Şüphe

yeniden-inanmak

Şüphe, mahiyeti gereği teselsül eder. Şüphe, vehmin türevidir. Dolayısıyla şeytanî bir olgudur. Şüphe,tefrit içinde sürekli olarak alternatifler getirir, bu yüzden, şüphe ile olumlu bir yola koyulmak mümkün değildir. Duracak gibi olduğu, kendine bir son verecek gibi göründügü her merhalede, o, kendine yeni (fakat gerçekle muhal) sorular yöneltecektir.

Şüphe, bu yüzden tevekküle karşıdır. Tevekkül, akıl çerçevesinde tedbirini aldıktan sonra takdiri Allah'a havale etmekse; şüphe, tedbiri aldıktan sonra (şayet tedbir almayı başarabilirse) kendini yeni bir şüpheye teslim etme demek olur. Tevekkül, insan için bir sükûn vesilesi iken; şüphe her türlü sükûnun düşmanıdır, boyuna kendini kemiren, yiyip bitiren, ufa lana ufalana helak olup giden bir kurttur. Tevekkül, rızayı ve itminanı çağırıyorsa, şüphe korkuyu ve telâşı çağırır.

Şüphe içindeki insan, sürekli olarak, zan üzredir.İnanmak, zannı yok ederken; şüphe, zan için yeni kapılar açar. Zan ise, insanı olumlu eylemden alıkoyar, daha doğrusu insanın eyleme geçmesini önler. Şüphe, insanın ruh dinamiklerini öldürür, onun, olumlu bütün eylem ve tavırlarını, sonuçsuz bir didişmeye iter en azından.

Şüphe, gerçekte şeytanî bir vakıa olduğundan şüpheden kalkıp inanç seferine ulaşmak mümkün değildir. Böylece ulaşıldığı sanılan nokta da, aslında sadece bir illüzyondan ibarettir. Olsa olsa kendini kandırmanın bir çeşididir. Şüphenin, kendini tatmin yolunda durduğu her merhale, aslında, şüphe sahibi için bir başka şüphenin hareket noktasıdır.

Şüphe tahkik"ten farklı bir haldir. Şüphe, daha başlangıçta inançsızlık noktasından hareket eder, bir inanca varmak için yola koyulmaz. Böyle bir niyetle yola çıktığını farz etse bile -ki bu aslında vehimden başka bir şey değildir- niyetini gerçekleştirmesi ancak seraba ulaşma çabası olabilir. "Tahkik" halinde ise durum değişiktir. Tahkikte, hareket noktası inançtır, tahkik sahibi inancının gerçekliğini değil, inancından neşet eden hikmeti, bu hikmetin özünü araştırmaktadır. Tahkik sahibi, diyelim, inananda hiçbir hikmet yakalayamadı, bu durum bile onun inancını terk etmesine müncer olmaz. Şüphe hastalığına yakalanmış insan için hiçbir şeyin kesinliği yoktur. Şüphe kendi hakkında bile şüphelenirken şüphenin sınırını kestirmek mümkün olur mu?

Kaynak:

Rasim Özdenören - Yeniden İnanmak
Devamını Oku »

Cahil boş konuşur

Cahil boş konuşur

Cahil diye, kurulu düzen içinde kendi çıkarından başka bir şey bilmeyen kimseye diyorum. O, yalnızca kendi kısır çıkarının ardına düşmüş giden biridir. Kurulu düzen bozulduğunda, onun elinde tuttuğu çıkar da tehlikeye girecektir. Öyle sanır...

Cahil, bu nedenle yenilikten hoşlanmaz. Değişiklikten hoşlanmaz. Her değişikliğin kendi çıkarına bir tırpan vuracağını düşünür. Cahil, aynı zamanda dar kafalı olduğundan, değişikliğin, yeniliğin ona sağlayacağı çıkarı da göremez. İşitmesi, görmesi, dili mühürlenmiştir. Kur'an, onların halini şöyle betimliyor: “Yahut onların durumu kat kat karanlık, gök gürültüleri, şimşekler bulunan şiddetli yağmura tutulanlar gibidir ki, yıldırımla ölmekten korkarak parmaklarını kulaklarına tıkarlar. Allah kâfirleri çepeçevre kuşatandır. / Neredeyse şimşek, gözlerinin nurunu kapıverecek.


Etrafı aydınlattığı zaman o sayede yürürler. Karanlık çökünce dikilip kalırlar. Allah istemiş olsaydı, onların işitmek ve görmek kabiliyetlerini giderirdi. Allah her şeye kadirdir.” (Bakara: 19,20).

Burada kâfir diye anılanları cahil diye okumak da mümkün… Cahilin dediğine bu nedenle aldırış edilmez. Söyledikleri umursanmaz. Çünkü o, önünü görmekten acizdir; arkasını, sağını solunu, altını üstünü görmekten de...

