Bu Nasıl Kur’an Anlayışı?

 



 Kur’an’ın, insanlığın dünya ve ahiret saadetini te­min ve Allah’ın rızasına uygun, “insanca” bir hayat için gönderildi­ğini hepimiz bilir ve söyleriz de, bundan sonrasının “nasıl”lığı konusunda son yıllarda kafaların iyice karıştığı bir gerçek.

Yaklaşık 23 yıllık bir zaman kesiti içinde nüzulü ta­mamlanan, kimi zaman özel olaylara özel çözümler ih­tiva eden, kimi zaman bütüne şamil hükümler getiren; bazan hu­susi bir ifade kullandığı halde umumu, bazan da umumî bir ifade kullandığı halde belli bir kesimi he­def alan; tarihi, koz­mik dünyayı, görünen alemi ve öte­sini, bu dünyayı ve öbür dünyayı, “iyi”yi ve “kötü”yü, “farz”ı ve “teşvik”i içeren, bütün kitaplardan farklı bir kitap ve bütün hitaplardan farklı bir hi­tap…

Böyle bir kitabı anlayabilmek, sadece onu herhangi bir dildeki tercümesinden ve “roman okur gibi” oku­makla müm­kün olabilir mi?

Şu bir gerçek ki o, bir taraftan insanı ve toplumu rıza-ı ilahî doğrultusunda inşa eden, ama diğer taraftan tarih içinde görmüş ve hal-i hazır itibariyle ve görmekte olduğumuz bin türlü dalalete de geçit veren bir yapıya sahip.

Nasıl tarihte ortaya çıkmış her bir bid’at ve dalalet fırkası kendi gö­rüşlerini Kur’an’a dayandırıyor, Kur’an ayetlerin­den cımbızladığı delillerden destek çıkartıyor idiyse, bu faali­yet günümüzde de devam etmektedir.

Yüce Allah Kur’an hakkında, “Onun ayetlerinden bir kısmı muhkemlerdir ki; onlar Kitab‘ın anasıdır. Diğer ayet­lerse müteşabihlerdir. Şu var ki, kalplerinde bir eğrilik ve bozukluk bulu­nanlar, fitne aramak, onun yorumuna önce­lik tanımak için Kitab’ın sadece müteşabih kısmının ardına düşerler…” buyurarak, müteşabih ayetlerin yorumuyla uğ­raşanların “fitne çıkarmak” amacındaki “bozuk kalpli” kimseler olduğunu ihtar ediyor.

Ayet böyle dediği halde, içlerinde bu meali kendi­sinden aktardığım kişinin de bulunduğu bir grup “eğri ve bozuk kalpli” zevat ne yapıyor? Tabii ki Kur’an’ın ha­ber verdiğini:

“Ne yazık ki, geleneksel baskı ve hurafe Âli İmran 7’deki bu apaçık ayeti saptırarak ufuk açıcı bir beyyine olmak­tan çıkarmış, Kur’an mü’minlerini prangalayan bir baskı ara­cına dönüştürmüştür. Bu sakat anlayış, Kur’an’ın en hayatî mesajlarından birini veren Âli İmran 7. ayet üzerinde uygula­nan bir operasyonla kurallaştı­rılmıştır. O ayet, içine sonradan konan ve cümlenin bit­miş olacağını kabulü gerektiren “mutlak durma işareti olan Mim” atılarak  değerlendirildiğinde şunu demekte­dir: “Müteşabihleri bir Allah bilir, bir de ilimde de­rinleş­miş olanlar…”

“Müdahale, ayetteki Allah kelimesi üzerine bir vakfe Mimi koyup cümleyi kendi anlayışına uygun ola­rak bölmekte ve anlamı şu şekle getirmektedir: “Müteşâbihlerin yorumunu Al­lah bilir. İlimde derinleşmiş olanlara gelince onlar şöyle demekle yetinirler…”Ayetlerin orasına-burasına harf ekleme hakkı Kur’an’ın tebliğcisi olan Peygamber’e bile verilmemişken, baş­kalarına nasıl verilebilir? Bu müdahale Kur’an bünyesinde ör­tülü bir müdahale olarak algılanırsa durum ne olacaktır?

