Ahlakın Menşein Akıl Düsturunu Vicdan Görenlerin Reddiyesi



Felsefecilerin içerisinde en mükemmel görüşleri ortaya koyan Kant diyor ki: "Vazife veya vicdanî mesuliyet ahlaktır. Bunun menşei akıl, düs­turu emr ve vicdandır." Bu görüş, diğer felsefecilere nazaran birçok mes­leklerden üstündür. Lâkin Kant'ın ortaya koymuş olduğu "Ahlak, vicdanî mesuliyettir, menşei akıl, düsturu emrdir." tarifi birçok cihetlerden isabetli değildir. Kant'a göre bile akıl ve vicdanın hakîkaten ahlaka kâfi bir temel olması naklolunmuştur. Fakat Kant'ın, mücerred akıl ve vicdanı ahlakî kanunlara hâkim kılması doğru değildir. Çünkü eğer Kant yukarıdaki ta­rifiyle birlikte vahye teslim bir aklı ve vahye dayalı bir vicdanı kasdetmiş olsaydı, ahlakın temel ve menşei hakkındaki görüşleri isabetli olurdu.

Haydi biz de Spencer gibi, bir gayeye yönelmek ahlaktır dersek, şöyle itiraz olunabilir: Hiçbir gaye menfaatten hâlî olmadığına göre toplumun hayatı söz konusu olur. Binaenaleyh toplumun hayat ve refahı aleyhinde olduğu takdirde gayemi icra etmek istersem, diğer ifadeyle gayeme yönelirsem topluma zulmetmiş olurum; yönelmez isem ahlaksız olurum denilir.

Hissi insaniyyeyi ahlaka temel etsek bile yine Rousseau gibi bir felsefeci bize şöyle itiraz edebilir: İnsanın doğuştan itibaren fıtrî olan his­siyle hayrı ve şerri ayırt edeceğine kâni'yim, lâkin hissin, gayenin, emrin ahlaka menşei yahud sevk-i idare merkezi olmasına kâfi düstur olacağına kâni' değilim.

Zira insan nerede olursa olsun, çocukluğundan itibaren belli başlı terbiyelere tâbii tutuluyor. Mesela cehalet, nefsî arzu­lar, bâtıl zanlar, hatalı talimler, bozuk terbiyeler, fâsid kıyaslar, muhit, çevre ve telkinin tesirleri fıtrî olan hâlis vicdanın hislerini öldürür. Binae­naleyh böyle bir felakete mahkum vicdan, his aslâ ahlakın sevk-i idare­sini tayin edemez ve rehber de olamaz.

Rousseau'nun sözünü takdir etmekle birlikte ilaveten ahlakın men­şeini tayin edecek böyle bir vicdanı tesbit etmek için ayrıca saf bir vicda­na ihtiyaç vardır. Binaenaleyh ahlakî düsturların vicdanî kanunlarını, özellikle güzel ahlakların menşeini tayin edecek bir vicdanın da çevre, cehalet, nefsânî arzular, hayalî ve vehmî tuzaklardan tamamen kurtul­muş olması gerekir ki, artık ondan sonra ikinci bir vicdana ihtiyaç kal­masın. Bu takdirde ancak ve ancak Allah'ın seçmiş olduğu kulları olan peygamberlerin vicdanları kâfi olur.

Peygamberlerin vicdanı, çevre ve nefsin tesirinden kurtulması bakımından, özellikle vahiyle şereflenip saf­laştırılması hususunda ayrıca mucize ile teyid olunmaktan dolayı beşer hayatının saadetine hukûkî, itikadî, amelî ve ahlakî olarak kâfi bir düs­turdur. Binaenaleyh "Ahlakın menşei akıl, düsturu emirdir." sözündeki emri tahsis etmek gerekir. Yani Allah Teâlâ'dan gelen emre binaen olan vicdan mesuliyeti tayin eder, ahlaka düstur olur denilirse, Kant'ın tarifi tamamlanmış olabilir.

Her ne kadar zamanımızda peygamber yoksa da tarih, siyer âlimle­ri, vahyi müşahede edenler, mucizeleri görüp bize naklettiler. Şöyleki, yalanlamaya imkan yoktur. En başta Kur'ân-ı Kerîm'in her asırda muci­zesi tekrarlanmaktadır. Çünkü asır da ayrıca ayetleri tefsir eder. Binaen aleyh ahlakın tüm düsturlarını, vicdanın saflaştırılmasını umûmî bir emre yahud vahiyden mahrum olan hislere değil, ancak ve ancak ayet ve ha­dis temellerine dayandırmalıyız.

Kant, ahlak, vazife yahud vicdanen mesuliyet diye fikirlerini ortaya koymuştur. Avrupa felsefesini alt üst ederek yeni bir mezhebi ortaya koy­makla birçok hakîkatlere muvafakat etmişse de, ahlakın kanunî düstur­larına fikirleri aslâ kâfi gelmemektedir. Çünkü kendisi nübüvvet mesele­sini ele almamakla bir türlü kendi hisleriyle ahlakî kanunların düsturunu, menşe' ve sevk-i idare merkezini tayin edememiştir. Nitekim:

"Bütün maddeler ikiye ayrılır:

a-Tecrübe ile varlığı bilinen maddelerdir.

b-Akıl ve hisle varlığı tesbit olunan maddelerdir. Bu kısım ise mü- cerred hayalden ibaret bir şeydir." dediği halde, ahlak bahsinde hiss-i vicdâniyyeye büyük bir ehemmiyet vermiştir. Sanki kendisi böyle bir yo­lu takib etmekle, Epikorya medresesinin mensublarını ve Revâkıyye mezheblerini reddetmek istemiştir. Kant: "İnsanda hayr-ı a'lâ fazilettir; o fazileti bilfiil meydana çıkarmak ise vecibe ve vazifeden ibarettir." de­miştir. Bunu demekle Kant üç görüşü ortaya koyuyor:

1-İnsanda cüz'î irade vardır. Bu cüz'î iradenin adı hayr-ı a'lâ'dır. Onu fiile geçirmemiz vazifedir. Bunu demekle,

2-Akıl kuvvetiyle iradeyi fiile geçirmek arzu ve isteği, vazife ve vic­danın icab ettiği şeydir. Doğrusu, fiilin icra edilmesi aklî kuvvetin eseri­dir. Demek insanda idrakli ve iradeli bir akıl vardır.

3-Her akıl ve vicdan sahibi bir gayeye sahibdir. Yani insan kendisi bizzat şahsiyetini şunun bunun keyfiyle değil, ancak hem kendisinin hakkında hem de başkasının hakkında bir kanunu icra eder. Şahsiyetin emrettiği kanun ise yine akıl ve vicdanın emrettiği fiildir. İşte ahlak deni­len şey bilfiil emri yerine getirmekten ibarettir. Öyle ise sen başkasının hukukuna, şerefine riayet etmelisin, çünkü o da senin gibi bir insandır. Binaenaleyh senin ona riayet etmen bir menfaat için olmamalıdır. Çünkü insanın maddesinde bir kıymet, manevi bir değer vardır. Kant'ın hoşuma giden en isabetli görüşü budur.

