Bize Bir Fetih Lâzım !

Bize Bir Fetih Lâzım !

Bize bir fetih lâzım... Bu fetih ebedî olacak... Ruhlarımızda yapılacak. Bu fetih, kılıçlarınki kadar kolay değil, sahte şereflerin- ki gibi hayâli değil, ihtiraslarınki gibi süfli değil.

Bu fetih, gönülleriyle mazinin en derin tabakalarına bağlanan ve dallarında bütün güzel meyvaları veren hayat ağacının, daima yaratıcılıkla ileriye doğru hamle yapmasıdır. Bu fetih, yeryüzünde büyük sırrın müjdesine eren ruhun sonsuzluktaki visale atılmasıdır. Bu fetih ilimle, imanla, irade hareketleriyle ve rönesanslarla yüklü yeni bir ruh dünyasının fethidir. Durup dinlenmeden hohlanan, bu fethi yapamıyacak. Bu fetih, sizden, çok fedakârlık istiyor;

Eğer vatan toprağına, insan ruhunu doldurarak, etrafımızda ruhlardan bir ülke yaratabilirseniz,

Şu arık, çorak topraktan başlayarak, tabiatın her zerresine ru­hunuzu karıştırıp sizi âlemle birleştirecek sevgi iktidarına sahip olabilirseniz,

Eğer eşyadaki çokluğun ruhlarınızdaki birliğe götürücü bir ba­samak olduğunu kabul ediyorsanız. Ve kin ile ithamlarınızı içinizde­ki aşk ateşinde eriterek çoklukta birliğin sevgisine ulaşabilirseniz, Eğer hayatı sevdiğiniz kadar, bazan ondan da çok, hakikatleri sevecekseniz ve ebedî hayatın içinde uykunun bir vehim, ölümü­nün muvakkat bir dinlenme olduğuna inanarak, idealin her ânına bir ebediyet ihtirası sığdırabilirseniz, kâinattaki nizâma benzer bir nizâmı ruhunuzda kurmaya ve kudretiniz varsa, ibadetlerini alış ve­riş olmaktan çıkararak, alış verişlerinizi de ibadet haline koyabildinizse, bütün ruh ve beden kuvvetlerinizi bir İlâhî emir yolunda se­ferber edebildinizse,

Eğer başkalarına yaptığınız iyilikten kimseye minnet yüklemi­yor ve eserinizi hiç karşılık beklemeden İlâhi bir fezaya bırakmak­ta insanlığınızın cevherini arayabilirseniz,

Eğer kinleri terk etmede zevk ve aşk bularak düşmanlarınızı, onları kurtarmak karşılığında bağışlıyor ve her fenalıktan kendini­zi mesul tutabiliyorsanız ve insanlara temasınızda, Kur'an’a temas halindeki, hörmet ve vecdi bulabildinizse,

Eğer dünyaya gelmede nefsiniz için hiçbir fayda, bir huzur, bir kerâmet aramıyarak yalnız bir vazifeyi yapmak için, zaruri feda olan ölümden önce kendi iradenizle yine kendi varlığınızı hakikat­lere her gün feda etmek için yaşadığınızın idrâkine sahipseniz ve bu zevkle yaşayabiliyorsanız,

İnsanların zaafında teselli, felâketlerinde kendinize sığınak aramayıp cemaatın önünde boynu bağlı kurban gibi hayata karşı yürüyecek cesaretiniz varsa,

Eğer sizi sopa ve silâhla ezmek isteyenlere siz hürmet ve sev­gi ile uzanmakta ruh selâmeti ve hak dâvası olduğuna inanıyorsanız böylece davranacaksanız,

Vücudunuzun ve ruhunuzun en derinlerine kadar indirilen dar­beler, sizde sadece Hakk’a şükür, hilkate itaat ve kadere teslim ol­ma iradesini artırıyorsa,

Yeryüzünde size yapılan fenalıklarda bir beis görmüyor, belki bunun günahlarınızın kefareti olduğuna inanıyorsanız,

Eğer zaman kâbusundan sıyrılarak hayattan hoşlandığınız gibi ölümü karşılayabilir, dostluklardan zevk aldığınız hal ile düşman­larınıza uzanabilirseniz,

Dünyanın nimetleri gibi felâketlerinin de yalnız ve yalnız ru­hunuzdaki olgunlaşmayı hazırlayan birer vasıtadan ibaret olduğunu anladınızsa,

Eğer kendinize çevrildiğiniz zaman onda hem bir veli, hem bir şerir, hem herşeyi, hem hiçliği görebilirseniz ve varlığınızın, küllî olan kâinatın varlığına aid, zahirde ondan ayrılmış bir parça, bir emanet olduğunu ilham ile idrâk ettinizse,

Eğer bütün bu meziyetlerin ruhlarınıza bağışladığı hürriyetle harekete geçecekseniz, ben de sizi, İstanbul'u fethetmeden önce Akşemseddin’e danışan büyük atamız Fatih'in, ilme hürmetten başka bir şey olmayan sualine hocasının verdiği, atamız Fatih’in ruhunu şadedecek muhteşem cevab ile tebşir ederim: Fetih müyesserdir!

 

29,5.1958’de Milliyetçiler Demeği’nin Fetih toplantısında yapılan konuşma; BF/l, 2

 

Nurettin Topçu,Büyük Fetih
Devamını Oku »

Zulüm ve Düşman

Zulüm, insanın bilerek, isteyerek başkasının ruh ve bedenine acı yapmasıdır. Merhametsiz kalplerde gelişir. Kaynağı ise hırs, ha­set, kin ve menfaat duygusu gibi bütün hayvanî ihtiraslardır İnsan­lığın tarihi, büyük zalimlerin binlerce ürpertici tablosunu ortaya ko­yuyor. Ancak zulüm denen canavarı büyük kuvvet ve devlet sahip­lerinin varlığında tanımak, kendimizi aldatmak olur. Gerçekte hepi­mizin etrafı halka halka zalimlerle çevrilmiş bulunuyor.

Sade Neron zalim değil, baba mirasının bütününü eline geçirmek için tuzak kuran kardeş de zalimdir. Yalnız devlet zalim değil, hayatı karartan kadın da zalimdir. İsa peygambere ihanet edip Romalılara bildiren Yehuda kadar, belki ondan fazla günahsız gönülleri her gün zehir­leyen yayınlar, gazeteler ve radyolarla televizyonlar da zalimdir. Bizi yakından kuşatan bu zalimler, insanlığın tarihini çerçeveleyen ünlü ve büyük zalimlerden yüz defa daha tehlikeli, çok daha zarar­lıdırlar. Bedene duyurulan acılara vahşet ve işkence denilse bile, asıl ruha yapılan baskılarla, onu karartıp çökerten ve ondaki sevgi ile huzuru yokeden şiddetlere zulüm demek doğru olur. Bizi en ya­kından çevirip ruhumuzun derinlerine saplanan zulümler, dostun, evlâdın ve kardeşin yaptıklarıdır. Ruhumuzun derinlerinde bizim de farkında olmadan kendimize yaptığımız zulümse, kurtulamadı­ğımız hasetten, kalbimizi parça parça bölen fitneden, aklımızı san­ki zehirli bir rüzgârla bizden uzaklaştıran harslardan doğmuş olanı­dır

Zulmü yaratan, sevgisizliktir. Sevmeyen insan, her zaman ca­navarlığını yapabilen zalim bir varlıktır. Aşkın meyvesi ise, âlemleri doldurup taşmak isteyen merhamettir. Aşkı olmayan, varlığa düşmandır. Dünyamızı huzursuz, hayatı çekilmez yapanlar, bu düş- inanlardır. Düşman her yerde bulunur. Evimizde, etrafımızda, bü­yüklerimizin olduğu kadar küçüklerimizin arasında, hattâ mabetle bile düşmanlar doludur. Medeniyet, kılıcın düşmanlığını menfaat alışverişiyle maskelemiş bulunuyor. Bu sonuncusu, evvelkinden farklı olarak riyakârlıkla, sahtekârlıkla örtülüdür. Sevgiye dayan­mayan aile bir musibet olduğu gibi, sevgisiz çalışma çekilmez bir belâdır. Büyük sanayi işçisiyle işvereni arasındaki münasebet, mer­hamet ve sevginin temellerine dayanmadıkça bu iki sınıfın birbiri­ne düşmanlığı, her türlü refah imkânlarına rağmen daima artacak ve her zaman sınıf düşmanlığı dâvası olan komünizm kuvvet kaza­nacaktın Bu kuvvet, sonunda düşmanlığın en şiddetli yarışması olan harbi mutlaka doğuracaktır.

Sevgiyle idare etmeyen âmir ve idareci de, idare ettiği insanla­rın hayatına zehirler saçarak er geç nefretin çukurunda boğulmaya mahkûmdur. Yeryüzünün gerçek fatihleri kalpleri kazananlardır.

Kaynak:

Nurettin Topçu-Kültür ve Medeniyet

 
Devamını Oku »

Ahlaki Değerler

Hangi kaynaktan çıkarsa çıksın, bütün değerler mutlaka bir inanca bağlanırlar. Bu inanç, dinde kutsallık duygusudur. Ahlâkta iyilik idealine bağlanmaktır. İnsanda iyilik iradesinin varlığına inanmadıkça ahlâkî değer hükümleri ortaya koymak imkânsızdır. İyiliğin varlığı ise bir gerçeğin ifadesi değildir, bir inanç olayıdır.

Her alanda olduğu gibi ahlâkta da insanlığın ilerleyişi ile beraber değer hükümleri çoğalıyor. İnsanlığın ilerlemesi, ortaya koyduğu değer hükümlerini artırması demektir. Eski Roma’da hukukî değerler, Rönesansda sanat değerleri, İslâmın doğuş devri ile Osmanlılarda ahlâkî değerler içerisinde doğdukları cemiyet­lerin ruhunu doldurmuştu. Bu toplumların fertlerine mutluluk getirmişti. Batının romantizmini insanlığın altın devri yapan onun, sanat ve ahlâk değerlerini birlikte yaşatan özü olmuştur. Değerlerini çürüten ve deviren cemiyet, yıkım halinde bir cemi­yettir, kapıları anarşiye açıktır.

Ahlâk değerleri, evrensel olarak kabul edilen birtakım ilkelerden çıkarılır. Bu ilkeler, her biri bir ahlâkçı tarafından ahlâkî haki­kat diye ileri sürülen adalet, merhamet, ödev... gibi temel fikirler­dir. Meselâ adalet ahlâkına bağlananlar, çeşitli alanlarda, ailede, millet ve insanlık içinde adaletin uygulanmalarından değerler çıkarırlar. Bu temel fikirlerin çokluğu gösteriyor ki bunlardan birini hakikat diye tanımak zorunlu değildir. Herkes doğru buldu­ğu birini benimseyebilir. Adaletin veya merhametin ahlâklılığın temeli olduğuna inananlar vardır. Ancak bu ilkeler matematik teoremler gibi ispatlanamazlar ama doğruluklarından şüphe edilmeyen hakikatlardır. Böyle olmakla beraber ahlâk ilkelerinin keyfi olarak ortaya koyulduklarını söylemek doğru olmaz. Onlar, fertlerin ve insanlığın bugüne kadar yaptığı denemelerin eseridir­ler.

Ahlâkın hakikati arında aklın kontrol ve tenkidine büyük yer verilmekle beraber burada aklın araştırması yetmiyor, ahlâk ola­yım kendimizin yaşamamız lâzımdır. Esasen akıl bize gerçeği yani ancak var olanı tanıtır, olması isteneni, yani ideali tanıtamaz. Var olandan, var kılınması istenen çıkarılmaz. Bunun için iradenin de harekete geçmesi lâzım geliyor. Eflatuncun dediği gibi “hakikata bütün ruhla gidilir”. Ahlâk ilkelerinin ortaya konmasında zekânın olduğu kadar kalb ve iradenin de rolü bulunmaktadır.

Kaynak:

Nurettin Topçu-Ahlak
Devamını Oku »

Utanma ve Haya

Utanma veya haya duygusuna gelince, bu duygu hem izzeti­-nefsin hem de şeref ve haysiyetin bizdeki bekçisidir. Onunla hem kendi izzetinefsimizi koruruz, hem de başkalarının izzetinefsine saygı duyarız. İnsanlara sevgimiz yüzünden onların şeref duygu­larını da incitmekten utanırız. Utanmayan, hem sevgisi, hem de insanlık değeri olmayan kişidir.