“Bu yetkiyi bunlara kim vermiştir? Kur’an’da eksik­ler mi var da bunlar düzeltiyor? Eğer iş onların dediği gibi ise, Kur’an’ın yaklaşık yüzde doksan beşi bizim için anlam ifade etmez olacaktır. Çünkü ahkâm ayetleri de­nen 200-300 ayet dı­şındaki tüm beyyineler müteşabihtir. Biz altıbin küsur ayetin sadece 200-300 tanesini anlayabileceksek Kur’an’ın mufassal (ayrıntı ve­ren), mübîn (açık-seçik), anlaşılmak için kolaylaştı­rılmış olmasının anlamı nedir?

“Allah mı bizi aldatıyor, yoksa birileri bize oyun mu oynuyor?..”

Bu uzun alıntıyı, Kur’an’a ilişkin “temel” tesbitler ihtiva et­tiği için yaptım. Eğer bu “temel” tesbitler doğruysa söyle­nenlerde yerden göğe haklılık payı var. Peki ya doğru de­ğilse?!

Öyleyse olaya biraz yakından bakalım:

1-Her şeyden önce Kur’an’ın ne kadarının muh­kem ve ne kadarının müteşabih ayetlerden oluştuğu ko­nusundaki “yüzde”li rakamları ele alalım.

Yukarıda Kur’an’ın “yaklaşık yüzde doksan beşi”nin müteşabih ayetlerden oluştuğunun söylendiğini hep beraber gördük. Bu rakama inanabilir miyiz?

Bakmayın bu sözlerin sahibinin burada verdiği % 95 ra­kamına. Zira aslında kendisi bu konuda henüz ni­hai karar aşamasına gelebilmiş değil. Bu, onun kitapla­rından sadece bi­risinde verilen rakam. Diğer kitaplarına bakarsanız bu raka­mın, kimisinde % 5’lik bir tenzilatla “yüzde doksanına yakın” biçimine, kimisinde ise tam % 15’lik bir tenzilatla “yüzde sek­senine yakın” şekline gel­diğini görürsünüz.

Acaba bu “Kur’an uzmanı”nda müzmin bir unutkan­lık il­leti mi var, yoksa birileri birileriyle dalga mı geçiyor?! Bir nokta kesin: Allah bizimle dalga geçmiyor, ama bu muhterem, şecaat arz ederken sirkatin söylüyor.

Kur’an’daki muhkem ve müteşabih ayetlerin mik­tarı ko­nusunda yukarıda aktardığım çelişkili tesbitler, bu temel ko­nuda bile bir karar veremeyen “kalpleri eğri” kimselerin, muh­kem-müteşabih ayrımından da kalple­rindekine uygun bir “i’vicâc” çıkaracakları tabiidir.

Bir kere Kur’an’da mevcut bulunan müteşabih ayet­lerin tamamının aynı mahiyette olmadığını belirte­lim. Müteşabih kapsamına giren ayetlerin bir kısmı “hafî”, bir kısmı “müşkil”, bir kısmı “mücmel” ve bir kısmı da “halis müteşabih”tir.

Çağdaş “Kur’an uzmanı” mütemechid, bir taraftan “Kur’an’da mücmel ayet yoktur” derken, diğer taraftan Kur’an’ın yüzde 95’inin müteşabih olduğunu söylemekle Kur’an ilimleri konusundaki “derin” bilgisini konuştur­muş oluyor.

2-Öte yandan, 3/Âl-i İmrân, 7 ayetindeki vakfeye takı­larak her zamanki tavrıyla önüne gelene “veryansın” eden “Kur’anuzmanı”mız, bu ayetteki vakfe işaretinin “Ve’r-râsihûne fi’l-ilm”de olması gerektiğini söyleyen –başta İmam el-Eş’arîolmak üzere– alimlerin bulundu­ğunu ya bilmez, ya da bilmez­den gelir.

Kaldı ki tarih boyunca kaleme alınmış binlerce tef­sir ki­tabının hangisinde, “Kur’an’ın % 95’i müteşabihtir, öyleyse bun­ları tefsir etmeyelim” gibi bir ifade görül­müştür? Yine bu “Kur’an uzmanı”, ulemanın, yukarıda zikrettiğim müteşabih türlerinin tamamını –hatta “yed”, vech”, “istiva” gibi müteşabih-i mahz olanları bile– tef­sir/tevil etmekten geri durmadıklarını bilmez mi, bil­mezden mi gelir?

Ele aldığı her konuda eskilerin “recmen bi’l-gayb” dediği tarzda “birilerine saldırarak” mangalı da külleri ile birlikte sa­vuran bu zat, aslında ne yaptığının pekala far­kındadır. Ulema ile buluştuğu noktalarda bile –”hâlif tu’raf” fehvasınca– “mu­halefet eder” görünmenin “ge­tiri”sini hesaplama konusunda üstüne yoktur.