Kant'a göre aklın iki türlü emri vardır; in­san hangisinin emrinden çıkarsa öbürünün dairesi altına girer; hangi dairenin emrlerini tatbik ederse, onun tatbik ettiği, fiili, ahlakı ve vazifesi­dir. Mesela "Sıhhat istersen perhiz tut." aklın şartlı olan emridir. Çünkü sıhhat bir gayedir. Bu emrin icabı olan perhiz sıhhate kavuşmanın gaye ve vesilesidir, demiştir. Çünkü Kant'a göre böylece tarif etmiş olduğu çalışmak, ahlakı icab etmeyen bir şeydir. Çünkü bundan feragat etmek mümkündür. Öyle ise şartlı olan emr ahlaka temel olamaz, çünkü aklın vermiş olduğu, şartlı ve maksadlı emrin tatbik edilmesi şart değildir. Hal­buki iş tam aksidir. Yani, şartlı emr de tatbik edilir.

Aklın ikinci emri, mutlak emrdir; vicdana bina edilir. Bu akıl vazifeyi tayin eder. İşte vazifenin adı ahlaktır. Yukarıda belirttiğimiz gibi bu aklın emri, gaye ve maksada dayalı değildir. İşte bu aklın, insan insan olduğu için ona hürmet etmek, haysiyet ve şerefini korumak gereklidir şeklinde­ki mutlak emridir. İşte vazifeyi tayin edecek emr bu emrdlr. işte vazifeyi tayin eden ahlakın temeli olan akıl budur; tüm kanunlar, vazifeler bu ak­la yönelir, demiştir. Halbuki, kayıdlı ve kayıdsız her ikisi de emrdir. Arada fark yoktur.

Bu kadar sözü uzatmamız, Kant'ın Epikorya, Revâkıyye meşreblerini redderek ortaya koymuş olduğu görüşünü beyan etmek içindir. Kant, İslam dîninden haberdar olsaydı elbette burada fikri çok isabetli olacaktı. "İnkâd-u Akl-il-Mahz" adlı eserinin ahlak bölümündeki fikrinin özeti şu­dur: "Kul cüz'î iradesiyle fiilini kisbeder. Aynı akıl ve vicdan iradenin neti­cesi olduğundan onu sorumlu kılar." der ve bu hususta çokça bocalar. Gerçek şu ki, kul cüz'î iradesiyle fiilini kisbeder, yaratmaz, Allah yaratır. Kant, bunun üzerinde çok durmakla beraber bir türlü yaratma sıfatını kisb sıfatından ayı ramam ıştır. Gerek kendisi ve gerek reddetmiş olduğu fikirler, on üç vecihle hataya düşmüşlerdir:

1 -Kant ve benzerlerinin "Akıl ve hisle varlığı bilinen maddelerin bir kısmı mücerred hayalden ibarettin" şeklindeki fikirleri cidden insanı inka­ra sevk edicidir. Çünkü melek, cin, insanın ruhu, aklı ve hissi bilinir, ha­yalî birşey değildir. Hayal sahasında bunları saymak büyük bir hatadır. Zira bunlar tecrübe ve hayalin, hatta maddenin ötesinde kalırlar.

2-Ahlakın menşeinin tayininde "Akl-ı amelî (yani his) kuvvetli bir menşe’dir." demekle hissi, amelî ahlak olarak göstermesinde büyük bir tenâkuz vardır. Yani aklı Cenâb-ı Vâcib-ul-Vücûd'un varlığına kâfi gör­mediği halde, Vâcib-ul-Vücûd'un hükmü olan ahlak hakkında kâfi görüp hükmü ona vermesi arasında tenâkuz vardır. Yani hâkimi tanımayan aklı, hâkimin hükmünün icad edilmesinde hükme menşe' kılması tenâ- kuzdur.

3-Kant insanda olan fıtrî imanı isbat ederek "Fıtrî iman Vâcib-ul-Vü­cûd'un varlığını isbat eder." demiştir. Demek kendisi Ulûhiyet-i Mutlakayı inkar etmiyor. Fakat ahlak ve vazifeyi tayin ederken aklını, Ulûhiyyet-i Mutlaka'nın hükmüne hâkim kılmaktadır. Yani diyor ki: "İlah vardır, lâkin vazife ve ahlakı tayin etmekte vicdan hâkimdir, akıl hâkimdir.” Ona göre, sümme hâşâ Allah hâkim değildir. Bu da kendisinden sonra gelenlerin mutlak inkarına sebebiyet vermiştir. Nitekim devamen şöyle der:

4-"Vîcdan şunun bunun keyfiyle değil, bilakis kendisi bizzat ahlakî vecibeleri ve vazifeleri tesbit ve tayin eder." Yani vicdan kanunu icad eder, vicdan kanuna mahkum olamaz demek istiyor. Kant'a göre hiçbir kanun kendisine hâkim değil, lâkin kendisinin ortaya koymuş olduğu vicdanın semeresi olan ahlakî kanunları, tüm insanlara hâkimdir. Onun bu sözü evvelden nakletmiş olduğumuz "İnsanın hakkına riayet etmeli­sin" demesine muhaliftir. Çünkü Kantın tayin ettiği hayr, başkasının vic­danına göre şer olabilir. Başkasının vicdanının hükmü olan şerri kaldır­ması, başkasının hakkına tecavüzdür. Kaldırmaz ise kendi vicdanına göre hükmetmemiş olur, vicdanı hükümsüz kalmış olur. Bu takdirde hü­kümsüz bir vicdanı ortaya koymuş oluyor.

5-Aklın hükmünde iki türlü emr vardır:

a-Şartlı ve kayıdlı emrdir.

b-Mutlak emrdir.

"Kayıdlı ve şartlı emrin yerine getirilmesi, mesela, sıhhat için perhiz tut, gibi emrleri yerine getirmek şart değildir. Çünkü insan fedakârlık ya­pabilir." der. Bu takdirde Kant bu maddeyle hayrın mükafatını kaldırıyor. Böylece dînî ve dünyevi gayeleri ortadan kaldırıyor. Mesela "Korunmak istersen doğruyu söyle" cümlesindeki "doğruyu söyle" emri şartlı emrdir. Şartlı emrin yerine getirilmesi şart değildir, çünkü vesiledir. Binaenaleyh doğruluktan feragat icab eder. Böyle bir feragat -yani yalan- akıl ve bütün vicdanlara muhaliftir. Hatta kendisine göre de cinayettir.

6-Mutlak emrin tatbiki yani "İnsanın insaniyetine riayet et." emrini yerine getirmek mecburidir. Fakat Kant'ın dediği gibi, bu mutlak emrin tatbiki çok yerlerde mümkün değildir. Mesela aynı mektebde, aynı pro­fesörde tahsil eden iki insanın hisleri, akılları ve aynı aklın mutlak emrleri bir değildir. Nasıl ki cereyandan enerji, buzdolabında dondurucu, fırında kızartıcıdır, öylece aklın mutlak emri de aynı mektebde okuyan bir tale­benin dimağında gazab ve cimrilik, diğerinde yumuşaklık ve cömertlik, öbüründe korkaklık veya cesareti emreder.

Bu takdirde aklın mutlak emri iki talebeyi tenâzu' kanununa sevk eder; intihab ve mutabakat kanun­larının icra edilmesine sebeb olur. Bu da nizâm-ı âleme muhaliftir. Öyle ise ahlakî düsturların hükmüne hâkim, Allah'ın bildirisidir; akıl değildir.

Kant'ın aklı hâkim kılmasından dolayı büyük bir çılgına yol açılmış, ondan sonraki Bochner, Hegel, Kari Marks gibi bir çok felsefeciler, Kant' ın saltanat-ı fikriyyesinden yükselip materyalist fikri bir çılgın olarak mey­dana getirmişlerdir. Bunların yapmış oldukları anarşi, meydana getirdik­leri tahakkümlerin yegane sebebi Kant'tır. Çünkü Kant, mutlak hükmü vicdana, akla havale eder. Herkesin aklı bir olmadığına göre tekâmüliy- ye mezhebinin ortaya koymuş olduğu tenâzu', intihab, mutabakat, virâ­set kanunlarının tatbikatları mecburi oluyor.

