Oruçluya Mekruh Olan ve Olmayan Şeyler

ORUÇLUYA MEKRUH OLAN VE OLMAYAN ŞEYLER :

ORUÇ VE İLGİLİ HÜKÜMLER





  1. Sakız Çiğnemek :

Sakız çiğnemek mutlaka mekrûhsa da, fukahadan bir kısmı yaz aylarında tarla-ve bahçede veya ağır işlerde çalışan işçilerin iyice özü alınmış sakızı çiğnemelerinde kerahet olmadığını söylemiştir.

Bunun dışında içindeki özü alınmadan çiğnenen sakız orucu bo­zar. Özü iyice alınmış olanı ise, orucu bozmaz ama mekruhtur.[1]



  1. Özürsüz Gıda Maddelerinden Veya Benzeri Nesnelerden Bir Şeyi Tatmak Veya Çiğnemek.

Ancak kadının kocası huysuz bir kimse ise, o takdirde evde bir olay çıkarmamak için yemek pişirirken tadına ve tuzlu olup olmadı­ğına bakabilir. Bunda kerahet yoktur. Bunun gibi, küçük çocuğuna ağzında çiğnedikten sonra bir şeyler yedirmek zorundaysa, o tak­dirde kerahet kalkar. Çünkü bunda zaruret vardır. Ancak kadın süt veya hazırlanmış çocuk maması bulabiliyorsa, o zaman bir şeyler çiğnemesi mekruhtur.[2]

Nafile oruçlarda ise bir şeyin tadına bakmakta kerahet yoktur. Fukahanın çoğu bu görüştedir.[3]



  1. Satın Alırken Bal, Yağ Ve Benzeri Bir Şeyin Tadına Bakmak.

Çarşı ve pazardan bal, yağ ve benzeri gıda maddelerini satın alırken, bunları güvenilir kimselerden satın alıyorsa, o takdirde ta­dına bakmak mekruhtur. Satıcılar güvenilir kimseler değilse o tak­dirde -aldanmamak için- tadmasında bir sakınca görülmemiştir. [4]Şu kadar ki bütün bu tadmalarda tadılan şey boğazdan aşağı girmemelidir. Aksi halde orucu bozar. [5]



  1. Büyük Abdestten Sonra Aşırı Derecede İstinca Etmek.

Suyun dübürden içeri kaçma tehlikesi olduğundan gereğinden  fazla istinca etmek mekruh sayılmıştır. Temizlik şarttır. Fazlası orucu bozabilir.[6]



  1. Abdest Alırken Veya Serinlemek İsterken Ağız Ve Buruna Faz­la Su Alıp Çalkalamak.

Bu durumda suyun boğaza kaçma tehlikesi bulunduğundan mekruh sayılmıştır. Normal biçimde su alıp gargara yapmadan ağ­zı ve burnu yıkamakta bir sakınca yoktur.[7]



  1. Nehir, Deniz, Havuz Ve Benzeri Yerlerde Yıkanırken Yellen­mek.

Bu durumda suyun dübürden içeri kaçma tehlikesi olduğundan mekruh sayılmıştır.[8]



  1. Banyo Yapmak, Başa Su Dökmek, Islak Beze Sarınmak.

Bunlar îmam Ebû Hanîfe'ye göre mekruhtur. îmanı Ebû Yusuf'a göre mekruh değildir. En zahir olan görüş te budur. [9]Fetva imam Ebû Yusuf'un görüşüne göredir.[10]



  1. Ağızda Tükrüğü Biriktirip Öylece Yutmak.

Gerçi tükrüğü yutmaktan kaçınmak mümkün değildir. Ne. Var ağızda biriktirip yutmakta zaruret yok, istek vardır. Bu bakımdan mekruh sayılmıştır. [11]



  1. İyice Suya Batırılmış Misvak Veya Diş 'Fırçası Kullanmak.

Bu, îmam Ebû Yusuf'a göredir. Diğer imamlara göre, sabah ve ıkşam ağıza ıslak misvak veya fırça sürmek mekruh değildir. İkin­cilerin görüşünde ümmet için kolaylık vardır.[12]

Sürme kullanmak veya bıyıklara yağ sürmek mekruh değildir, kncak böyle yapmakla daha çekici olmayı düşünüyorsa, Ramazanda bu gibi şeylerden kaçınmakta yarar görüldüğünden mekruh sa­pılmıştır. Yok gözlerini güneşten veya hastalıktan korumak için sür­me kullanıyorsa, bunda bir sakınca yoktur.[13]



  1. Güçsüz Düşeceğini Bildiği Halde Kan Aldırmak, Yani   Kan Vermek.

Güçsüz düşmüyeceğini biliyorsa, kan aldırmasında kerahet yok­tur. Herhalde sıhhi yönden aldırması gerekiyorsa, bunu iftardan sonraya bırakması uygun olur.[14]



  1. Zevcesini Şehvetle Öpmek.

Yaşlıların ve ilim adamlarının elini, küçük çocukların yüzünü Öpmekte bir sakınca yoktur. Şehvet duygusu olmaksızın kendi ka­rısını öpmekte böyledir. Ancak şehvet duygusuyla öpmesi mekruh­tur, orucun faziletini düşürür. [15]



  1. Karı Kocanın Bedenlerini Birbirine Dokundurmak Suretiyle Sevişmesi.

Bu da mekrûhtur-, orucun hem faziletini, hem sevabını düşürür. Çünkü oruç bir bakıma melekleşmek demektir. Nefse hakimiyet, uç­kura sahip olmaktır.[16]



  Cünüb Olarak Sabahlamak :

Fecir doğmadan önce herhangi bir sebeple cünüp olmak ve bu vaziyette sabahlamakta -oruçtan yana- bir sakınca yoktur. Ancak güneş doğmadan yıkanıp sabah namazına yetişmesi gerekir. [17]



 Gündüzleyin Uyurken İhtilâm Olmak :

Gündüzleyin uyurken ihtilâm olmak oruca zarar vermez. Çünkü bu elde olmayarak ortaya çıkan bir durumdur. Namaz vaktini geçirmeden yıkanmak gerekir.[18]



  1. Sahuru Fecir Doğmak Üzere Bulunan Vakte Geciktirmek.

Sahuru gecenin üçte ikisi geçinceye kadar geciktirmek müste-habsa da fecir doğmasına pek az bir süre kalıncaya kadar gecikti­rilmesi mekruhtur. Çünkü bu durum insanda şüphe doğurur.[19]



  1. İftarı Güneş Batar Batmaz Acele Etmek.

İftarı acele etmek müstehabdır. Ancak bu acele, henüz güneş iyice batmadan gerçekleşirse, oruç şüpheye girmiş olur. O halde acelesinde vakti iyice gözetmek gerekir.



Namazdan Önce İftar :

Akşam namazından önce iftar etmek müstehabdır. Buna sün­net diyenler de var. Ancak sofraya oturup uzun süre yemekle oya­lanma ve bu yüzden namazı vaktin sonuna geciktirmek pek uygun sayılmaz. Bu bakımdan akşam iftar vakti girince önce su, hurma, zeytin ve benzeri şeylerle orucu bozmak, yani iftar etmek, sonra ak­şam namazını kılıp öylece açlığı tamamen gidermek tavsiye edilmiş­tir.

Akşam İftar Sofrasında Otururken Şu Duâ Yapılır :

Türkçe anlamı :

«Allahım! Senin (rızan)  için oruç tuttum; ancak Sana imân et­tim; ancak Sana dayanıp güvendim ve ancak Senin verdiğin rızıkla iftar ettim. Yarının orucunu tutmaya niyet ettim. Geçmiş ve gele­cek günahlarımı bağışla...»[20]



  1. Şek Günü Oruç Tutmak.

Şaban ayının sonunda «bugün şabanın son günü müdür, yoksa Ramazanın ilk günü müdür? Kesinlikle bilmez şüphe içinde olursa o takdirde oruç tutması mekruhtur. îster Ramazan orucuna, ister başka bir vacibe niyet etsin, farketmez.[21]

Ancak buna rağmen oruç tuttuktan sonra o günün Ramazan ol­duğu belirlenirse, onun yerine geçer. Ramazan olmadığı anlaşılırsa nafile yerine geçer. Tutmaya niyet ettikten sonra bozarsa kazası ge­rekmez. Çünkü zaten tutulması mekruhtur.[22]

Böyle bir günde sadece nafile niyetiyle oruç utarsa, bunda bir sakınca yoktur. Sahih olan da budur. Bu niyetle oruç tuttuktan son­ra o günün Ramazan olduğu anlaşılırsa, onun yerine geçer. Şaban ayı olduğu anlaşılırsa, nafile oruç tutmuş olur. Bozacak olursa ka­zası gerekir.[23]

Böyle bir günde mutlak niyet getirmek mekruhtur. Bununla be­raber böyle bir niyetle oruç tutar, sonra o günün Ramazan olduğu anlaşılırsa, onun yerine geçer. Şaban olduğu anlaşılırsa, nafile yeri­ne geçer.[24]



  1. Şartlı Niyet Etmek.

Yarın Ramazan ise oruç tutacağım, değilse tutmayacağım, şek­linde şartlı niyet etmek hem mekruhtur, hem de oruç tutacak" olur­sa makbul değildir. «Yarın Ramazan ise onun orucunu, değilse fa­lan vâcib orucu», «Yarın Ramazansa onun orucunu, değilse, nafile orucu tutacağım» diye niyet etmek te mekrûhsa da böyle bir niyetle tutulan oruç Ramazana raslarsa onun yerine geçer, raslamazsa ni­yet ettiği vâcib ya da nafile oruç yerine geçer. Fukahadan çoğuna göre bu durumda niyet ettiği vâcib oruç yerine geçmez, o da nafile olarak kabul edilir.[25]



Şek Günü :

Şek gününü şöyle tarif etmişlerdir : Şabanın 29'nu 30'una bağla­yan gece hava sisli ya da bulutlu bulunduğu için hilâli tesbit müm­kün olmazsa veya böyle bir havada hilâli gören bir ya da iki kişinin şehadeti reddedilirse, o taktirde o gün «şek günüdür», oruç tutmak mekruhtur. Ama hava açık olursa, artık şek günü diye bir konu kal­maz. Çünkü açık havada hilâl görülebilir.[26]

Ancak Şaban ayını oruçlu geçiren veya bu ayın pazartesi ve perşembe günlerini oruçlu geçiren kimsenin orucu şek gününe ras-larsa bunda bir sakınca yoktur. Hattâ oruç tutması afdaldır.[27]

Bunun gibi Şaban ayının sonundan üç gün oruç tutmayı tasar-lamışsa, o takdirde üçüncü gününün orucunun şek gününe raslama-sında bir sakınca görülmemiştir.[28]



  1. Ramazan Ve Kurban Bayramı Gününde Oruç Tutmak.

Bu günler mü'minlerin sofra kurma, fakirlerle, dost ve yakın­larla oturup yemek yeme günüdür. Bu bakımdan oruç tutulması mekruhtur. Kurban Bayramı gününü takip eden Teşrîk günleri -ki bu üç gün sürer- de oruç tutmak mekruhtur. [29]O halde bu gün­lerde oruca niyet edip başladıktan sonra iftar ederse, kazası gerek­mez. [30]



  1. Şevval Ayından Altı Gün Oruç Tutmak.

îmam Ebû Hanîfe'ye göre, ister üstüste, ister dağınık vaziyette Şevval ayından altı gün oruç tutmak mekruhtur. îmam Ebû Yusuf'a göre, üstüste tutulursa mekruhtur, dağınık tutulursa mekruh değil­dir. Hicrî beşinci asırdan sonra gelen fakihlerin hemen hepsi bu ko­nuda îmam Ebû Hanîfe'nin görüşüne katılmayıp sözü edilen altı gün orucun tutulmasında bir sakınca görmemişlerdir.[31]

îmam Rediyüddin Serahsi'ye göre de hüküm böyledir, yani tu­tulmasında bir sakınca yoktur ve sahih olan da budur. Ancak her hafta iki gün tutulması tavsiye edilmiştir. Bunun müstehab olduğu­nu söyliyenler de var.[32]



  1. Bayram Günleri De Dahil Olmak Üzere Bütün Seneyi Oruçlu Geçirmek.

Bütün seneyi oruçlu geçirmek, sünnete ayları olduğundan mekrûh sayılmıştır. Ancak bayram günleri iftar edilirse, bunda kerahet yoktur, diyenler çoğunluktadır. Muhtar olan görüş te budur.[33]



  1. Geceli Gündüzlü Oruç Tutmak.

Geceli gündüzlü bir gün veya birkaç gün oruç tutmak ta mek­ruhtur. Çünkü sünnete uygun değildir. Buna savm-i visal derler, Peygamberimiz (A.S.) bu tarz bir orucu makbul saymamıştır.[34]



Bir Gün Oruç Tutup Bir Gün İftar Etmek :

Afdal olanı, bir gün oruç tutup bir gün iftar etmektir. Buna Savm-i-Davud, yani Davud Peygamberin orucu denir.

