Gafil nefis, ahireti dünyanın bitişiğinde zannediyor



Bismillahirrahmanirrahim

İ’lem eyyühe’l-aziz!


Gafil nefis, âhireti dünyanın bitişiğinde ve dünya ile bağlı bir menzil zannediyor. Bu itibarla nefsin elinde iki silâh vardır. Dünyanın zeval ve fenasının eleminden kurtulmak için âhireti düşünmekle ümitvar olur. Âhiret için lâzım olan a’mâl külfetine gelince, gaflet veya tegafül ile ondan da kendisini kurtarır. Ölmüş olanların hayatta olmadıklarını düşünmüyor. Ancak, sefere gidenler gibi, görünmüyorlarsa da hayattadırlar, diye zanneder. Ve ölüme o kadar ehemmiyet vermiyor.

Bazı dünyevî işlerini ebedîleştirmek için şöyle bir desisesi de vardır ki, “Matluplarımın dünyada semereleri olmasa da esasları âhiretle muttasıl ve âhirette faideleri vardır” diye mütesellî oluyor. Meselâ, ilim gibi, “Dünyada menfaati olmasa bile âhirette faidesi vardır” diye iyi ciheti göstermekle, kötü ciheti altında yutturur.

Hülâsa:
Nefis, devekuşu gibidir. Şeytan Sofestâî, hevâ da Bektâşîdir. (Mesnevi-i Nuriye, Zerre)

Bediüzzaman Said Nursi
Devamını Oku »

Şeytan, insana kusurunu itiraf ettirmez



Bismillahirrahmanirrahim

Şeytanın mühim bir desisesi, insana kusurunu itiraf ettirmemektir, tâ ki istiğfar ve istiâze yolunu kapasın. Hem nefs-i insaniyenin enâniyetini tahrik edip, tâ ki nefis kendini avukat gibi müdafaa etsin, adeta taksirattan takdis etsin.

Evet, şeytanı dinleyen bir nefis, kusurunu görmek istemez. Görse de, yüz tevil ile tevil ettirir. (1) وَعَيْنُ الرِّضَا عَنْ كُلِّ عَيْبٍ كَلِيلَةٌ sırrıyla, nefsine nazar-ı rıza ile baktığı için, ayıbını görmez. Ayıbını görmediği için itiraf etmez, istiğfar etmez, istiâze etmez, şeytana maskara olur. Hazret-i Yusuf Aleyhisselâm gibi bir peygamber-i âlîşan

(2) وَمَاۤ اُبَرِّئُ نَفْسِى اِنَّ النَّفْسَ َلاَمَّارَةٌ بِالسُّوۤءِ اِلاَّ مَا رَحِمَ رَبِّى
dediği halde, nasıl nefse itimad edilebilir?

Nefsini ittiham eden, kusurunu görür. Kusurunu itiraf eden, istiğfar eder. İstiğfar eden, istiâze eder. İstiâze eden, şeytanın şerrinden kurtulur. Kusurunu görmemek, o kusurdan daha büyük bir kusurdur. Ve kusurunu itiraf etmemek, büyük bir noksanlıktır. Ve kusurunu görse, o kusur kusurluktan çıkar. İtiraf etse, affa müstehak olur. (On Üçüncü Lem'a)

Bediüzzaman Said Nursi


1) “Kabullenen ve rıza gözüyle bakan hiçbir kusur göremez.” İbni Asâkir, Târîhu Dimaşk: 33:219; 36:319; el-Gazâlî, İhyâu Ulûmi’d-Dîn: 3:36; el-Kalkaşendî, Subhu’l-a’şâ: 9:196.

2) “Ben nefsimi temize çıkarmam. Çünkü nefis daima kötülüğe sevk eder—ancak Rabbim merhamet ederse o başka.” Yusuf Sûresi, 12:53.
Devamını Oku »

Yağmur, cisimleşmiş rahmettir



Bismillahirrahmanirrahim

Sonra yağmura bakar, görür ki: yağmurun taneleri sayısınca menfaatler ve katreleri adedince Rahmânî cilveler ve reşhaları miktarınca hikmetler içinde bulunuyor.

