Yeni Birey,Yeni Dindarlık-2



Üstünlüğün Sembolü Olarak Başörtüsü:Başörtüsünden Kaçış '

Tek suçum başörtülü olmak... bu söz yalnız mezkur spikerin değil, dönem itibariyle başörtülü kadınların önemli mottolarından biriydi. Esasında mesaj devlete yönelik verilerek, “başörtüsünün içeriğini oluşturan iddiaların hiçbirini biz de kabul etmiyoruz” denilmektedir. Dolayısıyla kamusal alana girildi-ğinde laiklerin ve açıkların yaptıklarından başka hedeflerinin olmadığı dile getirilmektedir. Yürürlükteki düzenin bir parça  sı olma konusunda başörtülülerin çok büyük kısmının “aşın istekli” olduklarını, şeriat mevzuu olduğunda sessiz kalıp, böyle taleplerinin bulunmadığı bilinmeyen bir hakikat değil. (Arat, 2003) Bu yüzden evliliklerde de Kadir Topbaş ve Bülent Arınç’ın oğullarında olduğu gibi başörtüsü olmayanı tercih etmek yaygınlaştı. Almanya’daki Milli Görüş Teşkilatı’nın kurucusu Yusuf Zeynel Abidin’in kızı Emel Abidin’in (Abidin, 2005) Kur’an’ın kanun değil nasihat kitabı olduğunu belirterek 32 yıllık başörtüsünü çıkartması ve bu yüzden Almanlardan cesaret ödülü alması benzer kaygıların artışını göstermektedir.

Başörtüsü üstünlüğün sembolüdür. Üstün olanlar kapalıdır ki herkes gibi olmaktan kurtulmuşlardır. Erken dönem başörtüsü mücadelesinde benzer yargılara rastlamak mümkünken sonradan bu inanç kırılmaya başladı. Tam tersine bugün başörtülü olmak ikinci sınıflığın kabulü anlamına gelmeye başladı. (Sarıbay, 2003) Bu fikri içselleştirenler kendilerini olabildiğince başörtüsünden uzaklaştırır, başını açarken, örtüde direnenler ise kendilerinin de laikler gibi olduğunu kabul ettirmeye gayret göstererek seküler her türlü etkinlikte gözükmeye çabalar artık. Birçok kişinin tesettüre girmesine vesile olan Şule Yüksel Şenler için durum tesettürün içinin boşaltılması:

Ama beni yaralayan çok üzen, evet bugün iftihar ediyorum, her yer tesettürlülerle dolu ama şuurlu olanları tenzih ediyorum sahnelere çıkıp göbek atan, dışarıda tuhaf kıyafetler giyip gezenler... Hele pardösü denilen şey tamamen ortadan kalktı. Önceden yine tunik giyiliyordu, şimdi o kısala kısala ceket oldu şimdi o da çıktı. Tesettürün içi boşaltılmış. (...) ilk baştan itibaren kıyamete kadar devam edecek iman ve küfrün mücadelesi. Bu gibi haller tabii ki Müslümanı üzen şeyler ama mücadeleden hiç yılmadan asla dönüp, asıl olanı yaşayabilseydik, Rabbimiz kâfirlere bu derece imkan vermezdi. Nasılsanız öyle yönetilirsiniz (Şenler, 201 1).

MÜSİAD’ın iş kadınlarının da muadilleriyle arasında belirgin bir fark görülmemekte. Öyle ki onların da çalışmaktan arta kalan zamanda “adrenalini sevdikleri için” motosiklet kullanma, kayak, basketbol, tiyatro gibi faaliyetlerle yoğun bir günleri mevcut. (Kılıç, 2010) Gündelik hayatın içinde seküler kalıpların kullanılması son derece normal karşılanmaktadır çünkü mesele “Hanımlar olarak ataerkil bir toplumda iş ortamında çok fazla söz sahibi olamıyoruz. Ancak yine de varlığımızı hissettirmeye başlamak güzel.” Bu fikir doğal olarak belli ayrılıkları da beraberinde getirmektedir. İslâmi kesim kendi zenginini üretirken evlilik tercihlerinde de değişimler olacaktır. Erkeklerin ne kadar kariyer sahibi de olsa başörtülü biriyle evlenmekten kaçınmaları da benzer kaygılardan kaynaklanf maktadır. (Böhürler, 2011)

Muadilleriyle aynı maaşı ve imkânları alamayan başörtülülerin iş hayatıyla ilgili kaygıları gittikçe artarken örtüleri yüzünden ayrımcılığa maruz kalmaları onları seküler dünyaya biraz daha yaklaştırmaktadır. Buradaki düğüm okumakta. Çünkü zamanında eğitimini aldığı mesleğini icra edememek daha büyük bir soruna yol açmaktadır.

İslâmcılık hareketi kendine özgü kadro yapısına sahipti. Osmanlı’nın son döneminde medrese kökenli, iyi eğitim almış, Avrupa görmüş, yabancı dil bilen, eser sahibi ama dar bir kitle Cumhuriyet döneminde de kısmen etkinliğini sürdürdü. Osmanlı izlerinin kaybolması, DP dönemi ile birlikte “kır kökenli” bir hareket halini almaya başladı İslâmcılık. Para ve kariyerle karşılaşınca muhafazakârlaşan kitlenin bu kökeni sürekli benzeri eklektik sonuçlara vardı. 1980’li yıllarda yeni nesillerin üniversite görmesi, kentlerde yetişmiş olması entelektüel bir çeşni kattı. Ama öncekilerden ayrı bir sınıf olarak gelişmedi. 2000’li yılların sonundaki İslâmcılık düşüncesi ile insan portresi belirgin farklılıklar gösterir. Klasik mesleklerden farklı olarak yepyeni ve değişik işler yapan çoğu kişi İslâmcı başlığı altında sunulmaya başladı.

Feracenin Dönüştürülmesi, Hac, Kreş, Dini Geziler

Yeni dindarlığın görünme ve gösterme üzerine gelişen yapısı, Müslüman bireylerin kendilerini giyim kuşamla ifade etmele­riyle sonuçlanır. Bir bakıma giyim kuşamdaki çeşitlilik, gös­teriş, estetik boyut Müslümanların yine rövanş alma, kendini gösterme ve kamuda yer alma temayüllerinin bir versiyonudur. Uzun yıllar başörtüsü yasağı, kamuda modern Müslüman kadının giyim tarzının eksikliğinin hissedilmesi, eğitimli ka­dınların kamuda daha fazla görülmesiyle sonuçlanmıştır.

