İnsanı İnsan Yapan Nedir?

İnsanı insan yapan ve diğer hayvanlardan esaslı surette ayıran, sahip olduğu irade ve hürriyettir. İrademizin güvenilir bekçisi olan disiplin ve inzibata ise ahlâk adı verilir. Vatandaşın ahlâkı, iş ahlâkı veya vazife ahlâkıdır. Gençliğimize yapmamız gereken ilk aşı, iş sevgisi, vazife segisi olmalıdır. Bu en büyük fazilettir.  İnsanı insan yapan ve en ulvi fedakarlıklara sürükleyen, hizmet duygusudur: Gayra hizmet, arza hizmet, ruha hizmet. Bu sevgi insana, hizmetten bıkılmayan, doyulmayan bir ahlaka bağlılığı öğretiyor. Bu sevgi yok oldu mu,ahlak yıkılıyor ve cemiyetin her tarafında işsizler peyda oluyor. Birgün bütün cemiyeti işsiz görebiliyoruz. Böyle işsiz insanlar yığını olan cemiyetin parazitleri vardır, büyücüleri vardır………..

'Kütle Halinde işsizleri nerde mi bulacaksınız ? Günün hemen hiçbir saatinde boşalmayan sinemalarda,stadyumda, nikah dairelerinde, zavallı ölünün değil ahretine, ruhuna da inanmadıkları için duasına el kaldırmayanların cenaze alaylarında, gençliğin mezarlığı olan kahvelerde, parti binalarında, sabahtan akşama kadar üzerine süründüğümüz, sürünmekten usandığımız, hepsi de işsiz olduklarından yine günün her saatinde aynı kalabalığı sırtında taşıyan kaldırımlarda, her yerde, her yerde. Ya kadınlığımız? Köylü kadını kendi cemiyet şeklini yaşatan ahlâkı ile bütün gün toprakla didinirken» şehirlerimizin ev kadınının hayatına sürekli bir çalışma sistemi sokabilmekten aciz durumdayız.

İşte insanın ahlâkî zaaflarını ortadan kaldıracak çareyi bularak Kadınlığımızın asaletini iadeye ve kendi ruhumuzun ışığında onu  dünya kadınlığıyla yarışabilecek seviyeye yükseltmeye mecburuz. Bugünkü hedefsiz, idealsiz mektep böyle bir yetiştirebilmekten pek uzaklardadır.


Nurettin Topçu
Yarınki Türkiye
Devamını Oku »

Cihan Harbi Nedir?

Anadolu'nun hayatında Birinci Dünya Harbi tarihi bir kasırgaydı. O büyük fırtına bir nesli tarih sahnesine çıkardı. İstiklâl mücadelemizin ruh ve hareket sahasında serdarları olan o devrin büyükleri, son neslin babalarıdır. Onları tanıyabilmek için, bize intikal eden tezli vesikaları okumak kâfi gelmez, hattâ çok kere yanıltır. Onları doğrudan doğruya tanımıyanlar için hiç olmazsa eserlerinin ciddî ve derinden tahlillerini yapmak zarureti vardır.

Onlar, Cihan Harbi denilen beşeri gaileden bayrağı kılıçlarına sararak ayrılmış meyus kahramanlardı. İstiklâl mücadelecinden sonra yaptıkları eseri, hakikî sahibi olan millete teslim ederek yine evvelki mütevazi hayat sahnesine çekildiler. Dâvanın saflarında herbirisi bir nefer gibi çalışmasını bilen bu insanlar, İlmî bir kültürün verdiği vukuf ile olmasa da millete, mukaddesata ve istikbâle inanıyorlardı. Onlarda, hayatın tehlikeli demlerinde bile düşmanla göğüs göğüse şerefle döğüşmek için arkadan vurmaya tenezül etmeyen Kılıçaslanların, Yıldırımların erkek kanı vardı. Hepsinde Türk ün isyankâr ruhu bir inkılâba hazırlanıyordu. Aşk, ümit ve iman eşsiz terkibini bu neslin hayatında ortaya koydu. Onlar Allah ın yardımına inanıyorlardı; onun için birleştiler. Hayatın temizliğine inanıyorlardı; onun için aldandılar. İstikbalin büyüklüğüne inanıyorlardı; onun için döğüştüler. Toprağın kutsallığına inanıyorlardı; onun için öldüler.

Mücadeleden sonra da herbirisi bir köşede bırakıldı, terkedildi. Kimi bir hastahane köşesinde, kimi sefaletin pençesinde, kimi de gündelik hayatın yükü altında ezildi. Hareketinin doktrinini meydana getirmek şöyle dursun, geriye dönüp eserini zevk ile temaşa edecek huzuru kendilerinde bulamadılar.

Kısaca denecek bir zaman içinde onlar hayat sahnesinden çekilirken son nesil bu sahnede gözükmeye başladı. Lâkin evvelkinin çocukları olan bu son neslin tam teşekkül devrindeki simasını olduğu gibi çizmek de güçtür. Tam bu oluş çağında, yani evvelkinden kopup ayrılırken bu nesilde yıkılan taraflar o kadar çok ve şaşıma idi ki, yıkım sarsıntısının şiddetiyle ümitsiz kalıyorduk. "Haramın, helâlin aslı yokmuş; şimdi öğrendik” diyen köylüden tutunuz da bir yumrukta babasını öldüren mektepli delikanlıya kadar her çeşit yıkım hadisesi istikbali kapkara gösteriyordu. Bu son neslin kendisini insan yapacak kadar mistisizmi, aşkı ve romantızmi olmıyacağına inanmıştık.

Eski devîrlerin Yunandan bugüne kadar akıl ve hikmet diye takdis ettiği ideal,onda kurnazlıkla siyasete yerini terk edecek diyorduk. İman onun kalbinden, bir çıban imiş gibi iddialı isimler taşıyan ameliyatla çıkarılıp atılmıştı. Fert olarak da cemiyet olarak da herkeste müşterek ideal, tek gaye, teknik denen hükümdarın huzuruna kavuşarak iltifatına nail olmaktı. Yediden yetmişe kadar her kalbe bir damla tekniğin hürmet ve ibadeti sunulurken ondan bir katre iman sökülüp atılıyordu. “Dindarsın, o halde teknikten hoşlanmazsın; teknik dostusun, yani medenisin, şu halde dinsizsin". Neslin parolası buydu. Dinî ibadetten teknik ziyafetine geçi-yorduk. Hayatı yaşanmaya değerli yapan şeyleri bir sistem halinde ortaya koyucu felsefî bir bütünlük, bir hayat hikmeti araştıracak yerde makinenin sesine koştuk. Bütün bu şaşkınlıklarla hataların sonunda hayat sahnesinde peyda olan hercümerc de şimdi durulur gibi olurken bu sahnede yer alan zümrelerin çokluğu ve başkalığı karşısındayız. Bugün artık köylü deyince saf ve beceriksiz, makineden şeytan diye korkan insanlar göremezsiniz. Sizi haklarının huzurunda sigaya çeken, makineye maharetle kumanda etmesini bilen, hem de eski dostu gibi onunla bağdaşmış, makine sevgisinde hiç de ağırkanlı olmayan insandır. Onun peşindedir ve yarınki Anadolu’nun makineye pek maharetle intibak ve kumanda edebileceğini düşündürücü bir alışkanlık yapmıştır.

Okuyan şehir gençliğinin bir kısmı milliyetçiliği inkılapçılıkla birleştirmeye çalışırken, diğer bir zümre millete dudak büken bir materyalist hümanizmin kucağındadır. Yabancı kültür müesselerinin yetiştirdiği, millet mefhumundan bir şey anlamayan bugünün yeni dünya hayranlarıyla beraber bunların hepsi de ruhunun bütün bölgelerine tatmin getirebilmiş bir spiritualizm terbiyesinden derece derece mahrumdurlar. Yabancı mektepde ve yabancı dilde öğretimin, bir tarih ve bir millet meyvesi olan gencin ruhunu tabaka tabaka koparıp kuruttuğu yolunda idrake ulaşamayiş bu buhranı devam ettirirken, Freud ile Sartrenin sabaha kadar ayakta duran ecdadın sistemlerinden koparılarak alınan çürütücü unsurlar.Kur’an huzurunda sabaha kadar ayakta duran ecdadın torunlarını içgüdülerine sonsuz serbestlik bağışlıyan Amerikalı zenci ruhunun meftunu yapmaktadır.

Görülüyor ki bu nesil evvelkinden ayıran muazzam bir uçurum vardır: Önce bu son nesli birliğe sürükleyici zaruretler yok.Bir kısmı ticarette saadet ararken bir başka zümre siyasette, daha başkaları büyük ve zengin Amerikan kıtasına sığınmakta selâmet aramaktadır. Bunlar içtimai terbiye ve ideal olarak hayatta muvaffakiyet sırlarını, vaktiyle Verter’in okunduğu ciltlerin arasından öğrenerek kurnazlaşmışlardı. Hayat temizliğine inanacak kadar safdil değildirler. Sirkten üniversite sıralarına muvaffakiyet sırlarını elde etmekle öğünen bu genç zümre kendi kendisini otomatlaştırdığının, bir teknik unsur haline getirdiğinin farkında değildir. Hayata karşı, vermeden isteyen iddialı yürüyüşleri, ona hürmetten doğacak aşkı da yıpratmıştır. İstikbal deyince bunlar, eskiler gibi köy ufuklarına değil, Atlantik'in ötesine gözlerini çeviriyorlar: Toprağın kutsallığına inanmak bir efsanedir, müsbet düşünüşle bağdaşmaz.

Lâkin sahne bundan ibaret değil. Böyle olsa, eğer kendileri için düşünülecek mesele kalmıyan bu ruhunu kaybetmiş zümre yalnız başına hayata hakim olsa, meselemiz kalmayacak, öyle bir zümre de var ki meselelerini arıyor ve meselelerini ararken kendini aramaktadır. Bu meseleler çok; birkaç tanesini gelişigüzel sıralayalım: Garpten neler alacağız? Teknik karşısında durumumuz ne olacak? Kurtarıcı mücadeleye nereden başlamalıyız Dinde neleri esas diye alıp hangilerinin hurafe olduğunu bilelim.. Daha, daha...

Türk çocuğu nasıl yetişmeli? Gençlik çağında da haysiyetli, Huzurlu bîr yaşayışı nasıl sağlayabiliriz. Nasıl hır aile kurmalıyız? Hangi mesleklerde muvaffakiyet arayalım? Hangi eserleri okuyatan? Zamanımızı nasıl kullanalım?

Dikkat edilirse ideal olan dâvalardan hayatın basit teferruatına kadar her hususun cevabını arayan bir milletin kalbinde bir afet gizlidir. O da iradi kudretinin noksan oluşudur Çünkü hayat onları demir örsün üstünde dövecek yerde şaşırttı, mesuliyetsiz yaşattı, Ancak biz inanıyoruz, ki millet kalbinin sahibi olan bu muztarip nesil, milletin kalbine uzanmak için irşad ve işaret bekliyor Onlar bizim beklediğimiz, yarınki kuvvettir.

Nurettin Topçu, Yarınki Türkiye
Devamını Oku »

Hürriyet

Hayatın gayesi, onu yaşanmaya değerli yapan şey, varlıklar basamağında ilerliyerek cansız maddeden bitkiye ve hayvana, ondan da insana yükselten evrimin insanlığı Allah’a yaranma sevgisine ulaştırmasıdır. Allah a yaranmayı hayatının gayesi yapan insan, faziletli insandır. Faziletli insanların bir arada yaşadıkları belde ise bahtiyar beldedir. Bizi Allaha götüren ruhçuluk, faziletli insanı yetiştirir.

Dâvamız, asrımızda hiç benzeri görülmemiş şekilde çiğnenen kul hakkı dâvasıdır. İnsanlar âleminde de Darvin’in bütün canlılar dünyası için anlattığı hayat savaşı hâkimdir. Kuvvetli zayıfı yok ediyor. Kuvvetin saltanatını koruyan, damarlarımızın yapısına aşılı olan ihtiraslarımızdır. Bu sebepten dünyamızda her zaman “insan insanın kurdu” olmuştur. İnsanları yeryüzündeyken birbirlerinin zulmünden koruyacak kuvvet, âdil devletin otorite-sidir.

Bu otorite, geçmişteki insanlara karşı zaman zaman zulüm vasıtası olarak kullanıldığından, insanlığı himayeden mahrum bırakmak için bu olayı fırsat bilen Yahudi cemaat tarafından, Fransa ihtilâlinden sonra Avrupa milletlerinde, asrımızın başında ise bizde tekmelendi ve milletler kendi içlerindeki hayat savaşına terk edildiler. Buna halkçılık ve hürriyet adını verdiler. Hürriyet, kuvvetini serbestçe kullanma yetisidir. Kuvvetin insanda bağlandığı şeyler çok ve çeşitlidir. Bedenin kuvveti vardır; pençe ve yumruk kuvveti vardır; paranın kuvveti vardır; kalem kuvveti, fikir kuvveti vardır; ruh kuvveti, ahlâk kuvveti vardır; din kuvveti, hakkın kuvveti vardır. Hürriyet bunların hangisinin hâkimiyetini sağlayan serbestliktir?

