Tövbenin Hakikati



Bu hususta iki bahis vardır.

Birinci Bahis:

Tövbe dilde dönmek demektir. Yüce Allah “Sonra onlara tövbe etti ki onlar da tövbe etsinler” demiştir. Âyetin anlamı şudur: Allah fazlı ve a onlara döndü ki onlar da itaat ve teslimiyete dönsünler. Tövbe dinde kişinin yapma gücü bulunduğu halde bir daha dönmemek azmiyle isyandan isyan olması bakımından pişmanlık duymasıdır.

Pişmanlık dememizin nedeni ilerde zikredilecek hadistir.“İsyan” dememizin nedeni, isyan olmayan bilakis mubah ve itaat olan fiile pişmanlık duymaya tövbe denmez. “isyan olma bakımından” dememizin nedeni şudur:

Bir kimse baş ağrısı yaptığı, aklı baştan aldığı, mala ve namusa zarar verdiği için şarap içmekten pişman olsa dinen tövbe etmiş olmaz. ''Bir daha dönmemek üzere” sözümüzün amacı, başta söylenen şeyi daha güçlü ifade etmek içindir. Çünkü fiile pişman olan kimse ancak böyle olabilir. Bundan dolayı hadiste “pişmanlık tövbedir” buyrulmuştur. Ancak bu açıklamaya şöyle itiraz edilmiştir: Geçmişte yaptığı bir fiile pişman olan kimse o fiili şimdi veya gelecekte yapmak isteyebilir.

Bu kayıt, bu durumdan sakınmak içindir. Hadiste gelen ifade ise tam bir pişmanlığa yorulur. Tam pişmanlık, bir daha asla dönmeme azmiyle birlikte olan pişmanlıktır. Bu itiraz şöyle reddedilmiştir: isyan olması bakımından isyana pişmanlık, bu azmi gerektirir. Nitekim bu, kapalı değildir.

“Yapma gücü bulunduğu halde” dememizin nedeni şudur: Zina yapma gücünü yitiren ve bu gücü tekrar kazanma ümidi de kesilen kimse zinayı terk etmeye azmettiğinde tövbe etmiş olmaz. Ancak bu açıklama sorunludur. Çünkü “yapma gücü bulunduğu halde” sözü, “dönmemek” sözünden alınan fiili terketmenin zarfıdır. Onunla kayıtlanmasının nedeni de şudur: Bir vakitte fiili terk etme azmi ancak o vakitte yapma ve yapmamaya güç yetiren kimse için düşünülebilir.

Bu durumda kaydın faydası şudur: Terketme azmi mutlak değildir ki yapma gücü alınan ve bir daha elde etme umudu da kesilen kimsenin bu azmi sergilemesi düşünülemesin. Aksine o, yapma gücünün bulunduğu varsayımıyla kayıtlıdır. Dolayısıyla yapma gücü alınmış kimsenin de bu azmi sergileyeceği düşünülebilir. Âmidî’nin sözü de bizim anlattığımızı desteklemektedir. Çünkü o şöyle demiştir: “Bizim ‘gelecekte o şeyi yapmaya ehil olduğu esnada’ dememizin nedeni zina eden sonra da iktidarsızlaşan veya ölmek üzere olan kimsenin durumundan sakınmaktır.

Zira bu kimsenin gelecekte o fiili yapmamaya azmetmesi düşünülemez, çünkü o fiili yapması düşünülemez. Bununla birlikte yaptığına pişman olursa tövbesi kabul olur. Bu hususta Selefin icmaı vardır. Ebû Hâşim el-Cübbâî ‘zina eden kimse iktidarsızlaştığında tövbesi sahih değildir, çünkü o zina etmekten acizdir’ demiştir. Ancak bu yanlıştır. Zira o kişi korkutucu bir hastalığa yakalanmışken zina ve diğer günahlarına tövbe etse gelecekte onu bu fiilden aciz bırakan şeyin olması mümkün olsa bile onun tövbesinin sahih olduğunda icma vardır.” Bunlar, Amidî’nin sözleridir.

Yine yazarın “tövbe etmiş olmaz” sözü, bunun herkesin veya çoğunluğun tercihi olduğuna delalet etmektedir. Oysa bu, Ebû Hâşim el-Cübbâî dışında herkese göre iktidarsızın tövbesinin sahih olduğunu söylemesiyle çelişmektedir, iyi düşün!



Seyyid Şerif Cürcani - Mevakıf Şerhi,cilt:3,syf:594-596

Türkiye Yazma Eserler
Devamını Oku »

Ashâbımızın Sevap, Azap ve Bu ikisine İlişkin Meseleler HakkındakiGörüşü



Bu hususta bir kısım bahisler vardır.

Birincisi: Demişlerdir ki sevap, Allah’ın fazlıdır ve Allah sevabı vaat etmiştir ve herhangi bir zorunluluk olmaksızın bu vaadine vefa gösterecektir. Çünkü vaadinden dönmek, yüce Allah için bir eksiklik demektir. Niçin zorunlu olmadığı daha önce defalarca anlatılmıştı. Yine demişlerdir ki azap Allah’ın adaletidir. Çünkü her şey Allah’ın mülküdür. O, mülkünde dilediği gibi tasarrufta bulunabilir. Allah azabı affedebilir. Çünkü af, Allah’ın fazlıdır. Akıl sahipleri nezdinde tehditten dönmek, bir eksiklik görülmez tersine övülür.

İkinci bahis: Müslümanlar, kafirlerin ateşte ebediyen kalacağında ve azaplarının kesintiye uğramayacağında görüş birliğine varmışlardır. Kafirler ister peygamberlerin mucizeleri hakkında ellerinden gelen çabayı sarfedip düşünsünler ama hidayete ermesinler isterse onların peygamber olduğunu bilsinler ama inat veya tembellik etsinler fark etmez.

İslâm dininin dışında bir grup, bir kısım gerekçelerden dolayı kafirlerin ebediyen azapta kalacağını inkar etmiştir. Birinci gerekçe: Cisimsel güç, daha önce geçtiği gibi, sayı ve süre bakımından sonludur. Dolayısıyla onun tükenmesi gerekir. Hayat gücü ve buna bağlı duyu ve hareket tükendiği ve duyumsama kalmadığında azap olması düşünülemez. Bu şüphe aynıyla cennet ehline verilen nimetlerin kesilmesinde de geçerlidir.

Cevap, cisimsel gücün sonlu olduğunu men etmektir. Daha önce onların bu sonluluğun ispatı hakkında tutunduğu delillerin yanlışlığı anlatılmıştı.

İkinci gerekçe: Sürekli bir yakma varken hayatın devam edeceğini söylemek, aklın ilkelerinin dışına çıkmaktır.

Cevap: Bu, hayat için bünyeyi ve mizaç itidalini şart koşmaya dayalıdır. Oysa biz bunu kabul etmiyoruz. Aksine hayat yüce Allah’ın yaratmasıyla olur. Allah ise hayatı sürekli yaratabilir veya canlıda ateşten acı duymasına rağmen ateşle tahrip olmayan bünyeye sahip bir güç yaratabilir. Nitekim Allah bu gücü ateşten acı duymayan semenderde yaratmıştır. Semender sığınağı ateş olan bir hayvandır.

Üçüncü gerekçe: Tecrübeyle bilinmektedir ki ateşin rutubeti yavaş yavaş yok etmesi gerekir. Buna göre iş, sonunda rutubetin yok olmasına varır. Çünkü rutubet sonludur. Bu takdirde o rutubet sayesinde birbirine tutunan parçalar dağılır ve hayat kalmaz. Dolayısıyla da azap devam edemez.

Cevap: Rutubetin ateşle tükenmesi bize göre zorunlu değildir, aksine yüce Allah’ın kudretiyle rutubeti tüketmesi sayesindedir. Oysa Allah tüketmeyebilir veya tüketip yerine benzerini yaratabilir. Dolayısıyla da parçalar dağılmaz, aksine hayat devam eder.

Câhız ve Abdullah b. Haşan el-Anberî şöyle demiştir: Bizim sözünü ettiğimiz bu sürekli azap ancak inatçı ve yetersiz çaba sarfeden kafir hakkındadır. Ama elinden geçen çabayı gösteren eğer Islâm’a ulaşamadıysa ve doğrunun delilleri ona görünmediyse o, mazurdur ve azabı kesilecektir. Böylesi bir şahıs nasıl olur da gücü yetmediği şey olan peygamberi tasdikten sorumlu tutulabilir ve nasıl olur da kendisi açısından herhangi bir kusurun gerçekleşmediği şeyden dolayı azaba duçar olur!