Demek istiyorum ki, Kant fel­sefede gerçekte büyük bir mesafeyi aşmıştır, Ulûhiyet-i Mutlaka'yı da ka­bul etmiştir, fakat nübüvvet meselesini ve Allah'ın hükmünün ahlakın te­meli hakkında kâfi olmasını ihmal etmiştir veya inkar etmiştir. İşte onun bu ihmalkârlığı veya inkarı materyalizmin temel taşı olmuştur ve sonraki felsefecilerin inkarına sebeb olmuştur.

7-Kant bütün maddeleri ikiye ayırıp birinci kısmı, tecrübe sahasına dahil etmek istediği maddeyi, hangi tecrübe yoluyla tesblt edebilmiştir ki, diğer kısmı da akıl ve hisle tesbit olunabilsin ve ona hayalî şekil isnad edilsin? Hayale girmeyen ve sığmayan maddeyi hangi kaideye binaen keyfiyetsiz, sûretsiz bir âleme yani ruhâniyete dahil ediyor? Şöyle bir so­ru sorulabilir: Madde var mıdır, yok mudur? Şübhesiz vardır, denilir. O halde şekil ve sûretsiz maddenin tasavvuru nasıl mümkündür. Hayale gelince, hayal bir maddenin şeklinin karikatürünü veya resmini çeker. Halbuki Kant'ın kasdetmiş olduğu ruhâniyette hayal yoktur.

Işte bu nok­tayı tesbit eden Bochner ve emsâli, maddeye hasr-ı nazar ettikleri için tamamen inkara gitmişlerdir. Görülüyor ki Kant'ın felsefesi tamamen ru­hâniyete dönüşmesi gerekir iken, aksine tamamen maddeye kalbolun- maktadır. Buna sebeb de yine Kant'ın maddeleri ikiye ayırıp, birine ha­yalî şekil vererek ruhâniyet meselesine sokmasıdır.

8-Kant'ın tesbit etmiş olduğu vicdan, fıtrî iman ve aklın tahlil edici ol­ması hakkında biz de müttefikiz, bunlar vardır. Ancak aklı, vicdanı, hayra ve şerre miyar kılması doğru değildir, yani çok cüz'î yerlerde miyardır. Yukarıda dediğimiz gibi iki kişinin akılları, vicdan ve ruhları değişik sıfat­lardadır. Hatta bir vicdan, daimi olarak bir halde kalmaz değişir. Şimdi gazab halinde iken biraz sonra yumuşak olabilir. Şu halde vicdan, ahlakın menşei olamadığı gibi, akıl da ahlakın düsturu olamaz. Çünkü gözün görmesi mahdud olduğu gibi, normal vicdan ve aklın hükmü de mahduddur; bugün, yarın ve dünü bir anda göremez.

Binaenaleyh ahlakın temel düsturları ayet ve hadis olmalıdır; akıl ve vicdan da miyar olmamalıdır, alet olmalıdırlar. Allah'ın hükmü yani peygamberlerin bildi­risi bugün, yarın ve dünü bir gördüğünden, neden, nasıl, ne kadar, niçin kelimelerine de sığmadığı için mutlak hâkimdir; işte değişmeyen hüküm budur. Aksi takdirde, bir vicdanın tahakkümü altından çıksak, öbür vic­danın tahakkümü altına girmiş oluruz. İnsanın hayatı, beşer sistemiyle sınırlandırılmadığı gibi şartlandırılamaz da, çünkü bu esarettir.

9-Buraya kadar sıraladığımız izahtan anlaşılıyor ki, Kant, aklın emr- lerini ve hissi, vazifeye temel kılmakla vazifenin temelini kaybediyor. Ni­tekim kendisi de "inkâd-u Akl-il-Mahz" adlı eserinde ahlakî vazifeleri budağa benzetir ve över.

Sonra feryad ediyor:

"Ey vazife! Acaba sana layık olan menşe' nedir, senin kökünü nere­de bulabilirim?" der. Bu feryadla kendisi de akıl ve vicdanın, güzel ah­lakın ulviyetine kâfi gelmediğini itiraf eder.

10-Vicdanın tayin ettiği kanunun mutlak hâkimiyetini itiraf etmekle dostluk ve beşerî kardeşliği, samimiyeti ortadan kaldırıyor. Kant'ın ahlakî kanuna mutlak emrini hâkim kılmasını çok garib gören Schiller adlı filo­zof, onu reddetmek maksadıyla şöyle der: "Ben dostlarıma hizmet ede­rim, fakat ne fayda ki bu hizmeti nefsânî meylimden dolayı yapıyorum. Dolayısıyla faziletli olmadığıma kanaat ederim. Vicdanın mutlak hâkimi­yetinden çokça muzdaribim."

Schiller demek istiyor ki, birçok kimseler masum oldukları halde kanunun tahakkümü altında ezilirler, vicdan bun­lara yardımcı olmayı ister, lâkin aynı vicdanın daha önce çıkarmış ol­duğu kanun buna engel olur. Demek vicdan bu noktada, kula merhamet ve şefkati ortadan kaldırıyor. İlaveten şöyle deriz: Bu felsefeciler, hükmü akla vermekle aklı mahkum kılmaktadırlar.

11-Kant: "Emrler bir kemâliyet olduğu için değil, bir ahlak olduğu için ona ittibâ' lazımdır." der. Bu takdirde Kant'a göre mesela "ibadet edin." emrine itaat etmekte bir kemâliyet söz konusu olmuyor. Bilakis zannettiği gibi değil, emr kemâliyeti elde etmek için meşrû'dur. Çünkü "İbadet et." emri büyük bir saadeti taşıyor ki, o saadet dünyada şöhret, ahirette şereftir. Şu halde kemâliyetten tecrid edilen emr, güzel ahlak­tan da tecrid edilmiştir. Çünkü ahlak, kemâliyetle üstünlüğü kazanır.

12- Kant'ın ahlak ve felsefe yolundaki tekâmülü sûrî ve nazarîdir. Başkası icrâsına mecbur ise de kanunu çıkaranın hakkında bir serbesti- yeti ifade eder. Binaenaleyh kanunu çıkaran kimse, kılıfı kuzu, ruhu kurt gibidir. Bu ise İslam dîninde nifakla tabir edilir.

13-Vicdan ve aklın ortaya koymuş olduğu umum cinayetlerde cezayı icra eder amma, Kant, hayrı işleyene hiçbir mükafat vermez. Bu ise hayrılara sed çekmektir. Hülâsa kendi hayatından ilham alan tüm beşerî kanunlar, mutlak ceza vermek yolunu tercih eder. Bu ise İnsanı ıslaha değil, anarşiye sevk eder. Birkaç cihetle beşerî kanun, İslam kanununa muhaliftir:

a-Beşerî kanunun hâkimi istediği kimseyi cezadan kurtarır. Çünkü kendisinin vicdanı da kanunu ibtal ve ihlal edecek bir kanundur.

b-Beşerî kanun mutlak cezayı vermek yolunu tercih eder; İslam kanunu ıslaha çalışır.

c-Beşeri kanun "suç işlenmesin" diyemez, "suç görülmesin" der. İs­lam kanunu ise "suç işlenmesin" der. Yani tenha bir yerde bir adamı öldürmek suç değildir. Hiç adam öldürmeyen bir kimse, adam öldürmüş gibi görülürse beşer kanununa göre ceza alır.

d-lslam hukukunun tayin ettiği cezalarda afuv söz konusu değildir.

