Şeytan'ın Halleri

Şeytan'ın Halleri

İkinci sultan şeytandır.


Nefis ise şeytanın vekilidir. Komutanları ise kibir, hased, buhl (cimrilik) açgözlülük, öfke, kahkaha ve maskaralıktır. Sözü geçen bu yedi fiil muhafızlardır. Bundan dolayı kalbin sağ tarafında yedi kale vardır. Her kalede bir muhafız görevlendirilmiştir. Her bir muhafızın yüz bin komutanı vardır. Şimdi, hased ve buhul, dünyayı terk etmekle; bunların tamamı sabr etmekle imana erer.


Ancak kibrin kaynağı şeytan, alçak gönüllülüğün ise Rahmân'dır. O halde ne zaman ki kibir gelse, alçak gönüllülüğü O'na havale eder. Ne zaman ki hased gelse, ilmi O'na havale eder. Buhlün aslı ise şeytandır, cömerdliğin aslı da Rahmân'dır. Ne zaman ki buhül gelirse, cömertliği O'na havale etmek gerkir.


Cömertlik dört çeşittir:


İlki, mal cömertliği, zenginlerindir.


İkinci, beden cömertliği, gâzilerindir.


Üçüncü, can cömertliği, âşıklarındır.


Dördüncü, gönül cömertliği, âriflerindir.


Şimdi esas yapılması gereken, kişinin yönünü Allah isteğine çevirmesidir. Zira edep dileyen korkuyu sever. Korku dileyen hata yapmaktan sakınmayı sever. Hata yapmaktan sakınmayı dileyen sabrı sever. Sabır dileyen utanmayı sever. Utanmayı dileyen cömertliği sever. Cömertliği dileyen miskinliği sever. Miskinliği dileyen ilmi sever. İlmi dileyen marifeti sever. Marifeti dileyen canı sever. Canı dileyen aklı sever ve aklı dileyen yüce Allah'ı sever. Allah buyruğuna müjde on iki çeşit nesnedir. Bu on iki çeşit nesne birbirine vekildir.Ve bunlar iman kumandanının önderleridir. Şimdi çok sakınmak gerekir ki eğer bu on iki türlü nesnenin birisi eksik olsa iman doğru olmaz. O halde en üst makam bunlardır. Bunları korumayan Allah'dan uzak olur, ve bilmekten dahi uzak olur. Allah'ın cemalini görmekten mahrum kalır.


Maskaralığı dileyen gülmeyi sever. Gülmeyi dileyen çekiştirmeyi sever. Çekiştirmeyi dileyen öfkeyi sever. Öfkeyi dileyen açgözlülüğü sever. Açgözlülüğü dileyen kıskançlığı sever. Kıskançlığı dileyen hased etmeyi sever. Hased etmeyi dileyen büyüklenmeyi sever. Büyûklenmeyi dileyen vücudunu sever. Vücudunu dileyen nefsin istek ve arzularını sever. Nefsin istek ve arzuları dileyen nefsini sever. Nefsini dileyen şeytanı sever ve şeytanı dileyen Yüce Allah'ı sevmez.


Zira zikredilen bu on iki fiil, işte bunlar birbirine vekildir. Bu on iki fiile de şeytan vekildir. Ne zaman ki bu on iki fiil yıkılıp yerine (iyi olan) on iki nesne yapılmayınca, kul olduğunu söyleyen kişiye Allah'tan yana yol yoktur. Çünkü bu on iki türlü fiil, hem marifetin ve hem imanın düşmanlarıdır. Akıl kumandanının şeytan kumandanını yendiği bunlarla bilinir. Bu nesnenin belirtisi odur ki, can, ruhânî işreti sever. Ruhânî işretin alameti serbest olmaktır.


Noksan sıfatlardan beri olan Yüce Allah buyurur ki: Üç kişi üç nesneye dayandı. Benlik davası güttü, sonunda helak oldu.


Birincisi; şeytan - lanet ona - ateşe 'dostum' dedi. Allah katında zorlama yoktur; dostu dosttan ayırmaz. Sonunda şeytanı ateşte yaktı.(1) Yüce Allah şöyle buyurdu:


"... gözlerinizin önünde Firavun ailesini suda boğmuştuk,"(2)


İkincisi; Kârun malına dayandı. Sonuç: malıyla birlikte helak oldu. Üçüncüsü; Muhammed Mustafâ (a.s.) Allah dostluğuna dayandı. Öyle olunca yüce Allah "Dostu dostundan ayırmayayım" diye buyurdu.