Bil ki kitap, sünnet ve muhaliflerin çıkışından önce oluşan icma, bu görüşü çürütmektedir. Hatta deriz ki bu, dinden zorunlu olarak bilinenlere aykırıdır. Zira kesin olarak bilinmektedir ki Hz. Peygamber (s.a.) zamanında öldürülen ve daimî olarak ateşte kalacaklarına hükmedilen kâfirlerin hepsi inatçı değildir. Aksine kimileri çaba gösterdikten sonra küfre inandı. Kimisi olanca gayretini sarfettikten sonra kuşkusunda kaldı. Fakat Allah onların kalplerini mühürledi, gönüllerini Islâm’a açmadı ve dolayısıyla İslâm’ın hakikat olduğu sonucuna varamadılar. Muhaliflerden önce hiç kimseden Câhız ve Anberî’nin söylediği bu fark nakledilmemiştir.

Üçüncü bahis: isyankarlar arasında kafir olmayanlar ve büyük günah işleyenler, ateşte ebedi kalmayacaklardır. Zira âyette “Kim ki zerre ağırlığında bir iyilik yapsa onu görecektir”(Zilzal,7) denilmektedir. Kuşkusuz büyük günah işleyen kimse bir iyilik yapmıştır ki bu iyilik onun imamdır.

İyiliğini görmesi ise ya ateşe girmesinden önce olacak ve sonra ateşe girecektir ya da ateşe girdikten sonra olacaktır. Birincisi, icma ile yanlıştır. İkincisi yani onun ateşten çıkması ve orada ebedî olmaması ise varmak istediğimiz sonuçtur.

Seyyid Şerif Cürcani - Mevakıf Şerhi,cilt:3,syf:582-584

Türkiye Yazma Eserler
Devamını Oku »

İhtilaflı Sıfatlar

....

Üçüncü sıfat istivâdır. Zira yüce Allah “Rahman arşa istivâ etmiştir”(Taha,5) âyetinde kendisini istivâyla nitelemiştir. Ashap istivâ hakkında ihtilaf etmiştir. Çoğunluk istivânın hükümranlık demek olduğunu söylemiştir. Bu takdirde istivâ kudret sıfatına varmaktadır. Şair şöyle demiştir: “Amr Irak’a istivâ etti // kılıçsız ve kan dökmeden”. Bu şiirde istivâ hâkim olmak anlamındadır. Bir başka şair şöyle demiştir: “Onlara baskın çıktığımız ve istiva ettiğimizde // Bıraktık onları yem olarak akbaba ve kuşlara”. Bu şiirde “istivâ ettik" ifadesi “hakim olduk” anlamındadır.

Şöyle denemez: Hakim olma anlamındaki istivâ yüce Allah hakkında imkânsız olan karmaşa, direnme ve baskın çıkma hissini uyandırmaktadır. Yine Allah'ın özel olarak arşa istiva ettiğinin söylenmesinin hiçbir anlamı yoktur. Çünkü O’nun hükümranlığı her şeyi kuşatmaktadır.

Çünkü biz birinciyi, söz konusu durumları hissettirdiğini men ederek cevaplıyoruz.Nitekim “Allah işine galiptir”(Yusuf,21) âyetinde olduğu gibi “galip” kelimesi onu hisset- tirmemektedir. Evet, bazen bu şeyler hususi bir durumda hükümranlığın nispet edildiği kimsenin kendi özelliğinden dolayı düşünülmektedir.

İkinciyi ise şöyle cevaplıyoruz: Anlam, yüce olanın aşağı olan üzerinde bulunduğunu hissettirmektir. Zira vehimlerde yerleşik düşünce şudur: Arş en büyük yaratıktır. Dolayısıyla arşa hakim olan, kesinlikle diğerlerine de hakim olur. Bu, daha düşükle daha yüce olana yönelik meşhur dikkat çekmenin aksidir ve her ikisi de doğrudur. Zira üstün olan şey, bir duruma daha layıksa daha düşüğün o duruma sahip olmasından daha yücenin de o duruma sahip olduğu anlaşılacağı gibi bunun tersi de daha düşük bir duruma daha layık olduğunda anlaşılır.

'Denilmiştir ki burada istivâ, yönelmek/kastetmek demektir. Bu durumda istiva, irade sıfatına dönmektedir. Bunun örneği, “Sonra göğe doğru istiva etti"(Bakara,29) âyetidir. Âyette “göğe yöneldi” anlamı kastedilmektedir. Fakat hu. tızük bir görüştür. Çünkü yönelme anlamındaki istivâ hakim olma anlamına gelen istilâ gibi “alâ” edatıyla değil, yönelme anlamındaki kasıtta olduğu gibi "ilâ" edatıyla geçişli hale getirilmektedir.

Şeyh Eş'ari iki görüşünden birinde istivânın ne olduğunu bilmesek bile, önceki sıfatlara raci olmayan zait bir sıfat olduğunu söylemiş ama buna her hangi bir delil getirmemiştir. Zikredilen ihtimal varken istivânın müstakil bir sıfat olduğunu kabulde zahir âyet ve hadislere dayanmak doğru değildir. Bu itimal, istivâ ile hakim olmanın veya zayıf olmakla birlikte yönelmenin kastedilmiş olmasıdır. Doğrusu, duraksamak ve bununla âyette geçen istivânın cisimlerin istivâsı gibi olmadığını kesinlemektir.

Dördüncü sıfat, yüzdür. Yüce Allah “Rabbinin yüzü bâkî olacak”(Rahman,27) ve "O'nun yüzü hariç her şey helak olacaktır”(Kasas,88) buyurmuştur, iki görüşünde birinde Şeyh Eş‘arî ile Ebû Ishak el-Isferâînî ve Selef yüzün yukarıda anlatılan sıfatlara zait sübûtî bir sıfat olduğunu kabul etmiştir. Şeyh bir diğer görüşünde yüzün varlık anlamına geldiğini söylemiş ve Kâdî Ebû Bekir el-Bâkillânî de ona katılmıştır. Bu durumda yüz, hakkında kesin bir hükmün bulunmaması ve ihtimal varken zahir naslara güvenilmemesi hususunda istivâ gibidir.

Uyarı: Yüz dilde hakikat olarak özel organ için vazedilmiştir. Ama yüce Allah hakkında bu organın kastedilmesi mümkün değildir. Yüz bizim bilmediğimiz başka bir sıfat için vazedilmiş değildir. Hatta muhatabın düşünemediği bir şey için vazedilmesi mümkün değildir. Zira vazlardan kasıt, anlamların anlatılmasıdır. O halde yüzün mecaz olarak kullanıldığı açığa çıkmaktadır. Yüzün anlaşılan ve delille sabit olan bir şeyin mecazî anlatımı oluşu ise açıklık kazanmıştır. Bu ise yüzle zâtın ve bütün sıfatların mecazî olarak kastedilmiş olmasıdır. Zira bâkî olan şey, yüce Allah’ın bütün sıfatlarıyla birlikte zâtıdır, bunun dışındakiler yok olacaktır ve bâkî değildir.

Beşinci sıfat eldir. Yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Allah'ın eli onlann eli üzerindedir”(Fetih,10), “iki elimle yarattığım şeye secde etmeni engelleyen nedir?”(Sad,75). Bu nedenle Şeyh Eşarî iki organ anlamında olmamakla birlikte zât ve diğer sıfatlar üzerine zait iki sıfatı kabul etmiştir. Selefin görüşü budur ve bazı kitaplarında Kâdî Ebû Bekir el-Bâkıllânı de bu görüşe meyletmiştir. Çoğunluk ise iki elin kudretten mecaz olduğunu söylemiştir. Çünkü elin kudret anlamında kullanımı yaygındır, “iki elimle yarattım” sözü, yetkin bir kudretle yarattım demektir. İki kudret kastedilmemiştir.

Bütün yaratılmışlar yüce Allah’ın kudretiyle yaratıldığı halde Adem'in özellikle kudretle yaratıldığının söylenilmesi,onu şereflendirmek ve yüceltmek içindir. Bu, Cenâb-ı Hakk’ın bütün yaratılmışların sahibi olduğu halde “Evimi temizleyin”(Bakara,125) âyetinde Kabe’yi teşrif etmek için kendisine nispet etmesi gibidir. Yine “Benim kullarım üzerinde senin herhangi bir hükümranlığın yoktur”(Hicr,42) âyetinde müminleri teşrif etmek için özel olarak kullarım diye nitelemesi gibidir.