 

Nurettin Topçu,Yarınki Türkiye
Devamını Oku »

İstikbâl

Son nesillerin hazırlayacağı istikbâl, bugünkü adımlarımızın kat-î ve zarurî eseri olacaktır. Yarını hazırlayacak adımları hesaplarken bugün ne olduğumuzu düşünmeye mecburuz. Bugünkü varlığımızda bütün eskinin izleri yaşamaktadır. Millî hayat, mâzinin derinliklerinden gelerek istikbâle doğru akan bir nehir gibidir, ölüler bizi yaşatıyor; biz, yarınki dirilere hayat vereceğiz. Gece günden, gün geceden çıkıyor; diri ölüden, ölü diriden çıkıyor. Eski nedir, diye bir bilmece soran olursa, ona cevabımız pek basit: Bizden evvel yaşayanların ayak izleri, kol, kalb ve kafalarının birlikte çalışarak bıraktıkları eserlerdir. İhtiyar küremizde vücutların ihtiyarlaması, ruhları gençleştirici oluyor: Yavuz Selim, Alpaslan’dan daha genç, Hitler, İskender'den daha zindedir. Gandi, Buda’dan daha taze, Yunus, Sen Pol’den daha cezbelidir. Kalven, Luther’den daha samimî, Hüseyin Avni, Danton’dan daha ateşlidir. Kılıçla kalbin muhayyilelerde yetiştirdiği kahramanlar da öyle: Battal Gazi, Oğuz Han’dan daha cesur, Raskolnikof, Horace'den daha erkektir. Werther, Mecnûn’dan daha âşık, Julyet, Leylâ’dan daha mâsumdur.

Biz de gençleşmek istiyoruz; bizde de yenileşmek ihtirasları var. Bir hayat uğruna bin kere ölmek lâzım olduğunu biliyoruz. İrademizle ölmesini bilmezsek İlâhî irade ile ebedî hayata kavuşmak imkânsız olacak. Çocukluk rüyaları bitip de gençliğin ateşli fırtınaları başlayarak ölümün sakin kucağına sokuluncaya kadar her adımda ölmesini bilen, aşk içinde irade ile ölebilen varlıklar,

Her devrin yaşanmaya değer yarınını hazırlayan kahramanlardır.

İsımsîz kahramanlar büyük muztaripler! Ruhlarının üstüne ilâhı Âbide yapılan ebeliler onlardır...

Şunu da biliyoruz ki bize bulunduğumuz hali bağışlayan sebeplen anlamadan aydınlıklarla dolu bir istikbâlin zaferini kazanmaya imkân yok. Halden ibaret olan büyük gövdeli ağacın kökleri mâzidedir; istikbalin yemişleri de bu gövdeden toplanacaktır Bugünümuzü hazırlayan sebeplerin hepsi mâzide var. Tarihin olayları tıpkı tabiat olayları gibidir. Tabiatta hüküm süren muayyeniyet» yani muayyen sebeplerin muayyen sonuçları doğurması tarihte de hâkimdir. İnsanlığın tarihinde de ekilen biçiliyor ve yine tabiatta olduğu gibi, cemiyet hayatında da gerekcilik prensibi hüküm sürerken, İlâhî hikmet ve adaletle birleşmiş bulunuyor, Sebeplerin tohumu tarihin tarlasına atıldıktan sonra belli netice, ilâhı hikmet ve âdaletle birleşerek, mutlaka alınacaktır.

 

Nurettin Topçu,Yarınki Türkiye
Devamını Oku »

İnkılaplar

Nurettin Topcu- Yarinki Turkiye

Bütün inkılâplar, şekil ve kıyafet değiştirmeden ibaret kalıyor; ruh daima aynı oluyor. Aynı mefhumlar, divan edebiyatından intikal ediyor, buna ilâve edilen yeni konular yine eski ruhla işleniyor. Nedim-Mehmet Rauf edebiyatı yeni nesilde, divân edebiyatının medhiye ve mersiyeleriyle birlikte devam ediyor. Edebiyatta milliyet cereyanından bahsedenler, millî edebiyatı sade şekil, isim ve kalıpların başkalığında arıyorlar. Hayat sahasında yapılan inkılâplar da kıyafet değiştirmekten ibaret oldu.

Yarım asırdan fazla zamandır evlerimiz değişti, elbisemiz değişti; lisanımız ve selâmımız bile bambaşka şekiller aldı. Dışımızdaki âleme bakıyoruz, hemen herşey değişmiş, fakat insan değişmemiş. Kendini görebilen insanın içine çevirdiği dikkatine cevap olarak, benliğinin derinliklerinden samimi bir ses haykırıyor: Ben ne elbiseyim, ne eşyayım, ne de dışından değiştirilebilir bir varlık. Hakikî inkılâp, bu isme değer hareket, insan ruhlarım değiştiren, insanda yeni bir irade yaratan harekettir. Asırlardan beri hayat sahnemizin şekil ve maddeye ait zaruretlerle birlikte ve dışardan gelen tesirlerle değişmiş olması, İçtimaî inkılâp sayılmamalıdır.

Kaynak:

Nurettin Topçu-Yarınki Türkiye
Devamını Oku »

Kale İçinden Alınır

Nurettin Topcu- Yarinki Turkiye

Düşmanlarımız, vaktiyle bütün hayat ve irfanınızı idare ederek din müessesesine nüfuz etmiş olan cehaletle taassuptu Sonra devletin müsamahasından faydalanarak onun mukadderatına sahip olan yabancılar, selâmet ve mukadderatından mesul olmadıkları ana vatana suikast yaptılar. Nihayet geçen asrın içinde komiteleşen “Jön Türkler”in asıl gayesi de hürriyet perdesi altında gizlenmişti.

Herşeyden önce Anadolu’nun bir vatan oluşunu inkâr ettiren, mâsum heyecanlarla yüklü nesilleri avlamaya kabiliyetli, yaldızlı bir mefkûreyi ileri sürdüler. Tıpkı lânetli Timurun ordusu gibi, bizim ideal arayan neslimizi içinden bozdular ve bu sihirli perdenin arkasından, bütün millet mukaddesatını imha edecek olan Mason dâvasını Anadolu’ya soktular. İstikbâli gören gönüller için Ayasofya’ya asıl o zaman çan takılmış, Yıldırımla Yavuz o zaman katledilmişti. Milletimizin kuruluş hamlelerine vaktiyle saldırarak o hamleleri ezmek hırsiyle asırlarca boşuna kan döken haçlı zihniyet, nihayet bizi içimizden vurmanın sırrını elde etmişti. “Kale içinden alınır” atasözümüzü, atalarımızın düşmanları tatbike koyuldular. Birinci Cihan Harbi ni kaybettikten sonra Anadolu, İstiklâl Savaşı’na atıldı. Harp cephesinde kılınç muzaffer oldu.

Lâkin hakikatte muzaffer olan milletin ruhu idi. Biz bu ruhun hâkimiyeti dâvasını bayrak yaparak yükseltmesini bilmedik. Cepheye koşan millet ruhunu alkışlayacak yerde, cepheden dönen ve zafer fırtınasından faydalanarak ganimet yağmasına katılan efeleri alkışladık. Bağrımıza basmamız gereken ruh, kanlı kefene büründü. Dünyamıza, insan ve hürriyet aşkından yapılmış yeni bir ruh getirmeye ve Fâtih’lerden sonra yeni bir devir açmaya kabiliyetli mücahidler, zulme sunulan alkış sesleri arasında gömüldüler. İsyanları ve feryatları pek çabuk unutuldu. Bilâkis pek uzun süren zafer yağmalarından hisse almak istiyenler zümreleştiler. Bunlar, halkın menfaat duygularını istismar ederek memleketin bütün damarlarına yayıldılar ve Anadolu'yu kalbinden vuran Haçlı zihniyetinin vârisleri oldular. Azar azar, gururunu besledikleri bir gençlik zümresini de ellerine geçirdiler. Bu millet mukaddesatı ve Anadolu'nun mukadderatı böylelikle büsbütün sahipsiz bırakılmak istendi, önce kütle halinde çetin saldırışlarla yıprattıkları ve böldükleri millet ruhunu sonra çete harpleriyle yer yer perişan etmeye koyuldular.

Bunlar, öyle sistemli çalışmışlardı ki, gözlerimizi açtığımız anda fikir müesseselerini onların eline geçmiş bulduk. Üniversitelerin ruhunu tahlil ederseniz onda ne Türk'ü bulursunuz ne Avrupalıya Onda her yerden alınmış, benliğimizi çürütücü unsurları bulursunuz. Ne bir ilim aşkı yaratıcı zihniyet, ne bir felsefî iman, ne de samimi ve tarafsız bir din ve ahlâk ilmi... Hiçbir sistem, hiçbir kanaat, hareket yaratıcı hiçbir kuvvet, üniversitelerimizin kapısından içeri girmedi. Sade tahrip silâhları, sade insan ruhunun ortaya koyabileceği her inancı yere seren, çürüten kuvvetler, hakikat aramanın metodlariyle telkin edildi. Her sahada mutlaka bir inanca bağlanan doktrin zihniyeti tezyif edildi.

Kaynak:

Nurettin Topçu-Yarınki Türkiye
Devamını Oku »

Zafer

 

Bir millet zafere kavuşmak istiyor. Bir insan zafere kavuşmak istiyor. Milletlerin ve fertlerin hayatı her adımda bu istekle idare ediliyor. Bir millet, bir diyar, bir ülke istiyor. Bir milletin insanları para, mevki, şeref, aile ve dâva istiyorlar. Gazeteler bu zaferleri yazıyorlar. Halk kütleleri bu zaferleri alkışlıyor. "Filân adam şef, başkan oldu... Filân pehlivan birinciliği kazandı... Filân takım maçı kazandı... Filân genç yüzme yarışını kazandı... Filân tayyare bileti büyük ikramiyeyi kazandı... Bilmem ne palası filân satın aldı... Filân millet harbi kazandı... Filân parti seçimi kazandı... Filân adam hakaret dâvasını kazandı.” Bu adamlar ne kazanıyorlar ve insanlığa ne kazandırıyorlar?

“Bir gazete baskı adedini artırmaya çalışıyor. Bir öğret¬men dil kurumuna aza olmaya çalışıyor. Bir memur âmirinden hulûs kazanmaya çalışıyor. Bir tüccar sermayesini arttırmaya, bir asker rütbesini yükseltmeye çalışıyor. Bir küçük büyük olup âmirleşmeğe çalışıyor. Bir siyasî rakibini aldatmaya, bir kadın âşıkını aldatmaya çalışıyor. Bir esnaf da müşterisini kandırmaya çalışıyor.” Bu insanların hepsi çalışıyor. Neye yarıyor bu çalışmalar, kendileri için ve insanlık için?

Filhakika bu kazançlar ve bu çalışmalar gerçekten zafere ulaştırıyorlar mı? Ruhumuzun, ama hepimizin ruhumuzun aradığı sükûn ve selâmete kavuşturuyorlar mı? Bize öyle geliyor ki kazandıkça kaybediyoruz. Kaybetsek kazanacaktık. Başkanlığı, maçı, ikramiyeyi, harbi küçük gören, ruhumuza yabancı ve ona nazaran bayağı gören bir irademiz olsaydı ve bu irade bütün kuvvetiyle kendine sarılarak kendini isteseydi, kendi ruhunu ve bütün insanlıkta müşterek olan külli ruhu isteseydi kurtulacaktık; hakikata ulaştığımızı anlıyacak ve selâmete kavuşacaktık.

Varlığımızın en trajik hâdisesi olan mukadderatımız meselesi en doğru ve ruh ile aranan çözümüne kavuşacaktı. Ruh ile ruhu istemesini bilmiyor, sonra sürünüyoruz. Nihayet yine bir ıztırap kurtarabiliyor. Ruhu inkâr edip ancak balta ile, yumrukla istemesini bilenler, İskender’ler, Napolyon’lar ve Sezar'lar, kendi ruhlarım bomboş ve milletlerini âtîsiz ve talihsiz bıraktılar, kıtaların yıkımına sebep oldular. Bunların arasından, “ruhunuzu yapınız, dünya yapılacaktır'’ diyebilen bir müjdeci çıkmadı. Bize ebedilik vadeden âyetleri bunlar getirmediler. Felâket içinde bile ruhunu muhafaza eden şu millete bakın: Ellerindeki varlık hep alınmıştır; lâkin ruhları duruyor.