Yüce Allah şöyle buyurdu:"... onları Allah'ı sever gibi severler. İman edenlerin Allah'a olan sevgileri ise (onlarınkinden) çok daha fazladır."(3) Sonra yüce Allah, lütuf ve kereminden buyurdu ki; "Ben sizinleyim; bana şükredin." Nitekim bir ayette yüce Allah şöyle buyurdu:


" Eğer şükrederseniz, elbette size (nimetimi) artıracağım."(4) Allah teâlâ bir başka âyette de şöyle buyurdu:


"... güzel davrananları da daha güzeliyle (mükâfatlandırması içindir)"(5) Bir başka ayette de şöyle buyurur: "... Kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa bir amel-i Sâlih işlesin ve Rabbine ibadette kimseyi ortak koşmasın."(6) Sonra insanın, kendisini bilmesi gerekir. Kendisini bilmesini hatırlatmasının sebebi şudur: Bir kimse Rahmân ile şeytan farkını bilmezse, kendini de bilmez. Şimdi her kim bu sözleri anlasa, kendisini dahi bilmiş olur. Ne zaman ki kişi kendini bilirse aşk gelip Allah'tan yana çağırır. Bu hususta ne kadar nasibi var ise o kadar ilerler.


Şimdi kim bu sözleri anlamadı, kendisini dahi bilmedi. Her ne kadar insan suretinde olsa da insan mertebesinde değildir. Henüz endişeleri ve malları çokluğu içinde boğulmuşlardır. Hayvanlar gibidirler. Lâkin bu konuda tasarruf sahipleri de vardır ki onlar bilirler. Yetmiş yıldır yaptığımız dedikodu bir saat münâcât ile eşit geldi. Zira halkın dedikodu etmesi şüpheden ileri gelir. Zahidin ibadeti, aslını bilmeden iş yapmasıdır. Arifin tefekkürü, Allah'ın İlâhî sanatına bakarak iş yapmasıdır. Muhibbin yalvarıp, yakarması ise, sevgiliyle muamele etmesidir. Ancak bütün bunları yaparken riya ve tamahkarlık kişiyi kendi hâline bırakmaz. Öyle olunca kişinin daima gönül şehrini araması, gafil olmaması gerekir.


Aklın üç koruması vardır; riyâ ile tamahı gönül şehrinden çıkarırlar. Aklın birinci koruması sabırdır. Aklın ikinci koruması utanmaktır. Aklın üçüncü koruması kanaattir. İşte şeytan bu üç korumadan korkar ve mağlup olduğu da bunlarla bilinir. Bunlar çok ulu kimselerdir ve aklın askerlerindendir. Ve insanların makamı üçtür. Yüce Allah şöyle buyurmuştur:


" Göklerdeki ve yerdeki her şeyi Allah'ın bildiğini görmüyor musun? Üç kişinin gizli konuştuğu yerde dördüncüsü mutlaka O'dur. Beş kişinin gizli konuştuğu yerde altıncısı mutlaka O'dur. Bunlardan az veya çok olsunlar ve nerede bulunurlarsa bulunsunlar mutlaka O, onlarla beraberdir."(7)


Ancak her kişi insan kabul edilmez. Her ne kadar görünüş olarak insan olsalar da onlar hayvanlardan daha aşağıdırlar. Bunlar hased edip kendilerini bilmeyenlerdir. Nitekim Hz. Peygamber hadisinde buyurur:


"Nefsini bilen, rabbini bilir."(8) Şu kadar ki, âbidlerin, zâhidlerin ve ariflerin ibadetleri ve durumları her biri katında uygun olmaz. Zira âbidler, zâ-hidler ve arifler dünyalık beklentileri olan topluluklardır; ancak muhibler ise mânâ kavimleridir. O halde ey azizim! Muhib olanların hallerini şerh etmek çok uzun iştir ve çeşitlidir; fakat akıl ermez, gönül tatmin olmaz ve insanın sûreti bunları kavramaz. Bu konuda bu kadar söz yeter. Burada biz bu kadarını hatırlatmış olduk; kalanın ne olduğunu ancak Allah bilir.


