Gelişme Çağındaki Çocukların Eğitimlerinde Takip Edilecek Yol ileTerbiye Metodu ve Ahlâklarının Güzelleştirilmesi

Gelişme Çağındaki Çocukların Eğitimlerinde Takip Edilecek Yol ile Terbiye Metodu ve Ahlâklarının Güzelleştirilmesi

Çocukların terbiyesindeki yol, işlerin en önemli olanlarındandır. Çocuk ebeveyninin yanında emanettir. Onun tertemiz kalbi nakış ve sûretten boş, berrak ve soyut bir cevherdir. Bu mübarek kalp, kendisine nakşedilen her şeye kabiliyetlidir. Ne tarafa meylettirilirse oraya meyleder.

Eğer kendisine hayrı öğretirsen, hayr üzerinde büyür. Dünya ve ahirete sahip olur, annesi ve babası da sevabında ortak olurlar. Ona edep veren ve öğreten de ortak olur.
Eğer şerre alıştırılır ihmal edilirse, şakî olup helâk olur. Günah da onun terbiyesiyle mükellef olanın üzerindedir. Onun velisi sorumludur. Nitekim Allah Teâlâ (cc) şöyle buyurmuştur:

“Ey inananlar, kendinizi ve ailenizi bir ateşten koruyun ki, onun yakıtı insanlar ve taşlardır.” (Tahrîm, 6)

Mademki edep, çocuğu dünya ateşinden koruyor, onu ahiret ateşinden koruması daha evlâdır.

1- Çocuk dünyaya geldiği andan itibaren gözetim altında tutulmalı, ihmal edilmemelidir. Onu sâliha, dindar, helâl yiyen bir kadının sütüyle beslemek uygun olur. Çünkü haramdan meydana gelen sütte bereket yoktur. Haram sütle çocuk beslenen çocuğun tabiatı pisliğe meyleder!

2- Çocuğun korunması; ona edep öğretmek, ahlâkını tertemiz yapmak ve güzel ahlâkları tâlim ettirmektir. Bunun için onu kötü arkadaşlardan korumak, fazla nimetlere dalmayı kendisine âdet ettirmemek, süsü ve lüksü kendisine sevdirmemek gerekir. Çünkü böyle yetiştirilirse, büyüyünce bunların peşine düşmek sûretiyle hayatını zâyi edip, ebediyen helâk olur.

3- Çocukta aklı erme alâmetleri görüldüğü zaman, onu güzelce yetiştirmek gerekir. Bunun ilk alameti, hayâ duygusunun belirmesidir. Çocuk, utanarak bir kısım fiilleri terk etmeye başlamışsa, aklın nûru onun üzerinde doğmuş demektir. Bu Allah Teâlâ´nın çocuğa vermiş olduğu bir hediyedir. Bu durum, çocuğun ahlâkının olgunluğa döndüğünü, kalbinin saflığa kavuştuğunu gösterir ve çocuğun bülûğ çağında aklının kemâle ereceğini de müjdeler. Bu bakımdan utangaç bir çocuğu başı boş bırakmak uygun değildir. Aksine ona utanması ve utanmaması gereken şeyleri öğretmek sûretiyle onun edebine yardım etmelidir.

4- Çocuğa ilk galebe çalan sıfat, yemeğe karşı oburluktur. Çocuğun yanında çok yemeyi kötülemeli, edepli ve az yiyen bir kimseyi övmelidir. Çocuğa, yemek hususunda arkadaşını kendi nefsine tercih etmeyi sevdirmelidir. Yemek adabını öğretmelidir. Yemekten önce ve sonra ellerini yıkamak, besmele ile başlamak, acele etmemek ve önünden yemek gibi… Çocuğa bazen katıksız ekmek vermeli ve basit yemek yemeye alıştırmalıdır ki, çocuk iyi yemekler yemeyi şart görmesin.

5- Çocuğa lüks kıyafetleri değil, sade elbiseleri sevdirmelidir. Zevke dalan ve israfa alışan çocuklardan çocuğunu korumalıdır. Erkek çocuğunu süslü giymekten muhafaza etmelidir.

6- Çocuğu, onun keyfine göre konuşan insanlarla oturup-kalkmayı menetmelidir. Çünkü çocuk, yetişmesinin başlangıcında ihmal edildi mi, çoğu zaman kötü ahlâklı, yalancı, hasedçi, hırslı, nemmam (kovucu), ısrarcı, fuzulî konuşan, fuzulî gülen, hilebaz ve hayâsız olur. Kişi çocuğu bu kötü ahlâktan ancak güzel terbiye ile koruyabilir.