Beşer kanununda ise cânileri afuv etmekle cinayetin çoğalması usulü vardır. Netice-i meram, gerek Kant ve gerek herhangi bir indî kanun beşerin saadet ve refaha kavuşmasına kâfi gelmemektedir. Çünkü akıl, vicdan ve indî kanunlar, çoğu zaman şeytânî hislere, nefsânî arzulara, çevre telkinlerine bina edilir. Bunlar hepsi insanı yoldan çeviren nefsânî arzulardır. O halde akıl ve vicdan altın ise, özellikle ahlakî kanunların çıkarılmasında mihenk taşı lazımdır.

Mihenk taşı ise Asrı Saadete göre vahy-i İlâhiyye, Asrı Saadetten sonra kıyamete kadar ise o vahyin tesbit etmiş olduğu ve bildirdiği Kur'an ve hadistir. Kur’an ve hadîsi, akıl ve vic­dana miyar kılmayan insanlar, kıyamet gününde nedâmet ve hasret çekerek şöyle diyeceklerdir.

*«Şu muhakkak ki Allah kafirleri rahmetinden kovmuş, onlara çılgın bir ateş hazırlamıştır. Kendileri orada ebedî olarak kalıcıdırlar. On­lar ne bir yâr, ne de bir yardımcı bulmayacaklardır. O gün yüzleri ateşte evrilip çevrilirken: "Eyvah bize! Keşke (İslam hukukunu icra et­mekle) Allah'a itaat etseydik, Peygamber'e itaat etseydik." diyecek­lerdir. (Onlara tâbi’ olanlar da o gün:) ty Rabb'imiz! Hakikat biz reisle­rimize ve büyüklerimize uyduk. Onlar da bizi yoldan saptırdılar." demişlerdir (diyeceklerdir). "Ey Rabb'imiz! Onlara azabdan iki katını ver. Onları büyük bîr lanetle rahmetinden kov."» [El-Ahzâb 64- 68)

De­mek dünya hayatında şeriati = ayet ve hadîsi hayatına hâkim kılmayı bı­rakıp vaz'î kanunları hâkim kılanlar, kıyamet gününde çok pişman ola­caklardır. Ve “Eyvah bize! Keşke (İslam hukukunu icra etmekle) Allah'a itaat etseydik, Peygamber'e itaat etseydik, diyeceklerdir.” Bunlar vaz'î kanunları Allah'ın şeriatine kıyas ettiler yahud yetersiz görmüşlerse ebedî; inandıkları halde vaz'î kanunları hâkim kıldılarsa muvakkat ce­hennemde kalacaklardır. Artık mü'min kime itaat ettiğini ne ile amel et­tiğini ciddi bir surette bilmelidir.

İsmail Çetin - Mufassal Medeni Ahlak,dilara yay.,syf.62-69
Devamını Oku »

Akıl Vazifeyi,Vicdan Mesuliyeti Tayin Eder



İmam Mâverdî'nin buyurduğu gibi her faziletin bir esası var, her edebin bir menbaı var, her güzelliğin bir kaynağı vardır. Öyle ise faziletin de esası ve edebin temeli de akıldır. Allah Teâlâ din ve dünya işlerinde aklı insana bahşetmiş, ona tahsis etmiş ve onu esas olarak tayin etmiş­tir. Tekliflerin yönelmesine sebeb de akıldır. Öyleyse Allah'ın bildirmiş ol­duğu vazifeleri akıl idrak eder. Vazifeleri tatbik etmekte tedbirci yine akıl­dır. Mesela mahlukun niyet, maksad ve zamanlan muhtelif olmalarına rağmen onların bağdaşmalarına, buluşma ve görüşmelerine Allah Teâlâ aklı bir bağ yapmıştır.

İbadet, ahlak ve muamelelerde güzellikleri, fazilet­leri bildiren şeriat, teyid eden akıldır. Demek aklın uygun gördüğü ve vic­danın güzel bulduğu vazifeyi de İslam hukuku tesbit eder, akıl onu tatbik eder. Şeriati de anlamak için akıl miyardır. Hülâsa akıl bütün ilimlere menşe'dir. Şeriatin bütün teklifleri akla yönelir. Şu kadar ki, aklın elini tu­tacak İlâhî vahiydir. O müstesna akıl her şeyin başıdır. Demek, aslî akıl, İslam hukukundan aydınlanmış ve Peygamber'e uymuş akıldır. Hâdis-i şerîfte, İslam dininden kazanılmış akla şöylece işaret olunmuştur:

“Hiçbir kimse sahibini hidayet yoluna iletecek, fenalıklardan alıko­yacak aklın benzeri bir şeyi kazanmamıştır. Elbet kişinin aklı dos­doğru olunca, dînlsahlakı da dosdoğru olur/' buyrulmuştur. Her bir şeyin dayanağı veya yardımcısı vardır. Kişinin amelinin dayanağı ve sı­ğınağı da onun aklıdır. Herkesin ibadeti aklının mikdarıncadır. Demek in-sanın en büyük dostu akıldır. Bu hikmete binaendir ki Hazreti Ömer radı- yallahu anh: “Kişinin aslı aklı, nesebi dîni, şeref ve haysiyeti de onun ah­lakıdır.” buyurmuştur. Şeyh Haşan Basrî de: “Allah Teâlâ kime akıl nimetini bağışlamış ise şübhesiz bir gün onu aklıyla kurtaracaktır.” buyurmuş.

İnsanda akıl ve irade olduğu için her azimli niyet, hareket ve amelin­den sorumludur. Bu sorumluluğu yine akıl şer-i şerîften ilham alarak ta­yin ve tesbit eder. Demek insanın sorumluluğuna yegâne sebeb akıl ve cüz'î iradedir. Mesela bir doktor ameliyat esnasında -kasdı hatta fiili ha­yatı kurtarmak olduğundan- hataen hastayı öldürürse mesul değildir. Doktor olmayan bir kimse, -kasdı hayatı kurtarmak olsa bile- bir adamı öldürürse kâtil ve mesuldür; hata ettim diyemez, çünkü aklı ve iradesi vardır. Doktor ikinci birisini öldürürse kâtildir, yine cani değildir, çünkü aklı ve iradesi vardır. Amma doktordan başkası kâtil ve canidir.

Vicdanı da meydana getiren akıldır. Zira vicdan, imanlı bir aklın özü­nün muhakemesinden sonraki ortaya koyduğu hükmüdür. Şu halde ak­lın hissî ve dahilî hükmü vicdan, haricî ve müsbet hükmü de şuurdur. Kâmil aklın hükmü vicdan, şuurun temelidir. Zira gerçek şuur, kalbe hak ilhamın gelişinden sonraki sezgi ve o sezginin de tayin ettiği hüküm ve vicdandır. Demek vicdan kâmil bir aklın buluşu ve hükmüdür. Ancak ve ancak tastam kâmil imana sahib zevatta bu buluş bulunur. Nitekim cehennemlilerin ruhları ateşle azabdan sonra saflaşırken ahirette şöyle diyeceklerdir:*“Eğer bizler Allah'ın hükmünü kabulle Işitseydik ve aklımızı kullansaydık cehennem yâranlarından olmazdık, diyeceklerdir.” [El-Mülk 10] diye ayet-i kerîmeyle ifade edilmektedir.

