Rahman ve Rahim Arasındaki Farklar



Görüyoruz ki; (Rahmân, Rahîm) ikisi de rahmet masdarından mübalağa (pek çokluk) ifade eden birer sıfat olmakla beraber aralarında önemli farklar vardır. Bu farkları göstermek için müfessirler epeyce açıklamada bulunmuşlardır. Biz şu kadarıyla yetineceğiz: Yüce Allah'ın Rahmân oluşu, ezele (başlangıcı olmayışa), Rahim oluşu ise lâ yezale (ölümsüzlüğe) göredir. Bundan dolayı yaratıklar, yüce Allah'ın Rahmân olmasıyla başlangıçtaki rahmetinden, Rahim olmasıyla da sonuçta meydana gelecek merhametinden doğan nimetler içinde büyürler ve ondan faydalanırlar. Bu noktaya işaret etmek için dünyanın Rahmân'ı, ahiretin Rahîm'i denilmiştir.

Aslında yüce Allah, dünyanın da, ahiretin de hem Rahmân'ı, hem de Rahîm'idir. Ve bu tabir de eski âlimlerden nakledilmiştir. Fakat her ikisinde öncelik itibariyle Rahman, sonralık itibariyle Rahim olduğuna işaret etmek için dünya Rahmân'ı ve ahiret Rahîmi denilmiştir ki, "hem müminlerin, hem kâfirlerin Rahmân'ı, fakat yalnız müminlerin Rahîm'i" denilmesi de bundan ileri gelmektedir. "Allah müminlere karşı çok bağışlayıcı, çok merhametlidir." (Ahzâb, 33/43). Bu hususu biraz açıklayalım: Rahmân, yüce Allah'ın bir özel ismi olduğundan dolayı ezeli ve ölümsüzlüğü içine alır. Bundan dolayı, bu cins rahmet, merhamet ve nimet vermenin kullardan ortaya çıkması düşünülemez.

Rahim ise yalnız Allah'a ait olmadığından sonsuzluğu gerektirmez. Ve bundan dolayı böyle bir merhametin ve nimet vermenin kullar tarafından da yapılması düşünülebilir. Demek Rahmân'ın rahmeti bir şarta bağlı değil iken, Rahîm'in rahmeti şarta bağlıdır, şarta bağlı olarak gerçekleşir. Rahmân olmanın Allah'a mahsus olması ve ondan başkasına ait bir özelliği ilgilendirmemesi ve ancak izafet ile amel etmesi, bütün âlemlerde bir şeyi şart koşmadan genel bir mânâ ifade eder.

Yüce Allah Rahmân olduğu için ezelî rahmeti umumîdir. Her şeyin ilk yaratılışı ve icadında almış olduğu bütün fıtrî kabiliyet ve ihsanlar Allah'ın Rahmân oluşundan kaynaklanan izafî oluşlardır. Bu itibarla içinde rahmet izi bulunmayan hiçbir varlık düşünülemez. Fakat varlıkların ilk yaratılışları yalnız Allah vergisi ve cebrîdir. Yani hiç kimsenin çalışması ve seçimi ile değil, yalnız Rahmân'a dayanmakla meydana gelir. Taşın taş, ağacın ağaç, insanın insan olması böyle zorlayıcı bir rahmetin eseridir. Bu görüş açısından kâinattaki her şey Rahmân'ın rahmetine gark olmuştur.

Bundandolayı Allah'ın Rahmân oluşu bütün varlık için güven kaynağı ve hepsinin ümididir. Göğünden yeryüzüne, gökcisimlerinden moleküllere, ruhlardan cisimlere, canlısından cansızına, taşından ağacına, bitkilerinden hayvanlarına, hayvanlarından insanlarına, çalışanlarından çalışmayanına, itaat edeninden isyan edenine, mümininden kâfirine, Allah'ın birliğine inananından Allah'a şirk koşanına, meleklerinden şeytanına varıncaya kadar âlemlerin hepsi Rahmân'ın rahmetine gark olmuştur ve bu itibarla korkudan kurtulmuştur. Fakat bu kadarla kalsa idi, ilim ile bilgisizliğin, hayat ile ölümün, çalışma ile boş durmanın, itaat etme ile isyan etmenin, iman ile küfrün, nankörlük ile şükrün, doğru ile eğrinin, adalet ile zulmün hiç farkı kalmamış olurdu.

Ve böyle olsaydı kâinatta iradeyi gerektiren iş ve hareketlerden hiçbir iz bulunmazdı. İlim ve irade ile, çalışma ve çabalama ile ilerleme ve yükselme imkanı ortadan kalkardı ve o zaman hep tabiî olurduk, tabiatçılardan (Natüralistlerden), cebriyecilerden olurduk.

Hemkendimizi, hem de Allah Teâlâ'yı yaptığı şeylerde mecbur görürdük. Tabiatı, rahmetin gereğine mahkum tanırdık. Çünkü ne onun, ne bizim irade ve seçme hürriyetimizden bir iz bulamazdık, duyduğumuza gidemez, bildiğimizi işleyemez, arzularımızın yanına varamazdık, bütün hareketlerimizde bir taş veya bir topaç gibi yuvarlanır durur veya bir ot gibi biter, yiter giderdik. Ahlata armut, idris ağacına kiraz, limona portakal, Amerikan çubuğuna çavuş üzümü aşılayamazdık; tarlamıza ekin ekemez, ekmeğimizi pişiremez, rızıklarımızı, elbisemizi ve diğer ihtiyaçlarımızı sanatlar ve ustalıklar (meslekler) vasıtası ile elde edemezdik; göklere çıkmaya özenemez, cennetlere girmeye çare bulamazdık; hayvan gelir, hayvan giderdik. Bu şartlar altında ise Allah'ın Rahmân oluşu mutlak bir kemâl olmazdı.

