgileri de değişmez ve sürekli olur. (…) İnsanda diğer tabiatlarla müşterek olmayan yalın, ilâhî bir cevher bulunduğundan dolayı onun zevki öteki zevklere benzemez ve bu da yalın bir zevktir. (...)

Böyle bir zevkin yol açtığı sevgi, öyle bir coşku hal gelir ki, tam, halis ve delice bir aşk olur. İşte bu sevgi Tanrı’ya yaklaştıklarını iddia eden kimselerin nitelendirdikleri ilâhî aşktır. (…)

İnsanda bulunan ilâhî cevher, tabiatla temasından doğan kirlerden temizlenince ve çeşitli bedenî zevklerle türlü şeref tutkunluklarının çekiminden kurtulunca, kendi benzerine doğru yönelmek ister ve akıl gözüyle hiçbir maddenin lekelemediği mutlak “ilk iyiliği” temaşa eder, ona doğru koşar ve o zaman ilk iyilikten kendisine doğru gelen nurdan feyz alır. Böylece bundan eşi ve benzeri bulunmayan bir zevk duyar ve bedenini kullansın veya kullanmasın yukarıda anlattığımız birliğe varır. Ancak tabiattan tamamıyla ayrıldıktan sonra, bu yüksek mertebeye daha lâyık olur. Çünkü tam arınma, ancak dünya hayatından ayrıldıktan sonra gerçekleşir.

Bu ilâhî aşkın faziletlerinden biride, eksikliği kabul etmemesi ve ona entrikanın karışmaması, hükümdarın itirazına uğramaması ve sırf iyilere mahsus olmasıdır. Menfaat ve zevk ileri gelen sevgiler ise, kötüler arasında olduğu gibi, iyilerle kötüler arasında da olur. Fakat bunlar zevk ve menfaatlerin sona ermesiyle bitip tükenirler. Çünkü bu sevgiler gelip geçicidirler ve çoğunlukla alışılmayan yerlerdeki birleşmeler dolayısıyla ortaya çıkarlar. Bunlar, gemi ve benzerlerinde olduğu gibi, bu yerler terkedilince, ortadan kalkarlar. Bu sevginin sebebi sosyal yakınlıktır. Zira insan yaratılışı itibarıyla yabanî ve ürkek değil, sosyal yakınlık duygusuna sahip bir varlıktır.

İşte Arapçadaki “insan” kelimesi de bu kökten türemiştir. Bu konu dilbilgisinde açıkça anlatılmıştır. “İnsan unutkan olduğu için bu adı aldı” diyen şair doğru söylememiştir. Bu şaire göre “insan” kelimesi, unutma (nisyân) kökünden türetilmiştir. Bu ise yanlıştır. Bilmemiz gerekir ki insanda yaratılıştan gelen yakınlaşma duygusunu beşerî ilişkilerimizde hataya düşmemek için, büyük bir titizlikle korumamız ve onu hemcinslerimizle birlikte ortaya koymamız gerekir. Çünkü bütün sevgilerin kaynağını o teşkil eder. İnsanlarda bu yakınlık duygusunun gerçekleşmesi için din ve güzel âdetlerce davetlere katılmak birlikte yemek yemek gibi usuller konulmuştur.

İbn Miskeveyh, Ahlâkı Olgunlaştırma, Çev. A. Şener, C. Tunç, İ. Kayaoğlu, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara 1983, s. 122–126.

Bize Yön Veren Metinler,Cilt.2

Derleyen:Alev Alatlı

Devamını Oku »

Türkiye İçin Henüz Vakit Var

Her-Seyin-Bir-Anlami-Var


'Sevgiye adanmış ruhlar pek nadidedir. “Sadelikleriyle et- kilerler; sadelik belki de onların ermişliğidir.

Gümüşlükte kalabalık bir aile halinde balık yiyoruz. Arka masada bir adamın sesi kulaklarımı tırmalıyor: Be­nim bu hayattaki zevkim para kazanmak...” Yani nasıl? Bu cümle, insanın yüzü kızarmadan, pişkin bir kahkahayla na­sıl söylenebiliyor?

îbni Sina’nın hayatını okuyordum, öğretmenlerinden birisi ondaki cevheri keşfettikten sonra babasından bir rica­da bulunuyor. Onu gündelik hayatın sıradan meşguliyetle­rinden uzak tutmasını, hayatını sadece ilme vakfedebilmesi için oğluna destek olmasını istiyor. Düşünüyorum: Bugün kaç baba, oğlunu ilim adamlığı yönünde özendirebilir? Ka­çımız evlatlarımızı Sevgbir köhne kitap, bir sarı kandil’in aydın­lığına emanet edebilecek kadar yürekliyiz? Kaç anne-baba çocuklarının erdemli bir hayat sürmesini, iktidar araçlarına râm olmanın önüne koyabiliyor?

Hayat, insan olmayı öğrenme yolculuğudur. Bilginin amacı dünyayı yağmalamak olamaz. Bilgi, kendimizi ve kâinatı daha iyi anlayıp insanlığımızı tastamam yaşayabile­lim diye bir vasıta olsa gerek. Bilmek, olmaktır.

İnsanlığımızı tam manasıyla yaşayabilmek için göklerle konuşmayı da öğrenmemiz icap etmiyor mu? İnsan, belki de göklerin dilini anlamadığı ve konuşamadığı için bu kadar kekeme. İnsan dili bu yüzden günümüzde birleştirmeye de­ğil, ayırmaya hizmet ediyor.

Kierkegaard onlara ‘iman şövalyeleri* demişti, Serres ‘in­sanlığın gizli aristokrasisi* diyor. “İman şövalyesi kendini başkalarına anlaşılır kılmanın acısını duyar’’ fakat başkasına yol göstermek için boş bir istek duymaz. Acısı doğru yolda olduğunun güvencesidir.”

İyiliği izlemek gerek. İyiliği yayan insanlar, yeryüzünü hepimiz için emin bir yurt kılıyor. Çünkü insanda insanda fazlası vardır. Çünkü kozmos ve ruh, iki ayrı gerçeklik değil, bir gerçekliğin iki ayrı yüzüdür. Zuni yerlilerinin söylediği ilahi gibi: “Zuni’de yağmur yağarsa, bütün dünyada yağar.”

Kaynak:

Kemal Sayar - Herşeyin Bir Anlamı Var
Devamını Oku »

Hayat Teselli Bulmaktır

Her-Seyin-Bir-Anlami-Var


Bilmek için kimileyin sev­mek gerekir. İşte tasavvufun merhameti mihver alan öğretisi bu noktada insanın ruhsal sıkıntılarına çare olarak beliriyor.

‘İncinmemek ve incitmemek’ten yola çıkan ve “Gönüller yapmaya geldim” diyen bu zengin öğretinin, mutluluğu, tü­ketmekte arayan ve ciddi kimlik sorunlarıyla bunalan günü­müz insanına söyleyeceği çok şey var.

Her şeyden önce, anlamın insanın tam da içinde, ruhu­nun derinlerinde saklı olduğunu ve ancak bilinçli bir gayret­le gün yüzüne çıkarılabileceğini söylüyor bize. İnsanın temel meselesinin olgunlaşma serüveni olduğunu söyleyerek bizi içimizde saklı duran olgun insanı (insan-ı kâmil) açığa çıkar­maya davet ediyor. Bütün kadim öğretilerde olduğu gibi, ta­savvufta da hayat bir yolculuk olarak resmediliyor ve bu yol­culukta insanın geçmişin çalışma ve yüklerinden yavaş yavaş arınarak gerçek benliğini keşfetmesi isteniyor. Gerçek ben­lik, üzerine Allah'ın ışığının düştüğü; hırs, tamahkârlık ve hasetten arınmış benliktir. İnsan, varoluşun bu daha olgun düzeyinde ne kâinatı ne de diğer insanları tahrip ve istismar etmeyi düşünür, iyilikte meleklerle yarışır. İşte sufi psikolo­jisini günümüzün kimi maneviyatsız psikoloji öğretilerine nazaran farklı kılan noktalardan biri budur: İnsan ruhu te­kemmül edebilir, iyiye doğru evrilebilir, bencilce arzuların­dan sıyrılarak huzur ve itimi’nan bulabilir. İnsan yükselir. İn­san her durumda ızdıraplarından fazlasıdır. Yeri geldiğinde, ızdıraba tahammül ve kadere/kaçınılmaz olana rıza göster­mek de insanın olgunluk yürüyüşünde bir basamak olabilir. Yirmili yaşlarında, fidan gibi oğlunu kaybetmiş ve bir tera­pistin karşısında ağlamakta olan anneye terapist ne söyleye­cektir? Böyle durumlarda ‘ötelerin soluğunu taşımayan her kelime incitici olabilir.