Dinotlar:

(1)- Burada şöyle bir atlama vardır: "Beni ateşten, onu çamurdan yarattın. " (Maide, 5/12). İkinci Fir'avun, Kıptilere "dostum" dedi. Sonunda onların gözü önünde boğuldu. (M.Esad Coşan, a.g.e., s.52,53.)

(2) Bakara, 2/50.

(3)- Bakara, 2/165.

(4)- İbrahim, 14/7. 153 Necm, 53/31. 160 Kehf, 18/110.

(5)- Necm, 53/31.

(6)- Kehf, 18/110.

(7)-Mücâdele, 58/7.

(8) El-Acûnî, a.g.e., c. II  s. 262.


Kaynak: Makalat Hünkar Hacı Bektaş-ı Veli, Tercüme Prof. Dr. Ali Yılmaz, Prof. Dr. Mehmet Akkuş, Dr. Ali Öztürk, Şubat 2007 Ankara, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları

.
Devamını Oku »

Kalbin Islahı ve Devası, Fesadı ve Hastalığı Nedir ?

Kalbin Islahı, Fesadı ve Hastalığı Nedir ?

Kalbin ıslahı hüzün ve kaygıdadır; devası ise Allah’ı zikre devam etmektir.

Kalbin fesadı, dünyevi ve nefsanî sevinçlerden kaynaklanır. Hastalığı ise, Allah’ın zikrinden yüz çevirmesi ve Allah’ın zikrinden kendisini uzaklaştıracak şeylere yönelmesidir.

Balık için su ne ise, nefs için de sevinç odur. Balığın hayatı su iledir, karada kaldığı zaman yaşayamaz. Nefs de dünyevi sevinçlerden alı­konulduğu zaman solar gider, güçleri gevşer, zayıflığından dolayı canlılığı azalır. Hüzün, nef­sin yaşamını tehlikeye sokar. İşin sonunda artık kalp kendisine nefs tarafından gelen bu şeyler­den ve nefsin pisliklerinden kurtulur.

Kalp, Allah’a ulaştığı zaman Allah onu diriltir, ona can verir. Allah kalbi dirilttiği zaman ise nefse Allah’ın nuruyla kalbin diriltilmesi sev­dirilir. Kalp, kötü arzu ve sevinçleriyle aslında ölüydü. Sahibi kendisinden razı olup, sevinçleri kalpten uzaklaştırdığı zaman Rabbi ona şükran­la muamele eder. Çünkü kul Allah için hakkıyla mücâhede etmiş, Allah da onu kitabında vaat ettiği üzere kendi yoluna eriştirmiştir: “Bizim uğrumuzda mücâhede edenler var ya, biz onları mutlaka yollarımıza ileteceğiz” (Ankebut 29/69). Allah o kimseye kapıyı açınca o da yürüyerek kalbiyle Allaha gider. Sonra ona yolun nafakası verilir. En sonunda Allaha ulaşır, Allah da onu nuruyla kendi yakınlığında diriltir. O kimse Allaha yakın kılınan kimselerden (mukarreb) olur. Dünyevi ve nefsanî şeylerle sevinci tattık­tan sonra Allah’la hakiki sevince ulaşır. Allah’ın önde gelen kullarından olur.

Allah’ın zikrine devam etmeyi terk ettiği zaman, kalbi sertleşir. Çünkü zikir, Allah’ın rahmetini kapsar. Allah kitabında kullarına şöyle vaat et­miştir: “Beni zikredin ki, ben de sizi zikredeyim” (Bakara 2/152). Rahmet geldiği zaman kalp yumuşar, nefsin harareti söner. Kalbe gelen bu rahmet nefsi cezbeder ve nefsin katılığı, kabalı­ğı, hantallığı gider.

Kalp ve nefs bu bedende ortaktırlar. Kalbin gücü, marifet, akıl, ilim, anlayış, zihin, zeka, muhafaza ve Allah’la hayat bulmaktan gelir. Bu­rada zikredilen şeylerden kaynaklanan sevinç kalbe tesir edip onu güçlendirir, ona can verir. Nefsin gücü ise kötü arzulardan, lezzetlerden, arzulara tabi olmaktan, yükseklik, şöhret, üs­tünlük duygusundan ve arzulara düşkünlükten kaynaklanır. Bu gibi şeylerden kaynaklanan se­vinç nefse tesir eder ve onu güçlendirir. Bunla­rın hepsi hevanm askerleridir. Heva ise nefsin mülküdür. Kalbin mülkü ise, marifettir. Yukarı­da zikrettiklerimiz de kalbin askerleridir.