Bundan dolayı yüce Allah'ın kendi irade ve istediği şekilde davranmasını göstermesi ve onun bir eseri olarak irade sahibi varlıkları yaratması ve onları güzel irade ve isteklerine göre terakki ettirerek rahmetinden nimet içinde büyümeleri ve ondan faydalanmaları ve aksi takdirde ise kötü irade ve çalışmalarına göre nimetlerden mahrum etmekle, onları elem ve ceza ile cezalandırması, o iradelerin toplamının kendi iradesi ile uyum ve ahengini sağlaması ve onlara da rahmetinden bir pay vermesi hikmet gereği olurdu. İşte tabiata ait bir hikmetin değil, ilâhî bir hikmetin eseri olan bu mükemmellik gerçeğinden dolayı yüce Allah, Rahmân olmasından başka bir de Rahim olmakla vasıflanmış ve Rahmân oluşunun rahmeti kendisine ait iken Rahim olmasıyla rahmetinden irade sahiplerine de bir pay vermiştir. Ana kuşlar, Rahmân'ın bir eseri olan yaratılıştan var olan içgüdüleri ile yavrularının başında kanat çırpar, ahlâklı insanlar da Rahim olma etkisiyle hayır işleri üzerinde acıma ve şefkatle yarışırlar.

Bitkilerin, hayvanların anatomisi ve uzuvlarının faydalarıyla ilgili ilimlerde Allah'ın Rahmân oluşunun nice inceliklerini görür, okuruz. Ahlâk ilminde, insanlık hayatının olgunluk sayfalarında, peygamberlerin, velilerin menkıbelerinde büyük insanların biyografilerinde de iradeyle ve çalışılarak kazanılan işlerde Rahîmiyetin etkilerini okuruz. Başlangıçta çalışana, çalışmayana bakmadan varlık âlemine göndermek ve o şekilde idare etmek Rahmân oluşun bir rahmetidir. Daha sonra çalışanlara çalıştıkları maksatlarını da ayrıca bağışlamak Rahîm oluşun bir rahmetidir.

Demek ki; Rahmân oluşun rahmeti olmasaydı biz yaratılamazdık, yaratılıştan sahip olduğumuz sermayeden, Allah'ın bağışladığı zaruri yeteneklerden, en büyük nimetlerden mahrum kalırdık. Allah'ın Rahim oluşundan gelen rahmeti olmasaydı yaratılıştan var olan kabiliyet ve ilk yaratılış durumundan bir adım dahi ileri gidemezdik, nimetlerin inceliklerine eremezdik. Allah'ın Rahmân oluşu mutlak ümitsizliğe, genel ümitsizliğe imkan bırakmayan bir mutlak ümit, bir ezeli lütufdur. Allah'ın Rahim oluşu ise; özel ümitsizliğin cevabı ve özel emel ve maksatlarımızın, çabalama ve faaliyet göstermemizin zamanı ve sorumluluğumuzun mükafatı olan bir arzunun sebebidir.

Demekki, Allah'ın Rahmân oluşunun karşısında dünya ve ahiret, mümin ve kâfir eşit iken Rahim oluşunun karşısında bunlar açık bir farkla birbirinden ayrılıyorlar. Yani "Bir bölük cennette, bir bölük de ateştedir." (Şûrâ, 42/7) oluyor. İşte dünya ve ahiretin Rahmân'ı ve ahiretin Rahîm'i, yahut mümin ve kâfirin Rahmân'ı, müminin Rahîm'i denilmesinin sebebi budur. Rahmetli Şeyh (Muhammed) Abduh'un lügatta bu mânâlara işaret yoktur zannetmesiyle eski alimlerin bu terimlerle gösterdikleri farkları ihmal etmesi doğru değildir. Çünkü "Rahmân" lügatte de Allah'a ait olan sıfatlardandır ve bir fiille bağlantısı yoktur.

Ezelîlik(başlangıcı olmama) bildirir ve başlangıç noktasına bakar. Rahim'de ise bu özellik yoktur ve bir fiille bağlantısı vardır. Demek ki, zevalsizlikte geçerlidir. Rahmân'ın rahmeti, başlangıçta iyiliği dilemeye yönelik Allah'ın zatına ait bir sıfattır. Rahîm'in rahmetinin de sonunda iyilik yapmaya yönelik bir fiilî sıfat olarak kabul edilmesi en güzel görüştür. Şu halde Rahmân ile Rahim, rahmetin değişik birer mânâsını ihtiva etmekle birbirlerinden birer yön ile üstün olmuş oluyorlar.