Hem o şirin ve lâtif ve mübarek katreler o kadar muntazam ve güzel halk ediliyor ki, hususan yaz mevsiminde gelen dolu o kadar mizan ve intizamla gönderiliyor ve iniyor ki, fırtınalarla çalkanan ve büyük şeyleri çarpıştıran şiddetli rüzgârlar, onların muvazene ve intizamlarını bozmuyor; katreleri birbirine çarpıp, birleştirip zararlı kütleler yapmıyor.

Ve bunlar gibi çok hakîmâne işlerde ve bilhassa zîhayatta çalıştırılan basit ve câmid ve şuursuz müvellidülmâ ve müvellidülhumuza (hidrojen-oksijen) gibi iki basit maddeden terekküp eden bu su, yüz binlerle hikmetli ve şuurlu ve muhtelif hizmetlerde ve san’atlarda istihdam ediliyor.

Demek bu tecessüm etmiş ayn-ı rahmet olan yağmur, ancak bir Rahmân-ı Rahîmin hazine-i gaybiye-i rahmetinde yapılıyor ve nüzulüyle وَهُوَ الَّذِى يُنَزِّلُ الْغَيْثَ مِنْ بَعْدِ مَاقَنَطُوا وَيَنْشُرُ رَحْمَتَهُ (1) âyetini maddeten tefsir ediyor.

1) “İnsanlar ümitsizliğe düştüklerinde yağmuru indiren ve rahmetini her tarafa yayan da Odur. O, kullarını gözetip koruyan ve her türlü övgüye lâyık olandır.” (Şûrâ Sûresi, 42:28)

Bediüzzaman Said Nursi
Devamını Oku »

Her sözün kalbe girmesine yol vermeyiniz



Bismillahirrahmanirrahim

Hiçbir müfsid ben müfsidim demez. Daima sûret-i haktan görünür. Yahut bâtılı hak görür.

Evet, kimse demez ayranım ekşidir. Fakat siz mihenge vurmadan almayınız. Zira çok silik söz ticarette geziyor.

Hatta benim sözümü de, ben söylediğim için hüsn-ü zan edip tamamını kabul etmeyiniz. Belki ben de müfsidim. Veya bilmediğim halde ifsad ediyorum.

Öyleyse, her söylenen sözün kalbe girmesine yol vermeyiniz. İşte, size söylediğim sözler hayalin elinde kalsın, mihenge vurunuz. Eğer altın çıktıysa kalbde saklayınız. Bakır çıktıysa, çok gıybeti üstüne ve bedduayı arkasına takınız, bana reddediniz, gönderiniz. (Münâzarat)

Bediüzzaman Said Nursi
Devamını Oku »

İman Kazanma ve Kaybetme Davası



Bismillahirrahmanirrahim


Yine Gençlik Rehberinde izahı var Bir zaman bana hizmet eden kardeşlerim tarafından sual edildi ki:

“Küre-i arzı herc ü merce getiren ve İslâm mukadderatıyla alâkadar olan bu dehşetli Harb-i Umumîden elli gündür (şimdi yedi seneden geçti aynı hâl) hiç sormuyorsun ve merak etmiyorsun.Halbuki bir kısım mütedeyyin ve âlim insanlar, cemaati ve camii bırakıp radyo dinlemeye koşuyorlar.Acaba bundan daha büyük bir hâdise mi var? Veya onunla meşgul olmanın zararı mı var?” dediler.

Cevaben dedim ki:

Ömür sermayesi pek azdır; lüzumlu işler pek çoktur. Birbiri içinde mütedâhil dâireler gibi, her insanın kalb ve mide dairesinden ve ceset ve hane dairesinden, mahalle ve şehir dairesinden ve vatan ve memleket dairesinden ve küre-i arz ve nev-i beşer dairesinden tut, tâ zîhayat ve dünya dairesine kadar, birbiri içinde daireler var. Herbir dairede, herbir insanın bir nevi vazifesi bulunabilir. Fakat en küçük dairede en büyük ve ehemmiyetli ve daimi vazife var. Ve en büyük dâirede en küçük ve muvakkat arasıra vazife bulunabilir. Bu kıyasla, küçüklük ve büyüklük makûsen mütenasip vazifeler bulunabilir.