Mu’tezile sıfatların reddedilip hallerin olumlanması ilkesine dayalı olarak demiştir ki el, kâdirlikten mecazdır. Onların bir kısmı elin nimetten mecaz olduğunu söylemiştir. Fakat bu, çok zayıf bir görüştür. Çünkü yaratmanın ele nispetiyle uyuşmamaktadır.

Denilmiştir ki el zait bir sıfattır. Bu yukarıda geçen Şeyh ve Selefin görüşünün tekrarıdır. Bazı nüshalarda “sıfat” kelimesi yerine “sıla” geçmektedir. Buna göre “iki elimle” lafzı zait olmaktadır. Nitekim şair “Dara düştüm Misver’den yardım istedim // İmdadıma koştu, kölesi olayım Misver’in iki elinin”. Fakat bu görüş, son derece zayıftır.

El sıfatının tahkiki, ilkindeki yani yüz hakkında söylediğimiz şu tahkik gibidir: O, organ için vazedilmiştir. Organın Allah hakkında kullanılması imkânsız olduğundan anlaşılabilir bir anlamın mecazî anlatımı olarak yorumlanmalıdır. Bu anlam ise kudrettir.

Altıncı sıfat, iki gözdür. Yüce Allah “gözlerimizin önünde seyrediyor”(Kamer,14) ve “Gözümün önünde yetişesin diye”(Taha,39) buyurmuştur. Şeyh Eş‘ari bazen bunun diğer sıfatlara zait bir sıfat olduğunu bazen de onun “görme”den ibaret olduğunu söylemiştir. Buna ilişkin açıklama, biraz önce geçen açıklamadır. Buna göre Allah’a organ nispet edilmesi imkânsızdır. Bizim bilmediğimiz bir sıfatın mecazî anlatımı olması ise ifadeyi anlaşılmaz kılar. O halde onun görmenin yahut koruma ve gözetmenin mecazî ifadesi olması gerekir. Çoğul kipi ise tazim içindir.

Yedinci sıfat yan sıfatıdır. Yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Nefis der ki yazıklar olsun, Allah’ın yanındaki aşırılıklarıma”(Zümer,56). Bunun zait bir sıfat olduğu söylenmiştir. “Allah’ın yanı” ifadesiyle “Allah’ın emri” anlamının kastedildiği söylenmiştir. Nitekim şair şöyle demiştir: “Aşığın yanı hususunda Allah’tan korkmuyor musun? //Onun sımsıcak bir ciğeri ve ışıldayan bir gözü vardır''.

Şiirdeki "terakraku/ışıldayan" kelimesi, parıldamak ve hareket etmek demektir. içeceğin ışıldaması, parlaması yani gelip gitmesi demektir. Aynı şekilde gözde dolaştığı zaman gözyaşı da böyledir. Yahut cenb/yan kelimesiyle cenâb anlamı kastedilmiştir. “Onun yanına/cenbine sığındı ” sözü "onun katına ve haremine sığındı'' demektir.

Sekizinci sıfat, ayak/kadem sıfatıdır. Hz. Peygamber (s.a.) uzun bir hadiste şöyle buyurmuştur: “Bunun üzerine Cebbâr ayağını ateşe basar da artık ateş ‘yeter yeter’ der.” Başka bir rivayette şöyle denilir: “Ta ki izzetin Rabbi ayağını ateşe basar. Bunun üzerine cehennem birbirine çekilir ve ‘senin izzet ve keremine yemin olsun ki yeter’ der”. Başka bir rivayette ise “Cehenneme ‘doydun mu’ denir. Cehennem de ‘daha yok mu’ der. Ta ki Rab ayağını cehenneme basar ve bunun üzerine Cehennem ‘yeter yeter’ der” denilir. Hadisteki Cebbâr’ı Cehennemin bekçisi olan Mâlik olarak yahut sorumlulukları yerine getirmekten geri duran kimse olarak yorumlamaya iltifat edilmez. Nasıl olur! Enes rivayetinde “Allah ayağını ateşe koyuncaya dek ateş dolmaz” şeklinde geçmektedir.

Dokuzuncu sıfat parmaklardır. Hz. Peygamber (s. a.) şöyle demiştir:

“Müminin kalbi, Rahman’ın parmaklarından iki parmak arasındadır." Başka bir rivayette şöyle buyrulmaktadır: “Bütün Adem oğullarının kalpleri tek bir kalp gibi Rahman’ın parmaklarından iki parmak arasındadır. Rahman onu dilediği gibi çevirir.” Oysa Allah’a organ nispet edilmesi mümkün değildir. Yorum, iki el hakkındaki gibidir.

Onuncu sıfat, sağ eldir. Yüce Allah "gökler onun sağ elinde dürülüdür"(Zümer,67) buyurmaktadır. Bunun tevilinin tam kudret olduğu açıktır.

On birinci sıfat tekvindir. Haneftler “Ol der o da oluverir”(Gafir,68) âyetine tutunarak tekvinin meşhur yedi sıfat üzerine zait bir sıfat olduğunu kabul etmişlerdir. Buna göre “ol” sözü, hâdislerin oluşunu yani varlığını öncelemiştir ve bu sözle kastedilen, tekvin, var etme ve yaratmadır. Harıefiler şövle demiştir: Tekvin kudretten başkadır. Çünkü kudretin eseri olabilirliktir/sıhhat. Olabilirlik ise olmayı gerektirmez. Dolayısıyla oluş, kudretin eseri olamaz,tekvinin eseri ise oluştur.

Cevap: Olabilirlik imkândır. İmkan ise mümkünün zâti vasfıdır. Dolayısıyla kudretin eseri olamaz. Zira şeyin zâtından kaynaklanan özellik, başkasının sonucu olamaz. Aksine o şeyin kendinde imkânı, onun makdûr olmasının illetidir. Bu bağlamda “bu, makdûrdur, çünkü mümkündür” ve “bu makdûr değildir, çünkü zorunlu veya imkânsızdır.'' denir. Öyleyse kudretin eseri makdûrun oluşu ve varlığıdır, olabilirliği ve imkânı değil. Dolayısıyla böyle eseri oluş olan başka bir sıfatın kabul edilmesine gerek kalmamaktadır.

Eğer şöyle denirse: Kudretin eseri yaptığımız olabilirlikle kastedilen şey, failin tesiri ve var etmesi anlamında fiilin olabilirliğidir, yoksa yapılan şeyin kendinde olabilirliği değildir. Yapılan şeyin kendinde olabilirliği, onun başkasıyla talîl edilmesi mümkün olmayan zâtî imkânıdır. Fakat birinci olabilirlik, faile kıyasladır ve kudretin eseridir. Çünkü kudret, fâilin makdûru olan şeyin yapma ve yapmama taraflarını eşit şekilde tercih etmesini mümkün kılan sıfattır. Dolayısıyla iki tarafın belirli olarak biri failden kudretle meydana gelmez. Aksine onun meydana gelmesi için yalnızca o tarafa taalluk eden başka bir sıfat olması gerekir. İşte bu sıfat tekvindir.

Biz şöyle deriz: İki taraftan her biri kudretin eseri olmaya elverişlidir. Fakat onlardan belirli olarak birinin kudretten çıkması için belirli bir tahsis ediciye ihtiyaç duyulur. İşte bu tahsis edici de o tarafa taalluk eden iradedir. Bu takdirde oluşun ona taalluk eden irade vasıtasıyla onda müessir olan kudretten başka bir ilkesine ihtiyaç duyulmaz. Miraç gecesini anlatan hadiste şöyle geçmektedir: “Avucunu kürek kemiklerim arasında koydu ki serinliğini göğsümde hissettim.” Şimdi Müşebbihenin yaptığı gibi Allah’a organ nispet etmek doğru değildir. Bu sebeple “Allah bildik avuçlar gibi olmayan bir avuca sahiptir” denilmiştir. Hadisteki avuçla kastedilenin yönetim olduğu söylenmiştir. Bu bağlamda “Falan falanı avucunun içine almış” denir ve bununla onu idare ettiği anlatılır.

Buna göre hadiste anlatılmak istenen şey, Allah’ın Hz. Peygamber’i idaresindeki lütufları ile Hz. Peygamber’in bu lütufların ferahlığını hissettiğini açıklamaktadır. Çünkü her türlü ferahlığa, rahatlığa ve hoşnutluğa serinlik denir. Hadislerde yüce Allah’ın azı dişleri görününceye kadar güldüğü söylenmektedir. Bunu hakiki anlamına yormak mümkün değildir. Bu nedenle Allah bizim gülmemiz gibi olmayacak şekilde güler denilmiştir. Gülmenin yorumunun, her işte iyilik ve başarı müjdelerinin açığa vurulması olduğu söylenmiştir. Bu anlamda bahçenin çiçekleri açtığında “bahçe güldü” denir. Buna göre gülmenin anlamı, hayır ve başarı müjdelerinin O’ndan açığa çıkması iken azı dişlerinin görünmesi,O’ndan olması beklenen şeyin künhünün ortaya çıkmasıdır.