İnsanın sahip olduğu değerler ruh yapısına bağlandıkların­dan, temelde öbür hayvanlardan farklı beden yapısı bulunmayan insan, kendi ruhunu vücuduna üstün tutar ve insan olarak ruhu­na bağlandığım göstermek ister. Bunun için, ilkel toplumlardan medeni toplumlara doğru ilerledikçe insanların vücutlarını elbise ile örtmeleri âdet olmuş ve bu hal medeniyetler ilerledikçe daha güzel ve daha tam şekiller almıştır. İnsanda hayvanlarla ortaklaşa olan bazı hayatî görevlerin gizlenmesi ve ahlâk kaidelerine bağlan­ması, edep veya iffet duygusunu meydana getirmiştir. Utanma ve edep duyguları zayıflayanlar, ruhlarında değerler aramaktan çok kendi beden yapılarında hayvanlarla ortaklaşa değerler araştırırlar ve başkalarının ruh değerlerini de kolayca çiğnerler. Onların tam tersine büyük denen insanlar, ruhlarındaki yüksekliğe tırmanmak için, bir vücuda sahip olduklarını bile bazen unuturlar. En çok utanmasını bilen, kendi ruhuna en fazla saygı duyan insandır.

Kaynak:

Nurettin Topçu-Ahlak
Devamını Oku »

Ahlâklılığın ilk şartı

Ahlâklılığın ilk şartı, temeli, insanın herşeyden ve dünyalardan değerli, hörmete lâyık olduğunu kabul etmektir, insan, insanlık düşmanı olmadıkça bu değerini muhafaza eder. İnsana dokunulmaz, hürriyetlerine el sürülmez. Hakaret köpeğe yapılır. Tezyif maymuna yaraşır. Hiddet, hak ve adalet talebinden ileri giderse bizzat kendisi haksızlıktır, hakarettir. İnsana tahakküm edilmez, insan esir edilmez. İnsana zulüm edilmez; insan istismar edilmez; insana emredilmez; insan çekiştirilmez; insana küçümsemeyle yaklaşılmaz, insan takip edilmez. Bunların hepsi zulümdür, haksızlıktır, ahlâksızlıktır.


İnsanın bu ulvî manzarası, Hallac-ı Mansur’un, çarmıha gerilmiş vücudunu taşlıyan halkı sakin sakin seyrettiği halde, kendisine bir gül fırlatıp atan tek dostu Hamd’e dönüp ağlarken söylediği şu sözleri düşündürüyor: “Beni taşlıyan bu halk, ne yaptığını bilmiyor. Onların zulmünden azap duymuyorum ama sen bilmeliydin ki bu vücuda bir gül dahi atılamazdı!" İnsanın kıymetini bilen onun vaktine, huzuruna da hörmet eder. Herbirisinin canı sıkılınca öbürüsünün kapısını çalan bir cemaatin birbirine hürmeti 
nasıl kabul edilir? Edilmez; çünkü bu şekilde her insanın diğerlerinin oyuncağı olarak tanınmaktadır.


Batılı, çocuktan başlayarak insana hörrmet eder,kıymet verir. Orada insanla değerlerine bağlılığın en esaslı şartı olan ferdin bütün hürriyetlerine hörmet prensibi, milletler kadar kuvvetli temellere dayanmaktadır. Aşkın ve dinin bulunduğu yerde insan pek büyük bir varlıktır. O rastgele ne otoritelerin ithamına hedef yapılabilir: ne de her fırsatta azaba, cehenneme, gayyaya sürüklenir.


İnsanlık cevherimize yakışmayan herşey bize zulümdür. Stadyumda hırsı yüzünden adam öldüren ve Romalı gladyatörü düşündüren vahşet hareketinden tutunuz da makinenin üstümüze saldıran ve şuursuz ihtiraslarımızla birleşerek ruhumuzu perişan eden tahakkümüne kadar genç şuurları emelsiz ve idealsiz bırakan mesuliyetsizliğimizden ızdırapsız menfaat ve kinle dolu bütün davranışlarımıza kadar hepsi insanlığa zulümdür, öyle din adamları görüldü ki zulümle, işkence ile öldürülürlerken bile rüzgârı incitmekten, ona olsun zulmetmekten korkarak, kırbaç ve dipçik altında yüzlerindeki tebessümü son nefeslerine kadar muhafaza ettiler. Bunlar ibadet etmesini bilen din adamlarıydı, insanın eşrefi mahlûkat olduğunu tanıyan bir dinin sözde mümessilleri ise, çok kere insanı küçük düşürmek ve insanın insanlığını çiğnemek için, otorite, gurur ve kin dâvalarıyla boğuşmuşlardır.


“ O bilmez ben bilirim, filan kitapta okudum. Versin bakalım cevabını... gibi sefalet üslûbu ile insanlığın bayağı tabakalarından sesler veren zümreye din adamı demek ve bunların arkasından şuurlu bir cemaatin selâmete doğru yol alacağını ummak bir hata değilse bile herhalde bir vehim mahsulüdür. Bizim yapacağımız ilk iş;Batı nın âşıkı değil insan ruhunun aşıkı olacak bir zümre yetiştirmektir.



Kaynak:


Nurettin Topçu-Yarınki Türkiye

Devamını Oku »

Ahlâkta Yıkılışımız

Anadolu’da dokuz yüzyıl gelişen Türkçemizi elli yılda kısır ve cılız bir kabile dili haline koyan suikastın, hem millet kalbine batırılmış hançer, hem de edebiyat kapısına vurulmuş kilit olduğunu görmeyenler, Türk milletini sevmemiş olanlardır.” Onlar Türk milliyetçiliğini bin yıl geriye götürdüler. Bu gidişle şimdi Fuzuliyi anlamayan gençliğin arkasından yakın gelecekte Ömer Sey­fettin'i ve Yunus u da anlamayan nesiller gelecektir. O zaman Türk milliyetçiliği sadece bir tarih ve bir hatıra olacak, Türk ruhu rüya­ların destanı halinde kalacaktır.

Ahlâkta yıkılışımız tarihimizi inkârla başlıyor. Çünkü tarihte atalarımız yaşatılmaktadır. Onlarca sayısız hörmet kalesi ile çevril­mişlerdir. Sevgiden ayrılmayan hürmet, ahlâkımızın temelidir. Hör­met hayatın her sahasında, ailede« okulda, alış-veriş yerinde, gaze­tede, siyasette, sanatta ve dinde yaşatılır. Halk yayınlarının cinsiyet rahnelerini her gün. her akşam, büyüklerinin yanında seyreden ço­cuğun kafasında hörmet kavramı kalır mı? Bakışlarında büyüklük mânası barınır mı? Talihini dosdoğru okuyamayan Türk genci, gerçek atası Fatih'ın hocası ile camide bile karşılaşsa ayağa kalktığını nereden bilsin? Büyük mutasavvıf Molla Cami atına binerken, âlim hükümdar Hüseyin Bay karanın atının yularını ve onun şair veziri Ali Şir Nevai’nın de üzengisini tuttuklarını bilmeyen Türk genci in­sandaki büyüklüklere hürmetin değerini nereden öğrensin ?

Kaynak:

Nurettin Topçu-Kültür ve Medeniyet
Devamını Oku »

Karakter Sahibi Olmak

Karakter Sahibi Olmak'Düşünen ve hakikati arayan her insanın gayesi, dengeli karakter sahibi olmaya çalışmaktadır. Karakterin, şahsiyetimizin davranışlarımızda gözükmesi olduğunu söyledik. Şahsiyet, istenildiği gibi değiştirilemeyeceğine göre, karakterin de kolayca değiştirilemeyeceği anlaşılır. Ancak insan, kendi karakterini iste­diği anda ve kolaylıkla değiştiremese bile, uzun süre içinde yapılacak metotlu çalışmalarla onu değiştirmek mümkündür. Önce çevremizi ve davranışlarımızı değiştirerek edindiğimiz iyi alışkan­lıklar, bir zaman sonra bizi ideal edindiğimiz karakterin sahibi yapabilir.

Çevremizde yaşayan insanların üzerimizdeki etkilen ve telkinleri bizde yeni alışkanlıklar yaratarak yeni bir karakter yapısını meydana getirebilir. Şunu da bilmelidir ki, herkes için ideal olan dengeli karakter hiçbir zaman doğuştan elde edilmiyor; ancak emekle, kendi irademizin ve kendi hareketlerimizin eseri olarak kazanılabiliyor. İnsan kendini olayların ve hayatın akışına teslim ettikçe sürekli ve sağlam bir karakterin sahibi olamıyor, ancak iç dünyamızı dışımıza ve hür irademizi bizi esir eden ihti­raslara karşı koydukça değişmez ve dengeli bir karakter sahibi olabiliyoruz.

Aklın kontrolünden geçirilen en yüksek duygusal unsurla­rın, kendi hür irademizle yapılan sentezinden meydana gelen şahsiyet, ahlâk diliyle, iyi ve sağlam bir karakter ortaya koyuyor. Kendini kötü ihtiraslarına bırakan ve şahsiyetlerini yapmak için enerji harcamayan insanların bozuk karakter sahibi oldukları da her zaman görülen şeydir. Karakter bozukluğunu hayatta başarıya ulaşmak için silâh olarak kullananların bu hali ise, ahlâk bakımın­dan tam bir yıkımdır. İnsana yakışan, her yerde ve her türlü şart­lar altında, değişmeyip hep aynı kalan kendi gerçek şahsiyetini hareketlerinde yaşatmak ve kendi karakterini kullanmaktır.

Nurettin Topçu,Ahlak
Devamını Oku »

Adalet

AdaletHukukun gayesi,adalettir. Adalet, herkese lâyık olduğunu vermektir. Adalet, ilk bakışta düşüncede eşitlik fikrini doğurur ve bir terazinin kefelerinin denge halinde olması şeklinde tasarlanır. Lâkin her zaman adalet, eşitlikle beraber bulunmaz. Çünkü her­kes aynı şeylere lâyık değildir. Her ferdin lâyık olduğunu ölçen, kendi yetileri ve çalışmasıdır, bu yetilerini kullanmasıdır; yaptığı işin değeri ve çalışması oranında çok şeye lâyıktır, yani haklan artar. Bunlarla beraber bir de ihtiyaçlar, hakkın ölçüsü olmak­tadır. İlâca muhtaç olan bir hastanın, kuvvet şurubuna ihtiyacı olan bir zayıf insanın bunları elde etmeye hakkı vardır; sağlam bir insanınsa hakkı yoktur. Şu halde iki türlü adaletin bulunduğunu görüyoruz. Biri şekle bağlı adalet ki tam ve mutlak eşitlikten iba­rettir. Öbürü ideal adalet ki gayesi, insanın yetileriyle çalışmasını ve bütün ihtiyaçlarını gözönünde tuttuktan sonra bütün bunlarla tam orantı halinde haklarını verebilmektir. İnsanlığın muhtaç olduğu gerçek adalet budur. Bu adaletin gerçekleştirilmesi zor, tam olarak gerçekleştirilmesi ise imkânsızdır. İnsanlığın gayesi, mümkün olduğu kadar bu gayeye yakınlaşmaktır.

İnsanlığın tarihinde, adalet idealinin, ihtirasla arayıcısı olan büyük devlet adamlarının varlığını tanımaktayız. Nûşirevân ile Halife Ömer bunlann başındadır. Her ikisi de adalet uğrunda kendi oğullarını ölüm cezasma çarptırdılar. Halife Ömer'in bütün idare hayatı, adaletin eşsiz örnekleriyle doludur. Birkaçını söyleyelim:

Kudüs şehri İslâm ordusu tarafından kuşatıldıktan sonra Kudüs­lüler, şehri ancak halifeye teslim edeceklerini söylediler. Haber, halifeye bildirildi ve halife, kölesi ve bir devesiyle Kudüs’e gitmek üzere Medine den yola çıktı. Yalnız bir devesi bulunduğun­dan yolda köle ile nöbetleşe deveye biniyorlardı. Kudüs’e gire­cekleri zaman sıra kölede idi. Köle devenin üstünde, halife yerde devenin ipini çekerek şehre girdiler. Bir akşam çalışma yerinde yanına bir adam gelerek görüşmek istediğini söyledi.

Halife kendisine, görüşmenin devlet işi üzerinde mi, yoksa özel mi olduğunu sordu. Adam özel konu üzerinde olduğunu söyleyince halife masanın üstünde yanan devletin mumunu söndürdü ve kendi şahsî malı olan mumu yaktı; ondan sonra adamı dinledi.