Fakat büyük dairenin câzibedarlığı cihetiyle küçük dairedeki lüzumlu ve ehemmiyetli hizmeti bıraktırıp lüzumsuz, mâlâyani ve âfâkî işlerle meşgul eder. Sermaye-i hayatını boş yerde imha eder. O kıymettar ömrünü kıymetsiz şeylerde öldürür. Ve bazen bu harp boğuşmalarını merakla takip eden, bir tarafa kalben taraftar olur. Onun zulümlerini hoş görür, zulmüne şerik olur.

Birinci noktaya cevap ise:
Evet, bu Cihan Harbinden daha büyük bir hâdise ve bu zemin yüzündeki hâkimiyet-i âmme dâvâsından daha ehemmiyetli bir dâvâ, herkesin ve bilhassa Müslümanların başına öyle bir hâdise ve öyle bir dâvâ açılmış ki, her adam, eğer Alman ve İngiliz kadar kuvveti ve serveti olsa ve aklı da varsa, o tek dâvâyı kazanmak için bilâtereddüt sarf edecek.

İşte, o dâvâ ise, yüz bin meşâhir-i insaniyenin ve hadsiz nev-i beşerin yıldızları ve mürşidlerinin müttefikan, Kâinat Sahibinin ve Mutasarrıfının binler vaad ve ahdlerine istinaden haber verdikleri ve bir kısmı gözleriyle gördükleri şu ki:

Herkesin, iman mukàbilinde, bu zemin yüzü kadar bağlar ve kasırlarla müzeyyen ve bâki ve daimî bir tarla ve mülkü kazanmak veya kaybetmek dâvâsı başına açılmış. Eğer iman vesikasını sağlam elde etmezse kaybedecek. Ve bu asırda, maddiyyunluk tâunuyla çoklar o dâvâsını kaybediyor. Hattâ bir ehl-i keşif ve tahkik, bir yerde kırk vefiyattan yalnız birkaç tanesi kazandığını sekeratta müşahede etmiş; ötekiler kaybetmişler. Acaba bu kaybettiği dâvânın yerini, bütün dünya saltanatı o adama verilse doldurabilir mi?

İşte o dâvâyı kazandıracak olan hizmetleri ve yüzde doksanına o dâvâyı kaybettirmeyen harika bir dâvâ vekilini o işte çalıştıran vazifeleri bırakıp, ebedî dünyada kalacak gibi âfâkî mâlâyaniyatla iştigal etmek tam bir akılsızlık bildiğimizden, biz Risale-i Nur şakirtleri, herbirimizin yüz derece aklımız ziyade olsa da ancak bu vazifeye sarf etmek lâzımdır diye kanaatımız var. (On Birinci Şuâ-Dördüncü Mes'ele)


Bediüzzaman Said Nursi
Devamını Oku »

Allah kendisinden büyük bir (taş) varlık yaratabilir mi?

Allah kendisinden büyük bir (taş) varlık yaratabilir mi?

Bu soruya maddeler hâlinde cevap vermeyi daha uygun görüyoruz:

1. Soruda kasıt vardır:


Bu sorunun hedefi inançları sarsmak, saf zihinleri bulandırmak, masum ve körpe dimağlara zehir akıtmaktır. Bir akrep kıskacı olan bu demogojik soru ile insanlar zehirlenmek istenmektedir.

Şöyle ki:

Eğer bu soruya "Evet" diye cevap verilse o zaman "Demek ki sizin Rabbiniz, yarattığı şeyden güçsüzdür." denilecek. Eğer, "Hayır" diye cevap verilse, o zaman da "Demek ki sizin Rabbiniz âcizdir." denilecektir. Her iki halde de -hâşâ- Cenâb-ı Hakk'a acizlik isnadı söz konusudur.

Bu soruyu ortaya atanlar, var olması muhal olan bir şeriki yaratmayı Cenâb-ı Hakk'ın kudretinden talep etmekle Allah’ın Hâlık (yaratıcı), vehmettikleri o şerikin de mahlûk (yaratılan) olduğunu bir ön yargı olarak kabul ettikleri hâlde, daha sonra o mevhum mahlukun Hak Teâlâ'dan büyük olabileceğine ihtimal vermekle, açıkça demagoji yapmaktadırlar.

