Dil: Gönül-ve-Lisan ve Özne, Dil, Hakikat

7. Dil: Gönül-ve-Lisan

Hakikatin tezahür mahalli dildir (kelam/logos) ve dil özne­nin en âlâ imkânıdır, dahası dil özneliğe ortamdır, işaret etme­den geçemeyeceğiz: Türkçede "dil" denince ilkin iki şey anla­şılır. Bir, lisan anlamında dil ki Eski Türkçe "til'den gelir; iki, gönül anlamında dil ki Farsça "dil" den gelir. Bu kökenleri farklı ama bugünkü Türkçede aynı yazılıp fonetik olarak da aynı okunan iki kelimeyi iki-anlamlı tek bir kelime, dahası her iki anlamı bir­birini bütünlemen tek bir kelime farz edip birlikli bir biçimde şöy­le yorumsayabiliriz: Lisan (i. dil) gönl'ün (ii. dil) lisanı olduğu, ona ayna olduğu ölçüde hakikatlidir, hakikidir. Yani lisan gö- nül'den neşet ettiği ölçüde hakikatlidir, hakikidir.

Sonuçta, farklı kökenlere ve görünüşteki ayrı anlamlara rağ­men sesteş iki kelimenin (i. dil ve ii. dil) Türkçede aynı anlam alanına (Lisanın hakikati olarak «gönül lisanı») dâhil olarak iç içe geçmesi, bu örtüşme, bu tevafuk, adeta bu meze («Dil: gönül-ve-lisan»), el verdiği semantik genişleme ve zenginli­ğin yanı sıra tefekkürde derinlik sağlaması bakımından Türk­çede meknuz hakikatli güzelliğin bir örneğini oluşturmakta­dır. Lisanın kaynağı olarak gönül!Giderek lisan olarak gönül!

Evet, yinelersek, dil bir vasıta değildir yalnızca, ama esasta bir vasattır! İçinde yaşadığımız, ikamet ettiğimiz, olduğumuz, dahası olgu ulaştığımız bir vasat. Dolayısıyla yaşama, kend'olma maceramızda Hakikati aradığımız, arayıp araştırdığımız ve ola ki bulduğumuz bir vasat. Ama aynı zamanda da hakiki­liğini hakikate vasat olmaklığından alan bir vasıta! Yanlış anlamaların önünü almak üzere hemen ilave edelim: Vakıa, lisan gönlün aynası değildir kâhir ekseriyette. Bununla birlikte, lisan (gönle tercüman olan lisan), lisanımızın yakınsadığı ve bu ölçüde kendi hakikatini gerçekleştirebildiği ideal nokta olarak alınabilir, her ne kadar bu mecazda tüketilemese de. içtenlik ve dolaysızlık idealidir bu. Lisanımız bu ideale yakınsadığı ölçüde «gönlün lisanı» olup hakikatli olacak ve aynı ölçüde Kelam'ın hakikatinden pay alacaktır.

Böylece hakikatli öznelik, Gönle yakınsayan, giderek onunla örtüşen lisan'da kendini ve kendi hakikatini bulacak ve/veya kuracaktır. Gönl'ün dolaysızlığında ve içtenliğinde temellenen, temellenmesi beklenen lisan! Bu Ör­nek bizim neden ratiodan değil de daha ziyade dilden hareket etmeyi, rationun gösterdiğine değil de daha ziyade dilin söy­lediğine kulak vermeyi yeğlemiş olduğumuzu açıklıyor gibi.

Hakikatli öznenin ideali içi (gönül) dışı (lisan) bir öznedir ki hâli konuştu mu gönül lisanıyla konuşmak ve eyledi mi doğ­ruluk ve içtenlik üzere eylemektir. Ehl-i hakikat deriz ona ki özneliğin hakikatini temsil ve temessül eden bir tür kutuptur o. Arayış ehline düşense kutup yıldızına bakarak yol almaktır.

8. Özne, Dil, Hak-ikat

Şimdi bir kavram olarak hakikatin ve onun bazı önemli de­ğişkelerinin öznelik ya da yaşantı nokta-i nazarından dilde nasıl bir anlam ağı arz ettiklerine şöyle bir göz atalım, aynı zamanda da bu semantik bağlantıların metafizik düzeydeki yansımala­rını kısmen de olsa göstermeye çalışalım.

Önce «hak» kelimesinin Râğıb el-İsfehani'nin Müfredat'ında, bu meşhur Kur'an kavramları sözlüğünde geçtiği yerlere bir göz atmakta fayda var. Değil mi ki Kur'an Arapçayı yeniden kurmuştur, Kur'an dili olarak Arapça da 13. asır itibarıyla Türkçenin mayalandığı bir nevi matris yani rahim işlevi görmüş­tür, şu halde böyle bir başlangıç kendini haklılaştırmaktadır.

İsfehani en başta hak sözcüğünün temelde «mutabakat ve muvafakat yani uygunluk» anlamına geldiğini söyledikten sonra «Doğru/uygun bir şekilde açılıp kapanması için kapı ayağının yuvasına mutabık/uygun olması» örneğini verir.

El- İsfehanı sonra Kur'an'da hak kelimesinin kullanıldığı dört an- lam-alam ayırt eder.

1. Bir şeyi «nasıl gerekiyorsa öyle / hikmet üzere» yapa­na Hak denir. Bundan dolayı Allah'a «O, hakkın ta kendisidir / hüvel hakku» (Lokman, 31/30) denmiştir. Bir başka örnek: «İşte O Allah, sizin hak rabbinizdir / Fe-zâlikümullahu rabbi- küm'ül-hakku» (Yunus, 10/32).

2. «Hikmetin/uygunluğun» gerektirdiği şekilde yapılmış ola­na hak denir: «Yeniden-diriliş haktır / El-ba'sü hakkun» cüm­lesinde olduğu gibi. Bir başka örnek: «Allah bunu ancak hak ile/hikmet ile/olması gerektiği gibi yarattı / Halakallahu zâli- ke illa bil-hakkı» (Yunus, 10/5).

3. Doğru/olması gerektiği gibi olan inanca/itikada hak de­nir. Örneğin « Filancanın yeniden diriliş ile ilgili itikadı hak­tır/doğrudur». Bir başka örnek : «Bunun üzerine Allah, kendi izniyle mü'minleri üzerinde ayrılığa düştükleri hakka/doğru­ya iletti. / Fe-hedallahüllezine âmenü limaftelefu fîhi minel- hakki bi-iznih» (Bakara, 2/213)

4. Gerek sözün, gerekse amelin zaman, şartlar ve miktar ba­kımından nasıl gerekiyorsa öyle olmasına/yapılmasına hak de­nir: «Bu sözün haktır /kavluke hakku »ifadesinde olduğu gibi. Keza hak şu ayette bu anlamdadır: «Rabbinin kelimesi böylece hak oldu. / Kezalike hakkat kelimetu rabbike» (Yunus, 10/33).(12)

Yine bu çerçevede, Kur'an'da ehkaktü (Enfal, 8/8) ifadesi ge­çer ki "hak olduğunu ispat ettim / ortaya koydum", başka bir ifadeyle "hakkı hak kıldım / tahkik ettim" anlamına gelir. Bu da iki şekilde olur:

1. Delilleri ve işaretleri ortaya koyarak,

2. Şeriatı bütünüyle tamamlayarak. Türkçede kullanılan ihkak-ı hak deyişi şu anlama gelir: «Bir hakkı usulü dairesinde yerine getirme, bir hakkı mürâfaa ve muhakeme neticesinde ispat ve izhâr etme» (Devellioğlu Sözlüğü).