Hayata hayret nazarıyla bakmak ve böylece kâinatı ve insan nefsini saran güzelliği fark etmek, bu yolculuğun ilk adımı. Bu bir aşk yolculuğu ve “Zafer değil, sefer” ilkesine dayanıyor. Yolculuğun kendisinin ruhu aşka boyayacağım, o aşkla içimizin/ kalbimizin şeffaflaşacağını ve güzelliği akset­tiren bir ayna olacağını ümit ediyoruz. “Yoktuk, bizi var et­tin ve şimdi yine bedenlerimiz yokluk âlemine gidiyor. Ama gel gör ki, bu arada sana âşık olduk. O nakşı işleyen kalemin sahibine âşık olduk” diyen bir aşk uygarlığı...

İnsan mutsuzluğunun tırmandığı bir çağda, sufi irfanı­nı işitmemiz gerek. Ruhun bilgeliğine ulaşmak için bilgeli­ğin ruhuna nüfuz etmeliyiz. Yola çıkmak, ruhun sızısına şifa Aramaktır. Hayat, bir bakıma şifa bulma arzusudur. İnsanın o,ilksel ayrılığından iyileşme ve Cânânla buluşma arzusu.

Şifa sahibini arayış...

Bir sufi sözün de söylendiği gibi, “Her arayan bulamaz, ancak bulanlar yalnızca arayanlardır.”

Kaynak:

Kemal Sayar - Her şeyin Bir Anlamı Var



Devamını Oku »

Nuri Pakdil - Bağlanma (Kısa Notlar)


Büyük bir yalnızlık içindedir çağdaş insan = (Çünkü unut­tuk sevgiyi = uygulayım bilimin yoğun ağırlığı altında büküldü belimiz + ruhumuzun gereksinimlerini konuşmanın ayıp olduğu bir çağda insanlık idam edildi = yana kaymış gözlerimizle, bir­birimizin asılı bedenlerini seyrediyoruz ipte). Yeryüzünde, sürekli soyut, somut darağaçları; öldürme araçtan yapılıyor, üretiliyor: ben beni bildim bileli böyle görünüyor bana yeryüzü. (Sürek­li, bir tutunma, bir dayanma gereğini duymuşumdur: gerekiyor çünkü: ulaşılmamayacak bunsuz hiçbir yere: bunsuz bir milimet­re ilerlenemez: tutunmadan insana: insana yeniden bağlanma­dan: insanı yeniden sevmeden: insanların acılarıyla yeniden acı­lanmadan: insanla ulaşılacak Allah'a)

-----------------------

İnsan, biraz da, bir eklentidir sonsuza. Sonsuz da, ola ki, insan var diye, başsız olmakta, bilinememektedir sonu (= İnsanın gizemli gücü bu). Bütün anlamlar insanda birikmiştir: başlangıçta, insan yüklendi çünkü: sorumluluğu. Büyüklüğü, so­rumluluğu yüklenişinden geliyor insanın: yoksa, etimizin, kemi­ğimizin ne değeri var? + ekmeği aşan büyüklük burda işte. Bu sorumluluğun bilincine varabilmek de, çok derinlerden özsu da­madan bulabilmemize bağlı + sürekli sürmemize bağlı toprağı + kaldırımlarda değil, büyük topraklarda araştırma yapmamıza bağlı = çünkü büyük, engin, gizemli yeryüzü.



--------------------------

Çağdaş insanın korkusu, vicdansızlığından kaynaklanıyor belki de. Kim duyumsatacak vicdanımızı bize? İnsan mı, toprak mı? Ölüm mü, yaşam mı? Çağdaş insanın en büyük olumsuzlu­ğu vicdansızlığıdır. Vicdanımız işlevini yapmadan nasıl gide­rilir bu yoğun karanlıklar? Adaletsizliği, zulmü, ancak vicdanlı olabildiğimiz zaman durdurabileceğiz: tüm yeryüzünde. Öncü bilgelerle, zaman zaman, insanın vicdanı eklenir toprağa: yeni bir güç katmak için yeryüzündeki inanç devinimine + sonsuz toprak, bilge insanla, öncü insanla yenilenir de: inanıyorum böyle oldu O'nunla da.
Devamını Oku »

Sevgi,Muhabbet'in Manası ve Sevenlerin Halleri



İbn Furek

Haris el-Muhâsibiye muhabbetullaha ulaşmanın yolu suâl edildiğinde o şöyle demiştir: “Allah’a iman eden her mü’min muhakkak O’nu sever ve onun  muhabbeti de imam kadardır.” Yine ona: “Mü’minler muhabbeti ne ile artı­rırlar ve öncelikleri nedir?” denildiğinde o şöyle söylemiştir: “Kalbin; Allah’ın nimetlerini, lütfunu, İyiliğini, yardımlarını, fazlını, O’nun ayıpları örten ol­duğunu ve başlangıçta (bidayetinde) amelsiz mukaddes nimetlerini zikretme­sidir ki, işte o zaman muhabbeti hak etmiş oluruz. Görmez misin Hz. Peygamber (s.a.) ne buyuruyor “Kalpler kendisine iyilik yapana karşı sevgi duymak üzere yaratılmıştır. Allah'ın size hibe ettiği sevgi nimetiyle Onu seviniz’’



İşte bunlar muhabbetin öncelikleri ve başlangıcıdır. Sonra kalbe Allah’ı zikir tâlimi ve iman ve kalb bilgisini ihtiyarla muhabbet artar. Bundan Al­lah için muhabbet doğar ve kalpler Allah’ın emirlerini yerine getirmeye, O’na tâate yol bulur, yol gösterir, çağırır.



“Allah için sevenlerin muhabbette farklılıkları nasıl olur?” denildiğinde el-Muhâsibî şöyle cevap vermiştir: “Allah için sevenlerin muhabbeti O’nu önemsemeleri miktarınca, Allah’a olan mârifetin çokluğuna ve (muhabbe­ti) isteklerdeki sıdk, rağbet ettirdiği şeylerdeki rağbetin kuvvetine göredir.Böylece her türlü mahbûba karşı muhabbetullah tercih edilir, isteklere ve temennilere karşı sabredilir.”



Bazı kimselere muhabbetin hakikatinden sorulduğunda onlar şöyle de­mişlerdir: “Muhabbetin hakikati şaşkın bir kalp ile devamlı meyildir”



Bazı kimseler şöyle demiştir: “Muhabbetin hakikati; kişinin, sahip olduğu her şey pahasına sevgiliyi tercih etmesidir.



Bazı kimseler şöyle demiştir: Muhabbetin hakikati gerek huzurunda, ge­rekse gıyâbında sevgiliye muvafakat etmektir.



Başkaları da şöyle demiştir: “Muhabbet sevenin kendi sıfatlarım yok edip sevgilinin zâtını tercih etmesidir. ”



Bazıları, muhabbet, onu tamamlayan iffet çıkıp uzaklaştığı zaman tü­ketmektir, demişlerdir



Başka kimseler ise, muhabbet, mahbûba olan kalplerdeki halâvettir, de­mişlerdir.



Bazıları şöyle demişlerdir: “Muhabbet, sevenin sevdiklerini bırakarak mahbûbunun sevdiği şeyleri tercih etmektir.”



Bazı kimselere hubbdan (sevgiden) suâl edildiğinde şöyle demişlerdin “Gizlidir görülmez, zâhirdir gizlenmez, karanlık bir odada gizlenen ateş gibi­dir. Eğer ateşi yakarsan ateş yanar, terk ettiğinde ise ateş gizlenir.”



Cüneyd e muhabbetin hakikatinden suâl ettiklerinde o şöyle demiştir: “Allah’ın dışındakilere (mâsivâ) karşı tercihin doğruluğudur.”



Bazıları ise şöyle demiştir: “Muhabbetin hakikati, arzulara karşı Hakk ı tercih etmektir.”