Bu kimseler Allah’ın kutsi mahiyetinin mahlûk mahiyetine hiçbir cihetle benzemeyeceğini bilememektedir. Eser ustasına hiçbir cihetle benzemeyeceği gibi, Cenab-ı Hak da mahlûkatına hiçbir cihetle benzemez.

Bu hakikati bilmemek, büyük bir cehalettir. Bu cehalete düşenler Allah’ın mutlak kadir, mahlûkun ise sonsuz âciz olduğu gerçeğinden gafildirler.

2. Soruda "imkân-ı vehmî" ile "imkân-ı aklî" birbirine karıştırılmaktadır.


İmkân-ı aklî: Aklen hem olması hem de olmaması mümkün olan şeye denir. Meselâ, yeni evlenen bir insanın, çocuğunun olması da olmaması da mümkündür.

İmkân-ı vehmi: Hariçte vukua gelmesi mümkün olmayan, hakikatsiz ve esassız bir vehimdir. İmkân-ı vehmi hiçbir hükme esas olamaz. Hiçbir delil ve hakikate dayanmadığı için ilim ve mantık imkân-ı vehmi ile meşgul olmaz.

İmkân-ı vehmi sadece "olabilir", "belki" gibi temenni, zan ve hayallerden kaynaklanır.

"Cenâb-ı Hak kendinden büyük bir mahlûk yaratabilir mi?" sorusunda imkân-ı vehmi ile imkân-ı aklî karıştırılmıştır. Bu soru ancak vehmin mahsulüdür; hiçbir hakikate istinad etmeyen bir hurafe, bir safsatadır; aklen muhaldir. Hiçbir akıl, bir mahlûkun Allahü Azîmüşşân'dan büyük olmasını mümkün göremez.

3. Soru ile demagoji yapılmaktadır.


Mantıkta "Gerçek olmayan mukaddemelerle yapılan kıyaslara demagoji veya safsata" denilmektedir. Meselâ duvar üzerine çizilmiş bir insan resmi gören demagog:
“Bu resim konuşur. Çünkü, bu resim insana aittir."

"Her insan konuşur. Öyle ise bu insan da konuşur." diye yanlış bir hükme varır. Cenâb-ı Hakk'ın yaratacağı bir mahlûku -hâşâ- Allah'tan büyük tevehhüm etmek, duvardaki resmi insan kabul etmekten daha büyük bir safsatadır.

Bu soruda esas olarak şu safhalar vardır:
a) Yaratılması vehmedilen varlığın şu anda mevcut olmadığı kabul edilmektedir.

b) Mevhum varlığın yaratılması Allah'tan beklenmekte, böylece Allah’ın Hâlık olduğu, o mevhum varlığın ise mahlûk olacağı kabul edilmektedir.

c) O mevhum varlığın yaratılması Allah'tan istendiği gibi, onun büyüklüğü, gücü, dirayet ve azameti de Allah'tan istenmektedir.

Bu mukaddemelerden Cenâb-ı Hakk'ın sonsuz büyük, yegâne Hâlık, ezelî ve ebedî ve mutlak Kadir olduğu; o mevhum varlığın ise yaratılmaya muhtaç, âciz, zelil ve miskin olduğu sonucu çıktığı halde, tam tersine o vehmî varlığın Allah'tan büyük olup olmayacağı sorulmaktadır. Bu ise yukarıdaki misâlden çok daha ileri derecede bir safsatadır.

4. Soru pek çok çelişkilerle doludur:


Soru ile yapılmak istenen kıyas, çelişkili hükümlere dayandırılmıştır. Dolayısıyla, bu sorunun "iddia olma" özelliği yoktur. Meselâ, "Sonsuzdan daha büyük bir sayı yazılabilir mi?" sorusu böyle çelişkili bir hükme dayanır. Bu sebeple hiçbir ilmî kıymeti yoktur. Çünkü, sonsuzdan büyük bir sayı olamaz ki, böyle bir soru da sorulabilsin. Eğer sonsuz, erişilmez bir büyüklüğün sembolü ise hiçbir rakam sonsuz ile mukayese edilemez. Sonsuzdan büyük bir rakam düşünülse o zaman da sonsuzluk hakikati ortadan kalkar.

Bu soru da çelişkili kıyaslardan olduğu için, mantıken ve ilmen hiçbir kıymeti yoktur.