7- Çocuk, Kur´an´ı ve bir kısım hadîsleri, iyi insanların hikâye ve hallerini öğrenmelidir ki, kalbinde sâlih kimselerin sevgisi yeşersin. Çocuk aynı zamanda hayasızlığı öven şiirlerden ve şarkılardan uzak tutulmalıdır. Çünkü böyle bir edebiyat, çocuğun kalbinde fesad tohumlarını geliştirir.

8- Ne zaman çocukta güzel bir ahlâk, iyi bir fiil görülürse, bundan dolayı çocuğu mükâfatlandırmak, çocuğa ikramda bulunmak, çocuğu sevindirecek şekilde davranmak gerekir. Onu insanlar arasında bu fiilinden dolayı övmelidir.

9- Eğer bazı durumlarda çocuk hata ederse göz yumulması uygun olur. Çocuğun hayâ perdesini yırtmamalı, ayıbını dışarıya vermemelidir. Hele çocuk bunu örtmek istediği zaman... Yoksa çocuk hataların açığa çıkmasından perva etmez olur.

10- Çocuğu sık sık azarlamak doğru olmaz. Çünkü çok azarlamak, azarlamanın tesirini yok eder. Çirkin fiillerde bulunmayı ona kolay gösterir. Konuşmanın onun kalbinde tesiri kalmaz. Baba, çocuğuyla konuşmasının heybetini korumalıdır. Bu bakımdan çocuğunu arada sırada azarlamalıdır. Anne ise, çocuğa babaya saygıyı öğreterek çirkinliklerden uzaklaştırmalıdır.

11- Çocuğu gündüz uyumaktan menetmek uygun olur. Çünkü gündüz uykusu tembelliğe sevk eder. Gece uykusundan ise mahrum etmemelidir. Çocuğu yumuşacık yataklara ve rahata alıştırmamalıdır. Günün bir kısmında yürümeye, hareketler yapmaya alıştırmalı ki çocuk tembelliğe alışmasın. Bütün bu hareketler esnasında avret yerlerini açmaya alıştırmamalıdır.

12- Çocuğu, ebeveyninin servetiyle, elbiseleriyle akranlarına karşı böbürlenmekten menetmelidir. Çocuğa, kendisiyle muaşeret edene karşı ikramda bulunmayı, tevâzu göstermeyi, onlarla beraber olduğu zaman incelik ve zerafet göstermeyi öğretmelidir. Çocuğa yüceliğin almakta değil, vermekte olduğunu öğretmelidir. Başkasından almanın çirkin, hasislik ve terbiyesizlik olduğunu söylemelidir. Kısacası çocuğuna paraya karşı tamahkârlığı çirkin gösterip, yılan ve akreplerden sakındırmaktan daha fazla bunlardan sakındırmalıdır. Çünkü tamahkârlık, çocuklar için zehirden daha zararlıdır. Büyükler için de böyledir.

13- Çocuğuna oturup kalkmayı, terbiyeyi öğretmelidir. Fazla konuşmaktan çocuğu menetmeli, bunun düşük insanların âdeti olduğunu belirtmelidir. Çocuğu -ister doğru isterse yalan olsun- yemin etmekten menetmelidir ki çocuk, küçüklüğünde böyle bir şeye alışmasın. Lânet etmek ve küfür etmekten menetmelidir. Böyle konuşanlarla oturup-kalkmaktan çocuğunu sakmdırmalıdır. Çünkü bu çirkin şeyler, şüphesiz kötü arkadaşlardan insana sirayet eder! Çocukların terbiye edilmesinin esası ve temeli, kötü arkadaşlardan korunmalarıdır. Başkası konuştuğu zaman, onu ciddiyetle dinlemeyi, eğer kendisinden yaşlı ise hürmetle kulak vermeyi çocuğuna telkin etmelidir.

14- Kendisinden yaşlı olanlar için kalkıp, yerini vermeyi ve onların huzurunda edeble oturmayı çocuğuna telkin etmelidir. Çocuğuna, öğretmenine saygı duymayı, ceza verse bile sabretmeyi, böyle yapmanın erkekliğin alâmeti olduğunu söylemelidir. Kendisinden yaşça büyük olanlara -ister yakınları olsun, ister olmasın- hürmet etmeyi, onların huzurunda ciddiyetle durmayı telkin etmelidir.