Hâris el-Muhâsibî’ye muhabbetten suâl ettiklerinde, O: “Muhabbet Rabbin muradına kalbin muvafakat etmesidir.” demiştir. Kalbin muvafakat etmesinin ne olduğu sorulmuş, O ise şöyle cevap vermiştir: “(Amellerin) Allah’ın (iradesine) muvafık olmasıdır. Bu durumda o Allah Teâlanın sev­diği şeyleri sever, çirkin gördüklerini de çirkin görür.” Tekrar Ona: “Allah için seven kimsenin muamelelerinde kalbinde galip olan şey nedir?” diye sorulmuş, O şöyle cevaplamıştır: “Allah dışında Allah’a karşı hiçbir şeyi ter­cih etmez. O’na olan münacatına, zikirden almış olduğu lezzetine ve din­lenmeden çokça uykusuz kalmaya devam eder.”



Havvâs’a muhabbettin hakikatinden suâl edildiğinde o şöyle demiştin “Muhabbet, iradelerin yok olması, ihtiyaçların ve bütün beşerî sıfatların yanmasıdır.”'.

Cüneyd e muhabbet sorulduğunda o şöyle demiştir: “Sevenin sıfatlarının yerine sevilenin sıfatlarının geçmesidir. Bununla şu kudsi hadise işaret etmişlerdir: “Bir kere de sevdim mi artık onun işiten kulağı, gören gözü, tutup yakalayan eli oluruz.’’



Bazıları der ki: “Muhabbet ve hubb kelimeleri bir mânada iki isimdirler.

Hubb da habîb de birdir.”



Bazı kimseler şöyle demişlerdir: “Hubb, meveddet (sevme) sıfatların­dan bir isimdir. Çünkü Araplar, dişlerdeki beyazlığın saflığını ve dişlerin tazeliğini ifade etmek için “habebu'l-esnân” (dişlerin parlaklığı) Hubâb ise, şiddetli yağmur sebebiyle su yüzeyinde görünen kabarcıklara, hibâb ise te­miz, beyaz bir tanedir.”



Bazıları şöyle demiştir:’’Hubb’kelimesi(Hubâb) kelimesin­den alınmıştır. (Yani muhabbet, “suyun büyük kısmı” mânasına gelen “hubâbül-mâ‘” kökünden türemiştir.) Çünkü su tanecikleri suyun büyük kısmını oluşturur. Araplar “Hebâbuke en tef alekezâ” ‘şöyle yapman se­nin gayendir’ derler. Sanki bu söz sevenin sevgisi için denilmiştir. Çünkü muhabbet, kalpte olan lüzumlu şeylerin büyük kısmının gayesidir.



Bazı kimselere göre ‘’hub” kelimesinin kökü lüzum ve kendisiyle sabit olan sebat anlamına gelir. Nitekim sabit hâlde deve çöküp kalkmadığı za­man “ahabbe’l-ba'îrihbâben” tabiri kullanılır.



Ebû Muhammed “Ben dedi, o hayır sevgisini Rabbimin zikrinden sev­dim” âyetinin tevilinde şöyle der: “Hayır sevgisi yüzünden yere bağlandım kaldım da namazımı kaçırdım.”



Bazıları şöyle demektedir:’hubb’kelimesi hareket etmek mânasındaolan “gurt’ kelimesinden türetilmiştir. Çünkü Araplar küpeye (el-Gurt) ‘hub’ diye de isim verirler.



Nitekim şair, “yılan dahî sevgili gibi dinler fısıltısını kulağına küpe gibi mülâzemet eder de” demiştin



Küpeye, hubb isminin verilmesi ya kulağa lâzım olup kulaktan ayrılmadığı için veya kulakta devamlı hareket ettiği içindir.



Bazıları şöyle der: “Muhabbet “habbe” kelimesinin çoğulu “hıbb” ke­limesinden alınmıştır. Kalbin direği ve ayakta tutan şeye “habbetu’l-kaib” denir. Bundan dolayı kalb, diğer azalara göre sevgi mahallinin yeri olduğu için bu adla isimlendirilmiştir.



Bazıları demişlerdir ki: “Hubb”, “hıbbe” kökünden alınmıştır. Hibbe çölde bütün tohumlara denir. Tohum bitkilerin özü olduğu gibi sevgi de hayatın özü olduğu için muhabbete hibb denilmiştir. “Habb” ve “hubb” kelimeleri aynı mânada (Fetha ile de ötre ile de kullanılan) Amr ve Ömer ve Şedde ve Südde kelimeleri gibidir.



Bazıları da şöyle demişlerdir: “Üzerine su testisi konan dört ağaca da “hubb” denir. Şu hâlde muhabbete “hubb” denilmesinin sebebi sevgiliden gelen her çeşit izzete, zillete, engele ve lütfa katlandığı içindir. Çünkü ken­disi için sevgilisinin (mahbûbunun) rızâ gösterdiği şeylerin haricinde başka şeylere rızâ göstermez.”



Bazıları ise şöyle demişlerdir: “Muhabbet, su kabı anlamına gelen “hubb”dan alınmıştır. Su kabı içinde olan suyu koruyup kendisini doldu­ran sudan başkası oraya sığmaz. Aynı biçimde kalp de sevgi ile dolunca sev­gilisinden başkası ona sığmaz. Bundan dolayı şöyle denmiştir: Bir kalpte iki sevgi bir araya gelmez. Mahbûbunmurâdı yerine getirildiğinde ona (bunu yapan kimseye) seven denilir.



Bir kısım kimseler şöyle demişlerdir: Mârifet ile muhabbet arasındaki farktan suâl edilince biri şöyle demiştir: “Mârifet, seveni mahbûbuna ulaştı­ran, mahbûba itaat ve onun rızâsınamüvafakatta gayret ve azme sevk eden bir nurdur.’’

İbn Furek - Tasavvuf Istılahları

(Türkiye Yazma Eserler Başkanlığı)
Devamını Oku »

Sevgi,Muhabbet'in Manası ve Sevenlerin Halleri



İbn Furek

Haris el-Muhâsibiye muhabbetullaha ulaşmanın yolu suâl edildiğinde o şöyle demiştir: “Allah’a iman eden her mü’min muhakkak O’nu sever ve onun  muhabbeti de imam kadardır.” Yine ona: “Mü’minler muhabbeti ne ile artı­rırlar ve öncelikleri nedir?” denildiğinde o şöyle söylemiştir: “Kalbin; Allah’ın nimetlerini, lütfunu, İyiliğini, yardımlarını, fazlını, O’nun ayıpları örten ol­duğunu ve başlangıçta (bidayetinde) amelsiz mukaddes nimetlerini zikretme­sidir ki, işte o zaman muhabbeti hak etmiş oluruz. Görmez misin Hz. Peygamber (s.a.) ne buyuruyor “Kalpler kendisine iyilik yapana karşı sevgi duymak üzere yaratılmıştır. Allah'ın size hibe ettiği sevgi nimetiyle Onu seviniz’’



İşte bunlar muhabbetin öncelikleri ve başlangıcıdır. Sonra kalbe Allah’ı zikir tâlimi ve iman ve kalb bilgisini ihtiyarla muhabbet artar. Bundan Al­lah için muhabbet doğar ve kalpler Allah’ın emirlerini yerine getirmeye, O’na tâate yol bulur, yol gösterir, çağırır.



“Allah için sevenlerin muhabbette farklılıkları nasıl olur?” denildiğinde el-Muhâsibî şöyle cevap vermiştir: “Allah için sevenlerin muhabbeti O’nu önemsemeleri miktarınca, Allah’a olan mârifetin çokluğuna ve (muhabbe­ti) isteklerdeki sıdk, rağbet ettirdiği şeylerdeki rağbetin kuvvetine göredir.Böylece her türlü mahbûba karşı muhabbetullah tercih edilir, isteklere ve temennilere karşı sabredilir.”



Bazı kimselere muhabbetin hakikatinden sorulduğunda onlar şöyle de­mişlerdir: “Muhabbetin hakikati şaşkın bir kalp ile devamlı meyildir”



Bazı kimseler şöyle demiştir: “Muhabbetin hakikati; kişinin, sahip olduğu her şey pahasına sevgiliyi tercih etmesidir.



Bazı kimseler şöyle demiştir: Muhabbetin hakikati gerek huzurunda, ge­rekse gıyâbında sevgiliye muvafakat etmektir.