Zulüm görüyorlar; lâkin ıztırap silâhlarıdır. Kaybetmiştirler; fakat kazanacaklardır. Onlar inanıyorlar ve inandıkları için, şerefleri çiğnenmiş, hayatları çiğnenmiş, ümitleri çiğnenmiş olduğu halde onlar ayaktadır. Zaferle etrafa çevrilip parıldamıyan ve toprağa çivilenmiş dolaşan meyus, muztarip gözleri birbirlerine çevrildiği zaman sanki şöyle söylüyor: “Ne güzel ıztırap! Zafer geldiği zaman da bunu duyacak mıyız? Bu İlâhî rüyayı, bu ıztırabı kaybetmeseydik.

Heyhat zafer geldiği zaman gaflet de geliyor. Muzaffer gözler etrafi görmüyorlar. Milyoner tüccar çok fakirdir. Onda servet arttıkça varlıklar tükeniyor, tokluklar tükeniyor. Şöhret zavallısı, mektep budalası âlim bilmiyor... Arzın her köşesinde ateşe dokunan eller biliyor; öğrenen bilmez, yaşıyan bilir. Zaferi kazanan zaferi bilmez. Kaybeden bilir o metaın değerini.

Kullandığını kaybeden, kullandığı azar azar yokluğa karışan beden için hayat her an elden giden bir nesnedir. Ruh için o her an kazanılmaktadır. Onu ruh ile karşılamış ve ruh ile yaşamakta olan hakim öyle söylüyordu: “Demek ki hayata mahkûm oldum. Demek ki ebedîliğe mahkûm oldum ve artık kan bahasına bile yokluğu ele geçiremem...”

Zaferimiz ebedî olmalıdır ve iyi araştırılırsa her zaferin gayesi ebedîliği kazanmak, ebedîlik âleminde bir ülkeyi ele geçirmektir.

Siz çok istiyorsunuz ve sanki iradenizle bir şey istemiyorsunuz. Sizin elinizden bir ekmeğiniz alınmış... Onun yerine iki ekmek istiyorsunuz. Çok bir şey isteyebilmiş değilsiniz ve iradenin sonsuzluğa giden hareketini bu noktada durdurup bitiriyorsunuz. Halbuki bir ekmeğinizi elinizden alana siz bir ekmek daha verseniz, hem ruh inceliğiyle hem de güler yüzle verseniz, iradeniz sonsuzluğa doğru gidişinde yol alacaktır. Senirkent köylüleri gibi olunuz; size zulmeden candarmaları doyurunuz. Muvaffak olursunuz. Böyle yaparsanız kaynağı aynı olan iradelerimiz çatışmaz, aynı ahenkte birleşir ve kendinden geldiği Allah’a doğru ilerler. Gandi dünyaya, Dr. Tola Anadolu insanına ruhunu tanıtmak istedi.

Ne küçük isteklere kurban gidiyorsunuz?.. Bir memuriyet, adi bir şöhret, bir miktar para, bir müsabaka zevki, bir ev, bir kadın, herhangi bir saadet, bir rahatlık sanki... Bunları ancak bir iradeyle istememesini bilseniz sonsuzluğu isteyeceksiniz. Bir bahçıvan bir ağaç kazanır; bir ressam dünyanın bütün ormanlarını kazanmıştır. Bir genç bir güzel kazanır; bir âşık dünyanın bütün güzelliklerini... Her ihtiras fani bir şey kazanıyor; ruhuna hükmetmesini bilen ve onu hâkimiyetle yedip sahibine teslim eden insan herşeyin sahibi olur. Kendi kendine sığmaz. Ey kalbi kendi göğsüne sığmayan, Rabb’ine kavuşmuş insan! Başın sonsuz boşlukta vecd ile raksedi- yor. Yalnız sırrını fâşetme. Zira halk anlamaz, küçülürsün.

Siz zafer arıyorsunuz, değil mi? Herşeyden vazgeçmelisiniz. Kan, kardeş ve akrabanızdan, ikbalinizden, istikbalinizden, şervet ve şöhret heveslerinizden. Bu olmayan şeylerin hepsi size düşmandır. Bunların iğreti olduğunu bildiniz mi, ruhunuzu kendi kendine zulümden kurtardınız, demektir. Zavallı fersiz gözler, sen daha bir diploma ile bir şehvet merakından kurtulamadın. Senin mürşidin yoktur, senin hayatın yoktur.

Zaferin ikinci şartı da, sabretmektir. Sabrın erkânı üçtür: Sonu olmamak, yanıp yakılmamak, mükâfat ummamak. Buna da tahammülün yoksa yanıp kül olursun. Ruh sahibi olanlar böyle oldular: Eyüp Peygamber Rabb’inin verdiği bütün hastalıklardan bir kere şikâyet etmedi. Gandi düşmanı olan Ingilizlere bile garazkârlık gütmedi, kendi katiline karşı zalim olmadı. Erzurumlu Hüseyin Avni yirmi beş yıllık hüsranın içinde bir kere yese kapılmadı. Dostlarına, yetiştirdiği çocuklara kadar hepsi onu inkâr ettiler. Bir kere de o kâfir olmadı. Iztırabı tattıkça seveceksiniz. Halbuki ruhun düşmanı olan saadete siz hemen teslim oluyorsunuz.

Zaferin üçüncü şartı af ve şükürdür. Şahsınıza yapılan zulümleri affediniz ki zalim olmayasınız. Elinizden kapanı affediniz ki hain olmayasınız. Yoksa dost, kardeş, akraba ve ortak olduğunuz halde hep birbirinize düşman olursunuz. Düşmanlıkta ise iradeniz küçük ve fani varlıkları kendine siper yaparak sade yol kesmeye çalışır ve bütün iradelerden aynı ilâha doğru götüren yollar tıkanmış olur. Hiçbiriniz bir şey kazanmış olmazsınız. Nefisinize yaklaştıkça zaferden uzaklaşıyorsunuz. Hallaç a göre: “Ruh, nefis ve şehvet bağlarından sıyrıldı mı, insan Allaha yaklaşır ve kendisinden insanın doğduğu İlâhî ruh o adama girer. Ondan sonra o adamın her hareketi Allah'ın hareketidir ve onun her emri Allah’ın emridir.”

Beşerin sefil ihtirasları ile meydana getirilen hareketlerin kâbusundan İlâhî iradenin saltanatına doğru yol almak: İşte bizim için asi zafer budur.

Kaynak:

Nurettin Topçu - Yarınki Türkiye
Devamını Oku »

Büyük Zaferler

Büyük Zaferler

Sosyal bir ruh kazanmış cemiyette, hürriyet herkes içindir, kimsenin lütfü değil, Allahın yaradılışımızda gösterdiği hikmettir, hakkın sevgisidir, doymak bilmez insanların, doymıyan arzularının serbestliği değildir, rengini,kokusunu güzelliğini herkesin duyup görebileceği, herkesin bakıp ruhuna basabileceği, ama hiç kimsenin tahakkümüne alamıyacağı, hakları verdiği ve ancak ulu devletin koruyabileceği bir nimettir. Bu hürriyetin sınırlarını hak tayin eder. Viyana seferi dönüşünde, bağdaki asmalarından kopardıkları üzümlerin bedellerini, bir kese içinde, asmaların dalına asan asker hür değil miydi? Sabahın erken saatlerinde dükkânını açıp ilk müşterisine satış yaptıktan sonra, gelen ikinci müşterisini henüz siftah etmeyen komşusuna gönderen esnaf hür değil miydi?

Zaferi sadece ganimette, aşkı bedende, hizmeti menfaatle aramıyan bu ruh, pek mütevazi bir şekilde, hakka ve halka hizmette sükûn buluyordu. Bu ruh, çorak tepelerde, sürüsünün bekçisi ve tabiatın yoldaşı olan çobanı derviş, zaferlerinin sayısı pek kabarık hükümdarı adaletin sembolü yaparken, kâinat bayanda insanın hiçliğini ihtar ediyor. İsimsiz pekçok kahraman yetiştireli, sadece Allah için veren, onun için hizmet eden büyük bir millette sevgi, merhamet ve adalet bayraklarının, hak rüzgarları içinde dalgalanması cemaat ruhunun, en güzel şekliyle görünüşünden başka bir şey değildir. Bu ruhta, bu cemiyette insanların hakları pek yücedir, herşey Allah içindir.

Güzel ahlâk, üstün fezâet, doyulmıyan sevgi ve adaletin otoritesi ile kazanılan büyük şahsiyetler vardır. Mevkiler gayesi hizmet olduğu için birbirinden pek farklı değildir. Her vazife güzel ve mukaddestir.

Cemaat ruhunda yeşermiş büyük zaferler, büyük aşklar, erişilmez adalet ancak bunların fiilen birer ibadet haline gelmesiyle anlaşılabilir ve milli ruhun temelleri olabilirler. Aksi takdirde cemaatın unutkan dimağı süfli değerlerin neşvünema bulmasını sağlar. İnsan iradesinin hakkı ariyan mefhumlarına ise ancak ulu devletin kapısından girilerek varılır. O kapıda mihrabın önündeki gibi ruhumuzla secde etmenin ve dâvanın en çılgın bir neferi ortaya atılmanın tam zamanıdır.

 

Nurettin Topçu,Yarınki Türkiye
Devamını Oku »

Allah’sızın(Allah'ı Tanımayan'ın) Akıl ve İlim iddiası

Allah’sızın(Allah'ı Tanımayan'ın) Akıl ve İlim iddiası

Allah’sızın(Allahı Tanımayanın) akıl ve ilim iddiası ise, vaktiyle her insanın bir yıldızı bulunduğuna ina­narak gökyüzünü insanların oyuncakları ile doldurup da öğünen il­kel düşünüş kadar gülünç ve onun kadar acınacak bir davranıştır. İslâm ruhunun şaşkın davacıları, bir sürü büyücünün önderliği ile büyük şehrin kalın duvarları arasında homurdanan makinanın sefa­hatine sığınmış bir din hayatı arıyorlar. Dost terkedildikten sonra dostluktan dem vuran zavallılar gibi bunlar, her davranışı Allah’ı unutturan bir hayatın içinde dindar olunacağını sanıyorlar. Yalın kı­lıçla kalbe iman kazandıracaklarını zannediyorlar. Bedbaht Al­lah’sızın kudurmuş saldırısını ayrı cinsten saldırı ile durdurmak is­terken hapishanenin duvarları arasında hürriyet şarkıları söyliyen mahkûmları andırıyorlar.

Nurettin Topçu,Kültür ve Medeniyet
Devamını Oku »

Aşkın Şânı, Kendisinden Başka Herşeyi Unutturmaktır

Aşkın Şânı, Kendisinden Başka Herşeyi Unutturmaktır

Para ile şöhreti, devletle serveti seven, bunların getirdiklerinden başka hiçbir şeyi sevmez. Onun Allah sevgisi de yalandır. Cihad yolunda yürüyen, ne yakınlarını, ne zümresini, ne de kendi istikbâlini düşünür. Hakk’a doğru yürüyüşte, Hak’tan başkasına bakılmaz. Aşkın şânı, kendisinden başka herşeyi unutturmaktır.'

Nurettin Topçu,Kültür ve Medeniyet
Devamını Oku »

Benlik

BenlikEtrafımızda zenginlikte paşa, şöhrette paşa, profesörlükte pa­şa, kudrette paşa nice yüzlerce insan peyda oldu. Neden bunların hiçbirinde “adam olmak” dininin bir müjdecisi, bir velisi veya bir havarisi olsun görülmüyor? Çünkü adamlığa götürecek olan yolu kaybettik. O yol kendi içimize doğru iniyordu. Düşünce dediğimiz bizdeki gerçek harekete açılan bir yolun adı “iç gözlem”dir. îç gözlem demek, herşeyin onda aksettiği “küçük âlem” olan ruhî varlığımızın, büyük âlem olan kâinat içinde, kendi yatağını kazıcı bir nehir gibi akarak mukadderatına doğru ilerleyişinde ona ka­panmamız, kulak vermemiz, yine ondan örülmüş olan bütün dik­katimiz ve bütün inceliğimizle ona yaklaşmamız demektir.

Işıklariyle ilk temasında genç ruhları hülyalara ve sevdalara garkeden, âleme dâhiler saçıcı medeniyetler yaratan, hayatımıza neşve, ru­humuza ideal aşkı getiren iç dünyamızdaki hareketler, hakikat sevgisi, Allah sevgisi, ahlâk sevgisi, sanat sevgisi diye adlandırı­lan huzur ve huşudan yapılma ibadetlerdir. Şimdi bunların her bi­rinin yerinde bir yalancı kibir barınıyor ve biz hastayız; itiraf ede­lim ki büyük küçük bütün neslimiz hastadır; hastalığını kendine bile itiraf edemiyecek kadar ümitsiz bir hasta. Hastalığımızı dinin yerine geçen ekenomi tedavi edemiyor. Bir nesil kendi varlığını arıyor. Mektebe giden mektepte, mabede giden mabette, servete giden servette, şöhrete giden şöhrette kendi şifasını bulamıyor ve bunun için ruhuna daha ziyade düşman, mukadderatına daha faz­la garazkâr olmakta devam ediyor. Niçin, nedir bu sefaletin sebe­bi”...