15- Çocuk mektepten dönünce, ona, oyun oynayarak mektebin yorgunluğundan kurtulması için izin verilmesi gerekir. Çünkü çocuğu daima oyundan menetmek ve hep öğrenmeye mecbur tutmak çocuğun kalbini öldürür, zekasını dumura uğratır. Hayatını altüst eder. Hatta çocuk böyle bir sıkılıktan kurtulmak için, ilmi terk etmek ister ve çeşitli hileli yolları denemeye mecbur olur.

16- Çocuk erginlik yaşına vardığı zaman, tahâreti ve namazı terk etmesine göz yummamalıdır. Mübarek Ramazan-ı Şerifin bazı günlerinde çocuğa oruç tutmayı emretmelidir. Çocuğa muhtaç olduğu şer´î sınırları öğretmeli, hırsızlıktan, haram yemekten, hainlik, yalan ve fuhşiyattan ve çirkin fiillerden sakındırmalıdır. Ne zaman ki çocuk, çocukluk devresinde bu şekilde gelişirse, bülûğ çağına yaklaştığı zaman bu işlerin sırlarını bilmesi mümkün olur.

17-Çocuğa dünyanın temelsiz olup bâki olmadığını, âhiretin daimî vatan olduğunu, akıllı bir kimsenin dünyasından çok, âhireti için azıklanan bir kimse olduğunu öğretmelidir. Böyle bir kimsenin Allah nezdinde derecesinin büyüyüp cennet nimetlerinin genişlediğini öğretmelidir.

Çocuğun gelişmesi sâlih bir şekilde olduğu zaman, bu konuşmalar çocuğun kalbine yerleşir, semere ve meyve verir. Taşın üzerine işlenen nakış gibi silinmez bir şekilde kalır.
Eğer çocuğun büyümesi bunun aksine olursa onun kalbi artık hakkı kabul etmekten kaçınır. Tıpkı duvarın kuru toprağı kabul etmediği gibi... Bu bakımdan çocuğun terbiyesine başlangıçta ihtimam göstermek gerekir. Bu bakımdan çocuğun terbiyesine başlangıçta ihtimam göstermek gerekir. Çünkü çocuk hem hayra, hem de şerre kabiliyetli olarak ya-ratılmıştır. Ancak ebeveyni onu iki taraftan birisine meylettirirler. Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

Her çocuk fıtrat üzere doğar. Ancak annesi-babası onu ya-hudi veya hristiyan veya ateşperest yapar.60

Sehl et-Tüsterî der ki: "Ben onüç yaşında iken gece ibâdetine kalkıyor, dayım Muhammed b. Suvar'ın namazına bakıyordum. Dayım bir gün bana dedi ki: "Seni yaratan Allah'ı anıp hatırlamaz mısın?" Ben ona 'Nasıl hatırlayayım ve anayım?' diye sorunca şöyle dedi: "Yatağına girdiğin zaman kıpırdamaksızın üç kere şöyle de: Allah benimledir. Allah beni görür. Allah şahiddir". Ben bu dersi birkaç gece tekrar ettim. Sonra kendisine haber verdim. Bu sefer bana dedi ki: "Her gece yedi defa söyle!" Bunu da tatbik ettim. Sonra haber verdim. Bana dedi ki: "Her gece onbir defa söyle!" Ben onun dediğini yapınca, bu sözlerin zevki kalbime girdi. Bir sene sonra dayım bana dedi ki: "Sana öğrettiklerimi koru ve kabre girinceye kadar onlara devam et. Bu hem dünyada ve hem ahirette sana fayda verecektir". Ben uzun seneler buna devam ettim. Bunun zevkini kalbimde gördüm. Sonra dayım bir gün bana dedi ki:

"Ey Sehl! Allah'ın beraber olduğu, baktığı, şahid olduğu kimse Allah'a isyan eder mi? O halde günahlardan uzaklaş ve sakın?" Bu bakımdan ben kendi nefsimle başbaşa kalıyordum. Beni mektebe gönderdiklerinde 'Himmetimin dağılmasından korkuyorum' dedim. Fakat yakınlarım öğretmene, benim bir saatte gidip ondan öğrenmemi, sonra dönüp gelmemi şart koştular. Böylece mektebe gittim. Kur'an'ı öğrendim. Altı veya yedi yaşındayken Kur'an'ı hıfzettim. Bütün sene oruç tutuyordum. İftarlığım da arpa ekmeğiydi ve bu da on iki sene devam etti. Ben onüç yaşında iken zor bir mesele ile karşı karşıya kaldım. Ailemden beni Basra'ya göndermelerini, bu meselemi orada bulunan âlimlerden sormama izin vermelerini istedim. Böylece Basra'ya geldim. Âlimlere meselemi sordum.