Demek hakîkî akıl, ahiret gününe inanıp Allah Teâlâ'nın emrlerini kabul kasdıyla dinleyendir; buna şuur da denilir. Bu itibarla ahiret âleminin idrakinden aciz kimseleri hukemâ, dirilerin içinde dolaşan ölü diye ifade ederler. Nitekim birçok müfessirlerde,* “Tâ ki diri olan kimselere haber versin...” [Yâsîn 70] mealindeki ayet-i kerîmenin  'hayyen' kelimesini -kafir kelimesine tekâbül ettiği için- akıl ve şuurlu olarak tefsir ettiler. Demek basîret sezgi­sinden aciz bir akıl, suda hareketli görülen tahta parçası gibi kupkuru bir heykelden ibarettir. Ne fayda ki hareketlidir.

Aklın birçok tarifleri vardır. Artık aklı da tarif etmek için bir akıl gerek. En uygun tarifleri şöyledir:

1 -Akıl, sezgi veyahud zâhirî duygularla nefs-i nâtıkada resimlenen malumatı bilmektir diye imam Mâverdî tarif ettiyse de İmam Râğıb şöyle der:

2-Akıl, herhangi bir bilgiyi kabullenmeye istidadlı kuvvettir. Aynı kuv­vetle insanın istifade edebileceği ilimdir. Birinci tarif şu hadîs-i şerîfe uygundur:* “Allah, Nezdi'nde akıldan daha şerefli bir mahluk yaratmamıştır.”

İkinci tarif ise evvelden nakletmiş olduğumuz “Hiçbir kimse sahibi­ni hidayet yoluna iletecek, fenalıklardan alıkoyacak aklın benzeri gibi bir şeyi kazanmamıştır.” mealindeki hadîs-i şerîfe uygundur. Demek aslî akıl odur ki, sahibini Allah'ın yasaklarından uzaklaştırır. Bu hikmete binaendir ki, sahibini küfür ve isyandan menetmeyen kafirlerin aklı birçok ayetlerde tenkid edilmiştir. Binaenaleyh akılsızlıklarını bildi­ren ayet ve hadisler bu manaya hamlolunur.

3-Seyyid Şerîf de Târifâtı'nda şöyle der: "Akıl, onunla eşya bilinen melekedir." Bundan başka da birçok tarifler vardır.

Aklın mahalli dimağ mı, kalb mi diye ihtilaf ettiler. En doğrusu, hisle bilinen sezgi ve idrake göre aklın mahalli dimağdır; firâset, keşif, gerçek ilhamla bilinen melekeye nazaran aklın mahalli kalbdir denilmektedir.

Fıtrî ve iktisâbî meleke, akl-ı bilfiil ve akl-ı müstefad olmak üzere dört kısım akıl vardır. Tariflerin değişikliği bu taksimden olsa gerektir.

4- Akıl, sûretlerden hâlî melekedir. Eski felsefecilerce bu tarif meş­hurdur. Bu akla, akl-ı heyûlânî dediler.

5- Melekî ve iktisâbî vasıtasıyla ve hisle ilmi kesbetmeye istidadlı kuvvet, akıldır. Doğrusu, bilgisini tatbik etmeye kabiliyetli, akıllıdır.

6- Bilfiil müşahede olunmayıp mücerred düşünceyle yahud tekrar tekrar kazançla -mesela tecrübeyle- meydana gelen bilmek melekesidir.

7- Akl-ı müstefad, nazarî ve amelî meseleleri -müdrike kuvvetinden kaybolmaksızın- tatbikte müşahede olunan akl-ı melekedir.

İmam Mâverdî de: "Fıtraten insanda bir akıl mevcuddur." der. Hadîs-i şerîfte de: “Akıl kalbde bir nur­dur; hak ve bâtılı birbirinden ayırır.” buyrulmuştur. Bu takdirde akıl kalbde bir İlâhî nurdur. Bu kalbdeki nûrânî akıl şu ayet-i kerîmede tasrih olunmuştur:*“Yerde yürü­mediler mi? Tâ ki onlarda düşünüp bilir bir kalb olsaydı...” [El-Hacc 46] Demek hakîkî aklın mahalli kalbdir. Aslında fıtrî akıldan murad, hem mücerred bilmek, hem de bildiklerinden ibret almaktır. Nitekim Kibrit-i Ahmer'de Şeyh-ul-Ekber de şöyle demiştir: Akılla bilinen malumat iki kısımdır:

a-Zâtı idrakle eşyayı bilmesidir. Göz, kulak, kendi zatlarıyla eşyayı hissettiği gibi, akıl da bizzat kendisine mahsus kuvvetle müdriktir. Bu akıl yanılmaz bir akıldır; hatadan ârîdir.

b-His, mefkeret, hayal, mutasarrıfa ve sair aletlerle eşyayı sezen akıldır. Bu akıl hayalden üstündür; düşünülebilen meseleyi sûretlendirir, lâkin bir kısmını unutur. Burada akıl, müdrike ve hâfize aletleri gibi vasıtalarla hayalin unuttuğunu da hatırlar. Bundan dolayı ehli hakîkat bu akla önem vermediler. Ancak ehli hakîkat, firâset duygusundan doğan akla önem verdiler.

AKLIN DEVRELERİ VE TEKLİFLER

Akla göre sezilmesi mümkün olan nefsin iki kuvveti vardır: Birincisi, zâtında kâmil, eşyayı bizzat veyahud bilvasıta içinde sûretlendirdiği ve idrak edebilme gücüne sahib nazarî akıldır. Bu akıl her ne kadar zâtında güçlü ise de, kendisinden daha üstün akla muhtaç ve hayalî kuvvetle de müteessir olduğu için mahal-i teklif olmamıştır. Her doğan insanın yedi yaşından on dört yaşına kadar olan devrinin aklıdır. Bu devrin idraki ha­yalîdir. İllet ile ma'lûlde delil araştırmaktan acizdir akıl. Zira mütehayyile kuvveti bu devrede çok faaldir. Hâfize kuvveti ise henüz daha yeni yeni canlanmaya başlıyor. Zira mefkeret kuvvetinin çalışması on dört yaşın­dan itibarendir.

Binaenaleyh bu akıl, mahal-i teklif olamamıştır. İkinci akıl, amelî ve mahal-i teklif olan akıldır. On dört - on beş yaştan itibaren eşyanın özelliklerini sezen, hayalin tesirinden kurtulan, illet ve ma'lûlde güçlü olan akıldır. Zira on dört - on beş yaşından itibaren hâfize, zâkire, mefkeret kuvvetleri kemiyetleşirler. Artık bu devrede akıl ufak tefek işler­de heyecanlanmaz. Takrîben bu idrak yirmi bir yaşta tekâmül eder. Bu devrede akıl, yapabilmek kuvvetinden geçer, bizzat ve billfiil yapma gü­cüne sahib olur. Doğrusu fıtrî akılla insanın hürriyeti olmadığı için mükel­lef değildir. Çünkü bir yaştan on dört yaşına kadarki devrede dimağ tıpkı bir ayna gibidir; taklidden başka çaresi yoktur. Dimağın karşısına ne ge­lirse o müessir olur. Bu akıl bu devrede karşısına gelen her sûreti hıfze­der.