Bir Arap çölden Medine’ye gitmekte iken şehrin yakınlarında iki adamın çalıştığını gördü. Bunlardan biri balçık yoğuruyor, öbürü kerpiç kesiyordu; tuğla yapıyorlardı. Arap açtı; çalışanlar­dan yiyecek istedi. Onlarınsa biraz kuru ekmekten başka şeyleri yoktu. Onu verdiler; lâkin bu ekmek, yenemeyecek kadar kuru ve lezzetsizdi. Açlığını onunla gideremeyen adama, biraz daha sab­redip Medine’ye gitmesini ve tarif ettikleri yere giderek durumu anlatmasını, orada kendisine yiyecek vereceklerini söylediler. Yolcu, Medine’de kendisine tarif edilen yeri buldu ve orada bol ve lezzetli yemeklerle kamını doyurdu. Çıkarken gizlice, o güzel yiyeceklerden birazım torbasına attığını garsonlar gördüler. Kendisine, “Bunu yapma, istediğin zaman gel, burada kamım doyurursun”, dediler. Bunun üzerine yolcu, “Kendim için değil, çölde rastladığım zavallı adamlar için alıyorum. Onların yenecek ekmekleri bile yok!” deyince kendisine güldüler ve dediler ki: “Onların biri halife Ömer, biri de Ali’dir. Bu imaret Ömer’indir. Halife maaşlarını buraya bağışlamıştır. Burada fakirlerin kamım doyurur; kendisi de o gördüğün şekilde elinin emeğiyle geçinir”.

Hukukun gayesi olarak adalet kavramının incelenmesi, huku­kun ahlâktan ayrı olmadığını düşündürüyorsa da hukuk ile ahlâk, şu farklarla birbirlerinden ayrılırlar:

1-Ahlâk örf ve âdetler halinde, hukuk ise kanunlarla yaşatılır.

2-Ahlâkın kaideleri yazılı değildir, hukukta yazılı kaideler vardır.

3-Ahlâk teşkilâtlı değildir, hukuk teşkilâtlıdır.

4-Ahlâkî davranışa sürükleyen vicdandır, hukukta ise zorla­yıcı maddî cezalar vardır.

5-Ahlâk, gaye olarak ferdî ruhun en yüksek idealini arar, hukukun gayesi ise toplumun düzenini sağlamaktır.

6-Ahlâk yalnız insanlar arasındaki bağıntıları düzenler, hukukta da esas olan insanlar arasındaki bağıntıları düzenlemek olmakla beraber, bazen hukuk (mirasın bölünmesinde olduğu gibi), insanlarla eşya arasındaki münasebetleri de düzenleyicidir.

Bu ayrılıkların ortaya koyduğu incelikler, hukukla ahlâkın arasına duvar çekmiyor. Ahlâkın vicdanlarda yaşattığı adalet ideali, toplum hayatında ve dışımızda madde alanında, hukuk tarafından gerçekleştirilmektedir.

Nurettin Topçu,Ahlak
Devamını Oku »

Makine Medeniyeti ve Ahlak

Makine Medeniyeti ve Ahlak

Yüzyılımızın medeniyeti makina medeniyetidir. Her gün yaşamayı kolaylaştırıcı yeni araçlar ortaya koyan makine, çalışan insanı kendi şartlarına uydurarak hürriyetini elinden almaktadır. Eskiden küçük sanatlarda bir işçi, yaptığı şeyin bütününü orta­ya koyan bir sanat adamıydı. Kendi başına sanatının sahibi idi. İstediği şartlar altında sanatını yürütüyordu. Bugünün bir fabrika işçisi yalnız başına yaptığı işin bütününü çıkaramamaktadır. Belki ancak bir parçasını çıkarabiliyor. Bir iş düzenini yalnız başına kuramadığı gibi, iş yapan topluluk da buna yetmemektedir. İş yapanlardan başka ve onlardan önce büyük sermayenin varlığı zorunludur.

Bir işin parçalarını aralarında bölen emek sahiplerinin serma­ye sahibi olan işverenlerin emrinde ve onların kurduğu düzenin içinde çalışmaya mecbur olmaları, sosyal adaletsizliğin kaynağı sayılıyor ve çalışanların bir yandan iş karşısında, öbür yandan işverenlere karşı esir durumda olduklarını ileri sürenler görülü­yor. Bu düşünüş sonuç olarak iş hayatında sevgi yerine sürekli boğuşma yaratmaktadır. İnsanlığı yer yer ihtilâllere götüren bu sınıflar ayrılığı, en yıkıcı harplerin de sebebi olma durumundadır. Bu en büyük tehlikeyi ortadan kaldırmak ve milletleri olduğu gibi ter milletin fertlerini de birlikte mutluluğu arayan dost varlıklar Halinde yaşatmak, bir ahlâk devriminin eseri olacaktır. Bunun için de teknolojinin geliştirilmesinde, daha çok kazanç elde etmenin değil, insanlığa daha faydalı olmanın yollarını araştırmak gerek­mektedir. Bu yolda yürürken, hırsların yerine ideallerin geçiril­mesi, bencilliğin yerine sevgi ile hürmet çiçeklerinin aşılanması lâzım geliyor.

Bir devirde insanları hurafeler (yalan inançlar) sürüklüyordu. Geçen yüzyıldan beri aşırı kazanç hırslan onların yerine geçti. Yakın bir gelecekte kurtuluşunu arayan insanlık, bunca yüzyılların ona hazırladığı bilgilerle, sonsuza götürücü ideallerin arkasın­dan koşmalıdır.

Nurettin Topçu,Ahlak
Devamını Oku »

Hareketin Nazariyesi

Hakikatte nazariyesi olmayan tek bir hareket şekli olamaz.Hareketin nazariyesi demek,hareketten evvel yaptığım taslak, gayeye giderken tuttuğum yolun doğruluğu,selameti ve bu uğurda sarfedeceğim enerjiyi elinde tutan karardır, hareketimin evrensel nizâm içinde alacağı yeri belli etmektir. Hülâsa hareketimin tarih ve insanlığın mukadderatı ile ilgisini tasarlamaktır. Hareketlerimle dünyanın gidişi ve başkalarının hareketleri arasında böyle sistem yapmak, bütünün düşünülmesidır. Bütünü düşünmek, insanı hür ve iradeli şahsiyet yapar. Bu sahtekârlar ise düşüncelerin, eşya arasında cüzi münasebetler kurmak suretiyle hayati ve içtimai istifadeyi sağlamaya yarayan uysal bir âlet olmasını isterler. Bunlar, hiçbir fikrin doğruluğuna inanmazlar.

Her büyük fikri karartmasını bilirler. Bunlar, fikir hayatını küçük düşürmesini bilen burjuvalardır. Akıl yerine kullandıkları vasıtaların küçüklüğüne, adiliğine bakmayarak eşyanın ve hayat olaylarının, ilmin ve kâinat nizâmının hep ehemmiyetsiz, değersiz, küçük şeyler olduğunu telkin etmek isterler. İnsanlığın tarihi ve mâzisi, bunların gözünde uzun bir karanlıktır. En büyük hakikat, bunlarca hiçbir hakikat olmadığını bilmektir. Hiçbir fikrin doğru ve inanmaya değerli olmadığını isbata çalışan bu adamlar, aynı zamanda, her fikrin aksinin de kendisi kadar doğru olabileceğini iddia ederler, ki, her fikri çürütmek için en kuvvetli vasıtadır. Böylece bir fikrin doğruluğu iddiası, en kestirme bir usulle ortadan kaldırılmış olur ve hakikat maskeli şeytanın ayaklan altında gizlice ezilir, yok etli lir, izafiyecilik (relativisme), hakikatin en müthiş düşmanıdır. Hakikat inkârla bir defa öldürülür; fakat izafiyeciliğin elinde her gün ölmektedir. Çünkü izafıyecilik, "her fikirin doğruluğu başka bir ölçüte göredir” diyor. Böylece kâinattaki bütün fikirler, birbiri-ne tutunarak durabilen cansızları andırıyor ve kâinat, istifademiz için karşımızda duran, fakat kendiliğinden bir kıymet taşımayan büyük bir manken oluyor.

Kaynak:

Nurettin Topçu-Yarınki Türkiye

 
Devamını Oku »

"Fert yok, cemiyet var!”

"Fert yok, cemiyet var!” Pozitivizm, hakikati deneylere, pragmatizm menfaate, sosyolojizm ise onu cemiyete esir etmektedir. Bu sistemler hiçbir şeyi izah etmiş değillerdir. Onlar, ruhun görüş ve duyuş ufuklarının daraltılmasından doğmuşturlar. Ruh için bir iktidarsızlığın ifadesi oluyorlar. Pozitivizm, ruhu yalnız zekâdan ibaret farzederek duyguların ve iradenin varlığına hakikatler araştırmada değer vermiyor. İç hayatımızın en derin kaynaklarının onlarda bulunduğundan gaflet gösteriyor. Zekâyı da sistemli bir şekilde duyulara (görme, işitme, koklama, tadma ve dokunma) bağlıyor.

Pragmatizm, menfaate bağlı olmıyan bilgilerin doğuşunu izah etmekten âciz kalıyor. Fikirle işi birbirinden ayırdetmiyor. Fikirden iş çıkartacak yerde onu işin emrinde hizmetkâr yapıyor.

Sosyolojizm ise cemiyet halinde yaşayışımızın ortaya çıkardığı bir takım zaruretleri, zihin için birer ilke (prensip) haline koymakta müthiş bir meharet gösterdi.

İşin doğrusu şudur ki, biz kâinatı her tarafında tam bir nizam içinde tasarlıyoruz. Ferdin bu tasarımını cemiyet bozmuyor. Aynı görüşe tâbi oluyor. Fakat cemiyet bununla kalmıyarak, Dürkeym'in iddiasında, bu kâinat nizamının tasarımını kendine malediyor, onun, kendisinin eseri olduğu iddiası meydana çıkıyor. Hatta ahlâki yaşayışımızın nizam içinde akışına bakarak bu iddia sahipleri, yahudi maharetile, ahlâklılığın, cemiyet tarafından meydana getirilmiş bir değer olduğunu söyliyecek kadar ileri gittiler ve bundan insan ruhunun katli hususunda kurnazca bir fetva çıkardılar:

"Fert yok, cemiyet var!”

 

Nurettin Topçu,Yarınki Türkiye
Devamını Oku »

Evrensel Hüküm

Şüphesiz ki, yıldızların hareketiyle kalbin gizli hareketlerini idare eden aynı kanundur. Bir ucu sonsuz kâinata, öbür ucu insa­nın kalbine dayanan bu evrensel hüküm, akla durgunluk verecek kadar kudretle hâkim olduğu halde, onun altında, ondaki müthiş nizâma aykırı nice olaylar görülüyor. Kâinatımız asıl bu sonuncu­ların mahşeridir ve akıl onların varlığına mâna verememektedir. Sanki onlar, ne asla çözülemiyecek bir muamma olsunlar, ne var­lığın mânasını ebediyyen gizlesinler diye ortaya koyulmuşlardır. Temel yapısı ile muhteşem nizâm içinde kurulu olduğu halde bir­çok çelişmeler, nizâma aykırılıklar ve manasızlıklarla yüklü olan bu kâinatın içinde insan, ondaki durumun tıpkısına sahiptir. O da kalbinin evrensel kanunlarıyla yaratıldığı halde bütün hareketle­rinde çelişmeler, nizâma karşı koyan kuvvetler ve aldın tahammül etmediği nice mânasızlıklar yaşatmaktadır. Kâinatımızda hâkim bulunan çelişmeler ve mânasızlıkları düşünürken görüyoruz ki:

Varlığın var ölüşüyle yokettiğini zannettiğimiz yokluk, her yerde varlığa saldırıyor ve her varlığı günün birinde mutlaka pen­çesine geçiriyor; ölüm daima hayatı kovalıyor; sonsuzluk kendinde son fikrini taşıyor ve iradenin her yorulduğu yerde onu karşımıza çıkarıyor; karanlık aydınlığı kovalıyor; yaşayanlar ölülerden gıdalanıyor.

Aklı her an hayrette koymaya kabiliyetli olan büyük kâinat nizâmının ta göbeğinde barınan bu nizâma aykırılıklarla çelişmelerin eşdeğerleri insanın da yaradılışında ve yaşayışında görülüyor. Kalbin ebedi ve değişmez kanununun yanında onu yerin dibine batıran nice kanunsuzluklar, mânasızlıklar ve bed­baht çelişmeler vardır. Onların da bazılarını sıralayalım:

Kalple kafa arasındaki çatışmalardan bunalımlar doğuyor. Bazan duygularımız düşüncenin ağırlığını sonsuz bir şekilde geçiyorlar. Bazan da onu çiğniyor veya reddediyorlar. Akıl yürütmeleri­mizin sebebini icadeden, bu sebepleri yaratan hislerimizdir. Yine duygular, olmayanı var gibi gösteriyorlar. En yüksek heyecan aklı kovuyor, aklın hakikat dediğini yerden yere vuruyor ve biz, aklın sultanı olmakla övünen insan, yalnız hislerimize kalbimizde yer veriyor ve onları kutsallaştırıyoruz.