Demekki Rahmân, Rahim sıfatları yalnız bir pekiştirme (te'kid) için tekrar edilmiş değildirler. Ve her birinin kendine mahsus özel bir mânâsı ve bir mübalağa yönü vardır. Bir taraftan Rahmân'ın rahmeti en üstündür. Çünkü her yaratılmışa izafe olur, diğer taraftan Rahîm'in rahmeti en üstündür. Çünkü öbüründen (Rahmân'dan) daha fazla fiilî bir feyiz ve bereketi içine almakta ve Allah'a vekaleten kullarında da bulunur. Bazı tefsirlerde de buna işaret edilerek Rahmân'ın rahmeti yüce nimetler, Rahim'in rahmeti ise nimetlerin incelikleri ile ilgilidir derler.

Rahmân'ınkullanılışı özel, ilgi alanı ise geneldir. Rahîm'in kullanılış alanı genel, ilgi alanı ise özeldir ve işte yüce Allah böyle katmerlenmiş bir rahmet sıfatı ile vasıflanmıştır ve bunlar, insanlardan ümitsizlik duygusunu silmek ve onun yerine sonsuz bir iyimserlik duygusunu kurmak için yeterlidir. Genel bir şekilde istenen iman ve güven duygusunun ruhu da budur. Rahmân, Rahîm olan Allah'ı inkâr eden kâfir istediği kadar ümitsiz olsun, fakat müminin ümitsiz olması için hiçbir sebep yoktur. "Sonuç günahlardan sakınan müttakilerin olacaktır." (Kasas, 28/83). Ve besmeleden alınacak ilk ilâhî feyz bu sevinçtir.



Elmalılı Hamdi Yazır - Hak Dini Kur'an Dili,Azim,cild:1,syf.51-54
Devamını Oku »

Bütün Rahmetler Gerçekte Allah’tandır


Sen, Allah'tan bir rahmet sayesindedir ki, onlara yumuşak davrandın...(Al-i İmran,159)

Bil ki, bu âyet-i kerime, Hz. Muhammed (s.a.s)'in ümmetine karşı rahîm olmasında, Allah'ın rahmetinin âmil olduğuna delâlet etmektedir. Bu âyetin hakikatini düşündüğün zaman onun, bütün rahmetlerin, ancak Allah'a ait olduğuna delâlet ettiğini anlarsın..

Bunun izahı birkaç yöndendir:

a) Eğer Allah Teâlâ, kulunun kalbine hayra, rahmete ve lütfa davet eden bir his ve istidâd yerleştirmemiş olsaydı, kul bu hususlarda hiçbir şey yapamazdı. Allah Teâlâ insanın kalbine davet edici bu sebepleri, duyguları atınca, şüphesiz ki kul bu fiilleri yapar. Bu takdire göre, rahmet ancak Allah'tandır.

b) Allah'ın dışındaki bütün merhametli varlıklar, rahmetine mukabil, ya bir cezadan kurtulma şeklinde, veya bir sevabı ve mükâfaatı elde etme şeklinde veyahut da güzel bir isim yapma gayesiyle bir karşılık bekler. Böylesi beklentilerden uzak bir durum farzetsek bile, bu durumda ondaki sebep de, kendi cinsinden olan varlıklara karşı duyulan bir rikkat, acıma ve şefkat duygusu olmuş olur.

Binaenaleyh, acı içinde kıvranan bir canlı mahlûku gören kimsenin kalbi rikkate getir, üzülür; onu elem içinde müşahede etmesinden dolayı acı duyar, bundan dolayı da kalbindeki bu rikkati, acıma hissini uzaklaştırmak için, o canlıyı bu elemden kurtarır. Eğer onda, bu maksatlardan herhangi bir şey bulunmamış olsaydı, ona kesin olarak merhamet etmeyecekti. Ama Cenâb-ı Hakk'a gelince, O'nun merhameti hiçbir gayeden ötürü değildir. Binaenaleyh, rahmet ancak Allah'a aittir.

c) Allah'ın dışında merhamet eden her varlık ancak, merhamet ettiği o kimseye ya bir mal vermek suretiyle, veyahut da, belâ ve sıkıntı veren şeylerden herhangi birisini ondan uzaklaştırmak suretiyle merhamet edebilir. Ama ne var ki, merhamet edilen kimse bu maldan, ancak uzuvları salim ve sıhhatli olduğu takdirde istifade edebilir. Uzuvların sıhhatli olması ise, ancak Allah'tandır.

Binaenaleyh, gerçekte rahmet ancak Allah'a aittir. Ama görünürde, Allah'ın rahmet etmesine yardım ettiği herkes "rahîm" diye isimlendirilmiştir. Nitekim Hz.Peygamber (s.a.s),'Merhamet edenlere. Rahman olan Allah merhamet eder..." Allahu Teâlâ da, Hz. Peygamber'i vasfederken, "Mü'm'inlere karşı çok şefkatli, çok merhamet edicidir {rahimdir)" (Tevbe. 128) buyurmuştur.

Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/156-157
Devamını Oku »

Af, Mağfiret ve Rahmet Arasındaki Fark



Bizi affet, bizi bağışla ve bize merhamet et. Sen Mevlâmızsın bizim. Kafir toplumlara karşı da bize yardım et" (Bakara, 286).

......

Af, Mağfiret ve Rahmet Arasındaki Fark

İkinci soru: "Afv", "mağfiret" ve "rahmet" kelimeleri arasında ne fark vardır?