Onun söylediğinde, bir an için, muhal farz bir isabet bulunsa bile, bu isabet tümüyle tesadüfî olduğundan, yani herhangi bir tefekküre dayanmadığından geçerli sayılmaz. Bu nedenledir ki, âlimin içtihadı isabetsiz de olsa değerlidir; fakat cahilin mütalaası isabetli de olsa değer taşımaz. Çünkü vardığı sonuç tefekküre dayanan bir mütalaanın ürünü değildir; tesadüfidir, herhangi bir argümana dayanmaz.

Cahil, fikri sabitinin üstünde inatla durur, elinde kanıt olmadan saplantısının üstüne abanır. Gerçekte iddiası herhangi bir kanıta dayanmadığından onun üzerinde fikir geliştirmek, tartışmak da imkân dışı kalır.

Cahiliye dönemi kâfirleri putları hakkında ne diyordu? Sadece şunu: “Biz, atalarımızı da bu taşlara taparken bulduk!” Kur'an'ın dermeyan ettiği gibi, ya ataları da yanılıyor idiyse?

Bu durum “Savaşta kafasız bir kabadayının da büyük işler başarabileceği yolundaki kanıya” (Clausewitz, Savaş Üzerine) benziyor. Bir kabadayı, kendisi gibi cahil başka kabadayılar karşısında belki bazı başarılar elde edebilir, ama bu başarıların gerçeklikte hiçbir değeri yoktur. Bu başarılar, herhangi bir taktik veya stratejik uygulamanın ürünü olarak ortaya çıkmış değildir. Bu itibarla tekrarı da beklenmez. Bir defalık başarıdır, o da eğer başarı sayılacaksa... Oysa ciddi bir stratejik ve taktik uygulama sonunda maruz kalınan başarısızlığın bir değeri vardır; fakat tesadüflerin ulaştırdığı bir başarıya değer atfedilmez.

Âlimin içtihadına isabetsiz de olsa bir sevap yazılır, cahilin kanaati isabetli de olsa sevaptan yoksundur.

Cahili umursamamak gerekir. Onun eleştirisinin de, takdirinin de değeri yoktur. Ne dese boştur...

Rasim Özdenören

Devamını Oku »

Türkiye'de İslam'ın Geleceği Var mı?

Türkiye'de İslam'ın Geleceği Var mı?

...........

İbn Sinacı meşşaî felsefe geleneğinin önemli ismi Lisanü'l-Hak Zeynüddin Ömer b. Sehlan el-Savî şöyle der:

"Korku, tüm insanların yönünü kendisiyle belirlediği bir simgedir".

Din duyuşunun en önemli kaynağı korkudur; ancak bu korku insanın kendi anlamına ilişkin kaygısından kaynaklanır. Anlam endişesi kökünü, insanın varoluşuna ilişkin tedirginliğinde bulur. Daha önceki yazılarımızda da dile getirdiğimiz gibi, tedirginliğin en önemli nedeni, insanın kendisini Varlık'ın bir devamı olarak idrak etmesidir. Bir sarkaç misali ümit ile korku arasında salınan insan bir güvenlik (emniyet) bunalımı yaşar ve kendisini ön-görmek ister...

Söz konusu güvenlik bunalımı, dolayısıyla ön-görme isteği hem gaibe imanın hem de eskatalojinin kaynağıdır. Nitekim Hoca-zade, insanın bilgi arayışının köken(mebde) ve dönüş(mead) ile ikisi arasındaki(beyne-huma) şeylere taalluk ettiğini dile getirir. Benzer biçimde Fuzulî, itikadın kökeninde köken ve dönüş sorularının bulunduğuna işaret eder.Dinî inancın en önemli kaynağının insanın anlam kaygısı olduğunu söylemek temelde iki soruna yanıt bulmak için önemlidir.

Birincisi, Ben'in sürdürülebilirliğini temin etmek ki, hiç olmak, hiçlik insanî varoluşun dolayısıyla Varlık'ın anlamsızlığını imler...

İkincisi ise, eylemlerimiz için hesap sorulması ki, her şeye karşın ahlaklı yaşayan kişinin adalet duyuşunun sürekliliğini sağlar; tersi durumda Hayat'ın anlamsızlığı söz konusudur. İki soruna ilişkin bu yanıt aynı zamanda Hayat'ın sürekliliğini gösterir... Nitekim el-Din, Yakın Hayat(el-Hayat el-Dünya) ile Öteki Hayat(el-Hayat el-Ahire)'i birlikte kuşatır.Yukarıda dile getirilenler her şeyden önce dinin bir anlam arayışı, Hayatı bir anlamlandırma işi olduğunu, kısaca bir Dünya-görüşü olarak telakki edilmesi gerektiğini gösterir... Dolayısıyla bu sunumda, dindarlaşma ya da dinî olandan uzaklaşma deyişlerinde kullanılan din, ritüel anlamında değil, dünya görüşü anlamında dine işaret eder...

......