Biraz önce sayılan şeyler nefse sevimli gelip, nefsin onlardan duyduğu sevinç güçlenirse nefs kalbe baskın gelir. Kalbin kendisine hayat veren şeylerden kaynaklanan canlılığı gider. Kalbin sevinçleri de dünyevi olur.

Nefs kötü arzulardan ve arzulara tabi olmaktan alıkonulursa söner ve gevşer. Zayıflayıp sıkıntıya girer. Kederler ve kaygılar onda bir araya gelir. Arzulardan alıkonulup kesilmesinden doğan kaygılarla nefsin gücü gider. Başta zikrettiği­miz şeylerle de kalp canlanır. Kalp Allah’la se­vinmeye başlar. Bu yüzden Allah “De ki: ‘Ancak Allah'ın lütuf ve rahmetiyle, yalnız bunlarla se­vinsinler. Bu, onların toplayıp durduklarından daha hayırlıdır ” (Yunus 10/58) demiştir.

Hz. Peygamberin de (sav) şöyle buyurduğu ri­vayet edilmiştir: “İnsanoğlunun nefsi genç bir kızdır. Ancak Allah’ın kalbini takva ile imtihan ettikleri kimseler hariç. Bunlar da azdır.”

Enes b. Malik de (r.a) Hz. Peygamberden şöyle ri­vayet etmiştir: “İnsan yaşlanır fakat onda bulunan iki şey gençleşir: Mal hırsı ve çok yaşama hırsı!’

Hz. Peygamber, ölümü hatırlamaya teşvik etmiş ve şöyle demiştir: “Lezzetleri yok eden şeyi ha­tırlayın!”

Hadiste kastedilen şey şudur: Sen ölümü hatır­ladığında ömrünün çoğunun gittiğini, sonunda yok olup gidecek bir kimse olduğunu anlarsın. Bu hatırlama anında ölümü gözünde küçültür­sün. Daha sonra ise hangi vakit ölüme ansızın yakalanacağını bilmeyen kimse için dünyanın azının çok olduğunu anlarsın. Dolayısıyla ölüm,lezzetleri yok edicidir. Onu hatırladığında sevin­cin gider ve onların yerine kaygı ile hüzün gelir. Açığa çıktı ki, burada iki sevinç vardır. Birisi, kalbin Allah’la, O’nun lütuf ve rahmetiyle sevin­mesidir. Diğeri ise, nefsin şehvet ve lezzetle se­vinmesidir. Kim Allaha ulaşmayı tercih ederse, nefsin kendisiyle sevindiği dinî ya da dünyevî her şeye bir bakar. Sonra bu sevince engel olur ve neticede içindeki gam ve keder zayıflar ve ölür. Kim kötü arzu ve lezzetlerden kaynaklanan se­vince engel olursa, iyi amellerden kaynaklanan dinî sevinçlerle neşelenirse ferahlamış olur. Fa­kat kötü arzu ve lezzetler canlı ve güçlü olmaya devam eder. Çünkü heva her türlü iyi amele ka­rışır, her türlü çabada karışıldığa ve kirliliğe ne­den olur. İnsan çabayı terk ederse, heva kirlerle birlikte kalır. Kirler ve heva bir arada olduğunda ise Allaha ulaşılmaz.

Allah “Allah yolunda hakkıyla mücâhede edin” (Hacc 22/78) buyurmuştur. Hakkıyla mücâhede etmek, kişinin nefste bulduğu dinî ya da dünyevî her türlü sevinci yok etmesidir.