Yukarıdaki izahattan anlaşılacağı üzere hakkın yerli-yerindelik ile, hikmet ile, boş ve faydasız olmama ile, vücubiyet, doğ­ruluk ve sübut ile doğrudan ilişkisi vardır. Bu maddelerden başka zikredilecek birkaç husus daha var. İlk olarak muhakaka "karşılıklı hak iddia etmek" anlamına gelir. Sonra, yapılan işin hak olması, duruma göre vacip/gerekli ve caiz olmasını gerek­tirir. «Müminlere yardım etmek üzerimize haktır» (Rum, 30/47) ayetinde vacip/gerekli anlamı açıktır.

Hak-ikat, uygunluğu, yerindeliği, sübutu ve gerçeği olan şey için kullanılır. Hz. Peygamber Harise'ye «Her hakkın bir hakikati vardır; senin imanının hakikati nedir? » diye sordu­ğunda, «İmanını neyle ortaya koyuyorsun, imanının delili ne­dir?» demek istemiştir.(13)

Hakikat aynı zamanda amel ve söz için de kullanılır ki bu durumda yapılan işte veya söylenen sözde gösteriş/riya olma­dığı kastedilir. Hakikatli amel, ihlâslı ameldir. İçten öznelik, sahiciliğe, giderek sahihliğe yani hakikatliliğe delalettir.

Dahası, Hak(ikat), bâtılın karşısında, kalıcılığı ifade eder, şu ayette veciz bir biçimde ifade edildiği üzere: «Gökten bir su indirdi de dereler kendi ölçülerinde çağlayıp aktı. Sel üste çı­kan köpüğü yüklendi. Süs ya da eşya yapmak için ateşte yakıp erittikleri madenlerde de bunun gibi bir köpük vardır. Allah hak ile bâtılı böyle bir benzetmeyle anlatır. Köpük yok olup gider. İnsanlara yararlı olan ise yeryüzünde kalır. İşte Allah böyle meseller verir» (Rad, 13/17).

Hakikatte tek kalıcı/bâki olan Hak'tır. Tam da öyle olduğu için biz ona Hak diyoruz. Onun dışında her şey yok olmaya mahkumdur: «Onun vechinden başka her şey helak olucudur.» Nitekim, ünlü mısraında Lebid «Allah'tan başka ne varsa bâtıldır» derken, Allah ı hak olarak, onun dışında her şeyi de ba­tıl yani gelip-geçici, yok olucu, hükümsüz olarak nitelemiştir.

Evet, hakkın zıddı bâtıldır. Be-Ta-Le (boşa gitmek, hüküm­süz olmak, yok olmak) fiilinden gelen bâtıl, el-İsfehani'ye gö­re(14) «araştırıldığında sübütu olmadığı ortaya çıkan» şeydir. Do­layısıyla bu kelime «boş, hükümsüz, yok olucu» mânâlarına gelir ki bunların tersi «kalıcı, hikmetli/yerli-yerinde ve geçer­li» (hak) olmaktadır.

Bâtıl, yapılsa ve meydanda olsa da hiç bir geçerliliği ve ha­kikati olmayan şeyler için de kullanılır. Söz gelimi şeriatın izin vermediği bir şeyi yapıyor olabilirsiniz, bu gerçektir, vâkidir, ama meşru olmadığından hak değildir. Şu halde Türkçe kul­lanımda muhtemel bir karışıklığa meydan vermememiz ge­rekiyor: Bir şey gerçek diye, vâkıa olarak mevcut diye, sırf bu nedenle hak olmak zorunda olmadığı gibi, hak olanın da her halükarda vakıada bir karşılığı olması gerekmez. Gerçek (reel/ vâki) olan hakka muvafık da olabilir, bütünüyle bâtıl da. Gerçi biz «Bana gerçeği söyle!» örneğinde olduğu gibi bazen gerçeği hak-ikatin yerine kullansak da, netice itibarıyla gerçek ile hak anlamca örtüşmez her zaman, örtüşmek zorunda da değildir. Kur'ân merkezli bu kısa malumattan sonra Hak/ikat kavramı­nın ve değişkelerinin Türkçede ne anlam ifade ettiklerine ve nasıl bir anlam ağı oluşturduklarına geçebiliriz.

Türkçede hakikat ilkin ve öncelikle Hak (Tanrı) ile bağlantı­lı olarak karşımıza çıkıyor. Türkçe hakikatin hakikat olmaklı­ğım başka yerden değil bir tek Hak'tan aldığını ikrar ediyor. Hak Teâlâ ve Cenab-ı Hak ifadelerinin Türkiye'de Tanrı'ya dair adlandırmalar içerisinde en ziyade başvurulan iki ifade olma­sı ilginçtir ayrıca. Hak, Varlığın şu Yüce Varedeni'dir. O, âlemi ve insanı hak üzere / bir hikmete binaen / yerli yerince yarat­mıştır. Rahman, Rahim, Hakîm, Alîm-i Mutlak ve Kâdir-i Mut­lak olan Hak, Cenab-ı Hak, insana/bireye/özneye ve topluma/ toplumsallığa hiç bir surette kayıtısız olmayıp, tam manasıy­la müdâhildir. Türk dili bu kayıtsız olmayışın, bu müdâhilliğin sıkı bir şahididir. Neticede Türkçe içinden baktığımızda Hak-ikat'in gerek kendi düzeyinde gerekse toplum düzeyin- de doğrudan veya dolaylı tesirlerini (Hakk'ın/Hakikat'in tesirî varlığını) keşfederiz, hissederiz.

Şimdi bu düzeylerin ilkinden başlayarak hak-ikatin dili­mizdeki, dolayısıyla (ortak) öznesel yaşantımızdaki serenca- mına göz atalım.