Hiçbiri bana şifâ verici bir cevap vermeyince Abadan'da bulunan ve Ebu Habib b. Ebî Abdullah Abadanî adlı bir kişiye gidip meselemi kendisine sordum. O bana gereken cevabı verdi. Ondan faydalanmak için bir müddet onun yanında kaldım. Sonra memleketim olan Tuster şehrine döndüm. Bir dirheme bir mikyal arpa alır, öğütür, pişirir, tuzsuz ve katıksız olarak her gece bir ûkiyesini yer ve bütün seneyi böyle geçirirdim... Bu dirhem bana bir sene yetiyordu. Sonra ben üç gün üst üste oruç tutup üçüncü gecede iftar etmeye başladım. Sonra beş, sonra yedi, sonra yirmişbeş güne çıkardım ve buna yirmi sene devam ettim. Sonra çıkıp yeryüzünde seyyah olarak gezdim. Sonra memleketim olan Tuster'e döndüm. Allah Teâlâ'nın dilediği zamana kadar bütün geceyi ibâdetle geçirdim".

Ahmed der ki: 'Sehl et-Tüsterî'nin ölüp Allah'a kavuşuncaya kadar hiçbir gece yediğini görmedim'.



İmam Gazzali,İhya,cild:3
Devamını Oku »

Şeytan'ın Halleri

Şeytan'ın Halleri

İkinci sultan şeytandır.


Nefis ise şeytanın vekilidir. Komutanları ise kibir, hased, buhl (cimrilik) açgözlülük, öfke, kahkaha ve maskaralıktır. Sözü geçen bu yedi fiil muhafızlardır. Bundan dolayı kalbin sağ tarafında yedi kale vardır. Her kalede bir muhafız görevlendirilmiştir. Her bir muhafızın yüz bin komutanı vardır. Şimdi, hased ve buhul, dünyayı terk etmekle; bunların tamamı sabr etmekle imana erer.


Ancak kibrin kaynağı şeytan, alçak gönüllülüğün ise Rahmân'dır. O halde ne zaman ki kibir gelse, alçak gönüllülüğü O'na havale eder. Ne zaman ki hased gelse, ilmi O'na havale eder. Buhlün aslı ise şeytandır, cömerdliğin aslı da Rahmân'dır. Ne zaman ki buhül gelirse, cömertliği O'na havale etmek gerkir.


Cömertlik dört çeşittir:


İlki, mal cömertliği, zenginlerindir.


İkinci, beden cömertliği, gâzilerindir.


Üçüncü, can cömertliği, âşıklarındır.


Dördüncü, gönül cömertliği, âriflerindir.


Şimdi esas yapılması gereken, kişinin yönünü Allah isteğine çevirmesidir. Zira edep dileyen korkuyu sever. Korku dileyen hata yapmaktan sakınmayı sever. Hata yapmaktan sakınmayı dileyen sabrı sever. Sabır dileyen utanmayı sever. Utanmayı dileyen cömertliği sever. Cömertliği dileyen miskinliği sever. Miskinliği dileyen ilmi sever. İlmi dileyen marifeti sever. Marifeti dileyen canı sever. Canı dileyen aklı sever ve aklı dileyen yüce Allah'ı sever. Allah buyruğuna müjde on iki çeşit nesnedir. Bu on iki çeşit nesne birbirine vekildir.Ve bunlar iman kumandanının önderleridir. Şimdi çok sakınmak gerekir ki eğer bu on iki türlü nesnenin birisi eksik olsa iman doğru olmaz. O halde en üst makam bunlardır. Bunları korumayan Allah'dan uzak olur, ve bilmekten dahi uzak olur. Allah'ın cemalini görmekten mahrum kalır.