Bol, tüm bedeni kapatan, vücut hatlarını göstermeyen kı­yafetler, pardösü ve sade başörtüsü biçimleri bilhassa 90’ların ortasından itibaren terk edilmeye başladı. Pardösü aslî kim­liğiyle Müslüman kadınlarda görünme imkânını neredeyse tamamen kaybetti. Pardösüler neoliberal kültüre binaen yeni kalıplara, dizaynlara girdi. Müslüman kadını “gizlemesi” gere­ken pardösü ve tesettür, onu daha fazla öne çıkarmaya başladı. Müslüman kadın tesettür sayesinde modern dünyada Müslü­man kalma imkânı sağlarken artık, Müslümanlığını seslendir­mek için estetize edilmiş tesettürle yer almaya başladı.

Daha kötüsü İslâmî hassasiyet taşımayan kızların ve kadın­ların tesettür üzerinden görünürlüğünü ve çekiciliğini artırma gayreti yeni dindarlığın hususiyetleri arasına girmiştir. Dinî programlara bile giderken bu tesettür anlayışını koruyan yeni dindarlar, sürekli moda, sezon takibi yaparken, önceki sezon­lardan giyenlere istihza ile baktıkları da bir gerçektir.

Bele oturan pardesüler, diz altına kadar inen etekler, sarı, yeşil, pembe gibi “çağıran” renkler, eşarbı ve fuları daha gü­zel olsun diye iğnesiz yapmak, başörtüsünün uçlarını serbest bırakmak, eşarp ucundan azıcık saç perçemi, kulak ve boyun göstermek, yarım kol ceket, ten rengi çorap giymek, şal mo­dası, gözleri sakınmak için pahalı markalı ve iddialı gözlükler takmak, Jiplere binmek giyim kuşam üzerinden yeni dindarlı­ğın alametlerindendir.

Belki de yeni dindarlığı en fazla tanımlayan, en yaygın olanı giyim kuşama bağlı yeni dindar anlayıştır. Bu bağlamda fera­cenin geçirdiği evrim neoliberal dindarlığı tam manasıyla izah eder. Aşırı bol olduğu için geleneksel toplumlarda da tercih edilen ferace artık modaya bağlı olarak vücuda tam oturtula­rak dizayn edilmeye başlanmış, kadının güzelliğinin yanında çekiciliğini artıran bir albeniye kavuşturulmuştur. Bu bakım­dan ferace yeni dindarlığın prototip giysilerindendir. Giyim üzerinden neoliberal dindarlıkla kadınlar kadar erkekler de özdeşleşmiş benzer temayüller onlarda da yaygınlaşmıştır.

Neoliberal dönemle birlikte görece belirgin bir gelir artı­şı tüm kesimlerde yaşandı. Bu biraz da tüketim nesnelerine ulaşabilmeyi gerektirecek maddi seviyeye ulaşabilmenin bir sonucuydu. Hangi durumda olursa olsun, maddi durumun yükselmesi etkisini Hac ve Umreye gösterilen yoğun talepte gösterdi. Hac başvurularındaki patlamalar, Umreye her dö­nemde gösterilen aşırı ilgi yeni dindarlığın en bariz örnekle­rindendir. Belli bir yaşa gelenler ömürlerinin sonuna doğru Hacca giderek dindarlıklarını taçlandırmak isterken Umre'ye de her yaştan aşırı ilgi hatta bir kişinin birkaç kez gitmesi, artık statü vesilesi haline gelmiştir. Hac ve Umre'ye giderken yapı­lan hatimler, dua ısmarlamaları, zikir duaları, selamlar, yeni dindarlığın kendine özgü ritüel icatları haline gelmiştir. Yeni dindarlık dönemine bağlı olarak yeni nesneler üzerinden, yeni ritüeller ortaya koyarak dini tatmini gerçekleştirmeyi de ön­görür. Hac ve Umre arkadaşlarının her Cuma günü bir büyük camiye gidip ibadetlerini, dini ziyaretlerini eda ettikten sonra dışarıda yemek yemeleri yeni kültürün yeni dindarlık üzerin­deki etkisindendir.

Yeni dindarlık mekân, giysi, gösterme üzerinden kendini gösterirken “kreş müessesi” tüm kültürüyle bu yönelimi tek başına izah edebilecek donanıma sahip. Hayli pahalı olan “dini kreş”ler, neredeyse çalışan dindar kadının maaşının yarısına yakınına denk gelmektedir. Belli bir statü ve gösteri nesnesi olan kreşler, çocukların bakımlarının ötesinde onların dindar yetişmeleri için gönderilen mekânlardır. Çalışmayan kadınlar bile kendileri evde öğretebilecekleri temel dini bilgiler için ço­cuklarını kreşe gönderirken, bunu kendi dindarlığının, “bilinç­li Müslüman” algısının hatırına yapmaktadır. Çoğu ailelerin bir yıl gönderdikleri kreşler, zaten ücretlerine, muhitlerine göre dindarlar arasındaki statüyü belirlerken, jipli bir dindar kadı­nın yerli arabayla gelen kadınlara selam vermemesi, yıl boyun­ca konuşmaması yeni dindarlığın ne derece “İslâmî” olduğunu açıklar. Kur'an a geçişin pasta kesilerek kutlandığı kreş olgusu neoliberal dönem İslâmcılığının, yeni dindarlığın boyutlarını vurgular.

Öğlen 12 ile 4 arasında içinde beş altı kadın bulunan ara­balara mahalle aralarında rastlamamak imkânsız. Arabayı pürdikkat kullanan gözlüklü ve çarşaflı kadın, komşularıyla birlikte toplantının bulunduğu eve gitmektedir. Aynen haf-tasonunda AVM'Iere yapılan seyahatler gibi. Ev toplantıları eskiden de vardı fakat mahiyeti, dayanağı ve uygulanışı yeni kültür ve iktisada bağlı olarak değişmektedir. Bu açıdan yeni dindarlık iyice belirginleşen bir zihni değişim, dönüşüm içerir.