İlk olarak, «hak-lılık» (kendi düzeyi). Öznelikle doğrudan bağlantılı bir kavramdır bu. Gündelik hayatta çok kullandı­ğımız bir kavram. Haklı olmak, bir şeyde hakkı, meşru alacağı olan kimsenin durumunu ifade ediyor genel olarak. Hakikate/ hakkaniyete muvafık bir durum söz konusu burada, tersinde de (hak-sızlık) muhalif. Haklılık gibi bir durumda, haklı olan hakkını aramak ve almak ya da almaya çalışmakla haktan, ha­kikatten yanadır, en azından hakka, hakikate karşı değildir. Kısacası haklılıkta bir meşruiyet, bir kabul edilebilirlik, hatta bir masumiyet söz konusudur. Ama daha temel anlamda hak­lı, davranışında ya da düşüncesinde bir mesnede, bir gerekçeye, bir temele sahip kimse demektir. Demek ki hakikat (hakkın ve haklının misdakı hakikat!) bizi yani düşünce ve davranışımızı mesnetlendiren, gerekçelendiren, temellendiren bir şey.

Bunu yapabildiğine göre bizim fevkimizde, bize aşkın, bizden üstün ya da bize göre daha asıl bir şey olmalı. Önünde saygı ve kay­gı duyulabilir/duyulması gereken bir şey demek ki Hak-ikat.Belki de burada en önemli nokta Hak-ikat'in, istinat noktası­nın, temelin ya da misdakın kendi olması hususu. Haklıyım ben, ama haklılığımı «nere» den alıyorum? Bu «nere», bu elim­le tutamadığım, gözümle göremediğim, zihnen ihata edeme­diğim kısaca beni aşan ve belki de gerçek anlamda var olmayan bu «nere» hakikatin alanına ait olup hak-lılık meselesi üzerin­den hayatımıza kuvvetle tesir eden bir şey.

Hakikat kavramı ve buna bağlı olarak haklılık meselesi ha­yatımızda dallanıp budaklanarak müşahhas tesirler/etkiler ya­ratıyor demek ki. İmdi haklı haklılığını biliyorsa, bu haklılığı Hak-ikat'ten aldığını da biliyor olmalı. Yoksa neye göre haklı? Sözgelimi kendine göre haklı değil, öznel bir haklılık söz konu­su değil burada. Haklı olduğunu nere den ve n'asıl biliyor peki? Kendini hakikatten dolayı ve hakikate istinaden haklı biliyor, hakikati misdak/referans alarak haklılığını öne sürüyor; hak­lılığını hakikatte temellendiriyor, mesnetlendiriyor demek ki.

Şaşırtıcıdır ama benzer bir durum haksız için de geçerli sa­yılmalıdır bir bakıma: Haksızsın, demek ki hakikat nezdinde bir mesnedin yok ve fakat haksızsan da şimdi veya sonra haklı (haktan yana) olabilirsin, eğer haksız olduğunu biliyor ve ka­bul ediyorsan. Evet, haksız olduğunu biliyor ve kabul ediyor­san, en azından hakikat diye bir şeyin belli bir anlamda var ol­duğunu, var olması gerektiğini ve onun kalıcılık ve sübut arz edişiyle tam da temeli ve/veya misdakı teşkil ettiğini daha baş­tan tasdik ediyorsun demektir. Şu halde sen de haklı olan gibi hakikatli bir özneliğe sahip olabilirsin, en azından bil-kuvve.

Hakikatsiz olan kimdir peki, yukarıdaki haksız kimse de değilse kim? Hakikatsiz olan o kimsedir ki ne zihninde/kal­binde hangi türden olursa olsun hakikat gibi, haklılık gibi bir mefhum/duygu taşır, ne de daha önemlisi fiiliyatta haklı-hak- sız ayrımına riayet eder. Haksızlık eder ama kendim haksız bilmez o, belki kendini en haklı, hep haklı ilan eder. Reel poli­tik'in güdümünden hiç çıkmaz o, Durum'un dışına ya da fev­kine kafa yormaz, kafa yorsa da fiiliyatta aymazca kayıtsızlı­ğım sürdürür. Realite dinine inanmıştır bir kere, hakikatten bahsetse bile bu realitenin erimini geçmeyen bir şey olarak ka­lır hep. Özneliğin hakikatine eremediğinden hakiki bir öznelik değildir onunkisi. Terimlerde çelişki olmasın ama hakikat­siz "öznelik"tir onun durumu.

İkinci olarak, «hakkaniyet ve hukuk» (toplum düzeyi). Yuka­rıda hakikat kavramının değişkesi olarak haklılıktan ve onun eksikli kipi haksızlıktan söz ettik. Bu kavramlar söz konusu ol­duğunda bireysel alandaydık ilk planda. Hakikatin başka bir grup değişkesi vesilesiyle öznelerarasılık da diyeceğimiz öz- nesel ortak alana geçebiliriz şimdi.

Özne kavramı bir yana, öznesellik ve/veya öznelik kavram­larının öznelerarasılığı zımnında barındırdığına işaret edelim geçerken. Belirtmeli ki öznelerarasılık ayrıca ve hususen ele alınması gereken çetrefil bir konu. Burada birleşik temel husu­sa, o da, hakikat ve öznesellik ilişkisi açısından işaret etmekle yetinmek durumundayız.

Geldiğimiz bu noktada karşımıza çıkan temel kavramlar hakkaniyet ve hukuk. Hakkaniyet, öncelikle haktanırlık ve hak­perestlik kavramlarıyla, hukuk ise öncelikle adalet, yasa ve dü­zen kavramlarıyla alakalı görünüyor. Kuşkusuz bunlar arasın­da özsel bağlantılar da var. Hakkaniyet insaflılıktır bir bakıma; bir ilke, bir tavır ya da ilkesel bir tavırdır. Kendi çıkarını baş­kasının çıkarıyla eşit düzeyde değerlendirmek (adalet), hatta bazen başkasının çıkarını kendininkinden üstün bilmektir (fa­zilet). Her halükarda hakkı (yerli yerinde ve hikmet üzeredir o) üstün tutma dirayeti ve titizliğidir hakkaniyet. Bir haktanırlık ve hakperestlik olarak hakkaniyet her halükarda tatbikî bir yö­nü de olan hukuka ruh ve mânâ veren şeydir. Hakkaniyetli bir bireyden söz edilebildiği gibi, hakkaniyetli bir toplumdan da genel manada söz edilebilir. Hukuk ise haklara ve ödevlere da­ir bir teori ve bir uygulamadır. Hukuk meşruiyetini hakkani­yetli/adil olmasından alır.

Hakkaniyetsiz/adaletsiz bir hukuk boş bir söylem ve esasta da meşruiyetten uzak ve ruhsuz bir uygulama olacaktır. Hukukun anlamı ve amacı basitçe haklı­ya hakkını vermek ve haksızı da cezalandırmak olarak tespit edilebilir (yerli-yerindelik), giderek hukukun sebeb-i vücûdu adaletin vaz'ı ve tesisi olarak ortaya konabilir. Hukuk (le droit) ve adalet (justice) kendilerine hakkaniyeti/insafı (equite) esas ve hakikati (dolayısıyla hikmeti / yerli-yerinde hükmü) mıs­dak olarak almak durumundadırlar, aksi takdirde ilki acıma­sız ve anlamsız bir mekanizmaya dönüşür, İkincisi de tefessüh edip tersine inkılâp eder.