Bunun sebebi iç dünyamızı kaybetmemizdir: îçgözlem terbi­yesini bırakarak hep kendi dışımızdaki eşyaya çevrilmemizdir:

Benliğimizden çıkıp eşyada barınmamızdır: Böylece ruhi varlık ol­maktan çıkarak ekonomik varlık haline gelmek istememizdir.

Nurettin Topçu,Kültür ve Medeniyet
Devamını Oku »

Anarşist

Anarşist ne sadece cemiyette, ne sadece, devlette, ne sanatta, ne de yalnız düşünüştedir. O insanın en derin tabakalarında barınır; oradan çıkar, her yere nüfuz eder;hepimize hadiselerin bin bir çeşit cilvesi içerisinde çehresini gösterir,bizi anarşist yapar.

Anarşist komünist olur, devlet nizamını bozar; sanata saldırır,ve znı, uslûbu yok eder. Düşünceye musallat olur, her fikri bozuk, her düşünüşü sakat gösterir. Vicdana hücum eder, her hareketi fena, her akıbeti bozuk gösterir. Anarşist, dünya nizâmını bozduğu kadar ve ondan önce içimizdeki nizâmı bozan adamdır. O, her çehreyc bürünür. Amele olur, hayattan, dünyadan şikâyetçidir. Muallim olur, gençlikten şikayetçidir. İnsan olur, vicdandan, insandan şikayetçidır. Hâkim olur,iz’ andan şikâyetçidir. Nerede ve ne meslekte olursa olsun onun halı, onun lütfü, onun eseri, dâima yıkıcı olmaktır. Küçüktür, tehdit eder; büyük adamdır, ithamcı olur. Şekilde din­dardır, bedduacı inkılâpçıdır, yıkar ve ezer. Halde yaşar, kavi­dir, alimdir. Yine de öyle iken içimize ızdırap vesilesidir. Hatırlanması, huzuru, inayeti. merhameti bile bize cefâdır. Tarihe karışmıştır, âlim alkışlar, âlem öğünür, yine de öyle iken yâd ı kalplere ma tem teşkil eden bir ağırlıktır, bir zulümdür.

Dindar görünür, ebedîliğin temaşasını karartır; âlemi insana zindan, insanı âleme düşman yapar; imanı insana düşman yapar Mezhepler ayırır, zümrelere kumanda edip zaferler temin eder. Destanlar yaratır.

Anarşist etrafınızda dolaşır, karşınızda olur veya kendi içınize girer. Lâkın etrafınızda dolaşanla dosdoğru karşınızda duran, size kendi içinizde harman kadar tehlikeli düşman değildir. Onlarla mü­cadele mümkün, bazan çok kolaydır. Kararlar, kanunlar, elde taşınan kuvvetler dışındaki anarşisti mağlup etmeye kâfi gelebilirler. Lâkin içinizdeki anarşist öyle değildir. O hâkimdir, hükümler yıkar, o mürebbîdır, vicdanları viran eder; o kadındır, evler yıkar; o nihayet bizdeki zulümdür, gururdan ve gafletten ibaret kendi kendimize zulumdur, kendimizi mahvederiz. Şuur olduk, mantığı çiğnedik, himayeye sarıldık, huzuru telef ettik; irade olduk, âlemden intikam alıyoruz.Anarşizm,her taraflı bir kılınçtır.

Dost olur, düşmanı imha eder,düşman olur,dostu imha eder.Dindar olur,dinsize saldırır;dinsiz olur,dindara saldırır.onun işi imhadır, yıkmaktır. O arzın sahibinin, gerçek iradesinin düşmanıdır. Onla tatmin ile nihayet bulmuş, sonsuz bir düşmanlık iradesi vardır O. dostluğunda da düşmandır, lütfunda da düşmandır,lütfun da düşmandır ilminde de düşmandır, aşkında da düşmandır ve onun düşmanlığı er geç hayatiyle olgunlaşarak hayat sahnemize fırlar hükmünü hissimizden alır, en sonunda kendini de imha eder. Anarşist zengindir, teşebbüs sahibidir. Onun serveti ve teşebbüsü günün birinde bizim sefaletimizin sebebi olacaktır. Anarşist muktedirdir. Onun iktidarı bir gün gelecek bizim sefaletlerimizi hazırlayacaktır. Anarşist âlimdir, ilmi bir gün gelip zulmü tesis edecektir .Anarşist bizim dostumuzdur, elimizi sıkar ve sıkarken “sen benden daha bahtiyar mısın?" diye içinden titrediğini duyarız. Anarşist sev­gisinde bile ithamkar konuşur, nutkunda kendini haklı safında, sizi haksız safında durdurup utandırır. Otoritesinden üstünlük taşar. Onun fazileti ,sizin vazifenizi yapamadığınızı azametle ortaya ko­yup sızı meyus etmektir. Mukayeseler yapıp sizi içinizde çürütmek­tir Vakarıyla vicdanlarda kuyular kazıp çukurlar açmaktan hoşla­nır. Ahlâk telkin ettiği yerde sizi şeytanlaştırmaktan zevk alır. Vic­danını aştıgı anda sızın ruhunuzu karanlıklara gömebilmek sanatı­na sahiptir. Ahlâkı ıttıham, vicdanı ise ancak kendine mahsus erişil­mez bir zirve yapar.

Bizi bize musallat eden anarşist nerede barınıyor? Neremizden fışkırıyor? İşte bütün bizden; yalnızlıktan kurtulamıyan bizden. Şu bedbaht vücut kafesinde barınıyor. O, bu dar kafesin ilk ve asıl sa­kım olan ihtiraslarımızdır. Bazılarının affedilmez bir gafletle hürdür dediği hoyrat ihtiraslarımızda barınmaktadır; onlardan fışkırır.

Göze, kulağa, ele, ayağa, kana ve tenimize sarılır; onlarla birlikte arza yayılmak ister, işte size hayat içinde yalnız olarak sahneye atılan insanın çehresi. Anarşist işte bu adamdır.

Kaynak:

Nurettin Topçu-Kültür ve Medeniyet
Devamını Oku »

Kader İle İnsan

Kader,ruhun huzurunu bulmasıdır. Gerçeğin olduğu gibi tanınmasıdır ka nunda kaderi okumak kabildir. Kadere tam imanı olmayan, kader sırrına kemâl halinde ermeyen insan, akan bir suya, hatta rüzgarla kımıldanan bir yaprağa bakarken onların dilini anlamaz, tabiatın tam sevgisine varamaz, varlığın sevgisinde selâmeti bulmaz. Onlar bedbaht ruhlardır. Eşyayı kader gözüyle görmeyenler varlığın sı­ğındığı Allah’ı anlayamazlar. Kaderde Tanrı kuvvetini görmeyen­ler yıldızlan sabun köpüğünden yapılmış birer balon zanneden şaş­kınlara benzerler. Kader, insanı ve eşyayı idare eden aynı cevherdir.Kader ile insan iradesinin çatışma halinde olduğunu söyleyenler, kanun ve hürriyetin çatıştığını zannedenler gibi gafildirler. İhyanın ve olayların olduklarından başka türlü de olabileceklerini düşünmek, varlıkla yokluğu bir tutmaktır.

Kader, Allah emridir. Kaderi tanımamak, Allah'ın kainata hakimeyetini tanımamaktır, insan hareketlerinden başka bütün kainat­ta tabiat kanunları halinde Allah'ın emrini tanıyıp da insan hareketlerinde onu inkâr etmek, insanın kibrinden başka bir şey olmayan şaşkınlığıdır. Dağların, tepelerin veya bir küçük yaprağın niçin başka türlü değil de böyle yapılmış olmasını hiçbir insanın esen saymı­yoruz da kendi hareketlerimizin sahibi, hâkimi, yapıcısı ve değişti­ricisi bizmişiz gibi düşünüyoruz. Bunun sebebi bir damladan çıka­rak bir avuç toprağa kavuşan varlığımızın başka bir kudret tarafın­dan sürüklenip götürüldüğünü düşünemeyen, buna tahammül ede­meyen kibrimizin galebesidir. İnsan kibrin heykelidir. Aklını kullanan insan, kâinatın bir sahibi olduğuna inanabiliyor.

Kaynak:

Nurettin Topçu-Kültür ve Medeniyet
Devamını Oku »

Din

Toplum içinde dinin yaptığı iş, ruhlar için kuvvet kaynağı olmaktır. İnsanlara birtakım bilgiler sağlamak değildir. Dinî bilgi­ler, ruh kuvvetini kazanmanın yollarını öğretir. Bunlar, evrene ait açıklamalar olmayıp insanın iç hayatına düzen ve değer sunucu bilgilerdir. Din, insanlar için bilgi kaynağı değildir, kuvvet kaynağıdır. Buna örnek olarak intihar olayını alalım. Geçen asrın son- I larında Fransa'nın iki şehrinde yapılan istatistikler, dinî inançları zayıflatan öğretimin ilerlemesiyle intiharların da arttığını göster­mektedir. Eskimolar arasında yapılan araştırmalarda, toplu ola­rak dinî merasimlerle geçirilen kış mevsiminde intihar sayısının azaldığı, av yapmakla dağınık geçirilen yazın intiharların çoğal­dığı görülür. Bu gözlemler, dinî inançların, ruhu kuvvetlendirme yoluyla intihan önlediğini ortaya koymaktadır. Yalnız intihar değil, bütün ahlâk dışı haller, ruhun zayıflamasından doğarlar. Hırsızlık yapan, çok defa yoksulluğa dayanamayan zayıf ruhlu insandır. Kazanç yolunda dostluklara kıyan, başkalarının üstün varlığına tahammül edemeyen haset sahibidir. Zalimin zulmü, ruh kuvveti olmayan kişinin korkusundandır: Ya kendini koruya­mamak veyahut da etrafında kendinden başka ve kendine üstün Ikuvvetlerin bulunması korkusundan.

Yılan kendini korumak için saldırır. Toplum düzenini bozma  yoluyla anarşi çıkaranlar veya zalim hükümdarlar, etraflarında kendilerinden başka ve kendilerinden üstün kuvvetleri yaşatma­mak için saldırırlar ve zulüm yaparlar. Ruhu kuvvetli olmayanlar, kendilerine bir kötülük, bir hakaret yapılırsa bunu ellerinden gelen bir kötülükle karşılarlar. Ruhu kuvvetli olanlarsa, kendile­rine yapılan fenalığı affeder ve bunu yapan insanı kötülüğünden kurtarmaya çalışırlar. İntikam almazlar, yapılan fenalığı iyilikle karşılarlar.

Buna millî tarihimizden pek çok örnekler verebiliriz: Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u aldıktan sonra bu şehrin Rum halkına çok iyi davrandı. Onlara imtiyazlar verdi. Dileklerini benimsedi ve onları bazı vergilerden affetti. Bu büyüklüğün karşısında! Rumlar onu çok sevdiler. Daha fethin ikinci yıllarında Türkleri İstanbul’dan çıkarmak ve Bizans’ı kurtarmak için, Avrupa'da Paris şehri etrafında Hıristiyan milletlerin katıldığı bir Haçlı ordusu hazırlanıyordu. Bundan Türk sultanı telâşlanmadı. Çünkü o  af yolu ile Bizanslıların kalbini kazanmıştı. İstanbul’dan Paris'e koşup giden bir piskoposlar (papazlar) heyeti, Haçlıları, şu sözlerle şaşırttılar ve emellerinden vaz geçirdiler:

- Sakın bizi kurtarmak için Türklerle harbe gelmeyin. Bizi karşınızda bulursunuz. Biz Türk padişahı ile çok iyi anlaştık. Onunla yaşamak istiyoruz.

Bu olay ruh kuvvetinin kılıç kuvvetine, hiçbir ölçüye vurulamayacak kadar üstünlüğünü göstermektedir.

Başka bir örneği de Haçlı Seferi’nden verelim: XI. asrın sonun­da Haçlılar, Kudüs şehrini Müslümanlardan alınca bu şehrin Müs­lüman halkından yetmiş bin insanı öldürdüler. Bu olaydan 88 yıl sonra Kudüs’ü Haçlılardan geri alan Türk hükümdarı Salâhaddin-i Eyyubî, şehre girdikten sonra hiçbir insana dokunmadı, intikam almadı, vaktiyle yapılan fenalığı, fenalıkla karşılamadı.