Başkaları da şöyle demiştir: “Muhabbet sevenin kendi sıfatlarım yok edip sevgilinin zâtını tercih etmesidir. ”



Bazıları, muhabbet, onu tamamlayan iffet çıkıp uzaklaştığı zaman tü­ketmektir, demişlerdir



Başka kimseler ise, muhabbet, mahbûba olan kalplerdeki halâvettir, de­mişlerdir.



Bazıları şöyle demişlerdir: “Muhabbet, sevenin sevdiklerini bırakarak mahbûbunun sevdiği şeyleri tercih etmektir.”



Bazı kimselere hubbdan (sevgiden) suâl edildiğinde şöyle demişlerdin “Gizlidir görülmez, zâhirdir gizlenmez, karanlık bir odada gizlenen ateş gibi­dir. Eğer ateşi yakarsan ateş yanar, terk ettiğinde ise ateş gizlenir.”



Cüneyd e muhabbetin hakikatinden suâl ettiklerinde o şöyle demiştir: “Allah’ın dışındakilere (mâsivâ) karşı tercihin doğruluğudur.”



Bazıları ise şöyle demiştir: “Muhabbetin hakikati, arzulara karşı Hakk ı tercih etmektir.”



Hâris el-Muhâsibî’ye muhabbetten suâl ettiklerinde, O: “Muhabbet Rabbin muradına kalbin muvafakat etmesidir.” demiştir. Kalbin muvafakat etmesinin ne olduğu sorulmuş, O ise şöyle cevap vermiştir: “(Amellerin) Allah’ın (iradesine) muvafık olmasıdır. Bu durumda o Allah Teâlanın sev­diği şeyleri sever, çirkin gördüklerini de çirkin görür.” Tekrar Ona: “Allah için seven kimsenin muamelelerinde kalbinde galip olan şey nedir?” diye sorulmuş, O şöyle cevaplamıştır: “Allah dışında Allah’a karşı hiçbir şeyi ter­cih etmez. O’na olan münacatına, zikirden almış olduğu lezzetine ve din­lenmeden çokça uykusuz kalmaya devam eder.”



Havvâs’a muhabbettin hakikatinden suâl edildiğinde o şöyle demiştin “Muhabbet, iradelerin yok olması, ihtiyaçların ve bütün beşerî sıfatların yanmasıdır.”'.

Cüneyd e muhabbet sorulduğunda o şöyle demiştir: “Sevenin sıfatlarının yerine sevilenin sıfatlarının geçmesidir. Bununla şu kudsi hadise işaret etmişlerdir: “Bir kere de sevdim mi artık onun işiten kulağı, gören gözü, tutup yakalayan eli oluruz.’’



Bazıları der ki: “Muhabbet ve hubb kelimeleri bir mânada iki isimdirler.

Hubb da habîb de birdir.”



Bazı kimseler şöyle demişlerdir: “Hubb, meveddet (sevme) sıfatların­dan bir isimdir. Çünkü Araplar, dişlerdeki beyazlığın saflığını ve dişlerin tazeliğini ifade etmek için “habebu'l-esnân” (dişlerin parlaklığı) Hubâb ise, şiddetli yağmur sebebiyle su yüzeyinde görünen kabarcıklara, hibâb ise te­miz, beyaz bir tanedir.”



Bazıları şöyle demiştir:’’Hubb’kelimesi(Hubâb) kelimesin­den alınmıştır. (Yani muhabbet, “suyun büyük kısmı” mânasına gelen “hubâbül-mâ‘” kökünden türemiştir.) Çünkü su tanecikleri suyun büyük kısmını oluşturur. Araplar “Hebâbuke en tef alekezâ” ‘şöyle yapman se­nin gayendir’ derler. Sanki bu söz sevenin sevgisi için denilmiştir. Çünkü muhabbet, kalpte olan lüzumlu şeylerin büyük kısmının gayesidir.



Bazı kimselere göre ‘’hub” kelimesinin kökü lüzum ve kendisiyle sabit olan sebat anlamına gelir. Nitekim sabit hâlde deve çöküp kalkmadığı za­man “ahabbe’l-ba'îrihbâben” tabiri kullanılır.



Ebû Muhammed “Ben dedi, o hayır sevgisini Rabbimin zikrinden sev­dim” âyetinin tevilinde şöyle der: “Hayır sevgisi yüzünden yere bağlandım kaldım da namazımı kaçırdım.”



Bazıları şöyle demektedir:’hubb’kelimesi hareket etmek mânasındaolan “gurt’ kelimesinden türetilmiştir. Çünkü Araplar küpeye (el-Gurt) ‘hub’ diye de isim verirler.



Nitekim şair, “yılan dahî sevgili gibi dinler fısıltısını kulağına küpe gibi mülâzemet eder de” demiştin



Küpeye, hubb isminin verilmesi ya kulağa lâzım olup kulaktan ayrılmadığı için veya kulakta devamlı hareket ettiği içindir.



Bazıları şöyle der: “Muhabbet “habbe” kelimesinin çoğulu “hıbb” ke­limesinden alınmıştır. Kalbin direği ve ayakta tutan şeye “habbetu’l-kaib” denir. Bundan dolayı kalb, diğer azalara göre sevgi mahallinin yeri olduğu için bu adla isimlendirilmiştir.



Bazıları demişlerdir ki: “Hubb”, “hıbbe” kökünden alınmıştır. Hibbe çölde bütün tohumlara denir. Tohum bitkilerin özü olduğu gibi sevgi de hayatın özü olduğu için muhabbete hibb denilmiştir. “Habb” ve “hubb” kelimeleri aynı mânada (Fetha ile de ötre ile de kullanılan) Amr ve Ömer ve Şedde ve Südde kelimeleri gibidir.



Bazıları da şöyle demişlerdir: “Üzerine su testisi konan dört ağaca da “hubb” denir. Şu hâlde muhabbete “hubb” denilmesinin sebebi sevgiliden gelen her çeşit izzete, zillete, engele ve lütfa katlandığı içindir. Çünkü ken­disi için sevgilisinin (mahbûbunun) rızâ gösterdiği şeylerin haricinde başka şeylere rızâ göstermez.”



Bazıları ise şöyle demişlerdir: “Muhabbet, su kabı anlamına gelen “hubb”dan alınmıştır. Su kabı içinde olan suyu koruyup kendisini doldu­ran sudan başkası oraya sığmaz. Aynı biçimde kalp de sevgi ile dolunca sev­gilisinden başkası ona sığmaz. Bundan dolayı şöyle denmiştir: Bir kalpte iki sevgi bir araya gelmez. Mahbûbunmurâdı yerine getirildiğinde ona (bunu yapan kimseye) seven denilir.



Bir kısım kimseler şöyle demişlerdir: Mârifet ile muhabbet arasındaki farktan suâl edilince biri şöyle demiştir: “Mârifet, seveni mahbûbuna ulaştı­ran, mahbûba itaat ve onun rızâsınamüvafakatta gayret ve azme sevk eden bir nurdur.’’

İbn Furek - Tasavvuf Istılahları

(Türkiye Yazma Eserler Başkanlığı)
Devamını Oku »

Barış — Savaş zıtlığı



(1) Zorluk, başlıbaşına bir varlık değildir. Tıpkı yakın akrabâsı, kötülük gibi, zorluk da, olumsuzluktur. Olumsuzluksa, kelimenin yapısından anlaşılacağı üzre, ‘olum’un, ‘olma’nın bulunmaması anlamındadır. Zorluk şu durumda, rahatın, düzgünlüğün yoksunluğudur. Rahat, düzgünlük ve bunların devâmı, bireysel sağlık ile onun toplumsal mukabili olan barış olağanlığın ifadesidirler. Lâkin ola­ğanlığı, yine karşıtıyla idrâk edebiliriz. İşte bundan dolayı zorluktan rahat ile düzgünlük doğar. Nitekim Alman şairi Friedrich Hölderlin (1770 - 1843) bu hususu şu unutulmaz mısrayla dile getirmiştir: “Tehlikenin başgösterdiği yerde, çâre de göğüverir.”(207)

İnsanın ‘olağan’ hâli, birey düzleminde sağlık; toplum bağlamındaysa, barış­tır, demiştik. Barış,(208) sevgi ile saygının yaygınlık kazanması durumudur. Barışın zıddı savaştır.(209) O da, öfke ile nefret duygularından kalkan teşkilâtlandırılmış maşeri eylemler dizisidir. Ne var ki, barışın da savaşın da ortak paydası, saygı­dır. O ise, önünde sonunda edebin türevi olduğuna göre, ahlâkın en önde gelen unsurlarındandır. Öyleyse barış gibi, savaş da ahlâka dayanır. Aradaki fark, sevgi — nefret zıtlığında yatar.