Üçüncü olarak, «Hak» (Tanrı'yla ilişki düzeyi). Hakk'ın ken­disini/mâhiyetini araştırmıyoruz burada, ama onunla ilişkinin tarzını ve bu ilişkinin öznesel yaşantıdaki karşılıklarını araştırı-yoruz. Hak olan Tanrı ile ilişkinin temel tarzını «arayış» olarak koyuyoruz. Arada-olmaya-bırakılmış öznenin Hakk'ı ara-yı- şını, bu arayışın öznenin yaşantısındaki karşılıklarını araştı­rıyoruz, daha doğrusu araştırma konusu olarak öneriyoruz.

Hakk'a doğru, Hak uğruna hakiki-hakikatli bir arayışın te­mel niteliklerini de burada içtenlik, doğruluk ve sebat olarak belirliyoruz. Arayan, arayışında kendini aralayan ve o aradan olgunluğa eren, ermeyi uman hak-perest öznenin olmazsa olmaz vasıflarıdır bunlar. Özne, hakiki-hakikatli özne, Hak-ikat ara­yışı yoluyla/yolunda kend'olur kend'olursa.

Toparlarsak, Kendi, Hak-ikate doğru olduğu, hakikatli olduğu ölçüde hakiki bir kendiliğe sahiptir. Toplum'unsa hakikati hu­kuk ve hakkaniyettir, daha doğrusu hakkaniyet temelli hukuk­tur, dolayısıyla da adalettir (yerli-yerinde hüküm); ve nihayet, gerek Kendi olarak öznenin gerekse ortak öznesel alan olarak Toplum'un Hakîm ismi üzerinden nihai temellendiricisi ve esinleyicisi olan Tanrı, O, «hakkın ta kendisidir / mutlak hakikattir / ...huve-l'hakku... [Lokman, 31/30]»). Hak, hak-ikat, hak-lılık, hakiki-lik, hakikatli-lik, hakk-aniyet, hukuk, hak-perestlik...

İmdi, Hakikat kavramıyla değişkeleri arasında semantik ve metafizik anlamda nasıl ve ne türden bir ilişkisellik bulundu­ğunu ana çizgileriyle göstermeyi arzu ediyoruz. Başka bir ifa­deyle, Kendi (haklılık-hakikilik-hakikatlilik), Toplum (hakka- niyet-hukuk) ve nihayet Tanrı (Hak) olarak ayrımsanabilecek bu üç aslî temanın/düzeyin hakikat itibarıyla ve birbirleriyle iliş­kileri içerisinde ne mânâ ifade ettiklerini ortaya koymak, keza bu maksatla bunlar arasındaki içsel-zorunlu bağlantıları etimolojik-semantik ve metafizik düzeyde birlikli ve bütünlüklü bir şekilde yorumlamak ve göstermek istiyoruz. Evet, burada ana çizgileriyle yalnızca bir ön taslak oluşturmaya çalışıyoruz ve böylece bu işin tamamını değilse de imkânını göstermeyi umuyoruz. Ama, burada durmayalım. Bu şekilde, geçici de ol­sa bir zemin sağladıktan sonra, Hakikat'in bizde çağrıştırdık- larına (dilde tezahürlerine) bir kaç hususu daha ilave edelim.Böylece öntaslağımızı, bir iki fırça darbesiyle, hızlıca tamam­lamaya çalışalım.

1. «Hakikat», gerçeklikten/vakıadan (realite) farklı olanı ve çoğu durumda da ona nazaran «ideal olan»ı ifade eder. Hakikat bu­rada «gerçek-olmayan»dan veya «imkânsız»dan ziyade, «Olası 0lan»a yani -bu iki anlama da çekilebilecek kelimeden anlaşı­labileceği üzere- «olması hem arzulanır olana (desirable), hem de muhtemel olana (;probable), daha doğrusu olması arzulanır olduğu için muhtemel olana» işaret eder ki bu durumda «ha­kikat diye bir şey kesinkes yoktur» demenin bir anlamı yoktur; zira (yukarıda tasvirî varlık bahsinde ele alındığı üzere) hakikat haricen var olmasa dahi en azından tesirî anlamda yani etkileri itibarıyla gerçektir: Hakikat, etkilerinde tahakkuk eden bir şeydir.

Doğrusu şu ki hakikatin gerçekliğinkine benzemeyen bîr tarz­da, kendine mahsus bir «olma tarzı» vardır. Olası Olan («ar­zulanır olan» ve/veya «muhtemel olan») olarak Hakikat, biz­zat olmasa bile, bu «olmayan-varlığı» ile Olmakta Olan'a bir şekilde tesir edip onu dönüşüme uğratır, uğratabilir. Nitekim biz gerçekliği hakikate göre ölçebilir ve onu hakikate istinaden sorgulayabiliriz ki bunlar gerçekliğin veya mevcut durumun dönüşümünün koşuludurlar. «Gerçek bu, ama hakikat başka!» derken gerçeklik ile hakikat arasındaki farka ve muhtemelen de İkincinin birinciye üstünlüğüne işaret etmiş oluruz, daha­sı gerçekliği hakikatten hareketle muaheze etmiş de olabiliriz bu sözle. Öte yandan, «Nerede bu hakikat!» derken hakikatin «olası» yani «olması arzulanan» giderek de «olması gereken» varlığına gönderme yapmış oluruz. Hak-ikat her şeyden önce bir «gerekliliktir». Ontolojik anlamda mı? Burada söz konusu olan, ahlaki-metafizik bir «gereklilik»tir en azından.

2. «Hak/haketme» kavramı/değişkesi akla geliyor ki bu kav­ram/bu değişke öznenin liyakatine ve/veya cezai ehliyetine, dolayısıyla da kâh işlenen bir iyiliğin ödülüne, kâh da işlenen bir kötülüğün cezasına tekabül etmesiyle («Hak/adalet yerini buldu!» deriz sözgelimi) hukuki-ahlaki bir kavram olarak bir yandan öznelik düzlemine, diğer yandan toplumsallık (öznelerarasılık) düzlemine aittir.

3. «Hakikat» kavramı «Özneliğin hakikati ne-dir?» ifadesinde olduğu gibi, bir şeyin «öz»üne, «künh»üne ya da «mâhiyet»ine göndermede bulunur ki bu da hakiki-hakikatli özneliğin önem­li bir niteliği olan nazari dikkat ile bağlantılıdır. Mâhiyet me­selesinden yukarıda söz açmıştık.

