İslam’ı kime söyleteceğiz?

İslam’ı kime söyleteceğiz?


Bu sorunun doğru cevabını bir türlü veremiyoruz. 150 yılı çoktan aşmış bir dönemden bu yana...
Sorunun doğru cevabını bulamıyoruz, çünkü sorunun kendi yanlış...
Bu soru yanlış, çünkü soruyu ortaya koyan kafa yapısı karışık... Karışık, çünkü karışık bir zeminde muhakeme yürütüyor...
Tanzimat’tan önce böyle bir soruya mahal var mıydı?
Tanzimat’tan önce hangi Müslüman düşünürün aklına böyle bir soru ortaya koymak gelebilirdi? Gelmezdi, çünkü böyle bir sorunun zemini yoktu.
Bu soruyu vaz edecek zemin Tanzimat’tan sonra oluştu.
Çünkü Tanzimat’tan sonra İslam’ın terakkiye mani olup olmadığı sorusu ortaya çıktı.
“Terakki” asıl kabul edilince ve Müslüman insan terakki edememiş olarak kabul görünce bu durumun müsebbibi de merak konusu olmaya başladı.
Müslüman terakki edememiş olunca, fatura ister istemez İslam’a çıkarılacaktı. Öyle de yapıldı.
Bu kez, tartışma İslam dini çevresinde geliştirildi. Saflar terakkiye manidir diyenlerle buna muhalefet edenler arasında ikiye ayrıldı.
Yanlış bir soru üzerinde tartışıldığının her iki taraf da farkına varmıyordu.
“Asrın idrakine söyletmeliyiz İslam’ı” diyen şairin bu önermesi çabucak kabul gördü. Çünkü bu önerme “Kur'an'dan alıp ilhamı” öncülü üzerine inşa ediliyordu.
Öncül doğru olunca, çıkarım da doğru diye kabul ediliyordu. Tam da İmam Gazali’nin sakınılmasını talep ve tavsiye ettiği bir yanlışın açmazına düşülüyordu. O, önüne gelenin felsefeyle uğraşmasına set çekiyordu. Çünkü, diyordu, felsefe bilmeyen bu alana dalınca, filozofun söylediği bir doğrunun ardından, onun söylediği bin batılı da kabullenir...
İlhamı Kur'an’dan alma fikri tamam; fakat İslam’ı asrın idrakine söyletme de neyin nesiydi?
Kimse, “asrın idraki”nin neyin nesi olduğunu sormuyordu. Asrın idraki ilim miydi? İlimse hangi fizikçinin, kimyacının, biyoloğun ilmiydi bu? Hangisi esas kabul edilecekti? Ya da hangi ilim adamının görüşü esas sayılacaktı? Aristo’nun mu, Kopernik’in mi, Newton’un mu, Darwin’in mi, Einstein’ın mı, kimin? Eflatun’u mu esas almalıydık, Kant’ı mı, Marks’ı mı, Bergson’u mu, kimi?
Üstelik asrın idrakine müracaat eden şairin imanından kimsenin kuşkusu olmadığı için önerisi de baş tacı ediliyordu (Gazali’ye bir daha göz atıla).
Analar günü, babalar günü, insan hakları günü, hayvan hakları günü vb. liberal kapitalist telakkinin icadı tüm günler işbu İslam’ı asrın idrakine söyletme demagojisi yüzünden rağbet buluyor. Başörtüsü, insan hakları söylemi çerçevesinde kabul ettirilmek istendiği için yıllarca ayak diretildi. Tüm bunlar İslam’ı asrın idrakine söyletmenin gayretkeşliğinden neşet ediyor.