Her türlü iyi amelde lezzet ve eğlenceden bir pay bulunur. Bu durum kişi için iyi bir şey de­ğildir. Bu kimse için uygun olan kendisini lez­zetten korumak gayesiyle başka bir amele geç­mesidir. Çalışıp çabalayarak elinden geldiğince bunu yaptığı takdirde Allah çabucak ona bunun karşılığını verir. Allahın ona vereceği karşılık ise kalbini nurlara açık hale getirmesidir. Bu nur kalbi aydınlattığı zaman nefs kendisine verilen bu güzel şeyler aracılığı ile kendisini dünyanın lezzet ve arzularından alıkoyacak bir şey bulur. Bundan sonra hediyelerin lezzetlerini alıp da kendisini kötü bir duruma sokacak bir tehlike­ye düşmemesi için nefsin korunması gerekir. Çünkü hediyelerin lezzetini alan nefs, (önceki mücâhede sayesinde) sönmüş ve etkisiz hale gelmişken yeniden uyanır ve canlılık kazanır. Büyük tehlike de buradadır. Bu noktada kalp­leriyle Allaha doğru yürüyenlerin çoğu nefsin tuzaklarıyla dolu vadilere düştüler. Bu yazdık­larımın uzantısı ve ikincil meseleleriyle birlikte bin meselenin cevabını senin için güzelce açık­lamış oldum.

Hakim Tirmizi-Edep Ya Hu

Devamını Oku »

Hayrat ve hasenâtın hayatı niyet iledir.



Bismillahirrahmanirrahim

İ’lem eyyühe’l-aziz!

Hayrat ve hasenâtın hayatı niyet iledir. Fesadı da ucub, riyâ ve gösteriş iledir. Ve fıtrî olarak vicdanda şuur ile bizzat hissedilen vicdaniyatın esası, ikinci bir şuur ve niyet ile inkıtâ bulur.

Nasıl ki amellerin hayatı niyet iledir. Onun gibi, niyet bir cihetle fıtrî ahvalin ölümüdür. Meselâ, tevâzua niyet onu ifsad eder; tekebbüre niyet onu izâle eder; feraha niyet onu uçurur; gam ve kedere niyet onu tahfif eder. Ve hâkezâ, kıyas et.

Bediüzzaman Said Nursî

(Mesnevi-i Nuriye | Şemme)
Devamını Oku »

İman-İslam ve Amel Meselesi

 




İslam Kelamında en çok tartışılan konulardan biri de İman- İslam, dolayısıyla amelin imandan bir cüz/parça olup olmaması konusudur. Ebû Hanife’ye göre amel imandan bir cüz değildir; bu nedenle de imanda artma ve eksilme söz konusu değildir. Netice olarak, iman eden aynı zamanda Müslümandır; Müslüman olan da mümindir.

Aşağıdaki metinde bu husus delilleriyle açıkça ele alınmış ve önemli noktalara değinilmiştir.

İman dil ile ikrar ve kalp ile tasdiktir. Tek başına ikrar iman olmaz. Eğer sadece ikrar ile iman olsaydı münafıkların tümü inanmış olurlardı. Aynı şekilde bilgi de tek başına iman olmazı. Çünkü bu şekilde iman olsaydı, ehl-i kitabın tümü inanmış olurlardı. Halbuki Yüce Allah münafıklar hakkında şöyle buyurmuştur: “Allah münafıkların kesinlikle yalancı olduklarını bilmektedir” (Kur’ân 63: 1). Cenab-ı Hak ehl-i kitap hakkında ise şöyle buyurmuştur: “Kendilerine kitap verdiklerimiz onu, öz oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar” (Kur’ân 2: 146).

… İman: Tasdik, marifet, yakin ve ikrardan oluşur. İslam ise: Kulun, Allah’ın kendi rabbi olduğunu ikrar etmesi, O’na yakin derecesinde bağlanması ve Allah’ın, rabbi olduğunu bilmesidir. Bunlar (lafız olarak) farklı isimler olup manaları birdir, o da “iman”dır. İslam ise teslim olma ve Yüce Allah’ın emrine boyun eğme manasına gelir.