Ellerle emeller arasındaki pek aşırı mesafe farkı elem yaratı­yor. İnsanın, çok kere ihtirasla, bazan boynu bükük gönülle iste­dikleriyle elde ettikleri ve yapabildikleri arasındaki büyük fark, elde ettiklerinin dilediklerine göre hemen hemen hiç denecek kadar azlığı, sefaletlerinin iradesinde barınan sebebidir.

Hayatın birbirini kovalayan ve hep bir evvelkini yıkan çağla­rı arasındaki çalkantılar, gençliğin çocukluktaki sâfıyete hasreti, ihtiyarlığın, erginlik yaşının kuvvetlerini kurutucu yıkılışı, hayat savaşında ve fizyolojik ihtiyaçla birbirini tamalayan iki cinsi ida­re eden ruh yapıları arasındaki uçurum, erkekle kadının, birlikte yaşamaya mahkûm olduğu kadar birbirine zıt ruh halleri yaşıyan bu iki yaratığın uçurumun iki yanında yer almış olması, hep bir­birini kovalayan ve bazan biri öbürünü aratacak kadar derinleşen ıstırapların sebebi olmaktadır.

Her tarafına haz ve saadet vasıtaları serpilen bir dünyada insan hayatında acılarla ıstırapların yarışırcasına birbirini kovalamaları, dünyamızı tahammülü güç bir aldatılma sahnesi haline koymak­tadır.

Düşünen her insanı hayrette bırakmaya yeterli olan bir nizâmı barındıran dünyamızda zâlimle mazlumun, hainle merhametlinin yanyana ve çok kere elele yaşamaya mahkûm oluşları, yaratılışın affedilmez insafsızlığını temsil eder gibi görünüyor.

İnsan kalbinin sığındığı en büyük ihtiyaç adalet olduğu halde dünyamız, birbirine zulüm yapmakla yaşayan insanların saadetiyle değerli olmaktadır.

Yaratılışıyla yalnız yaşayamayan insan yine insanlardan duy­duğu nefretlerin doğurduğu bunalımlarla çok kere insanlar arasın­da veya insanlardan kaçıp yalnız yaşayacak köşe aramaktadır.

Ebediliğe susamış gönülle yaşayan insan, hayatın güya ebe­diliğe götüren her adımında sahip oklukları varlıkları birer birer kaybetmeğe, sonunda hepsini ve herşeyi birden bırakarak ölümün kucağına atılmaya mahkûmdur. Kendinde sonsuzluk vehmini yaşatan zaman akımı, her an verdiğini yine her an elimizden alıyor. Halbuki insan, kendini çeviren kâinatın bir tutamdan fazlasına sahip olmadığı halde onun bir zerresini fedaya razı değildir, ölen insan, sâde kendi sahip olduklarını değil, dünyanın bütününü kay­bediyor demektir. Bunun için ölüm, fert olan varlığın son bulma­sından ibaret bir eriyiş, bir sönme, bir işini bitirme olayından çok fazla bir şey, ebedî bir hüsran darbesidir.

Her varlığa bağlanan ve dünyalara sığmayan her ümidin arka­sında yokluk gizlidir. Sonsuzluk isteğinin iradenin en küçük zerre­sini bile doldurduğu bu dünyada herşey fâniliğe koşmaktadır.

İyilikle fenalığı yanyana barındıran dünyamızda fenalık her zaman iyiliğe üstün gelmiş ve fenalar iyileri ezmiştir. Bedenler her zaman ruhlara düşman yaşamış, katı eller her devirde narin kalp­leri hançerlemişlerdir.

Kuvvetle aşkı da yanyana yaşatan bu âlemde kuvvetin hisse­sinde zevk ve saadetler sunulmuş, aşkın her zaman nasibi ıstırap olmuştur.

Kalp şeffaf bir ayna yapısındayken onun üstüne yüzlerce perde örtülmüş insanların çoğu bütün ömürlerince kalplerinde gizlenen samimiyete hasret yaşamışlardır. Kendi varlığını yine kendi kalbi­ne mezar yapan yaratığın bu hali, insan sefaletlerinin hem de en müthişidir. İlâhi emanetlerin hepsini kendinde barındırdığı hal­de onları kullanamayan kalbin katilleri bütün insanlardır, bütün cemiyettir, belki de bütün zekâmızdır.

Hep kuvveti alkışlamaktan usanmayan insanlık, kuvvetlinin hazzına hak adını vermiş ve onu kutsal bir örtüyle örterek kâbi haline koymuş, nesiller boyunca gelenekler onun kutsallığına bağ­lanmışlardır.

Beş duyunun bağlandığı dış dünya, aslında bizim duyuları­mızla vücut verdiğimiz bir hayâl olduğu halde, ona gerçek gözüyle bakan insanda, olanla olamayanın, hayâl ile hakikatin çatışmaları ruhları harab etmektedir.

Bunlar, insanın yeryüzündeki sefaletleriyle ıstıraplarının baş­lıca sebepleridir. Hayatı zehirleyen, dünyadan ezel! şikâyet fer­yatları çıkartan bu sebepler, giderilmesi kabil olmayan fenalıklar­dır. Çünkü hiçbir zaman bunlardan ayrılamayan dünya hayatının ağır yükünü teşkil eden elem ve acıların sebebi, arzuların giderilmeyişinden ibaret değildir. Onu iradenin yapısına bağlayanlar da yanılıyorlar. Onlarca, bir gayeye doğru giderken harcanan sürekli çabalar elem ve acılar yaratmaktadır. Gayeye ulaşınca duyulan sevinç geçici oluyor ve bir başarı, bir tatmin onu elde eden insanda daha büyük bir emel doğuruyor. Bu sonuncuya ulaşmak için harca­nan çabalar daha büyük elem ve ıstırap yaratıyorlar. Böylece hayat, başından sonuna kadar birbirine zincirlenen elemlerin toplamı olmaktadır. Bu görüş doğru değildir. Eğer hayatın sahnesi içinde çaba harcayan ferdi kuşatan şartlar onu ezecek yerde doyum verici olsaydı, çaba elemle dolmayacaktı. İnşam asıl ezen, yaşamak için yaşamanın azabıdır. Bunda hayatın kendisi zâlim olmaktadır. Bir cellâdın okşayışlarından doğacak neşenin gücü ve değeri ne olabi­lir? İstırabın sebebi, herşeyi karamsayan ruh yapısının mecalsizliği de değildir.

Asıl sebep, hayatı elemli yapan esaslı facia, insanın yapısı ile içinde yaşadığı âlemin çatışmasıdır. Yıldızlarıyla insa­nı çevreleyip kuşatan dışındaki dünyanın ve cemiyet hayatının nizâmı ile kendi iç yapısının kanunları arasındaki çatışma bunca sefaletlerin, hayatı dolduran acılarla ıstırapların sebebi olmaktadır. Zenginliğiyle gözleri kamaştıran bu kâinatta biz, bir büyük zengi­nin evine aldığı hizmetçilere benziyoruz. Sevinerek işe başlıyoruz. Orada bir Ömür boyunca kullandığımız ve el sürdüğümüz şeylerin bizim olmadığını ve nihayet onun mirasına da konma ümidimiz olmadığını görüp denedikten ve buna inandıktan sonra ıstırabımız ağır oluyor. Tahlil edilse asılsızlığı kolayca meydana çıkacak müp­hem ümitlerle bir müddet oyalanabiliyoruz. Ümitlerin söndüğü yerde doğan hiç teselli bulmaz acılar, hayranlıkla başladığımız hayat seyahatini, adeta utancından bir avuç toprağa girme isteğiy­le nihayetlendiriyor. Lâkin her varlığın koşarak hiçliğin kucağına atıldığı bu âlemde sonsuzluk inancıyla beslenen ebedî emeller var; gençlik, aşk, ruhu doyuran "faziletler ve hayatı yaşamaya değer­li yapan saadet hâzineleri var. Böyle bir dünyanın mânasızlığını iddia etmek gülünç değilse de, hem akim, hem de kalbin huzurun­da imkânsız görünüyor.

Hareket, VI/71, Kasım 1971.

Nurettin Topçu, İslam Ve İnsan
Devamını Oku »

Kalp

Bizde gizlenmiş bir Allah sesi var; ona kalp diyoruz. Onun yapısı ar­zu ve haset olan etle, zulüm ve kuvvet olan kemikden başkadır. Onla­ra büsbütün yabancı olan kalp, çok kere aşk ve hayranlıkdır. Her adımda acılara ulaştırdığı için hayata dost olur. Bunca acının da yetmediğini, elemin elem doğurmasından sarhoş olduğunu söyler. Bazan da o merhamettir. Aklın nefretle nisyana attığını, unutarak bir köşe­sinde kararttığını her yad edişte eriyen kalp değil midir? Geçmişte ya­şanan elemlerle aziz ve rahim olan da kalp değil midir? Akın dıştan tanıyanı içsel kaynaşma yaparak tanıyanla tanınanı aynı ışıkda birleş­tiren de kalpdir. Pascal'ın dediği gibi, "kalbin öyle akılları var ki akıl onlardan hiç habersizdir."

Filhakika kalp ile tanıdıklarımızdan çoğu kere aklın haberi olmuyor. Akıl daha başlanglıçta iken, kalp işini biti­riyor bile. Akıl bekliyor ki duyumlar alınsın, deliller toplansın, öncül­lerden sonuç çıkarılın. Tenkid harekete geçsin; tercihler yapılsın; gerçekle zaruretin üzerinde durulsun. Kalp ise içten bir temas ve bir işaretle çokdan bu mesafeyi aşmıştır. Kalbi anlamayan zavallıların hayrette kaldığı bu yetinin, sonsuzluğa uçuran ilham kanadı olduğunu niceleri söylememiş mi? O bizde ilahi lutf olan sezgi kuvvetidir. Kalp, dostluğun tükenmek bilmez kaynağıdır. Verdikçe verme ihtisa­sını artırır, sevdikçe sevme iştiyakını taşırır. Kalp, sonu olmayan gençliktir; korku bilmeyen ölümsüzlüktür. Korkusuz yaratıldığı için onun kini ve kıskançlığı da yoktur.

Sonsuzlukda yaşadığından fani hazları ve ezici istekleri tanımaz. Mukaddesatın kaynağı kalpdir ve ancak bir kalp huzurunda hürmet duyulur. Tövbe, aklın sapkınlıklarından kurtularak kalbe sığınmaktır. İbadet, kendi kalbine çevrilmek­tir; bedenin ve bütün isteklerin kalbe dolmasıdır. Kalp ile yapılmayan ibadet, faydasız bir yorgunluktur; belki bir alışkanlık ve kor bir itaat­tir. Allaha açılan kapı, kalbin kapısıdır. Kalpler, Allahın göründüğü yerdir. Kalp, gerçek imanın yoludur. Kalp ile günah işlenmez. Din ilmi, kalp ilmidir. Taasup, kalbe garazkarlıktır; onun başladığı yerde din biter. Kalp ile okunmayan Kur'an’dan kim ne anladı? Kur'an’da, sonsuzluğu dolduran kalbi bulmayan, büyük Kitab’ı hiç anlamamıştır. Cenneti, fani isteklerden sıyrılmış saf kalpde aramayıp da bazı beden hareketlerinin karşılığı olarak satın almaya hazırlananlar, hiylekar bezirganlara benzerler. Onlar, kalpdeki cennet neşvesini hiç bir za­man tatmayacaklardır.

Taassup sahipleri gibi, bütün ömrünü kalbin­den habersiz geçiren hüner ve zeka adamları yok mu? İşte onlar, kan­ları donmuş, kaskatı kesilmiş ölü ruhlardır. Kalbin keşifleri, aklın bu­luşları gibi dört basamaklı ve sınırlı değildir; onun namütenahi dere­celeri vardır. Her şeyden şüphe edilir, kalpden şüphe edilmez. Herşeyi kırmak caiz olur, kalbi kırmak cinayettir.