Bilindiği gibi bir eserdeki kemâl, onu yapan zatın kemâlinin bir tecellisi, bir göstergesidir. Ve bu eserdeki kemâlin, ustasının kemâlini aşması, ondan fazla olması muhaldir. Bir âlimin, telif ettiği bir kitabına kendi ilminden fazla ilim yerleştirmesi, yahut, bir mimarın kendi maharetini aşan bir eser yapması, güneşin kendi ışığından fazlasını bir damla suya vermesi muhaldir, safsataların en acibidir.

"Cenâb-ı Hak, kendinden büyük bir varlık yaratabilir mi?" sorusu: "Allahü Teâlâ kendi kemâlatından daha fazlasını bir mahlûkuna verebilir mi?" gibi bir saçmalık ifade eder.

Soru, Cenâb-ı Hakk'ın sıfatları, fiilleri adedince muhaller taşır. Bunlardan birkaçını kaydedelim:

Hak Teâlâ'nın sıfatlarından biri "kudret"tir. Soru, bu sıfat yönünden tahlil edildiğinde şöyle olur:
"Kudreti sonsuz olan Cenâb-ı Hak, kendinden daha kudretli birisini yaratabilir mi?"

Bu sorunun sahibi, sonsuzluk kavramının cahilidir. Sonsuz kudretten daha büyük bir kudret olamaz ki, böyle bir soru sorulabilsin. Şu sonsuz feza, şu uçsuz bucaksız sistemler, hep O Kadir-i Zülcelâl'in kudretinin tecelligâhıdır. Haşmetli bir dağın âyinedeki tecellisi bir çakıl taşı ağırlığında da olamaz. Hadsiz yıldızlar, uçsuz bucaksız galaksiler hep Cenab-ı Hakk’ın Hâlık isminin tecellileridir. Bu tecellilerin O Kadir-i Mutlak'ı yorması, âciz bırakması düşünülemez. Her an böyle milyarlarca kâinatı yaratsa, bunların tümü o kudret nazarında yine bir zerre kadar da olamaz.

Söz konusu soru, Cenâb-ı Hakk’ın "irâde" sıfatı yönünden tahlil edilirse şu şekle girer:
 "Mutlak irâde sahibi olan Allah Teâlâ, kendi hükmünü geri bıraktıracak, kendi irâdesini kayıtlayacak bir ilâh yaratabilir mi?"

Halbuki, Cenâb-ı Hakk'ın irâdesi mutlaktır, sonsuzdur. Hiçbir kayıt altına girmez. O'nun irâdesini kayıt altına alacak bir varlığın bulunması muhaldir.

Öte yandan, Cenâb-ı Hakk'ın yaratacağı şey, mahlûk olur. Mahlûk ise Hâlık'ın irâdesi altındadır. Bu soru ile Hâlık'ın irâdesi sınırlı, mahlûkun irâdesi ise sınırsız tevehhüm edilmekte, böylece "sınırlı olanın sınırsız olanı sınırlandırması" gibi büyük zıtlığa ve çelişkiye düşülmektedir.

Soruyu, Allahü Teâlâ'nın "ezeliyeti ve ebediyeti" noktasından düşündüğümüzde şu safsata ile karşılaşırız:
"Cenâb-ı Hak, kendinden evvel var olup, kendisinden sonra da varlığı devam edecek olan bir mahlûk yaratabilir mi?"

Ezel ve Ebed Sultanı olan Allahü Azîmüşşan'ın, bir ismi Evvel, bir ismi de Âhir'dir. Varlığının evveli olmadığı gibi, sonu da yoktur. Ezelden evvel ve ebedden öte bir zaman kavramı olamaz ki, böyle bir hurafeye, bir vehme yer olabilsin. Bu safsataya göre, Cenâb-ı Hak ezelî ve ebedî olduğu hâlde, -hâşâ-, fâni ve sonradan yaratılan bir mahluk olacak, yaratacağı o mevhum varlık ise, mahlûk olduğu hâlde ezelî ve ebedî olacaktır.

Cenâb-ı Hakk'ın hayat, semi', basar gibi diğer sıfatları da aynı mantık ve ölçü içerisinde düşünülebilir.