Geleneksel dindarlığı gördüğünde “beyaz Türk” tepkisi ve­ren bir anlayış gelişmiştir. Bayramlarda gelen gidenden kaç­mak için tatile çıkan dindar sayısı belki şimdilik az görünse de bu eğilime bağlı olarak yaygınlaşmayacağı konusunda kimse garanti veremez. Ramazan ayında tatile çıkan, gündüz orucu­nu dinlenip uyuyarak geçiren yeni dindarlar geceleyin havuz ve yemek arasındaki döngüden oluşan bir kültürü yaşamak­tadır.

Gösterge Zenginlikleri

Yeni dindarlık, göstermeye, görünmeye dayalı olduğu kadar kalabalığa, kitleye, topluluğa dayalı olarak da gerçekleşir. Yine neoliberal kültürün getirdiği “ulaşabilme” şartları dolayısıyla maddiyata dayalı dindarlık göstergeleri hayli yaygınlaşmıştır. Peygamberimizin Hadisi Şerif'inde üç cami dışında sefer ya­pılmaz ikazına riayet edilmeyerek, yeni dindarlık etkinlikleri arasına giren farklı illerdeki farklı camileri ziyaret etme adeta gelenek halini almaya başladı. Bidatlardaki iyi-kötü denklemi uyarınca yeni dindarlığın iyi ve kötü ritüellerinin olabileceği yargısını belki boşa çıkarmadan bu tür “gezilerin” fayda getire­bileceği düşünülebilir.

Kafileler halinde Bursa Ulu Cami, Selimiye, Mevlana, İs­tanbul’daki camilere yapılan seferler bir görgü artırma etkinli­ğinden çok “ibadet” atmosferine yerleştiği, ziyaretçilerin böylece daha dindar göründüğü düşünülürse yeni dindarlığın yeni ölçütler getirdiğini izlemek mümkündür. Cuma ve Pazar sa­bahları yine toplu şekilde, arkadaşlarla toplanarak yine bir ulu camide sabah namazı kılma etkinliği de bu minvalde değer­lendirilebilir. Sabah namazlarını eda ettikten sonra yine toplu kahvaltı yapmak da bu ritüelin bir parçasıdır.

Belki buna son yıllarda "turist olarak” Kudüs”e yapılan seya­hatleri de eklemek lazım. Yahudileri rahatsız etmek, “Kudüs'ü unutmadığını” göstermek amacıyla gerçekleştirilen ziyaretle­rin cihat maksadı taşıması da yeni dindarlığın algılarındandır. Dini toplantıların ardından kadınların bakım ürünleri satma­ları ve almaları yeni dindarlığın yönü açısından önemli.

Benzer bir çaba edebiyat âleminde de kendini gösterir. Başka ürünlerinin yanında, daha seküler modern hayata dair yazdıklarının yanında dindar ve Müslüman olmanın getirdiği hassasiyetle, özellikle biyografi alanında yazılan ürünler neo­liberal dönem vicdan sızısının bir sonucudur. İslâm tarihinin öne çıkan kadınlarının, sahabelerin biyografilerini makyajlı bir dille anlatmak, bunları patetik hale getirmek, çok satanlar listesinde üst sıralara tırmanmak yine yeni dindarlığın “geniş kitlelere” ulaşma saikinin iktisatla birleşmesiyle sonuçlanır. Krediyle ev ve araba almanın hükmünün bir şekilde bulunma­sı bir tarafa gündelik hayatın içinde dindarlık göstergelerinde farklılaşmalar geniş bir zemine yayılmıştır.

Aleyna, Ecrin gibi kelimelerini çocuklarına isim olarak ve­ren aileler ortalama bir dindar olabilme çabasını “gösterirken”, iki çocukta karar kılmış dindar ailelerin çocuk sayısı fazlala- şanlara karşı istihza ve küçümsemeye varan bakış açıları, sı­nıf farkı gözeten tutumları yeni dindarlığın örtük bir sınıfsal farklılık barındırdığını da gösterir. Aşure yapıp dağıtanların sayısı yıllara göre artış gösterir: İktisadî durumun artmasına bağlı biçimde aşure yapanların sayısı artarken, aşureye katılan malzemelerin niteliği de bu sınıf farkına işaret eder. Aşure üze­rinden kurulan dindarlık göstergesi Neoliberal dile hâkimdir.

Yine ekonomiye hitap eden geleneksel dindarlıkta yeri bü­yük olan ölen kişinin ardından yapılan 40 ve 52 geleneğinin daha zahmetli olması nedeniyle yeni dindarlıkta gittikçe azal­dığı bir gerçektir. Buna karşın şatafat, gösteriş ve üstünlük alt-orta sınıflarda neoliberal İktisadî paya bağlı olarak camiler üzerinden gerçekleşmektedir. Artık "külliye" gibi düşünülen içinde düğün salonu, oyun alanları, konferans salonları, ders odaları bulunan camilerin inşası artmaktadır. Bu derece büyük paralar halktan toplanarak gerçekleştirilir. Cami içlerindeki süslemeler, halıların, ısıtma, soğutma ve ses sisteminin mo­dernliği, aydınlatmaların niteliği göstermeye dönük dindarlı­ğın "kitle ”ye bağlı kimliğini açıklar.

Neoliberal kültür öyle baskın bir karaktere sahip ki, onu eleştirirken bile aynı kültürel etkinlikleri yapmak durumunda kalırsınız. Bu dönemde çıkan ve yeni dindarlığın öğelerinden olan iftar çadırları şimdilerde mevsime bağlı olarak sokak if­tarlarına dönerken, burada iftar yapmak yani fakirlerin halini anlamak da yeni dindarlık içinde tanımlanmaya başladı. Lüks otel ve restoranlardaki iftar eleştirilerini yaparken evlerdeki iftar davetlerinde de yüksek bir lüks standardı yakalanmaya çalışılır. Çatal, kaşıktan peçetelere, yemek çeşitlerinden, ör­tülere, uyuma, şıklığa kadar birçok konuda üst düzey dikkat sergilenir. Kurbanların hayır kurumlarına verilmesi bir yanıy­la fakirlerin durumlarını düşünmek olarak sunulsa da aslında "kurban kesme zahmeti ve rezilliğinden kurtulmak itiraf edil­memiş bir olgudur.

Fotoğraf, Mahremin Daralması, Kahkahâlâr

Arapça, Farsça, Osmanlıca dil kurslarına gitmek, ney çalmak, İslâmî sanatlar için dersler almak yeni dindarlığın unsurların­dandır. Belki de en olumlu bidat ya da yenilik kadınların hafız­lıktaki gayreti ve başarısı.