«Bütün seneyi oruçlu geçiren, oruç tutmamıştır.»[35]

Ashabın ileri gelenlerinden Amir oğlu Abdullah (R.A.) anlatı­yor : Ben geceleri namaz kılmaya, gündüzleri de oruç tutmaya baş­ladım. Amacım, gücüm yettiği kadar bütün ömrümü böyle geçirmek­ti. Resûlüllah (A.S.) durumu öğrenince beni çağırıp sordu .

—  Geceleri namaz kılmaya, gündüzleri oruç tutmaya devam et­tiğin bana haber verildi, doğru mu?

—  Evet, dedim. Bunun üzerine şöyle buyurdu :

—  Ya Abdellah! Hem oruç tut, hem iftar et, hem namaz kıl, hem uyu. Çünkü bedenin senin üzerinde hakkı vardır, zevcenin de senin üzerinde bir hakkı vardır, misafirin de bir hakkı vardır. Her aydan üç gün oruç tutman sana yeter.

Ben :

—  Ya Resûlellah!    Bundan fazlasını tutabilirim, dediğimde bu­yurdu ki :

—  O halde her hafta üç gün oruç tut.

—  Daha fazlasına güç getirebilirim, dedim. Buyurdu ki :

—  O halde Davud Peygamberin orucu gibi oruç tut,    fazlarını yapma.

Bunun üzerine sordum :

—  Ya Resûlellah! Davud Peygamberin orucu nasıldı? :

— O, bir gün oruç tutar, bir gün iftar ederdi.

Diye cevap verdi.[36]



  1. Yalnız Cumartesi Günü Oruç Tutmak.

Cumartesi günü Yahudinin dinlenme ve ibâdet günü sayıldı­ğından onlara benzememek için bu günde oruç tutmak mekruh sa­yılmıştır.

Sahih rivayete göre; Resûlüllah (A.S.) şöyle buyurmuştur :

«Cumartesi günü oruç tutmayın; meğerki size farz olan oruç o güne raslarsa o takdirde tutabilirsiniz. Cumartesi günü bir üzüm kabuğundan veya bir ağaç 'filizinden başka bir şey bulamıyacak olursanız, onları çiğneyip yiyin.»[37]



  1. Yalnız Pazar Günü Oruç Tutmak.

Fukaha bu konuda ihtilâf etmiştir. Şemsü'l-eimme El-Halvânî, bu güne bir saygı duymaksızın oruç tutmak mekruh değildir, demiş­tir. Sahih olan da budur. [38]



  1. Yalnız Cuma Günü Oruç Tutmak.

Cuma mü'minlerin haftalık toplantı günüdür. O gün daha çok kaynaşır, ikramlarda bulunulur. Ancak her aydan üç gün oruç tutan kimsenin cuma gününe tesadüf eden orucu ile cuma günü oruç tutacağını adayanın orucu istisna teşkil eder. Bununla beraber İbn Nüceym yalnız cuma günü oruç tutmanın müstehab olduğunu kay­deder.[39]



  1. Nevruz Günü Oruç Tutmak.

Nevruz, güneşin koç burcuna girdiği 21 Mart'a tesadüf eder ve ilkbaharın başlangıcı sayılır. Daha çok Mecusîlerle Rafizîlerin kut­sal saydığı bir gündür. Bu bakımdan dinimiz sözü edilen günde oruç tutmayı mekruh kılmıştır. Ancak âdet halinde tutmakta olduğu oruç bugüne raslarsa o takdirde kerahat yoktur. [40]



  1. Mehrican Günü Oruç Tutmak.

Farsça mehrigan kelimesinden muarrabdır. Son bahar mevsimi­nin birinci ayının 16. gününe verilen bir isimdir. Rivayete göre meş­hur Feridun Şah bugün Dahhak'a karşı zafer bulmuştur. Bu sebeple sözü edilen güne itibar edilmemesi için oruç mekruh sayılmıştır. Ancak oruç tutmayı itiyad ettiği günler bu güne raslıyacak olursa veyat,bu günden bir gün önce başlamak suretiyle iki veya üç gün oruç tutmak mekruh değildir. Çünkü maksad o güne bir başkalık sunmaya yönelik değildir. Muhtar olan da budur.[41]



  1. Hiç Konuşmamak Üzere Oruç Tutmak.

Buna «savm-i sumt» denir. Sözde orucun daha yüksek sevap ve faziletine erişmek için oruçlu bulunduğu sürece hiç konuşmamak üzere niyet eden kimsenin bu ölçü ve anlamdaki orucu mekruhtur. Çünkü Sünnete uygun değildir.[42]



  1. Kocasının Müsaadesini Almayan Kadının Tuttuğu Nafile Oruç.

Bu, daha çok karı koca arasındaki hakların sağlıklı biçimde ayakta tutulmasına yöneliktir. Ancak kadının hac veya umre yapar­ken bu sırada kocasından müsaade almadan nafile oruç tutmasında kerahet yoktur. Bunun gibi kadının kocası hasta bulunur veya oruç­lu olursa, o takdirde kadının nafile oruç tutması için kocasından mü­saade almasına gerek yoktur.

Bu istisnaların dışında kadın- müsaade almadan nafile oruç tutarsa, kocası onun orucunu bozdurabilir. Bu durumda kazası da ge­rekmez. Fukahadan çoğu bu hususta görüş birliği halindedir.[43]



İşverenin Müsaadesini Almadan İşçinin Tutacağı Nafile Oruç.

Nafile oruç işçiyi zayıf düşürüyor, çalışmasına te'sir ediyorsa, o taktirde işverenin müsaadesini almadan tutması mekruhtur. Çünkü aldığı ücretin karşılığını emek olarak vermesi gerekir. Ancak işçi­nin tutacağı nafile oruç işini aksatmıyor, aldığı ücret karşılığında emeğini ortaya koyabiliyorsa, o takdirde bunun için işverenden mü­saade almasına gerek yoktur.[44]

Adamın kız kardeşi, kızı, anası, anenesi ve diğer yakın hısımla­rından olan kadınlar müsaade almadan nafile oruç tutabilirler.[45]



  1. Yolculuk Halinde -Bünyeyi Güçsüz Düşürdüğü Takdirde Nafile Oruç Tutmak.

Yolculuk halinde Ramazan orucunu bozmaya ruhsat verildiği gibi, bedenî güçten düşüreceği biliniyorsa, nafile oruç tutmak mek­ruh sayılmıştır. Böyle bir durum yoksa, oruç tutması afdaldır. An­cak yolculuk arkadaşlarının çoğu oruç tutmuyorsa, onlara uyması daha uygun olur. Bu da daha çok yiyeceklerini ortaklaşa kullandık­ları takdirdedir.[46]

Yolculuk halinde iken oruca niyet edip sabahladıktan sonra ya kendi beldesine veya başka bir beldeye girip ikaamete (eyleşik ol­maya) niyet getiren kimsenin başladığı orucu bozması mekruh olur.[47]



Üzerinde Ramazan Orucu Kazası Bulunan Kimse Nafile Oruç Tutabilir Mi?

Üzerinde Ramazan orucu kazası bulunan kimsenin bunu ilk fır­satta yerine getirmesi gerekir. Ancak henüz kaza orucunu tutmadan herhangi bir sebeple nafile oruç tutabilir. Bunda kerahet yoktur.

Eyyamü'l-Biyd :

Kameri ayların 13, 14 ve 15. günlerine   Eyyam-l Biyd   denir.

Resûlüllah (A.S.) Efendimiz bu günlerde oruç tuttuğu için ümmeti­ne müstehab sayılmıştır. Nitekim Ebu Zer (R.A.) diyor ki ; «Resûlül­lah (A.S.) Efendimiz her ayın 13, 14, 15. günlerinde oruç tutmamızı emretti ve bu bir yılın orucuna denktir, buyurdu.»[48]



Pazartesi Ve Perşembe Günleri Oruç Tutmak 

Bu iki günde oruç tutmak müstehabdır. Çünkü Resûlüllah (A.S.) Efendimiz çoğu zaman bu iki günde oruç tutardı. Bununla ilgili ola­rak da şöyle buyurmuştur :

«Şüphesiz ki ameller her pazartesi ve perşembe (Allah'a) arz-olunur. Allah her müslümanı veya her mü'mini bağışlar, ancak bir­birleriyle küsü tutanları bağışlamaz. «Bu ikisini geciktirin...» buyu­rur,  (yani barışıncaya kadar bağışlanmaları geciktirilir).»[49]



Haram Aylarında Oruç Tutmak :

Haram ayları dörttür : Zilkaade, Zilhicce, Muharrem ve Receb. Bu ayların her perşembe, cuma ve cumartesi günleri oruç tutmak müstehabdır.[50]



Zilhiccenin İlk Dokuz Günü Oruç Tutmak :

Hacc ayı olan Zilhicce'nin ilk dokuz gününde oruç tutmak müs­tehabdır. Müslümanların hac ibâdeti için kutsal topraklarda birara-ya geldiği bu günlerde tecelli eden ilâhî rahmet ve-gufrandan nasib almanın yollarından biri de şüphesiz ki sözü edilen günlerde Allah'a yönelip oruç tutmaktır.

Nitekim Hz. Hafsa (R.A.) diyor ki':

«Dört şeyi Resûlüllah (A.S.) Efendimiz hemen hemen hiç terk-etmedi diyebilirim : Âşûrâ orucu, Zilhicce'nin ilk on gününün oru­cu, her ayın 13, 14, 15. günlerinde oruç ve bir de sabah farzından ön­ce iki rek'at namaz...»[51]

Ancak Arafe günü oruç tutmak hacılara mekruhtur. Bu da on­ları güçten düşürdüğü takdirde böyledir. Gücü yerinde olup hac ibâ­detini aksatmadan yerine getirebilenlere mekruh olmadığı fukahaca kabul edilmiştir.[52]Bunun gibi, Terviye  (Zilhiccenin 8. günü) oruç tutmak ta hacılara yine aynı sebeple mekruhtur.

Konuyu Özetliyelim :

Sünnet ve müstehab oruçlardan daha çok rağbet edilmesi tavsi­ye edilenleri şunlardır : Muharrem ayının dokuz ve onuncu veya onuncu ve onbirinci günleri oruç tutmak. Receb ayında oruç tutmak, Şaban ayının çoğunu oruçlu geçirmek. Zilhiccenin ilk dokuz günün­de oruç tutmak. Her ayın 13, 14, 15. günlerinde oruç tutmak. Pazar­tesi ve perşembe günleri oruç tutmak.[53]



ORUCU BOZAN VE BOZMAYAN ŞEYLER :

Orucu bozan şeyler genellikle ikiye ayrılır : Bozup yalnız kaza­yı gerektiren sebepler; bozup hem kazayı hem keffareti gerektiren sebepler.

Orucu bozup yalnız kaza edilmesini gerektiren şeyler :

1-Yanılarak bir şey yemek, içmek veya cinsel yaklaşmada bu­lunmak.

Bu hususta kasıt bulunmadığı için bozulan oruçtan dolayı sade­ce kaza gerekir. Yanılarak değil de unutarak bir şey yer veya içerse ya da cinsel yaklaşmada bulunursa, o takdirde orucu bozulmadığı gibi bir şey de gerekmez.

Çünkü Resûlüllah (A.S.) Efendimiz:

«Kim oruçlu bulunduğu halde unutur da bir şey yer veya bir şey içerse, orucunu tamamlasın, çünkü bu Allah'ın onu yedirmesi ve içir-mesidir (ki kendisine sevkedilmiştir.»[54]

O halde ister farz ister nafile oruç tutarken unutarak bir şey yemek veya içmek orucu bozmaz. Ne var ki farkına vardığı an der­hal yemeyi veya içmeği terketmesi gerekir.[55]

Unutarak orucunu yiyen adamı bu vaziyette gören kimse şu hususa dikkat etmelidir:

-Adam zayıf, göçsüz ya da çok yaşlı bir kimse ise   ona oruçlu olduğunu hatırlatmaz. Güçlü kuvvetli ise hatırlatır. [56]

2-Silah, dayak ve ölüm tehdidiyle orucunu bozan kimseye sa­dece kaza gerekir. Çünkü bunu kendi ihtiyarıyla yapmış değildir.