Müteşabih ayetlerin, muhkemler esas alınarak yo­rumla­nabileceğini söylerken doğru bir ilkeden hareket eden uzma­nımızın, işin bundan sonrasını karıştırdığını ve yaptığı yo­rumlarla ortada esas alınacak “muhkem” diye bir şey bırak­madığını bilenler biliyor.

Ahkâm ayetleri üzerinde “anlamın buharlaş­ması”na yol açan “oynamalar” yapmak suretiyle Kur’an’ın tümünü fiilen müteşabih hale getirmiş olan “İs­lam düşüncesi profesörü, ga­zeteci-yazar, avukat, tele­vizyon programcısı” –ünvanlar ken­dinden menkuldür–, hala ne diye sızlanıp durmaktadır bilmem ki!..

Ebubekir Sifil 

Devamını Oku »

İhtilaflı Sıfatlar

....

Üçüncü sıfat istivâdır. Zira yüce Allah “Rahman arşa istivâ etmiştir”(Taha,5) âyetinde kendisini istivâyla nitelemiştir. Ashap istivâ hakkında ihtilaf etmiştir. Çoğunluk istivânın hükümranlık demek olduğunu söylemiştir. Bu takdirde istivâ kudret sıfatına varmaktadır. Şair şöyle demiştir: “Amr Irak’a istivâ etti // kılıçsız ve kan dökmeden”. Bu şiirde istivâ hâkim olmak anlamındadır. Bir başka şair şöyle demiştir: “Onlara baskın çıktığımız ve istiva ettiğimizde // Bıraktık onları yem olarak akbaba ve kuşlara”. Bu şiirde “istivâ ettik" ifadesi “hakim olduk” anlamındadır.

Şöyle denemez: Hakim olma anlamındaki istivâ yüce Allah hakkında imkânsız olan karmaşa, direnme ve baskın çıkma hissini uyandırmaktadır. Yine Allah'ın özel olarak arşa istiva ettiğinin söylenmesinin hiçbir anlamı yoktur. Çünkü O’nun hükümranlığı her şeyi kuşatmaktadır.

Çünkü biz birinciyi, söz konusu durumları hissettirdiğini men ederek cevaplıyoruz.Nitekim “Allah işine galiptir”(Yusuf,21) âyetinde olduğu gibi “galip” kelimesi onu hisset- tirmemektedir. Evet, bazen bu şeyler hususi bir durumda hükümranlığın nispet edildiği kimsenin kendi özelliğinden dolayı düşünülmektedir.

İkinciyi ise şöyle cevaplıyoruz: Anlam, yüce olanın aşağı olan üzerinde bulunduğunu hissettirmektir. Zira vehimlerde yerleşik düşünce şudur: Arş en büyük yaratıktır. Dolayısıyla arşa hakim olan, kesinlikle diğerlerine de hakim olur. Bu, daha düşükle daha yüce olana yönelik meşhur dikkat çekmenin aksidir ve her ikisi de doğrudur. Zira üstün olan şey, bir duruma daha layıksa daha düşüğün o duruma sahip olmasından daha yücenin de o duruma sahip olduğu anlaşılacağı gibi bunun tersi de daha düşük bir duruma daha layık olduğunda anlaşılır.

'Denilmiştir ki burada istivâ, yönelmek/kastetmek demektir. Bu durumda istiva, irade sıfatına dönmektedir. Bunun örneği, “Sonra göğe doğru istiva etti"(Bakara,29) âyetidir. Âyette “göğe yöneldi” anlamı kastedilmektedir. Fakat hu. tızük bir görüştür. Çünkü yönelme anlamındaki istivâ hakim olma anlamına gelen istilâ gibi “alâ” edatıyla değil, yönelme anlamındaki kasıtta olduğu gibi "ilâ" edatıyla geçişli hale getirilmektedir.

Şeyh Eş'ari iki görüşünden birinde istivânın ne olduğunu bilmesek bile, önceki sıfatlara raci olmayan zait bir sıfat olduğunu söylemiş ama buna her hangi bir delil getirmemiştir. Zikredilen ihtimal varken istivânın müstakil bir sıfat olduğunu kabulde zahir âyet ve hadislere dayanmak doğru değildir. Bu itimal, istivâ ile hakim olmanın veya zayıf olmakla birlikte yönelmenin kastedilmiş olmasıdır. Doğrusu, duraksamak ve bununla âyette geçen istivânın cisimlerin istivâsı gibi olmadığını kesinlemektir.