Ne gariptir ki, böyle bir safsata ve bir hezeyan bu asrın cehalet çarşısında müşteri bulmakta, az da olsa bir kısım insanları saptırabilmektedir.

5. Soruda hakikatlerin zıtlarına dönüşmesi istenmektedir.


Bilindiği gibi, bir hakikatin, zıddına dönüşmesi muhaldir. Yine, bir hakikatin kendi mahiyetini korumakla birlikte kendi zıddı olan bir mahiyete girmesi de muhaldir. Meselâ, güneşin, kendi mahiyetini aynen muhafaza ederek suya dönüşmesi, yahut bir insanın "insanlık" mahiyetini hiç kaybetmeden “arslan” olması muhaldir. Misâller çoğaltılabilir. Mahlûkat için, gerçeklerin zıtlarına dönüşmesi böyle binlerce muhaller taşıdığı hâlde, Hâlık Teâlâ hakkında böyle bir şey vehmetmek muhallerin en acibidir.

Yukarıdaki soru ile ulûhiyete ait sonsuz hakikatlerin zıtlarına dönüşmesi tevehhüm edilmektedir. Şöyle ki; soru sahibi bu demogoji ile sonradan yaratılacağından noksan, fâni, âciz, kayıtlı olacak olan o mevhum varlığın hakikatini, zıddı olan sonsuz kudret ve kemâle inkılâb ettirme muhaline düşmektedir. Allah Teâlâ'nın mutlak kemâli, zıddı olan mutlak noksanlığa, mutlak cemâli mutlak çirkinliğe, mutlak kudreti, mutlak acze inkılâb etmez.

O Zât-ı Zülcelâl sonsuz aziz, mahlûkat ise sonsuz zelildir. Allahü Azîmüşşân, sonsuz âlim ve mutlak Hâkim'dir; mahlûkat ise cahil ve mahkûmdur. Allah’ın varlığı vücudu vâcib, Zâtı ezelî ve ebedîdir. Yarattığı ve yaratacağı herşey ise mümkindir, fânidir ve hadistir.

Soru sahibinin vehmine göre, Cenâb-ı Hak ezeli olduğu hâlde, -hâşâ- hadis olacak (sonradan meydana gelecek), yaratılması vehmedilen o varlık ise, hadis olduğu hâlde ezelî olacaktır. Tâ ki, Allahı Teâlâ'dan, -hâşâ- daha büyük olması tevehhüm edilsin.

Allahü Azîmüşşân, sonsuz kadir olduğu hâlde, âciz olacak, O'nun yaratmasına muhtaç olan o varlık ise sonsuz kadir olacaktır!..

Misaller çoğaltılabilir.

6. Soru sahibi vücut (varlık) mertebelerinden habersizdir.


Bu sorunun cevabı, üç kavramın bilinmesine bağlıdır. Bunlar “vâcib, mümkin ve mümteni” kavramlarıdır. Aklen bu üçünün dışında kalan bir başka şık düşünülemez.

Gayet mükemmel bir heykele baktığımızda bu üç hakikati şöyle tesbit edebiliriz:
"Heykelin bir ustası olması vâciptir." Zira, san'at san'atkârsız düşünülemez.

"Bu heykel yapılmadan önce, ustası için heykeli yapıp yapmamak ise mümkündür." Yâni usta için, o eseri yapıp yapmamak olasıdır.

"Heykelin, ustasından daha maharetli, mükemmel, daha güçlü olması ise mümtenidir (imkansızdır), muhaldir."

Aynı hakikati güneş için düşünecek olursak:

Güneşin ışık sahibi olması vâcibdir. Yâni, ışıksız güneş düşünülemez. Güneşi irâde sahibi farzetsek, ışığını dilediğine verip, dilemediğine vermemesi de mümkündür. Güneşin âyinedeki tecellisinin, güneşin büyüklüğüne ve ısısına sahip olup, etrafında on iki gezegeni dolaştırması ise mümtenidir yani imkansızdır.

Yukarıdaki misâller gibi, vücud mertebelerinde de üç hakikat vardır: Vâcib, mümkin, mümteni.
Cenâb-ı Hakk'ın vücudu "vâcib", yaratılmış ve yaratılacak olan her şeyin vücudu "mümkin", Allah Teâlâ'nın şeriki, misli, benzeri ve nazirinin bulunması ve herhangi bir mahlûkunun kendisinden büyük ve güçlü olması ise "mümteni"dir.