3-Dışarıdan atılan bir şey oruçlunun ağzından içeri girip bo­ğazından aşağı inerse, orucu bozulur, ancak sadece kazası gerekir. Çünkü bu hususta hiçbir kasdı yoktur.

4-Uykuda iken bir şey yer veya içerse, orucu bozulur ve sade­ce kaza gerekir.[58]

5-Yenilmesi mutad olmayan maddelerden bir şey yer veya yu­tarsa, orucu bozulur, ancak âdetten o tür şeyler yenilmediği için sa­dece kazası gerekir. Buna birkaç misal verelim : Taş, toprak, maden ve benzeri şeyler bu cümledendir.[59]

O halde oruçlu kimse taş ya da bir meyve tohumu, pamuk, yün, kâğıt ve toprak gibi maddelerden birini yiyecek veya yutacak olur­sa orucu bozulur. Bunlar yenilen maddeler olmadığı için sadece bo­zulan orucun kazası gerekir.

Bunun gibi, henüz olgunlaşmamış yeşil cevizi veya olgunlaşıp kabuğu sertleşen ceviz veya bademi, ya da kabuğuyla birlikte yu­murtayı yutan kimseye de yalnız kaza gerekir.[60]

Kabuğu henüz yeşil kalıp sertleşmiyen fıstık tâ ceviz gibidir. Ka­buğu kurumuş fıstık ise o vaziyette çiğnenerek yenilirse orucu boza­cağı gibi, hem kaza, hem de keffareti gerektirir. Çiğnenmeden yutu-lursa sadece kazayı gerektirir.[61]

Kurumuş karpuz ve kavun kabuklarını -tiksinilip yenilmiyecek bir görünüm arzediyorsa- yiyen kimsenin orucu bozulur, ancak sa­dece kazası gerekir. Çünkü âdette bu tür kabuklar yenilmez.

Pişmedik pirinç veya darı yemekte sadece kazayı gerektiren se­beplerdendir. Pişmedik mercimek ve benzeri maddeler de böyledir. Çamur yemek te aynı guruba girer. Ancak yenilen çamur, bazı şahıs­lar tarafından yenilen, türden ise, o taktirde hem kaza, hem keffareti gerektirir.

6-Dişler arsında kalan yemek kırıntılarını yutmak ta orucu bozar.   Ancak yutulan kırıntının en az bir nohut büyüklüğünde ol­ması halinde hüküm böyledir. Daha az olursa, orucu bozmaz.O hal­de nohut büyüklüğünde veya daha fazla miktarda olan kırıntıyı yut­mak sadece kazayı gerektirir. Keffareti de gerektirir, diyenler varsa-da en sahih olanı, sadece kazayı gerektirir hususudur.[62]

O hal­de dişleri arasında kalan bir susamı yutan kimsenin orucu bozulmaz, sadece kerahet işlemiş olur.Ama dıştan böyle bir şey alıp yutarsa, orucu bozulur.   Bunda fukahanın ittifakı var. Keffareti   gerektirip gerektirmediği hakkında farklı görüşler vardır; muhtar olan kavle göre, çiğnemeden yutarsa keffarette gerekir. Çiğneyecek olur, tadı boğazında hissedilmezse, bir şey gerekmez. Hissedilirse, sadece kaza gerekir. Sahih olan da budur.[63]

Buğday tanesi de böyledir.

7-Sahur yerken lokma ağzında iken fecir doğarsa veya sahur­da fecir doğunca bir lokma ekmek alıp ağzına kor, bunu unuttuğu için yapar ve hemen oruçlu olduğunu hatırladığı halde yutarsa ken­disine keffaret te gerekir. Ancak ağzındaki lokmayı önce çıkarır, sonra tekrar ağzına koyup yutarsa, o takdirde sadece kaza gerekir, Sahih olan da budur.[64]

8-Başkasının tükrüğünü yutmak.

Başkasının tükrüğünü yutmak mutad olmadığı için keffaret ge­rekmez, sadece kaza etmesi vâcib olur. Ancak sevgilisinin ve dostu­nun tükrüğünü yutarsa, o takdirde keffaret te gerekir.[65]

9-Kendi tükrüğünü avucuna aldıktan sonra tekrar ağzına çevi­rip yutmak.

Sırf dışarı çıkarıp tekrar ağzına aldığı için kaza etmesi gerekir. Çıkarmadan yutacak olsa bir şey gerekmez.

Bunun gibi sıcak günlerde Sultan adına İmaretlerde hizmet edip ten sonra yutarsa, yine bir şey gerekmez. Çünkü bu durumda tuk-rük ağızdan ayrılmış sayılmaz.[66]

Bir hastalıktan dolayı ağzından çıkan su tekrar geri dönüp bo­ğaza girerse, orucu bozmaz. Çünkü bundan korunmak çok zordur. [67]Ağzı su ile çalkadıktan sonra kalan ıslaklık tükrükle birlikte yutulduğu takdirde orucu bozmaz. Zira ağıza bulaşan ıslaklığı ta­mamen gidermek mümkün değildir. Bu bakımdan orucu bozmıya-cağına fetva verilmiştir.

Bunun gibi burnuna doğru gelen balgamı yutacak olursa, oru­cu bozulmaz. Çünkü bu da tükrük gibidir, dışarı çıkmadığı için oru­cu bozması söz konusu değildir.[68]

10-Kan yemek.

İslâm'da, kanın yenilmesi haram kılındığı için oruçlu ondan yi­yecek olursa, orucu bozulur, ancak sadece kaza gerekir. Hem insan çoğu zaman kan yemekten tiksinir.

11-Dişler arasında akan kan tükrükle birlikte boğaza .girerse, bakılır : Kan tükrükten daha fazlaysa oruç bozulur, azsa bozulmaz. İkisi eşit durumda olursa, istihsanen oruç bozulur.

12-Dikiş veya dokumacılık yaparken renkli ipek ya da .pamuk ipliğini ağzına soktuğunda tükrüğü ipliğin rengini alır ve o vaziyet­te yutulursa oruç bozulur. Ancak unutarak bunu yaparsa bir şey ge­rekmez.[69]

Yenilmesi mutad olmayan, hatta tiksindirici olan bir şeyin ağı­za girip boğaza kaçması orucu bozar, ne var ki sadece kaza gerekir. Ama kaçınılması çok zor olan sinek ve benzeri bir haşerenin ağız­dan içeri girip boğaza inmesi, orucu bozmaz.[70]

Boğaza giren yağmur ve kar tanesi de orucu bozar. Sahih olan da budur.

Yemekten yükselen buhar, yerden kalkan toz ve benzeri şeyler orucu bozmaz. Çünkü bu gibi şeylerden korunmak çok zordur.[71]

Göz yaşından bir iki damlanın ağıza girmesi orucu bozmaz. An­cak fazla miktarda olur da tadı ağızda ve boğazda hissedilirse, o takdirde bozar. Yüzden akan ter de böyledir.[72]

Derideki gözeneklerden içeri giren yağ ve benzeri şeyler orucu bozmaz. Çünkü bu gibi şeylerin orucu bozabilmesi için tabii yollar­dan içeri girmesi gerekir.

Serinletici niteliği hissedilen soğuk su ile yıkanmak ta orucu bozmaz. Çünkü tabii yollardan içeri giren bir şey olmamıştır.[73]

Göze akıtılan ilacın eseri boğazda hissedilse bile orucu bozmaz. Bunun için öksürdüğünde ağzına gelen balgam veya tükürükte gö­züne sürdüğü sürmenin eseri görülse, oruç bozulmuş sayılmaz. [74]Sahih olan da budur.

Ağız dolusu kusmak orucu bozmaz. Gelen bu kusuntu kendiliğin­den geriye dönerse, îmam Ebû Yusuf'a göre bozar. İmam Muhâmmed'e göre bozmaz. Çünkü bu durumda imsak kasden terkedilme-miştir.

Kasden ağız dolusu kusmak orucu bozar. Bunda fukahanm gö­rüş birliği var. Çünkü bu durumda geriye az veya çok bir miktar gi­der. Bundan dolayı sadece orucun kazası gerekir.

Kasden kusar ve bu ağız dolusu olmaz da kendiliğinden geri dö­nerse,îmam Muhammed'e göre orucu bozar; îmam Ebû Yusuf'a gö­re bozmaz.[75]

Gelen kusuntu yenilen yemek veya safra ve acı su olursa, belir­tilen hükümler câridir. Sadece balgam olursa, ağız dolusu olsa bile İmam Ebû Hanîfe ile îmam Muhammed'e göre orucu bozmaz. îmam Ebû Yusuf'a göre, bu da ağız dolusu olursa, orucu bozar. Bu konuda Ebû Yusuf'un görüşü daha çok uygun kabul edilmiştir.[76]

Tenasül aletine ve bir de burna akıtılan ilaç orucu bozar. Ne var ki bu sadece kazayı gerektirir.[77]

Kulağa akıtılan su veya ilaç -muhtar olan kavle göre- orucu boz­maz. Çünkü kulak zarı akıtılan su veya ilâcın dimağa veya boğaza girmesine engel olur. [78]sahih olan da budur.

Kadının tenasül cihazına akıtılan ilaç ve benzeri şeyler orucu bozar. Fukahanın bu hususta ittifakı vardır. Sahih olan da budur.[79]

Başta veya karın nahiyesinde bulunan derince bir yaraya konu­lan ilaç dimağa veya mideye ulaşmazsa, o takdirde orucu bozmaz. Konulan ilaç sıvı olursa, İmam Ebû Hanîfe'ye göre, oruç -ihtiyaten-bozulmuş sayılır.İmameyn'e göre, dimağa veya mideye ulaştığı bi­linmediği takdirde bozmaz. îlaç katı veya toz halinde olursa, ittifak­la orucu bozmaz. [80]

Vücuda isabet eden ok veya mızrak tamamen içeride kalırsa, orucu bozar; bir kısmı içeride, bir kısmı dışarıda kalırsa bozmaz.[81]

Buna kıyasla, isabet eden mermi içeride kalırsa, orucu bozar, delip geçerse, bozmaz.

Bir ucunu elinde tuttuğu halde bir ağaç çubuğunu yutan kim­senin de orucu bozulmaz, tabii ağacı tekrar çıkarmak şartiyle hü­küm böyledir. Çıkarmadığı takdirde oruç bozulur.

Taharet yaparken veya başka bir nedenle parmağın dübüre ve­ya tenasül cihazına girmesi -ıslak olmadığı takdirde- orucu bozmaz. Parmak ıslak veya yağlı bulunursa, o taktirde orucu bozar.[82]

Taharet yaparken dübür dışarı çıkarsa, ıslak elle dokunulmuş-sa, o taktirde ıslaklığı kalkıncaya kadar bekleyip öylece içeri sok­mak uygun olur, aksi halde oruç bozulur.[83]

Zorlanarak   cinsel yaklaşmada bulunan   kimsenin   orucu bozulur, ancak keffaret gerekmez, sadece kaza etmekle yetinir. Çünkü bu ifâde dışında meydana gelmiştir. Bunun gibi karısı kocasını cin­sel yaklaşmaya zorlar, o da karısına uymak zorunda kalırsa, oruç bozulur, yalnız kazası gerekir. Kadına ise, hem kaza hem de kef­faret gerekir.[84]

Cinsel temasta bulunurken fecirin doğmak üzere olduğundan endişe duyarak tenasül aletini çeker ve bu sırada fecir doğarsa, me­ni aksa bile orucu bozulmamış sayılır. Sahih olan da budur.[85]

Cinsel temasta bulunurken fecir doğar, o da o vaziyette kalırsa, hem kaza, hem keffaret gerekir. Zahir rivayet böyledir.[86]

Kadına şehvetle bakıp veya bu gibi şeyleri düşünerek menisi akan kimsenin orucu bozulmasa da faziletini yitirmiş olur. Çünkü oruçtan maksad, hayvanı sıfatlardan uzaklaşıp melekle sinektir. Bu tür hareketler ise, orucun mâna ve maksadına taban tabana zıd-dır.[87]

Karısını şehvetle öpüp okşarken menisi akarsa, orucu bozulur, sadece kazası gerekir. Kadın da kocasını şehvetle öperken tenasül cihazında ıslaklık meydana gelip dışarı çıktığını hissederse, orucu bozulur. Islaklık duymazsa bozulmaz. Bu durumda kadın lezzet du­yar ama ıslaklık duymazsa, İmam Ebû Yusuf'a göre, orucu bozulur. İmam Muhammed'e göre bozulmaz. Burada fetva îmanı Muhammed'in kavline göredir.[88]