Dördüncü sıfat, yüzdür. Yüce Allah “Rabbinin yüzü bâkî olacak”(Rahman,27) ve "O'nun yüzü hariç her şey helak olacaktır”(Kasas,88) buyurmuştur, iki görüşünde birinde Şeyh Eş‘arî ile Ebû Ishak el-Isferâînî ve Selef yüzün yukarıda anlatılan sıfatlara zait sübûtî bir sıfat olduğunu kabul etmiştir. Şeyh bir diğer görüşünde yüzün varlık anlamına geldiğini söylemiş ve Kâdî Ebû Bekir el-Bâkillânî de ona katılmıştır. Bu durumda yüz, hakkında kesin bir hükmün bulunmaması ve ihtimal varken zahir naslara güvenilmemesi hususunda istivâ gibidir.

Uyarı: Yüz dilde hakikat olarak özel organ için vazedilmiştir. Ama yüce Allah hakkında bu organın kastedilmesi mümkün değildir. Yüz bizim bilmediğimiz başka bir sıfat için vazedilmiş değildir. Hatta muhatabın düşünemediği bir şey için vazedilmesi mümkün değildir. Zira vazlardan kasıt, anlamların anlatılmasıdır. O halde yüzün mecaz olarak kullanıldığı açığa çıkmaktadır. Yüzün anlaşılan ve delille sabit olan bir şeyin mecazî anlatımı oluşu ise açıklık kazanmıştır. Bu ise yüzle zâtın ve bütün sıfatların mecazî olarak kastedilmiş olmasıdır. Zira bâkî olan şey, yüce Allah’ın bütün sıfatlarıyla birlikte zâtıdır, bunun dışındakiler yok olacaktır ve bâkî değildir.

Beşinci sıfat eldir. Yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Allah'ın eli onlann eli üzerindedir”(Fetih,10), “iki elimle yarattığım şeye secde etmeni engelleyen nedir?”(Sad,75). Bu nedenle Şeyh Eşarî iki organ anlamında olmamakla birlikte zât ve diğer sıfatlar üzerine zait iki sıfatı kabul etmiştir. Selefin görüşü budur ve bazı kitaplarında Kâdî Ebû Bekir el-Bâkıllânı de bu görüşe meyletmiştir. Çoğunluk ise iki elin kudretten mecaz olduğunu söylemiştir. Çünkü elin kudret anlamında kullanımı yaygındır, “iki elimle yarattım” sözü, yetkin bir kudretle yarattım demektir. İki kudret kastedilmemiştir.

Bütün yaratılmışlar yüce Allah’ın kudretiyle yaratıldığı halde Adem'in özellikle kudretle yaratıldığının söylenilmesi,onu şereflendirmek ve yüceltmek içindir. Bu, Cenâb-ı Hakk’ın bütün yaratılmışların sahibi olduğu halde “Evimi temizleyin”(Bakara,125) âyetinde Kabe’yi teşrif etmek için kendisine nispet etmesi gibidir. Yine “Benim kullarım üzerinde senin herhangi bir hükümranlığın yoktur”(Hicr,42) âyetinde müminleri teşrif etmek için özel olarak kullarım diye nitelemesi gibidir.

Mu’tezile sıfatların reddedilip hallerin olumlanması ilkesine dayalı olarak demiştir ki el, kâdirlikten mecazdır. Onların bir kısmı elin nimetten mecaz olduğunu söylemiştir. Fakat bu, çok zayıf bir görüştür. Çünkü yaratmanın ele nispetiyle uyuşmamaktadır.

Denilmiştir ki el zait bir sıfattır. Bu yukarıda geçen Şeyh ve Selefin görüşünün tekrarıdır. Bazı nüshalarda “sıfat” kelimesi yerine “sıla” geçmektedir. Buna göre “iki elimle” lafzı zait olmaktadır. Nitekim şair “Dara düştüm Misver’den yardım istedim // İmdadıma koştu, kölesi olayım Misver’in iki elinin”. Fakat bu görüş, son derece zayıftır.