Cevap: Afv, kuldan cezanın düşmesidir; mağfiret, kulu utandırmak ve rezil-rüsvay etmek azabından koruyarak, onun suçunu örtmektir.

Buna göre kul sanki şöyle demektedir: "Senden afv diliyorum. Beni affettiğin zaman, günahımı ört! Çünkü, kabir azabından halâs olmak, ancak onun peşinden utanç azabından da halâs olunduğunda, kurtulunduğunda hoş olur.."

Birincisi cismanî, ikincisi ise ruhanî bir azâbtır. Kul her ikisinden de kurtulunca, mükâfaat istemeye yönelir.

Bu da iki kısımdır: Cismânî mükâfaat ki bu cennet nimetleri, onun lezzetleri ve oradaki hoş ve güzel şeylerdir. Diğeri ise, ruhanî bir mükâafattır ki bunun da zirvesi, Allah'ın celâl nurlarının o kimseye tecelli etmesi ve, takati nisbetinde Allah'ın kibriyâsının, yüceliğinin o kimseye inkişâf etmesi, zuhur etmesidir. Bu da, o kimsenin Allah'ın dışında bulunan herşeyden sıyrılarak, tamamiyle Allah'ın celâlinin nuruna boğulmasıyla, istiğrakıyla mükmün olur.

Buna göre Cenâb-ı Hakk'ın "Bize merhamet et!" buyruğu cismanî mükâfaatı; O'nun bundan sonra demesi de, "ruhanî mükâfaatı" ve kulun bütün benliğiyle Allah'a yönelmek istediğini gösterir. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın"Sen Mevlâmızsın bizim" buyruğu, o anda bulunan kimselerin (hâzirûn) yaptığı bir hitâbtır. Belki de kelâmcılardan pek çoğu, bu açıklamaları tuhaf görür ve bunların tâat kabilinden söylenilmiş şeyler olduğunu söylerler.

Yemin ederim ki, onlar söyledikleri şeylerde doğru söylemektedirler, zira onların ilimdeki dereceleri budur. "Şüphesiz ki Rabb'in, yolundan sapan kimseleri çok iyi bilenin ta kendisidir. O, hidâyete ulaşmış olan kimseleri de pek İyi bilendir" (Necm, 30).

Cenâb-ı Hakk'ın"Sen Mevlâmızsın bizim" buyruğunda bir başka anlam daha vardır. O da şudur: Bu kelime, kulun son derece huşu ve inkiyâd içinde bulunduğunu; kendisine ulaşan her nimetin sahibinin Allah olduğunu ve elde ettiği her türlü ikramı ve ihsanı O'nun lütfettiğini itiraf ettiğini gösterir. Hiç şüphesiz işte bu sebeple, kullar duâ ederken, Allah'ın lütfü ve ihsanına dair söz ederlerken kendilerinin, ancak Cenâb-ı Hakk'ın tedbiriyle işlerinin tamamlanacağı bir çocuk ve, ancak Mevtasının ıslâhıyla işlerinin yoluna gireceği bir kul durumunda olduklarını; Allahu Teâlâ'nın, gökler ve yerin Kayyûm'u olduğunu, bütün işleri yoluna koyan olduğunu, "Ne güzel Mevlâ, ne güzel yardımcı" (Enam. 40) âyetinde de belirttiği gibi, hakikatte her şeyin müdebbiri (yöneticisi) O olduğunu izhar etmişlerdir.

Bu âyetin bir benzeri de, "Allah, imân edenlerin dostudur" (Bakara, 257); yani, "yardım edenidir", "Muhakkak ki Allah, onun dostudur" (Tahrim, 4) ve "Bunun sebebi şudur: Çünkü Allah muhakkak ki imân edenlerin dostudur. Kâfirlerinse dostu yoktur" (Muhammed, 11) âyetleridir.

Daha sonra Cenâb-t Hak Kâfir toplumlara karşı da bize yardım et" buyurmuştur. Yani, "Onlarla savaşırken, onlarla hüccetleşirken ve, Hak Teâlâ'nın, "Onu diğer bütün dinlerden üstün kılmak için" (Saf,9)âyetinde de buyurduğu gibi, İslâm devletinin onların devletlerinin üzerine çıkması hususunda, onlara karşı bize yardım et." demektir.

Muhakkik ulemâdan, "Kâfir toplumlara karşı da bize yardım et" duasından maksadın, "Ruhanî- melekî kuvvetlerle, mâsivâullah'tan başkasına çağıran cismanî güçleri kahretme konusunda Allah'tan yardım istemek olduğunu" söyleyenler de bulunmaktadır. Bakara sûresi bu ifâdelerle sona ermektedir.

Vahidî (r.h), Mukâtil İbn Süleyman'ın şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Hz. Peygamber Miraca çıktığında, ona Bakara sûresinin son âyetleri verilmiştir. Bunun üzerine melekler, "Hiç şüphesiz Allahu Teâlâ"Peygamber "imân etti" diyerek, sana güzel bir övgüyle ikramda bulundu. Binâenaleyh, sen O'ndan iste, ve O'na yalvar yakar.." dediler. Bunun üzerine Cebrail (a.s), Hz. Peygamber'e nasıl duâ edeceğini öğretir.. Hz. Peygamber (s.a.s) de "Ey Rabb'imiz, bağışlamanı dileriz.. Dönüş ancak sanadır" deyince de, Allahu Teâlâ, "Şüphesiz ben sizi bağışladım!" der.