Bu durumda elle dokunmak, kucaklamak, teni tene dokundur­makta öpmek gibidir. Bütün bunlar şehvetle yapılırsa orucun fazile­tini düşürür, meni akmasına sebep olursa, -orucu bozar.[89]

Kadının giyinik bulunduğu elbiseye elle dokunmak sonucu er­keğin menisi akarsa, vücudun hararetini hissetmişse orucu bozulur, hissetmemişse bozulmaz. Her şeye rağmen Ramazan'da bu hususla­ra çok' dikkat etmek gerekir.[90]



Kadın Kocasına Dokunup Ta Tahrik Ederse :

Ramazan'da kartın kocasına ya eliyle, ya da bedeniyle dokunup onu tahrik eder ve bu sebeple adamın menisi akarsa, orucu bozmaz. Ancak adamın bu hususta isteksizlik göstermesi ve mümkün olduğu nisbette bu tür hareketlere fırsat vermemesi uygun olur.[91]



Herhangi Bir Hayvanın Tenasül Cihazına Dokunmak :

Hayvanların tenasül cihazına şehvetle dokunmak haramdır. Oruçlu iken ya şehvetle ya da böyle bir düşünce taşımaksızın dokun­ma neticesi menisi akan kimsenin orucu bozulmasa bile, o orucun sevap ve faziletini yitirmiş olur, üstelik günahkâr da sayılır.[92]



Oruçlu İstimna Ederse :

Oruçlu kimse şehvetini teskin için istimna eder, yani eliyle tah­rik edip menisini akıtırsa, orucu bozulur ve sadece kazası gerekir. Muhtar olan da budur. [93]Ancak böyle yapmak orucun sevap ve faziletini düşürür, daha doğrusu orucu hedefinden saptırır.[94]



Kadınların Sevicilik Yapması :

Oruçlu bulunan kadınlar sevicilik yaparken menileri dışarı çı­kar, yani tenasül cihazının dışında ıslaklık hissedilirse, oruçları bo­zulur. Aynı-zamanda büyük günah işlemiş olurlar. Meni akmadığı takdirde oruçları bozulmaz ama oruçtan elde edilecek sevap ve fa­ziletin tamamını yitirmiş olurlar.[95]



HEM KAZA, HEM KEFFARETÎ GEREKTİREN SEBEPLER :



  1. Kasden Bilerek Cinsel Yaklaşmada Bulunmak.

Kasden cinsel temasta bulunan kimsenin menisi aksın akmasın orucu bozulur ve kendisine hem kaza, hem keffaret gerekir. Lutînin de durumu böyledir. [96]Faille mef ul aynı hükme tabidirler. Yani ikisinin de orucu bozulur ve kendilerine hem kaza, hem keffaret ge­rekir. Ama kadın bu konuda zorlanırsa, o takdirde ona sadece kaza gerekir.[97]



  1. Yenilmesi Mutad Olan Bir Şeyi Kasden Yemek Veya İçmek.

Yenilmesi mutad olan gıda maddelerinden bir şey yemek veya içmek, ya da tedavi için herhangi bir ilacı içmek ya da yutmak oru­cu bozar, hem kaza hem keffareti gerektirir.[98]

Bunu birkaç misalla açıklıyalım :

Ekmek, su, meyve ve sebze sulan, et, balık ve benzeri gıda mad­deleri bu cümledendir. Ama kavurulmadık bir arpa danesini yut­mak böyle değildir; yenmesi âdet olmadığı için orucu bozar ama kef­fareti gerektirmez. Diğer maddeleri buna, kıyas edip hükme bağla­mak gerekir. Sonra bir şeyin yenilmesinin mutad olup olmadığı bel­denin âdetine bakılarak belirlenir.

Meselâ : Bir beldede üzüm yap­raklarını çiğ olarak yemek âdet halinde ise, o takdirde oruçlu bunu o beldede yerse kendisine hem kaza, hem keffaret gerekir. Ama bu­nu çiğ olarak yemiyen ve böyle bir âdetleri bulunmayan bir belde halkı için hüküm değişebilir. Ne var ki, üzüm yaprağı genellikle hem çiğ, hem pişmiş olarak yenilir. Ama bu yapraklar iyice kortlaşıp yenilmiyecek duruma gelirse, o takdirde oruçlu ondan yerse ken­disine sadece kaza gerekir. Çünkü iyice kartlaşmış üzüm yaprağı­nın yenilmesi mutad değildir.[99]

Çağla badem ister yutulsun, ister çiğnenerek yenilsin, her iki durumda da hem kaza, hem keffaret gerekir. Ama iyice sertleşip ka­buk haline gelirse, yutulduğu takdirde sadece kazayı gerektirir. Çün­kü bademi bu şekilde yutmak mutad değildir.[100]

Az miktarda tuz yemek te hem kaza hem keffareti gerektirir. Çünkü az miktarda tuz yemek mutaddır. Ama çok miktarda yemek mutad olmadığından sadece kazayı gerektirir. [101]Sahih olan da budur.

Konuyla İlgili Bazı Meseleler :

Unutarak bir şey yer veya bir şey içer ya da cinsel temasta bu­lunur ve sonra hatırlayınca bunun orucu bozduğunu sanarak kas­den bir şey yer veya içerse, kendisine sadece kaza gerekir, keffaret gerekmez.İmam Ebû Hanifeye göre, unutma neticesi bir şey yemek veya içmekle orucunun bozulmadığını bildiği halde yine de bir şey yer ve içerse, sadece kendisine kaza gerekir. Sahih olan da budur. Fetva daha çok birinci kavle göredir.[102]

Elinde olmayarak kusar ve bununla orucunun bozulduğunu sa­narak bir şey yer veya içerse, kendisine sadece kaza gerekir. Bozma­dığını bildiği halde bir şey yer veya içerse, o takdirde hem kaza, hem keffaret gerekir.[103][190]

Bunun gibi, uykuda ihtilâm olur ve uyandıktan sonra bunun orucu bozduğunu sanarak bir şeyler yer veya içerse kendisine sade­ce kaza gerekir. Ama ihtilâm olmanın orucu bozmadığını bildiği hal­de bir şey yer veya içerse, o takdirde hem kaza, hem keffaret gere­kir.[104]

Kan aldırdıktan sonra orucunun bozulduğunu sanıp bir şey yer veya içerse, bu durumda kendisine hem kaza hem keffaret gerekir. Meğerki bu hususta kendisine fetva verilmiş ola, o takdirde sadece kaza gerekir.[105]

Gözlerine sürme çektikten veya bıyıklarına yağ sürdükten son­ra bile bile bir şey yer veya içerse, hem kaza, hem keffaret gerekir. Ancak birisi ona bu konuda fetva verecek olursa, o takdirde sadece kaza gerekir.[106]

Yolculuk halinde bulunan kimse zevaldan önce memleketine ayak basar, bü arada hiçbir şey de yememişse, oruca niyet ettikten sonra cinsel temasta bulunursa kendisine sadece kaza gerekir.

Bunun gibi akli dengesini kaybeden kimse zevalden önce ken­dine gelir ve orucu niyet ettikten sonra bir şey yer veya cinsel temas­ta bulunursa, o takdirde sadece kaza gerekir.[107]

Oruca niyet etmeden sabahlar, sonra zeval vaktinden önce oruç tutmaya niyet eder, sonra bir şey yer veya cinsel temasta bulu­nursa, kendisine sadece kaza gerekir.

Hem kaza, hem keffareti gerektirir şekilde orucunu bozduktan sonra ağır şekilde hastalanırsa, o takdirde keffaret düşer. İleride sa­dece o günü kaza etmesi gerekir. [108]En sahih olan kavi de budur. Misvak veya fırça ile dişlerini temizledikten sonra bununla oru­cunun bozulduğunu sanarak bir şey yer veya içerse, kendisine hem kaza, hem keffaret gerekir.

Gıybette bulunduktan sonra orucunun bozulduğunu sanarak bile bile bir şey yer veya içerse, -isterse bu konudaki hadîse dayana­rak kendisine bu konuda fetva veren de olsun- hem kaza hem kef­faret gerekir.[109]

Kadın orucunu bile bile bozduktan sonra ayhali veya lohusa olursa, üzerinden keffaret kalkar, sadece o günü ileride kaza etmesi gerekir.[110]

Orucunu bile bile bozduktan sonra kendi kendini yaralar ve oruç tutamıyacak kadar kan kaybederse, yine de keffaret cezasın­dan kurtulmaz. Çünkü kendini takatsiz kılmakta kasıt vardır. Sahih olan da budur.

Bile bile cinsel yaklaşmada bulunduktan sonra sefere çıkacak olur veya hükümdarın emriyle sefere çıkarılırsa, en sahih kavle gö­re, üzerinden keffaret kalkmaz.[111]



İFTARI MUBAH KILAN ÖZÜRLER :

  1. Yolculuk Halinde Bulunmak.

Yolculuk halinde bulunan kimsenin iftar etmesi, yani oruç tut­maması mubahtır. Ancak oruca niyet edip sabahladıktan sonra se­fere çıkacak olursa, o takdirde o günün orucunu tutması gerekir. Bu, oruç yemesini mubah kalan bir sebep sayılmaz. Ancak ikinci ve mü­teakip günler yolculuğu devam ederse, o takdirde oruç tutmayabilir.

Bu bakımdan fukaha şöyle demiştir : Oruçlu olarak   sabahlıyan kimse o gün sefere çıksa bile, bu orucu yemesini mubah kılan bir mazur sayılmaz. Şayet orucunu bozacak olursa, kendisine sadece ka-şâsı gerekir.[112]

O halde oruçlu olarak sabahladıktan sonra bilerek orucunu bo­zar ve bu arada hükümdar onu zorla sefere çıkarırsa, kendisinden keffaret düşmez. Zahir rivayet budur. Bu durumda kendi ihtiyariyla sefere çıkacak olursa, bütün rivayetlerin ittifakıyla keffaret sakıt ol­maz.[113]



  1. Hastalanmak.

İster oruç tutmaya başladıktan sonra ister geceleyin oruç tuta-mıyacak kadar hastalanır, oruç tuttuğu takdirde ölüm tehlikesiyle [veya bir organını kaybetme durumuyla karşılacağından endişe [ederse, o takdirde iftar etmesi (yani oruç tutmaması) mubahtır. İle­ride iyileşince günü gününe kaza etmesi gerekir.

Bunun gibi oruç tuttuğu takdirde hastalığının ağırlaşmasından veya yarasının kötüye gitmesinden veya iyileşmesini geciktireceğin­den korktuğu takdirde, orucunu bozabilir. İleride iyileşince tutama­dığı günler sayısınca kaza eder.[114]

Oruç tutmakla hastalanacağı ve endişe verici bir hal alacağı ya tecrübeyle ya da Müslüman bir doktorun haber vermesiyle belirle­nirse, o takdirde oruç tutmayabilir. İleride iyileşince kaza etmesi gerekir.[115]



  1. Gebelik Hali Ve Süt Emzirmek.

Gebe kadınla süt emziren kadın oruç tuttukları takdirde ya ken­dilerinin güçten düşüp hastalanmalarından, ya da çocuğun gıdasız kalıp ölmesinden endişeleri olursa, iftar ederler ve Ramazandan sonra müsait bir zamanda günü gününe kaza etmeleri gerekir.[116]



  1. Ayhali Ve Lohusalık.

Ayhali olan veya lohusalık   devresi başlayan kadınlar da iftar ederler. Ancak her iki durumda da temizlendikten sonra günü günü­ne kaza etmeleri gerekir.[117]

Kadın ayhali günü geldi diye kan görmeden orucunu bozar da o gün kangelmiyecek olursa kendisine hem kaza, hem kefaret ge­rekir. En zahir olan kavi de budur.

Ayhali olan kadın on günün hitamında geceleyin temizlenirse niyet edip sabahleyin oruç tutması gerekir. Ayhali süresi on gün­den az olur da geceleyin fecir doğmadan yıkanacak kadar bir zaman bulursa yıkanıp oruca niyet etmesi gerekir. Yıkanmasının bitmesiyle fecrin doğması aynı ana raslarsa artık oruca niyet etmez. Çünkü ay-halinden dolayı yıkanmak müddeti de ayhalinden sayılır. Tabii bu, ayhali süresi on günden az olanlar hakkındadır.[118]



  1. Susuzluk Ve Açlık.

Bu ikisi de had safhaya gelir de kişinin ölmesinden veya akli dengesini kaybetmesinden endişe edilirse, o takdirde orucu bozma­yı mubah kılar. Ramazan sonrası müsait bir zamanda günü gününe kazayı gerektirir.