Bu olayların ortaya koyduğu gibi, zulüm yapmayarak kalp kazananların bu hali, ruhlarının kuvvetli oluşundan ileri gelmektedir. Böylelikle hem bu yolda hareket edenler, hem de etrafla­rındaki insanlar, fertler ve cemiyetler mutlu olurlar. Dünyamız güzel, insanlar sevimli olur. Hayat yaşanmaya değer ve yeryüzüne de sonsuz yaşamanın aşkı canlanır. Ruhu kuvvetli insan, ahlâklı insandır. Kin, zulüm, kıskançlık ve düşmanlık duyguları, ruhun kuvvetsizliğinden doğmaktadır.
Ahlâklı insan, ruhundaki kuvveti artırdıkça, kötülüklerden kurtulur, yalancılık, riyakârlık ve dalkavukluk gibi kirlerden temizlenir. Olgunlaşır ve yükselir,söyledik. Dinlerde birtakım düzenli hareketler halinde yapılan ibadetlere gelince, bunların gayesi de yine ruh kuvvetini artır­maktır. Bu gayeden ayrılınca mânâsız hareketler halinde kalırlar ve kendilerini yapan insanı otomatlaştırırlar. Hem de şuursuz ve gayesiz kalan bu hareketleriyle değerlendiğini ve Allah’a yarandı­ğını sanan insanı riya halkasıyle çevrilmiş bir benlik gururunun karanlığına gömerler. Birtakım beden hareketleri halinde yapılan ibadetlerin ruhu kuvvetlendirmesi, bedenin ruh üzerine etkisinin eseri olmaktadır. Ruha yapılan bu etki, telkin yoluyla duyguları­mızı kuvvetlendirmen, oradan da irademize yükselmelidir.

Dinî yaşayışı, yalnız ibadetlerin yapıldığı zamana sığdıranlar yanılıyor­lar. İbadetler, irademizin yapısına sindikten sonra bizi hayatın her safhasında, evde, okulda, işte, oyunda ve savaş yerinde bile idare edebilmelidirler. Böyle olmayan ibadet, boş bir yorgunluk, belki de gösteriş veya korku vehminin harekete geçirdiği bir otomatlıktan başka bir şey değildir. Halbuki gerçek dindarlık, ahlakın dayandığı ve yaşattığı ruh kuvvetinin asıl kaynağıdır. Pascal ın, “Gerçek ahlâk, ahlâkla alay eder” sözünün manası bu yolda anla­şılmalıdır.

Kaynak:

Nurettin Topçu-Ahlak
Devamını Oku »

Hoşgörü

'Olgun ve medenî insanların en değerli zihnî karakteri, hoşgö­rüdür. Hoşgörü, başkalarının görüş ve düşüncelerini, dinî, siyasî her türlü inançlarını saygı ile karşılamaktır. Başkaları bizden başka türlü düşünebilirler, bize gülünç görünen örflere bağlanabilirler, bizim küçük gördüğümüz değerleri yaşatabilirler. Bizim insanlık görevimiz, bunların hepsini saygı ile karşılamaktır. Hoşgörüye sahip olmayışın doğurduğu hamlığa taassup adı verilir. Taassup, düşüncenin her alanında hakikatla hürriyetin düşmanıdır, fikirler dünyasında yapılan zulümdür.

Tarihimizde hoşgörünün örnekleri çoktur. İleri bir şeklini Fatih Sultan Mehmet’te buluyoruz. Fatih, İstanbul’u aldıktan sonra, Bizans halkına birçok imtiyazlar tanıdı. Onlardan bazı vergileri kaldırdı. Tam serbestlik bağışladı. Hatta isterlerse bir caminin duvarına bitişik kilise yaptırabileceklerini bildirdi. Onun bu davranışı, Rumları kendisine bağladı ve milletimizi bu şehrin gerçek ve ebedî sahibi yaptı.

Gerçek vatandaş olmanın ilk şartı, kanunlara saygı duymak­tır. Kanun, milletin iradesinden doğmadır. Onu çiğnemek, millet fertlerinin insan olan varlığına saygısızlıktır. Böyle davranışlar karşısında millet vicdanının ceza halinde tepkide bulunmasını beklemek lâzımdır. Ceza, millet vicdanına saygının eseridir; hiçbir zaman başkasına acı duyurma gibi bir şey veya bir zulüm sayılmamalıdır. Fertlerle zümrelerin menfaatleri için verilen cezalarıngelişigüzel affedilmesi ise, cezayı veren millet şahsiyetinin hiçe sayılmasıdır, ona karşı yapılmış saygısızlıktır.

Bir okulun veya herhangi bir kurumun kendinde yaşattığı düzeni koruma kuvvetine disiplin denir. Disiplinsiz ne bir okul, ne bir ordu, ne de herhangi bir kurum yaşayamaz. Düzen bozulunca işler aksar. Bu halin ilerlemesi ise mutlaka yıkımdır. Disiplin bir kurumu yaşatan ruhsal bir güçtür. Ona saygı duyulmalıdır.

Her yerde toplum düzenini bozan davranışa anarşi derler. Anarşi, ahlâkın tam karşısındadır.

Hangi dinden olursa olsun, bir cemaatin ibadet haline saygı  duyulur. İbadeti güçleştiren ve ona huzursuzluk getiren hallerden  kaçınmak, saygılı olmaktır.

Bir devlet adamının, bir memurun makamına saygı duymak, o yerin millet iradesiyle ona verildiğini ve orada millet iradesinin yaşatildiğini tanımak demektir.

Toplum içinde başkalarının huzur ve istirahatına saygı duymak lâzımdır. Söz açmak için, konuşan iki kişinin sözünü bitirmesini beklemek veya radyosunu başkalarını rahatsız edecek kadar bağırtmamak, her halde başka insanları rahatsız etmemek, saygılı olmaktır. Yolda yanımızda yürüyenleri, taşıt araçlarındaki yolcu­ları rahatsız etmemeye çalışmalıyız. Millet varlığına karşı duyul­ması gerekli saygının belgelerinden biri yollardır. Vatandaşla hakkında saygının tam şuurlandığı ülkelerde şehirlerin sokaklar evlerden daha mükemmel, daha güzel ve daha temiz olur..Çünkü onlar milletindir, evler ise fertlerindir. Fertlerin millet varlığı yollara evlerinden daha çok önem ve değer vermelerini gerektirir.Bir başka belge de o milletin parasıdır. Devlet ve  milletine saygı duymasını bilen, bu şuura ermiş milletler, paralarını temiz tutarlar.Onu kirli,paçavralar haline koymazlar. Yollar ve paralar,bir milletin ahlak kültüründe ulaşabildiği hizayı gösteren yanıltmaz şahitlerdir.

İnsan, sözleriyle davranışlarında başkalarına karşı nazik olmalıdır. Nezaket, medenî ve olgun insanın karakteridir. Yapma­cık değil de samimi yani inanılmış olduğu zaman, insan karşısın­da duyulan saygının eseridir. İnsanın büyüklüğüne inanmaktan doğar. Kaba olanlar, insanı bir bedenden ibaret gören, ruh varlı­ğından bilgisi olmayanlardır. Kabalık insanı adım adım hayvan­lara yaklaştırır, insan olduğundan bile şüpheye düşürür. Bu hale gelince onda hiç sevgi kalmamış demektir.

Hep birbirimize karşı nazik davranmakla sevgimiz artar, ruhumuz kuvvetlenir ve yaşamak güzelleşir. Bütün bunlar, haya­tın bizce yaşanmaya değerli olduğuna inandıran şeylerdir.

Kaynak:

Nurettin Topçu-Ahlak
Devamını Oku »

Zulüm

Zulüm, başkalarının hürriyetlerini, yaşama hürriyetine varıncaya kadar, kendi üstün kuvvetine dayanarak ellerinden alma iradesidir. Hiç kimse hürriyetinden karşılıksız vazgeçmez. İste­meyerek verilen karşılık da zulmü ortadan kaldırmaz. Galile, "Dünya güneşin etrafında dönüyor” dediği için zamanın hâkimleri onu ölüm cezasına çarptırdılar. Bu, düşünme hürriyetine karşı en büyük zulümdü. Sonradan Galile’nin, hayatını kurtarmak için bu sözünü geri alması, zâlim mahkemeye sunulmuş bir karşılıktı Hakikat adamı, hayatı uğruna hürriyetini feda etti. Lâkin buna sebep de zâlimintehdidi idi. Zulüm ortadan kalkmış olmadı belki ikileşti. Bu hal gösteriyor ki toplum içinde hiçbir insan mutlak hürriyete, yani her istediğini yapma hürriyetine sahip değildir. Her ferdin hürriyeti başkalarının hürriyetiyle çatışabilir. Vatandaş  ve insan olarak herbirimizin başta gelen ödevi, vatandaşlarımızın  ve başka insanların hürriyetlerini yaşatabilmeleri için çalışmak  ve bunun için gerekirse kendi hürriyetimizden feda etmektir;  onların hür olması için, kendi hürriyetimizi yine kendi irademizle kısıtlamaktır.

İrademizin hür isteklerine karşı koyan kuvvetler birtakım engellerdir. Bu engeller bizde korku doğurarak irademiz tarafın­dan aşılamaz olunca insan bu engellerin esiri oluyor ve onlara yaranmaya çalışıyor. Cemiyet içinde hür iradesini kullanamayan korkakların bu yaranma davranışına dalkavukluk ve riyakârlık denir. Bu engelleri aşarak onlara esir olmayan cesur insanlar, hazlarıyla menfaatlerinden fedakârlık yapmış olsalar bile, daima insanlık tarafından takdir ve hayranlıkla karşılanmışlardır. Bede­ne ve maddî varlıklara ait engeller önünde eğilmeyip onları aşan­lar madde alanında cesaretleriyle tanınmıştırlar. Harpte kahra­manlık gösterenler bunların başında gelmektedir. Ruhî ve mânevi alanda engelleri aşabilenlerse medenî cesarete sahip olarak tanı­nırlar ki, bunun değeri maddî cesaretin değerinden çok büyüktür. İnsanlığın tarihinde zâlimlere karşı başkaldıran kahraman ruhlar bunların örneğidir.

Kaynak:

Nurettin Topçu - Ahlak
Devamını Oku »

İnsanına Hareket Ahlakını Aşılayamamış Bir Millet Mağluptur

Sade bir harpten muzaffer çıkmak bir milletin kurtuluşu demek değildir. Böyle bir hareket, sonsuzluğa çevrilmiş ve sonsuzluğa yönelten irade ile yapılmışsa kurtuluş getirir. Bazen esaret ve felaket dediğimiz hâllar, sonsuzluk iradesine teslimiyeti bize sağlayarak, bize hareket ahlâkını getirici oldukları takdirde, kurtarıcı oluyorlar. “Ölüden diriyi, diriden ölüyü” çıkaran kudret, sefaletlerimizden kurtuluşumuzu, bahtiyarlıklarımızdan ve en parlak emellerimizin gerçekleşmesinden de, gerçek musibetleri ve felaketlerimizin devasız olanlarını çıkartabiliyor.

Ancak şunu unutmayalım ki, felaketlerimizi kendimiz hazırlıyoruz. Harekete geçerken belli gayeler tasarlıyoruz ve hareketin bizzat kendisini bir vasıta halinde küçültüyoruz. Artık isterse davranışımız din için, devlet için veya ailemiz için olsun; bu Allah’ın unutulması demektir. Hareketlerimize Allah’ın iştiraki burada bitmiştir. Hesaplarımızı bu realitelerin en mahir muhasebe projeleri yapmasını bilenlerden öğrenerek yaptıktan sonra, ancak varacağımız muayyen gayeleri hedef tutarak yürütmeye başlıyoruz ve etraftan mahir bir kaptan arayıp buluyoruz.

“Bize kuvvet lazım, bu kaptan bu işi başaracak kadar kuvvetlidir” diyerek onunla yola çıkıyoruz. “Her harekette bir iman hareketi bulunduğunu” ve her hareketin sonsuzluğa doğru yöneltilmesi lüzumlu olduğunu unutarak bir müddet ilerledikten sonra fırtınaya tutulmamak ve gemiyi kayalara çarpmamak kabil midir?

Cemaat sevgisiyle dolup taşmayanın, servetinden cemaate hayır bekliyoruz. Ahlâksızdan ahlâk feyzi, fedakârlık nedir bilmeyenden Allah telkini, millet yerine ferdi varlığını heykelleştirme hırsında olandan cemiyete selamet müjdesi bekliyoruz, fertlerden ve zümrelerden…

İnsanına hareket ahlâkını aşılayamamış bir millet, hangi servetle ve hangi zaferlerle çılgınlaşmış olursa olsun, hakikatin ve hiç şaşmak bilmeyen gerçek akıbetlerin asla yanılmaz hakemliğiyle, mağluptur, perişandır ve şaşkındır. Böyle bir cemiyet fertlerinin hepsi de bedbaht, hepsi de muzdarip oldukları gibi, kâh bir vehimden zafer ifadesi çıkarırlar; kâh muzaffer olduklarına herkesten önce kendi hasta ve mefluç ruhlarını inandırmak için başkalarına saldırırlar. Kırarlar, devirirler. … Bir kere de sonsuzluğa götüren yol tıkandı mı şerirler, hakkı kollarıyla kararlarında, genç nesiller hayatın manasını zavallı bedenlerde, din satıcıları Allah’ı kendi seslerinde ararlar. Hoş veya boş vakit geçirmek emel olur.