On dört yaştan sonra ancak resimlenen sûretleri akıl kabul veya reddettiği gibi, fikir, düşünce, delil aramak, kâr ve zararı nazar-ı itibara almakta güç kazanır ki buna irade denilir. Akıl iradeli olduğu için mükel­lef oluyor. Buna akl-ı bilmeleke denildi. Demek hürriyet ve sorumluluk bu devreden itibaren başlar. Bu devrede bir çocuk tek başına namaz kı­lar, tek başına çirkinliği terk eder, yazar, mükafat alır, cezayı hak eder. Terbiye vasıtasıyla dördüncü devre başlıyor ki, bu devredeki akla akl-ı müstefad denilir. Doğrusu, akl-ı bilfiil, akl-ı müstefada dönüşür, işte terbiye yedi yaşta başlar, on dört yaşında biter. Burada iki devre var; her iki itibarla ana baba mükelleftir. Ancak on dört yaş veya on beş yaştan iti­baren, şahsî iradeyle, indî aklıyla insan hareket eder. Eğer ana baba kusur etmişse bile on dört yaştan sonra her zat kendisinden sorumlu olur.

Üçüncü yani on dört yaş, dördüncü yirmi birden sonraki yaş devirle­rinden itibaren bir insan ne mikdar küfür, nifak, fısk ve isyanı terk ederse, o nisbette kalbdeki âkile kuvvet güç alır, çoğalır. Buna akl-ı iktisâbî denil­miştir. Eğer iktisâbî bilgilerde akıl, şehvet ve münkeret tarafına kayarsa, nefs galebe çalar hayvanlaşır. Aksi takdirde, şehvet ve gazab kuvvetleri akta itaatkâr olursa, gittikçe vücud dinçleşir, dimağ gençleşir, şehvet de irâdî olduğundan ihtiyarlık geç başlar. Denilebilir ki isyan olmazsa, cinsî arzularda on sekiz yaşla seksen yaş arasında fark görülmez. Tuhaf ve utanç olmasaydı bunu iyice açıklardım. Lâkin şu ayet-i kerîmeden ilham alınsın.*“Ölü (cahil) iken kendisini Biz dirilttiğimiz, ona insanların arasında yürüyeceği bir nur verdiğimiz kimse, içinden çıkamadığı halde karanlıklarda kalan kişi gibi olur mu hiç? Kafirlerin yapmakta olduğu şeyler, ken­dilerine öylece süslü göründü.” [El-En'âm 122] buyrulmuştur.

Bu ayet-i kerîmedeki "ölü" kelimesi cehil, "diri" kelimesi ise iman ve ilimle tefsir olunmuştur. Nitekim Ibnu Abbas da böylece mana etmiştir. Kurtubî Tefsîri'nde birçok vecihler varsa da Kibrît-i Ahmer ve Fütûhat'ta Şeyh-ul-Ekber İbnu Abbas'ın sözlerini tercih ederek şöyle demektedir: İlim nuruyla şereflenen bir mü'min, dimağ ve akla sahibdir, diridir. Böyle bir zat ca­hile benzer mi? Elbette benzemez; akıl ve nurundan mahrum, tıpkı hare­ketli bir ölü gibidir. Binaenaleyh nurdan maksad ilim ile iman ve o iman­dan sonra da hikmettir. Şehvet ve gazab gibi hikmeti öldüren hiçbir zehir yoktur.

Dikkat ettiniz mi; biz müslümanlar küffârın icadlarına hayran oluyo­ruz, halbuki ayeti kerîmede bunca fen ve sanat gibi “Kafirlerin yap­makta olduğu şeyler, kendilerine öylece süslü göründü.” buyrulmaktadır.

Hikmetle dolu bir iktisâbî akıl ve hürriyetten dolayı akıllıların sorum­luluğunu şu hadîs-i şerîflerden anlamak mümkündür. Yani fıtrî akıl sarsıl­madan kazanılan iktisâbî ve amelî aklı kasdediyorum.*“Ey Uveymir, aklını çoğalt ki Rabb'ine yakınlığın ziyadelerisin.” Uveymir'in: “Anam babam Sana feda olsun; aklımı nasıl çoğaltabilirim?" demesi üzerine Rasûl-u Muhterem şöyle buyurdu: *“Allah Teâlâ'nın yasaklarından sakın, farzları öde, akıllı olursun. Sonra nafile olarak salih amel İşle, dünya aklını çoğaltırsın, hem de Rabb'ine yakın olursun. Ve azizlik bununladır.”

Akl-ı bilfiil derecesindeki idrak, herhangi bir semâvî afatla mutazarrır olmadığı müddetçe teklif ve sorum­luluğu kalkmaz. Asıl olarak da dört nimetten sorulur ki şu hadîs-i şerîfte beyan olunmaktadır: “Âdem oğulları beş şeyden sorulmadıkça Rabb'lerinin huzurundan bir adım atamazlar: Ömrünü ne ile yok ettiğinden; gençliğini ne ile çürüttüğünden; malını nereden KAZANIP ne gibi yerlerde HARCADIĞINDAN, bildiğiyle ne amel ettiğinden.’buy- rulmuştur. Her ferd bundan sorulur. Artık aklı buna göre kullanmalıyız. Mal hususunda iki soru sorulacağına ikkat ettiniz mi?

NEFSÎ ARZULAR AKLI AZALTIR

Allah Teâlâ her şeyi zıddıyla beraber yarattığı gibi aklın da zıddı ola­rak hevâ-i nefsi yaratmıştır. Her zaman tekrarladığımız nefs-i nâtıkanın hevâsı: lezzet, sevgi ve meyli itibarıyla şehvettir; itelemek cihetiyle de gazabdır ki hayvânî kuvvetle tarif edilir. Hayvânî kuvvet akla galebe çaldı mı, insanı hayvandan daha beter mertebeye düşürür. Bu hikmete binaendir ki hadîs-i şerîfte:*“Şehvete itaat illet, İsyanı da Hacdır.” buyrulmuştur. Artık nefs-i nâtıkanın mertebesi süflî olduğundan aklı hayvânî arzularına celbeder. Akıl aslında hürriyeti, kainat ve ağyârın hepsinden alâkayı kesmek ister. Avâma göre bu aklın mertebesi, şehvetten alâkayı kesmektir. Yani a'zamî tedbir almakla Allah'a tevekkül etmek makamında akl-ı müdebbire itaat etmek, nefsî arzularından arınmak demektir. Eğer akıl, ağyardan, yani Allah’tan uzak­laştırıcı her şeyden alâkayı kesmezse nefsin hevâstna mağlub olur ve tedbirden aciz kalır. Birçok avâmın aklının mertebesi budur. Havâsa gö­re ise kendi cüz'î iradesini Cenâb-ı Hakk'ın küllî iradesinde ifnâ etmek­tir.

Burada aklın mertebesi teslimdir. Eğer akıl dînin emrlerine teslim ol­duktan sonra nefsin hevâsına itaat ederse, sükûnetten ayrıldığı için İşine riya ve hile karışır. Binaenaleyh orta akıl odur ki Allah'ın emrlerini nefsin arzularından daha fazla tercih eder. Eğer akıl burada da muvaffak olur­sa, hâs-ul-havâsın mertebesine yükselir. Burada akıl hürriyetine kavu­şur. Zâtî tecellîleri müşahede etmekten dolayı umum resim ve eserler­den yüz çevirir. Bu makama tefvîz makamı denilir. Kul ikinci mertebeye ulaşmadığı müddetçe buradaki hürriyetten mahrumdur. Demek aslî hür­riyet, gaflete sebeb olabilecek her şeyden kurtulmaktır. Binaenaleyh hürriyet için akıl ve cüz'î iradenin tastam selametli olması şarttır. Eğer tasavvuf kelimesini burada tahlil edersek şöyle deriz:''*te,sad,vav,fe''kelimesinin

*T harfi teslim, takva, tevekkülden ibarettir.