(2)Sevgi, ‘ben’in, kendini ‘ben-olmayan’a katıp karıştırma çabasıdır. ‘Ben-olmayan-sen’in duvgularına ‘ben’in katılmasına duygudaşlık(210) diyoruz. Duygudaşlık, ıztırâb ile acıda da sevinç ile neşede de görülür. Duygudaşlığın, ıztırâptaki tezâhürü, merhâmettir. Onun da, zayıf ve yüzeyde kalan hâli, acıma; en güçlü ve tanrısal kudretteki ifâdesiyse, rahmettir.

(3)Duygudaşlık, öncelikle de merhâmet ile bunun genelleşmiş devâmı olan banş, dişi, böylelikle de anne; zıddı, savaş ise, erkek, demekki baba özelliğini barındırır. Her iki özelliği dengede tutabilen toplumun sağlığı yerindedir. Böyle bir toplum, banşta savaşabilme kuvvesi ile irâdesine mâlik olup savaşta, barışma imkânını elinde tutar. Aynı durumun aile düzlemindeki yansımasına baktığımızda, annesinden şefkat dolu destek gören çocuğun, babasından yapabileceklerinin sınırlarını, erk (Fr autorité) yoluyla öğrendiğine tanık oluruz. İster ailede, ister daha geniş toplum bağlamlarında olsun, şefkat ile merhâmet çeşidinden dişilik veçheleri, tek hâkim âmil durumuna gelirlerse, yozlaşma, giderek, soysuzlaşma başgösterir.

Sertlik ile kavga şeklindeki erkeklik tezâhürleri önplana çıkarlarsa, o takdirde de, kültür, medeniyet seviyesine asla ulaşamaz, vahşîlik dediğimiz durum, ortalığı kırar geçer. Öyleyse sevgi ve nefretle dengede birarada yaşamaya da savaşmaya da, ruhça ile bedence hazır olma tavrı, aklın ve sonuçta adâletin gerektirdiklerindendirler. Aklın bildirdiklerini âdilce ifa etmek ise, Müslümanlığın başta gelen vecîbelerindendir. Nitekim Hadîse bakılırsa, aklın onayladığı her şeyi, din teyîd eder; ve, dinin tasdik ettiği her şeyiyse, akıl da benimser. Şu durumda İslâmın, gerek bireysel gerekse toplumsal hayatımıza iliş­kin buyruk ile talimâtlan akılla çelişmez. Nihâyet, aklın kendisi de, dinin aslî uzvudur.

 

Dipnotlar:

 

(207)-“Wo aber Gefahr ist, wächst das Rettende auch” —“Patmos”.

(208)-Bkz: EK 11 e

(209)-Bkz: EK 12ye

(210)-Y sümpathia; Fr&lng compassion.

 

Ş.Teoman Duralı-Sorun Nedir?,syf:211-212
Devamını Oku »

Babayla Oğul Arasında

Babayla Oğul Arasında

Ay tutulursa veya güneş tutulursa çıplak gözle göre­mezsiniz onu.İsle karartılmış bir camla bakarsınız ayı veya güneşi içine girdiği karanlıktan ayırabilmek için.

Bir deprem yeri sarstığı zaman, siz üzerinde sarhoş­lar gibi sallanırken ne olup bittiğini pek anlamazsınız, şaşkınlıktan. Ama, uzaklardan bakan, sizin de, içinde bulunduğunuz evin de, üstünde durduğunuz taşın veya tümseğin de nasıl sallandığını görür.

Sellerin sürüklediği kuzulan, ayni sulara kapılmış insanlar değil, selin dışında kalabilmiş kişiler kurtara­bilir.

Ancak önceden gemisini hazırlamış bulunan Nuh kurtarır insanları birdenbire bastıran bir tufandan.

Suya ateşle karşı çıkılmaz. Coşkun su ateş kayaların bile ilkin söndürür, sonra sürükleyip alıp götürür.

Suya suyla da karşı çıkılmaz. Çünkü: o su da öbürü­ne katılır ve beraber akarlar öfke kanalında.

Suya gemiyle karşı çıkacaksın. Su istese de istemese de omuzlarında taşıyacak gemiyi. Suyun üstünde suyla beraber akacaksın, sularda yuvarlananları teker teker kurtaracaksın.

Bir öfke ve kızgınlık karşısında başarı ne öfkede, ne de yalvarışta; ağırbaşlılıkta, samimi olmakta, öfkelinin derdine, o derdin özüne, gerçeğine yürekten eğilmekte.

Artık çağ, biçimci (formalist) bir hukuk çağı değil.

Çağ, insan dertlerinin, insanlık ıstırabının hukuku aştığı çağ.

Çağ, sevginin ve nefretin, sefahat ve sefaletin, sa­mimiliğin ve hilenin, zekânın ve kurnazlığın, inancın ve inkârın, boyun eğişin ve başkaldırmanın, kölelik tiranlığın ve hürriyetin, aklın ve cinnetin, ıstırabın ’ insan ıstırabıyla alayın yarıştığı, birbirini aşmaya çalıştıkları, hukuku çok gerilerde bıraktıkları bir çağ.

Kasların sonuna kadar gergin olduğu bir çağ bu.

Teatral jestle hayat yenilemez.

Bir ateşin ortasında bir önemli kâğıt yanıyorsa, se­nin, ateşi itfaiye hortumuyla söndürmeye çalışmanda fayda yoktur. Belki ateşi söndürmeyi başaracaksın, ama o zamana kadar da kâğıt yanmış, küle dönmüş olacaktır. Tek çare, suyla söndürmeye çalışmak değil, ateşin içine hızla dalıp kâğıdı kurtarmakta. Zaten se­nin hedefin, ateşe düşmanlık değil, kâğıdı kurtarmak.

Ateşe alışmaktan, onunla dost olmaktan başka çare yoktur, yakmamasını istiyorsan ateşin. Kızgın ateşi su da söndüremez; buharlaşmış su, ateşin üzerinde, ateşi koruyan, ateşten bir perde olur. Ateşin Hazreti İbrahim'i yakam amasının sebebi, onun dost olduğunu sezmesiydi.

Dost yalvarmaz, inşam arkasından da vurmaz, haki­kati söyler o kadar. Gerçek neyse onu söyler, fedakârlık gösterir, yardım eder. Hak neyse onu teslim eder, hak olmayanı da kesinlikle reddeder. Yalana ve hileye sap­maz. Korkuya düşmez. Kızgınlık ve öfkeye de kapıl­maz.

Devlet, kuvvet ve kudretinin gerisinde hakikatler ve hikmetler canlı olarak durduğu sürece devam eder. Ha­kikatler ve hikmetler çekildi mi, dış biçimler ne kadar sağlam görünürse görünsün, o görünüş, ilk üfurüşte ka­ragözün hayalleri gibi söner.

Çocuk babasma başkaldırırsa, baba onu tepelemez. Ona yalvarmaz da. Ta yüreğinden gelen bir hareketle baba olduğunu hatırlatır ona.

Oğulu yola getiren, ne şu ne bu, kendi oğlunun ha­linden acı çeken ve belki de bu acısını kimselere söy­lemeyen, çocuğunun bu halinden kendini suçlu gören babanın samimi ıstırabıdır.

Oğulla baba arasındaki bağdan farksızdır devletle gençlik arasındaki ilgi.

Oğul, ayağa kalkmışsa, baba, oğulu kurtarmaktan başka bir şey düşünmemelidir.