Kaynak:

Nurettin Topçu-Yarınki Türkiye
Devamını Oku »

Çanakkale'yi niçin seçiyoruz?

 Çanakkale'yi niçin seçiyoruz?Otuzyedi sene evvelki hâtırayı bugün neden canlandırıyoruz? Aklide bir mâzinin yâdıdır diye mi? Türkün mazisinde anılmağa değer ne yüzlerce hâtıralar vardır! Bunların arasından Çanakkale'yi niçin seçiyoruz?

Çanakkale Türk'ün, en Allah’a yaklaştırıcı şehâdetle Ölmesini bildiği yerlerden biridir; Türk iradesinin ölümü yendiği zirvelerden biri olmuştur. Lâkin bundan ibaret değil. Çanakkale, Türk tarihinin, birçok tezleri içerisine alan muazzam bir dâvasının kazanıldığı mahkeme olmuştu, hâkimi, hâdiselerin sahibi olan İlâhî mahkeme. Biz bu tezleri tahlile çalışacağız.

Türk-lslâm kalesini yıkmak emeliyle, yedi asır üzerimize saldıran Haçlılar, hep Rumeli topraklarından geldiler. Orhan Bey ­den sonra ecdadımız, bu Haçlıları Rumeli'de durdurmak için, Bel­grat, Viyana kapılarında altı asır Türk kanı döktü. Nihayet Türklü­ğün demir kapısının Belgrat veya İşkodra da olmadığı anlaşıldı. I. Cihan Harbi, Türklüğün demir kilidinin Çanakkale olduğunu öğret­ti. Bundan sonra, millî vatanımızın bir ucunda Kars kalesi, şimal barbarlarının mezarı, öbür ucunda Çanakkale, garb barbarlığının boğulduğu yer olacaktı.

Malazgirt’ten Çanakkale’ye kadar Türk kızılelmaları, Bi­zans’tan sonra hep Rumeli’nin üzerinden uçuyor; Belgrat, Budin, Viyana, Roma, Ren şehirleri ve Paris burçlarına düşüyordu. Çanak­kale, imparatorluk dâvasına son verdiğimiz devirde, millî vatanımızın bir sınır burcu oldu. XX. asrın milliyet dâvasında alacağı yeri Anadolu çocuğunu gösteren işaret, Çanakkale'deki mehmetçiğin mezarıdır. Bu mezar, haritamızı çizen kalemin kefendeki al mürek­kebe batırıldığı başlangıç noktasıdır. Bu şehitlerle karşı karşıya uzanıp yatan Namık Kemâl, vatan yolunda ölmek için yetiştirdiği bu fedakar nesillerin ruhuna, gerçek vatanın neresi olduğunu, hudut taşlarını kemikleriyle sıralamak idealiyle beraber aşılamıştı. Malaz­girt Anadolu'nun bir ucu, Çanakkale öbür ucudur.

Çanakkalenin bir azameti daha var; acıklı, elemli bir azamet: Çanakkale, Mehmetçiğin yalnız başına savaştığı yerdir. Türk ordu­su, o zamana kadar hep hükümdarlarını ve padişahlarını başında bu­luyordu. Sefere meyus gitmiyordu. Yalnız olmadığından emindi. Al­parslan'ın veya Kanuni'nin arkasından, düğüne gider gibi muhare­beye koşuyordu. Harp, Türk için bir ziyafetti. Ölmek saadetti; yaşa­mak da şerefti: Her ikisi de gazilik; biri dünya, öbürü âhiret gazili­ği. Bir harpte şehitlik ideali, mest edici bir rüya, gazilik ise, gelecek bir harpte şehitliğin müjdecisi idi. Türk erleri, muharebeye girme­den önce, şehitlik müjdesi olan rüyalar görürlerdi. Bu millet, padi­şahlarını muharebe meydanında şehit vermiş olan bir millettir.

Çanakkale harbinde bu hal, büsbütün başkalaştı. Hepsi de Anadolu çocuklarından teşekkül eden Türk ordusunun başında, ar­tık hükümdarları yoktu. Başkumandan vekili, pâyitahttaentrikalariyle meşguldü. Ordunun yanına her gelişinde, gözü kapalı ölmeye memleket çocuklarının daha büyük kütlelerle sürülmelerini emre­diyordu. Lâkin Çanakkale'nin, herbiri bir kumandan mertebesinde savaşan kahramanları, bundan elem duymadılar, gerilemediler. Millet idealini mutlaka yaşatmaya azmetmiş insanlar gibi Ölmesini bildiler. Sanki herbirinin başında bir hükümdar, herbirinin yanında bir kumandan, herbirinin içinde bir millet vardı. Allah’la başbaşa kalan velîler, nasıl ki bütün varlıkla dolmuş olarak yaşarlarsa, meh-metçik de Çanakkale’de bütün milletin göğsiyle düşmanı karşıladı. Ordunun önünde sanki velîler sancak çektiler ve şehitleri Peygam­ber kucakladı.

 

Mehmetçik! Anadolu çocuğunun harpte aldığı ve Peygamber’inin adına redif olan bu büyük isim, bu harbin askerinin, ku­mandanının, hükümdarının ismidir, Malazgirt’te Alparslan, Haçlı­ları kıran Kılıçlarslan ve İngiliz Haçlıları önünde geçilmez sed olan Salâhaddin-i Eyyübl; Kosova’da Sultan Murat, Niğbolu’da Yıldırım Gazi; İstanbul kapılarında F'atih Sultan Mehmed, Çaldı­ran ’da Yavuz Selim, Pilevne’de Gazi Onman ne idiyse Çanakka­le’de mehmetçik odur. Tarihin büyük hükmü ve kalb sesinin müj­desi, Çanakkaledemehmetçiğin hükümdarlığını ilan etmiştir. O devrin sahipleri, artık millet mukaddenutının, tarihinin, vicdanının sahibi değildiler. Bu milletin manevî cephesini yıkma hareketine başlamışlardı. Hudutta mehmetçik ölürken, memleket içinde de onun vicdanına tecavüz başlıyordu. Mehmetçik, Batı barbarlariyle sınırlarda vuruşurken, pâyitahtla düşmanın mukaddesatına secde edenler vardı ve bu dâva istikbâli işaret ediyordu. Çanakkale’de ölen babaların ruhu, İstiklâl harbinde ölecek oğullarına mukaddes bir vasiyet bırakıyordu: “Büyük cihâdı milletin vicdanında yapma­yı unutma!”

Çanakkale’nin en büyük mânası, işte bu sonuncuda toplanı­yor. Zira Çanakkale, Alparslan’dan Mehmet Akif’e kadar, kimi kılıciyle, kimi feryâdiyle savaşan kahramanların ruhlarının birleştiği yerdir. Biz bu ruhun vârisleriyiz. Bu mirası muhafaza edebildik mi? Dâva bugün şiddet kazandı: Bu miras vardır veya yoktur dâvası. Benliğimizden ibaret olan bu mukaddes emaneti elimizden almak istiyenler millet huzurunda, millî vicdanın muhakemesiyle mah­kûm edilmişlerdir. Nasıl ki Alparslan’ı Allah’a kavuşturan bir Ma­lazgirt, Kılıçarslan’ınbinbirgazâsına ninniler söyleyen Orta Ana­dolu ovalan, Kızdırmaklar ve Ceyhan kıyılan, nasıl ki batı barbar­lığının karşısında İlâhî irade gibi yükselen Çanakkale ufukları im­ha edilemezse, yok edilemezse, bu gazâları yaratmış olan ve onlar­la hayat bulan milli mukaddesat da yok edilemez. Millî vicdan da imha edilemez. Bu vicdanın sahibi, hakkın sahibidir. Hak, yumruk­landıkça kuvvetlenir.

Çanakkale'de mertlikle muvaffak olamıyan düşman, sonra bedhahı taliinyardımiyle bu mukaddes vatana girdiği zaman, İstan­bul sokaklarında silâhsız halkı kırbaçladı; Şehzade karakolunda uyuyan masum askerlerimizi süngüledi; Yunan sürülerini hain Venizalos’un emrinde Anadolu’ya kışkırtıp sabanın arkasındaki alnı ter dolu köylüyü hançerletti, doğmayan çocukları anaların karnın­dan çıkarttı.

İçteki düşman başka türlü mü yaptı? Onun da, güneş altında gömmeye muvaffak olamadığı vicdanlarımıza karanlıklarda saldır­dığım bilmiyor muyuz? O da vicdanlarımızı her mecalsiz, her sa­hipsiz bulduğu anlarda ona çullanmasını bilmiştir. Senin ataların, Alparslan’lar, Yıldırım’lar, Gazi Osman’lar değildir, diyenler kim­dir? Tarihinin daha dün başladığını, şeklinin sana yakışmadığını, Haçlı çocuklarına benzemen lâzım geldiğini söyleyenler senin dostların mıdır? Orhan’ın kabrinden yükselen tekbir üzerinde hora tepenler senden değilseler, mabedini sana zindan yapanlar senden midirler? İnsanın, ruha zindan olan uzviyetini plâstik sanatın biri­cik modeli, sözde millî neşriyatın biricik sürücüsü yapanlar, Kosova’nın kahraman şehidi Murad’ın ölümüne vesile olan secde ile, Bağdat’ta Hallaç’ın kabri üstünde titreyen secdenin sahibi Nizâmülmülk’ün elbette çocukları değildi. Bunlar bu tarihin çocukları olsalardı, kalpleri bu ilhâm kaynakları sahnelere koşardı. Milleti­min musikîsine “pespâyemusikî” diyenler, İstanbul’un fethindeki tekbir seslerini Kostantin kadar bile duyamamış, kör ve yabancı gö­nüllerdir. Dost olan, sevgisi olan, toprağa düştü diye babasının kab­rini çiğnemez. Diz çöker, eğilir, gözyaşı döker ve el açar: Onunla birlikte ve onun yardımiyle Allah’a yükselmek için. Selâmet, ancak böyle bir yükselişte aranır. Ecdadı çökerten biz, ona hakaret eden de biz!

Biz demiyorum, hâşâ!, bizden görünenler. Düşmana bakın: Kendisini bizim yerimize koyuyor, bizi bertaraf ederek bizim kabu­ğumuza bürünüyor ve bizimle, bizim kabuğumuzun içinde mukad­desatımızı gömmeye yelteniyor. Ne müthiş tabiye!

Görüyorsunuz ki onun muvaffakiyeti; ancak bizim de kendi­mizi inkâr etmemizle kabildir. Kendimizi inkâr etmiyecegiz arka­daşlar, cihad varsa biz de varız. Bize içimizden saldıran bu son Haçlı lan da ezmesini bileceğiz.

Çanakkale'den kan ve ilhâm alan İstiklâl mücadelesi Erzu­rum'da hazırlanırken, merhum Süleyman Necati’nin ilkokulunda bir kız çocuğu, “Türk kızları da saçlarından kemend örmesini unut­mamışlardır” diye haykırmıştı. Kongrenin çocuklan, ancak bu imanla Ankara'ya koştular. Onlar pâyitahtta da Ali Şükrü’leri şehit verdiler. Lâkin imanlarını feda etmediler. Bu iman, bugün dimdik­tir; sizden cihad istiyor! Bu büyük milleti kurmuş olan tarih, bütün müesseselerinin, bütün yıkılan aşk ve iman mihraplarının yükseltil­mesi için, bizden kol, kalb ve kafa istemektedir. Bunlarda yapılacak bu cihad, irademiz ses verdiği anda başlamış demektir. Onun kendi dışında kumanda edicisi yoktur. Bize sinmede olduğunu hayranlık­la, vecd ile hissettiğimiz bu ilâhı iradenin emirleri, Malazgirt’ten Çanakkale’ye kadar dağlara, taşlara, dokuzyüz yıllık kaderimizin kitabına, vücudumuzdaki kan damarlarına, simâmıza ve sevgimize, ecdadın kemiklerine yazılmıştır. Türk çocuğu, senin mukaddes anıtların bu kemikleridir; elin kolun bu dağlar taşlar, vicdanın bu kitaptır. Onlarsız yürüyemezsin, onlarsız dileyemezsin.