Tarihî tecrübe bizim mevcudumuzdur ve ancak o tecrübeden hareketle bir icad'da bulunabiliriz. Hayat, geleceğe doğru yaşanır, geçmişe doğru idrak edilir/anlaşılır.Öte yandan tarihî tecrübede üretilen hiç bir şeyin başına 'İslam' sıfatı getirtilerek kutsanamaz... Tarihte İslam değil, bu dünya görüşüne mensup Müslümanlar bir şeyler yapmışlardır. Dolayısıyla tarihte İslam matematiği yoktur; Müslümanların yaptığı matematik vardır; benzer biçimde tarihte İslam Devleti mevcut değildir; Müslüman insanların kurduğu devletler söz konusudur. Söylenenler basit bir kelime oyunu değil; doğrudan anlama ilişkin yargılardır. Tersi durumda tarihî olan ideal hale getirilir ve eleştiriden azade kılınır. Öte yandan tarihî olanı küçümseyip görmemezlikten gelmek ve tarih-üstü soyut bir İslamî olana sığınmak da başka bir ideal hale getirme tarzıdır.

....

İhsan Fazlıoğlu-Sözün Eşiğinde
Devamını Oku »

İnsan Üzerine,İnsanlarla İnsanca Konuşmak Mümkündür..

İnsan Üzerine,İnsanlarla İnsanca Konuşmak Mümkündür..

Uluslararası Sempozyumun'un Açış Konuşması
Bielefeld/Almanya
28-29 Nisan 2012

......

Bu noktaya, son derece dikkat edilmesi gerekir: Özellikle siyasî ve ideolojik konularda düşünceler genelde değerler üzerinden yürütülür; halbuki değerler insanı tatmin eder, düşündürtmez. Bunun yerine nesneler üzerinden, tekillikleri olan olgu ve olaylar üzerinden hareketle düşünülmesi gerekir. Değerler üzerinden konuşmak insanların dikkatini çekebilir; vicdanlarını rahatlatabilir ama çözüm üretmez. Bu açıdan, tek başına inandığımız değerlerin her şeyi çözeceğini düşünmemeliyiz. İslam ya da mensup olduğumuz başka bir dinin veya ideolojinin içeriği, tek başına olgu ve olaylara ilişkin soru ve sorunları çözmeye yetmez. Doğrudan bu olgu ve olaylarla yüzleşmemiz gerekir...

Peki neden? Nedeni şudur: Her zaman yaptığım benzetmeyi, açıklayıcı gücünden dolayı, burada da tekrar etmek istiyorum: Bir terzi düşünelim; her terzi dikeceği pantolon için bir modele sahiptir; ancak o modeli tek tek insanlara uyguladığı zaman insanların ölçüsünü almak zorundadır. Masa başı konuşmaları genelde model konuşmalarıdır. Eğer siz kafanızdaki modeli, mutlak ve son aşama olarak benimseyip, insanlığın pantolon modelinde ulaşabileceği son durum kabul edip, insanlara onu dikte etmeye çalışırsanız, pantolonun denk gelmediği, uymadığı insanlara zulmetmeye başlarsınız: Uzunsa ayaklarını kesersiniz, zayıfsa kilo almasını isterseniz, kiloluysa zayıflamasını istersiniz. Halbuki model bir şart olmakla birlikte yeterli değildir; çünkü her terzi pantolon modeline sahip olmakla birlikte o pantolonu isteyen kişinin, yani bireyin, tekilliğin ölçüsünü almak zorundadır.

Bu örneği insan durumuna uyguladığımız zaman hangi tür dine, hangi tür dünya görüşüne, hangi tür ideolojiye, hangi tür politik mensubiyete sahip olursak olalım, insanlarla muhatap olduğumuzda onların ölçüsünü almak zorundayız, onlara kendimizi dayatmak değil! İnsanın ölçüsünü almak niceliksel bir şey değildir. Matematikten bahsetmiyorum; insanları anlamaktan bahsediyorum. Çünkü insanlar yalnızca formlar dünyasında değil, bir anlam-değer dünyasında yaşarlar. Bu nedenle insanlarla iletişim kurabilmenin asgari şartı, o insanın anlam-değer dünyasına nüfuz etmek, ona muhatap olmaktır. Bunun asgari şartı ise bilmek değildir. İnsan söz konusu olduğunda bilmeyi çok abartıyoruz; halbuki insanî için asl olan tanımaktır/anlamaktır. İnsanların anlam-değer dünyaları hakkında kitap okumak, ansiklopediler devirmek, Molla Google'dan taramalar yapmak tek başına o insanı tanımamızı sağlamaz. Siz Almanya'da yaşayan Türkler olarak, Alman tarihi, edebiyatı ve kültürü hakkında ciltler dolusu kitap okuyabilirsiniz; ama bu Alman milletini tanımanızı/anlamınızı sağlamaz. Evet! Bilmek gereklidir ama yeterli değildir.