Beyan ilminde behresi olan kimse, anlamın açıklığı ve haşmetini dikkate alarak ve anlamın düşüklüğünü doğuracak şeylerden yüz çevirerek zikredilen müteşabih âyet ve hadislerin çoğunu temsil ve tasvire ve bir kısmını da mecaza yorar. Sana düşen bu âyet ve hadislerde derinlemesine düşünmek ve onlara yaraşır anlamlara yormaktır. Yardım istenen Allah’tır ve güven O’nadır.

Seyyid Şerif Cürcani - Mevakıf Şerhi,(Eş'ari Kelamı) cilt:3,syf:174-184

Türkiye Yazma Eserler

Devamını Oku »

Katolikliği Olmayan Bir Dinde Protestanlık Icad Etmek



İslam’ın on dört asırlık serüvenini pesimist [kötümser] bakış açısıyla okuyan zevatın içine düştüğü temel hata, İslam’ın tarihini, kavramlarını ve kurumlarını, Batılıların kendi tarih, kavram ve kurumlarını okuduğu biçimde okuma hastalığına yakalanmalarıdır. Hani hadiste “onlardan biri keler deliğine girse siz de [bir hikmeti vardır diyerek] gireceksiniz” buyruluyor ya işte tam da bu hastalık.

Yanlış analojilere / kıyaslamalara bina edilmiş yanlış sonuçlar…

Batının Hristiyanlıkla olan serüvenini, bizim İslam’la olan serüvenimize kıyaslama… Batının reformist anlayışını adapte etme… Temel hata bu!

Ne oluyor bunun sonucunda?

Olan şu: Birileri, Katoliklik gibi bir yapıya hiçbir zaman sahip olmamış bu din ve kültürde bir Protestanlık inşasına gayret ediyor. İslam’ın Martin Luther ve Calvin’i olmaya can atıyorlar. Böyle bir proje tutar mı? Tabi ki tutmaz. Sel akar, köpük üste çıkar ama köpük gider, su kalır.

Yanlış kıyaslara kurban edilen yeni bir anlayıştan söz ediyoruz. Nasıl yanlış kıyaslar?

İslam’daki “Sünnet”, Yahudilerin Mişnası, Yahudi ve Hristiyanların İsrailiyatı değildir!

İslam’daki icma delili, Hristiyanlıktaki konsil değildir!
İslam’daki ulema, Hristiyanlardaki uhban sınıfı değildir!
İslam’daki mezhep, Hristiyanlardaki kilise değildir!
Kur’an, İncil değildir!

Halife veya Şeyhülislam, Papa veya kardinal değildir!
İslam’da hiçbir zaman "din adamları" sınıfı olmadı. Müslüman ulemanın hiçbir zaman oligarşik hakimiyeti ve “tanrı krallığı” olmadı. Müslüman ulema tamamen kendi çabalarıyla ilim yolunda yükselen sivil halk çocuğu idi. Bir çoğu, zamanının devlet otoritesine boyun eğmediği için hapis yattı, işkence gördü, hapiste öldü.
İslam’daki icma, arkasında siyasî zorlama ya da devlet yaptırımı olmaksızın tamamen spontane [kendiliğinden] gelişen bir konsensüs [ittifak]tır. Bunu, Roma devletinin ve Vatikan’ın devlet yaptırımıyla toplayıp akide belirlediği konsillere kıyas etmek bir akıl tutulmasından başka bir şey değildir.

İslam’da Hâricîler gibi bir takım heretik grupların tekfiri bir silah olarak kullanması hiçbir zaman ana akım [sevad-ı azam] Müslümanlar tarafından kabul edilmedi. Ehl-i kıble tekfir edilmedi. Kimi tarikatlarda zaman zaman cenneti garantileme söylemleri söz konusu olmuşsa da bu hep sıradışı / şâzz bir yaklaşım olarak kabul edildi ve İslam’ın hiçbir zaman endülüjans [cennet tapusu] ve aforoz [dinden atma] belgeleri olmadı. Bireysel tekfir tartışmaları kolektif bir baskı ve yaptırım aracına dönmedi.

İslam’da, bilimsel çalışma yaptığı için mahkeme kararıyla idama mahkum edilen bilim adamları olmadı. Ulemanın birçoğu aynı zamanda astronomi, tıp, coğrafya, mekanik, botanik vb. alanlarda da uzmanlık seviyesinde bilgi sahibiydi.

İslam medeniyetinin, dinî metinleri anlama ve yorumlama metodolojisi fıkıh usulü ilmi çerçevesinde yürüyordu. Bu usulde Kur’an’ın dışındaki kaynaklar Kur’an’ın rakibi, onu tahtından edecek, onunla eşdeğer, otonom [bağımsız] deliller değil ancak ona hizmet eden delillerdi.

İmdi,

Yanlış analojilere dayalı sakat bir mantığın temsilcilerinin, halkı sözümona “din adamları” sınıfından kurtarıp “kutsal kitapla buluşturmak” adına havariliğe soyunması, bütün bir tarihi “kötücül” bir bakışla yorumlamasının bizi getireceği nokta neydi? Tabi ki "indirilmiş din"

Temel soru şu? Nereden indirilmiş din?

Bu “indirilmiş din”, Allah tarafından indirilmiş, başta Allah Resûlü (s.a.v.) ve ashab-ı kiram olmak üzere ümmet ölçeğinde tatbikata geçmiş din değil, tamaman subjektif yorumlarla tarihi bağlarından koparılıp "tahtından indirilmiş", adı konulmamış öykünmelerle "hakimiyetinden indirilmiş", on dört asırlık hafızaya veda ederek "sindirilmiş" bir dindi.

Ne diyelim?

Allah emrinde galiptir, ama insanların çoğu bunu bilmezler!

( Soner Duman /19.Haziran.2017/Pazartesi)
Devamını Oku »

Şerrin İnsanın Elinde Olması,Kuran'a Aykırı mı ?

Şerrin İnsanın Elinde Olması,Kuran'a Aykırı mı ?


Hz.Peygamber bir duâsında şöyle buyurmuştur: “...Bütün hayırlar senin yed-i kudretindedir. Şerr sana âit değildir...”.(Müslim,Mesacid 201)

Bu hadîs şu âyete aykırı görülmüştür. “Ben size öğüt vermek istesem de, eğer Allâh sizi azdırmak (iğva) istemişse, öğüdüm size fayda vermez. O, sizin Rabbinizdir ve O’na döndürüleceksiniz.” (Hûd, 34)

Buna göre, âyet, şerri Allâh’a nisbet etmekte; hadîs ise insana nis­pet etmektedir. Oysa Mu’tezile hariç tutulursa hayrı da şerri de yara­tanın Allâh olduğu konusunda icmâ vardır.

Burada ilginç bir noktaya temas etmemiz gerekir. Aslında hadîsin ifade etiği nokta, aynıyla Kur’ân’da geçmektedir. Allâh şöyle buyurur. “Sana ne iyilik gelirse Allâh’tandır. Sana ne kötülük gelirse kendinden- dir. (Ey Muhammedi) Seni insanlara bir peygamber olarak gönderdik, Şâhid olarak Allâh yeter. ” (Nisâs, 79)

Ancak, hadîse itiraz edenler, her nedense bu âyeti görmemişler­dir. Elbette bu âyette de kastedilen, insanın şerri yarattığı değildir.

Yavuz Köktaş,Kurana Aykırı Görülen Hadisler
Devamını Oku »

Beden Öldükten Sonra Nefsin Ölmediğinin Açıklanması


Beden Öldükten Sonra Nefsin Ölmediğinin İkna Yöntemiyle Açıklanması


Onuncu Fasıl

Fahreddin Râzî (ö. 1210)

[1]Birinci delil: Akıllı kimselerden büyük bir grup, insanların en fazi­letlisinin peygamberler, veliler ve metafizikçi filozoflar olduğu hususun­da anlaşmışlardır. Fizik ve matematikle uğraşan filozofların varlığındaki fayda ise dünya hayatını yoluna koymak içindir. Mademki bu hayat baya­ğıdır, ona hizmet edenler de şerefli sayılamaz.