Yeni dindarlık içinde yeni insan ve Müslüman portresinin tanımlanmayı gerektiren çok önemli boyutları var. Belki ba­şörtüsüne rağmen göbeğini açan kızların sayısı çok lokal ka­labilir ama benzer örneklerin yaygınlığı Neoliberal kültürün etkin bir yeni Müslüman çerçevesi çizdiğini de gösterir.

Din için, mazlumlar ve Müslümanlar için eylemlerde, pro­testolarda, toplantılarda kadın ve erkeklerin yanyana gelmesi, bunun bir sorun olarak telakki edilmemesi yeni dindarlığın kadın-erkek ilişkileri bakımından girdiği modern yolu izah eder.

Nargile salonlarında, kafelerde, çay bahçelerinde statü ara­yışıyla örtüşen oturmalar, kadın erkek farkı gözetmeden din­darların bir arada bol kahkahalı, sigaralı, oyunlu sohbetleri bedenin, görünmenin, göstermenin öne çıkmasıyla oluşan yeni dindarlığın yol izlerini verir: “İnsanlar modernleştikçe gözya­şından ve kederden uzaklaşıyor. Daha doğrusu duygulardan. Duygu olarak sadece kendini iyi hisset diye bir bahis var. Daha çok ye daha çok gez, daha çok eğlen. Ruhunu unut bedenini şı­mart. Kadim zamanlarda bedene aşırı itina göstermek makbul değildi. Makbul olan az konuşmak, az uyumak ve az yemekti. Postmodern zamanlarda ruha gösterilen itina ‘hoş’ karşılan­mıyor.” (Barbarosoğlu, 2013)

Yeni dindar bireylerin aşırı kahkahâlârı, neşeli halleri, ken­dilerini ev dışında tanımlamaları, geleneksel algı biçiminin açıkça sona ermeye yüz tuttuğunu gösterir. Bu neoliberal İktisadî politikalara bağlı olarak ortaya çıkan ekonomik değil ama davranış kabilinden orta sınıf burjuva eğiliminin bir sonu­cudur. Gösterme, görülme burjuva karakteridir. Yeni dindarlı­ğın gösterme merkezli faaliyetleri Müslümanların neolibera- lizmi içselleştirdiğini ispat eder. Fotoğrafın dünyada gelişimi burjuvanın güçlenmesiyle orta çıkmıştır.

Fotoğraf Türkiye’de geniş bir kesimde daha 1970’lere kadar zorunlu olarak çektirilirdi. Suret gösterilmezdi. Kimse lazım olanın dışında fotoğraf çektirmezdi. Bugün yeni dindarlık fo­toğraflar üzerinden kendine yer bulurken, dindarlık gösterge­leri fotoğraf, sosyal medya üzerinden aktarılma ihtiyacı hisse­diyor. İbadetini, dindarlığını Allahla irtibatı üzerinden değil, kullarla irtibatı üzerinden tanımlamak, göstermek, tatmin olmak isteyen bir dindarlık hâkim. Yeni dindarlar, “Allah bize yeter”, derken samimi değil.

Kadınların, erkeklerin her halleri fotoğraflar üzerinden sosyal medyada aleniyete açılır. Böylece mahrem kavramı yeni dindarlıkta çok dar bir alana sıkışır. Yeni dindarlar Kemalist anlayışa karşı geliştirdikleri mahrem eleştirisinin benzerini kendileri kurgulayarak mahremin sınırlarını hayli daraltmışlardır.

Özendirme, kışkırtma yeni dindarlığın genel karakteri Yiyecekler, geziler üzerinden her türlü yeni tüketim metaını meşrulaştıran yeni dindarlar, dindarlığa özgü takva, züht ve münkerden uzak durmaya çağırmaları gerekirken, tam tersine bunları kışkırtan nitelikte davranmaktadır. İftar sofralarından, teravihlere kadar yapıp ettiği tüm etkinlikleri paylaşmak, bire­yin Neoliberal dönemde özgürleştikçe başkalarına bağımlılık kazandığını gösterir. Kendi onayı değil, ilahi takdir hiç değil ama başkalarının taltifi, takdiri ve onayı çok daha önemli ola­bilmektedir. Kamusal israflar, sempozyumlar, ağır kitaplar bu­nun bir başka yanı.

Yeni dindarlığın “dindar kanallardın sayıca artmasıyla orta­ya çıktığı bir gerçek. Önceleri radyo ve televizyon istasyonları­nın çoğullaşması, sonra internet, yeni medya ve sosyal medya yeni dindarlığın temel nüvesi. Cep telefonları ve buna bağlı yeni iletişim, mesaj kanalları da yine yeni dindarlığın “sanal” üzerindeki etkisinden. Televizyonlarda çıkan “dualarınızı ya­zıp 555555’e mesaj atın” reklamı bile kendi başına önemli bir göstergedir. Yeni dindarlık bir yanıyla kitle, iletişim ve kamu üzerinde yükselirken asıl gücünü siyasal alandan alır. Neolibe­ral dönemdeki İslâmcı siyasetin, bilhassa 2000’ler sonrasında­ki iktidar yapısının yeni dindarlık üzerinde doğrudan olmasa da dolaylı tesiri vardır. Dindarlık, Neoliberal kültürle birlikte anlam daralmasına uğrayarak, dini hayata hakim kılma fonk­siyonundan vazgeçerek sadece dinin genel kaidelerini kamuda sergilemeye kadar inmiştir. Kuşkusuz aşırı ve dengesiz kentleş­me ile kırın geri çekilmesinin bunda çok büyük etkileri vardır.

Mezarlık ve türbe ziyaretleri hiçbir dönemde azalmadığı gibi günümüzde de etkisini sürdürür. Mezarlıklarda çok daha kısa süren ziyaretler geleneksel dindarlıktan kalan önemli mi­raslardandır. Cahit Zarifoğlu’nun mezarı başında gerçekleşti­rilen 2014 yılındaki anma ziyaretinde, şairin mısralarmdan ya­pılmış çok sayıda pankartın yer alması yeni dindarlığı gösteren en önemli işaretlerdendir.