Hz. Peygamber, "Bizi muâhaze etme!., "deyince, Allah(c.c), "Ben sizi muâhaze etmeyeceğim!" buyurur. Hz. Peygamber "Üstümüze ağır bir yük yükleme" deyince Cenâb-ı Hak, "Ben size katı davran m ayacağım" buyurur. Hz. Peygamber (s.a.s), "Takat getiremeyeceğimiz şeyi bize yükleme" deyince, Cenâb-ı Hak, "Bunu size yüklemiyeceğim" buyurur. Hz. Muhammed: "Bizi atfet bizi bağışla ve bize merhamet et" deyince, Allahu Teâlâ da, "Muhakkak ki sizi affettim, sizi bağışladım, size merhamet ettim ve, kâfir toplumlara karşı da size yardım ettim" buyurur.

Bazı rivayetlerde Hz. Muhammed (s.a.s) bu şekilde duâ ederken, meleklerin "Amîn" (= kabul buyur) dedikleri de yer almıştır.

Bu kelimelerin yazarı şu yoksul, fakir, muhtaç kimse de şöyle der: "Ey Allah'ım, ey efendim! Araştırdığım ve yazdığım her şey ile, sadece senin rızanı ve yüce cemâlini gözettim. Eğer isabet ettiysem, senin muvaffak kılmanla isabet etmişimdir. Sen bunları, lütfün ve ihsanınla, bu yoksul ve muhtaç kimseden kabul et!.. Eğer hata ettiysem, ey ısrar edenlerin ısrarının canını asla sıkmadığı ve isteyenlerin isteklerinin de kendisini meşgul etmediği Allahım! Sen lütfü kereminle, benim günahlarımı bağışla..." Bunlar, bu sûrenin tefsiri hakkında söylediğim son sözlerdir. Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah'adır. Salât ü selâm ise, efendimiz, Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s) ile O'nun âline ve ashabına olsun..

Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/114-116.
Devamını Oku »

Eğer insan isen, Bismillâhirrahmânirrahîm de Kurtul



Bismillahirrahmanirrahim

Şu hadsiz kâinatı şenlendiren, bilmüşahede, rahmettir. Ve bu karanlıklı mevcudatı ışıklandıran, bilbedâhe, yine rahmettir. Ve bu hadsiz ihtiyacat içinde yuvarlanan mahlûkatı terbiye eden, bilbedâhe, yine rahmettir. Ve bir ağacın bütün heyetiyle meyvesine müteveccih olduğu gibi, bütün kâinatı insana müteveccih eden ve her tarafta ona baktıran ve muavenetine koşturan, bilbedâhe, rahmettir. Ve bu hadsiz fezâyı ve boş ve hâli âlemi dolduran, nurlandıran ve şenlendiren, bilmüşahede, rahmettir. Ve bu fâni insanı ebede namzet eden ve ezelî ve ebedî bir Zâta muhatap ve dost yapan, bilbedâhe, rahmettir.

Ey insan! Madem rahmet böyle kuvvetli ve cazibedar ve sevimli ve medetkâr bir hakikat-i mahbubedir. Bismillâhirrahmânirrahîm de, o hakikate yapış ve vahşet-i mutlakadan ve hadsiz ihtiyâcâtın elemlerinden kurtul. Ve o Sultan-ı Ezel ve Ebedin tahtına yanaş ve o rahmetin şefkatiyle, şefaatiyle ve şuââtıyla o Sultana muhatap ve halil ve dost ol.

Evet, kâinatın envâını hikmet dairesinde insanın etrafında toplayıp, bütün hâcâtına kemâl-i intizam ve inâyetle koşturmak, bilbedâhe, iki hâletten birisidir: Ya kâinatın herbir nev’i, kendi kendine insanı tanıyor, ona itaat ediyor, muavenetine koşuyor; bu ise yüz derece akıldan uzak olduğu gibi, çok muhâlâtı intaç ediyor; insan gibi bir âciz-i mutlakta en kuvvetli bir sultan-ı mutlakın kudreti bulunmak lâzım geliyor. Veyahut bu kâinatın perdesi arkasında bir Kadîr-i Mutlakın ilmiyle bu muavenet oluyor. Demek, kâinatın envâı, insanı tanıyor değil; belki insanı bilen ve tanıyan, merhamet eden bir Zâtın tanımasının ve bilmesinin delilleridir.

Ey insan! Aklını başına al. Hiç mümkün müdür ki, bütün envâ-ı mahlûkatı sana müteveccihen muavenet ellerini uzattıran ve senin hâcetlerine lebbeyk dedirten Zât-ı Zülcelâl seni bilmesin, tanımasın, görmesin?

Madem seni biliyor, rahmetiyle bildiğini bildiriyor. Sen de Onu bil, hürmetle bildiğini bildir. Ve kat’iyen anla ki, senin gibi zaif-i mutlak, âciz-i mutlak, fakir-i mutlak, fâni, küçük bir mahlûka koca kâinatı musahhar etmek ve onun imdadına göndermek, elbette hikmet ve inâyet ve ilim ve kudreti tazammun eden hakikat-i rahmettir.