Fetihlerin en güzeli, kalple­rin fethidir. Rousseau tabiatta kendi kalbini buluyordu. Ne mutlu kal­bini bütün alem yapanlara! Son nefesine kadar kalbini aklın şerlerin­den koruyabilen insan, insanların en bahtiyarıdır. İnsanın asıl hüneri, kalbini kullanabilmektir; kalbin emirlerine uymasını bilmektir. Dün­ya, kalbin emirlerine asi şeytanlarla doludur. Bu şeytanların işareti sa­na akılsızlık gibi geliyor. Bu ise senin zaif oluşundandır. Siyaset de­nilen, dostluğa karşı kullanılan zeka, kalblerin katledilmesinden başka bir şey midir? Kurnazın  kazandığı fani bir nesne, kaybı ise kalbin ku­cakladığı bütün bir kainattır. Kalpsizlikle elde edilen kazanç, kayıpların  telafi edilmez olanıdır. Kurnaz ne bilir neyi kaybettiğini.

Kalbin, insanlardan çektiği bunca çilelere rağmen insan oğluna hiz­metten usanmayışının hikmetine şaşacaksın belki. Bu insan sürüsünün sefaleti içinde hiçe eşit değersizliğini bildiği halde onun, başı yere eğik, küçülmüş halini alçalış sanma sakın. O bilir ki hayâ hikmetle beraberdir; hizmetse kalbin en büyük emridir. Kalbin akıl almaz fedakârlığına ne isim vereceksin? Nefsine ait korkularınla başkalarına çevrilen zaafların seni şaşırtmaya yeter. Açlarla sefillerin yanında olmanın sevincini sen ne bilirsin? Kalbin dilinden anlarsan onu murada ermiş bir kalbe sor. Kalp dilinden anlamayanlarla bütün bir ömür bo­şuna konuştun. Bu insanlar arasında beni bunalmış görürsen, onda kalp sözü duymadığındandır. Bilgi kalbe diken olduktan soma, di­kenden sakınan gül olmak daha iyi idi. Vay güllerle, ağaçlarla, kurt­larla, kuşlarla konuşamayanların haline! Rüzgârların, derelerin ve dağların dilinden anlamayan, cehennemi uzak bir akıbette aramasın sakın. Kalbin emirleri bir zorbadan, bir zenginden, bir hasetten alınır mı sanırsın? Onun emirleri nazenin bir ağaçlan, hıçkıran bir kuştan, ağlayan bir dereden alınır.

Nurettin Topçu, Var Olmak
Devamını Oku »

Gözyaşları

gozyasi

Gözyaşları günahlarımızı yıkadı. Gözyaşları yedi kat gökler gibi gözlerimizin önüne gerilen vehimleri yıkayarak eritti. Hayal olan eşyanın arkasındaki hakikat gözüktü; yaşlı gözlerle Levh-i Mahfuz okundu.

Bekâya ermek için geçilen yolu iyi biliyor musun? Bedenin sırtında geçirilen bu dünya ömrü çorak, kuru, Ölü bir âlemindir. Kupkuru bir gölgeye sığınarak buradaki yaşayış, duygusuzluk devridir. Arık hem de güneşsiz çölü geçip de ötesinde gözyaş­larının tadını alacak mısın? O yeni bir hayatın müjdesidir. Bırak insanlar, içersinde esir yaşadıkları bu dar kafeste olur olmaz söy­lensinler, birbirlerine çarpsınlar, devirsinler; bırak seni de taşla­sınlar, isterlerse dâra yükseltsinler. Bunlara hayıflanma sakın! Sen gözyaşlarının muradına ermeğe bak. Varsın zâlimler, gözya­şı lezzetleriyle her an yenilenen bir hayat nasibine eremedikleri için, mazlum kanlarıyle arzı yıkamak sevdasına tutulsunlar. Sen bu akan kanlardan, yaşıyan mazlumlar için gözyaşı iksirini çıkar­maya çalış.

Gözyaşları şikâyettir; ama zayıflar için, hastalar ve korkaklar için; acıya alışmayanlar için. Olgun gönüllerin şikâyeti sabırdır, el bağlamak, duygusuz durmaktır; daha ne olsun?

Gözyaşları duadır, doğru, ancak ümitsizler için. Ümit ağacı kuruyup da köklerini sulamak isteyenler gözlerinden kanlı yaş akı­tırlar. Bütün ümitlerin kesildiği bir kapının eşiğinde ağlayabilenler ne bahtiyardır! “Gel!” diyen sesi onlar kapının arkasından almasalar bile gözyaşlarıyla çalkalanan içlerindeki deryada duyarlar ve ümitli yaşarlar. Onlar ta ölüme kadar ümitlidirler.

Gözyaşları şükrandır; var olan herşeye minnettar gönüller, varlıkları onunla selâmlarlar. Şükran, her varlığın içine dolup yine ondan taşmaktır. Herşeyde öldükten sonra yine herşeyde doğmak­tır; Rabb’i herşeyde karşılamaktır. Gözyaşı bizi herşeyle birleştiren bizdeki sonsuzluktur. Eline ve gücüne bakıp da kendini fani ve sınırlı zanneden insan, kendi gözyaşına bakmasını bilse onda ne âlemler görecek? Gözyaşında Allah görünenleri görmüyor musun?

Gözyaşları ummandır; seni fenadan kurtarır. Rahmet ummanı- na dalıp da onda ıslanmayan kuru gözler görür mü sanırsın? Göz­yaşları sonsuzluğun temas ettiği gözlerden fışkıran ummandır. Yaş­sız görülür mü o âlem? Nasıl taşmasın umman? Sonsuzluk, sonu olan varlığa sığmıyor. Bir damlada bir umman barındıran insan, taşıp taşıp kendine dolmadıkça, aklın karanlıklarında gömülmeye mahkûmdur. Gözyaşı ölümlerden koruyucu İlâhî iksirdir; onu doya doya iç ki hayat bulasın; hem de ölçüsüz iç onu, korkmadan iç!

Gözyaşları ilhamdır; gerçekten gelen işaret, hem de beşarettir; Allah’tan haberdir. Okuyamadığım onunla okursun. Ağaç mı, bül­bül mü, sevda mı nedir o gördüklerin? Hayır, Rabb’inin gözyaşlarıdır onlar. Sana öyle görünmeleri seni denemek içindir. Gözy aşlarıy­la bakan, Rabb’ini herşeyde âşikâr görüyor. Eski gördüklerin nasıl da evham ve rüya imişler!.. Kuru göz kör değil de nedir? Herşey Bir şey’den ibaretken o, Bir şey’i herşey gibi görüyor. Hepsi hepsi Bir şey var. Dünyaya gelip de O’nu görmeden gidenlere yüzbin-lerce esef! Yazık onlara, yazık ölü canlara! Onlar deryada resimler görüp deryayı anlamadılar. Gönüllere ilham sunan gerçek mürşid gözyaşlarıdır. Gözyaşları, Bir olan bütünle konuşturucu lisanı öğre­tiyor. Ağaçlarla dost olup kuşlarla konuşmayan, rüzgârla inleyip toprakla sabır ve sevgi kardeşliği yapmayan gönüller, gözyaşlarıyla sulanmayan katı gönüllerdir.

Gözyaşları Rabb in lisânıdır. Ya akıtılamayan yaşlar, onlar çile tarlasının İlâhî tohumlarıdır. Çile gözyaşlarının tükendiği bir mıntıkada başlayan Allah yolculuğudur. Çilesine sonuna kadar dayanmayan bu yolculuğa çıkmasın. Gözyaşlarının da geride bıra­kıldığı bu çile mıntıkasında geçilen yol çetindir, dikenlidir, kan­lıdır. Ancak gözyaşlarıyla sarhoş olanlar bu yolculuğa çıkarlar. Çile, kurtuluş ve zafer vehimlerinin bütün bütün kuruduğu yerde boyun bükerek ve günün birinde mutlaka isteyerek, Allah istediği için isteyerek, sevilen acıdır. Çile, Tanrı lokmasıdır; hazır değilsen hazmedemezsin.

Ona hazımsız başlayıp da çile lokmasını kader eliyle yedikten sonra alıştırılırsan, çile sende bir kılıç kesilir; sonunda hiç doyul­mayan azap olur.. Beklenen büyük günde aşkın sultanları safına geçmek isteyen, şimdiden çilenin serdarı olsun.

Nurettin Topçu,Var Olmak
Devamını Oku »

Zafer

 

Gönülleri kahredici kahkahaların göklere yükseldiği ve ümitlere perde indiren çanların çalındığı şenlikte zafer mi arıyorsu­nuz? Kalabalıktan alkış toplayarak ve kılıç şakırtılarına tempo tuta­rak birçok insanları matemlere gömen zaferlerden tarih bugünümü­ze bir neşeli sada mı bıraktı sanki? Ramses, Sardanapal ve Daryüs zafer kahramanı idiler. İskender de muzafferdi öyle mi? Sezar’la Napolyon da zaferlere kanmış serdarlardı.

Ne kaldı onların zaferlerinden? Toprak, kendisine atılan bir tohumdan bir tutam başak çıkarıyor. Bunlar insanlığın kalbine hangi tohumu attılar acaba? Gayz ve kin tohumlarını, düşmanlık ve intikam duygularını. Su fidana hayat verir. Hain bir çene onu sömürür. Hangisi muzaf­ferdir dersiniz? Kesici diş ve koparıcı pençe olmak gerçek zafere ulaştırmıyor. Toprağa süzülen, varlığın derinlerine nüfuz ederek su olmasını bilen, zafere ulaşacaktır. Sultan İkinci Mehmet ancak bu beldede gönüllerin fatihi olduktan sonra gerçek zafere kavuşmuştu.

Zaferin yolu gönüllerdir, sonsuzluğa götürücü gönüller. Bir gönül, binlerce kılıcın fethedemeyeceği bir millet kalbini fetheder. Asıl zafer onundur. Sokrat zindanda. Hallaç darağacında muzaffer oldular. Onların şehadeti, gönüllerde ebedî meyva verecek olan ağa­cı yeşertti. Mevlâna ve Âkif kıyamete kadar gönüllerde gazâ yapa­rak zaferden zafere koşacak birer kılıcı bize bıraktılar.

Ruhlarımıza varlıkta ebedî kalmak, gerçekte ölmemek sırlarını üfleyen nefesler, onların son nefesi idi.

Biz onların emaneti olan kılıçlarla çarpışarak muzaffer olacağız.

Ümidin kanatlarına sığındık.

İmanımız,kuvvetimizdir.Düşmanlarımız bizden korkmasa bile âleme güneş olan ümit ve imanımızdan korkacak, teslim olacaklar. Ümidimiz bir gibi onları da ısıtıp erittiği gün biz muzaffer olacağız. Zira hakiki zafer bir tarafın kazanması ile öbür tarafın felâkete uğratıldığı zafer değildir.Gerçek zafer içinde taraflar birlikte muzafferdir. Hüsrana uğratılan, ancak garazlar ve kinlerle intikam emelleridir.

Düşmanlarını da affedebilirsen muzaffer olursun. Ancak o zaman Rabbin rahmet kapıları sana açılacaktır. İlâhî Elçi'ye muhabbetin varsa kendine bir elçilik ara. Cemaatin gazabı önünde elleri bağlı durma, Gel, kinleri uzak bir kenara atalım. Muhabbet bağına iman tohumları ile girelim. Dikenleri budayalım ve mukaddes toprağa ümit suyunu durmadan karıştıralım. Öyle dolaşalım ki, ayağımız yerde benlik izleri bırakmasın ve hayat getirici rüzgâr dualarımızı düşündürsün, Bu havaya dal budak salmış gürbüz fidanlarını hoyratça baltalayan darbeler, seni Öldürmesin. Bu toprak ezel bezminden kalmadır. Üstünde bugüne dek nice hayatlar, nice fidanlar filizlendi. Yeni yeni fidanlar, umulmadık hayatlar da canlanacak. Sabahın solmayan ümitlerini getiren sesler, minareden şöyle serpi­liyordu: “Yerdeki ve sizdeki her varlığın, ümitsizliğiniz gibi ümit­lerinizin de sahibi ve yaratanı olduğunu ne zaman unuttunuz? Niçin benden uzaklaşıp da kendinize sığındınız?”

Biz ölmeyen, öldürmeyen, bir zerrede bile kin doğurmayan gerçek ve ebedî zaferler istiyoruz. Varsın cüceler zafer taklarından geçsin ve sağır gönülleri esir sürüleri alkış tufanına boğsun. Harp meydanlarında kılıçlar şakırdasın ve insanlar kirli derilerinin altında saklanan hastalıklı şehvetlerini bir de böyle gidersinler. Sen âşkın tahtına oturarak, daracık hücrenin içinde bile olsa, muzaffer planlara gıpta et.