Öte yandan tanımanın asgari koşulu ise saygıdır. Öncelikle karşımızdaki insanı bir Hıristiyan, bir Yahudî, bir Budist ya da bir Alman, bir İngiliz olarak değil...; yani sıfatlarıyla değil doğrudan cevheriyle, insan olarak dikkate almak ve saygı göstermek zorundayız. Bildiğiniz gibi, klasik felsefenin diliyle söylersek, arazlar, nitelikler, sıfatlar gelip geçicidir; esas olan, kalıcı olan, öz, cevherdir; dolayısıyla özü dikkate almak zorundayız. İnsanın tek bir özü vardır, o da insan olmaklıktır; diğer herşey sıfattır. Bu açıdan, burada, başta İslam Toplumu Milli Görüş Teşkilatı olmak üzere tüm Avrupa'da yaşayan, hatta dünyada bulunan hem Müslümanlar hem de Müslüman olmayan diğer insanlara şunu öneriyorum. Bilmek, evet; fakat yeterli değil; birbirimizi tanımalıyız.

Müslümanlar için bunun özel, başka bir anlamı olmalı; o da şudur: Yalnızca ilim geleneğimizi değil, aynı zamanda irfan geleneğimizi de ihya etmek zorundayız. Anadolu'da, Konya'da inşa edilmiş ilimle, fıkıhla, kelamla iç içe olan irfan geleneğimizi dikkate almadığımız müddetçe modern dünyanın meydan okumalarına anlamlı bir karşılık vermek zordur. Nitekim bu dünyanın önemli ismi Yunus Emre'nin "Gelin tanış olalım, işi kolay kılalım" sözüne baktığımız zaman, "gelin birbirimizi bilelim" demiyor. Gelin tanış olalım, tanışalım; birbirimize gidip gelelim; birbirimizle oturup konuşalım. Hatta bazı versiyonlarında bu tanış olmak, "birlik olmak" şeklinde geçer: "gelin birlik olalım".

Birlik kelimesi kullanılınca, hemen insanların zihninde farklılıkların ortadan kaldırılması, niteliklerin giderilmesi uyanıyor. Halbuki bir kümenin elemanları farklı niteliklerde olan unsurlardan oluşabilir; bu da bir birliktir. Dolayısıyla insanlık kümesi, eğer evrensel bir küme olarak düşünülürse, bu kümenin tek tek mensuplarının farklı olması, onların insanlık kavramında müşterekliklerinden dolayı bir birlik olmalarını zaten mümkün kılar. Bu nedenle tanış olmak, birbirini tanımak; sadece birbirini bilmekle ifade edilemez; birbirini bilmeye indirgenemez...

Şimdiye kadar söylediklerim, başta yaptığım eleştiriyle muhatap olmamı sağlayabilir: Çok güzel, edebî, felsefî ifadeler ve vecizeler; ama gerçeklikle alakası nedir tüm bunların? Tamda burada önemli bir konuya değinmek istiyorum: Genelde insanın zihnî tutumu, felsefî açıdan bakarsak iki uç arasına gidip gelir: Ya 'a'dır ya 'değil-a'dır. Bir tarafta eleştiri, bir tarafta uyum; bir tarafta iyi, bir tarafta kötü; bir tarafta doğru, bir tarafta yanlış deriz ve, daha sonra da, bu iki ucu birleştirmeye; orta-yolu bulmaya çalışırız. Kanımca, tüm orta yol arayışları tembelliktir. İki farklı ucu matematiksel olarak tahlil edip, ikiye bölüp, ortasını almak çözüm olarak görülür genelde; oysa bu doğru değildir. Doğrusu, insanın doğasına ilişkin olanla yüzleşmektir; insanın doğasını tasfiye etmek, temizlemek değil. Tüm tartıştığımız kavramlar, ister uyum, ister eleştiri, ister doğru, ister yanlış, hangi kavram çiftini düşünürsek düşünelim, herbiri insan doğasıyla alakalıdır.

İnsan doğası çatışmacı bir yapı üzerine kuruludur; dolayısıyla insan doğasını tırnak içerisine alarak iş göremeyiz. Gerginlik de, uyum da, eleştiri de, övgü de lazımdır. Eleştiri ile övgünün ortasını almanın bir anlamı yoktur. Fazla gererseniz kopar; fazla uyum sağlarsanız uyursunuz. Sınırsız bir uyum insanları uyutur; sınırsız bir gerginlik insanları kopartır.Bu nedenle korkmaktan korkmadan insanın doğasıyla yüzleşmemiz gerekir. İbn Sina'nın öğrencilerinden Ömer Sehlan el-Savî'nin güzel bir sözünü burada hatırlatmak isterim: "Korku, tüm insanların yönünü kendisiyle belirlediği bir simgedir". Bu cümleyi şöyle de yorumlayabiliriz: "Yönlendirilen korku insanın en büyük mürşididir!". Bundan dolayı iki aşırı ucu dikkate alarak, belirli sabiteler yaratmak insanî meseleleri çözmemizi sağlamaz; sadece geçiştirmemizi sağlar. Çünkü tabiatta olduğu gibi, hayatta da esas olan saf sabiteler ya da saf değişkenler değildir; süreçlerdir, örüntülerdir; harekettir.