Sezai Karakoç,Günlük Yazılar 2
Devamını Oku »

İnsan Toplulukları Hakkında

İnsan Toplulukları HakkındaBilmelisin ki insan toplulukları iki sınıftır, doğal olanlar ve doğal olmayanlar. Doğal olanların kaynağı sevgidir ki bu, doğal bir bir­liği gerektirir ve yapay bir birlik olan adalete gereksinim duymaz. Zira sevgi fertler arasında daim olduğunda onların hiçbiri zulüm ve baskıya  meyletmez ve böylece hakkı almaya da hakkı gözetmeye de ihtiyaç duy­mazlar. Hatta bütün var olanlar sevgi ile vardır, çünkü onların yapıları birlik temeline dayanır ve birlik için sevgiden başka bir sebep yoktur. Verme cihetinden sevginin en erdemli, en yüce ve ilk olanı Yaratıcı’nın kuluna olan sevgisidir, sonra hocanın talebesine, sonra babanın çocuğuna, sonra da iyilik edenin iyilik ettiği kimseye olan sevgisi gelir. Adaletin hâsıl olması için sevgiyi alma cihetinde de durumun bunun gibi olması gerekir.


Ayrıca şirkin olmaması ve Allah’a ortaklar koşulmaması için herhangi bir sevginin Allah sevgisine tercih edilmemesi gerekir. Böyle hakikî bir sevgi ise ancak rabbanilik derecesindeki âlimlerde olur, bunlardan başkasından sâdır oluyorsa bu, aslı olmayan hayalî bir sevgidir. Allah dışında hiçbir sevgi kişinin hocasına olan sevgisine tercih edilmez, çünkü bu sevgi insanın yetkinleşmesi, bâkîliğinin sebebi olması ve nefsi terbiye etmesi cihetlerinden birinci sevgiye benzer ki, bunun ayrıntısı daha önce geçmişti. Önde gelenlere ve büyüklere olan sevgi, ebeveyn  sevgisine tercih edilmez, çünkü baba sevgisi, hocaya olan sevgiye benzer. Zira nefsin ve bedenin varlığının esası Allah’tandır, Allah hoca ve babayı nefsin ve bedenin varlığının yakın sebepleri yapmıştır. Hoca ruhanî rab, baba ise cismânî rabdir. Nefsin bedenden üstünlüğü miktarınca hocaya olan sevgi, baba sevgisinden üstündür. Hocanın öğrencisine olan sevgisi  ile babanın çocuğuna olan sevgisinin durumu da böyledir. Bazı yakınlara yönelik sevgi, öğrenciye ve çocuğa olan sevgiye, başkasına yönelik sevgi de dosta yönelik sevgiye tercih edilemez.


Şerhu-l Ahlak-i Adudiyye – Taşköprülüzade Ahmed Efendi

Müellif:Adudüddin el-Îcî’
Devamını Oku »

Bilginin İstikameti

Bilginin İstikametiKudema nezdinde, bilgi'nin sıhhati yanında istikameti de önemlidir. Kişi'nin aklını karıştıran, dolaştıran, yolsuz ve yönsüz; amaçtan, maksattan mahrum haberdar oluşlar, bilgi değil, cehaleti, dolaşıklığı artıran malumatlardır. Söylenen, dile getirilen herhangi bir sözün sıhhati yanında, istikameti yani söylenen kişileri, muhatabları nereye taşıdığı da ihmal edilemeyecek bir öneme sahiptir. Açıktır ki, cahiller yani aklı dolaşıklar yol alamazlar; yola koyulamazlar, bir menzile varamazlar; âlimler, bilginler ise ol kişilerdir ki, bir iz'den bir iz'e ulaşır; bir maksada vasıl olurlar.

Bilgi'nin istikametle olan ilişkisi, düşünce/tefekkür, nazar/theoria gibi aklın pek çok eylemiyle de alakalıdır. Kudema, tefekkürü tertip yani düzen, nazarı ise aklın bilinenler-den bilinmeyenler-e hareketi, nazm'ı ise bir ipe sıra üzre dizilen inciler şeklinde tanımlamıştır. Bütün bu tanımlamalarda hep bir yol ve yön, bir tarik/menhec ve maksad/cihet, kısaca istikamet vardır. Yalnızca bilgi değil amel/eylem de böyledir: İnsan hatt-i müstakim'de bilgi devşirirken sırat-i müstakim'de de yürür yani eyler. Eslaf bu muhtevayı farklı bir deyişle de dile getirir: Nazar'da dikkat (dakiku'n-nazar) bilgiye, hal'de rikkat (rakiku'l-hal) amele istikamet verir.

Öyleyse en nihayetinde bilmek, hakkında olduğu konu için bir yol alış, bir menzile varıştır; öne doğru bir harekettir; kadim'in takaddümüdür. Bu nedenledir ki, Türkçemizde her eylem bilmeyi şart koşar: Yap-a-bil-mek için bilmek gerekir; öyle ki bil-e-bil-mek için bilmek olmaz ise olmaz bir koşuldur. Bilginin mündemiç olmadığı, derinliklerinde yer almadığı her eylem dolaşır; mündemiç olduğu, derinliklerinde yer aldığı her eylem ise içerisinde bir istikamet taşır; sahibini bir yere ulaştırır. Örnek olarak, vatan sevgisi, sevgi kelimesinin doğası gereği, ihsas'a ilişkin bir eylemdir; bu eylemi idrak'in alanına taşımak; ya da idrak'i ihsas'a indirgemek hem bilginin sıhhatini hem de istikametini bozar; dolaştırır. İşte tam da bundan dolayı, hem vatanı sevenler hem de yerenler, bu sevgi ve yergilerini ihsastan idrake taşıdıklarında, bilgiyi de sevgi ve yergi'ye bulaştırdıklarında her şeyi dolaştırırlar; hem sıhhati hem istikameti kaybederler. Çünkü ihsastan idrake taşındığında bilgisiz sevgi ihmale, bilgisiz yergi ihanete neden olur.

Benzer durum tarih için de geçerlidir; tarihi sevenler ile yerenler, yine bu sevgi ve yergilerini ihsastan idrake taşıdıklarında konuyla ilgili tasavvurlarının ve tasdiklerinin hem sıhhatini hem de istikametini kaybetmeye mahkumdurlar. Tasavvur ve tasdikteki sıhhat ile istikamet ne sevgi ne de yergiyle, kısaca ihsasla değil, ancak ve ancak idrakle, dolayısıyla bilgiyle kazanılır. Tarihi/vatanı sevenler ve yerenler ile tarihi/vatanı bilenler arasındaki en temel fark budur; ve ancak ve ancak bilenlerin bilgisi, sevgi ve yergi'ye temel teşkil ederse, bir istikamet hasıl olabilir; tersi durumda hem sevenler hem de yerenler dolaşıp dururlar; ya ihmale ya da ihanete neden olurlar.

İyi niyete gelince, sevgi ve yergideki iyi niyete cehalet eşlik ediyorsa, cehenneme giden yolların taşlarını döşemeye yarar; bilgi eşlik ediyorsa ihlasa, samimiyete inkilab eder. Bilgi'nin, idrak'in gerekli olduğu yerde sevgi ve yergisine, ihsasına göre eyleyen kişi, kudemanın deyişiyle ahmaktır; ve Şükrullah'ın güzel ifadesiyle, "bir milleti mahveden yöneticilerinin ve bilginlerinin ahmaklığıdır"……..Kişi neyi severse sevsin, neyi yererse yersin; neye inanırsa inansın, neyi inkar ederse etsin, kısaca ne ederse etsin bilerek etsin. Çünkü ed-e-bil-mek, bilmektir. Kudemanın dediği gibi, "Evrende en değerli insandır; insanda en değerli akıldır; aklın değeri bilmesindedir; bilmenin değeri ise adaletle eylemesindedir". Yine eslafın işaret ettiği üzere: "Kinâye te'vili, mecâz tefsiri talep eder; hakikate gelince o yalnızca ilim ister. O ilim ki, muhatabına bir istikamet verir". İstikametsiz bütün deyişler/söylemler yalnızca idare etmektir yani aklı dolaştırmak.

İhsan Fazlıoğlu,Kendini Aramak
Devamını Oku »

Sevgi,Müslümanca Sevgi

Anlaşılıyor ki, sevgi, insana Allah'ın lütfettiği bir meleke olmakla birlikte, onun, insanlar arasında cereyan eden bir iletişim sağlayabilmesi toplumsal şartlara bağlı bulunmaktadır.

Batı kültürünün egemen olduğu toplumlarda insanlar giderek birbirinden uzaklaşmakta ve birbirinden yalıtılmış hale gelmektedirler. Çünkü bireycilik (olum-suz bir kelimeyle ifadelendirirsek bencillik) giderek Ba-tılı hayat tarzının vazgeçilmez sabitesi olarak dünyada yerini almaktadır.