Ruhların dünyası zafer neşvelerile dolarken fâni bedenlerde ne arıyorsun? Gerçek zafer eseri olan bedenler bile, bize ruh dünyasından selâm ve müjde getirenlerdir. Mesnevî ile Süleymaniye birer zafer âbidesidir. Yavuz Selim’in tabutuna örtülü, üzerinde âlimin atının ayağından sıçrayan çamur bulunan kaftanı da bir zafer bayrağı değil midir? O, gençliğimizin ziyaretgâhı olmalı.

Orada mazinin destanları okunuyor. Alemdeki binbir mânayı okuyabilen, zafere hak kazanmış gönüllerdir. Kitap karşısında duruyor, okuyamadıktan sonra. Yol önünde açılmış, sen yürüyemedikten sonra. Talihin varsa kitap da, yol da seni gayeye götürür. Ama hiç hatırdan çıkarma ki ümit ile imanın seni yalnız bıraktığı anda perişan olursun. Eğer Hirâ dağındaki büyük talihliye “Rabb’inin ismini oku!” diyenle bu çölde karşılaşmadınsa yazık sana.

Biliyorsun ki göz de gönül de birer merdiven. Tırmanacağın yer, hem senden çok uzak, hem de şendedir. Oraya gitmek için çile çekmek, yaş akıtmak da yetmiyor. Bekle ki büyük kapı kendiliğinden açılsın. Ama toprağa konan ölü gibi sabretme sakın; toprağa süzülen su gibi sabret. O su, toprak altındaki ölülerden de diri bedenler fışkırtacaktır. Hem sabrederken de hiç, ama hiç uyumamak şarttır. Sabırsız yorgunlar uyurlar, öyle sabret ki kendisine sığman ölülerden bile hayat fışkırtan toprak gibi olasın. Toprağın zaferlerini yok etmek, toprağı ölüme kalbetmek kabil mi?

O daima muzaffer olacaktır. Tane, sabırla başak verdi. Güneş, aydınlığın yoludur. Bütünüyle âlem olan bu aydınlıkta ümidin tanesini serperek bekliyelim; zafer mutlaka bizimdir.

Var Olmak, Nurettin Topçu
Devamını Oku »

Kendim Yaptım !

“Âlemin bana yaptığı ne kadar müthiş olursa olsun, benim bana yaptığım daha müthiştir!” Oscar Wilde

“Ben düştüm! Ben aldatıldım! Ben mahvoldum!..

Düşmüş ve kurtuluş ümitlerini de kaybetmiş bir nesil böyle haykırıyor.

Feryat sözlü ve şuurlu değil. Lâkin ondan daha trajik, daha çok mânalı; zira hayatın mahşeri andıran korkunç sahnesinden fış­kırıyor. Bütün değer hükümlerini, bütün hareket kaidelerini çiğne­yip hürmet ve hayâ duygularını ezerek, iman ve ümit aydınlıklarını boğarak, ruhları önüne katıp sürükleyen ve hepsinin boğulduğu bir yokluk girdabında çığlıklar çıkartan baş döndürücü bir kasırga etrafımızı sarmış; sanki devrilen varlıkların hepsinden ayni boğuk ses duyuluyor: Ben bittim! Yıkılan hayatı hangi kuvvet kurtara­cak?

Devrimiz kurtarıcılara, havarilere muhtaçtır. Düşen düştü­ğünü, devrilen devrildiğini bilmiyor. Aydınlık görmemiş gözler güneşi ne bilsinler! Hele içgüdülerinin dilenciliğine terk edilen kimsesiz, âvâre çocuklar! Onların, içerisinde boğuldukları karan­lıktan yükselen sesini duyan, asrın Mesîhi sayılacaktır.

Bizi boğan karanlığın tasvirini yapan bir büyük kurtarıcı şöyle diyordu:

Yürekler merhametsiz, duygular süflî, emeller har!

İlk mürşidimiz, ilk uyarıcımız, büyük, pek büyük bir utanç duygusu olacak. Hayâ ile hicabın getireceği, lâkin ümitler yüklü pişmanlığın kurtarıcı azabına sarılmalıyız. Pişman olamıyan bed­baht, bu karanlık dehlizden hiçbir zaman çıkmayacaktır. Nasibi kurtulmuş olanlar, hiç değilse şimdi yaşadığı hüsran hayatından pişman olabilenlerdir. Pişmanlığımız ölüm ânına kalmasın veyahut da çocuklarımız bizim şaşkınlığımıza, bizim zulmümüze, bizim içimizde yaşattığımız şu cehenneme vâris olduktan sonra bizim piş­manlığımızı yaşamasınlar. Kendimize acımasını bilmedik; onlara olsun acıyalım. Pişman olup ümitle kalkınma demek olan tövbeye sığınalım. Bilelim ki bütün yeisleri, hüsranları eriterek yok eden bir büyük kurtarıcı vardır. Ve O bizde yaşandığı zaman ümittir, iman­dır, merhamettir.

Herşeyi kaybedenin yine herşeyi elde etmesi, ümidin çocuğu, imanın meyvası, merhamet güneşinin mahsulüdür. İnsanın kendi sefaletlerinden utandığı bir büyük ân içinde kurtuluş başlıyor. Utanç halinden, kendimize çevrilen bu merhametten iman ile ümide geçebilmek için, şüphe yok ki sefaletimizi tekmeleme­yen, af ve sabr ile elimizden tutup kaldıracak olan mürşidlere, uya­rıcılara ve kurtarıcılara muhtacız. Neslimiz bir hidâyete ve binlerce hidâyet eline muhtaçtır. Kendini, sabrın verdiği vecd ile uçurumla­rından çıkaracak kurtarıcı eller bekliyor!

Nurettin Topçu, Var Olmak
Devamını Oku »

İlahi Neşve

Musluman

Filozof Leibniz hakikati söylemiş: “Kâinatın asıl yapısını teş­kil eden monadlar, daima hareket halinde bulunan ruhî varlıklardır. Hareketten kalan ölü monadlar, maddeyi meydana getiriyorlar.”

Şu halde kâinatımızın özü ruhdan ibarettir. Varlıkların temeli ruh ile harekettir. Çeşitlilik tanımayan ruhun, hareketini kaybet­mesinden ölü madde çıktı. Ruhun hareketi ise her yerde ken­dini aramaktır, kendine koşmaktır. Ancak ona yol ve basamak lâzım. Madde, hareketin sahnesi oldu; canlılar ise birer basamak. Ruhun ilk hareketi bitkilerle hayvanlarda hayat hamlesi halinde kendini gösterdi. İnsanda bu hamle kemâline erdi; ruh asıl hüviyyetiyle gözüktü. Kabuğunu kırdı ve o âna kadar içerisinde gizlendiği vücutta bu defa kendini gizleyemeyen şuur halinde göründü. Şuur şimdi aslı olan Allah’a koşuyor. Böylece aslımız gibi gayemiz ve âkıbetimiz de ruh dünyasındadır.

Dünyaların madde ve hayat cevherleriyle bezenmiş vücutlar halinde meydana çıkışı, hep İlâhî neşvenin eseri olmuştur. İlâhî neşve, kürelerle kâinâtı yarattığı gibi, her ân yeni ruhlar yaratıyor. Semâlara sevinçler ve ümitler serpiyor. Yeryüzünü hikmet fidanlariyle süslüyor. Toprakla dost olan havadan, besteler ve tablolar çıkartıyor. Bu eserlerin sahibi hakîm ve sanatkârlar olsa da, onlar sadece vasıtalardır. Yeryüzünü gece gündüz her ân dolaşan şevk, kalplerinin dışına atılmış zavallılara hiçbir zaman görünmeyen İlâ­hî neşvedir.

Dünyalar İlâhî neşveden doğdu. Varlığın aslı olan ruh, İlâhî neşve idi. Etrafımızda durmadan dalgalanan her ân doğuş cilvesi,İlâhî neşveden başka bir şey midir? İlâhî neşveye rastlamayan nasipsiz, sanır ki dünyamızda asıl var olan ölçü ile tartıdır; mad­deye bürünmüş şekiller gerçek hükümdardırlar. Vay o hükümdarın haline! Mezarcıya hazırlanan eğlencedir o. İlâhî neşvenin çağırdık­ları ise, Ölmeyen insanlardır. Onların mezarcıdan korkusu olmaz.

Kâinat, İlâhî neşvenin kaynağıdır. İnsan denen bu güzel muammâ, İlâhî neşvenin bir geçidi, bir tecellîsidir. Gören gözler, yeryüzünde İlâhî neşveden başka bir şey görmüyor. Onda ölçülen ve tartılan eşya ile bedenine lezzet arayan gâfilin, sayısız lezzetli meyvalar veren bir ağaç gövdesine yapışmış duran solucandan ne farkı var sanki? Dünyamızda milyarlarca devir yapan ve insanoğlunda hiçbiri öbürüne benzemeyen sesler, İlâhî neşvenin bizden çıkan çığlıkları değil midir? Şimdi onlarda gizlenen Rabb’in dili­ni anlamıyorsan, kabre vardığın zaman toprak yatağının üstünde dolaşanların hangi dili konuştuklarını anlasan bari! Şu bu dil, şu bu ses.. Kim demiş? Hepsi Rabb’in dili, sahibinin sesidir. O Rabb’in neşvesi yaratıklarla tükenmiyor; yaratıklardan taşıyor, onları da taşı­rıyor. Varlığa girip onu avutuyor; varlıkdan taşıp onu uyarıyor. Akıl olup bizi kendimize getiriyor; aşk olup kendimizden geçiriyor. Ben dedirtmek için bende benlik oluyor; benden geçirmek için benlikde kıyamet kopartıyor. Beni doldurup beni boşaltıyor. Hem çile hem derman; hem huzur hem tufan. Beni herşey yapıp hiçe boşaltan da o; kendinden bir damla olan cevheri bir vehme hapsedip onda bunaltan da o. Ondan kaçıp kurtulmak yok; ona varıp durulmak zor.

İnsanoğlunun yeryüzünde işi, İlâhî neşve taşıran ağaç olmak­tır. Öyle bir ağaç ki İlâhî neşveden başka olmayan kendi meyvasını kendi yiyor, yedikçe artan ve etrafa yayılan meyvayı. Harisler ve kötülerle ümitsizler, bu meyvayı veremeyen ve onu tatmayan bedbahtlardır. Onlar kısır ve ölü ruhlardır. Veremedikleri için çürütmek ve yok etmek isterler. Böyle yaptıkları için, paçavra eller tarafından alkışlanır ve ruhsuz iskeletler tarafından omuzlarda taşı­nırlar. Eğer İlâhî neşve taşıran ağaç olmasaydın, iyi bil ki bu leşler­den biri olacaktın. Kader plânı böyle çizilmiş: Ya İlâhî neşve kay­nağısın ve onun sofrasındasın, yahut da adına yine insan denen bu iskeletler arasında ömrünce bir leşi taşımakdan usanıp gideceksin.

İlâhi neşveden tatmak istersen benim senin lâfından geç. Eşyayı boşuna adlandırma; varlıklara varlık verme. Sen bir resim seyrediyorsun, kendin de o resmin içindesin. Gören gözle bir bak­ sana! Topraklardan fışkıran İlâhî neşvedir, yıldızlardan yağan da o. Geceden günü çıkartan da, Tur'da peygamberiyle yüzyüze gelen ilâhı neşve değil midir? Kokular ilâhı neşveden bize bir selâm, renklerle şekiller birer emanet, seslerse bir şehâdettir. Münbıt bir toprağa dökülmüşcesine ta rüyâlarına dolan hâtıralar ve hayâllerle bendeki cennet tatlı istekler, neden ilâhı neşvenin okşayışları olmasın? Şüphe etme ki dilinden anlayana, bir kelebek kanadının çırpınışları da, âleme güneşler bağışlayan ilâhı neşvedendir. Çocu­ğun gülüşünden ilâhı neşve fışkırdığı gibi, âşkın feryattan da İlâhi neşveyi taşırmaktadır.

Düşünüyorum, hayır ben büyük bir düşüncenin emriyle dönü­yorum; dünyalarla beraber dönüyorum. Dünyalarla beraber yeni­den doğuyorum. Neşve yine taştı benden, taştı herşeyden. Dünyalar doğuyor. Başım âleme Cennet meyvaları saçıyor. Cennet müjdeleri dağıtıyor sanki. Beni herşey bana anlatıyor; herşey beni sevinçten ağlatıyor. Ben Kelîın ile Tür'a tırmanmak veya Mirâca yükselmek istiyorum. Herşeyde İlâhî neşvenin sesi duyuluyor. Vaadiar, vaadlar yağıyor bana. Bırakın boşluktaki yollar açılsın. Yeryüzündeki- lere elveda!