Çanakkale, Türk çocuğuna cihâdın mektebi oldu. Ona kuman- dansız savaşmayı öğretti. Onda her asker bir kumandan gibi döğüştü: Hepsi iddiasız, hepsi fedaî, hepsi de isimsiz kumandanlar! Bu­gün medenî hayatta, ahlâk ve irfan sahasında açacağınız cihatta fü­tursuzca döğüşürken, hepiniz isimsiz, külfetsiz birer fedaî olmaya mecbursunuz. İçinizde, “ben yaptım, ben kazandım, ben kurtardım” diyecek olan varsa, biliniz ki varlığınızın asıl düşmanı odur.

Zira en büyük ve yenilmez düşman, bize en yakında olandır. Haçlılar, asır­lık hamlelerle muvaffak olamayınca, kendi saflariyle şekil değişti­rerek içimize girmişlerdi. Varoşlardaki muharebede de ümitsiz ka­lınca damarlarımıza girdiler; bizim zekâmızı, bizim düşüncemizi, bizim irademizi fethederek, bizi yeni kendi elimizle çürütmeye karar verdiler. Bu muharebe müthiştir. Bunda muvaffakiyetin biricik sim, kendimize gelmektir. Bu da birlik içinde kabildir. Birlik, hepi­mizden fedakârlıklar ister. İlk feda edeceğimiz şey, kendi nefsimiz, kendi zaaflarımızdır. Bu felâketten, benlik sefaletinden kurtulduğu­muz gün, bayrağa sarılan mukaddes kılıç, çekilmiş olacaktır. Bu kı­lıç, Alparslan’ın Malazgirt’teki hutbesinde, minberden harp sahne­sine doğrulttuğu, Kılıçarslan Gazi’nin hiçbir düşmana teslim olamıyan muazzez bedeniyle beraber Habur nehrinin derinliklerine dalan, Gazi Osman’ın düşman eliyle tutulamaz bir mukaddes varlık olan kılıcıdır.

Bu kılıçtaki yazıyı biz de okumasını biliyoruz. Çanakka­le'nin düşman toplarını çocuklarına ninni yapan nesil, bu cihadın sahibi olacaktır. Çanakkale’de parlayan ilhâm, Kars kapılarına ka­dar akisler yarattı. Biz bu ecdadın kılıcına and içtik: İnkılâp yapaca­ğız! Bu kılıcın hakkını korumak dâvası, bizden muazzam bir inkı­lâp istiyor. İnkılâp yapacağız! Bu kılıcın, arzın topraklarında oldu­ğu kadar insanların ruhunda çizdiği ideali neslimize ve gelecek ne­sillere öğreteceğiz. Bu kılıcın toprak ve kanla bulaştığı hâdiselerin, kendi tarihi, kendi geçmiş hayatı olduğunu anlatacağız. Bu milletin anladığı, sevdiği, yarattığı dilin kendi dili olduğunu söyleyeceğiz? Kendi öz benliğine hasret yaşamaktan onu kurtaracağız.

Kuvvet olmaktan korkmıyacağız. Ehveni değil, âlâyı seçmesi­ni, beşikteki çocuklara telkin edeceğiz. Ancak sizden, aşk ve feda­kârlık duygulariyle hareket bekliyoruz. Birlik içinde hareket istiyo­ruz. Sulh mağlûbiyettir! Hareketin mühleti ancak ölümdür.

Şu anda Malazgirt’teki gazilerin Allah adına and içtikleri min­berin önünde ve Allah’a yükselen ellerin üstünde, minberdeki yeşil perdenin, harp meydanlarından gelen rüzgârla kabardığını görür gi­biyim. İlmin, ahlâkın, milletin, dâvanın gazileri; gazânız mübarek olsun!

Komünizme karşı mücadele, sayı: 33, 11 Nisan 1952. Aynı dergi tarafından aynı yılda 3 sayfalık bir broşür olarak da yayımlandı.

Nurettin Topçu,Büyük Fetih
Devamını Oku »

Fatihler ve Zalimler

fatih-sultan-mehmed

Büyük fetihler, büyük irade hareketleridir, insanın gerçek de­ğerini teşkil eden sonsuzluğa yöneltilmiş irade, sonsuz fetihlerin ik­tidarına sahiptir. Hayati menfaatlere ve heveslerin emirlerine boyun eğen imansız irade ise, sonsuzluğu kaybetmiş, onunla rabıtayı kes­miştir. Dünya nimetlerine köle olur; menfaatlere esir, heveslere hiz­metkâr olur. Serveti, devleti, tahakkümü, zevklerle dolu gururu se­ver. Farkında olsun olmasın kendini müminlerin mürşidi sanar, kendi benliğine tapar.

İradenin böyle düşüş devirleri, milletlerin yıkılış devirleridir. İradenin iflâsı, insanın iflâsıdır. Böyle devirlerde yeryüzü zulüm ve yalanla dolar. Halkı kandırmak için kürsülerden müdahaneci ve gösterişçi nutuklar yükselir. Zümrelerin cebini dolduracak altınlar dağıtılır. Bir yanda zulüm ilerlerken öte yanda mazlumların haline deva olsun diye harekete geçenler, mazlumları da zalimlerin merte­besine yükseltici mağrur sesler çıkarırlar; mazlumlara müdahane sanatile omuzlarda taşınır, başların üstüne yükseltilirler. Bunlar da ötekiler kadar zalimdir. Ezilen iman safından yükselen gurur nara­ları kendilerine teselli oldukça zalimler kadar ve onlar gibi kuvvet­li olacaklarını, bir gün zalimlerin yerine geçebileceklerini düşüne­rek zulmü taklid ederler ve ilk fırsatta kendi etraflarında zulüm de­nemeleri yapmaktan çekinmezler. Kendi kazanç ve şöhret hırslan uğrunda halkı istismar edenler, halkı zalimlerin hizasına getirmek isterler. Zulmün dâvası, hakkın dâvası olur, Fatih, kendini kaybettiği anda zalim olur. Onun zalim olmamak için bir an bile kalbini kaybetmemesi lâzımdır. En büyük fetih esnasında irade sonsuzluk­ta rabıtasını kestiği anda en büyük musibeti doğurabilir. İşte İsken­der’lerin Sezarlar’ın, Cengiz’lerin fetihleriyle insanlığa getirdikle­ri felâketlerin sebebi budur.

Sonsuzluğun iradesinden ayrılmayan gerçek fatihler ise insan­lığa rahmet getirirler, İslâmın ruhunu, eserlerinde tanıtan vasıflardan birisi de fütuhatıdır. İnsanlığın tarihinde İslâm devletlerinin fütuha­tı gibi yayıldığı yerlere rahmet getirmiş, hakikaten kurtarıcı olmuş fetihler yoktur. İşte eski Asur ve Mısır orduları, İran ve Yunan harbleri, Hunlar ve Romalılar; işte Napolyon istilâları, İngilizlerin maz­lum milletlere saldırılan; işte varlıklariyle insanlığı ürperten Rusya ve Amerika. Bunların yaptığı fetihlerde ruhumuzun önderleri Halife Ömer’lerin, Büyük Muaviye’lerin, ulu atalarımız Fatih’lerin ve Ya­vuz’ların insanlığa rahmet getiren harblerindeki ruh ve dâva, onlar-daki kılıcı kullanan kalb kuvveti yoktur. Fethettikleri beldelerin hal­kını selâmetlere garkeden, ruhlar kurtaran müslüman orduları, kan dökücü değil, kalb kurtarıcı olmak dâvasiyle savaşmışlardır.

Midesine dolan nimetleri alkışlatmışlardır. Fatih Sultan Mehmed’in Bizans halkına bağışladığı hürriyeti, zamanımızın doğu demokrasileri, muazzam maaşlarına yan bakanlarmaktan başka irade kuvveti olmayan büyük, küçük bütün zâlimlerin karşısında gerçek fâtihler, hürriyeti alkışlata karşı bile yaşatmamaktadır. Gerçek hür­riyetin şartı, insana verilen değerdir. Kur’an’ın ve gerçek dindarlı­ğın ölçüsünü verdiği ve Allah tarafından takdir olunan bu insan de­ğeri, hepimizi eşit haklarla hürriyetlere sahip kılıcıdır. Cemaatin se­lâmeti endişesinden başka hiçbir şey hürriyetlerimizi sınırlandır­maya sebeb olamaz. Bu cemaatin içinde her ferdin hakkı bizden is­tenirken hepimiz aynı derecede âciz durumdayız. Zira hakka karşı koyulacak hiçbir haklı kuvvet olamaz. Hakka karşı gelen âsîdir, şa­kidir. İçimizden birinin hakkını ararken, herbirimiz hepimizden da­ha kuvvetliyiz.

Cemaat içinde mazlumların hakkını arayan bir ferde karşı kuv­vetin direnmesi, iktidar sahiplerinin yumruk kullanması ise zulüm­dür, şenaattir. Hakka karşı koyulan isyan ile hakkı koruyana yapı­lan zulmün ikisi de Allah’a kulluğun inkârıdır, ikisi de Allah’sız davranıştır. Haklarımızın hududunu kadar kimsenin dokunmaya hakkı olmayan hürriyetimiz, cemaatin haklarına tecavüz ettiği yer­de şiddetle karşılanır ve durdurulur. İşte insan hürriyetinin hakiki mahiyeti olan hürriyetle disiplin birbirinin öz kardeşidir. Hakka hürriyet bağışlayan fatihler, kalblerin fatihi oldular. Zülme sonsuz hürriyet sunanlarsa insanlığın gerçek düşmanlarıdır. Büyük çoğun­luğu teşkil eden bu sonuncular, sahip oldukları az veya çok kuvvet­le hodkâm ve hasis emelleri uğrunda haklan çiğnemekten usanmı­yorlar: Zümreci oluyor, zulmediyor; partici oluyor, zulmediyor; dinci geçiniyor, zulmediyor; zulüm ediyor; zulüm görüyor, zulüm ediyorlar.

Bugün Islâm’ın ufuklarını saran havada zulüm teneffüs edili­yor: Maddeyi temsil eden zümre zalim, “gençlik benim” diye hare­kete geçen kuvvet zalim, din uğruna mücahitlik yapar görünenler zâlim. Bütün bir riyayı kullanan ve sinsi kuvvet hazırlığı yapan sözde muhafazakâr zümre, komünizmin kullandığı bütün vasıtala­rın taklidini hazırlamaktadır. Sözde ruhçular, ruh dâvasının selâme­ti için maddecilerin silâhlarına sarılıyorlar: Cehalet, riyâ, sahtekâr­lık, sürü taassubu, hoyrat saldırma, gösteriş, propaganda, bunların hepsi maddeyi muzaffer kılmak için kullanılırken kendini ruhçu sa­yanların ruhun zaferi yolunda kullanmaktan çekinmedikleri vasıta­lar haline geldi. Bu hal, onların hezimeti ve dâvalarının iflâsı de­mektir. Ruh dâvası, bohça öpenlerle üstad övenlerin değil, insan oğluna Allah’ın kulu diye hörmet etmesini bilen, ilimle ahlâktan başka yol tanımayanların dâvasıdır.

Sahte Fâtih’lerin bir kısmı iştihaları fethederek insanlığa yara­nırlar. Halkın iştihalarına hürriyet sunar ve bilhassa ruhu zincirle­nerek iştahlan akim zincirlerinden boşanmış genç zümreleri minnettar bırakırlar. Bunlar zâlimlerdir. Bazıları ise insanların içinde gizlenen ve zorlandığı için yaşatamayan hırsları fethederler ve hırs­lara hürriyet bağışlamak için bağırırlar, tepinirler, yazarlar, saldırır­lar. Kendilerine idealist dedirten bu sahte mürşidler de evvelkiler kadar zâlimdir. Çünkü esir olan insanlara hürriyet sunmak idealiy­le ruhu ayaklar altına alırlar. Evvelkiler zulmü gerçek yapanlar, bunlar zulmü ideal edinenlerdir. Bütün halkı zâlim yapmak ide­aliyle hareket ederken her adımda kendi nefislerinden taşan zulmü yapmaktadırlar.

Zulüm bazı imtiyazlı ellerle yapılırken o kadar büyük, o kadar korkunç değildir, lâkin ufak ufak ufalanıp da bütün halkın eline ge­çerse pek tehlikeli, pek korkunç, pek müthiş bir şey olur. Ve böyle bir dünya, içerisinde yaşanamayacak kadar korkunç bir dünyadır.