Yalnızlık, basit olarak, başkalarından yalıtılmış olma anlamına gelmektedir. Başkalarıyla bir araya gelmekse ancak sevginin gücüyle mümkün olabilmektedir. Başka biçimde anlatırsak, insanların yalnızlıklarıyla başa çıkabilmesi sevginin devreye girmesiyle gerçekleştirilebilecektir.

Oysa Batı kültürünün yaşandığı yerlerde, insanlar, bu alanda da bir başlarına bırakılmakta, herkesin kendi başının çaresine bakması beklenmektedir, insanlar  arasındaki ilişkiler ya araçsallaştırılmıştır (medyatik ortam: tek yönlü, tek taraflı iletişim) veya kurumlar aracılığıyla gerçekleştirilmeye çalışılmaktadır (sosyal yardım kurumlan, güçsüzler yurdu, huzur evleri, esirgeme kurumlan gibi), iletişimin, sevgiden yoksun biçimde, araçlar ve kurumlar aracılığıyla ve mekanik biçimde gerçekleştirilmeye çalışılması, elbette insanların beklediği mutluluk ve huzur ortamının hâsıl olmasına yol açmıyor. Tersine, giderek onları belki sevgiye daha muhtaç hale getiriyor.

İslam toplumundaysa insanlar arasındaki ilişkiler düzmece kurumların aracılığıyla ve yalnızlığı giderek soysuzlaştırarak değil; fakat insanların ortaklaşa vic- danlarını harekete geçiren bir vetireyle gerçekleştiril- mektedir. Müslüman'ca bir yaşantı içinde olan insan, yalnızlıkla başa çıkabilmenin başıboş yönelmelerle de-ğil, fakat disiplinli bir çabayla elde edilebildiğini kavrayabilecek bir düzlemde bulunur. Kuran'da önerilen zikir süreci, böyle bir disiplin egzersizidir. Zikir, insanın kendi ben'ini fark etmesi, kendi beni ile Allah'ı bir ve bütün olarak düşünebilme çabasıdır.

 

Bu hedefe varılabilmesi, insanın kendi iradesini Allah'ın iradesi ile ahenkleştirilebilmesi dolayımından geçerek gerçekleştirilebilir veya daha iyi bir ifade ile gerçekleştirilmesi umulabilir. Böylece, şu olguyu işaret etmiş oluyoruz: Zikir, insanın kendinden geçmesi (vazgeçmesi, kendi benini terk etmeyi denemesi) ve bu süreç esnasında kendini Allah'ın varlığında yeniden bulması hâlidir. Insanın, kendinden vazgeçmesi ve kendini Allah'a adamasıyla gerçek ve yüce anlamda sevgi imkân dâhiline giriyor. Bu sevgi, hasis ve kısır, bencil bir sevgi değildir; tersine özveri gerektiren ve son tahlilde sevginin kul'u olunduğuna dair bir idrakin yolunu açan, verimli ve cömert bir sevgidir. Bu suretle insan, Allah'a imanın ve teslimiyetin yolunu keşfetmiş oluyor. İnsan, bu dolayımdan geçerek kendini kozmik evrenin bir parçası olarak görmeyi başarabilirse, yaratılmış olan her şeyle kendi arasında bir sevgi bağı kurmanın da üstesinden gelebilir. Yunus Emre'nin: "Yaratılmışı severiz, yaradandan ötürü" mısraı, sanıyorum böyle bir kavrayışın yolunu açıyor.

Tasavvuftaki "halvet der encümen" hâli, insanın, başkalarıyla birlikteyken, yani kalabalık içinde kendisini Allah'la bir hissetmesi olayıdır. Bir bakıma da, insanın, kalabalık içinde, kendi beninin yalnızlığını hissetmesidir. Durum, "zahiri halk, bâtını hak ile olmak" biçiminde de dile getirilir.

"Bana dünyanızdan üç şey sevdirildi: kadın, güzel koku ve gözümün nuru namaz" mealindeki hadisi şerifin, sevginin bir yöneliş olduğunu ifade ettiğini düşünüyorum. İnsan sevgisinin hemcinsine (kadın marifetiyle), tabiata (koku marifetiyle) ve Allah'a (namaz marifetiyle) yönelişinin veya yönlendirilmesinin ifadesi olarak algılanabileceğine dair bir eğilimin vurgulandığını hissediyorum. Muhiddin-i Arabî, Fusûsi'l-Hikem adlı eserinde durumu şöyle açıklıyor: "... şu duruma göre, Hak-Erkek-Kadın olmak üzere bir üçlük meydana geldi. Bu arada erkek, kadının kendi aslına iştiyakı kabilinden olarak o da kendi aslı olan Rab'bına müştak oldu. Şu halde Allah kendi sureti üzere olan kimseyi sevmekle beraber ona da kadını sevdirdi. O halde erkeğim muhabbeti hem kendi parçası olan kadına karşı, hem de kendisini yaratan Hak'ka karşı oldu. İşte bunun için Hazreti Muhammed Aleyhisselam 'Bana kadın sevdirildi' buyurdu. Çünkü kendi sevgisi ancak Rab'bının suretiyle ilgili olduğundan, kendi nefsinden bahisle 'Ben sevdim' demedi. Bu suretle kendi kadınına karşı olan sevgisini bile Allah'a nispet etti. Çünkü Hazreti Peygamber kadın sevgisini, Allah'ın kendi sureti üzere olan mahlûkuna muhabbeti gibi, ilahı ahlaka uymak için dilemiştir."

Böylece, insanın, hemcinsine karşı olsun, tabiata (bütün mahlûkata) karşı olsun, Allah'a karşı olsun, yönelen sevgisinin cevherinde ilahı bir nefhanın içkin olduğu kabul edilmektedir.

Müslüman, gündelik yaşantısında, yalnızlıkla baş edebilme çabasında başıboş bırakılmamıştır, demiştik. İşte:

Cemaatle kılman günde 5 vakit namaz,

Haftalık cuma namazı ve hiç olmazsa,

Yılda 2 kez bayram namazı,

Oruç,

Zekat

Hac

ibadetlerinin tümü, insanlar arasında iletişim sağlayarak onların birbirlerine karşı sevgisini çoğaltan, yalnızlıklarıyla başa çıkmalarını sağlayan süreçlerdir.

Namaz, insanın, Allah'ın huzurunda teslimiyetini remz etmesi ve O'ndan başka her şeyin fâni ve batıl olduğunun ifadesi bakımından, insanın yalnız bırakılmamış olduğunun güçlü ve ısrarlı dile getirilişidir, diyebiliriz. Allah varsa ve ben ona boyun eğiyorsam, yalnız değilim- Allah'la yalnız değilim. Aynı zamanda, benimle birlikte, aynı anda yönünü Kâbe'ye çevirmiş milyonlarca başka insanla yalnız değilim. Tersine, başkalarıyla birlikte ve aynı yöne bakıyor olma bilincini yaşamaktayım; onlarla aynı Allah'ın kulu olma duygusunu paylaşmaktayım.

Ramazan orucu, gündelik hayatın akışına müdahale etmenin ve bu suretle sair zamanlarda farkına varıl-mayan ama hayatımızda yeri bulunan bazı ayrıntıların farkına varmamızı sağlamanın yanında, insanın kendi ben'ine eğilmesi ve bir anlamda kendi benini anlamaya çalışması gibi bir fırsatı ortaya çıkarmaktadır, insan, kendini anlamaya, kendi faniliğini an be an hissetmeye hazır hale konulmaktadır. Ramazan orucuyla insan, vakitlerin de başkalarıyla paylaşılabileceğini öğren-mekte ve bunun eğitiminden geçirilmektedir.

Zekât, somut biçimde malların paylaşılması, insanla-rın değer verdiği şeyleri başkalarına vermesi eylemidir. İnsanın dünyaya karşı müstağni kalmasının yolunu açarken, bir yandan da böylece mallarıyla birlikte temiz-lediği içini başkalarına sunmaya hazır olduğunu göster-mektedir. Dayanışmanın, maddî (İktisadî) hayatımızın manevî bir alana taşınabilir olduğunun ifadesidir.