Bunun gibi sıcak günlerde Sultan adına İmaretlerde hizmet edip işleri organize eden kimse de sıhhatini kaybetme veya aklî denge­sini yitirme endişesi taşırsa, o takdirde orucunu bozabilir.

Buna kıyasla çok yorucu ve yıpratıcı görevlerde bulunup sıcak bir mevsimde oruç tuttuğunda hayatını kaybetme veya aklî ve ruhî bir dengesizliğe uğrama endişesi taşıyan kimseler de oruçlarım bo­zabilirler.[119]



  1. Fazla Yaşlılık.

Bu da orucu bozma sebeplerinden biridir. Oruç tutmaya güç ge-tiremiyen yaşlı kişiler iftar eder ve her günün orucuna bedel bir fa­kiri sabahlı akşamlı doyuracak nisbette fidye verir.[120]

Fazla yaşlılıktan veya iyileşmesi umulmayan bir hastalıktan do­layı oruç tutamıyan kimseler, malî imkânları varsa, fidye verirler, bu imkânları yoksa istiğfar etmekle yetinirler. İleride tutma imkânları olmadığı için tutamadıkları günleri kaza etmeleri artık söz ko­nusu değildir.[121]

Bunlar fidyeyi önceden hesaplayıp otuz gününkünü toptan da verebilirler, her günün fidyesini ayrı ayrı da verebilirler; Ramazan sonuna bırakıp yine toptan da verebilirler.[122]

İyileşmesi umulmayan hastalıktan dolayı fidye verip oruç tut­mayan kimse sonraları iyileşirse, herhalde tutamadığı günler sayı­sınca kaza etmesi gerekir. Daha önce verdiği fidye kâfi sayılmaz.[123]

Üzerinde yemin veya katil (adam öldürme) keffaret orucu bu­lunan kimse fazla yaşlanır da bu orucu tutmaktan âciz kalırsa, onun yerine fidye vermesi caiz olmaz. Çünkü bu konudaki temel kaide şu­dur : Her oruç ki kendi ölçüsü içinde asıldır, başka bir şeye bedel de­ğildir, tutulma imkânı olmadığında onun yerine fidye vermek caiz­dir; Ramazan orucu gibi. Her oruç ki başka bir şeye bedeldir, kendi ölçüsü içinde asıl değildir, onu tutma imkânı olmadığı takdirde, ye­rine fidye vermek caiz değildir; yemin ve katil keffareti gibi.

O halde keffaret-i zihar ile Ramazanda meydana gelen keffaret-i iftar'hususunda malî gücü olmadığından köle azâd edemez, yaşlı bu­lunduğu için oruç tutamazsa, altmış miskini doyurması caiz olur. Çünkü bu fidye, nass ile sübut bulan oruca bedel sayılır.[124]

Hastalık ya da yolculuğun devam etmesinden dolayı Ramazan orucunu tutamıyan kimse, bu hali devam ederken ölürse, artık ken­disine kaza gerekmez. Çünkü kaza edecek zamana erişememiştir.

Ancak kendisine vâcib olmadığı halde tutamadığı oruçlara be­del fidye verilmesini vasiyyet ederse, bu sahih olur. Varisler onun bu vasiyyetini malının üçte birinden çıkarıp yerine getirirler.

Hasta veya yolcu Ramazan orucunu tutamaz fakat ramazandan sonra kaza edecek kadar yaşadığı halde kazasını yerine getirmezse, ölmeden önce vasiyyet etmesi vâcib olur. Vasiyyet etmeden ölürse, vârislerin sözü edilen kefareti ödemesi gerekmez.  Ancak kendilerine düşen hisseden yine kendi arzularıyla murislerinin tutamadığı oruç­ların keffaretini ödeyebilirler.[125]



Oruç Keffareti :

Her günün orucuna bedel ya yarım sâ' (1667 kg.) buğday, ya da bir sâ' (3334 kg) arpa ya da aynı "miktar hurma veya üzüm verilir. Bunların aynım vermek caiz olduğu gibi günün rayicine göre para olarak bedellerini vermekte caizdir.[126]

Üzerinde oruç kazası bulunduğu halde ölen kimsenin yerine ve­lisi oruç tutabilir mi? Fukahanın hemen hepsine göre, tutamaz. Çün­kü oruç şahsın kendisine vâcib olan bir ibâdettir.[127]

Ramazan ayı süresince hasta olan veya yolculuk halinde bulu­nan kimse, ramazandan sonra 10-15 gün yaşadıktan sonra Ölürse, kendisine yaşadığı günler sayısınca kaza gerekir. Bu hususta görüş birliği vardır. O halde ölmeden önce bunun için vasiyyet .etmesi ge­rekir. Sahih olan da budur.[128]



Kazaya Kalan Ramazan Orucunu Kaza Etmeden İkinci Ramazan Girerse :

Hastalık ya da yolculuk gibi bir sebeple ramazan orucunu tuta­mıyan kimse, kaza edecek vakit bulduğu halde ihmal edip bunu ye­rine getirmez de ikinci ramazan girmiş olursa, önce hazır olduğu ramazan orucunu tutar, sonra kazaya kalanı yerine getirir. Yani bu konuda edâ kazaya takdim edilir.[129]



Nafile Oruçlarda Ziyafet Bir Özür Sayılabilir :

Nafile oruçlarda ziyafet iftar etmeye sebep sayılabilir. Nafile oruca niyet edip oruçlu olarak sabahlıyan kimse öğle yemeğine da­vet edilirse, orucunu bozabilir. Ne var ki bozduğu bu orucu ileride kaza etmesi gerekir. Ev sahibi, diğer bir tabirle sofra sahibi nafile oruca niyet edip oruçlu olarak sabahlar ve bazı dostlarını öğle ye­meğine davet ederse misafirlerinin bu durumdan memnun kalmıyacaklarının tahmin ederse, orucunu bozması uygun olur.

Bu konuda Şemsü'l-Eimme El-Halvanî diyor ki : İleride kaza ede­ceğine güveni tamsa, orucunu bozar. Şüpheli ise bozmaması uygun olur. Bu da zevalden önce ise böyledir. Zevalden sonra ise bozma­ması daha uygundur. Ancak bozmamasında ana babaya karşı bir saygısızlık söz konusu ise, zevalden sonra da bozmasında bir sakın­ca yoktur, bilakis bozması daha uygun olur.[130]

Vacib ve farz oruçlarda ise ziyafet bir özür sayılmaz.

Akli dengesi bozuk olan kimse Ramazan ortalarına doğru iyile­şir, yani kendine gelirse, geçen günleri kaza etmesi gerekir. Bütün bir ay akli dengesizliği devam ederse, artık kendisine kazası gerek­mez. [131]Ramazanın son gününde zevaldan sonra kendine gelse yine de kazası gerekmez. Sahih olan da budur.

Bütün bir Ramazanı baygın vaziyette geçirene, iyileşince kaza etmesi gerekir. Bunda icmâ' vardır.[132]



Savaşa Giden Asker Ya Da Kumandan Orucunu Bozabilir Mi?

Savaşa giden asker veya kumandan, oruç tuttuğu takdirde kuv­vetten düşeceğini biliyor veya böyle bir endişe taşıyorsa, o takdirde iftar eder, savaştan sonra sağ kalırsa yediği günler sayısınca kaza etmesi gerekir.[133] Orucunu bozduğu halde savaş yapılmazsa ar­tık kendisine keffaret gerekmez. Çünkü savaşa giderken, savaşma­dan önce iftar etmesi caizdir.

İşçi, Sanatkâr ve benzeri kişiler, güçsüz düşmedikleri veya has­talanmadıkları sürece oruçların bozamazlar, iyi çalışamam endişe­siyle oruçlarını bozmaları helâl değildir. Çünkü bu durumda bilhas­sa sıcak mevsimlerde hiç kimsenin oruç tutmaması gerekir. Halbuki oruç hem beden ve ruh afiyetini kazanmak, hem sosyal bünyeye.ha­yırlı bir unsur olmak, hem Allah'a karşı kulluk görevini yerine ge­tirmek gibi yüce amaçlar taşımaktadır. Belirtilen zarurî haller dı­şında iftar haramdır. [134]

Dipnotlar:

[1] El-Muhit - Radıyüddin Serahsi - Fetâvâ-yi Hindiyye.

Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 2/212.

[2] Nehrü'1-Fâik - îbn Nüceym.

[3] Et-Tecnis - Ebubekir Haherzade.

Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 2/212-213.

[4] Fetâvâ-yi Kaadihan ~ Fetâvâ-yi Hindiyye.

[5] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 2/213.

[6] Siracü'l-Vehhac - Şemsü'l-eimme Halvarü.

Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 2/213.

[7] El-Mebsut - Şemsü'l-Eimme EI-Halvani - El-Muhit – Serahsî.

Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 2/213.

[8] Mi'racü'd-Diraye - Fetâvâ-yi Hindiyye.

Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 2/213.

[9] El-Muhit - Radıyüddin Serahsî.

[10] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 2/213.

[11] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 2/213-214.

[12] Fetâvâ-yi Kaadıhan.

[13] Tebyinü'I-Hakaik - Osman Zeylaî - Nehrü'1-Fâik - îbn Nüceym.

Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 2/214.

[14] El-Muhit – Serahsi.

Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 2/214.

[15] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 2/214.

[16] Et-Tebyîn - Zeylaî - Fetâvâ-yi Hindiyye - El-Muhit – Serahsî.

Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 2/214.

[17] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 2/214.

[18] El-Muhit - Bahrirâik - îbn Nüceym - Van Âbidin.

Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 2/215.

[19] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 2/215.

[20] Mi'racü'd-Diraye - Fetâvâ-yi Hindiyye.

Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 2/215-216.

[21] Fetâvâ-yi Kaadıhan - Fetâvâ-yi Hindiyye.

[22] Fetâvâ-yi Kaadıhan - Fetâvâ-yi Hindiyye.

[23] Fetâvâ-yi Kaadıhan - Fetâvâ-yi Hindiyye : 1/200.

[24] El-Muhit – Serahsi.

Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 2/216.

[25] Et-Tebyîn - Zeylaî - Fetava-yi Hindiyye.

Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 2/216.

[26] Fetâvâ-yi Hindiyye : 1/200.

[27] El-îhtiyar Şerhü'l-Muhtar – Musulî.

[28] Et-Tebyîn Zeylaî.

Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 2/217.

[29] Fetâvâ-yi Kaadıhan.

[30] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 2/217.

[31] Bahrirâik - îbn Nüceym - Fetâvâ-yi Hindiyye.

[32] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 2/217.

[33] El-hulasa - Hızanetü'l-Ekmel - Ebû Abdillah Cürcani.

Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 2/218.

[34] Siracü'l-Vehhac - Fetâvâ-yi Hindiyye.

Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 2/218.

[35] Ahmed bin Hanbel - Buharı – Müslim.

[36] Ahmed bin Hanbel : Abdullah bin Amir CR.A.)'dan.

Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 2/218-219.

[37] Ahmed bin Hanbel ve Ashab-ı Sünen.

Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 2/219.

[38] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 2/219.

[39] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 2/219-220.

[40] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 2/220.

[128] El-Muhit - Serahsi - Fetâvâ-yi Hindiyye.

Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 2/220.

[41] Fetâvâ-yi Kaadıhan.

Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 2/220.

[42] El-Cevheretü'n-Neyyire.

Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 2/220-221.

[43] El-Muhit Serahsi - Fetâvâ-yi Hindiyye : 1/201.

[44] Siracü'l-Vehhac – Halvanî.

Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 2/221.

[45] Fetâvâ-yi Hindiyye.

[46] Fetâvâ-yi Kaadıhan.

Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 2/221.

[47] Nesâi - İbn Hibban : Sened-i Sahihle.

Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 2/221-222.

[48] Ahmed bin Hanbel : Sened-i Sahihle.

Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 2/222.

[49] Siracü'l-Vehhac - Fetâvâ-yi Hindiyye : 1/201.

Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 2/222.

[50] Ahmed bin Hanbel - Nesâi.

[51] Bahrirâik - İbn Nüceym.

[52] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 2/222-223.

[53] El-Cemaa rivayet etmiştir : Hadis   sahihtir.

[54] El-Hidâye Merğinani.

[55] Fetâvâ-yi Hindiyye.

[56] Fetâvâ-yi Kaadıhan.

[57] Fetâvâ-yi Kaadıhan.