Gerçek fatihler nefislerinin ve halkın nefsaniyetinin takdisine hizmetkâr olmadılar. Zümrelerin menfaatini yumruklaştırıp karşı zümrelere saldırtmadılar. Sultan Mehmed Han’ın, fetihten sonra Bizans’ın Rum halkına galip ve muzaffer müminlerle aynı muame­leyi yapması, onlara eşit haklar tanıması ve gönüller sultanının kalbleri fethederken meyus kalblere bazı imtiyazlar bağışlamasın­dan bize gelecek ders, mâzimizin sunduğu hikmet ve hakkın gerçek yolu olmalıydı. Öyle iken onun âdil ve otoriteli devlet anlayışı, onun gönüller fetheden kalb dâvası, devlet iradesi önünde, vezirle­ri ve kıralları dize getiren hak mefkuresi, büyük fethe hazırlanırken kumandanlardan önce şeyhine danışan Allah idealizmi çoktan unu­tuldu. Onun insanlığa şeref olan büyük mirasından; asırlar geçtik­ten sonra bize yalnız bu şehrin yaşattığı bir tabiat harikası kaldı. Geriledik, çok geriledik. Bir kısmımız bu gerileyişten meyus ve hüsran içinde bunalmış olarak düşman iradelere, düşman ruhlarına sığınıyor; esareti süslüyor, garblılaşma diyor, garp dillerinde yapı­lan öğretim diyor, garp sanayii diyor, garp terbiyesi diyor. Bu da az gelince esaret solcu dâva ile besleniyor, siyonizmin insan haklan maskesine bürünüyor.

Diğerleri ise bu soysuzlaşmaya karşı sanki cidal açarak gerilere, daima daha gerilere çekiliyorlar. İnsanlığın en geri sınıflarına sı­ğınarak orada buldukları cehaletle taassubu, soysuzlaşmaktan ko­runmanın çaresi sanıyorlar. Geri ley işlerinde kullandıkları iptidai gurur bunları acınacak hale koymakta ve zaman zaman zâlimyap­maktadır.

Bir taraf, geri saflarda kalmamak, aşağılık duygularından ken­dini kurtarmak için düşmana iltica ederken öbür taraf geriliğinde selâmet arıyor; hurafelerin ilmini, riyânın sanatım ve taassubun ah­lâkını yaymaya çalışıyor. İki taraf da hüsrandadır; her ikisi de mağ­lûptur. Atamız Fâtih'lerin vaktiyle bizi ulaştırdıkları saflarda ger­çek yerimizi almak için her iki tarafın sürüklediği uçurumdan ko­runmamız lâzım geliyor. Ancak o zaman yeni hayatın gerektirdiği yeni fetihler bize de müyesser olacaktır.

Tohum, 11/20, Mayıs 1965.

Nurettin Topçu,Büyük Fetih
Devamını Oku »

Feth'in 7 Harikası

Feth'in 7 HarikasıBüyük fethin siyasi değerinin altında barınan derin manasının yani hikmetinin (sagesse) yanında, dış manzarası cidden küçük 'ka­lıyor. İstanbul alınmış, Bizans’ın baş tacı olan belde Türkleştirilmiş, Asya’dan kopup gelen bir millet Avrupa’nın büyük kapısının bekçi­liğini ele geçirmiş. Islâm medeniyeti. Hıristiyan dünyasile karşı kar­şıya gelmiş, tarihte yeni bir devir başlamış, bütün bunlar, bu zafer­ler ve bu inkılâplar fethin ruh dünyasında yarattığı harikaların ya­nında sönük kalmaktadır. Ruhlardaki inkılâp, fethin asıl hikmetini teşkil ediyor. Zira bu inkılâbın kahramanı, sadece kılıçların fatihi değildir; o ilimle, imanile dimağların ve kalplerin fatihi olmuştur.

Fatih’in en büyük eseri olan ruhlardaki bu inkılâp, henüz safi­yeti bozulmamış bir ırkı sonsuzluğa yönelten ruh kudretlerinin hep­sini getirdi. Milletimizi sayısız ruhî servetlerin varisi yaptı. Ruhla­rın tarihindeki seyri değiştirdi. Biz fethin getirdiği harikalardan ye­di tanesini kaydedeceğiz:

Fethin ilk ve en büyük eseri bir iman harikası oluşudur. Yirmiiki yaşındaki gencin kıtaların kilidini açma karan, bu dev irade­si, Akşemseddin’in istihare denilen Allah’a danışmasından işaret alıyor. Allah izni alındıktan sonra ne şüphe kalıyor, ne bir an tered­düt; ne yeis, ne de korku. O artık dünyalardan da kuvvetlidir. İstan­bul alınacaktır, mutlaka alınacaktır. Çünkü Allah’tan müjde gönde­rilmiştir. İman kuvveti tamam olunca gemiler dağlardan aşırılır, et ve kemikten bedenler akan ateşlere meydan okurlar. Bu hâdisede Cebrail’in yerinde Akşemseddin’igörüyoruz.

Büyük fetihle kuruluşu tamamlanan yeni devletin felsefe te­meli ruhçulukdur (spiritualisme). Orta Asya’dan Anadolu kıyıları­na kadar akıp gelen istilâcı realizm, Malazgirt kapılarında idealiz­me yerini terketti. Kesilen kafalarla kule yapma hırsı, gönüller sul­tanı Alparslan’da yerini kazanılan kalplerden kale yapma aşkına bı­raktı. İslâm idealizmi, Asya'nın putperest realizmine galebe çaldı. Bu zamana kadar göğüslerinde hançerden başka bir şey taşımayan­lar, Anadolu’ya ayak bastıktan sonra kılıcı da kalplerin futühatı için vasıta olarak kullandılar. İslâm spirtualizmini, birkaç sarsıntı devri­nin üstünden sıçrayarak, tıpkı Peygamber’in getirdiği ruhla, Osmanoğullarını yeniden yaşattılar.

Fetih, doğunun büyük beldesinde yapılacak rönesansın ka­pısı olacaktı. Fatih Mehmet, buradan Asya’ya bir aydınlık asrı ge­tirebilecek insandı. Yüksek âlim şahsiyeti, yaratıcı dehasile ilimler­de ve san’atlarda batıdaki rönesansın öncü hamlesini Peygamber’in övdüğü bu şehirden başlatabilirdi. Molla Hüsrev’lerin, Molla Zey­rek’ lerin, Hocazâde’lerin eliyle Fatih külliyesini Bizans’ta ilk İs­lâm üniversitesi olarak açan Padişah, mütefekkirler arasında yaptır­dığı İlmî münakaşalarla işe başlamıştı. Bunlardan Molla Zeyrek’ le Hocazâde arasında kendi tertiplediği Tehafüt münakaşası bir hafta sürdü. Bizzat kendisinin takip ettiği bu münakaşayı, filozoflara kar­şı îmamı Gazali’yi iltizam eden Hocazâde kazandı. Fikir hürriyeti­nin kudretli koruyucusu, Hocazâde’yi takdir etti ve bu fikirlerini bir eser halinde neşretmesini söyledi.

Topkapı Sarayı’ndan başlıyarak Türk dünyasının İstan­bul’da yeni bir san’at idealine kavuşacağını müjdeleyen rönesans sultanı batıdan MastoriParli, Matheos Bellini gibi şöhretli sanat­kârları getirtti. Cem Sultan babasına varis olsaydı, Sinan asrına ba­samak olması lâzım gelen bu hazırlık devri, Türk-Islâm dünyasının Giotto’larını, Mazoccis’leriniAndrea del Sarto’larını yetiştirebilir­di. O zaman bunlarla Leonardo de Vinci’ler, Michel-Ange’in doğu­daki muhteşem rakibi Sinan’a el vereceklerdi.

Hüdavendigâr’la Yıldırımlar’ın başlatığı Anadolu’nun millî birlik dâvası, Fatih’in kabzasına Allah adı yazılı kılıncile tamam­landı. Sonraki asırların her taraftan yıkıp da viran ettiği Anadolu milli birliği, doğunun bu rönesansasnnda bir olan Allah idealine bağlı İslâm spirtualizminin temelleri üstüne kuruldu. Birliğin mu­hafazasına muktedir, otoriteli devlet prensibi, bütün ruhî ve ahlâkî zaafların sığınağı olan Yahudi rejimlerine yerini terkedinceye ka­dar, cihan tarihinin en büyük Türk-İslâm devleti Anadolu’da hâkim yaşadı. Ancak aklın otoritesi yerini içgüdülerin hürriyetine bırak­maya mecbur olduğu zaman Ulu Devlet parçalanacaktır.

Manevî iktidarın önünde eğilen Fatih, maddî kudretlerin hep­sine diz çöktürmenin halkı Hakk’a götürecek tek yol olduğunu ilimle, imanile kavrayan bir devlet dahisi idi. Bu görüşe sahip ol­mayan oğlu Beyazıd’ın ahlâkî şahsiyeti dahi devlette ilk tehlike be­lirtilerini yok edemezdi. İslâm dünyasının masonları demek olan Şiilere karşı Yavuz Selim imdada yetişmeseydi, Anadolu Türkü İs­lâm idealizmini Avrupa’nın ortasına kadar götüremiyecekti. İlk ça­ğın Yunan dünyasını yıkıp çökerten ayağa düşürülmüş iktidar ideal olduğu zaman, hak ve adalet prensiplerini okuyan Yıldırım’larla Fatih’lerin, Yavuz’ların güneş devleti hırsların oyuncağı olacaktı.

Yeni Türk devletinin temeli adaletti. Ahlâk idealinin usan­maz hizmetkârı olan bir hanedanın, bütün mânasile büyük olan bir sülâlenin cihan tarihine yeni bir devir açan çocuğu, fethettiği şeh­rin yeni açılan külliyesinde, bu külliyenin müderrisleri talimata uy­gun bulmayarak reddettikleri için, kendisine şerefe bahşişi diye is­tediği bir küçük odaya bile sahip olamamıştı. Vazifesini suistimal ettiği için kolunu kestirdiği bir Rum duvarcı tarafından hakkında dâva açılarak hâkim huzurunda alelâde bir fert gibi ayni ceza ile hükümlenen Hükümdar, cihad yolunda Hulagü’leri değil, en büyük Islâm idealisti Ömeru’l-Faruk’u kendisine örnek almıştı, işte bu adalet iktidarı, Rum cemaatinin kendileri için ayrı mahkeme kurul­ması hususundaki isteklerini, Fatih’in hâkimlerini dinledikten son­ra, yine kendilerine geri aldırttı. Bu, adaletin Hattâbın oğlundan beri görülmemiş zaferiydi.

II. Murad’ın oğlunun kalbinden taşarak siyasî dehasile bir­leşen affu rahmet, fethin en emin bekçisi oldu. Bu şehir Hatemü’l- Enbiya’nın ruhundun kopup gelen affu rahmetle dolup taşmadan tam mânasileTürk’ün olamazdı. Ayasofya'nın kubbesinin üstüne konulan Bizans kızıl elması rahmet nurile aydınlanmadan ebedî ka­lamazdı. Genç Fatih’in kalbi kadar büyük dehası, mağrur ve mağ­lup Bizans’ın halkını kayıtsız şartsız affetmekle kalplerin fatihi ol­du. Batan medeniyet merkezinin perişan halkına tam hürriyet, tam huzur, tam selâmet sundu. Onlara her hususta serbest olduklarını, hattâ isterlerse camilerimizin duvarına bitişik kilise yaptırabilecek­lerini ilân etti. Bu hareket ile,kendisini öven büyük Peygamberin izinden yürüyordu. O Peygamber ki Mekke’yi fethettikten sonra İlâhî beldenin valiliğini, biraz önce kendisine diş bileyen Attâb İbni Esid’e vermişti, bu kalp harikasının meftunu olan II. Mehmet de, Hz. Muhammed gibi davranırken Peygamberinin yolunda yürüdü­ğünü isbat ediyordu. Kalbin harikası eseri ebedileştirdi. Fetihten sonra Bizans’tan Türkleri atmak gayretile Avrupa’da büyük bir haç­lı ordusu hazırlanıyordu. Onu Bizans’ın Fatih’i mi karşılayacaktı. Hâdise, kalpler Fatih’inin kalbine kâbus mu çöktürecekti. Hayır. Allah’ın evini koruma işini sahibine bırakan Peygamber ceddi gibi, fetholunan beldenin korunmasını da o, gerçek sahibine bıraktı. Haçlı hazırlığından Bizans halkı telâşlandı. Paris’e gönderilen pis­koposlar, orada hazırlanan yeni haçlı ordusunun önüne durdular. “Hayır, hıristiyan kardeşlerimiz” dediler, “bizi kurtarmağa gelme­yin. Biz Türk hükümdarı ile pek iyi anlaştık, sizi istemiyoruz.”

İşte fethin yedi harikası bunlardır. Hepsinde ebedî olmak iste­yen insan iradesi sonsuzluğa uzanmaktadır. Hepsinde “insanla Al­lah’ın terkibi olan hareket” insanüstü bir âleme uzanıyor. Bu yedi harikadan, daha yedi asır geçmeden elimizde kalan, sadece bu şeh­rin sakladığı bir tabiat harikasıdır.

 

Nurettin Topçu,Büyük Fetih
Devamını Oku »