 

Rasim Özdenören
Devamını Oku »

İnsan Anlayışının Mekanikleşmesi

Onyedinci yüzyıl bilimsel devrimi yalnızca dünya anlayışını değil, insanın kendisini içinde yabancı bulduğu bir dünya meydana getirerek, insan anlayışını da mekanikleştirdi. Ayrıca, bu yüzyılın bir ürünü olan bilimselcilik ve bugüne kadar model alınmış olan demode Newtoncu fiziğin fiziğin görünen başarısı bugün artık demode olmuş olan tüm bir insan bilimleri denilen serinin kuruluşuna yol açtı. Modern bilimler Comte gibi isimlerin ortaya koymuş olduğu pozitivizm atmosferi içine doğdular. Comte, tamamıyla insan doğasının yanlış anlaşılması üzerine dayanan ve yeryüzündeki insan varlığına ilişkin geleneksel doktrinlerin kötü bir kopyası olan meşhur 'insanın ilerleyişindeki üç safha' teorisini kurarken Deus —Latince bir kelime olup Tanrı anlamına gelmektedir—, homo ve natura araştırmaları arasındaki geleneksel karşılıklı uyumluluğu basit bir biçimde tersine çevirmiştir İnsan ve topluma ilişkin Comte'cu bilim anlayışı kendisini bilim olarak gösteren Karanlık Çağın karakteristiği olan cehalet ya da avidyâ olarak nitelenebilir. Bugün pek çok bilimin üzerine dayandırıldığı mekan istik fiziğin reddedilmesine ve insanı dik yürüyen bir memeliden başka bir şey olarak görmeyen antropoloji tipinin uğradığı güçlü eleştirilere rağmen, genellikle sosyal bilimler ve hatta beşerî bilimler olarak tanımlanan bu disiplinlerin pek çoğu, onları insan fıtratının özüne yabancı olan bir dünya görüşünü benimsemeye zorlayan doğal bilimler ve matematik karşısında hâlâ aşağılık kompleksi duymaktadır.

Sürekliliğin değişim ve diyalektik sürece Hegelci dönüşümü ise insanı geleneksel insan anlayışının temel bir özelliğini ihtiva eden bir oluş imajından mahrum bırakmakla kalmadı, çağdaş insanın hayatının laikleştirilmesinin son safhasının yolunu açan, ulûhiyetin beşerileştirilmesinde de büyük rol oynadı. Hegel insanın sınırlı/sonlu bilincini İlâhî Ebedî Bilinç'le "eşitledi." Hegel'in konumu ile Feurbach'ın şu iddiası arasında artık bir adımdan başka birşey yoktu: İnsanın Ebedî Bilinç'i fark edişi bizzat insanın bilincindeki Ebedîlik bilincinden başka birşey değildi. İnsanın Tanrı'nın imajı olarak görülmesi yerine, ilişki şimdi tersine çevrilmiş ve Tanrı insanın imajı ve insan bilincinin bir tasarımı olarak görülür olmuştur. Prometeyen insan Semâ'dan ateşi çalmayı denemekle kalmamış, tanrıları öldürmeyi de denemiştir; bu insan kendisini tahrip etmeden Ulûhiyet imajını yok edemeyeceğinin çok az farkındadır.

İnsanla ilgili geleneksel doktrine gelince; bu, şu ya da bu şekilde mükemmelliğin kaynağı olan ve Ulûhiyetin ve kozmik varlık imkânlarına sahip olan arketipsel gerçekliğin tam ve eksiksiz yansıması olan kadîm insan düşüncesine dayanır. İnsan evrenin modelidir, çünkü o, kendileri âlem olarak tezahür eden imkânların temel varlık alanındaki bir yansımasıdır. İnsan, insan olmaktan daha fazla birşeydir; bu şekilde insan deyimin çoğunlukla kullanılış şekli olan antropomorfik anlamından uzak bir anlamda kozmosla olan uyumu tasavvur eder. Âlem insanın insan olarak yansıması biçiminde değil, İlâhî sıfatların bütüncül ve temel olarak varlığında yansıdığı insanın yansıması olarak görülür. İnsanda böyle yansıyan sıfatlar âlemde saçılmış ve dağınık olarak yansır ve düzeni oluşturur.

Bilgi ve Kutsal,Seyyid Hüseyin Nasr
Devamını Oku »