[2] Durum böyle olduğuna göre deriz ki, peygamberler, velîler ve metafizikçi Filozoflar beden öldükten sonra nefsin ölmediği hususunda görüş birliğine varmışlardır. Bu üç grubun da yol ve yöntemi dünyadan yüz çevirip âhirete yönelmektir. Nitekim yüce Allah “(...) Asıl kalıcı olan sâlih ameller ise Rabbinin nezdinde sevapça daha hayırlı ve ümit bağla­maya daha layıktır” (el-Kehf 18/46) buyurmaktadır. Onlar bu hayatta olup bitenlere değer vermedikleri gibi ıslahına da çalışmazlardı. Âdeta onların, bu yolun değersizliğini ortaya koymak ve eleştirmekten başka bir işleri yoktu. Kim bu görüşü doğrulamak isterse, peygamberlerin dünya­dan el etek çekmelerini ve yüce Allah’a yönelmelerini açıklayan kitaplara müracaat etsin.

[3]Filozoflara gelince, kim onların durumunu ve bu konudaki tutum­larını merak ederse, hayatlarını, özellikle de Sokrat ve Eflatun’unkini konu alan kitapları okusun. Aristoteles’e gelince o, Kral İskender’in veziri ve hocası olduğundan dünya işleriyle çok ilgilenmişti. Bu durumu onun için bir ayıp saymışlardı. Bu da gösteriyor ki, büyük filozoflar, dünyayı talep etmenin kötü bir şey, âhireti önemsemenin ise takdire değer bir yol olduğu hususunda birleşmişlerdir, ölüm sonrasında nefsin varlığı sür­memiş olsaydı,dünya sevgisini eleştirmenin ve âhireti talep etmenin güzelliğini telkin konusundaki peygamber ve filozofların tavrı yanlış ve tutarsız; dünyaya tâlip olan fâsık ve kâfirlerin tutumu ise doğru olmuş olurdu. O halde bunun yanlışlığı kesin bir şekilde bilindiğine göre, bedenin ölümünden sonra nefsin bâkî olduğu kesinlik kazanmaktadır.

[4] İkinci delil ihtiyat yöntemidir. Biz diyoruz ki, bu beden ezelden doğduğu güne kadar yoktu; öldüğü günden ebediyete kadar da yok olarak kalacaktır. Malumdur ki, ezel-ebed arasındaki bu zaman dilimi, gayet çok olana nisbetle az mı azdır. Eğer bedenin ölümünden sonra nefsin bâkî kaldığına, sonrasında onun için mutluluk ve bahtsızlık olduğuna inansak; bu nedenle cismânî lezzetlerden sakınıp ruhânî iyiliklerin peşinde koş- sak; inandığımız doğru çıkarsa ebedî azaptan kurtulmuş ve ebedî sevaba kavuşmuş oluruz. Şayet inandığımız yanlış çıkarsa, ezel ile ebed arasın­daki azıcık sürede sadece bedenî lezzetlerden mahrum kalmış oluruz. Fakat ölümden sonra nefsin de öldüğüne, onun için mutluluk ve bahtsız­lığın sözkonusu olmadığına inansak ve inandığımız da doğru çıksa, şu birkaç günlük dünyada azıcık ve kısıtlı lezzetlere kavuşmuş oluruz. Eğer inandığımız yanlış çıkarsa, o zaman ebedî bahtsızlığı ve azabı boylamış oluruz.

[5] Şayet bunu anladınsa, bedenin ölümünden sonra nefsin varlığını sürdüreceğine olan inanç daha ihtiyatlı bir durum arz eder. Öyleyse bu yolu izlemek gerekir. İşte bu hususu dile getirmek üzere yüce İmam Ali b. Ebî Tâlîb -Allah ondan razı olsun ve kendisini de razı etsin- demiştir ki:
Müneccimle tabip girip krize,
Cesetler dirilmez demez mi bize.
Hadi ordan dedim, siz işinize!
Doğru çıkarsanız benim kaybım ne?
Ben doğru çıkarsam vay halinize...(1)

[6] Bedenin ölümünden sonra nefsin bâkî olduğuna dair üçüncü iknaî delil şudur: En kadîm zamanlardan bu âna gelinceye kadar doğu ve batı­da yaşayanların,ölülerini -zulüm ve haksızlık ettiklerine inansalar bile- namazla, rahmetle ve hayır dua ile andıklarını görmekteyiz. Şayet bedenin ölümünden sonra nefis de ölmüş olsaydı bu ifadelerin boş ve geçersiz olması gerekirdi. Çünkü namaz, dua ve rahmet, ölüye hayır duayı ulaştırması için âlemin Rabbine bir yakarıştır. Lanet ve hakaret ise âlemin Rabbinden ölüye bir kötülük ve azabı ulaştırmasını dilemektir. Eğer bedenin ölümüyle birlikte nefis de ölmüş, bedenin yok olmasıyla o da yok olmuş olsaydı, iyilik ve kötülük dileklerini ölüye ulaştırmak imkânsız olurdu. Oysa böyle düşün­mek, en kadîm zamanlardan beri bütün dünya halklarının bâtıl üzere ittifak ettikleri anlamına gelir ki, bilindiği üzere bu, imkânsızdır (ba'îd).

[7] “Bu dua ve hakareti, yalnız çeşitli din ve mezhep mensupları, var­lığın hakikatini bilmedikleri için yapmaktadır; aklı başında kâmil bir filo­zof bunu asla yapmaz” denilirse; biz de deriz ki, faziletli ve kâmil filozof dediğimiz kimse kendi şüphe ve sapık anlayışından uzaklaşıp asıl fıtratı­na ve tabiî asliyetinin gereklerine dönecek olsa, kendisine çok iyiliği dokunan bir insan öldüğünde, onun yaptığı iyilikleri hatırlayınca o aslî fıtratı onu, ölen insanı rahmet ve dua ile anmaya sevk eder. Ölenden bir­çok kötülük gördüğünde ise onu lanet ve hakaretle anacaktır. Bu da nef­sin ölümsüz olduğunu kabul etmenin aslî fıtratın bir gereği olduğunu göstermektedir. Bu inançtan dönüşün sebebi sadece ârızî şüphelerdir.

[8] Dördüncü delil: İnsan rüyada anne ve babasını görür ve onlara bazı şeyler sorar. Onlar da bu sorulara doğru cevaplar verir. Hatta bir yerde hiç kimsenin bilmediği bir definenin bulunduğundan haberdar ederler. Derim ki, ben henüz ilk öğrenim gören bir çocukken, başlangıcı bulunma­yan olaylar meselesini okuyordum. Rüyada babamı gördüm, bana dedi ki: “Delillerin en güzeli şöyledir: Hareket, bir durumdan bir başka duruma intikaldir. Mahiyeti icabı bu, başkası tarafından öncelenmeyi gerektirir, ilk olmak, başkası tarafından öncelenmeye aykırıdır. O halde 'ilk' ile ‘öncelenme’ kavramlarını bir arada düşünmek imkânsızdır.”

Bana göre bu yorum, bu mesele hakkında ileri sürülen her görüşten daha güzeldir.
[9] Yine duyduğuma göre şair Firdevsî(2) Şehnâme’yı yazıp Sultan Mahmud Sebüg Tekin’e takdim edince sultan onu, kitabın değeriyle miitenâsib olmayan bir şeyle ödüllendirmiş. Bu duruma canı sıkılan Firdevsî rüyasında Rüstem’i görmüş. Rüstem şaire “Beni kitabında çok övdün, ama ben ölüler arasıııdayım, senin hakkını ödeyemem. Fakat falan yere git ve orayı kaz; orada bir define bulacaksın, onu al" der. Bunun üzerine şair demiş ki; “ölen Rüstem hayattaki Mahmud’dan daha çok kerem sahibidir.”

[10] Yine duyduğuma göre Aristoteles’in talebelerinin herhangi bir mesele hakkında başlan sıkışınca, onun kabrine giderek meseleyi orada tartışırlarmış, bu esnada mesele çözülür ve sıkıntı ortadan kalkarmış. Baskın görüş (zann-ı gâlib) ifade eden bu gibi haller, bedenin ölümünden sonra nefislerin ölmediğini bildirmektedir.