Ercan Yıldırım - Neoliberal İslamcılık(1980-2015)İslamcıların Dünya Sistemine Entegrasyonu,pınar yay.,syf:314-323;325-332

1.Yazı için bkn:

http://ilimcephesi.com/yeni-bireyyeni-dindarlik-1/
Devamını Oku »

Kurban:Sınıra Yakın Durmak

Kurban:Sınıra Yakın DurmakDin'de biçimsel özellik gösteren ibadetler (kulluklar), insan aklının terbiyesi, büyük kulluğun, insan olmaklığın, doğru yol (sırat-i müstakim) üzere yani sınırında seyretmesi için son derece önemlidir. Bir örnek vermek gerekirse, urefa, namazı, genel anlamıyla insan nefsinin terbiye edilmesi olarak görür: Kıyam, insanın en önemli özelliği, ufka bakmasını mümkün kılan dik durma (kebed)'yı, dolayısıyla, tüm Evren'in bir hülasası olarak, maddî, bitkisel, hayvanî ve aklî özellikleri birlikte içeren bir yapıyı temsil eder. Rukû, yani eğilmek, Tanrı karşısında, hayvanî olanı, hayvanî nefsin özelliklerini, secde yani toprağa düşmek, sürünmek ise bitkisel olanı, bitkisel nefsin özelliklerini -yok etmek değil- terbiye etmek, sınırında tutmak, anlamına gelir; iki secdeden sonra kazanılan hâl terbiye edilmiş nefistir yani kelime-i şehâdet getirerek teslim olmuş (barışa, emniyete ermiş), dolayısıyla sükûnet bulmuş, ihtiyar yeteneği kazanmış akl-i selimdir. Bu nedenledir ki, insana (dik durana), en zor gelen şey başkasının karşısında eğilmek, önüne düşmek, hatta yerde sürünmektir.

Tüm biçimsel kullukların, hem bireysel hem de türsel anlamda insan nefsini terbiye etmeye yönelik olduğunun en güzel örneklerinden birisi hac ve kurbandır. Haccın hayat ve âhireti/kıyameti birlikte içeren ilahî bir senaryo olduğu söylenebilir. Bu senaryoda başrolleri, bir erkek (Hz. İbrahim), bir kadın (Hz. Hacer) ve bir çocuk (Hz. İsmail), kısaca bir çekirdek aile üstlenir. Kadının, kendisi ama daha çok Çocuğuna ilişkin, daha genel anlamıyla yaşamaya ilişkin telaşı, kaygısı ve korkusu, Sefa ve Merve arasındaki koşuşturması, yardım edecek ötekini araması, Hayata tutunma arayışını temsil eder. İnsan türünün çoğalma ve sürekliliğini temsil eden Çocuğun, suyu bulması, yaşamın kaynağı olarak suyun merkezî yerine yalnızca bir işarettir. Kısaca denirse, Çöl, Hayat, bir telaş, bir kaygı, bir korku, bir koşuşturmadır; yaşamak için bir arayıştır; türü -çocuğu- devam ettirmek için verilen bir uğraşıdır ve ancak ötekisiyle mümkündür. Erkeğin, Babanın bu sahnedeki rolünün kısıtlı olması, hayatın, yaşamanın iç yapısının kadın tarafından yürütüldüğünün bir göstergesi olarak okunabilir. Kıran haccında hayatı temsil eden bu sahnenin ihram ile yapıldığı, ihramın da, haram sözcüğüyle aynı kökten geldiği dikkate alınırsa, sınır koymanın, sınırlı olmanın hayatın her anında geçerli olduğu rahatlıkla anlaşılır; o kadar ki Zilhicce'nin dokuzuncu günü Kıyamet sahnesine giderken bile tekrar ihram giyilmesi, sınır kavramının ne kadar belirleyici olduğunu gösterir; insan kıyamette bile sınırını, insanlığını bilmelidir; zaten insana kıyamette sınırı, insanlığı hatırlatılacak, sahip olduğu iradeyi -ihtiyarı değil- kullanarak, sınırından, insanlığından ne kadar uzaklaştığı önüne konulacaktır.

Hac'da şeytan taşlama olarak bilinen ritüel, nefis terbiyesinde zirve noktayı temsil eder. Küçük, orta ve büyük cemre'nin anlamlarına dikkat edildiğinde ilk göze çarpan, cemre'nin "kor(köz) halindeki ateş" olmasıdır ki, nefse ateşin temsilî bir hatırlatılmasıdır. Küçük cemre, nefsin bitkisel, orta cemre hayvanî, büyük cemre ise insanî tarafını temsil eder. Bu nedenle, aslında herkes kendi şeytanını/şeytanlarını taşlar. Öte yandan Kurban'ın birinci gününde yalnızca büyük'ün taşlanması; ikinci, üçüncü ve dördüncü günler her üçünün taşlanması; insanî nefisteki iradenin, aklî ihtiyara dönüştürülmesi sürecinin öteki nefsî güçlerin terbiyesinden daha zor olduğunu gösterir. Daha da ilginç olanı, ulemanın taşlama esnasındaki uyarısıdır; insan taşları/közleri "öfke" ile atmamalıdır; çünkü öfke iradenin bir dışavurumudur; ihtiyarın değil. Tüm bu süreci, kurban keserek, yakınlaşarak bitirmek, hayata ilişkin hareketin ilahî olana teslim olması ve sükunete kavuşmasıdır.

Bir çocuk olarak, türün bekasını, süreklilik arzusunu, hâkimiyet duygusunu, kısaca çokluğun kendisini temsil eden Hz. İsmail'in yerini alan kurban, aslında insanın nefsi'dir ve mecazî anlamda, kesilerek, yaşamasına son verilerek, aklî olanın maddî-bitkisel ve hayvanî olana galebe çalmasını imler. Ulema'ya göre, Hac'da ev sahibi Tanrı olduğu için, O'na takdim edilecek en değerli şey bizatihi insanın kendisi, yani nefsidir; insan da bu takdimi nefsini temsil eden bir kurbanla gerçekleştirir; bu nedenle kurban, mecazî anlamıyla nefsin ilahî terbiyesi yani sınırını bilmesinin bir itirafıdır.