Hac, bizi, evrensel sevgi iklimine ulaştırmaktadır. Öteki ibadetler, her şeye rağmen, insanın dar, kişisel çevresiyle, ailesi, mahallesi ve nihayet içinde yaşadığı kenti ile ilintili iken; hac, bütün dünya Müslümanlarının bir araya gelmesini sağlıyor. Aynı zamanda, keza insanın bir kez daha, bir tür bir kıyamet ortamında

kendisiyle bir kez daha tanışmasına kapı açıyor, insanlar arasında evrensel kardeşliğin, Allah katında kul olarak herkesin eşit oluşunun tescilini sağlıyor.

Bütün bu ibadetlerin her birinin, insanlar arasında zorunlu bir iletişim sağlamaya yol açtığı düşünülürse, Müslümanların birbirleriyle 3 günden fazla küskün durmasının tecviz edilmemesi anlam kazanmaktadır.

Sevginin bir verme eylemi olduğuna değinmiştik. Bu ibadetlerin tümünde, insan, verme konumunda bulunmaktadır. Namaz, insanın kendisini Allah'a vermesinin; oruç, kendi üstüne eğilen nefsin kendinden vazgeçmesinin ve yine kendisini Allah'a adamasının; zekât, alın terinin (emeğin) başkalarına sunulmasının; hac, kendini başka müslümanlara adamanın birer işareti olarak görülebilir. Bütün bunların içinde ve ötesinde Allah'ın rızasına ulaşabilme dileği mevcuttur. Kavram olarak Allah rızası, karşılık gözetmeden verme anlamını taşımaktadır.

“Veren el, alan elden üstündür” mealindeki hadis-i şerif, aslında belki de, sevgiyi önermektedir. Verme eylemini kanaat sahiplerinin başarabileceğini düşünürsek, “zenginlik kanaattedir” diyen hadis-i şerif mealinin de aynı verme yorumunda birleştirilebileceği anlaşılabilir.

Kaldı ki, verme işi salt maddi değerlerle ilgili bir alana hasredilmiş değildir; daha önemlisi, insanın kendisinden, bilgisinden, tecrübesinden, aklının ürünlerinden... vermesidir. İslâm, bu konuda da müslümanları cömert olmaya ve sürekli vermeye çağırıyor.

Verme eyleminin, aynı zamanda kendi nefsimizin hakkını gözetme (bir emanet olarak kendi nefsimizin hakkını gözetme) sorumluluğunu içerdiğini de söyleyebiliriz. Bu durum, bencillikten bütünüyle farklı bir anlam taşıyor; bencillik kendi nefsinin çıkarını ve sadece bu çıkarı gözetme anlamını taşırken; nefsin hakkını verme durumu hasbi bir mahiyet taşımaktadır; başka bir söyleyişle, nefsin hakkını gözetmede gene Allah'ın rızası öne geçmektedir.
Batı kültürünün kin ve nefretten doğmuş ve günümüz dünyasına hakim bulunan değerleri karşısında, müslümanlar, öteki bütün insanların da adına sevgiyle örülü bir dünya talebinde bulunuyor. Müslümanlar, daima demokrasiden daha fazlasına talip oldular; sevgi dünyasına talip oldular. Oluyorlar. Bunu, müslümanların günümüzde yaşadıkları perişan hallerine bakarak söylemiyorum. Onların, kendilerini İslâm'a doğru değiştireceklerini ve onlar kendilerini değiştirdikçe Allah'ın da onları değiştireceği vaadini aklımda tutarak bu cümleyi söyleme cesaretini kendimde buluyorum. Çünkü onların, insan kendini değiştirmedikçe Allah'ın onları değiştirmeyeceğine inandıklarını biliyorum.

Kaynak:

Rasim Özdenören-İki Dünya


 

 
Devamını Oku »

Zulüm ve Düşman

Zulüm, insanın bilerek, isteyerek başkasının ruh ve bedenine acı yapmasıdır. Merhametsiz kalplerde gelişir. Kaynağı ise hırs, ha­set, kin ve menfaat duygusu gibi bütün hayvanî ihtiraslardır İnsan­lığın tarihi, büyük zalimlerin binlerce ürpertici tablosunu ortaya ko­yuyor. Ancak zulüm denen canavarı büyük kuvvet ve devlet sahip­lerinin varlığında tanımak, kendimizi aldatmak olur. Gerçekte hepi­mizin etrafı halka halka zalimlerle çevrilmiş bulunuyor.

Sade Neron zalim değil, baba mirasının bütününü eline geçirmek için tuzak kuran kardeş de zalimdir. Yalnız devlet zalim değil, hayatı karartan kadın da zalimdir. İsa peygambere ihanet edip Romalılara bildiren Yehuda kadar, belki ondan fazla günahsız gönülleri her gün zehir­leyen yayınlar, gazeteler ve radyolarla televizyonlar da zalimdir. Bizi yakından kuşatan bu zalimler, insanlığın tarihini çerçeveleyen ünlü ve büyük zalimlerden yüz defa daha tehlikeli, çok daha zarar­lıdırlar. Bedene duyurulan acılara vahşet ve işkence denilse bile, asıl ruha yapılan baskılarla, onu karartıp çökerten ve ondaki sevgi ile huzuru yokeden şiddetlere zulüm demek doğru olur. Bizi en ya­kından çevirip ruhumuzun derinlerine saplanan zulümler, dostun, evlâdın ve kardeşin yaptıklarıdır. Ruhumuzun derinlerinde bizim de farkında olmadan kendimize yaptığımız zulümse, kurtulamadı­ğımız hasetten, kalbimizi parça parça bölen fitneden, aklımızı san­ki zehirli bir rüzgârla bizden uzaklaştıran harslardan doğmuş olanı­dır

Zulmü yaratan, sevgisizliktir. Sevmeyen insan, her zaman ca­navarlığını yapabilen zalim bir varlıktır. Aşkın meyvesi ise, âlemleri doldurup taşmak isteyen merhamettir. Aşkı olmayan, varlığa düşmandır. Dünyamızı huzursuz, hayatı çekilmez yapanlar, bu düş- inanlardır. Düşman her yerde bulunur. Evimizde, etrafımızda, bü­yüklerimizin olduğu kadar küçüklerimizin arasında, hattâ mabetle bile düşmanlar doludur. Medeniyet, kılıcın düşmanlığını menfaat alışverişiyle maskelemiş bulunuyor. Bu sonuncusu, evvelkinden farklı olarak riyakârlıkla, sahtekârlıkla örtülüdür. Sevgiye dayan­mayan aile bir musibet olduğu gibi, sevgisiz çalışma çekilmez bir belâdır. Büyük sanayi işçisiyle işvereni arasındaki münasebet, mer­hamet ve sevginin temellerine dayanmadıkça bu iki sınıfın birbiri­ne düşmanlığı, her türlü refah imkânlarına rağmen daima artacak ve her zaman sınıf düşmanlığı dâvası olan komünizm kuvvet kaza­nacaktın Bu kuvvet, sonunda düşmanlığın en şiddetli yarışması olan harbi mutlaka doğuracaktır.

Sevgiyle idare etmeyen âmir ve idareci de, idare ettiği insanla­rın hayatına zehirler saçarak er geç nefretin çukurunda boğulmaya mahkûmdur. Yeryüzünün gerçek fatihleri kalpleri kazananlardır.

Kaynak:

Nurettin Topçu-Kültür ve Medeniyet

 
Devamını Oku »

Susmaktır Aşkınlığın Önemli Bir Belirtisi

Susmaktır Aşkınlığın Önemli Bir Belirtisi
Susmaktır aşkınlığın önemli bir belirtisi. Gösteriş olsun, derin düşünceli sayılsın diye değil, çok boyutlu bir konuşmayı içine sığdırabilmek için susmak. Konuş­mak isteyen, konuşmakla varlığını kanıtlama yolunda bulunan konuşmalıdır, samimiyeti bunu gerektirir. Bağ­lantıyı konuşmakla kurma aşamasındaki insanın susma­sı kendine zarar getirir. Aşkınlık kendini çetin bilmeceler içine salmakla değil, safiyeti ele geçirmeye çabalamakla değil; bilmecenin bir birimi olmanın heyecanını duymak­la, safiyetin kendinde mündemiç olduğunun sevgisiyle elde edilir.

 

İsmet Özel,Zor Zamanda Konuşmak

 

 
Devamını Oku »