[11] Beşinci delil: Bizler hayır ve dinî amaçla yapılan her binanın, zayıf ve gevşek yapılsa da uzun zaman ayakta kaldığını; fakat krallar ve önde gelen büyükler için yapılan dünyevî amaçlı köşklerin ise gayet sağ­lam olmakla birlikte çok kısa zamanda yıkıldığını görmekteyiz. Dahası, zâhid, âbid ve âlimlerin anıları, eserleri ve eski eşyaları, çok yıpranmış bile olsa, ölümlerinin ardından uzun süre korunur. Ben, sahibinin ölü­münden yüz yirmi sene sonra ona ait yıpranmış, yırtılmış bir seccade gördüm. Nitekim RasûlullâhTn (s.a.s.) elbisesi altı yüz küsur yıldan beri korunmaktadır. Fakat kral ve hükümdarların gösterişli kıyafetleri çok kısa zamanda yok olup gitmektedir. Yine âlim ya da zâhid bir adam, fakir, zayıf ve insanların değer vermediği biri olsa da, ölümünden yüzlerce, bin­lerce sene sonra hatırasının yaşadığını görmekteyiz.

Fakat zalimlerin, hükümdarların dünyada ünü sanı çok kısa sürer, sonunda silinip gider. Dünyada onlardan ne eser ne de haber kalır.

[121 Bunu anladın ise şimdi deriz ki, tümevarıma dayalı bu gözlem, “yüce huzur”la ilişkili bulunan her şeyin, o ilişkinin gücü nisbetinde kalı­cı olduğu sonucunu vermektedir. Maddî âlemle ilişkili olanlar ise çabu­cak silinip gider. Durum böyle olduğuna göre deriz ki, nâtık nefis (akıl), zorunlu varlığın nuruyla aydınlanınca ondan aldığı güçle sayı, zaman ve şiddet bakımından gayet güçlenir. Bu nedenle kozmik düzen [es-seb'u’ş- şidâd) devam ettiği sürece o da varlığını bozulmaktan korunmuş olarak sürdürür. Konuya yaklaşımın tamamı şöyledir: Ben o yıpranmış ve yırtıl­mış olan yüz yirmi senelik seccadeyi görünce, kendi kendime dedim ki, uzun zaman korunan bu lime lime olmuş seccadeyi diğer gösterişli elbi­selerden ayrıcalıklı kılan, bedenini yöneten ve yüce Allah’ı bilmesinin nuruyla aydınlanan nefsin sahibi olan o adamın ayağını bunun üzerine basmasıdır. İşte bu kadarcık bir ilişkiden dolayı o eski püskü seccade uzun zamandan beri korunma imkânı bulmuştur. Bu kadarlık bir ilişki kahcılığa neden oluyorsa, nâtık nefis cevheri nasıl kalıcı olamaz?! Üstelik o, şâm yüce Allah’ın nurunun kabı ve zarfı, İlâhî âlemin ışığıdır.

[13] Altıncı delil: Biz, yüce Allah'ın emirlerine saygı duyan ve O’nun yarattıklarına şefkat gösteren her insanın uzun ömürlü olduğunu, yaşa­dığı sürece de belâ ve felaketlerden korunduğunu görmekteyiz. Buna mukâbil cinayet ve zarar verme konusunda fazlaca saldırgan olanların ömrü kısa olduğu gibi başlarına bir belâ gelmesinden de kurtulamazlar. Bu, büyük ölçüde tümevarıma dayalı bir kanaattir. Hatta diyebiliriz ki, saldırgan olmayan hayvanların ömrü uzun, zararlılarınla kısadır. Allah’ın emirlerine saygının anlamı, nefsin nazarî (teorik) gücünü geliştirmek; Allah’ın yarattıklarına şefkatin anlamı da nefsin yaratılmışlara yönelik amelî (pratik) gücünü geliştirmekten ibaret tir. Bu husustaki tümevarım yöntemi, bu iki gücü geliştirmeye yönelik çabanın, bedenin imkânı nisbetinde uzun süre yaşamasını sağladığını göstermektedir. Bu durumda nefis cevheri bu iki gücü kendinde bulun­durduğuna göre onun varlığını sürdürmesi daha evlâdır.

[14] Yedinci delil: Durumu itibariyle insanlık üç kısma ayrılır. Onun en yakın ve aşağıdaki konumunu sırf cismâniyeti oluşturur. Âdeta bu, mescid, medrese ve tekke gibi hayır için yapılan binalar gibidir. Cismâni- yet ve ruhâniyeti birleştiren konuşma [kelâm), orta konumu temsil eder. Çünkü söz, cismâniyetten doğan ses ile ruhânî yani gayri maddî olan kav­ramdan (ma'nâ) oluşur. En yükseği ise sırf nefsanî (psikolojik) durumdur ki, o da hakikî ve doğru bilgiden ibarettir.

[15] Bunu anladın ise şimdi deriz ki, cismânî varlıkların uzun yaşama­sının ruhânîlere göre daha az olduğu gayet açıktır. Ayrıca cismâniyetten olup da ruhâniyetle ilişkili olan her şeyin, varlığım devam ettirme konu­sunda mümkün olan en son noktaya kadar vardığını görmekteyiz. Eğer istiyorsan Mescid-i Haram ve Mescid-i Aksâ'nın durumuna bakarak bunu anlayabilirsin. Kalıcı olmaları bakımından dünyada bu iki yapıya denk bir bina bulamazsın. İkinci mertebeye gelince, ruhânî kavramlarla ilgili her söz, mümkün olan en son noktaya kadar varlığını sürdürür. Eğer anlamak istiyorsan Tevrat, Incil, Zebur ve Kur’ân gibi Allah’ın indirdiği kitapları; tarzları farklı olmakla birlikte hikmete dair kitapları düşün. Farklı türden olsalar da bunlar yeryüzünde ebediyen kalacaktır. Gördük ki, cismânîler ruhânîlerle ilişki kurunca ömürleri büyük ölçüde uzuyor. Hâlbuki cismânî olanlarda aslolan yıkılıp yok olup gitmektir. Fakat özü ve nitelikleri itibariyle nefis cevheri sırf ruhânîdir.

O halde ebedîliği gerektiren ve en büyük iksir sayılan yüce Allah'ı bilen nefis, değişim ve fânilikten uzak olarak, tertemiz bekâyı hak etmeye daha layıktır.

[16] Sekizinci delil: Tümevarım yöntemi gösteriyor ki, insanın kalbine yüce Allah'ı bilme nuru tecelli edip O’nun celal ve kibriyâ sıfatları kalpte inkişâf edince nefsi güçlenir, gücü gelişir; öyle hale gelir ki, dünyanın en büyük hükümdarlarını bile önemsemez ve hiç kimsenin makamında asla gözü olmaz. Fakat tecelli ve keşif hali kalpten gidince o kimse ilk durumu­na döner, öyle ki, en basit şeyden korkar ve sakıncası en az olanlardan bile ürker hale gelir. Anlatıldığına göre İbrahim el-Havâss,(3) müritleriyle çölde bulunurken bir gece kendini keşf makamında bulur. Orada oturur­ken yırtıcı hayvanlar çevresinde toplandığı halde o bunlara hiç aldırış etmez, fakat müritler korktukları için ağaçlara tırmanırlar. İkinci gece kendisinden o hal gittiği halde otururken bir sivrisinek elini sokar ve o, bundan duyduğu acıyı [etrafındakilere] belli eder. Bunun üzerine bir müridi der ki: “Dün gece sizi yırtıcı hayvanlar kuşatmışken hiç aldırış etmediniz, fakat bu gece sivrisinekten yakmıyorsunuz.” İbrahim el-Ha­vâss der ki: “Dün gece bana gayb âleminden çok değerli bir konuk ve büyük bir sultan gelmişti. Onun gücü sayesinde o yırtıcılara aldırış etme­dim. Ama bu gece kendimle başbaşayım. Bu yüzden sivrisineğin verdiği sıkıntıya katlanamıyorum.”

[17] Anlattıklarımızdan ortaya çıkan şudur: Gayb âleminden zuhur eden nur, ruh cevherini güçlendirir ve nefsin madde âlemine olan üstün­lüğünü ifade eder. Durum böyle olduğuna göre, ölüm yaklaşınca nefis cevherinin yüce Allah’a sığınması gereklidir. O esnada mükâşefe gerçek­leşir; böylece nefis cevheri öyle bir güç kazanır ki, artık bütünüyle âlemin harap olmasına aldırış etmez; o halde zayıf bedenin harap olmasına neden aldırış etsin!