Unutulmamalıdır ki, nasıl ki, bilinenin tersine, asıl oruç, iftar saatiyle; asıl Ramazan da bayramdan sonra başlarsa -ki Ramazan, oruç, nefsin terbiyesine ilişkin bir eğitimdir-, asıl Hac da bizatihi Hac'dan sonra başlar. Kişi, nefsini/şeytanını hafife almamalı; sınırında durmalıdır; çünkü maddî ihram eğitimi, insanın nefsine manevî bir ihram giydirmek, yani sınır koymak; insanlığı içinde tutmak içindir. Heidegger'in dediği gibi, "sınır/insanlık bir kere çiğnendi mi, çiğnenecek başka bir sınır kalmaz".

İhsan Fazlıoğlu,Kendini Aramak
Devamını Oku »

İnsan ve Tapınma

İnsan ve TapınmaRuhun ana silâhı tapınmadır. Allaha tapma. Allaha tap­ma, insanın ve tabiatın tanrılık iddiasını yıkma, onlan çıplak hakikatleriyle kavramaktır. Yaratılanı aşmak, iğretiyi yıkmak, yalanı devirmektir. Allaha tapma, izafi olandan sıyrılıp mut­lak olanla donanmak, fanilik perdesini yarmaktır. Allaha tap­ma, insanları ve tabiatı putlaştırmama, benlik putunu kırma , demektir. Böylesine bir silâhla donanmış ruh, silâhın ta ken­disi olmuş demektir. Artık onu hangi kuvvet, hangi silâh ye­nebilir?

Namaz, oruç, hac, zekât, müslüman ruhunun silâhlaru... Namazla doğrudan doğruya Allaha yönelmiş olmaktadır insan.Bütün dış alâkalardan kurtulup O'nun önünde ve huzu­runda olmak. O’nunla, Ezeli ve Ebedi Olanla, Yaratıcı Olanla olmak. İnançsız kişi bu güçten mahrumdur.

Oruç, benliği kıran tapınma. Hac, müslümanları bir ara­ya toplayıp Allaha yöneltmekte. Zekâtla, müslüman sahip ol­duğu eşyayı da Allaha yöneltmekte. Daha doğrusu eşyaya olan gizli tapınma bağlarını kırmakta, ilgilerini kesmekte. Bütün bu sevgi ve korku silâhlarıyla müslüman kendini kuşatıp iğreti ve kötü ilgilerden koparmakta ve iyiliğin, doğruluğun, güzelliğin kaynağına yüzünü ve gönlünü çevirmekte. Namazla, oruçla, hacla, zekâtla, Allahı söz, kalb ve davranış anmalarıyla, ruh öte âlemin silâhlarıyla donanmakta, fiziğin esaretinden kur­ulmakta, insanın gerçek anlamına ermekte.

İnançsız inşanın silâhları maddî silâhlarla birlikte bir ta­kım kötü duygulardır. Kızgınlık, öfke, ihtiras, açgözlülük ve benzerleri. İnanmış insanın silâhlan ise, zaruret halinde el at­tığı maddî silâhlarla birlikte, asıl, ibadetler, iyilikler ve fazilet­lerdir. Acaba bu iki silâh bütününün çatışmasında son zafer hangi tarafta olacaktır? Şüphe edilmemelidir ki inanan tarafın­da.

Sezai Karakoç,Sur Yazıları(3)
Devamını Oku »

Şeriat'in Her Emri Manevî Anlama Sahiptir

Şeriat'in Her Emri Manevî Anlama Sahiptir..Yalnız cihâd değil, Şeriat'in her emri bir iç manevî anlama sahiptir. Salât, unutkanlık rüyasından uyanmayı ve Allâh'ı her zaman anmayı ifade eder. Oruç, insanın ihtiraslı kişiliğin­de ölmesi ve arılıkta doğmasıdır. Hac, kendi varlığının dışın­dan merkezine doğru yolculuk demektir, zira birçok Sufî'nin dediği gibi kalb manevî Kâbe'dir. Zekât da ruhî cömertlik ve soyluluğu ifade eder. Bu iç anlam Şeriat'in dış öğretilerini reddetmez, onun manevî amacını bütünler ve tamamlar, işte bu yüzden Şeriat, manevî hayat için zorunlu ve yeterli temel­dir. Her insanın, müslüman olmak için, Şeriat'i kabul etmesi gerekir.

Ve İslâm'da en yüce manevî saray, ki en büyük bilge ve ermişlerinkidir.Şeriat'in sağlam temelleri üzerine kurul-muştur. İnsan Şeriat'e uymaksızın manevî hayata talib ola­maz...

Geçen çağda bazı modernistler, modem uygulamaları hukuk'a sokmak ve Şeriat'in fonksiyonunu kişisel hayatla sı­nırlandırmak amacıyla Şeriat'i değiştirmeye, ictihâd kapısını yeniden açmağa çaba gösterdiler. Bütün bu eğilimler, dünya­ya karşı belli bir manevî zaaf durumundan ve dünyaya tes­lim olmaktan doğmuştur. Böyle bir anlayışa kapılanlar, Şeriat'i "zaman"a, yani insanın kapris ve arzularına ve "zaman"ı oluşturan insanın her zaman değişen tabiatına uydurmak is­terler. Onlar Şeriat'in topluma değil, toplumun Şeriat'e uyma­sı gerektiğini kavrayamamadadırlar. Daha önce ictihâd ya­panların İslâm'ın yararını dünyanın üstünde tutan ve onun ilkelerini maslahatçılığa feda etmeyen takva sahibi müslümanlar olduklarını anlamıyorlar.

İslâm perspektifinde Allah Şeriat' i, insana kendisini ve toplumunu ıslah etsin diye vahyetmiştir. Reforma muhtaç olan insandır, Allah'ın vahyettiği din değil. Şeriat'in dünyada varlığı, Allah'ın mahlukâta olan merhameti nedeniyledir. Al­lah uymaları ve onunla hem bu dünyada hem öte dünyada mutluluğu elde etmeleri için tüm hayatı kuşatan bir Yasa göndermiştir. Şeriat, böylece kişi ve toplum için bir idealdir. O, insanın her davranışına bir anlam verir ve insan hayatım bütünler. Şeriat mükemmel toplumsal ve kişisel hayatın ölçü­sü ve ruhun çevreden Merkez'e doğru uçuşu için kaçınılmaz dayanaktır. Şeriat e uygun biçimde yaşamak, İlâhî irade'ye, Allah'ın insan için dilediği ölçüye göre yaşamaktır.