4. «Hakikat» sadece mantıkî değil, aynı zamanda ahlakî an­lamda «doğruluğa» göndermede bulunur ki klasik felsefenin bu kavramı daha ziyade mantıkî doğruluğa daraltarak öner- mesel bir şekilde anlamasına mukabil, Heidegger a-letheia'ya dair ontolojik temelli yorumu sayesinde bu dar ve darlık ve­ren anlayışı sarsmış ve bir ölçüde de aşmıştır.(15)

Sonuçta, artık teslim edilecektir ki ne L. Veritas, Fr. Verite, İng. Truth, Alm.Wahrheit kelimeleri, hatta ne de Gr. Aletheia ke­limesi Hakikati layık-ı veçhile karşılayamaz, zira bunlar bizim hakikatimiz ile tam manasıyla örtüşmez: Ne aynı anlam yükü söz konusudur, ne aynı çağrışım ağı, ne de -daha önemlisi- hakikati aynı tarzda yaşantılama.
Özetle, Hak-ikat'in bir yandan ve nihaî kertede Hak ile (on­tolojik veya trans-ontolojik ilke), diğer yandan Hakk-an-iyet ve Hukuk ile (Toplumsal'ın ilkesi) etimolojik bağlantısı vardır; ama daha da önemlisi bu iki kavram arasında, etimolojinin ve epis­temolojinin ötesinde, dolaysız ve aslî semantik-metafizik bağ­lantılar vardır: Yalnızca bir iki örnekle yetinirsek, mazlumdan/ mağdurdan/masumdan yana olmak ve onlar uğrunda çaba göstermek zorunlu olarak ve sırf bu nedenle Hak'tan/Haki­kat'ten yana olmak anlamına geldiği gibi; "bir boynu kurtar­mak", yoksula, yetime, yolda kalmışa... infak etmek, muhtaç biri söz konusu olduğunda karz-ı hasende bulunmak vs. de Hak ve Hakikat uğruna olmak anlamına gelmektedir. (Mâide, 5/89 vd.; Zâriyat, 51/19, Bakara 2/215 vd.; Bakara, 2/245 vd.);

Kendiliğe, Özneliğe gelince, tam da yukarıda geçen cümleler­den anlaşılacağı gibi, onun hakikatini hakkıyla tahakkuk et­tirmesi Hak-ikat uğrunda ve/veya Hakk-aniyet çerçevesinde mümkün olabilmektedir ancak. Keza, Hak-ikat (dolayısıyla da hakk-aniyet) hakikatli özneliğin ilkesi ya da özneliğin hakiki misdakı olmaktadır.

Öznelik dediğimiz şey, bir kerede ve en başta verilmiş tözsü bir zatiyet (entite) değildir: Hak'tan gelir gelmesine ve fa­kat tutulan hakikatli yolda gösterilen içtenlik, doğruluk ve se­batla, keza bu uğurda yapılan iyiliklerle bir anlamda hakedilen bir şeydir, son tahlilde liyakat meselesidir. Bu söylenenler, öz­neliğin temel metafizik-ahlakî anlamım açık kılmaya yöneliktir.

Bu izahattan da anlaşılacağı üzere hakikat, gerçeklikle örtüşmese de ondan bağımsız değildir hiçbir biçimde. Salt so­yut, tümüyle teorik ve hayattan uzak, uçuk bir kavram ya da hâdise değildir hakikat. Nitekim, hakikat kaygısı (ve/veya say­gısı) dediğimiz şey de esasen özneliğe ilişkin -yukarıda işaret ettiğimiz- metafizik-ahlakî temelde başlar ve gelişir. Hakikat derdiyle meşbu olma, salt zihinsel bir faaliyet olmanın çok öte­sine geçerek benliğimizin derinliklerine iner ve oradan haya­tımızın bütününe yayılır, ama aynı zamanda bizi mevcut du­rum'dan memnuniyetsizliğe sevk edip olası olan'a uyandırır: Olası olan'a yani olabilir olan'a hem de olması umulan'a, giderek de olması gereken'e.....

Özkan Gözel - Öznenin Hakikat Kaygısı,syf:95-106

Dipnotlar:

12-Rağıb el İsfehani,Müfredat.Kur'an Kavramları, Sözlüğü, (çev. Y. Türker, İstanbul. Pınar, 2007), «Hak» Maddesi.

13 İbn Mübarek ez-Zühd'de mürsel olarak, El-Bezzâr ve Taberânî ise mu'dal (se­nedinde en az iki ravi atlanmış) bir hadis olarak aktarmıştır.

14 Rağıb el-İsfehani, Müfredât. Kur'an Kavramları Sözlüğü, «Bâtıl» maddesi.

15-Heidegger,M.,The Essence of Truth.On Plato's Cave Allegory and Theatetus,(trans. T. Sadler, London/New York: Continuum, 2002).

Devamını Oku »

İnsan Üzerine,İnsanlarla İnsanca Konuşmak Mümkündür..

İnsan Üzerine,İnsanlarla İnsanca Konuşmak Mümkündür..

Uluslararası Sempozyumun'un Açış Konuşması
Bielefeld/Almanya
28-29 Nisan 2012

......

Bu noktaya, son derece dikkat edilmesi gerekir: Özellikle siyasî ve ideolojik konularda düşünceler genelde değerler üzerinden yürütülür; halbuki değerler insanı tatmin eder, düşündürtmez. Bunun yerine nesneler üzerinden, tekillikleri olan olgu ve olaylar üzerinden hareketle düşünülmesi gerekir. Değerler üzerinden konuşmak insanların dikkatini çekebilir; vicdanlarını rahatlatabilir ama çözüm üretmez. Bu açıdan, tek başına inandığımız değerlerin her şeyi çözeceğini düşünmemeliyiz. İslam ya da mensup olduğumuz başka bir dinin veya ideolojinin içeriği, tek başına olgu ve olaylara ilişkin soru ve sorunları çözmeye yetmez. Doğrudan bu olgu ve olaylarla yüzleşmemiz gerekir...

Peki neden? Nedeni şudur: Her zaman yaptığım benzetmeyi, açıklayıcı gücünden dolayı, burada da tekrar etmek istiyorum: Bir terzi düşünelim; her terzi dikeceği pantolon için bir modele sahiptir; ancak o modeli tek tek insanlara uyguladığı zaman insanların ölçüsünü almak zorundadır. Masa başı konuşmaları genelde model konuşmalarıdır. Eğer siz kafanızdaki modeli, mutlak ve son aşama olarak benimseyip, insanlığın pantolon modelinde ulaşabileceği son durum kabul edip, insanlara onu dikte etmeye çalışırsanız, pantolonun denk gelmediği, uymadığı insanlara zulmetmeye başlarsınız: Uzunsa ayaklarını kesersiniz, zayıfsa kilo almasını isterseniz, kiloluysa zayıflamasını istersiniz. Halbuki model bir şart olmakla birlikte yeterli değildir; çünkü her terzi pantolon modeline sahip olmakla birlikte o pantolonu isteyen kişinin, yani bireyin, tekilliğin ölçüsünü almak zorundadır.