… İman ile İslam her ne kadar lafız yönünden ayrılırlarsa da İslamsız iman ve imansız İslam olmaz, bu ikisi sırt ve karın gibidir. Din ise iman, İslam ve şeriatların hepsine birden verilen bir isimdir…

İnanan gerçekten mümin, inkârcı da gerçekten kâfirdir. Küfürde şüphe olmadığı gibi imanda da şüphe yoktur. Çünkü yüce Allah: “Onlar gerçekten mümindir” (Kur’ân 8: 4) ve ayrıca “Onlar gerçekten kâfirdir” (Kur’ân 4: 151) buyurmuştur… Kişinin “Ben gerçekten müminim” demesi ve imanında şüphe etmemesi gerekir…

Kim, “Ben inşallah müminim” derse veya kendisine “Sen mümin misin?” diye sorulduğunda “Allah bilir” şeklinde cevap verirse, münafık değildir, fakat imanında şüphe taşımaktadır. Böylesine şöyle söylenmelidir: Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Allah ve melekleri Peygamber’e salat getirirler. Ey iman edenler! Siz de ona salavat getirin ve tam bir teslimiyetle selam verir” (Kur’ân 33: 56)…

Amel imanın gayrı, iman da amelin gayrıdır. Zira Allah Teâlâ Hz. Muhammed’i (sav) insanları İslam’a davet etmesi için göndermiştir. O da insanları, Allah’tan başka ilah olmadığına, bir olduğuna şehadet etmelerine ve O’dan getirdiklerine ve O’ndan getirdiklerini kabul etmeye çağırdı. Bu davet üzerine İslam’a giren mümin sayılmış ve şirkten uzak kalmıştır. Böylesinin malı ve canı güvence altına alınmıştır ve Müslümanlara tanınan hak ve saygınlık kendisi için de tanınmıştır… Daha sonra iman ehli için bazı farzlar konuldu. Bu farzların gereği inanılması hem de yapılması şemlin olmuştur. Bu nedenle Aziz ve Celil olan Allah şöyle buyurmuştur: “İman eden, Salih amelde bulunan, namaz kılan ve zekât verenler…” (Kur’ân 2: 277). “Allah’a iman edip Salih amel işleyenler…” (Kur’ân 64: 9; 65: 11) ve Kur’ân’dan mevcut bulunan bazı ayetler. Buna göre amel işlemeyen tasdiki kaybetmiş olmaz, ancak amelsiz bir tasdiki elde etmiş bulunur…

Eğer Allah’ın emrettiklerinin tümünü yapmak ve yasak ettiklerinin tümünden kaçınmak din olsaydı; bu durumda Allah’ın emrettiklerinden herhangi birini terk eden yahut yasaklarından herhangi birini işleyen kimse Allah’ın dinini terk etmiş ve küfre düşmüş olur. Bu durumda da kâfir olan kişinin Müslümanlarla kendi arasında cereyan etmiş olan nikâh, miras, cenazesine katılma, kestiklerini yeme ve benzeri hususlar ortadan kalkardı. Çünkü Allah bu hususları, müminlerin arasında can ve malların korunup haram kılınmasının sebebi olan iman dolayısıyla gerekli kılmıştır. Ancak hukuki bir durumun ortaya çıkması müstesnadır.

Yüce Allah müminlere farzları, dinî kabul etmelerinden sonra emretmiş ve şöyle buyurmuştur: “ İman eden kullarıma namaz kılmalarını söyle” (Kur’ân 14: 31). “Ey iman edenler oruç size farz kılındı” (Kur’ân 2: 183)… Eğer bu farzlar bizatihi iman olsaydı; Allah, onları yapmadan önce kullarını mümin olarak isimlendirmezdi. Yüce Allah imanı amelden ayırmış ve şöyle buyurmuştur: “ İman eden ve Salih amel işleyenler…” (Bu ifade ile pek çok ayet var)… İşte Allah bu örneklerde imanı amelin gayri kılmıştır. Müminler, Allah’a iman ettikleri için namaz kılıyor, zekât veriyor, oruç tutuyor… yoksa namazlarını kılmalarından, zekâtlarını vermelerinden… dolayı iman etmiyorlar. Yani onlar önce iman, sonra amel ediyorlar…

Gök ve yer ehlinin imanı artıp eksilmez… İmanın eksilmesi ancak küfrün artması ile; onun artması da ancak küfrün eksilmesi ile düşünülebilir. Bu durumda bir kişinin aynı anda hem mümin, hem kâfir olması nasıl mümkün olur?..

Mademki iman amelden hayrıdır ve artıp eksilmez, öyle ise bizim imanımız meleklerin ve peygamberlerin imanına denktir…

Beyazizade 2000. el-Usulu’l-münife li’l-İmam Ebi Hanife, terc. İlyas Çelebi, İstanbul: M.Ü. İlahiyat Fakültesi Yayınları, s. 119–120, 125–131.