[18] Dokuzuncu delil: Bedenin fânî olmasıyla nefis de fânî olsa, nefis kendi bekâsını temin için bedene muhtaç olmuş olurdu. Oysa aslında beden kendi bekâsı için değil, niteliklerinin bekâsı için nefse muhtaçtır. Onlar mizaca ait niteliklerdir. Bu durumda nefsin bedene olan ihtiyacı, bedenin nefse ihtiyacından daha fazla olmuş olur. Bir şey daha çok muh­taç ise muhtaç olduğu varlıktan daha değersiz düzeyde demektir. Buna göre bedenin ölümüyle nefis de ölmüş olsa, nefsin bedenden daha düşük düzeyde olması gerekir; bu ise geçersizdir. Çünkü beden nefisle birliktey­ken değerlidir, nefis bulunmayınca o gayet değersizdir. Böylece bedenin ölümüyle nefsin ölmediği iyice anlaşılmıştır.

[19] Onuncu delil: Bedenin ölümü, cisimlerdeki sıfatların değişimin­den ibarettir. Bedenin ölümü, sadece mizaca ilişkin niteliğin ve normal azaların ortadan kalkmasıdır. Buna göre deriz ki, o arazların cisimlerle olan ilişkisi, cisimlerde tasarrufta bulunan nefisle olan ilişkisinden daha mükemmel ve daha güçlüdür. O arazların ortadan kalkması, aralarında çok yakın ilişki bulunan cisimlerin ortadan kalkmasını gerektirmezken, nefisle uzaktan ilişkisi bulunanın ortadan kalkması, nefsin fânî olmasını evleviyetle gerektirmez.

[20] İşte bu konuda üç saatten az bir sürede hatır ve hayalime gelen yorumların toplamı bundan ibarettir. Bu iknaî delillerden dolayı kimse­nin bizi ayıplamaya hakkı yoktur. Zira biz, eğer bir gaye önemli ve ciddi ise aynı zamanda değerli, yüce ve zor olduğunu anlattık. O gayeyi bazen kesin delillerle, bazen güçlü ve zayıf iknaî delillerle gerçekleştirmek akl-ı selimin gereklerindendir. Allah daha iyi bilir.

Dipnotlar:

(1)- Aslında Ebu 1-Alâ el-Ma‘arrî’ye ait olan bu kıtanın manzum çevirisi tarafımızda yapılmıştır.

(2)- Firdevsî (ö. 411/1020 [?]) İran'ın millî destanı olarak kabul edilen ve 60.000 beyit­ten oluşan Şehnâme’nin müellifidir. Şehnâme’yi Gazneli hükümdarı Mahmııd b. Sebüg Tekin’e (ö. 421/1030) ithaf eden ve eseri bizzat sultana sunan Firdevsî, bir rivayete göre Gazneli Mahmud'dan eserinin değerine lâyık bir ödül alamamış, kendisine verilen 60.000 dirhemin 20.000’ini Sultan Mahmud’un gözdesi Ayaz’a, 20.000’ini hamamcıya, 20.000’ini de hamamın yanındaki bozacı veya mey­haneciye vermiş ve Sultan Mahmud için bir hicviye yazarak Herat’a kaçmıştır; bkz. Mehmet Kanar, “Firdevsî", DİA, c. XIII (İstanbul 1996), s. 125-127.

(3)- Ebû îshâk İbrahim b. Ahmed el-Havâss (ö. 291/904): Riyâzet ve tevekküle önem vermesiyle tanınan ilk dönem sûfîlerindendir.



Kaynak:Felsefe ve Ölüm Ötesi,Klasik yay.,Derleyici:Mahmut Kaya,syf:112-119
Devamını Oku »

31 Mart Hadisesi'nin İçyüzü Nedir ? Ne Değildir ?



4.12 BİR ASRA YAKINDIR İRTİCA OLAYI DENİLEREK HEP DİNDAR İNSANLARIN ÜZERİNE YIKILAN 31 MART HADİSESİNİN İÇYÜZÜ NEDİR? NE DEĞİLDİR?

31 Mart Vak'ası diye tarihe geçen bu olay, 14 Nisan 1909 tarihine rast­lamaktadır. Tarihçiler, bu olayın, kendi zulümlerini örtmek isteyen İttihâdcıların, II. Abdülhamid'in tahttan indirilmesini temin etmek için, İngiliz Gizli Servisinin yardımı ile ve İngilizlerin aleti olarak tertipledikleri bir hadise ol­duğunda ittifak etmişlerdir. Ancak suç, samimi Müslümanlara yıkılsın diye, bir kısım dinî sloganlar kullanılmış ve "şerî'at elden gidiyor" diye dine ve dindarlara hücum planları hazırlanmıştır. İttihâdcılar, kendilerinin tertiple­dikleri bu olayı dindarları mülteciler diye suçlayarak dindarlara yıkmışlar ve maalesef kendileri gibi düşünen tarihçileri de kullanarak, bu olayı en büyük irtica olayı diye takdim etmişlerdir. Böyle bir tertibi fiiliyata dökmek için hem yeterli sebepler vardı ve hem de memleketin bazı halleri böyle bir fitne için alevlendirici özellik arz ediyordu. Şöyle ki:

Evvela, 31 Mart Vak'asının sebepleri nelerdi?

A)Bu olayın asıl sebebi, İttihâdcılarm yaptıkları zulüm ve istibdaddı. İttihâdcılar, tam bir zorba kesil­mişlerdi ve muhâliflerini sokaklarda öldürecek kadar azıtmışlardı. Mesela, İsmail Mahir Paşa, muhâlif gazetecilerden Ahmed Samim ve Hasan Feh­mi Bey İstanbul caddelerinde açıkça öldürüldü ve faili meçhuller artmaya başladı. Sultân Abdülhamid, Meşrutiyet gereği icraya karışmıyor ve sadece temsil vazifesini görüyordu. Devlete daha çok hâkim olmayı isteyen İttihâ­dcılar, yabancı devletler tarafından Abdülhamid'e karşı bir şeyler yapmaya zorlanıyorlardı. Onlar için tek hedef, gölgesinden dahi korktukları Sultân Ab­dülhamid idi.

B)Osmanlı Devleti'ni yıkma planlarının yapıldığı Meclis'deki vekillerin değişmesi için, millet tam manasıyla kaynıyordu. Ermenistan ve Rum Pontus tartışmalarıyla uğraşan Meclis'teki vekillerden halk rahatsızdı.

C)İcradan uzak tutularak köşesine çekilmeye mecbur edilen Sultân Abdül­hamid'in yeniden devlet ve millet lehine harekete geçmesini arzu edenler vardı. Çünkü İttihâdcılar, İngilizlerin maşası gibi, onu tahttan indirmek için meşgullerdi.

D)Asker siyâsete karışmıştı. Aldığı askerî ve dinî terbiyeye ay­kırı işler yapmaya başlamıştı. Mesela, Selanik ve Manastır’dan İstanbul’a ge­tirilen III. Orduya ait subayların fiyakasından halk ve diğer ordu mensupları yaka silkmeye başlamışlardı. Bununla da kalmayıp, İttihâdcılar, İstanbul'u korumakta görevli I. Orduyu tahkir ederek, III. Ordunun Selanik'teki tüme­ninden nigahbân-ı hürriyet ve muhâfiz-ı meşrutiyet adıyla avcı taburla- nro İstanbul'a sevk ettiler.

E)Haşan Fehmi Bey başta olmak üzere, faili me­çhul olayların artması milleti tedirgin ediyordu.

F)Ittihâdcılar kendilerine muhalif gördükleri subayları ve hatta askerleri kadro dışı ediyorlardı; açıkça bir tasfiye hareketi başlamıştı. Bu durum da ciddi bir gerginlik sebebiydi.

G)Hürriyet adı altında her türlü ahlaksızlık serbest hale gelmişti. Açıkça şer'-i şerife aykırı işleri yapan İttihâdcılara karşı, halkta ve özellikle de sağını so­lundan ayıramayan Derviş Vahdeti gibi bazı dindarlarda, idareye karşı bir nefret oluşmaya başlamıştı. Bütün bu sebeplerin bulunduğu bir ortamda, özellikle 24 Temmuz 1908-14 Nisan 1909 tarihleri arasında, her iki ta­rafa ait gazeteler, gerginliği arttırıcı yayınlar yapıyorlardı. Partiler, sanki bir iç savaş olacak gibi fedai yazmaya başlayan cemiyetler kurmaya başladılar. Ittihâdcılar, zafer sarhoşluğuyla baskı ve zorbalıklarını daha da arttırmaya başladılar. Sınırsız hürriyet anlayışı, askerlere kadar aşılandı ve erler subay­larına itaat etmez hale geldiler. Dine ve ahlaka aykırı bazı şeyler, askerlere telkin edilmeye başlandı. Orduda itaat ve ahlak bozulmaya başlayınca, dinde hassas ama muhakeme-i akliyede eksik olan bazı nâdânlar, iyilik yapıyorum zannıyla bazı fitne tohumlarını ekmeye başladılar.