Maskaralığı dileyen gülmeyi sever. Gülmeyi dileyen çekiştirmeyi sever. Çekiştirmeyi dileyen öfkeyi sever. Öfkeyi dileyen açgözlülüğü sever. Açgözlülüğü dileyen kıskançlığı sever. Kıskançlığı dileyen hased etmeyi sever. Hased etmeyi dileyen büyüklenmeyi sever. Büyûklenmeyi dileyen vücudunu sever. Vücudunu dileyen nefsin istek ve arzularını sever. Nefsin istek ve arzuları dileyen nefsini sever. Nefsini dileyen şeytanı sever ve şeytanı dileyen Yüce Allah'ı sevmez.


Zira zikredilen bu on iki fiil, işte bunlar birbirine vekildir. Bu on iki fiile de şeytan vekildir. Ne zaman ki bu on iki fiil yıkılıp yerine (iyi olan) on iki nesne yapılmayınca, kul olduğunu söyleyen kişiye Allah'tan yana yol yoktur. Çünkü bu on iki türlü fiil, hem marifetin ve hem imanın düşmanlarıdır. Akıl kumandanının şeytan kumandanını yendiği bunlarla bilinir. Bu nesnenin belirtisi odur ki, can, ruhânî işreti sever. Ruhânî işretin alameti serbest olmaktır.


Noksan sıfatlardan beri olan Yüce Allah buyurur ki: Üç kişi üç nesneye dayandı. Benlik davası güttü, sonunda helak oldu.


Birincisi; şeytan - lanet ona - ateşe 'dostum' dedi. Allah katında zorlama yoktur; dostu dosttan ayırmaz. Sonunda şeytanı ateşte yaktı.(1) Yüce Allah şöyle buyurdu:


"... gözlerinizin önünde Firavun ailesini suda boğmuştuk,"(2)


İkincisi; Kârun malına dayandı. Sonuç: malıyla birlikte helak oldu. Üçüncüsü; Muhammed Mustafâ (a.s.) Allah dostluğuna dayandı. Öyle olunca yüce Allah "Dostu dostundan ayırmayayım" diye buyurdu.


Yüce Allah şöyle buyurdu:"... onları Allah'ı sever gibi severler. İman edenlerin Allah'a olan sevgileri ise (onlarınkinden) çok daha fazladır."(3) Sonra yüce Allah, lütuf ve kereminden buyurdu ki; "Ben sizinleyim; bana şükredin." Nitekim bir ayette yüce Allah şöyle buyurdu:


" Eğer şükrederseniz, elbette size (nimetimi) artıracağım."(4) Allah teâlâ bir başka âyette de şöyle buyurdu:


"... güzel davrananları da daha güzeliyle (mükâfatlandırması içindir)"(5) Bir başka ayette de şöyle buyurur: "... Kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa bir amel-i Sâlih işlesin ve Rabbine ibadette kimseyi ortak koşmasın."(6) Sonra insanın, kendisini bilmesi gerekir. Kendisini bilmesini hatırlatmasının sebebi şudur: Bir kimse Rahmân ile şeytan farkını bilmezse, kendini de bilmez. Şimdi her kim bu sözleri anlasa, kendisini dahi bilmiş olur. Ne zaman ki kişi kendini bilirse aşk gelip Allah'tan yana çağırır. Bu hususta ne kadar nasibi var ise o kadar ilerler.


Şimdi kim bu sözleri anlamadı, kendisini dahi bilmedi. Her ne kadar insan suretinde olsa da insan mertebesinde değildir. Henüz endişeleri ve malları çokluğu içinde boğulmuşlardır. Hayvanlar gibidirler. Lâkin bu konuda tasarruf sahipleri de vardır ki onlar bilirler. Yetmiş yıldır yaptığımız dedikodu bir saat münâcât ile eşit geldi. Zira halkın dedikodu etmesi şüpheden ileri gelir. Zahidin ibadeti, aslını bilmeden iş yapmasıdır. Arifin tefekkürü, Allah'ın İlâhî sanatına bakarak iş yapmasıdır. Muhibbin yalvarıp, yakarması ise, sevgiliyle muamele etmesidir. Ancak bütün bunları yaparken riya ve tamahkarlık kişiyi kendi hâline bırakmaz. Öyle olunca kişinin daima gönül şehrini araması, gafil olmaması gerekir.