 

Bize Yön Veren Metinler,Cilt.1

Derleyen:Alev Alatlı

Devamını Oku »

İnsanî Eylemin/İtibâr Belirli Bir Süreklilik İçinde Hakikatleşmesi,Nesnelleşmesidir

İnsanî Eylemin/İtibâr Belirli Bir Süreklilik İçinde Hakikatleşmesi,Nesnelleşmesidir

İnsanın irâde ve ihtiyârının sonucu olarak ortaya çıkan eylemin/amelin tahakkuku, taayyünü, tecessümü, nesnelleşmesi, söz konusu var-olanların, varlık illetidir. Aynîleşme, yani taayyün, yalnızca doğal nesnelere yüklenilen bir sıfat (vucûd-i aynî) iken, artık, insan irâde ve ihtiyârının yönlendirdiği eylemlerin sonucunda ortaya çıkan beşerî üretimin/yapıların da bir tür sıfatı hâline gelmiştir; böylece insanın eylemi (amel) sonucunda tahassul eden (vucûd-i tahassûlî) yapılar aynîdir; ve bu ayniyet (nesnellik) insan irâde ve ihtiyârını içkindir.

Bir örnekle açıklamaya çalışalım: Câmii inşâ ederken, ki insanî bir eylemdir, kullandığınız maddeye bir biçim/form verirsiniz. Tüm bu süreçleri sizin irâdeniz/ihtiyârınız yönlendirir. Tıpkı yukarıda dilde verilen, fizikî sese insan irâdesinin yön vermesi örneğindeki gibi… Bu nedenle Câmi, irâdesinin/ihtiyârının katıldığı insanî bir eylemin cisimleşmiş hâlidir; mânânın maddeye yedirildiği, anlamın içkinleştiği bir yapı… Bu anlam o maddeyi bir arada tutar ve Câmii yapan irade/ihtiyâr orada durduğu müddetçe o yapı içerdiği anlama mutabık bir muamele görür; örnek olarak, Balkanlar’da olduğu gibi, aynı Hayat Görüşü’ne mensup olmayan insanların eline geçince, Câmi onlar için aynı anlamı ifade etmediğinden, yıkılır ya da kiliseye çevrilir.

Bu noktada, irâde ve ihtiyâr sözcüklerini birlikte kullanmakta ısrar edişimin nedenini de açıklayayım: İkisi arasında ince bir ayrım vardır; irâde, yapma gücü; ihtiyâr, yapmama gücü… Örnek olarak, sigara içme isteği irâdîdir; ama zararlı olduğunu düşünüp bu istekten vazgeçme, içmiyorum diyebilme, ihtiyârîdir; çünkü ihtiyârda, irâdenin tersine, aklın muhtevasına atıfla hayr içkindir. Kelâm ilminde de son derece önemli bir kavramdır ihtiyâr; Felâsifenin Tanrı’ya dayattığı ‘vâcib’ kavramı yanında Kelamcıların ‘muhtâr’ kavramını tercih etmeleri; Tanrı’yı Vâcibu’l-Vucûd yerine Kâdiru’l-Muhtâr olarak tanımlamaları, farklı iki düşünce dizgesinin inşâsının en temelinde bulunur…

Bu ayrımı dikkatinize sunduktan sonra, artık aşağıda gözönünde bulundurmayacağım ve en genel anlamıyla irâde kavramını kullanacağım. İrâdemiz, eylemlerimize içkindir. Eylemin boşandırıcı sâikleri farklı olabilir; ancak bir kere boşandıktan sonra irâde paketçiği hâlini alırlar. Ancak her eylem tahakkuk etmek, gerçeklik kazanmak için bir karara, bir yargıya dayanır. Çünkü irâde etmek, bir karar vermek, bir karara varmak, bir yargıda bulunmaktır ve elbette irâde kavramının telmih ettiği üzere bir amacı da içkindir. Bir karar alırız; bu karara bilimde yargı deriz, tasdîkât deriz; akabinde, amacı içkin bu karara göre bir eylemde bulunuruz. Eylemin de kendine göre ölçütleri (criteria) vardır; tıpkı bilimde doğru ve yanlışı ölçüt almamız gibi…

İnsanî seviyede belirli bir kararın sonucunda hâsıl olan eylem cisimleşiyor, nesnelleşiyor; her cisimleşen eylem, söz konusu kararları, yargıları ve amaçları da içinde tutuyor. Örnek olarak Câmi, belirli kararlar ve bunlara dayalı eylemlerin cisimleşmiş hâlidir. Bu eylemin içinde, onu inşâ edenlerin aldıkları kararlar vardır; bu kararlar da insanların irâde ve ihtiyârlarının içeriklerini/amaçlarını taşırlar.