Hürriyetin yanlış anlaşıl­ması ve tatbik edilmesi sonucunda, devletin idaresi cahillerin elinde kaldı ve herkes kendi başına hareket eder hale geldi. İstanbul serseri mayınlarla dolu bir hale gelmişti. İşte İngiliz Gizli Servisinin tahrikleriyle hareket eden İttihâd ve Terakkiciler, 31 Mart 1325 günü yani 14 Nisan 1909 tarihin­de, gergin durumu fırsat bilerek tertiplerini fiiliyâta dökmeye karar verdiler ve III. Ordudan getirdikleri avcı taburlarına mensup neferlerin fişeğini pat­lattılar. Başlarında tek bir subayın dahi bulunmadığı ve sadece başçavuş ve çavuşların komuta ettiği bu erler, "Şerî'at isterüz” deyü isyan ettiler. Ayasofya ve Sultanahmed Camii önlerinde toplanan kalabalık, Sadrazam Hüseyin Hilmi Paşa ile Meclis-i Meb'ûsân Reisi Ahmed Rıza Bey'in azlini ve bütün Îttihâdcıların sürgün edilmelerini istiyorlardı. Yukarıda zikredilen sebepler­den dolayı, isyan eden askerlere, başta hamallar olmak üzere her çeşit insar karışmıştı.

Görünürde İttihâdcılara karşı, şerî'atı ve onun teminatı olan Abdülhamidi kurtarmak için yapılmış bir isyandı. Ancak tamamen İttihâdcıların ve İngiliz Gizli Servisinin, Abdülhamid'i tahttan indirmek ve bu arada dindar halkı da ezerek gözdağı verilmek için yapılmış bir tertipti. Bu serseri mayın gibi isyan eden askerler, İttihâdcıların ileri gelenlerinden Ahmed Rıza Bey zannederek Adliye Nâzın Nâzım Paşa'yı ve Gazeteci Hüseyin Cahid zannıyla da Lazkiye Meb'usu Mehmed Arslan Bey'i öldürdüler. Sultân Hamid, II. Tümen Kumandanını çağırarak âsileri dağıtmasını istedi; ancak Padişah'ın tâlimatını dinlemeyen komutan Ordu Komutanından emir almadığını söyle­yecek kadar alçalmıştı.

Maalesef îttihâdcı olan ve sonradan bu haline çok piş­man olan Mahmûd Muhtâr Paşa ise, emir vermemekte direndi. Daha sonra isyan eden bu cahil askerlere, kendileri gibi cahil olan hamallar ve de sağını solundan fark edemeyecek kadar ahmak olan bazı dindarlar da katıldı. Zaten İttihâdcıların muhâlifleri de böyle bir fırsat bekliyordu. Onlar da akıllı hare­ket edemediler. İş, çığırından çıkmıştı. Bediüzzaman başta olmak üzere, bir kısım akıllı İslâm âlimleri, askerlere ve hamallara, bunun bir oyun olduğunu ve oyuna gelmemeleri gerektiğini ikaz ettiler. Hatta Bediüzzaman, bir nutuk ile sekiz taburu itaate getirmişti. İttihâdcılar, İngilizlerin âleti olmuşlar ve bütün Müslümanların ümidi haline gelen Abdülhamid'i indirmekten başka gaye gütmemişlerdir.

Bu olayı kendileri tertip etmelerine rağmen, ısrarla ola­yın bir irtica olayı olduğunu ifade etmeleri, günümüze kadar gelen devlet ile milletin arasını açmak âdetinin kötü bir başlangıcı oldu. Fırsatı ganimet bilen İttihâdcılar, olaylar büyüyünce, Selanik'ten Hareket Ordusu adını verdikle­ri kuvvetleri, Padişah'ı kurtarmak gibi yalancı bir sloganla İstanbul'a sevk etmeye başladılar. Bu hareket ordusunun sadece kumandanı olan Mahmûd Şevket Paşa Müslüman ve Türk'tü. Askerlerin çoğu, yağmacı ve Müslüman kâtili olan Makedonyalılardı. Tam bir çapulcu ordusuydu. Olayın vahameti­ni anlayan İstanbul'daki generaller ve özellikle I. Ordu Komutanı Nâzım Paşa, Sultân Abdülhamid'e müdahale etmeleri gerektiğini anlattılarsa da, Müslümanı Müslümana kırdırmayacağını söyleyen Padişah, onlara gerekli tâlimatı vermedi.

1.Ordu Kumandanı Nâzım Paşa'ya, Hareket Ordusuna silah çekmemeleri için yemin bile ettirdi. 25 Nisan'da Hareket Ordusu Komutam Mahmûd Şevket Paşa İstanbul'a girdi ve hâkim oldu. Sıkıyönetim ilan eder Paşa, bir kısmı tamamen masum olan binlerce insanı idam ettirdi. Hareket ordusu, Yunan ordusu gibi davrandı ve Yıldız Sarayı'nı yağmaladı. Kütüphane dışında Padişah'ın altın arabasını bile parçalayıp götürdüler. Daha sonra 27 Nisan 1909'da Meclis-i Umumi'yi toplayarak Abdülhamid'i hal' kararını silah zoruyla çıkardılar. En önemli ithamları, 31 Mart Vak'asını tertip etmekle suçlamak idi. Halbuki bu tamamen yalandı. I. Orduya talimat vermemekte direnen Padişah, Müslümanı Müslümana kırdırmakla itham ediliyordu.

Kı­saca 31 Mart Olayı, İttihâdcıların tertipledikleri bir fitneydi; ancak muhalif­leri olan Kâmil Paşa-zâde Said Paşa, İsmail Kemal Bey, muhalif gazeteci­lerden Mizancı Murad ve Volkan Gazetesi baş yazarı Derviş Vahdeti gibi bazı safdiller de durumdan pasta çıkarmak uğruna ateşe kürekle gittiler ve fitne ateşini söndürmek yerine alevlendirdiler. Neticede düşmanlar kâr etti; devlet, millet ve din zarar etti. Çünkü kurulan Divan-ı Harb-i Örfî masumla­rı idam sehpalarında sallandırdı. Din düşmanı kesimlerin eline tam bir irtica sermayesi verilmiş oldu. Bediüzzaman gibi allâmeler bile, 31 Mart Olayı ile suçlandılar; ama beraat ettiler.(1)

Prof.Dr.Ahmed Akgündüz - Arşiv Belgeleri Işığında Sultan 2.Abdulhamid ve Bediüzzaman,Osav yay.,syf:144-147

Dipnotlar:

(1)- BA, Meclis-i Meb'ûsân Albümü (Osmanlı Meb'ûsları, I. Devre), BA Kütüp. No: 1080 (Ar­şiv kaynaklarına imlemediğinden, Kuran, Öztuna, Dânişmend, Kutay, Cevat Rifat Ati han ve Ecvet Güreşin gibi tarihçiler, şehid edilen Lazkiye mebusu konusunda yanlış isimler vermişler; Tunaya ve Sina Akşin ise isim vermemeyi tercih etmişlerdir. Daha önce yanlış olarak verdiğimiz bu isim, Osmanlı Arşivindeki Albüm’e göre düzeltilmiş­tir. Ayrıca Lazkiye Meb'usu olarak Emin Arslan Bey'in de bulunduğunu kaydedelim); Kuran, Ahmed Bedevi, İrıkılab Tarihi ve Jön Türkler, sh. 276 vd.; Osman Nuri, Abdül- hamid-i Sâni ve Devr-i Saltanatı, c. I, sh. 111; İsmail Hami Dânişmend, Osmanlı Tarihi Kronolojisi, c. 11; Öztuna, Osmanlı Devleti Tarihi, c. 1, sh. 616-619; Bediüzzaman Said Nursi,Âsör-ı BedViyye, sh. 309,316-317, 324, 395-396,441; Mektûbât, sh. 429; Badıllı, Tarihçe-i Hayat, I, sh. 235-260; Atilhan, Cevat Rifat, Bütün Çıplaklığıyla 31 Mart Fâciası, İstanbul 1959; Akşin, Sina, Jön Türkler ve İttihâd ve Terakkî, İstanbul 1987; Dânişmen, İsmail Hamı, İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, c. IV, İstanbul 1972, sh. 372.

Devamını Oku »