İlâhî neşve Miraç vaadidir, vuslat neşvesidir. O herşey dedir ve herkestedir, yâni bendedir, bendedir.

Nurettin Topçu, Var Olmak
Devamını Oku »

Rahmet


Yollar tıkandı, ışıklar söndü, dünyalar karardı. Bana yük olan gövdemin çevrileceği mekân kalmadı artık.

Yakınlarımın, milletimin ve bütün insanların ben daraldıkça bana uzanan elleri yok oluverdi bir anda. Okuyordum, düşünüyordum ve doğru bir yolda yürüyor­dum. Şimdi ne oldu bunlar? Okumak boş bir külfet, düşünmek bir işkence, söylemek sade bir hezeyan. Yürüyüp de nereye gideceğim, madem ki, boyutsuz bir noktanın üzerinde dönüp duruyorum? Dost­lar da kimmiş? Dostluk ne kelime? İnsanların herbiri bir başka hayvan. Sansar olmayanı yılan veya çakal. Sürü riya ile donanır da yüzünü boyarsa ona toplum diyorlar. Benim kendi hayatım bile bana yabancı bir mânâsız varlık, bir kâbus, bir heyûlâ, hafızamın masallarıyla oyalanan hasta bir gölge. Ben dediğim şey, korkularının gölgesine sığınmış ve sade alışkanlıklarının esiri bir otomattan başka bir şey değil. İçinde süründüğü dünya ise ya Schopenhauer’in dediği gibi “mümkün dünyaların en fenasıdır”, ya da Berkeley’in görüşüyle “şuura var gibi görünen bir vehimdir”. Böyle bir dünyada irademden ateşten oklar halinde fışkırıp da etrafa yayılan dilekler, idealler mesa­fe ve mekân bulamıyarak tekrar bana dönüyor, benliğime saplanıyor ve onu uçurumlara yuvarlıyorlar. Bendeki bunca ümitleri boğan ümitsizliğin kucağında var olmak belâlı bir vehim, yaşamak boş şey­dir. O, en açık deyişle yorulmak için koşmak, ölmek için yaşamaktır. Yaşamak, burda ölüm nöbetini beklemektir.

İçerisine bir damla rahmetin sızmadığı bir dünyada insan ruhu­nun üstüne çöken kâbus işte budur. Bu kâbus, kiminde hikmet ve felsefe olur, kimini de kör gözleriyle güden kılavuz. Ancak dua ile göklere açılan ellerin ve Allah’a doğru yükselmek isteyen coşkun emellerin kapanmış kapıları dürtüp de gök kapılarını açtığı zaman ne görürsünüz? Karanlık yer yer yırtılır. Azab ile şüpheyi orta­dan kaldırıp varlıkların gerçeğini gösteren hakikat güneşi âlemleri aydınlatır. Ümitler kalbin can daman olur. Sevinç, sevinç, karşılığı ve sonu olmadığı için ağlatan sevinç benlikten taşar. înanmayıştaki hüsran, son bir defa çirkin yüzünü gösterip çekilir. Herşey sevilir, herşey gerçeğine kavuşur, herşey ebedileşir. İşte bu, duanın sonsuzdan getirdiği rahmettir.

Allah’ın âlemden ibaret eseri olan rahmet, ruhlara müjdesini sunduktan sonra her taraftan gelir, herşeyde görünür. O, sonsuzun sonu olan varlıklarda barınmasıdır. Bunca hatıralar, hicran, hevesler ve sevdalar... Beni benden alan bu hayat kadehine bunların hepsi nasıl sığıyor? Sonsuz olarak yaşa­sam yine de sığacaklardır. Ben dediğim şey, hayat tarlasını kazıyan, düven demiri gibi bir şey midir? Ben kendi kendime miyim? İnsan kendinindir de niye gözyaşlarını kendi dışına akıtıyor? Ümitlerle dolu gözyaşları bize dolan rahmetin yine bizden taşmasıdır; son­suzluktan gelip yine sonsuzluğu aramasıdır. Bencillik, hakikatte benliğin kendi kendini inkârıdır. Kendi dokunduğun tellere kendi gözyaşların boşanır. Bendeki amansız bencilliğin eriyip yok oldu­ğu yer, üstüne bu yaşların döküldüğü tellerdir. Beni dar kalıbımdan çıkarıp sonsuzluğa teslim eden, İlâhî rahmettir. Rahmet, gözyaşları ile kazanılır. İnsan olan varlığın tabiî hali, dua halidir. Rabbin bize sunduğu ise rahmettir.

İnsan ruhu, sürekli bekleyiş halindedir. Bilmeyerek bu bek­leyişini o, fani olan eşyaya bağlar. “Mal istedim, devlet diledim, başarılar bekledim” der. Hakikatte bütün bunlar birer gözbağıdır, aldatıcı hayallerdir; gafil insanı oyalamaktan başka şeye yaramaz­lar. Gören gözler için varlığın kendisi rahmettir. Hem o her yerden gelir. Seste duyulur, bakışta barınır, kışta ve baharda canlanır, esen yelde ve akan suda rahmet mırıldanır. Kısacık ömür içinde ufak büyük birçok şeyler beklediğimizi zannederiz. Hakikatte hepimi­zin beklediği İlâhî rahmettir; bizde dua olan ümitlere sonsuzun cevabıdır. Biz kendi gücümüzle başardığımız eseri bir yere kadar götürüp, bir kapının arkasında bırakırız. Rahmet kapısını açmak bizim işimi/ değildir. Eşyaya bağlı ümitlerle hesapların iflâs ettiği yerde, her zerresi kararmış bir dünyada bile bu kapının bir anda açılışına hiç şaşmıyalım. Onu açan bizim ellerimiz değildir. Bir insan işte ölüyor mu diyorsunuz? Belki çok uzun yaşayacaktır. Bir millet yok olmada mıdır sanıyorsunuz? Belki ebedî olmak için tek­rar canlanacaktır. Bütün insanlık kapkara bir batağa gömüldü ve işte boğuluyor mu diyorsunuz? Belki beklenmedik bir anda doğan güneşle yeniden ayaklanacaktır, ölen şeyleri dirilten bunca ışık, tekrar tekrar âleme dolup taşan bunca hayat bizi uyarmadıysa bu, rahmetten kaçtığımız içindir. Görüşümüzün rahmet, konuşmamızın rahmet, düşünmenin de rahmet olduğunu anlamak için tekrar tekrar kabirden çıkıp gelmemiz mi lâzım?

Merhametle aşkın da rahmet olduğunu, hem de Rabb’in elinden çıktığı gibi rahmet olduğunu anlamadıktan sonra kabirden dünyaya dönüp gelişler de faydasız olacaktır. Rahmet, Allah’ın bize çevrilmiş yüzüdür; biz O’nu rah­metinde görürüz. Allah’ın bir de eşya halinde bölünmemiş, bütün halindeki varlıkta görünüşü vardır. O’nun herşeye serpilen rahmet­te görünüşü bir lûtuftur, varlıkta görünüşü ise ağır bir denemedir. O herkesin kârı değildir. O’nun eşyada görülen rahmetinin tasdikidir. Dua ise, daha fazlasının ümitle yine O’ndan dilenmesidir.

Rahmet, tabiatın kanunlarını aşar, çünkü kanunu koyan da O’nun elidir. Aklın sınırlarının ötesine geçer, çünkü akıl da rahmet eseridir. Onun bizde eşyaya çevrilmiş, kibirle karışık ve bedenle kuşatılmış bir damlasının çırpınışıdır. Gören gözlere o her yerde vardır, güneşin ışığı gibi, bütün âlemi kaplamıştır. Görmeyen ve almayandan, görülmediği ve kendini gizlediği zaman her yerden çekilir. Tablosunu başta çizdiğimiz karanlık bir dünya bırakır. Onu görmek, onu almak için bedenin ve akim kanunlarını çiğneyip ötesine geçmek lâzım geliyor. Bunları bir tarafa iterek değil, tam üstünden aşarak sıçramak şarttır. Bedenin hizmetini, aklın ışığı­nı kullanmak, sonuna kadar kullanmak ve bunların götürebildiği şuurların da Öbür tarafına sıçramak icap ediyor. Bu iş dinin kılavuzluğuyla olur.

Bedenin hareketleriyle övüne övüne cennet arayan ve aklın kendi sınırlan içinde ortaya koyduğu kaidelerin çemberi içinde dolaşan dindarlık, gerçek dini yıkıyor. Ruhun Allah'a götü­ren hamlesini durdurup inşam cansızlarla birleştiriyor. Taassup dedikleri bu felâkettir. Hocanın dini budur. Mabedin imarıyla din adamının refahım hesaplayan din davası, Allah’ın dinini devirmiş­tir. İmanı daraltıcı şekiller, kalbi çepeçevre duvarla kuşatan kaide­ler, bedenin istekleri ve haz cennetleri, hesap ölçüleri, ruhumuzun dünyaya çevrik iştihaları, teşbih sayılan, güzel seslerle donatılmış merasimler, hukukun kaideleriyle korunan ve dünya siyasetine destek arayan din adamlarının sözde dindarlığı... Bunların hep­si gerçek dinin düşmanlarıdır; çünkü bunlar, Allah’ın rahmetine kapatılmış kat kat kapılardır. Herbiri bizi rahmet deryasından bir adım daha uzaklaştırır, Allah’ın elini bizden çekerler. Her tarafına Allah’ın adı yazıldığı, içerisinde türlü kıyafetlerle kuklaların Allah adını haykırdığı mabette Allah bulunmadığı gibi, hep bunlarla yaşanan bir dünyada Allah kullarını terkeder. Akif in dediği gibi:

“Nedir mânâsı mabud olmadıktan sonra, mihrabın,

Rükûun, haşyetin, vecdin, bütün bîçare esbabın?”

Rahmeti alanlara, ona hazır bulunanlara İlâhî rahmet dünya varlıklarının hepsinin eliyle gelir. Onu en güzel getiren insandır, dağdan, denizden geldiği gibi, o bir kuş kanadıyle de gelir, bir yapraktan da alınır. Ama hiçbir tabiat unsuru Şems-i Tebrizinin Mevlâna’ya getirdiği rahmeti getiremez. Mürşid, en ileri rahmet kapısıdır. Rahmeti bir avuç topraktan toplayıp ve bir damla suda seyreden insan kemâle ermiştir, İlâhî rahmetin aynası olmuştur.

Rahmet, bu kendi kendisini izah edemeyen varlığın gerçek adıdır. Başlangıçta cansız varlıkta gizlenen kuvvetin, bitkilerle hayvanları ortaya koyduktan sonra insanı, kendi mutlak hakikatinin kapısının eşiğine kadar ulaştıran eli, insanın kalp gözüne kendi var­lığını gösteren yüzüdür. Âlemdeki İlâhî temaşadır. Felsefenin O’nu tanıtmak için binlerce yıldanberi ortaya koyduğu bunca taslaklar,aklın gösterişli lâkin beyhude marangozluktan hep O’nun etrafında ve dışında dolaşmış, lâkin kendisini tanıtamamıştır. İlmin yaptı­ğı ise, O’nu görmeden ve tanımadan sadece didik didik etmektir. O’nun dünyalarında ancak aşkın kanadıyla uçulur. Âlemde rahmet­ten başka bir şey yoktur.

Nurettin Topçu, Var Olmak
Devamını Oku »

Cemiyeti Yoğuracak Ruh

Cemiyeti yoğuracak ruh, ne bir sihirbazın ruhudur; ne de Gordiyon'daki düğümün üzerine kılıcını indiren kahramanın ruhudur. O bir halaskarın zafer neşesiyle sarhoş ruhu olmadığı gibi kara kaplı, kaba cüsseli kitapların üzerine eğilen bilgiçlerin ruhu da değildir. Taklit mayası onu yuğuramayacağı gibi itham ve inkar mayası da onu yuğuramaz. O ruh bize kaybolan benliğimizi bulduracak. Bin nedametle nihayet anladık ki dünyada belki herşeyi bulmak kolay, kendini bulmak zormuş. Kendimizi nerede bulalım? Kendi dışımızda nereye koştuksa gurbette kaldık. Kendimize nasıl koşalım? Bize bir aydınlık, bir rehber lazım, diyorlar. Her tarafı, her zerresi rehber olan, her ciheti aydınlıkla dolu alemde tek aydınlık, bir rehber arıyoruz. Cemiyeti yoğuracak ruh, eski Asya'nın hikmetiyle Kur'an'daki ilhami kendinde birleştirdiği halde, Garb'ın dört asırlık ilmine zihniyetine sahip, felsefesine aşina olacak Anadolu dervişinin ruhudur…..