Sonuç itibariyle, bir Cami’ye baktığınız zaman, onu yapan kültürel dizgeden pay aldığınız oranda, ona ünsiyet kurabiliyorsunuz ya da uzak durabiliyorsunuz. Tüm bunları sağlayan ise esas itibariyle, irâdî karar ve yargıların içerdiği amacın taşıdığı anlamlılıktır; daha açık bir deyişle, o kültürün anlam-değer dünyasıdır.

Demek ki, tüm eylem/amel, kökeni bakımından itibârdır; fakat bir gerçeklik (hakikat) kazanıyor (tahakkuk); nesnelleşiyor (taayyün, tecessüm, objectification).Burada sosyal bilimler ve özellikle tarih bilimi için ilginç bir noktaya dikkat çekmek istiyorum: Biz, daha sonra, bu hakikat üzerine de yeni itibârlar üretiyoruz. Örnek olarak, Câmi’ye bakıyoruz; nasıl bir mimarî tarzda yapıldığını sorguluyoruz. Ya da toplumların siyâsî, iktisâdî, kültürel vb. tarihlerini tahlîl ediyoruz. Aslında bu yaptığımız tahlîl, bir önceki itibârın hakikatini, yeni itibârlar üzerinden yeniden üretmektir; bu üretilen yeni itibârlar da yeniden ve farklı bir hakikate kavuşurlar. Kültürdeki değişim ve süreklilik de bu şekilde sağlanır.

Bu konu oldukça önemlidir; insanî eylemin cisimleşmesi olarak anlamın/amacın idrâki ve bunun hermeneütik yöntemleri… ki bunu başka bir vesile ile ele alabiliriz… Ancak burada dikkat edilmesi gereken en önemli nokta insanlık idrâkinin, itibâr – hakikat – itibâr – hakikat… biçiminde ve bir öncekinin bir sonrakini içermesi şeklinde sürmesidir. Daha doğrusu böyle olursa bir sürekliliğin hâsıl olmasıdır; olmaz ise itibâr ile hakikat arasında kopukluk dediğimiz hâdise ortaya çıkar. Her ne ise, tüm denilenlerden ortaya çıkan sonuç: İnsanî eylemin/itibâr belirli bir süreklilik içinde hakikatleşmesi, nesnelleşmesidir.

İhsan Fazlıoğlu-Sözün Eşiğinde
Devamını Oku »

İslam ve Amel

muslumanca-yasamak

Eğer dine (İslâm) hayatımızın her şeyi diye bakmıyorsak, onu kendisiyle amel edeceğimiz bir hükümler bütünü olarak görmüyorsak, dini bir zihin fantezisi olarak kabul ediyoruz demektir. Din, bir kez, bir zihin fantezisi olarak kabul edilince, bu fanteziye yüklenmek istenen değer ne kadar yüce ve yüksek olursa olsun, o artık kendisiyle amel edilen bir hükümler bütünü olmaktan çıkmış, nefsanî gayelerin hizmetine verilmiş zihin lüksünün, düşünce konforunun unsuru ve aleti durumuna getirilmiş olur.

Din, bir zihin konforu, kişinin bir tefahür (övünme) aracı haline geldikten sonra, ona artık “amelî” bir fenomen olarak bakmak imkânsızlaşır. Üzerinde zihnî spekülasyonlar yapmayı denediğiniz herhangi bir “toplum kurumu” olur. Bundan sonra ona övgüler, mersiyeler döşense, hatta onun vazgeçilmezliği layüsel sanılan “bilimin verileriy'le kanıtlanmaya girişilse, din amelî bir hadise olmaktan çıkmış, “nazariye”nin konusu haline getirilmiş olur.

Kaynak:

Rasim Özdenören - Müslümanca Yaşamak
Devamını Oku »