Elbette böyle bir rahmet, senden küllî ve hâlis bir şükür ve ciddî ve sâfî bir hürmet ister. İşte, o hâlis şükrün ve o sâfî hürmetin tercümanı ve ünvanı olan Bismillâhirrahmânirrahîm’i de, o rahmetin vusulüne vesile ve o Rahmân’ın dergâhında şefaatçi yap.

Evet, rahmetin vücudu ve tahakkuku, güneş kadar zâhirdir. Çünkü, nasıl merkezî bir nakış, her taraftan gelen atkı ve iplerin intizamından ve vaziyetlerinden hâsıl oluyor; öyle de, bu kâinatın daire-i kübrâsında bin bir ism-i İlâhînin cilvesinden uzanan nuranî atkılar, kâinat simasında öyle bir sikke-i rahmet içinde bir hâtem-i Rahîmiyeti ve bir nakş-ı şefkati dokuyor ve öyle bir hâtem-i inâyeti nescediyor ki, güneşten daha parlak kendini akıllara gösteriyor.

Evet, şems ve kameri, anâsır ve maâdini, nebâtat ve hayvânâtı, bir nakş-ı âzamın atkı ipleri gibi o bin bir isimlerin şuâlarıyla tanzim eden ve hayata hâdim eden ve nebâtî ve hayvânî olan umum validelerin gayet şirin ve fedakârâne şefkatleriyle şefkatini gösteren ve zevilhayatı hayat-ı insaniyeye musahhar eden ve ondan rububiyet-i İlâhiyenin gayet güzel ve şirin bir nakş-ı âzamını ve insanın ehemmiyetini gösteren ve en parlak rahmetini izhar eden o Rahmân-ı Zülcemâl, elbette kendi istiğnâ-yı mutlakına karşı, rahmetini ihtiyac-ı mutlak içindeki zîhayata ve insana makbul bir şefaatçi yapmış.

Ey insan! Eğer insan isen, Bismillâhirrahmânirrahîm de, o şefaatçiyi bul.

Evet, zeminde dört yüz bin muhtelif ayrı ayrı nebâtâtın ve hayvânâtın taifelerini, hiçbirini unutmayarak, şaşırmayarak, vakti vaktine, kemâl-i intizamla, hikmet ve inâyetle terbiye ve idare eden ve küre-i arzın simasında hâtem-i ehadiyeti vaz’ eden, bilbedâhe, belki bilmüşahede, rahmettir.

Ve o rahmetin vücudu, bu küre-i arzın simasındaki mevcudatın vücutları kadar kat’î olduğu gibi, o mevcudat adedince tahakkukunun delilleri var.

Evet, zeminin yüzünde öyle bir hâtem-i rahmet ve sikke-i ehadiyet bulunduğu gibi, insanın mahiyet-i mâneviyesinin simasında dahi öyle bir sikke-i rahmet vardır ki, küre-i arz simasındaki sikke-i merhamet ve kâinat simasındaki sikke-i uzmâ-yı rahmetten daha aşağı değil.

Âdeta bin bir ismin cilvesinin bir nokta-i mihrakiyesi hükmünde bir câmiiyeti var.

Ey insan! Hiç mümkün müdür ki, sana bu simayı veren ve o simada böyle bir sikke-i rahmeti ve bir hâtem-i ehadiyeti vaz’ eden Zât, seni başıboş bıraksın; sana ehemmiyet vermesin; senin harekâtına dikkat etmesin; sana müteveccih olan bütün kâinatı abes yapsın; hilkat şeceresini, meyvesi çürük, bozuk, ehemmiyetsiz bir ağaç yapsın?

Hem hiçbir cihetle şüphe kabul etmeyen ve hiçbir vech ile noksaniyeti olmayan, güneş gibi zâhir olan rahmetini ve ziya gibi görünen hikmetini inkâr ettirsin? Hâşâ!

Ey insan! Bil ki, o rahmetin arşına yetişmek için bir mirac var. O mirac Bismillâhirrahmânirrahîm’dir. Ve bu mirac ne kadar ehemmiyetli olduğunu anlamak istersen, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın yüz on dört sûrelerinin başlarına ve hem bütün mübarek kitapların iptidâlarına ve umum mübarek işlerin mebde’lerine bak.

Ve Besmelenin azamet-i kadrine en kat’î bir hüccet şudur ki; İmam-ı Şâfiî (r.a.) gibi çok büyük müçtehidler demişler: “Besmele tek bir âyet olduğu halde, Kur’ân’da yüz on dört defa nâzil olmuştur.”

Bediüzzaman Said Nursi

(Lem'alar-On Dördüncü Lem'a-İkinci Makam)
Devamını Oku »

Rahmet


Yollar tıkandı, ışıklar söndü, dünyalar karardı. Bana yük olan gövdemin çevrileceği mekân kalmadı artık.