Bu sebeple, bugün sabit olarak gördüğümüz bir şey yarın bir değişkene dönüşebilir; bunun tersi de doğrudur, dün değişken olan bir şey, bugün bir sabite halini almış olabilir. Tarihe baktığımızda, belirli bir dönemde mutlak kabul ettiğimiz şeylerin, başka bir dönemde saçma olduğuna hükmetmiş bir insanlık geçmişi var önümüzde. Bunu felsefe-bilim tarihinden birçok örnekle temellendirmek mümkün. 16. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren, 3000 yıllık kozmolojinin ne kadar garip bir şey olduğunu yine biz tesbit ettik. Fakat bir gerçek hiç değişmedi: Eski kozmolojiyi de, yenisini de üreten insan.

Bu noktaya dikkat kesilmemiz gerekiyor... Başka bir deyişle insanlığın ma-cerasında üretilen cevaplara takılmamamız gerekiyor. İnsanlar genelde cevaplar üzerinden düşünüyor. Halbuki sorular üzerinden düşünmek gerek; ve en büyük soru insandır. Dolayısıyla insanın tarih boyunca ürettiği yanıtları öne çıkartıp -bunlar dinî, ideolojik, siyasî, felsefî, bilimsel yanıtlar olabilir; hiç fark etmez- soruları görmezden gelmek talihsizliktir. Unutmayalım ki tüm ürettiklerimiz yarın efsane halini alacaktır. Dünün bilimi nasıl bugünün efsanesi ise, bugünün bilimi de yarının efsanesi olacaktır; ama insan, bunları üreten bir varlık olarak, devamlı duracaktır.Bu açıdan, İbn Sinacı felsefenin insanı tanımlarken kullandığı kavramın karşısına -(yerine değil; çünkü birbirini tamamlarlar)- İbn Tufeyl'in insanı tanımlarken kullandığı tanımı koymayı teklif ediyorum. İbn Sina insanı, düşünen canlı (hayvan nâtık); İbn Tufeyl ise uyanık canlı; yani şuur halinde olan; hay b. yekzan: Uyanığın oğlu diri diye tanımlar. Elbette düşünmek insanîdir; ancak insanın tavsifi için tek başına yeterli değildir. İnsanın sürekli ayık, sürekli şuur halinde, sürekli gergin olması da önemlidir.

Bu nedenle insanî meseleler için orta yol yoktur; sürekli bir yüzleşme söz konusudur. Buradaki ölçü şudur: İnsan, kendi varlığını başkasının yokluğuna bağlamadığı sürece, her türlü konu müzakere edilmeye açıktır. Biz insanlar genelde meselelerimizi çözerken, başkalarını yok ederek kendi varlığımızı idame ettirmeye çalışmayı tercih ederiz; savaşlar da çoğunlukla bunun için çıkar. Halbuki kendi varlığımızı ancak başkasının varlığı ile zenginleştirebileceğimizi düşünürsek ve kabul edersek, başkasının varlığını kendi varlığımızın olumlaması olarak görürsek, o zaman daha insanî işler yapmamız mümkün olur.

Bu açıdan başta söylediğim gibi anlamaya çalışmak, anlaşılmanın ilk şartıdır. Siz anlamaya gayret etmezseniz anlaşılmayı bekleyemezsiniz. Sizi anlamaya çalışan kişi, ancak siz onu anlamaya çalıştığınız, bir gayret gösterdiğiniz zaman sizi anlamaya yönelir; çünkü yönelme tek yönlü değildir. Şunu unutmamamız gerekir. "Ne kadar bilirsek bilelim", Hz. Mevlana'nın dediği gibi, "bildiğimiz karşı taraftan anlaşıldığı kadardır". Büyük alim, büyük filozof olabiliriz ama karşımızdakiyle irtibat kurmada, o bilgimizi ona aktarmada zaaflarımız varsa, o kişinin bizim bilgimizle ilişkisi kesinlikle üretici bir yapı göstermez.

.......

Bergamalı Mehmet Kafiyeci, Fatih Sultan Mehmet döneminde yaşamış bir Osmanlı düşünürü... İnsan hayatının olmazsa olmaz üç temel kavramından bahseder: el-sıdk fi el-hak: gerçeklik hakkında, olgu ve olaylar hakkında doğru bilgi; el-hayr fi el-amel: davranışlarımızda, yaşadığımız toplumun, mensub olduğumuz dinî ve felsefî ortamın kabul ettiği iyi davranış biçimleri. Ve dahi el-istikame fi el-ahval: yaşantımızdaki/hallerimizdeki yön. Bu nedenle yalnızca doğru ve iyi yetmez; bir de istikamet sahibi olmamız gerek... Felsefî olarak doğruyu, iyiyi tahlil edebiliriz; ama gündelik hayatımızdaki ahval, -ki hal kelimesinin çoğuludur-, klasik felsefî literatürde-, değişken olanlar demektir; çünkü insanın halleri sürekli değişime konudur. Burada önemli olan hale, ahvale takılıp kalmadan, istikameti iyi belirlemektir.