El sıfatının tahkiki, ilkindeki yani yüz hakkında söylediğimiz şu tahkik gibidir: O, organ için vazedilmiştir. Organın Allah hakkında kullanılması imkânsız olduğundan anlaşılabilir bir anlamın mecazî anlatımı olarak yorumlanmalıdır. Bu anlam ise kudrettir.

Altıncı sıfat, iki gözdür. Yüce Allah “gözlerimizin önünde seyrediyor”(Kamer,14) ve “Gözümün önünde yetişesin diye”(Taha,39) buyurmuştur. Şeyh Eş‘ari bazen bunun diğer sıfatlara zait bir sıfat olduğunu bazen de onun “görme”den ibaret olduğunu söylemiştir. Buna ilişkin açıklama, biraz önce geçen açıklamadır. Buna göre Allah’a organ nispet edilmesi imkânsızdır. Bizim bilmediğimiz bir sıfatın mecazî anlatımı olması ise ifadeyi anlaşılmaz kılar. O halde onun görmenin yahut koruma ve gözetmenin mecazî ifadesi olması gerekir. Çoğul kipi ise tazim içindir.

Yedinci sıfat yan sıfatıdır. Yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Nefis der ki yazıklar olsun, Allah’ın yanındaki aşırılıklarıma”(Zümer,56). Bunun zait bir sıfat olduğu söylenmiştir. “Allah’ın yanı” ifadesiyle “Allah’ın emri” anlamının kastedildiği söylenmiştir. Nitekim şair şöyle demiştir: “Aşığın yanı hususunda Allah’tan korkmuyor musun? //Onun sımsıcak bir ciğeri ve ışıldayan bir gözü vardır''.

Şiirdeki "terakraku/ışıldayan" kelimesi, parıldamak ve hareket etmek demektir. içeceğin ışıldaması, parlaması yani gelip gitmesi demektir. Aynı şekilde gözde dolaştığı zaman gözyaşı da böyledir. Yahut cenb/yan kelimesiyle cenâb anlamı kastedilmiştir. “Onun yanına/cenbine sığındı ” sözü "onun katına ve haremine sığındı'' demektir.

Sekizinci sıfat, ayak/kadem sıfatıdır. Hz. Peygamber (s.a.) uzun bir hadiste şöyle buyurmuştur: “Bunun üzerine Cebbâr ayağını ateşe basar da artık ateş ‘yeter yeter’ der.” Başka bir rivayette şöyle denilir: “Ta ki izzetin Rabbi ayağını ateşe basar. Bunun üzerine cehennem birbirine çekilir ve ‘senin izzet ve keremine yemin olsun ki yeter’ der”. Başka bir rivayette ise “Cehenneme ‘doydun mu’ denir. Cehennem de ‘daha yok mu’ der. Ta ki Rab ayağını cehenneme basar ve bunun üzerine Cehennem ‘yeter yeter’ der” denilir. Hadisteki Cebbâr’ı Cehennemin bekçisi olan Mâlik olarak yahut sorumlulukları yerine getirmekten geri duran kimse olarak yorumlamaya iltifat edilmez. Nasıl olur! Enes rivayetinde “Allah ayağını ateşe koyuncaya dek ateş dolmaz” şeklinde geçmektedir.

Dokuzuncu sıfat parmaklardır. Hz. Peygamber (s. a.) şöyle demiştir:

“Müminin kalbi, Rahman’ın parmaklarından iki parmak arasındadır." Başka bir rivayette şöyle buyrulmaktadır: “Bütün Adem oğullarının kalpleri tek bir kalp gibi Rahman’ın parmaklarından iki parmak arasındadır. Rahman onu dilediği gibi çevirir.” Oysa Allah’a organ nispet edilmesi mümkün değildir. Yorum, iki el hakkındaki gibidir.

Onuncu sıfat, sağ eldir. Yüce Allah "gökler onun sağ elinde dürülüdür"(Zümer,67) buyurmaktadır. Bunun tevilinin tam kudret olduğu açıktır.

On birinci sıfat tekvindir. Haneftler “Ol der o da oluverir”(Gafir,68) âyetine tutunarak tekvinin meşhur yedi sıfat üzerine zait bir sıfat olduğunu kabul etmişlerdir. Buna göre “ol” sözü, hâdislerin oluşunu yani varlığını öncelemiştir ve bu sözle kastedilen, tekvin, var etme ve yaratmadır. Harıefiler şövle demiştir: Tekvin kudretten başkadır. Çünkü kudretin eseri olabilirliktir/sıhhat. Olabilirlik ise olmayı gerektirmez. Dolayısıyla oluş, kudretin eseri olamaz,tekvinin eseri ise oluştur.