[58] Et-Tebyîn – Zeylaİ.

[59] El-Hulâsa - Fetâvâ-yi Hindiyye.

[60] Fetâvâ-yi Kaadıhan.

[61] El-Hulasa - Fetâvâ-yi Hindiyye.

[62] El-Muhit - Serahsi – Fethül.

[63] Fetâvâ-yi Kaadıhan - Fetâvâ-yi Hüıdiyy.

[64] El-Muhit - Radıyüddin Serahsî.

[65] Fetâvâ~yi Hindiyye.

[66] Tatarhaniyye.

[67] El-Muhit - Serahsî - El-Bedayii' – Kâsani.

[68] El-Hulasa - Fetâvâ-yi Hindiyye

[69] Siracüi-Vehhac – Halvani.

[70] Şiracü'l-Vehhac.

[71] El-Hulâsa - Fetâvâ-yi Hindiyye.

[72] Nehrü'1-Fâik - İbn Nüceym.

[73] Ez-Zahîre - Bürhaneddin Taceddin - Et-Töbyin.

[74] Nehrül-Fâik - İbn Nüceym.

[75] Fethü'l-Kadir - Kemal îbn Hümam.

[76] El-Hidâye- Merğinanî.

[77] El-Hidâye - Merğinanî - Eî-Muhit – Serahsî.

[78] Fetâvâ-yi Hindiyye.

[79] Fethü'l-Kadir - Kemal İbn Hümam.

[80] Et-Tebyin – Zeylaî.

[81] Fetâvâ-yi Hindiyye.

[82] El-Muhit Serahsî.

[83] El-Hulasa - Fetâvâ-yi Hindiyye.

[84] Fetâvâ-yi Kaadıhan.

[85] El-Bedayi'   Kâsani.

[86] Fethü'.l-Kaair - Kemal İbn Hümam.

[87] Fetâvâ-yi Hindiyye : 1/204.

[88] Bahrirâik - İbn Nüceym.

[89] Mi'racü'd-Diraye - Fetâvâ-yi Hindiyye.

Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 2/223-229.

[89] El-Muhit - Radıyüddin Serahsî.

Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 2/230.

[90] Siracü'l-Vehhac - Fetâvâ-yi Hindiyye.

Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 2/230.

[91] Bahrirâik - îbn Nüceym.

[92] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 2/230.

[93] Siracü'l-Vehhac - Fetavâ-yi Hindiyye.

Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 2/230.

[94] EI-Hidâye - Merğinanî - îbn Âbidra - Mecmau'l-Enhür - Şehzade Damad.

[95] Fetâ-vâ-yi Kaadıhan.

Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 2/230.

[96] Hızanetü'l-Müftîn - Fetftvü yi Hindiyye.

[97] Bahrirâik - îbn Nüceym.

[98] El-Muhit - Radıyüddin Serahsî.

[99] Et-Tebyin - Zeylai - Fetâvâ-yi Hindiyye.

[100] El-Hulâsa - Fetâvâ-yi Hindiyye.

[101] Bahrirâik - İbn Nüceym - El-Bedayi' – Kâsani.

[102] El-Muhit - Radıyüddin Serahsî.

[103] El-Hidâye – Merğinanî.

[104] Fetâvâ-yi Kaadıhan.

[105] Siracü'l-Vehhac - Fetâvâ-yi Hindiyye.

[106] Fetâvâ-yi Kaadıhan - Fetâvâ-yi Hindiyye.

[107] El-Bedayi' - Kâsani - Fetâvâ-yi Kaadıhan.

[108] El-Muhit – Serahsî.

[109] Fetâvâ-yi Hindiyyet - El-Mebsüt Şemsüleimme Serahsî.

Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 2/231-233.

[110] El-Muhit - Serahsî - Fetâvâ-yi Hindiyye.

[111] El-Hulâsa - İbn Abidin - Fetâvâ-yi Hindiyye.

Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 2/233-234.

[112] El-Muhit - Serahsi - Fetâvâ-yi Hindiyye.

[113] Fethü'l-Kadir - Kemal îbn Hümam.

Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 2/234.

[114] El-Hulâsa - Fetâvâ-yi Hindiyye.

Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 2/234.

[115] El-Hidâye - Merğinani.

[116] El-Muhit - Serahsî - Fetâvâ-yi Hindiyye : 1/207.

Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 2/234-235.

[117] Fethü'l-Kadir - Kemal İbn Hümam.

Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 2/235.

[118] El-Hidâye – Merğinanî.

[119] Siracül-Vehhac - Bahrirâik - İbn Nüceym.

[120] Nehrü'1-Fâik - İbn Nüceym.

[121] En-Nihaye - Fetâvâ-yi Hindiyye.

[122] Şerh-i Tahavî - Fetâvâ-yi Hindiyye.

[123] El-Bedayi' – Kâsani.

Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 2/235-237.

[124] El-Hidâye - Merğinanî - Fetâvâ-yi Kaadıhan.

[125] Et-Tebyin – Zeylai.

[126] Siracü'l-Vehhac - Fetâvâ-yi Hindiyye.

Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 2/237.

[127] Nehru'1-Fâik -İbn Nüceym.

Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 2/237.

[128] El-Muhit - Radıyüddin Serahsî - El-Mebsut - Şemsü'lr-Eimnıe Halvani.

[129] Mi'racü'd-Diraye - Fetâvâ-yi Hindiyye : 1/208.

[130] Mi'racü'd-Diraye - Fetâvâ-yi Hindiyye : 1/ 208.

Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 2/237-238.

[131] El-Muhit – Serahsi.

[132] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 2/238.





Devamını Oku »

Ramazan-ı Şerife Dairdir




Birinci Kısmın âhirinde şeâir-i İslâmiyeden bir nebze bahsedildiğinden, şeâirin içinde en parlak ve muhteşem olan Ramazan-ı Şerife dair olan bu İkinci Kısımda, bir kısım hikmetleri zikredilecektir. Bu İkinci Kısım, Ramazan-ı Şerifin pek çok hikmetlerinden dokuz hikmeti beyan eden Dokuz Nüktedir.

Meal-i Şerifi:
"O Ramazan ayı ki, insanlara doğru yolu gösteren, apaçık hidayet delillerini taşıyan ve hak ile bâtılın arasını ayıran Kur'ân, o ayda indirilmiştir." Bakara Sûresi, 2:185.

BİRİNCİ NÜKTE


Ramazan-ı Şerifteki savm, İslâmiyetin erkân-ı hamsesinin birincilerindendir. Hem şeâir-i İslâmiyenin âzamlarındandır.

İşte, Ramazan-ı Şerifteki orucun çok hikmetleri, hem Cenâb-ı Hakkın rububiyetine, hem insanın hayat-ı içtimaiyesine, hem hayat-ı şahsiyesine, hem nefsin terbiyesine, hem niam-ı İlâhiyenin şükrüne bakar hikmetleri var.

Cenâb-ı Hakkın rububiyeti noktasında orucun çok hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki:

Cenâb-ı Hak, zemin yüzünü bir sofra-i nimet suretinde halk ettiği ve bütün envâ-ı nimeti o sofrada min haysü lâ yahtesib bir tarzda o sofraya dizdiği cihetle, kemâl-i Rububiyetini ve Rahmâniyet ve Rahîmiyetini o vaziyetle ifade ediyor. İnsanlar, gaflet perdesi altında ve esbab dairesinde, o vaziyetin ifade ettiği hakikati tam göremiyor, bazan unutuyor. Ramazan-ı Şerifte ise, ehl-i iman, birden muntazam bir ordu hükmüne geçer. Sultan-ı Ezelînin ziyafetine davet edilmiş bir surette, akşama yakın "Buyurunuz" emrini bekliyorlar gibi bir tavr-ı ubudiyetkârâne göstermeleri, o şefkatli ve haşmetli ve külliyetli Rahmâniyete karşı, vüs'atli ve azametli ve intizamlı bir ubudiyetle mukabele ediyorlar. Acaba böyle ulvî ubudiyete ve şeref-i keramete iştirak etmeyen insanlar, insan ismine lâyık mıdırlar?

İKİNCİ NÜKTE


Ramazan-ı Mübareğin savmı, Cenâb-ı Hakkın nimetlerinin şükrüne baktığı cihetle, çok hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki:

Birinci Sözde denildiği gibi, bir padişahın mutfağından bir tablacının getirdiği taamlar bir fiyat ister. Tablacıya bahşiş verildiği halde, çok kıymettar olan o nimetleri kıymetsiz zannedip onu in'âm edeni tanımamak nihayet derecede bir belâhet olduğu gibi; Cenâb-ı Hak, hadsiz envâ-ı nimetini nev-i beşere zemin yüzünde neşretmiş, ona mukabil, o nimetlerin fiyatı olarak şükür istiyor. O nimetlerin zâhirî esbabı ve ashabı, tablacı hükmündedirler. O tablacılara bir fiyat veriyoruz, onlara minnettar oluyoruz. Hattâ, müstehak olmadıkları pek çok fazla hürmet ve teşekkürü ediyoruz. Halbuki, Mün'im-i Hakikî, o esbabdan hadsiz derecede, o nimet vasıtasıyla şükre lâyıktır. İşte Ona teşekkür etmek, o nimetleri doğrudan doğruya Ondan bilmek, o nimetlerin kıymetini takdir etmek ve o nimetlere kendi ihtiyacını hissetmekle olur.

İşte, Ramazan-ı Şerifteki oruç, hakikî ve hâlis, azametli ve umumî bir şükrün anahtarıdır. Çünkü, sair vakitlerde mecburiyet tahtında olmayan insanların çoğu, hakikî açlık hissetmedikleri zaman, çok nimetlerin kıymetini derk edemiyor. Kuru bir parça ekmek, tok olan adamlara, hususan zengin olsa, ondaki derece-i nimet anlaşılmıyor. Halbuki, iftar vaktinde, o kuru ekmek, bir mü'minin nazarında çok kıymettar bir nimet-i İlâhiye olduğuna kuvve-i zâikası şehadet eder. Padişahtan tâ en fukaraya kadar herkes, Ramazan-ı Şerifte o nimetlerin kıymetlerini anlamakla bir şükr-ü mânevîye mazhar olur.

Hem gündüzdeki yemekten memnûiyeti cihetiyle, "O nimetler benim mülküm değil. Ben bunların tenâvülünde hür değilim. Demek başkasının malıdır ve in'âmıdır; Onun emrini bekliyorum" diye, nimeti nimet bilir, bir şükr-ü mânevî eder.

İşte, bu suretle oruç çok cihetlerle hakikî vazife-i insaniye olan şükrün anahtarı hükmüne geçer.

ÜÇÜNCÜ NÜKTE

Oruç, hayat-ı içtimaiye-i insaniyeye baktığı cihetle çok hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki:

İnsanlar maişet cihetinde muhtelif bir surette halk edilmişler. Cenâb-ı Hak, o ihtilâfa binaen, zenginleri fukaraların muavenetine davet ediyor. Halbuki, zenginler fukaranın acınacak acı hallerini ve açlıklarını, oruçtaki açlıkla tam hissedebilirler. Eğer oruç olmazsa, nefisperest çok zenginler bulunabilir ki, açlık ve fakirlik ne kadar elîm ve onlar şefkate ne kadar muhtaç olduğunu idrak edemez. Bu cihette insaniyetteki hemcinsine şefkat ise, şükr-ü hakikînin bir esasıdır. Hangi fert olursa olsun, kendinden bir cihette daha fakiri bulabilir; ona karşı şefkate mükelleftir. Eğer nefsine açlık çektirmek mecburiyeti olmazsa, şefkat vasıtasıyla muavenete mükellef olduğu ihsanı ve yardımı yapamaz, yapsa da tam olamaz. Çünkü, hakikî o hâleti kendi nefsinde hissetmiyor.

DÖRDÜNCÜ NÜKTE

Ramazan-ı Şerifteki oruç, nefsin terbiyesine baktığı cihetindeki çok hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki:


Nefis, kendini hür ve serbest ister ve öyle telâkki eder. Hattâ, mevhum bir rububiyet ve keyfemâyeşâ hareketi, fıtrî olarak arzu eder. Hadsiz nimetlerle terbiye olunduğunu düşünmek istemiyor. Hususan, dünyada servet ve iktidarı da varsa, gaflet dahi yardım etmişse, bütün bütün gasıbâne, hırsızcasına, nimet-i İlâhiyeyi hayvan gibi yutar.