Bu örneği insan durumuna uyguladığımız zaman hangi tür dine, hangi tür dünya görüşüne, hangi tür ideolojiye, hangi tür politik mensubiyete sahip olursak olalım, insanlarla muhatap olduğumuzda onların ölçüsünü almak zorundayız, onlara kendimizi dayatmak değil! İnsanın ölçüsünü almak niceliksel bir şey değildir. Matematikten bahsetmiyorum; insanları anlamaktan bahsediyorum. Çünkü insanlar yalnızca formlar dünyasında değil, bir anlam-değer dünyasında yaşarlar. Bu nedenle insanlarla iletişim kurabilmenin asgari şartı, o insanın anlam-değer dünyasına nüfuz etmek, ona muhatap olmaktır. Bunun asgari şartı ise bilmek değildir. İnsan söz konusu olduğunda bilmeyi çok abartıyoruz; halbuki insanî için asl olan tanımaktır/anlamaktır. İnsanların anlam-değer dünyaları hakkında kitap okumak, ansiklopediler devirmek, Molla Google'dan taramalar yapmak tek başına o insanı tanımamızı sağlamaz. Siz Almanya'da yaşayan Türkler olarak, Alman tarihi, edebiyatı ve kültürü hakkında ciltler dolusu kitap okuyabilirsiniz; ama bu Alman milletini tanımanızı/anlamınızı sağlamaz. Evet! Bilmek gereklidir ama yeterli değildir.

Öte yandan tanımanın asgari koşulu ise saygıdır. Öncelikle karşımızdaki insanı bir Hıristiyan, bir Yahudî, bir Budist ya da bir Alman, bir İngiliz olarak değil...; yani sıfatlarıyla değil doğrudan cevheriyle, insan olarak dikkate almak ve saygı göstermek zorundayız. Bildiğiniz gibi, klasik felsefenin diliyle söylersek, arazlar, nitelikler, sıfatlar gelip geçicidir; esas olan, kalıcı olan, öz, cevherdir; dolayısıyla özü dikkate almak zorundayız. İnsanın tek bir özü vardır, o da insan olmaklıktır; diğer herşey sıfattır. Bu açıdan, burada, başta İslam Toplumu Milli Görüş Teşkilatı olmak üzere tüm Avrupa'da yaşayan, hatta dünyada bulunan hem Müslümanlar hem de Müslüman olmayan diğer insanlara şunu öneriyorum. Bilmek, evet; fakat yeterli değil; birbirimizi tanımalıyız.

Müslümanlar için bunun özel, başka bir anlamı olmalı; o da şudur: Yalnızca ilim geleneğimizi değil, aynı zamanda irfan geleneğimizi de ihya etmek zorundayız. Anadolu'da, Konya'da inşa edilmiş ilimle, fıkıhla, kelamla iç içe olan irfan geleneğimizi dikkate almadığımız müddetçe modern dünyanın meydan okumalarına anlamlı bir karşılık vermek zordur. Nitekim bu dünyanın önemli ismi Yunus Emre'nin "Gelin tanış olalım, işi kolay kılalım" sözüne baktığımız zaman, "gelin birbirimizi bilelim" demiyor. Gelin tanış olalım, tanışalım; birbirimize gidip gelelim; birbirimizle oturup konuşalım. Hatta bazı versiyonlarında bu tanış olmak, "birlik olmak" şeklinde geçer: "gelin birlik olalım".

Birlik kelimesi kullanılınca, hemen insanların zihninde farklılıkların ortadan kaldırılması, niteliklerin giderilmesi uyanıyor. Halbuki bir kümenin elemanları farklı niteliklerde olan unsurlardan oluşabilir; bu da bir birliktir. Dolayısıyla insanlık kümesi, eğer evrensel bir küme olarak düşünülürse, bu kümenin tek tek mensuplarının farklı olması, onların insanlık kavramında müşterekliklerinden dolayı bir birlik olmalarını zaten mümkün kılar. Bu nedenle tanış olmak, birbirini tanımak; sadece birbirini bilmekle ifade edilemez; birbirini bilmeye indirgenemez...

Şimdiye kadar söylediklerim, başta yaptığım eleştiriyle muhatap olmamı sağlayabilir: Çok güzel, edebî, felsefî ifadeler ve vecizeler; ama gerçeklikle alakası nedir tüm bunların? Tamda burada önemli bir konuya değinmek istiyorum: Genelde insanın zihnî tutumu, felsefî açıdan bakarsak iki uç arasına gidip gelir: Ya 'a'dır ya 'değil-a'dır. Bir tarafta eleştiri, bir tarafta uyum; bir tarafta iyi, bir tarafta kötü; bir tarafta doğru, bir tarafta yanlış deriz ve, daha sonra da, bu iki ucu birleştirmeye; orta-yolu bulmaya çalışırız. Kanımca, tüm orta yol arayışları tembelliktir. İki farklı ucu matematiksel olarak tahlil edip, ikiye bölüp, ortasını almak çözüm olarak görülür genelde; oysa bu doğru değildir. Doğrusu, insanın doğasına ilişkin olanla yüzleşmektir; insanın doğasını tasfiye etmek, temizlemek değil. Tüm tartıştığımız kavramlar, ister uyum, ister eleştiri, ister doğru, ister yanlış, hangi kavram çiftini düşünürsek düşünelim, herbiri insan doğasıyla alakalıdır.

İnsan doğası çatışmacı bir yapı üzerine kuruludur; dolayısıyla insan doğasını tırnak içerisine alarak iş göremeyiz. Gerginlik de, uyum da, eleştiri de, övgü de lazımdır. Eleştiri ile övgünün ortasını almanın bir anlamı yoktur. Fazla gererseniz kopar; fazla uyum sağlarsanız uyursunuz. Sınırsız bir uyum insanları uyutur; sınırsız bir gerginlik insanları kopartır.Bu nedenle korkmaktan korkmadan insanın doğasıyla yüzleşmemiz gerekir. İbn Sina'nın öğrencilerinden Ömer Sehlan el-Savî'nin güzel bir sözünü burada hatırlatmak isterim: "Korku, tüm insanların yönünü kendisiyle belirlediği bir simgedir". Bu cümleyi şöyle de yorumlayabiliriz: "Yönlendirilen korku insanın en büyük mürşididir!". Bundan dolayı iki aşırı ucu dikkate alarak, belirli sabiteler yaratmak insanî meseleleri çözmemizi sağlamaz; sadece geçiştirmemizi sağlar. Çünkü tabiatta olduğu gibi, hayatta da esas olan saf sabiteler ya da saf değişkenler değildir; süreçlerdir, örüntülerdir; harekettir.

Bu sebeple, bugün sabit olarak gördüğümüz bir şey yarın bir değişkene dönüşebilir; bunun tersi de doğrudur, dün değişken olan bir şey, bugün bir sabite halini almış olabilir. Tarihe baktığımızda, belirli bir dönemde mutlak kabul ettiğimiz şeylerin, başka bir dönemde saçma olduğuna hükmetmiş bir insanlık geçmişi var önümüzde. Bunu felsefe-bilim tarihinden birçok örnekle temellendirmek mümkün. 16. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren, 3000 yıllık kozmolojinin ne kadar garip bir şey olduğunu yine biz tesbit ettik. Fakat bir gerçek hiç değişmedi: Eski kozmolojiyi de, yenisini de üreten insan.