Cevap: Olabilirlik imkândır. İmkan ise mümkünün zâti vasfıdır. Dolayısıyla kudretin eseri olamaz. Zira şeyin zâtından kaynaklanan özellik, başkasının sonucu olamaz. Aksine o şeyin kendinde imkânı, onun makdûr olmasının illetidir. Bu bağlamda “bu, makdûrdur, çünkü mümkündür” ve “bu makdûr değildir, çünkü zorunlu veya imkânsızdır.'' denir. Öyleyse kudretin eseri makdûrun oluşu ve varlığıdır, olabilirliği ve imkânı değil. Dolayısıyla böyle eseri oluş olan başka bir sıfatın kabul edilmesine gerek kalmamaktadır.

Eğer şöyle denirse: Kudretin eseri yaptığımız olabilirlikle kastedilen şey, failin tesiri ve var etmesi anlamında fiilin olabilirliğidir, yoksa yapılan şeyin kendinde olabilirliği değildir. Yapılan şeyin kendinde olabilirliği, onun başkasıyla talîl edilmesi mümkün olmayan zâtî imkânıdır. Fakat birinci olabilirlik, faile kıyasladır ve kudretin eseridir. Çünkü kudret, fâilin makdûru olan şeyin yapma ve yapmama taraflarını eşit şekilde tercih etmesini mümkün kılan sıfattır. Dolayısıyla iki tarafın belirli olarak biri failden kudretle meydana gelmez. Aksine onun meydana gelmesi için yalnızca o tarafa taalluk eden başka bir sıfat olması gerekir. İşte bu sıfat tekvindir.

Biz şöyle deriz: İki taraftan her biri kudretin eseri olmaya elverişlidir. Fakat onlardan belirli olarak birinin kudretten çıkması için belirli bir tahsis ediciye ihtiyaç duyulur. İşte bu tahsis edici de o tarafa taalluk eden iradedir. Bu takdirde oluşun ona taalluk eden irade vasıtasıyla onda müessir olan kudretten başka bir ilkesine ihtiyaç duyulmaz. Miraç gecesini anlatan hadiste şöyle geçmektedir: “Avucunu kürek kemiklerim arasında koydu ki serinliğini göğsümde hissettim.” Şimdi Müşebbihenin yaptığı gibi Allah’a organ nispet etmek doğru değildir. Bu sebeple “Allah bildik avuçlar gibi olmayan bir avuca sahiptir” denilmiştir. Hadisteki avuçla kastedilenin yönetim olduğu söylenmiştir. Bu bağlamda “Falan falanı avucunun içine almış” denir ve bununla onu idare ettiği anlatılır.

Buna göre hadiste anlatılmak istenen şey, Allah’ın Hz. Peygamber’i idaresindeki lütufları ile Hz. Peygamber’in bu lütufların ferahlığını hissettiğini açıklamaktadır. Çünkü her türlü ferahlığa, rahatlığa ve hoşnutluğa serinlik denir. Hadislerde yüce Allah’ın azı dişleri görününceye kadar güldüğü söylenmektedir. Bunu hakiki anlamına yormak mümkün değildir. Bu nedenle Allah bizim gülmemiz gibi olmayacak şekilde güler denilmiştir. Gülmenin yorumunun, her işte iyilik ve başarı müjdelerinin açığa vurulması olduğu söylenmiştir. Bu anlamda bahçenin çiçekleri açtığında “bahçe güldü” denir. Buna göre gülmenin anlamı, hayır ve başarı müjdelerinin O’ndan açığa çıkması iken azı dişlerinin görünmesi,O’ndan olması beklenen şeyin künhünün ortaya çıkmasıdır.

Beyan ilminde behresi olan kimse, anlamın açıklığı ve haşmetini dikkate alarak ve anlamın düşüklüğünü doğuracak şeylerden yüz çevirerek zikredilen müteşabih âyet ve hadislerin çoğunu temsil ve tasvire ve bir kısmını da mecaza yorar. Sana düşen bu âyet ve hadislerde derinlemesine düşünmek ve onlara yaraşır anlamlara yormaktır. Yardım istenen Allah’tır ve güven O’nadır.

Seyyid Şerif Cürcani - Mevakıf Şerhi,(Eş'ari Kelamı) cilt:3,syf:174-184

Türkiye Yazma Eserler

Devamını Oku »