Yakınlarımın, milletimin ve bütün insanların ben daraldıkça bana uzanan elleri yok oluverdi bir anda. Okuyordum, düşünüyordum ve doğru bir yolda yürüyor­dum. Şimdi ne oldu bunlar? Okumak boş bir külfet, düşünmek bir işkence, söylemek sade bir hezeyan. Yürüyüp de nereye gideceğim, madem ki, boyutsuz bir noktanın üzerinde dönüp duruyorum? Dost­lar da kimmiş? Dostluk ne kelime? İnsanların herbiri bir başka hayvan. Sansar olmayanı yılan veya çakal. Sürü riya ile donanır da yüzünü boyarsa ona toplum diyorlar. Benim kendi hayatım bile bana yabancı bir mânâsız varlık, bir kâbus, bir heyûlâ, hafızamın masallarıyla oyalanan hasta bir gölge. Ben dediğim şey, korkularının gölgesine sığınmış ve sade alışkanlıklarının esiri bir otomattan başka bir şey değil. İçinde süründüğü dünya ise ya Schopenhauer’in dediği gibi “mümkün dünyaların en fenasıdır”, ya da Berkeley’in görüşüyle “şuura var gibi görünen bir vehimdir”. Böyle bir dünyada irademden ateşten oklar halinde fışkırıp da etrafa yayılan dilekler, idealler mesa­fe ve mekân bulamıyarak tekrar bana dönüyor, benliğime saplanıyor ve onu uçurumlara yuvarlıyorlar. Bendeki bunca ümitleri boğan ümitsizliğin kucağında var olmak belâlı bir vehim, yaşamak boş şey­dir. O, en açık deyişle yorulmak için koşmak, ölmek için yaşamaktır. Yaşamak, burda ölüm nöbetini beklemektir.

İçerisine bir damla rahmetin sızmadığı bir dünyada insan ruhu­nun üstüne çöken kâbus işte budur. Bu kâbus, kiminde hikmet ve felsefe olur, kimini de kör gözleriyle güden kılavuz. Ancak dua ile göklere açılan ellerin ve Allah’a doğru yükselmek isteyen coşkun emellerin kapanmış kapıları dürtüp de gök kapılarını açtığı zaman ne görürsünüz? Karanlık yer yer yırtılır. Azab ile şüpheyi orta­dan kaldırıp varlıkların gerçeğini gösteren hakikat güneşi âlemleri aydınlatır. Ümitler kalbin can daman olur. Sevinç, sevinç, karşılığı ve sonu olmadığı için ağlatan sevinç benlikten taşar. înanmayıştaki hüsran, son bir defa çirkin yüzünü gösterip çekilir. Herşey sevilir, herşey gerçeğine kavuşur, herşey ebedileşir. İşte bu, duanın sonsuzdan getirdiği rahmettir.

Allah’ın âlemden ibaret eseri olan rahmet, ruhlara müjdesini sunduktan sonra her taraftan gelir, herşeyde görünür. O, sonsuzun sonu olan varlıklarda barınmasıdır. Bunca hatıralar, hicran, hevesler ve sevdalar... Beni benden alan bu hayat kadehine bunların hepsi nasıl sığıyor? Sonsuz olarak yaşa­sam yine de sığacaklardır. Ben dediğim şey, hayat tarlasını kazıyan, düven demiri gibi bir şey midir? Ben kendi kendime miyim? İnsan kendinindir de niye gözyaşlarını kendi dışına akıtıyor? Ümitlerle dolu gözyaşları bize dolan rahmetin yine bizden taşmasıdır; son­suzluktan gelip yine sonsuzluğu aramasıdır. Bencillik, hakikatte benliğin kendi kendini inkârıdır. Kendi dokunduğun tellere kendi gözyaşların boşanır. Bendeki amansız bencilliğin eriyip yok oldu­ğu yer, üstüne bu yaşların döküldüğü tellerdir. Beni dar kalıbımdan çıkarıp sonsuzluğa teslim eden, İlâhî rahmettir. Rahmet, gözyaşları ile kazanılır. İnsan olan varlığın tabiî hali, dua halidir. Rabbin bize sunduğu ise rahmettir.

İnsan ruhu, sürekli bekleyiş halindedir. Bilmeyerek bu bek­leyişini o, fani olan eşyaya bağlar. “Mal istedim, devlet diledim, başarılar bekledim” der. Hakikatte bütün bunlar birer gözbağıdır, aldatıcı hayallerdir; gafil insanı oyalamaktan başka şeye yaramaz­lar. Gören gözler için varlığın kendisi rahmettir. Hem o her yerden gelir. Seste duyulur, bakışta barınır, kışta ve baharda canlanır, esen yelde ve akan suda rahmet mırıldanır. Kısacık ömür içinde ufak büyük birçok şeyler beklediğimizi zannederiz. Hakikatte hepimi­zin beklediği İlâhî rahmettir; bizde dua olan ümitlere sonsuzun cevabıdır. Biz kendi gücümüzle başardığımız eseri bir yere kadar götürüp, bir kapının arkasında bırakırız. Rahmet kapısını açmak bizim işimi/ değildir. Eşyaya bağlı ümitlerle hesapların iflâs ettiği yerde, her zerresi kararmış bir dünyada bile bu kapının bir anda açılışına hiç şaşmıyalım. Onu açan bizim ellerimiz değildir. Bir insan işte ölüyor mu diyorsunuz? Belki çok uzun yaşayacaktır. Bir millet yok olmada mıdır sanıyorsunuz? Belki ebedî olmak için tek­rar canlanacaktır. Bütün insanlık kapkara bir batağa gömüldü ve işte boğuluyor mu diyorsunuz? Belki beklenmedik bir anda doğan güneşle yeniden ayaklanacaktır, ölen şeyleri dirilten bunca ışık, tekrar tekrar âleme dolup taşan bunca hayat bizi uyarmadıysa bu, rahmetten kaçtığımız içindir. Görüşümüzün rahmet, konuşmamızın rahmet, düşünmenin de rahmet olduğunu anlamak için tekrar tekrar kabirden çıkıp gelmemiz mi lâzım?