Cemiyeti yoğuran ruh, bizim şaşkın isteklerimizin hizmetkârı olmayacak; bize karşı koyarak bizi kurtaracak, biz düşmek istiyoruz; biz zevki takdis ediyoruz; biz kendimizden kaçıyoruz.

“Bizi kurtaracak ruh bize Hirâ dağında bırakılan mukaddes mîrasdır. O bize, bin yıllık gazâ şehitlerinden rahm-ü şefkat ninnileri ulaştırırken, bugün her biri bir türbe olan kılıçların gölgesinde ilhamlar, ümitler sunacak. Bize hayat sunacak ruh, ecdat mezarlarından yükselen ruhani korkuların, cihat meydanlarından yükselen sevdaların, arz üzerinde ilâhî gülşenler teşkil eden düşünceleri dolaştıktan sonra, kalbimize dolduracağı iksir olacak.

“Bir ümitsizlikten uyuşmuş gönülleri bin şevk ile açacak. Mantıkla ilhamı yan yana yaşatacak. Kalb ile Kur”ân-ı birleştirecek. Hayatın süreksiz ve kesiksiz bir ibâdet aşkı olduğunu, hareketlerimizin bir imân ve heyecan yarışı olduğunu, asrın soluk benizli, ümitsiz ve inanmaya takatsiz çocuğuna öğretecek. Öğretecek ki ferd olan ve her adımında yeni bir sefaletle susamış yaşayan varlığımız kâinatta bir merkez ise, cemiyet onu çeviren bir dairedir. Bu daire, sonsuzluk denen ve bizimle beraber cemiyeti çepçevre her tarafından kuşatan büyük gerçeğin içinde bulunmaktadır.

“Bizi kurtaracak olan ruh, bu sonsuzluğun sevgisine susamış olan ruhdur. O. Sonsuzluğu, sonu olan varlıklara irca eden değil, fânileri sonsuzluğa yüceltendir. İlhamdan akla geçiren, ilhamı akla irca eden değil, aklı ilhama yükseltendir, bir ilhamın huzurunda secdelere kapanarak bin ilham müjdesini elde edendir. Bizi fena içinde fânilikten kurtarıp bekaya kavuşturandır.

“Nerede bulacağız onu? Kimden bekleyeceğiz?

“Biz onu Mecnun gibi ömürlerdir aradıktan sonra, onu bulduğumuz gün, kalbimizden şu sevinç feryadı kopacak:

“BEN SENİ UZAKLARDA ARARKEN SEN KENDİ EVİMDE İDİN!”

Nurettin Topçu, Var Olmak, 68 s.
Devamını Oku »

Namus

Bu müthiş kelimeyi herkes kullanıyor; herkes onun ne olduğu­nu biliyor sanki. Fakat bilmiyorlar; onu pek çokları halkın âhengine uyarak umumi gidişi bozmayanların cemiyet karşısında yaşattık­ları miskin tevekkülde arıyorlar. Bu tevekkül ne güzel bir nizâmı yaratıyor! Şüphe yok, cemiyetin nizamı saadetlerimizin bekçisidir. Bu nizâmı bozana karşı cemiyet aksülâmel yapar onu cezalandı­rır: Hukuk nazariyecileri böyle diyorlar. Yalnız hukukun cezalandırmadığı bir zümre var ki onlar kendilerinde cemiyetin namuslu damgasını taşıyorlar; bunlar cemiyetin bağışladığı imtiyazlarla yaşayan saadet avcılarıdır. Cemiyet yalnız bunlara dokunmuyor; çünkü bu namuslular, ellerinde cemiyetin bağışladığı beratı taşıyor­lar, namuslarının hâmisi cemiyettir. Bunlar, hiçbir yabancı ele muh­taç olmadan kendi ruhlarım yoğuran ferdiyetleri çekemezler. Polisli ahlâkın hücumundan kurtulmak için gizlendiği samanlıktan Hz. İsa'yı çıkaranlar, Allah'ın Peygamberi'ne namussuz dediler. Ati­nalıların gözünde, “kanunlarınızın hakikatına inanmıyorum" dediği için Sokrat namussuzdu. Cemiyetin kalabalığı arasında ve kalaba­lığın kuvvetleriyle silahlanmış olarak mukaddes olan benliklere saldırmaktan zevk alan dostlar! Ne olur bir kere de cemiyetin kuv­vetlerinden yardım dilenmeyerek, tufeyli acizleri ardınız sıra silahlı tele getirmekten bir kere olsun iğrenerek, bir kere de içtimai mantık hükümlerine boyun eğmeyerek vicdanların ta derinliğindeki, onunla ancak ferdiyetin kahraman olduğu ruh kuvvetlerde karşılaşsak! Cemiyetin siperlen gerisinde zavallı mantıktan meydana getirdiği­niz maskeleri, zaman yüzünüzden fırlatıp atacaktır. Yeni bir maske daha yaparsınız, değil mi? Her içtimai hale uygun maske yapıcısı olan hitabet şekillerinizden iğreniyorum. Etrafımızda her muvaf­fakiyet sanatkârı hitabet kullanıyor: Müşterisini kandırmak isteyen satıcı hitabet kullanıyor, sevgilisini aldatmak isteyen aşk sanatkârı hitabet kullanıyor, kanaatleri arkasında zayıf iradeleri yürütmeye çabalayan hareket adamı kürsüde hitabet kullanıyor, zavallı mantık­la büyücülük hünerini kullanan muharrir hem de ekseriya hakikat adına hitabet kullanıyor, muazzam tunçtan âbideler, yükseklikle­rinden çok aşağıda dolaşanlara tarih namına hitabet kullanıyorlar!

Asrımızda, köhne şiirin yerini hitabet tutuyor. Cemiyetin tazyikleri altında büsbütün zayıflayan ferdî ruhların her türlü zaaflarından istifade etmesini bilen bu iğrenç belâgat karşısında tüylerinizin ürperdiği anlar olmadı mı? Ruh kuvvetlerine tapınanların gerçek namusu, hep bu belâgat usulleriyle itham ediliyor. Zâlim hâkimler tarafından itham edilerek hareketlerininin hesabını verirken “Na­mus! Hamiyyet!” diye bağıranlar, İçtimaî mantık ve belagatlara, vicdanlariyle ve ferdiyetlerinin hamlesiyle karşı gelenlerdir.

Bütün belâgatların gayesi birdir. Satıcının ve âşıkın belâgatiyle hatibin ve methiyeler yazan kafiyeci şairin belâgatı hep ayni gaye uğrunda sarfedilmiş emeklerdir. Polisli ahlâk saadetle beraber yaşa­tılıyor, hitabete dayanan fazilet saadete kavuşturuyor; öyle ise felse­fenin şu ezelî meselesi halledilmiştir: Fazilet saadetten asla ayrılmaz.

Ama ne güzel tâbiye, ama ne güzel teselli! Saadet içinde fazi­letli, en yüksek mevkilerde kahraman kesilen dostlarım! Sizdeki saadetin maddede, faziletin ise ruhta barındığını hepiniz kendinize mahsus belâgatlarla ispata çalışmayın. Muvaffakiyet, ruhun hare­ketleri karşısında her zaman gözlerin önüne perdeler germiş, köhne bir maskedir.

“Suçları affedilmiştir; çünkü o çok sevdi.’' Hz. İsâ, cemiyet içinde en büyük suçluyu affederken böyle diyordu.Çünkü kainata karşı namus borcunu ödeyen kahramanların hepsi de çok sevdi ve ıztırap çektiler. Onlar bizi muvaffakiyetlere ulaştıran zekanın zaferlerini, bizde hazlar yaşatan bedenin rahatlığıyle birlikte namus mefkuresine feda ettiler. Bu mefkûrenın hakikî mânası, ruhun ken­dine gelmesi, kendisiyle kalması ve kendine inanmasıdır. Hakikatte ruhu selâmete kavuşturmak için maddenin en ufak bir rolü yoktur.

Beden, ruhun hapsedildiği bu kalıp, onun düşmanıdır. Ruhunu kur­tarmak isteyen kahraman ona danışmaz. Zira bu iki düşman kuvveti uzlaştırmak ancak ruhun yenilmesiyle kabildir. Beden, masanın altında horlamakta iken ruh yedinci kat göklere yükseldi. Yalnız bedenin fazileti, fazilet değildir. İradesi asla bedeniyle çarpışma­mış olan adam, faziletin mümessili sayılmamalıdır. Yunan hikmeti, ruh ile bedeni birbirinden ayırıyordu. “Ruh kirlenmeksızin beden arzuları kendini bırakabilir” diyen hikmet, ruhla bedenin boğuşma­sını inkâr ediyor. Hakikatta bizdeki mahşeri andıran bu boğuşma, ferdiyetleri yaratıyor. Ruhla beden düellosuna girişmemiş saadet adamının namus ve fazilet mefkûresinden bahsedişi bir fantezi değil midir? Etlerinin feryadını susturmak için çıplak vücudunu dikenlere atan hıristiyan azizi ahlâk mefkûrecisidir. Sainte-Thé­rèse, senelerce bedenini zevke gıda yaptıktan sonra bir büyük ruh hamlesiyle Allah’a kavuştu. Güzel bedenlerin en zehirli zevkim tadan bu azize, sonunda güzel ruhların kemâline erdi. Gandi, ruhu­nu kuvvetlendirmek için açtığı cihatta vücuduna iradesiyle azaplar yapmaktan çekinmiyordu.

İtiyatların ahlâkı olamaz. Bizde büyük ıztırap yaratanlara min­nettar kalmalıyız. Çünkü onlar bizde ruhla bedenin mücadelesini yaratıyorlar. Bu iradeli çarpışma, ferdiyetimizi göklere çıkaran, ta Allah’ın yanına kadar götüren ahlâkın hareketidir. Ömürlerinde bir defa bile ruhla beden çarpışmasını yaşamayan adamlar namusdan bahsediyorlar. Doğuşlarında dünyada hazırlanmış buldukları ahlâk kaideleriyle yaşayan zavallılar ahlâkdan bahsediyorlar. Ahlâk, ruhun kuvvet kazanmasıdır ve bu kuvvet ancak bedenle çarpışarak kazanılır. Bedenin sefaletlerini, düşüşlerini kendimize itiraf etmek, onları ruhumuzun karşısına koymak, içteki mücadeleyi hazırlama­dın şartı değil midir? Oscar Wilde: “Bedenin hiçbir düşü ve yıkılışı yoktur ki nefsi ruhanîleştirmesin” diyordu. Zaaflarını bilen adam, sefaletlerini söyleyen adam, mücadele için rakibini çağıran ruhun sahibi demektir. Ruhun ilâcı olan itiraf, günahlardan nefsi temizle­diği için değil, bedenin zevkleriyle ruhu çarpıştırdığı için yükselti­cidir, ruhu kurtarıcıdır.

Korku, ahlâkın miyarı değildir. Bedenlerin idare ettiği ve ihti­yatların şuurda muhafaza ettikleri nizâm âlemini bulandırmayan korku, ahlâkî değer taşıyamaz. Madde ve uzviyetlerin yaşadığı dünyadan ahlâk dünyasına geçebilmek için bizde mutlaka bir tabiat değiştirme (conversion) lâzımdır. Doğuşlarındaki ilk tabiatla ahlâk mefkûrecisi olmak istiyen ruh dünyasının cüceleri!

Burada büyük olanlar prens iken tacını çiğneyen çobanlar, yolunu şaşırdıktan sonra Allah’a ulaşan aziz analardır. Ne arzın nimetlerini fakirlere dağıtan mağrur zenginler, ne de zafer kılıncı kullanmış asîl hükümdarlardır. Siz gidiniz, bedenlerin âhengi ara­sında en münasip bir yerde dinlenin, cemiyetin umumî âhengini bozmadan mesut hayata karışın ve biliniz ki beden ruhun düşmanı­dır, ruhun sahipleri bedenin sükûnundan asla hoşlanmazlar. Onlar her zaman sizden uzak kalacaklardır. Onlarla anlaşmaya kalkma­yın, onlara öğüt vermeyin ve biraz da namuslu olmak isterseniz onları itham etmeyin!

Ey cevf-i esâtîre düşen hâtıra: Nâmus!

Nurettin Topçu, Var Olmak
Devamını Oku »