Aklın üç koruması vardır; riyâ ile tamahı gönül şehrinden çıkarırlar. Aklın birinci koruması sabırdır. Aklın ikinci koruması utanmaktır. Aklın üçüncü koruması kanaattir. İşte şeytan bu üç korumadan korkar ve mağlup olduğu da bunlarla bilinir. Bunlar çok ulu kimselerdir ve aklın askerlerindendir. Ve insanların makamı üçtür. Yüce Allah şöyle buyurmuştur:


" Göklerdeki ve yerdeki her şeyi Allah'ın bildiğini görmüyor musun? Üç kişinin gizli konuştuğu yerde dördüncüsü mutlaka O'dur. Beş kişinin gizli konuştuğu yerde altıncısı mutlaka O'dur. Bunlardan az veya çok olsunlar ve nerede bulunurlarsa bulunsunlar mutlaka O, onlarla beraberdir."(7)


Ancak her kişi insan kabul edilmez. Her ne kadar görünüş olarak insan olsalar da onlar hayvanlardan daha aşağıdırlar. Bunlar hased edip kendilerini bilmeyenlerdir. Nitekim Hz. Peygamber hadisinde buyurur:


"Nefsini bilen, rabbini bilir."(8) Şu kadar ki, âbidlerin, zâhidlerin ve ariflerin ibadetleri ve durumları her biri katında uygun olmaz. Zira âbidler, zâ-hidler ve arifler dünyalık beklentileri olan topluluklardır; ancak muhibler ise mânâ kavimleridir. O halde ey azizim! Muhib olanların hallerini şerh etmek çok uzun iştir ve çeşitlidir; fakat akıl ermez, gönül tatmin olmaz ve insanın sûreti bunları kavramaz. Bu konuda bu kadar söz yeter. Burada biz bu kadarını hatırlatmış olduk; kalanın ne olduğunu ancak Allah bilir.


Dinotlar:

(1)- Burada şöyle bir atlama vardır: "Beni ateşten, onu çamurdan yarattın. " (Maide, 5/12). İkinci Fir'avun, Kıptilere "dostum" dedi. Sonunda onların gözü önünde boğuldu. (M.Esad Coşan, a.g.e., s.52,53.)

(2) Bakara, 2/50.

(3)- Bakara, 2/165.

(4)- İbrahim, 14/7. 153 Necm, 53/31. 160 Kehf, 18/110.

(5)- Necm, 53/31.

(6)- Kehf, 18/110.

(7)-Mücâdele, 58/7.

(8) El-Acûnî, a.g.e., c. II  s. 262.


Kaynak: Makalat Hünkar Hacı Bektaş-ı Veli, Tercüme Prof. Dr. Ali Yılmaz, Prof. Dr. Mehmet Akkuş, Dr. Ali Öztürk, Şubat 2007 Ankara, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları

.
Devamını Oku »

Utanma ve Haya

Utanma veya haya duygusuna gelince, bu duygu hem izzeti­-nefsin hem de şeref ve haysiyetin bizdeki bekçisidir. Onunla hem kendi izzetinefsimizi koruruz, hem de başkalarının izzetinefsine saygı duyarız. İnsanlara sevgimiz yüzünden onların şeref duygu­larını da incitmekten utanırız. Utanmayan, hem sevgisi, hem de insanlık değeri olmayan kişidir.

İnsanın sahip olduğu değerler ruh yapısına bağlandıkların­dan, temelde öbür hayvanlardan farklı beden yapısı bulunmayan insan, kendi ruhunu vücuduna üstün tutar ve insan olarak ruhu­na bağlandığım göstermek ister. Bunun için, ilkel toplumlardan medeni toplumlara doğru ilerledikçe insanların vücutlarını elbise ile örtmeleri âdet olmuş ve bu hal medeniyetler ilerledikçe daha güzel ve daha tam şekiller almıştır. İnsanda hayvanlarla ortaklaşa olan bazı hayatî görevlerin gizlenmesi ve ahlâk kaidelerine bağlan­ması, edep veya iffet duygusunu meydana getirmiştir. Utanma ve edep duyguları zayıflayanlar, ruhlarında değerler aramaktan çok kendi beden yapılarında hayvanlarla ortaklaşa değerler araştırırlar ve başkalarının ruh değerlerini de kolayca çiğnerler. Onların tam tersine büyük denen insanlar, ruhlarındaki yüksekliğe tırmanmak için, bir vücuda sahip olduklarını bile bazen unuturlar. En çok utanmasını bilen, kendi ruhuna en fazla saygı duyan insandır.

Kaynak:

Nurettin Topçu-Ahlak
Devamını Oku »