Merhametle aşkın da rahmet olduğunu, hem de Rabb’in elinden çıktığı gibi rahmet olduğunu anlamadıktan sonra kabirden dünyaya dönüp gelişler de faydasız olacaktır. Rahmet, Allah’ın bize çevrilmiş yüzüdür; biz O’nu rah­metinde görürüz. Allah’ın bir de eşya halinde bölünmemiş, bütün halindeki varlıkta görünüşü vardır. O’nun herşeye serpilen rahmet­te görünüşü bir lûtuftur, varlıkta görünüşü ise ağır bir denemedir. O herkesin kârı değildir. O’nun eşyada görülen rahmetinin tasdikidir. Dua ise, daha fazlasının ümitle yine O’ndan dilenmesidir.

Rahmet, tabiatın kanunlarını aşar, çünkü kanunu koyan da O’nun elidir. Aklın sınırlarının ötesine geçer, çünkü akıl da rahmet eseridir. Onun bizde eşyaya çevrilmiş, kibirle karışık ve bedenle kuşatılmış bir damlasının çırpınışıdır. Gören gözlere o her yerde vardır, güneşin ışığı gibi, bütün âlemi kaplamıştır. Görmeyen ve almayandan, görülmediği ve kendini gizlediği zaman her yerden çekilir. Tablosunu başta çizdiğimiz karanlık bir dünya bırakır. Onu görmek, onu almak için bedenin ve akim kanunlarını çiğneyip ötesine geçmek lâzım geliyor. Bunları bir tarafa iterek değil, tam üstünden aşarak sıçramak şarttır. Bedenin hizmetini, aklın ışığı­nı kullanmak, sonuna kadar kullanmak ve bunların götürebildiği şuurların da Öbür tarafına sıçramak icap ediyor. Bu iş dinin kılavuzluğuyla olur.

Bedenin hareketleriyle övüne övüne cennet arayan ve aklın kendi sınırlan içinde ortaya koyduğu kaidelerin çemberi içinde dolaşan dindarlık, gerçek dini yıkıyor. Ruhun Allah'a götü­ren hamlesini durdurup inşam cansızlarla birleştiriyor. Taassup dedikleri bu felâkettir. Hocanın dini budur. Mabedin imarıyla din adamının refahım hesaplayan din davası, Allah’ın dinini devirmiş­tir. İmanı daraltıcı şekiller, kalbi çepeçevre duvarla kuşatan kaide­ler, bedenin istekleri ve haz cennetleri, hesap ölçüleri, ruhumuzun dünyaya çevrik iştihaları, teşbih sayılan, güzel seslerle donatılmış merasimler, hukukun kaideleriyle korunan ve dünya siyasetine destek arayan din adamlarının sözde dindarlığı... Bunların hep­si gerçek dinin düşmanlarıdır; çünkü bunlar, Allah’ın rahmetine kapatılmış kat kat kapılardır. Herbiri bizi rahmet deryasından bir adım daha uzaklaştırır, Allah’ın elini bizden çekerler. Her tarafına Allah’ın adı yazıldığı, içerisinde türlü kıyafetlerle kuklaların Allah adını haykırdığı mabette Allah bulunmadığı gibi, hep bunlarla yaşanan bir dünyada Allah kullarını terkeder. Akif in dediği gibi:

“Nedir mânâsı mabud olmadıktan sonra, mihrabın,

Rükûun, haşyetin, vecdin, bütün bîçare esbabın?”

Rahmeti alanlara, ona hazır bulunanlara İlâhî rahmet dünya varlıklarının hepsinin eliyle gelir. Onu en güzel getiren insandır, dağdan, denizden geldiği gibi, o bir kuş kanadıyle de gelir, bir yapraktan da alınır. Ama hiçbir tabiat unsuru Şems-i Tebrizinin Mevlâna’ya getirdiği rahmeti getiremez. Mürşid, en ileri rahmet kapısıdır. Rahmeti bir avuç topraktan toplayıp ve bir damla suda seyreden insan kemâle ermiştir, İlâhî rahmetin aynası olmuştur.

Rahmet, bu kendi kendisini izah edemeyen varlığın gerçek adıdır. Başlangıçta cansız varlıkta gizlenen kuvvetin, bitkilerle hayvanları ortaya koyduktan sonra insanı, kendi mutlak hakikatinin kapısının eşiğine kadar ulaştıran eli, insanın kalp gözüne kendi var­lığını gösteren yüzüdür. Âlemdeki İlâhî temaşadır. Felsefenin O’nu tanıtmak için binlerce yıldanberi ortaya koyduğu bunca taslaklar,aklın gösterişli lâkin beyhude marangozluktan hep O’nun etrafında ve dışında dolaşmış, lâkin kendisini tanıtamamıştır. İlmin yaptı­ğı ise, O’nu görmeden ve tanımadan sadece didik didik etmektir. O’nun dünyalarında ancak aşkın kanadıyla uçulur. Âlemde rahmet­ten başka bir şey yoktur.

Nurettin Topçu, Var Olmak
Devamını Oku »