Bu noktaya dikkat kesilmemiz gerekiyor... Başka bir deyişle insanlığın ma-cerasında üretilen cevaplara takılmamamız gerekiyor. İnsanlar genelde cevaplar üzerinden düşünüyor. Halbuki sorular üzerinden düşünmek gerek; ve en büyük soru insandır. Dolayısıyla insanın tarih boyunca ürettiği yanıtları öne çıkartıp -bunlar dinî, ideolojik, siyasî, felsefî, bilimsel yanıtlar olabilir; hiç fark etmez- soruları görmezden gelmek talihsizliktir. Unutmayalım ki tüm ürettiklerimiz yarın efsane halini alacaktır. Dünün bilimi nasıl bugünün efsanesi ise, bugünün bilimi de yarının efsanesi olacaktır; ama insan, bunları üreten bir varlık olarak, devamlı duracaktır.Bu açıdan, İbn Sinacı felsefenin insanı tanımlarken kullandığı kavramın karşısına -(yerine değil; çünkü birbirini tamamlarlar)- İbn Tufeyl'in insanı tanımlarken kullandığı tanımı koymayı teklif ediyorum. İbn Sina insanı, düşünen canlı (hayvan nâtık); İbn Tufeyl ise uyanık canlı; yani şuur halinde olan; hay b. yekzan: Uyanığın oğlu diri diye tanımlar. Elbette düşünmek insanîdir; ancak insanın tavsifi için tek başına yeterli değildir. İnsanın sürekli ayık, sürekli şuur halinde, sürekli gergin olması da önemlidir.

Bu nedenle insanî meseleler için orta yol yoktur; sürekli bir yüzleşme söz konusudur. Buradaki ölçü şudur: İnsan, kendi varlığını başkasının yokluğuna bağlamadığı sürece, her türlü konu müzakere edilmeye açıktır. Biz insanlar genelde meselelerimizi çözerken, başkalarını yok ederek kendi varlığımızı idame ettirmeye çalışmayı tercih ederiz; savaşlar da çoğunlukla bunun için çıkar. Halbuki kendi varlığımızı ancak başkasının varlığı ile zenginleştirebileceğimizi düşünürsek ve kabul edersek, başkasının varlığını kendi varlığımızın olumlaması olarak görürsek, o zaman daha insanî işler yapmamız mümkün olur.

Bu açıdan başta söylediğim gibi anlamaya çalışmak, anlaşılmanın ilk şartıdır. Siz anlamaya gayret etmezseniz anlaşılmayı bekleyemezsiniz. Sizi anlamaya çalışan kişi, ancak siz onu anlamaya çalıştığınız, bir gayret gösterdiğiniz zaman sizi anlamaya yönelir; çünkü yönelme tek yönlü değildir. Şunu unutmamamız gerekir. "Ne kadar bilirsek bilelim", Hz. Mevlana'nın dediği gibi, "bildiğimiz karşı taraftan anlaşıldığı kadardır". Büyük alim, büyük filozof olabiliriz ama karşımızdakiyle irtibat kurmada, o bilgimizi ona aktarmada zaaflarımız varsa, o kişinin bizim bilgimizle ilişkisi kesinlikle üretici bir yapı göstermez.

.......

Bergamalı Mehmet Kafiyeci, Fatih Sultan Mehmet döneminde yaşamış bir Osmanlı düşünürü... İnsan hayatının olmazsa olmaz üç temel kavramından bahseder: el-sıdk fi el-hak: gerçeklik hakkında, olgu ve olaylar hakkında doğru bilgi; el-hayr fi el-amel: davranışlarımızda, yaşadığımız toplumun, mensub olduğumuz dinî ve felsefî ortamın kabul ettiği iyi davranış biçimleri. Ve dahi el-istikame fi el-ahval: yaşantımızdaki/hallerimizdeki yön. Bu nedenle yalnızca doğru ve iyi yetmez; bir de istikamet sahibi olmamız gerek... Felsefî olarak doğruyu, iyiyi tahlil edebiliriz; ama gündelik hayatımızdaki ahval, -ki hal kelimesinin çoğuludur-, klasik felsefî literatürde-, değişken olanlar demektir; çünkü insanın halleri sürekli değişime konudur. Burada önemli olan hale, ahvale takılıp kalmadan, istikameti iyi belirlemektir.

Bu açıdan Fatiha Suresi'ndeki "el-sırât el-müstâkim" ifadesini doğru yol olarak değil istikameti olan yol olarak çevirmek daha uygundur. Çünkü bize, yalnızca doğru ve iyi değil, istikameti olan bir yön, bir yol gereklidir.Ahval kelimesini değişken olarak ifade eden irfanî geleneğimiz şunu söyler: Nasıl ki Tabiat'ta Cenab-ı Hakk'ın tecellilerinin tekrarı yoktur; insan hayatında da tecelliyatın tekrarı yoktur: "La tekrare fi el-tecelliyat". Tecelli, Cenab-ı Hakk'ın esma ve sıfatlarından sürekli sadır olan şeydir. Bu nedenle, tabiattaki tecelli süreklidir. Bu açıdan baktığımızda insan hayatında da tecellinin sürekli olduğunu, insan hallerinin sürekli farklılaştığını görmemiz gerekir... Bunu sadece toplumsal olanda değil, kendi kişisel, nefsî hayatımızda da görebiliriz. Başka bir deyişle, felsefî olarak ifade edersek, Tabiat'ın bilgisi nasıl insan gözlemciye bağlıysa(gözlem-bağımlı); Hayat'ın bilgisi de, insan yorumcuya bağlıdır (yorum-bağımlı). Yormak/yorumlamak ancak belirli bir yorgunlukla elde edilir. Bu nedenle her türlü insanî edimin, hayata ilişkin her türlü olgu ve olayın bir yorum meselesi olduğunu idrak etmemiz lazım. Zaten bugün pek çok uzman hocamız da bu yorumları bizimle paylaşacak.

Çok güzel bir kelime yormak kelimesi, yorgunluktan geliyor; çünkü ancak yorulursanız yorumlamış olursunuz; biz de, hep birlikte o yorumlara katılıp, dinlemeye ilişkin bir yorgunlukla, pay alacağız.Hint düşüncesinde ilginç bir ifade vardır: Yalnızca doğru düşünmeyi sağlayacak bir mantık kurmak yeterli değildir der Hintli bilgeler; aynı zamanda aklı da barışa kavuşturacak bir mantık kurmalıyız. Çünkü aklı barışık olmayan, karışık olan; kendisiyle barışık olmayan, dışarıyla da barışık olamaz. Kendisiyle barışık olmayan insanın dışarıya teklif edecek bir şeyi yoktur. Zira maddî ve manevî güvenlik sorunu yaşayan bir insan dışarıya ancak saldırır. Yine yarına ilişkin bir öngörüsü olmayan insan bugününü kurtarmaya çalışır ve bunun için de her türlü vasıtayı mubah görür.Bugün özellikle Avrupa'da ekonomik kriz neticesinde ortaya çıkan durumun en önemli gerekçesi ve nedeni ne dinî ne de ideolojiktir. Bunlar bir enstrüman olarak kullanılmaktadır. Nedeni, insanların yarına ilişkin ön-görüden kaynaklanan bir güvenlik sendromu yaşımalarıdır.