 

Seyyid Hüseyin Nasr,İdealler ve Gerçekler
Devamını Oku »

Sevgi,Müslümanca Sevgi

Anlaşılıyor ki, sevgi, insana Allah'ın lütfettiği bir meleke olmakla birlikte, onun, insanlar arasında cereyan eden bir iletişim sağlayabilmesi toplumsal şartlara bağlı bulunmaktadır.

Batı kültürünün egemen olduğu toplumlarda insanlar giderek birbirinden uzaklaşmakta ve birbirinden yalıtılmış hale gelmektedirler. Çünkü bireycilik (olum-suz bir kelimeyle ifadelendirirsek bencillik) giderek Ba-tılı hayat tarzının vazgeçilmez sabitesi olarak dünyada yerini almaktadır.

Yalnızlık, basit olarak, başkalarından yalıtılmış olma anlamına gelmektedir. Başkalarıyla bir araya gelmekse ancak sevginin gücüyle mümkün olabilmektedir. Başka biçimde anlatırsak, insanların yalnızlıklarıyla başa çıkabilmesi sevginin devreye girmesiyle gerçekleştirilebilecektir.

Oysa Batı kültürünün yaşandığı yerlerde, insanlar, bu alanda da bir başlarına bırakılmakta, herkesin kendi başının çaresine bakması beklenmektedir, insanlar  arasındaki ilişkiler ya araçsallaştırılmıştır (medyatik ortam: tek yönlü, tek taraflı iletişim) veya kurumlar aracılığıyla gerçekleştirilmeye çalışılmaktadır (sosyal yardım kurumlan, güçsüzler yurdu, huzur evleri, esirgeme kurumlan gibi), iletişimin, sevgiden yoksun biçimde, araçlar ve kurumlar aracılığıyla ve mekanik biçimde gerçekleştirilmeye çalışılması, elbette insanların beklediği mutluluk ve huzur ortamının hâsıl olmasına yol açmıyor. Tersine, giderek onları belki sevgiye daha muhtaç hale getiriyor.

İslam toplumundaysa insanlar arasındaki ilişkiler düzmece kurumların aracılığıyla ve yalnızlığı giderek soysuzlaştırarak değil; fakat insanların ortaklaşa vic- danlarını harekete geçiren bir vetireyle gerçekleştiril- mektedir. Müslüman'ca bir yaşantı içinde olan insan, yalnızlıkla başa çıkabilmenin başıboş yönelmelerle de-ğil, fakat disiplinli bir çabayla elde edilebildiğini kavrayabilecek bir düzlemde bulunur. Kuran'da önerilen zikir süreci, böyle bir disiplin egzersizidir. Zikir, insanın kendi ben'ini fark etmesi, kendi beni ile Allah'ı bir ve bütün olarak düşünebilme çabasıdır.

 

Bu hedefe varılabilmesi, insanın kendi iradesini Allah'ın iradesi ile ahenkleştirilebilmesi dolayımından geçerek gerçekleştirilebilir veya daha iyi bir ifade ile gerçekleştirilmesi umulabilir. Böylece, şu olguyu işaret etmiş oluyoruz: Zikir, insanın kendinden geçmesi (vazgeçmesi, kendi benini terk etmeyi denemesi) ve bu süreç esnasında kendini Allah'ın varlığında yeniden bulması hâlidir. Insanın, kendinden vazgeçmesi ve kendini Allah'a adamasıyla gerçek ve yüce anlamda sevgi imkân dâhiline giriyor. Bu sevgi, hasis ve kısır, bencil bir sevgi değildir; tersine özveri gerektiren ve son tahlilde sevginin kul'u olunduğuna dair bir idrakin yolunu açan, verimli ve cömert bir sevgidir. Bu suretle insan, Allah'a imanın ve teslimiyetin yolunu keşfetmiş oluyor. İnsan, bu dolayımdan geçerek kendini kozmik evrenin bir parçası olarak görmeyi başarabilirse, yaratılmış olan her şeyle kendi arasında bir sevgi bağı kurmanın da üstesinden gelebilir. Yunus Emre'nin: "Yaratılmışı severiz, yaradandan ötürü" mısraı, sanıyorum böyle bir kavrayışın yolunu açıyor.

Tasavvuftaki "halvet der encümen" hâli, insanın, başkalarıyla birlikteyken, yani kalabalık içinde kendisini Allah'la bir hissetmesi olayıdır. Bir bakıma da, insanın, kalabalık içinde, kendi beninin yalnızlığını hissetmesidir. Durum, "zahiri halk, bâtını hak ile olmak" biçiminde de dile getirilir.

"Bana dünyanızdan üç şey sevdirildi: kadın, güzel koku ve gözümün nuru namaz" mealindeki hadisi şerifin, sevginin bir yöneliş olduğunu ifade ettiğini düşünüyorum. İnsan sevgisinin hemcinsine (kadın marifetiyle), tabiata (koku marifetiyle) ve Allah'a (namaz marifetiyle) yönelişinin veya yönlendirilmesinin ifadesi olarak algılanabileceğine dair bir eğilimin vurgulandığını hissediyorum. Muhiddin-i Arabî, Fusûsi'l-Hikem adlı eserinde durumu şöyle açıklıyor: "... şu duruma göre, Hak-Erkek-Kadın olmak üzere bir üçlük meydana geldi. Bu arada erkek, kadının kendi aslına iştiyakı kabilinden olarak o da kendi aslı olan Rab'bına müştak oldu. Şu halde Allah kendi sureti üzere olan kimseyi sevmekle beraber ona da kadını sevdirdi. O halde erkeğim muhabbeti hem kendi parçası olan kadına karşı, hem de kendisini yaratan Hak'ka karşı oldu. İşte bunun için Hazreti Muhammed Aleyhisselam 'Bana kadın sevdirildi' buyurdu. Çünkü kendi sevgisi ancak Rab'bının suretiyle ilgili olduğundan, kendi nefsinden bahisle 'Ben sevdim' demedi. Bu suretle kendi kadınına karşı olan sevgisini bile Allah'a nispet etti. Çünkü Hazreti Peygamber kadın sevgisini, Allah'ın kendi sureti üzere olan mahlûkuna muhabbeti gibi, ilahı ahlaka uymak için dilemiştir."