İşte, Ramazan-ı Şerifte, en zenginden en fakire kadar herkesin nefsi anlar ki, kendisi mâlik değil, memlûktür; hür değil, abddir. Emrolunmazsa, en âdi ve en rahat şeyi de yapamaz, elini suya uzatamaz diye, mevhum rububiyeti kırılır, ubudiyeti takınır, hakikî vazifesi olan şükre girer.

BEŞİNCİ NÜKTE

Ramazan-ı Şerifin orucu, nefsin tehzib-i ahlâkına ve serkeşâne muamelelerinden vazgeçmesi cihetine baktığı noktasındaki çok hikmetlerinden birisi şudur ki:


Nefs-i insaniye gafletle kendini unutuyor. Mahiyetindeki hadsiz aczi, nihayetsiz fakrı, gayet derecedeki kusurunu göremez ve görmek istemez. Hem ne kadar zayıf ve zevâle maruz ve musibetlere hedef bulunduğunu ve çabuk bozulur, dağılır et ve kemikten ibaret olduğunu düşünmez. Adeta polattan bir vücudu var gibi, lâyemûtâne, kendini ebedî tahayyül eder gibi dünyaya saldırır. Şedit bir hırs ve tamahla ve şiddetli alâka ve muhabbetle dünyaya atılır. Her lezzetli ve menfaatli şeylere bağlanır. Hem kendini kemâl-i şefkatle terbiye eden Hâlıkını unutur. Hem netice-i hayatını ve hayat-ı uhreviyesini düşünmez; ahlâk-ı seyyie içinde yuvarlanır.

İşte, Ramazan-ı Şerifteki oruç, en gafillere ve mütemerridlere, zaafını ve aczini ve fakrını ihsas ediyor. Açlık vasıtasıyla midesini düşünüyor; midesindeki ihtiyacını anlar. Zayıf vücudu ne derece çürük olduğunu hatırlıyor. Ne derece merhamete ve şefkate muhtaç olduğunu derk eder. Nefsin firavunluğunu bırakıp, kemâl-i acz ve fakr ile dergâh-ı İlâhiyeye ilticaya bir arzu hisseder ve bir şükr-ü mânevî eliyle rahmet kapısını çalmaya hazırlanır-eğer gaflet kalbini bozmamışsa!

ALTINCI NÜKTE

Ramazan-ı Şerifin sıyâmı, Kur'ân-ı Hakîmin nüzulüne baktığı cihetle ve Ramazan-ı Şerif, Kur'ân-ı Hakîmin en mühim zaman-ı nüzulü olduğu cihetindeki çok hikmetlerinden birisi şudur ki:

Kur'ân-ı Hakîm, madem şehr-i Ramazan'da nüzul etmiş. O Kur'ân'ın zaman-ı nüzulunu istihzar ile, o semâvî hitabı hüsn-ü istikbal etmek için Ramazan-ı Şerifte nefsin hâcât-ı süfliyesinden ve mâlâyâniyat hâlâttan tecerrüt ve ekl ve şürbün terkiyle melekiyet vaziyetine benzemek ve bir surette o Kur'ân'ı yeni nâzil oluyor gibi okumak ve dinlemek ve ondaki hitâbât-ı İlâhiyeyi güya geldiği ân-ı nüzulünde dinlemek ve o hitabı Resul-i Ekremden (a.s.m.) işitiyor gibi dinlemek, belki Hazret-i Cebrâil'den, belki Mütekellim-i Ezelîden dinliyor gibi bir kudsî hâlete mazhar olur. Ve kendisi tercümanlık edip başkasına dinlettirmek ve Kur'ân'ın hikmet-i nüzulünü bir derece göstermektir.

Evet, Ramazan-ı Şerifte güya âlem-i İslâm bir mescid hükmüne geçiyor. Öyle bir mescid ki, milyonlarla hâfızlar, o mescid-i ekberin köşelerinde o Kur'ân'ı, o hitab-ı semâvîyi arzlılara işittiriyorlar. Her Ramazan, âyetini, nuranî, parlak bir tarzda gösteriyor; Ramazan Kur'ân ayı olduğunu ispat ediyor. O cemaat-i uzmânın sair efradları, bazıları huşû ile o hâfızları dinlerler. Diğerleri kendi kendine okurlar.

Şöyle bir vaziyetteki bir mescid-i mukaddeste, nefs-i süflînin hevesâtına tâbi olup, yemek içmekle o vaziyet-i nuranîden çıkmak ne kadar çirkinse ve o mesciddeki cemaatin mânevî nefretine ne kadar hedef ise, öyle de, Ramazan-ı Şerifte ehl-i sıyâma muhalefet edenler de o derece umum âlem-i İslâmın mânevî nefretine ve tahkirine hedeftir.

YEDİNCİ NÜKTE

Ramazan'ın sıyâmı, dünyada âhiret için ziraat ve ticaret etmeye gelen nev-i insanın kazancına baktığı cihetteki çok hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki:


Ramazan-ı Şerifte sevab-ı a'mâl, bire bindir. Kur'ân-ı Hakîmin, nass-ı hadisle, herbir harfinin on sevabı var; on hasene sayılır, on meyve-i Cennet getirir. Ramazan-ı Şerifte herbir harfin on değil, bin; ve Âyetü'l-Kürsî gibi âyetlerin herbir harfi binler; ve Ramazan-ı Şerifin Cumalarında daha ziyadedir. Ve Leyle-i Kadirde otuz bin hasene sayılır. Evet, herbir harfi otuz bin bâki meyveler veren Kur'ân-ı Hakîm, öyle bir nuranî şecere-i tûbâ hükmüne geçiyor ki, milyonlarla o bâki meyveleri Ramazan-ı Şerifte mü'minlere kazandırır. İşte, gel, bu kudsî, ebedî, kârlı ticarete bak, seyret ve düşün ki, bu hurufâtın kıymetini takdir etmeyenler ne derece hadsiz bir hasârette olduğunu anla.

İşte, Ramazan-ı Şerif adeta bir âhiret ticareti için gayet kârlı bir meşher, bir pazardır. Ve uhrevî hasılat için gayet münbit bir zemindir. Ve neşvünemâ-i a'mâl için, bahardaki mâ-i Nisandır. Saltanat-ı rububiyet-i İlâhiyeye karşı ubudiyet-i beşeriyenin resmigeçit yapmasına en parlak, kudsî bir bayram hükmündedir. Ve öyle olduğundan, yemek içmek gibi nefsin gafletle hayvanî hâcâtına ve mâlâyâni ve hevâperestâne müştehiyâta girmemek için, oruçla mükellef olmuş. Güya muvakkaten hayvaniyetten çıkıp melekiyet vaziyetine veyahut âhiret ticaretine girdiği için, dünyevî hâcâtını muvakkaten bırakmakla, uhrevî bir adam ve tecessüden tezahür etmiş bir ruh vaziyetine girerek, savmı ile Samediyete bir nevi aynadarlık etmektir.

Evet, Ramazan-ı Şerif, bu fâni dünyada, fâni ömür içinde ve kısa bir hayatta, bâki bir ömür ve uzun bir hayat-ı bâkiyeyi tazammun eder, kazandırır. Evet, birtek Ramazan, seksen sene bir ömür semerâtını kazandırabilir. Leyle-i Kadir ise, nass-ı Kur'ân ile, bin aydan daha hayırlı olduğu, bu sırra bir hüccet-i kàtıadır.

Evet, nasıl ki bir padişah, müddet-i saltanatında, belki her senede, ya cülûs-u hümayun namıyla veyahut başka bir şâşaalı cilve-i saltanatına mazhar bazı günleri bayram yapar. Raiyetini, o günde umumî kanunlar dairesinde değil, belki hususî ihsânâtına ve perdesiz huzuruna ve has iltifatına ve fevkalâde icraatına ve doğrudan doğruya lâyık ve sadık milletini has teveccühüne mazhar eder. Öyle de, Ezel ve Ebed Sultanı olan on sekiz bin âlemin Padişah-ı Zülcelâli, o on sekiz bin âleme bakan, teveccüh eden ferman-ı âlişânı olan Kur'ân-ı Hakîmi, Ramazan-ı Şerifte inzal eylemiş. Elbette o Ramazan, mahsus bir bayram-ı İlâhî ve bir meşher-i Rabbânî ve bir meclis-i ruhanî hükmüne geçmek, mukteza-yı hikmettir.

Madem Ramazan o bayramdır. Elbette bir derece süflî ve hayvanî meşagilden insanları çekmek için, oruca emredilecek. Ve o orucun ekmeli ise, mide gibi bütün duyguları, gözü, kulağı, kalbi, hayali, fikri gibi cihazat-ı insaniyeye dahi bir nevi oruç tutturmaktır. Yani, muharremattan, mâlâyâniyattan çekmek ve herbirisine mahsus ubudiyete sevk etmektir. Meselâ, dilini yalandan, gıybetten ve galiz tabirlerden ayırmakla ona oruç tutturmak;ve o lisanı, tilâvet-i Kur'ân ve zikir ve tesbih ve salâvat ve istiğfar gibi şeylerle meşgul etmek; meselâ gözünü nâmahreme bakmaktan ve kulağını fena şeyleri işitmekten men edip, gözünü ibrete ve kulağını hak söz ve Kur'ân dinlemeye sarf etmek gibi, sair cihazata da bir nevi oruç tutturmaktır. Zaten mide en büyük bir fabrika olduğu için, oruçla ona tatil-i eşgal ettirilse, başka küçük tezgâhlar kolayca ona ittibâ ettirilebilir.

SEKİZİNCİ NÜKTE


Ramazan-ı Şerif, insanın hayat-ı şahsiyesine baktığı cihetindeki çok hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki:

İnsana en mühim bir ilâç nev'inden maddî ve mânevî bir perhizdir. Ve tıbben bir hımyedir ki, insanın nefsi yemek, içmek hususunda keyfemâyeşâ hareket ettikçe, hem şahsın maddî hayatına tıbben zarar verdiği gibi, hem helâl-haram demeyip rast gelen şeye saldırmak, adeta mânevî hayatını da zehirler. Daha kalbe ve ruha itaat etmek, o nefse güç gelir, serkeşâne dizginini eline alır. Daha insan ona binemez; o insana biner.

Ramazan-ı Şerifte, oruç vasıtasıyla bir nevi perhize alışır, riyazete çalışır ve emir dinlemeyi öğrenir. Biçare zayıf mideye de, hazımdan evvel yemek yemek üzerine doldurmakla hastalıkları celb etmez. Ve emir vasıtasıyla helâli terk ettiği cihetle, haramdan çekinmek için akıl ve şeriattan gelen emri dinlemeye kabiliyet peydâ eder. Hayat-ı mâneviyeyi bozmamaya çalışır.

Hem insanın ekseriyet-i mutlakası açlığa çok defa müptelâ olur. Sabır ve tahammül için bir idman veren açlık, riyazete muhtaçtır. Ramazan-ı Şerifteki oruç, on beş saat, sahursuz ise yirmi dört saat devam eden bir müddet-i açlığa sabır ve tahammül ve bir riyazettir ve bir idmandır. Demek, beşerin musibetini ikileştiren sabırsızlığın ve tahammülsüzlüğün bir ilâcı da oruçtur.

Hem o mide fabrikasının çok hademeleri var. Hem onunla alâkadar çok cihazat-ı insaniye var. Nefis, eğer muvakkat bir ayın gündüz zamanında tatil-i eşgal etmezse, o fabrikanın hademelerinin ve o cihazatın hususî ibadetlerini onlara unutturur, kendiyle meşgul eder, tahakkümü altında bırakır. O sair cihazat-ı insaniyeyi de, o mânevî fabrika çarklarının gürültüsü ve dumanlarıyla müşevveş eder. Nazar-ı dikkatlerini daima kendine celb eder. Ulvî vazifelerini muvakkaten unutturur. Ondandır ki, eskiden beri çok ehl-i velâyet, tekemmül için riyazete, az yemek ve içmeye kendilerini alıştırmışlar.

Fakat Ramazan-ı Şerif orucuyla o fabrikanın hademeleri anlarlar ki, sırf o fabrika için yaratılmamışlar. Ve sair cihazat, o fabrikanın süflî eğlencelerine bedel, Ramazan-ı Şerifte melekî ve ruhanî eğlencelerde telezzüz ederler, nazarlarını onlara dikerler. Onun içindir ki, Ramazan-ı Şerifte mü'minler derecâtına göre ayrı ayrı nurlara, feyizlere, mânevî sürurlara mazhar oluyorlar. Kalb ve ruh, akıl, sır gibi letâifin o mübarek ayda oruç vasıtasıyla çok terakkiyat ve tefeyyüzleri vardır. Midenin ağlamasına rağmen, onlar mâsumâne gülüyorlar.