Maddî ve manevî açıdan yarını ön-göremeyen insan kesinlikle saldırgan olur. Onun için insanlara yarınlarını ön görebilecekleri hem maddî hem de manevî bir dünya sunmamız lazım. Başka bir açıdan olaya baktığımızda irfanî geleneğimiz bunu şöyle ifade eder: Önemli olan insanın kendisini dünyadan ve diğer insanlardan koruması değildir; önemli olan insanın dünyayı ve diğer insanları kendisinden korumasıdır. Biz genelde dışarıya yönelik bir güvenlik arayışı içerisinde oluruz. Dışarıdan gelecek tehlikelere karşı kendimizi hazırlarız, tedbir alırız. Halbuki dışarıya vereceğimiz tehlikeleri de kontrol etmemiz gerekir. Bu nefsî terbiyeyi, bu irfanî dili geliştirmemiz lazım. Çünkü insanlar kendilerini kontrol edebilecek, kendilerini terbiye edebilecek ve insanları, hatta çevreyi, hayvanları, bitkileri kendilerinden koruyabilecek bir anlam-değer dünyasını geliştirirlerse, zaten insanlar onlardan emin olurlar. Hadis-i Şerif'i hatırlayalım: Mümin olmanın kemal şartlarındandır insanların elinden ve dilinden salim olmak. Kısaca, irfanî geleneğimiz açısından olaya baktığımız zaman, tedbir ve emniyeti dışarıda değil kendi içimizde aramalıyız.

Şimdiye değin dile getirdiklerimizi bir dil oyunu olarak görebilirsiniz. Bu tehlike tüm kavramsal konuşmalar için geçerlidir. Ancak benim mensubiyet duyduğum felsefî gelenek düşünceyi sözcüklere indirgeyen bir gelenek değildir; doğrudan anlama indirgeyen bir gelenektir. Anlam kaybedilince o anlamı üreten insan da kaybolur; çünkü anlam bu gelenekte bizatihi insanın kendisi olarak kabul edilir. Bu nedenle, düşünceyi yalnızca verili bir dilin sentaksına ve semantiğine indirgeyemeyiz.

Başka bir deyişle ne Heidegger'in ne de Wittgenstein'ın dediği gibi dil dünyayı kurmaz. Dil, dünyayı yalnızca ifade eder ve dile getirir. Çünkü dünyayı kuran dil değil, insandır ve insan benim mensubiyet duyduğum felsefî geleneğe göre anlamın bizatihi kendisidir. Bu nedenle söylenenler bir dil oyunu değil, doğrudan insanın anlam dünyasından devşirilen cümlelerdir. Yine bu nedenle insanı dikkate almayan, bırakın insana zarar vermeyi insanı rencide eden hiçbir çözüm, çözüm değildir; çözümsüzlüktür. Çünkü tüm çözümler, ister dinî, ister siyasî, ister iktisadî, ister felsefî, ister ideolojik, tüm çözümler insan içindir; insan için var olmalıdır.

İnsanı yok eden, insanı tırnak içine alan, insana zarar veren ve insanı rencide eden hiçbir çözüm, çözüm olarak anlamlandırılamaz.Son olarak, bizim geleneğimizde, Bağdat'ta yapılan bir uygulamayı hatırlatarak cümlelerime son vereceğim. Geleneğime, söylediklerimin geleneğimdeki karşılığına bir atıfta bulunmak istiyorum kısaca... Bağdat'ta 9. ve 10. Yüzyıllarda, kaynakların bize bildirdiğine göre düşünürler, entelektüeller, elitler bir mekan tahsis etmişler; bu mekana girmenin en önemli şartı şu: Mekanın kapısından girerken herkes mensubiyetlerini kapının dışına bırakacak; içeride yaptıkları konuşmalarda, mensup oldukları dine, siyasi gruplara, ekonomik sınıflara atıf yapmadan meseleleri tartışacaklar. Çünkü bu mekanın kapısında şöyle bir cümle yazar: Eşkele el-nas ala el-nas... İki şekilde tercüme edebiliriz: İnsan, insana soru sorabilir; ya da insan, insan için soru sorabilir.Son söz: Herhangi bir mensubiyeti öne çıkartmaksızın, insan üzerine, insanlarla, insanca konuşmak mümkündür...

İhsan Fazlıoğlu-Sözün Eşiğinde

 
Devamını Oku »

Ahlâkta Yıkılışımız

Anadolu’da dokuz yüzyıl gelişen Türkçemizi elli yılda kısır ve cılız bir kabile dili haline koyan suikastın, hem millet kalbine batırılmış hançer, hem de edebiyat kapısına vurulmuş kilit olduğunu görmeyenler, Türk milletini sevmemiş olanlardır.” Onlar Türk milliyetçiliğini bin yıl geriye götürdüler. Bu gidişle şimdi Fuzuliyi anlamayan gençliğin arkasından yakın gelecekte Ömer Sey­fettin'i ve Yunus u da anlamayan nesiller gelecektir. O zaman Türk milliyetçiliği sadece bir tarih ve bir hatıra olacak, Türk ruhu rüya­ların destanı halinde kalacaktır.

Ahlâkta yıkılışımız tarihimizi inkârla başlıyor. Çünkü tarihte atalarımız yaşatılmaktadır. Onlarca sayısız hörmet kalesi ile çevril­mişlerdir. Sevgiden ayrılmayan hürmet, ahlâkımızın temelidir. Hör­met hayatın her sahasında, ailede« okulda, alış-veriş yerinde, gaze­tede, siyasette, sanatta ve dinde yaşatılır. Halk yayınlarının cinsiyet rahnelerini her gün. her akşam, büyüklerinin yanında seyreden ço­cuğun kafasında hörmet kavramı kalır mı? Bakışlarında büyüklük mânası barınır mı? Talihini dosdoğru okuyamayan Türk genci, gerçek atası Fatih'ın hocası ile camide bile karşılaşsa ayağa kalktığını nereden bilsin? Büyük mutasavvıf Molla Cami atına binerken, âlim hükümdar Hüseyin Bay karanın atının yularını ve onun şair veziri Ali Şir Nevai’nın de üzengisini tuttuklarını bilmeyen Türk genci in­sandaki büyüklüklere hürmetin değerini nereden öğrensin ?

Kaynak:

Nurettin Topçu-Kültür ve Medeniyet
Devamını Oku »