Bu açıdan Fatiha Suresi'ndeki "el-sırât el-müstâkim" ifadesini doğru yol olarak değil istikameti olan yol olarak çevirmek daha uygundur. Çünkü bize, yalnızca doğru ve iyi değil, istikameti olan bir yön, bir yol gereklidir.Ahval kelimesini değişken olarak ifade eden irfanî geleneğimiz şunu söyler: Nasıl ki Tabiat'ta Cenab-ı Hakk'ın tecellilerinin tekrarı yoktur; insan hayatında da tecelliyatın tekrarı yoktur: "La tekrare fi el-tecelliyat". Tecelli, Cenab-ı Hakk'ın esma ve sıfatlarından sürekli sadır olan şeydir. Bu nedenle, tabiattaki tecelli süreklidir. Bu açıdan baktığımızda insan hayatında da tecellinin sürekli olduğunu, insan hallerinin sürekli farklılaştığını görmemiz gerekir... Bunu sadece toplumsal olanda değil, kendi kişisel, nefsî hayatımızda da görebiliriz. Başka bir deyişle, felsefî olarak ifade edersek, Tabiat'ın bilgisi nasıl insan gözlemciye bağlıysa(gözlem-bağımlı); Hayat'ın bilgisi de, insan yorumcuya bağlıdır (yorum-bağımlı). Yormak/yorumlamak ancak belirli bir yorgunlukla elde edilir. Bu nedenle her türlü insanî edimin, hayata ilişkin her türlü olgu ve olayın bir yorum meselesi olduğunu idrak etmemiz lazım. Zaten bugün pek çok uzman hocamız da bu yorumları bizimle paylaşacak.

Çok güzel bir kelime yormak kelimesi, yorgunluktan geliyor; çünkü ancak yorulursanız yorumlamış olursunuz; biz de, hep birlikte o yorumlara katılıp, dinlemeye ilişkin bir yorgunlukla, pay alacağız.Hint düşüncesinde ilginç bir ifade vardır: Yalnızca doğru düşünmeyi sağlayacak bir mantık kurmak yeterli değildir der Hintli bilgeler; aynı zamanda aklı da barışa kavuşturacak bir mantık kurmalıyız. Çünkü aklı barışık olmayan, karışık olan; kendisiyle barışık olmayan, dışarıyla da barışık olamaz. Kendisiyle barışık olmayan insanın dışarıya teklif edecek bir şeyi yoktur. Zira maddî ve manevî güvenlik sorunu yaşayan bir insan dışarıya ancak saldırır. Yine yarına ilişkin bir öngörüsü olmayan insan bugününü kurtarmaya çalışır ve bunun için de her türlü vasıtayı mubah görür.Bugün özellikle Avrupa'da ekonomik kriz neticesinde ortaya çıkan durumun en önemli gerekçesi ve nedeni ne dinî ne de ideolojiktir. Bunlar bir enstrüman olarak kullanılmaktadır. Nedeni, insanların yarına ilişkin ön-görüden kaynaklanan bir güvenlik sendromu yaşımalarıdır.

Maddî ve manevî açıdan yarını ön-göremeyen insan kesinlikle saldırgan olur. Onun için insanlara yarınlarını ön görebilecekleri hem maddî hem de manevî bir dünya sunmamız lazım. Başka bir açıdan olaya baktığımızda irfanî geleneğimiz bunu şöyle ifade eder: Önemli olan insanın kendisini dünyadan ve diğer insanlardan koruması değildir; önemli olan insanın dünyayı ve diğer insanları kendisinden korumasıdır. Biz genelde dışarıya yönelik bir güvenlik arayışı içerisinde oluruz. Dışarıdan gelecek tehlikelere karşı kendimizi hazırlarız, tedbir alırız. Halbuki dışarıya vereceğimiz tehlikeleri de kontrol etmemiz gerekir. Bu nefsî terbiyeyi, bu irfanî dili geliştirmemiz lazım. Çünkü insanlar kendilerini kontrol edebilecek, kendilerini terbiye edebilecek ve insanları, hatta çevreyi, hayvanları, bitkileri kendilerinden koruyabilecek bir anlam-değer dünyasını geliştirirlerse, zaten insanlar onlardan emin olurlar. Hadis-i Şerif'i hatırlayalım: Mümin olmanın kemal şartlarındandır insanların elinden ve dilinden salim olmak. Kısaca, irfanî geleneğimiz açısından olaya baktığımız zaman, tedbir ve emniyeti dışarıda değil kendi içimizde aramalıyız.