DOKUZUNCU NÜKTE

Ramazan-ı Şerifin orucu, doğrudan doğruya nefsin mevhum rububiyetini kırmak ve aczini göstermekle ubudiyetini bildirmek cihetindeki hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki:


Nefis Rabbisini tanımak istemiyor; firavunâne kendi rububiyet istiyor. Ne kadar azaplar çektirilse, o damar onda kalır. Fakat açlıkla o damarı kırılır. İşte, Ramazan-ı Şerifteki oruç, doğrudan doğruya nefsin firavunluk cephesine darbe vurur, kırar. Aczini, zaafını, fakrını gösterir, abd olduğunu bildirir.

Hadisin rivayetlerinde vardır ki:

Cenâb-ı Hak nefse demiş ki: "Ben neyim, sen nesin?"

Nefis demiş: "Ben benim, Sen sensin."

Azap vermiş, Cehenneme atmış, yine sormuş. Yine demiş: "Ene ene, ente ente." Hangi nevi azâbı vermiş, enâniyetten vazgeçmemiş.

Sonra açlıkla azap vermiş. Yani aç bırakmış. Yine sormuş: "Men ene? Ve mâ ente?"

Nefis demiş: "Ente Rabbiye'r-Rahîm., Ve ene abdüke'l-âciz." Yani, "Sen benim Rabb-i Rahîmimsin. Ben senin âciz bir abdinim.

Allahım! Efendimiz Muhammed'e ve âl ve ashabına Senin razı olacağın ve onun lâyık ve müstehak olduğu bir rahmetle, Ramazan ayında okunan Kur'ân'ın harfleri adedince salât ve selâm et. Âmin.

"İzzet sahibi Rabbin, onların yakıştırdıklarından münezzehtir. Bütün peygamberlere selâm olsun. Hamd ise Âlemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur." Sâffât Sûresi, 37:180-182.

İtizar: Şu İkinci Kısım, kırk dakikada sür'atle yazılmasından, ben ve müsvedde yazan kâtip ikimiz de hasta olduğumuzdan, elbette içinde müşevveşiyet ve kusur bulunacaktır. Nazar-ı müsamaha ile bakmalarını ihvanlarımızdan bekleriz. Münasip gördüklerini tashih edebilirler.




Risale-i Nur,Ramazan Risalesi - Said Nursi hz.
Devamını Oku »

Kulağını Kur’ân dinlemeye sarf et


Bismillahirrahmanirrahim


Orucun ekmeli ise;mide gibi bütün duyguları, gözü, kulağı, kalbi, hayali, fikri gibi cihazat-ı insaniyeye dahi bir nevi oruç tutturmaktır.

Yani, muharremattan, mâlâyâniyattan çekmek ve herbirisine mahsus ubûdiyete sevk etmektir.

Meselâ, dilini yalandan, gıybetten ve galiz tabirlerden ayırmakla ona oruç tutturmak; ve o lisanı, tilâvet-i Kur’ân ve zikir ve tesbih ve salâvat ve istiğfar gibi şeylerle meşgul etmek; meselâ gözünü nâmahreme bakmaktan ve kulağını fena şeyleri işitmekten men edip, gözünü ibrete ve kulağını hak söz ve Kur’ân dinlemeye sarf etmek gibi, sair cihazata da bir nevi oruç tutturmaktır. Zaten mide en büyük bir fabrika olduğu için, oruçla ona tatil-i eşgal ettirilse, başka küçük destgâhlar kolayca ona ittibâ ettirilebilir.

Bediüzzaman Said Nursi

(Yirmi Dokuzuncu Mektup)
Devamını Oku »

Kendini Bulmak




İnsan, çoğunlukla günümüzde, ya kaba kuvvete, ya da ekonomik güce göre kendini ayarlıyor. Dünya konumunu böyle tâyin ediyor. Sonra da sorup duru­yor: "Neden huzursuzum? Neden mutsuzum?".

Oysa, kaba kuvvet, ele geçirenin hükmüne tâbi­dir. İnsan kişiliğine yapışık bir şey değildir. O, insan kişiliğini yapıcı bir unsur olamaz. Bu yüzden, insanı kişiliksiz kılmakta kullanılır çoğu kez. Ekonomik güç de, ihtirasların tuzağı ve tutsağıdır... Çok defa kişiye gerekli özgürlüğün amansız düşmanı... Bu iki kitle tabiatının basıncı altında kalan kişilik, bir ma­den tortusu gibi yamyassı yapışıp kalır bir yere. Ve üzerine yediği damganın yazgısından kurtulamaz. Ve derken, huzursuzluk ve mutsuzluk onun alınyazısı olup çıkar.

Kendi kişiliğini aramak: insanın bu dünyadaki görevi budur. özgürlükle aramak. Kaba kuvvete ve ekonomik baskıya aldırış etmeksizin aramak.

Sabır içinde aramak.

Tanrı'ya güvenerek aramak.
Sevgiyle aramak.
Özgeçi ve özveriyle aramak.

İnsan kendini arama borcunda yani. Araya ara­ya bulacaktır kendini. Karanlıklar içinde kaybolmuş âb-ı hayat olan ruhunun yitik cennetini arayarak, bulacaktır.

Tanrı'ya doğru giderek bulacaktır kendini insan. Peygamberlerin, yolgöstericilerin izinden giderek kendi kişiliğine çıkacaktır.

Oruçla, Tanrı'ya tapınmayla, Tanrı'yı ruh içinde, dilde ve işte anarak, Tanrı'ya gidişi süreklice yaşaya­rak bulacaktır kendini.

Bakacaktır, birden, çevre değişmiş. Yüzlerin an­lamı değişmiş. Eşya ve tabiat değişmiş.

Görecektir: ses başka, ufuk başka, gök ve toprak başka.

Anlayacaktır: savaş ne içindir? Öldürmek için mi? Diriltmek için mi? Mutluluk, önemli mi önemsiz mi? Asıl mutluluk, başkasını mutlu etmek ve mut-suz etmemekte değil mi?

Kendini kaybettiğini bir gün bilecektir insan. Fizikötesi ve insanüstü soluklar fısıldamakta durma­dan bunu. Kendini kaybettiğinin farkında olduğu gün, kendini aramaya çıkacağı gündür insanın.

Eller ve ayaklar ve onlara evrenin verdiği cevap­lar toplamından ibaret değildir insan. Bunlar, insan değil, insanın marjı, uzantısıdır eşyaya, dışa doğru.

Sadece ve sadece bu bakımdan anlamlıdırlar. Kendine yeter "kesik baş" masalında olduğu gibi, içimiz, bir özgürlüğe ve yoğunluğa kavuşmadıkça, sorup duracağız! "Neden huzursuzum? Mutsuzum: ne­den?"

Evren seferine çıkmak için kendine yeterli ruh azığıyla donanık mısın? Ellerini ve ayaklarını, gözü­nü ve ağzını, malvarlığını ve nüfuzunu kullanmak için, bu Tanrı nimetlerine tasarrufta bulunabilmek için, Tanrı halifeliği yetisine sahip misin?

İnsan, kendine bir cevap olmak için yaşar. Ama, cevap için önce soruyu, yukardaki soruyu alınyazısı­nın karatahtasına yazacak güç ve cesareti kendisinde bulabilecek midir?

İçimiz kabardığında, bu sorundur dipte yosun bağlayan.

Gün dönerken, nüansın nüansı melankoli flütle­ri, akşam sürülerini, bu sorular ve yanıtlarla çağıra­caktır dinleniş toprağına.

Ölüm ve doğum sûrları, bu soruları ve cevapla­rı üflemektedir ufuklara. Yeterli yarasaya mahsus seslere ayarlamış olmasın kulağını insanoğlu.

Kaba kuvvet, teknik kargısı ve malî yapraklar furyasını yarasa çığlığında farksız görecek bir kulak kazansın insan, yeter ki!

Yoksa, Tanrı, imtihan der. Bu imtihan çetindir. Taşa ve maymuna dönüşmek de var işin içinde, im­tihan sonucunda veya sonunda.

Kıyamet sorusunu, yaşayıp, çilesini çekip çöz­mek gerek. Yoksa, o, insanın güneşini batıracağı gü­nü bilir. O günü iyi bilir.

 

Sezai Karakoç-Gündönümü,syf:77-79
Devamını Oku »

Her Şey Aslına Döner

Her Şey Aslına Döner

Her şey aslına döner.

Yeryüzündeki müslümanlar da asılları olan İslâm’a dönecekler.

Bu dönüş, geriye doğru dönüş değil, asla, öze, köke dönüştür.

Dağı görmek istiyorsanız dağa kadar gitmeden de onu görebilirsiniz. Göz, dağı gördü mü, dağ, göze gelir.

Siz bir çukurda dağa arkanızı çevirmişseniz dağı geride kalmış savmanız, sadece size ait bir aldanıştır. Dağ belki arkanızda fakat çok yüksektir. Tepenizdedir. Siz çukurdasınız, o yüksektir. Bereketli yağmurlarını Allah’m izniyle göndermese ovada ot bile bitmez. Ova­nın görünüşteki ekinsizliğinden dolayı dağı küçümse­mesi ve kınaması ne kadar gülünçtür. Ekin ovada yeti­şir, ama dağın payım kim inkâr edebilir?

İnsan, İslâm’m önünde, dağın önündeki ova gibidir. İslâm’dan gelip kendinde esere ve verime dönüşen ni­metleri kendinden bilerek gurura kapılan insan, dağı küçümseyen çukurun gülünç durumuna düşer.

Ova aldanmaz, fakat insan aldanır. Ova alçak gö­nüllüdür, fakat insan çarçabuk gurura kapılır.

Bizim dağ ve ova meselemiz bir örnektir. Yoksa ger­çekte, dağlar da, ovalar da nimetin ve cezanın nereden geldiğini bilirler, öğünmezler, benliklerini ileri sür­mezler, ödevlerini yaparlar ve Hakkın takdiri önünde boyun eğerler.

İnsansa dağa arkasını çevirir ve dağ geride kaldı der. Halbuki dağ yerindedir, yerini hiç değiştirmez. Gerile­yen, ilerleyen insandır. Kendisinin gerilediğini görmez de dağı itham eder.

Halbuki, insan yüzünü dağa çevirse, dağ önünde olur. Dağ ileride olur. Ve gerekeni de o değil midir?

İslâm, en ulu dağlar gibi yerinde sabit, sağlam, başı dik ve tertemizdir. Kaypak olan, kaçan, saklanan, dağı kendi boş vehimleriyle itham eden insandır.

Tabiattan aldığımız dağ-ova örneği, insanın bütün aldanışlarında benzerini bulur.

İnsanın iyi olan asla dönmesi için Kur’an bir rehber olarak sağ ve diri, önümüzde ve başımızdadır.

Oruç, gözü keskinleştirir ve aldatıcı görünüşlere karşı insanı uyarır.

Namaz ruhu kuvvetlendirir; asla dönüşün engelle­rini ayıklar.

Zekât, insanın mal ihtirasından dolayı kam kirlenen birikmiş maldan kan alma, hacamattır adeta.

Zekâtı verilmiş mal, kanı arınmış bir kurbandır in­sanın önünde âdeta.

Eşyanın kan çarpmasından böylece korunmuş olur insan.

Komünizm, zekâtsız geçen çağlarda birikmiş kirli kanın çağımızda birdenbire patlak vermesidir. Evren­sel bir ceza gibi.

Müslümanlar asılları olan İslâm’a dönerlerse, umu­lur ki, insan da ona bakarak İslâm’a dönsün.

Çünkü: müslümanlar, ifratla tefritin çarpışmasında, ortadaki selâmetin topluluğudurlar. Hakem millettir­ler. Haktan ve hakikatten ayrılmazlar.

Müslümanlar, örnek millettirler. İnsanlık onu görse yüzeydeki aldanışı aşıp derindeki öze ulaşabilir.

Çağımızdaki her müslümanın ödevi, mümkün olan bütün gücüyle Islâm’ı önce kendi şahsında, sonra bütün insanlarda tam yaşanır bir hayat iksiri sayarak çalış­mak ve bu yolda savaşmaktır.

Her şey aslına dönecektir.

Kader çizgisi eğilmez, bükülmez.

İnsan kader çizgisinin dışına çıkamayacağını anlar da gurura kapılmazsa yol kolaylaşmış olur.

Yol kurallarına uyarak vekar ve onurla gitmeyen, kaderin itişiyle yuvarlana yuvarlana gider.

Sezai Karakoç,Günlük Yazılar 2
Devamını Oku »