Böylece, insanın, hemcinsine karşı olsun, tabiata (bütün mahlûkata) karşı olsun, Allah'a karşı olsun, yönelen sevgisinin cevherinde ilahı bir nefhanın içkin olduğu kabul edilmektedir.

Müslüman, gündelik yaşantısında, yalnızlıkla baş edebilme çabasında başıboş bırakılmamıştır, demiştik. İşte:

Cemaatle kılman günde 5 vakit namaz,

Haftalık cuma namazı ve hiç olmazsa,

Yılda 2 kez bayram namazı,

Oruç,

Zekat

Hac

ibadetlerinin tümü, insanlar arasında iletişim sağlayarak onların birbirlerine karşı sevgisini çoğaltan, yalnızlıklarıyla başa çıkmalarını sağlayan süreçlerdir.

Namaz, insanın, Allah'ın huzurunda teslimiyetini remz etmesi ve O'ndan başka her şeyin fâni ve batıl olduğunun ifadesi bakımından, insanın yalnız bırakılmamış olduğunun güçlü ve ısrarlı dile getirilişidir, diyebiliriz. Allah varsa ve ben ona boyun eğiyorsam, yalnız değilim- Allah'la yalnız değilim. Aynı zamanda, benimle birlikte, aynı anda yönünü Kâbe'ye çevirmiş milyonlarca başka insanla yalnız değilim. Tersine, başkalarıyla birlikte ve aynı yöne bakıyor olma bilincini yaşamaktayım; onlarla aynı Allah'ın kulu olma duygusunu paylaşmaktayım.

Ramazan orucu, gündelik hayatın akışına müdahale etmenin ve bu suretle sair zamanlarda farkına varıl-mayan ama hayatımızda yeri bulunan bazı ayrıntıların farkına varmamızı sağlamanın yanında, insanın kendi ben'ine eğilmesi ve bir anlamda kendi benini anlamaya çalışması gibi bir fırsatı ortaya çıkarmaktadır, insan, kendini anlamaya, kendi faniliğini an be an hissetmeye hazır hale konulmaktadır. Ramazan orucuyla insan, vakitlerin de başkalarıyla paylaşılabileceğini öğren-mekte ve bunun eğitiminden geçirilmektedir.

Zekât, somut biçimde malların paylaşılması, insanla-rın değer verdiği şeyleri başkalarına vermesi eylemidir. İnsanın dünyaya karşı müstağni kalmasının yolunu açarken, bir yandan da böylece mallarıyla birlikte temiz-lediği içini başkalarına sunmaya hazır olduğunu göster-mektedir. Dayanışmanın, maddî (İktisadî) hayatımızın manevî bir alana taşınabilir olduğunun ifadesidir.

Hac, bizi, evrensel sevgi iklimine ulaştırmaktadır. Öteki ibadetler, her şeye rağmen, insanın dar, kişisel çevresiyle, ailesi, mahallesi ve nihayet içinde yaşadığı kenti ile ilintili iken; hac, bütün dünya Müslümanlarının bir araya gelmesini sağlıyor. Aynı zamanda, keza insanın bir kez daha, bir tür bir kıyamet ortamında

kendisiyle bir kez daha tanışmasına kapı açıyor, insanlar arasında evrensel kardeşliğin, Allah katında kul olarak herkesin eşit oluşunun tescilini sağlıyor.

Bütün bu ibadetlerin her birinin, insanlar arasında zorunlu bir iletişim sağlamaya yol açtığı düşünülürse, Müslümanların birbirleriyle 3 günden fazla küskün durmasının tecviz edilmemesi anlam kazanmaktadır.

Sevginin bir verme eylemi olduğuna değinmiştik. Bu ibadetlerin tümünde, insan, verme konumunda bulunmaktadır. Namaz, insanın kendisini Allah'a vermesinin; oruç, kendi üstüne eğilen nefsin kendinden vazgeçmesinin ve yine kendisini Allah'a adamasının; zekât, alın terinin (emeğin) başkalarına sunulmasının; hac, kendini başka müslümanlara adamanın birer işareti olarak görülebilir. Bütün bunların içinde ve ötesinde Allah'ın rızasına ulaşabilme dileği mevcuttur. Kavram olarak Allah rızası, karşılık gözetmeden verme anlamını taşımaktadır.

“Veren el, alan elden üstündür” mealindeki hadis-i şerif, aslında belki de, sevgiyi önermektedir. Verme eylemini kanaat sahiplerinin başarabileceğini düşünürsek, “zenginlik kanaattedir” diyen hadis-i şerif mealinin de aynı verme yorumunda birleştirilebileceği anlaşılabilir.

Kaldı ki, verme işi salt maddi değerlerle ilgili bir alana hasredilmiş değildir; daha önemlisi, insanın kendisinden, bilgisinden, tecrübesinden, aklının ürünlerinden... vermesidir. İslâm, bu konuda da müslümanları cömert olmaya ve sürekli vermeye çağırıyor.

Verme eyleminin, aynı zamanda kendi nefsimizin hakkını gözetme (bir emanet olarak kendi nefsimizin hakkını gözetme) sorumluluğunu içerdiğini de söyleyebiliriz. Bu durum, bencillikten bütünüyle farklı bir anlam taşıyor; bencillik kendi nefsinin çıkarını ve sadece bu çıkarı gözetme anlamını taşırken; nefsin hakkını verme durumu hasbi bir mahiyet taşımaktadır; başka bir söyleyişle, nefsin hakkını gözetmede gene Allah'ın rızası öne geçmektedir.
Batı kültürünün kin ve nefretten doğmuş ve günümüz dünyasına hakim bulunan değerleri karşısında, müslümanlar, öteki bütün insanların da adına sevgiyle örülü bir dünya talebinde bulunuyor. Müslümanlar, daima demokrasiden daha fazlasına talip oldular; sevgi dünyasına talip oldular. Oluyorlar. Bunu, müslümanların günümüzde yaşadıkları perişan hallerine bakarak söylemiyorum. Onların, kendilerini İslâm'a doğru değiştireceklerini ve onlar kendilerini değiştirdikçe Allah'ın da onları değiştireceği vaadini aklımda tutarak bu cümleyi söyleme cesaretini kendimde buluyorum. Çünkü onların, insan kendini değiştirmedikçe Allah'ın onları değiştirmeyeceğine inandıklarını biliyorum.

Kaynak:

Rasim Özdenören-İki Dünya


 

 
Devamını Oku »