*S harfi sabır, sıdk ve sefâdan ibarettir.

*V harfi vird, vüdd (Allah'ı sevmek ve Allah için kulunu sevmek), vefadan ibarettir.

*F harfi ferd (yani Allah'tan uzaklaştırıcı her şeyden yüz çevirmek), fakr ve fenâdan ibarettir. Şu kadar ki fakr demek, fakirliği kabul etmek demek değil; fakr'dan murad: kalbi zikirle doldururken cebi de helal kazançla doldurmaktır. Bu on iki haslet bilfiil insanda bulunursa kendisi hürdür. İki tane eksik olursa, o nisbette esir ve akılsızdır. Binaenaleyh nefsin hevâsına esir olabilir demektir.

Akl-ı selîm Tevhid ister. Çünkü Tevhid asildir. İnsan yaratıldığı gün Tevhid de tebliğ edilmiştir. Hevâ-i nefs ise şirk ister. Aklın dengesini bozan da şirktir. İbnu Abbas tefsirinde: "Hevâ-i nefsten daha ziyade bâtıl bir ma'bûd yaratılmamıştır." demektedir. Şu ayet-i kerîmede dikkatle dü­şünülsün:*“(Habîbim) Hevâ ve hevesini tapı­nak tutanı görüp bildin mi?..” [El-Câsiye 23] buyrulmuştur. İşte bu ayet-i kerîme hevâ-i nefsin akla ne kadar zararlı olduğunu göstermektedir. Hatta hukemâ da: "Hevâ-i nefsine itaat eden, aklının dizginini düşmanı­nın eline vermiştir. Aslında akıl sultandır, hevâ-i nefs bir neferdir; şehvet ve gazab aklı esir ederler. Sultanı bir gedâya esir etmek revâ mıdır?" demektedirler.

Bazı haberlerde de şu vârid olunmuştur: Melekler mücer- red akıldan şehvetsiz olarak yaratılmışlardır. Hayvanlar akılsız mücerred şehvetten tertiblenmişlerdir. İnsan da hem akıl hem de şehvetten tertiblenmiştir. Aklı şehvetine galebe çalan, melekten üstün; şehveti aklına galebe çalan da hayvandan aşağıdır. Hevâ-i nefs, Hakk'ın emrine muhalif her şeydir; ondan sakınmayan sağlam kalmaz.

Akıl edeb ister, ihlas ister, takva ile çoğalır. Çoğaldıkça Hâlık'ın var­lığını idrak eder. İnsan bir an aklına arkadaş olursa, nefsin hevâsından uzaklaşırsa şu sorular derhal aklına gelir:

Ne için yaratıldım? Yaratılışımda gaye nedir?

Umum felsefecileri tefekküre sevk eden bu sorulardır. Fakat onların hevâ-i nefsleri fikirlerini bir ittifak haline getirmemiştir. Hatta meşhur Alman feylesofu Kant "inkâd-u Akl-il-Mahz" adlı eserinde durmadan şu soruları soruyor:

Gücümle ne yapabiliyorum?

Ne gibi amel işlerim?

Ümid ederek emelimi nereye bağlarım?

Durmadan kendi kendinden sorar. Fakat maalesef o da kesin bir kanaate varamamıştır. İslam hukemâsı ise*“Ben ancak insan ve cinleri Ben'i tanıyıp Ban'a ibadet etsinler diye yarattım.” [Ez-Zâriyât56]; *“İnsana çalıştığından başkası yoktur.” [En-Necm 39] mealindeki ayet-i kerîmelerden ilham aldılar. O halde ben Rabb'ime iman eder ve O’na ibadet ederim. Bütün emel ve maksadlarımı O'nun Peygamberi'nin sözlerine bağlarım. Ölüm­den endişe etmeksizin imanın gerektirdiği nefsânî temâyülâtımı O'nun emriyle tahrik ederim. Doğrusu, O'nun için kendimi terk ederim. İşte akıl bu akıldır. Özellikle şu hadisle amel ederim, ümid bağlarım:

*“Siz kendiniz Bana attı şey tekeffül edin,Ben de size cennete gir­menize tekeffül edeyim: Konuştuğunuz zaman doğru söyleyin. Söz verdiğiniz zamanlarda da yerine getirin. Size bir emanet teslim olundu mu (hıyanetsiz olarak onu) ödeyin. (Mutlak sûrette) Irz ve namus mahallini koruyun. Harama bakmaktan gözlerinizi kapatın. (Zulüm yapmlak ve haram işlemekten) Elinizi de menedin.” Diğer rivayette: “Mi­rasınız taksim olunduğu zaman birbirinize zulmetmeyin, başkaları­nın size yapmasını sevdiğiniz bir şeyin aynısını siz yapın (insaf edin). Düşmanlarınızla kital anında korkmayın. Ganimet aldığınızda hıyanet etmeyin. Zalimlerinizi mazlumlarınızdan vazgeçirin.'* buyrulmuştur. Gücümüzle bunları yaparız. Allah'ın afuvuna amelimizi bağ­lar, rahmetini umar ve Rasûlullah'ın buyurmuş olduğu ameli işleriz. Bu­nu idrak etmeyen akıl, sahibinin kelepçesidir.

İsmail Çetin - Mufassal Medeni Ahlak,dilara yay.,syf.106-113
Devamını Oku »

Nuri Pakdil - Bağlanma (Kısa Notlar)


Büyük bir yalnızlık içindedir çağdaş insan = (Çünkü unut­tuk sevgiyi = uygulayım bilimin yoğun ağırlığı altında büküldü belimiz + ruhumuzun gereksinimlerini konuşmanın ayıp olduğu bir çağda insanlık idam edildi = yana kaymış gözlerimizle, bir­birimizin asılı bedenlerini seyrediyoruz ipte). Yeryüzünde, sürekli soyut, somut darağaçları; öldürme araçtan yapılıyor, üretiliyor: ben beni bildim bileli böyle görünüyor bana yeryüzü. (Sürek­li, bir tutunma, bir dayanma gereğini duymuşumdur: gerekiyor çünkü: ulaşılmamayacak bunsuz hiçbir yere: bunsuz bir milimet­re ilerlenemez: tutunmadan insana: insana yeniden bağlanma­dan: insanı yeniden sevmeden: insanların acılarıyla yeniden acı­lanmadan: insanla ulaşılacak Allah'a)

-----------------------

İnsan, biraz da, bir eklentidir sonsuza. Sonsuz da, ola ki, insan var diye, başsız olmakta, bilinememektedir sonu (= İnsanın gizemli gücü bu). Bütün anlamlar insanda birikmiştir: başlangıçta, insan yüklendi çünkü: sorumluluğu. Büyüklüğü, so­rumluluğu yüklenişinden geliyor insanın: yoksa, etimizin, kemi­ğimizin ne değeri var? + ekmeği aşan büyüklük burda işte. Bu sorumluluğun bilincine varabilmek de, çok derinlerden özsu da­madan bulabilmemize bağlı + sürekli sürmemize bağlı toprağı + kaldırımlarda değil, büyük topraklarda araştırma yapmamıza bağlı = çünkü büyük, engin, gizemli yeryüzü.