Şimdiye değin dile getirdiklerimizi bir dil oyunu olarak görebilirsiniz. Bu tehlike tüm kavramsal konuşmalar için geçerlidir. Ancak benim mensubiyet duyduğum felsefî gelenek düşünceyi sözcüklere indirgeyen bir gelenek değildir; doğrudan anlama indirgeyen bir gelenektir. Anlam kaybedilince o anlamı üreten insan da kaybolur; çünkü anlam bu gelenekte bizatihi insanın kendisi olarak kabul edilir. Bu nedenle, düşünceyi yalnızca verili bir dilin sentaksına ve semantiğine indirgeyemeyiz.

Başka bir deyişle ne Heidegger'in ne de Wittgenstein'ın dediği gibi dil dünyayı kurmaz. Dil, dünyayı yalnızca ifade eder ve dile getirir. Çünkü dünyayı kuran dil değil, insandır ve insan benim mensubiyet duyduğum felsefî geleneğe göre anlamın bizatihi kendisidir. Bu nedenle söylenenler bir dil oyunu değil, doğrudan insanın anlam dünyasından devşirilen cümlelerdir. Yine bu nedenle insanı dikkate almayan, bırakın insana zarar vermeyi insanı rencide eden hiçbir çözüm, çözüm değildir; çözümsüzlüktür. Çünkü tüm çözümler, ister dinî, ister siyasî, ister iktisadî, ister felsefî, ister ideolojik, tüm çözümler insan içindir; insan için var olmalıdır.

İnsanı yok eden, insanı tırnak içine alan, insana zarar veren ve insanı rencide eden hiçbir çözüm, çözüm olarak anlamlandırılamaz.Son olarak, bizim geleneğimizde, Bağdat'ta yapılan bir uygulamayı hatırlatarak cümlelerime son vereceğim. Geleneğime, söylediklerimin geleneğimdeki karşılığına bir atıfta bulunmak istiyorum kısaca... Bağdat'ta 9. ve 10. Yüzyıllarda, kaynakların bize bildirdiğine göre düşünürler, entelektüeller, elitler bir mekan tahsis etmişler; bu mekana girmenin en önemli şartı şu: Mekanın kapısından girerken herkes mensubiyetlerini kapının dışına bırakacak; içeride yaptıkları konuşmalarda, mensup oldukları dine, siyasi gruplara, ekonomik sınıflara atıf yapmadan meseleleri tartışacaklar. Çünkü bu mekanın kapısında şöyle bir cümle yazar: Eşkele el-nas ala el-nas... İki şekilde tercüme edebiliriz: İnsan, insana soru sorabilir; ya da insan, insan için soru sorabilir.Son söz: Herhangi bir mensubiyeti öne çıkartmaksızın, insan üzerine, insanlarla, insanca konuşmak mümkündür...

İhsan Fazlıoğlu-Sözün Eşiğinde

 
Devamını Oku »

İnsanî Eylemin/İtibâr Belirli Bir Süreklilik İçinde Hakikatleşmesi,Nesnelleşmesidir

İnsanî Eylemin/İtibâr Belirli Bir Süreklilik İçinde Hakikatleşmesi,Nesnelleşmesidir

İnsanın irâde ve ihtiyârının sonucu olarak ortaya çıkan eylemin/amelin tahakkuku, taayyünü, tecessümü, nesnelleşmesi, söz konusu var-olanların, varlık illetidir. Aynîleşme, yani taayyün, yalnızca doğal nesnelere yüklenilen bir sıfat (vucûd-i aynî) iken, artık, insan irâde ve ihtiyârının yönlendirdiği eylemlerin sonucunda ortaya çıkan beşerî üretimin/yapıların da bir tür sıfatı hâline gelmiştir; böylece insanın eylemi (amel) sonucunda tahassul eden (vucûd-i tahassûlî) yapılar aynîdir; ve bu ayniyet (nesnellik) insan irâde ve ihtiyârını içkindir.

Bir örnekle açıklamaya çalışalım: Câmii inşâ ederken, ki insanî bir eylemdir, kullandığınız maddeye bir biçim/form verirsiniz. Tüm bu süreçleri sizin irâdeniz/ihtiyârınız yönlendirir. Tıpkı yukarıda dilde verilen, fizikî sese insan irâdesinin yön vermesi örneğindeki gibi… Bu nedenle Câmi, irâdesinin/ihtiyârının katıldığı insanî bir eylemin cisimleşmiş hâlidir; mânânın maddeye yedirildiği, anlamın içkinleştiği bir yapı… Bu anlam o maddeyi bir arada tutar ve Câmii yapan irade/ihtiyâr orada durduğu müddetçe o yapı içerdiği anlama mutabık bir muamele görür; örnek olarak, Balkanlar’da olduğu gibi, aynı Hayat Görüşü’ne mensup olmayan insanların eline geçince, Câmi onlar için aynı anlamı ifade etmediğinden, yıkılır ya da kiliseye çevrilir.