--------------------------

Çağdaş insanın korkusu, vicdansızlığından kaynaklanıyor belki de. Kim duyumsatacak vicdanımızı bize? İnsan mı, toprak mı? Ölüm mü, yaşam mı? Çağdaş insanın en büyük olumsuzlu­ğu vicdansızlığıdır. Vicdanımız işlevini yapmadan nasıl gide­rilir bu yoğun karanlıklar? Adaletsizliği, zulmü, ancak vicdanlı olabildiğimiz zaman durdurabileceğiz: tüm yeryüzünde. Öncü bilgelerle, zaman zaman, insanın vicdanı eklenir toprağa: yeni bir güç katmak için yeryüzündeki inanç devinimine + sonsuz toprak, bilge insanla, öncü insanla yenilenir de: inanıyorum böyle oldu O'nunla da.
Devamını Oku »

Vicdan

‘Vicdan', Arapça v-c-d (vecd, bulmak) kökünden gelir.İîmân cevherinin farkında olmayan kişinin vicdanı olması mümkün değildir. Bu îmândan ve kendisindeki cevherden bihaber yaşayan, vicdanlıymış gibi davranan kişi imansız olduğu halde mümin gibi görünen münâfık gibidir;Din, aşk, hak, güzellik, cennet, hizmet, sevap gibi kavramlar  hâin insanların eline düştüğünde suiistimal» edilmiş bozul-muş deformasyona uğramıştır. Bu anlam kargaşasından mânevi kirlilikten maalesef vicdan kavramı da çok ağır yaralar almıştır. Hele şu son asır kararmış ve kaybolmuş vicdanlara ‘vicdan,vicdan’ diye bağırıp yaygara kopararak kendi vicdansızlıklarını örtmeye çalışan yığınlara şahit olmaktadır.Benim  inanç ve dinim vicdanımdadır’ gibi sözler artık dini literatür olmaktan çıkmış,ateistlerin,dinsizlerin kullandıkları maskelere dönmüştür

Fatih Çıtlak, Aşkın Bir Noktası
Devamını Oku »

Anarşist

Anarşist ne sadece cemiyette, ne sadece, devlette, ne sanatta, ne de yalnız düşünüştedir. O insanın en derin tabakalarında barınır; oradan çıkar, her yere nüfuz eder;hepimize hadiselerin bin bir çeşit cilvesi içerisinde çehresini gösterir,bizi anarşist yapar.

Anarşist komünist olur, devlet nizamını bozar; sanata saldırır,ve znı, uslûbu yok eder. Düşünceye musallat olur, her fikri bozuk, her düşünüşü sakat gösterir. Vicdana hücum eder, her hareketi fena, her akıbeti bozuk gösterir. Anarşist, dünya nizâmını bozduğu kadar ve ondan önce içimizdeki nizâmı bozan adamdır. O, her çehreyc bürünür. Amele olur, hayattan, dünyadan şikâyetçidir. Muallim olur, gençlikten şikayetçidir. İnsan olur, vicdandan, insandan şikayetçidır. Hâkim olur,iz’ andan şikâyetçidir. Nerede ve ne meslekte olursa olsun onun halı, onun lütfü, onun eseri, dâima yıkıcı olmaktır. Küçüktür, tehdit eder; büyük adamdır, ithamcı olur. Şekilde din­dardır, bedduacı inkılâpçıdır, yıkar ve ezer. Halde yaşar, kavi­dir, alimdir. Yine de öyle iken içimize ızdırap vesilesidir. Hatırlanması, huzuru, inayeti. merhameti bile bize cefâdır. Tarihe karışmıştır, âlim alkışlar, âlem öğünür, yine de öyle iken yâd ı kalplere ma tem teşkil eden bir ağırlıktır, bir zulümdür.

Dindar görünür, ebedîliğin temaşasını karartır; âlemi insana zindan, insanı âleme düşman yapar; imanı insana düşman yapar Mezhepler ayırır, zümrelere kumanda edip zaferler temin eder. Destanlar yaratır.

Anarşist etrafınızda dolaşır, karşınızda olur veya kendi içınize girer. Lâkın etrafınızda dolaşanla dosdoğru karşınızda duran, size kendi içinizde harman kadar tehlikeli düşman değildir. Onlarla mü­cadele mümkün, bazan çok kolaydır. Kararlar, kanunlar, elde taşınan kuvvetler dışındaki anarşisti mağlup etmeye kâfi gelebilirler. Lâkin içinizdeki anarşist öyle değildir. O hâkimdir, hükümler yıkar, o mürebbîdır, vicdanları viran eder; o kadındır, evler yıkar; o nihayet bizdeki zulümdür, gururdan ve gafletten ibaret kendi kendimize zulumdur, kendimizi mahvederiz. Şuur olduk, mantığı çiğnedik, himayeye sarıldık, huzuru telef ettik; irade olduk, âlemden intikam alıyoruz.Anarşizm,her taraflı bir kılınçtır.

Dost olur, düşmanı imha eder,düşman olur,dostu imha eder.Dindar olur,dinsize saldırır;dinsiz olur,dindara saldırır.onun işi imhadır, yıkmaktır. O arzın sahibinin, gerçek iradesinin düşmanıdır. Onla tatmin ile nihayet bulmuş, sonsuz bir düşmanlık iradesi vardır O. dostluğunda da düşmandır, lütfunda da düşmandır,lütfun da düşmandır ilminde de düşmandır, aşkında da düşmandır ve onun düşmanlığı er geç hayatiyle olgunlaşarak hayat sahnemize fırlar hükmünü hissimizden alır, en sonunda kendini de imha eder. Anarşist zengindir, teşebbüs sahibidir. Onun serveti ve teşebbüsü günün birinde bizim sefaletimizin sebebi olacaktır. Anarşist muktedirdir. Onun iktidarı bir gün gelecek bizim sefaletlerimizi hazırlayacaktır. Anarşist âlimdir, ilmi bir gün gelip zulmü tesis edecektir .Anarşist bizim dostumuzdur, elimizi sıkar ve sıkarken “sen benden daha bahtiyar mısın?" diye içinden titrediğini duyarız. Anarşist sev­gisinde bile ithamkar konuşur, nutkunda kendini haklı safında, sizi haksız safında durdurup utandırır. Otoritesinden üstünlük taşar. Onun fazileti ,sizin vazifenizi yapamadığınızı azametle ortaya ko­yup sızı meyus etmektir. Mukayeseler yapıp sizi içinizde çürütmek­tir Vakarıyla vicdanlarda kuyular kazıp çukurlar açmaktan hoşla­nır. Ahlâk telkin ettiği yerde sizi şeytanlaştırmaktan zevk alır. Vic­danını aştıgı anda sızın ruhunuzu karanlıklara gömebilmek sanatı­na sahiptir. Ahlâkı ıttıham, vicdanı ise ancak kendine mahsus erişil­mez bir zirve yapar.

Bizi bize musallat eden anarşist nerede barınıyor? Neremizden fışkırıyor? İşte bütün bizden; yalnızlıktan kurtulamıyan bizden. Şu bedbaht vücut kafesinde barınıyor. O, bu dar kafesin ilk ve asıl sa­kım olan ihtiraslarımızdır. Bazılarının affedilmez bir gafletle hürdür dediği hoyrat ihtiraslarımızda barınmaktadır; onlardan fışkırır.

Göze, kulağa, ele, ayağa, kana ve tenimize sarılır; onlarla birlikte arza yayılmak ister, işte size hayat içinde yalnız olarak sahneye atılan insanın çehresi. Anarşist işte bu adamdır.

Kaynak:

Nurettin Topçu-Kültür ve Medeniyet
Devamını Oku »