Bu noktada, irâde ve ihtiyâr sözcüklerini birlikte kullanmakta ısrar edişimin nedenini de açıklayayım: İkisi arasında ince bir ayrım vardır; irâde, yapma gücü; ihtiyâr, yapmama gücü… Örnek olarak, sigara içme isteği irâdîdir; ama zararlı olduğunu düşünüp bu istekten vazgeçme, içmiyorum diyebilme, ihtiyârîdir; çünkü ihtiyârda, irâdenin tersine, aklın muhtevasına atıfla hayr içkindir. Kelâm ilminde de son derece önemli bir kavramdır ihtiyâr; Felâsifenin Tanrı’ya dayattığı ‘vâcib’ kavramı yanında Kelamcıların ‘muhtâr’ kavramını tercih etmeleri; Tanrı’yı Vâcibu’l-Vucûd yerine Kâdiru’l-Muhtâr olarak tanımlamaları, farklı iki düşünce dizgesinin inşâsının en temelinde bulunur…

Bu ayrımı dikkatinize sunduktan sonra, artık aşağıda gözönünde bulundurmayacağım ve en genel anlamıyla irâde kavramını kullanacağım. İrâdemiz, eylemlerimize içkindir. Eylemin boşandırıcı sâikleri farklı olabilir; ancak bir kere boşandıktan sonra irâde paketçiği hâlini alırlar. Ancak her eylem tahakkuk etmek, gerçeklik kazanmak için bir karara, bir yargıya dayanır. Çünkü irâde etmek, bir karar vermek, bir karara varmak, bir yargıda bulunmaktır ve elbette irâde kavramının telmih ettiği üzere bir amacı da içkindir. Bir karar alırız; bu karara bilimde yargı deriz, tasdîkât deriz; akabinde, amacı içkin bu karara göre bir eylemde bulunuruz. Eylemin de kendine göre ölçütleri (criteria) vardır; tıpkı bilimde doğru ve yanlışı ölçüt almamız gibi…

İnsanî seviyede belirli bir kararın sonucunda hâsıl olan eylem cisimleşiyor, nesnelleşiyor; her cisimleşen eylem, söz konusu kararları, yargıları ve amaçları da içinde tutuyor. Örnek olarak Câmi, belirli kararlar ve bunlara dayalı eylemlerin cisimleşmiş hâlidir. Bu eylemin içinde, onu inşâ edenlerin aldıkları kararlar vardır; bu kararlar da insanların irâde ve ihtiyârlarının içeriklerini/amaçlarını taşırlar.

Sonuç itibariyle, bir Cami’ye baktığınız zaman, onu yapan kültürel dizgeden pay aldığınız oranda, ona ünsiyet kurabiliyorsunuz ya da uzak durabiliyorsunuz. Tüm bunları sağlayan ise esas itibariyle, irâdî karar ve yargıların içerdiği amacın taşıdığı anlamlılıktır; daha açık bir deyişle, o kültürün anlam-değer dünyasıdır.

Demek ki, tüm eylem/amel, kökeni bakımından itibârdır; fakat bir gerçeklik (hakikat) kazanıyor (tahakkuk); nesnelleşiyor (taayyün, tecessüm, objectification).Burada sosyal bilimler ve özellikle tarih bilimi için ilginç bir noktaya dikkat çekmek istiyorum: Biz, daha sonra, bu hakikat üzerine de yeni itibârlar üretiyoruz. Örnek olarak, Câmi’ye bakıyoruz; nasıl bir mimarî tarzda yapıldığını sorguluyoruz. Ya da toplumların siyâsî, iktisâdî, kültürel vb. tarihlerini tahlîl ediyoruz. Aslında bu yaptığımız tahlîl, bir önceki itibârın hakikatini, yeni itibârlar üzerinden yeniden üretmektir; bu üretilen yeni itibârlar da yeniden ve farklı bir hakikate kavuşurlar. Kültürdeki değişim ve süreklilik de bu şekilde sağlanır.

Bu konu oldukça önemlidir; insanî eylemin cisimleşmesi olarak anlamın/amacın idrâki ve bunun hermeneütik yöntemleri… ki bunu başka bir vesile ile ele alabiliriz… Ancak burada dikkat edilmesi gereken en önemli nokta insanlık idrâkinin, itibâr – hakikat – itibâr – hakikat… biçiminde ve bir öncekinin bir sonrakini içermesi şeklinde sürmesidir. Daha doğrusu böyle olursa bir sürekliliğin hâsıl olmasıdır; olmaz ise itibâr ile hakikat arasında kopukluk dediğimiz hâdise ortaya çıkar. Her ne ise, tüm denilenlerden ortaya çıkan sonuç: İnsanî eylemin/itibâr belirli bir süreklilik içinde hakikatleşmesi, nesnelleşmesidir.

İhsan Fazlıoğlu-Sözün Eşiğinde
Devamını Oku »