Cenâb-ı Hakk'ın vücudu vâcibdir. O'nun vücudu Zât’ındandır. Var olmak için hiçbir sebebe muhtaç değildir. O'nun varlığı mahlûkatın varlığına hiçbir cihetle benzemez. Hiçbir cihetle dengi, eşi ve benzeri yoktur.

Mümkine gelince, mümkin varlığı ile yokluğu eşittir, var da olabilir, yok da olabilir. Mümkinin varlığı da, yokluğu da muhal değildir. Yaratılan ve yaratılma ihtimali olan her şey mümkindir.

Meselâ, kâtibe göre bir harfin yazılıp yazılmaması denktir. Yâni, kâtib, o harfi yazabilir de, yazmayabilir de. Demek ki, harf için iki taraf söz konusudur. Olmak ve olmamak. Kâtib bu iki şıktan hangisini tercih ederse o gerçekleşir. Yazmayı tercih ederse harf yokluktan varlık âlemine çıkar, yazmamayı tercih ederse yoklukta kalır.

Bütün mümkinat, Cenâb-ı Hakk'ın yanında bu harf gibidir. Kâinat, O'nun yaratmasıyla meydana geldiği gibi, yine O'nun irâdesi, kudreti, terbiye ve takdiri ile varlığını sürdürmektedir. Gerek var olmasında, gerekse devam ve bekasında Allah'a muhtaçtır.

Mümkinat âleminde, O Vâcib-ül Vücudu âciz kılacak bir mahlûkun olması düşünülemez. O'nun ezelî irâdesi ve mutlak kudreti karşısında her şey eşittir. Küçük-büyük farkı yoktur. O kudrete nisbeten bütün galaksilerle bir zerre birbirine denktir. Bir çiçek ile baharın, parça ile bütünün farkı yoktur.

Mümteniye gelince; mümteni, varlığını tasavvur etmek asla mümkün olmayan demektir. Mümkinin "olmak", "olmamak" gibi iki ciheti varken, mümteninin tek ciheti vardır; o da olmamaktadır. Yokluk mümteninin daimî vasfıdır. Onun varlığını tasavvur etmek, çelişki ve tezatları doğurur.
Meselâ, bir rakam ya çifttir ya da tektir. Bir rakamın hem çift, hem de tek olması mümtenidir.

Bir insanın aynı anda hem ayakta hem de oturur olması da mümtenidir.

Bir rakamın sonsuzdan büyük olması da mümtenidir.

Aynen öyle de, Cenâb-ı Hakk'ın ortağı ve benzeri olması da mümtenidir.

Mümkinin vâcib'ten büyük olması da mümtenidir.

Mahlûkun Hâlık'tan üstün olması da mümtenidir.

Soru sahibi bir demogoji ile mümteniyi mümkin göstermeye çalışmaktadır.

7. Soru sahibi büyüklük kavramının cahilidir.


Cenâb-ı Hakk'ın büyüklüğü mahlûkata nisbeten değildir. Yâni, O, zâtında büyüktür, büyüklüğü mahlûkat ile kıyasa girmez. O'nun Zâtı hiçbir mahlukuna benzemediği gibi, büyüklüğü de mahlûkatın büyüklüğüne benzemez, takdirle bilinmez. Mahlûkatın büyüklüğü nisbîdir, birbirine göredir.

Bu hakikati bir misâl ile açıklamaya çalışalım. Güneşin büyüklüğü kar zerrelerindeki tecellileriyle kıyasa girmez. Zira, bütün o tecelliler, parlaklıklarını o güneşten almaktadırlar. Nasıl onunla kıyasa girebilirler?

Bu misâl gibi, ilmi, kudreti, azamet ve kibriyâsı sonsuz olan Allah Teâlâ' nın büyüklüğü de mahlûkatın büyüklüğü ile hiçbir cihetle kıyasa giremez. Zira bütün mahlûkat hep O'nun sıfatlarının ve isimlerinin tecellileridir. Varlıkları O'nun var etmesiyle, hayatları O'nun hayat vermesiyle, nurları O'nun nurlandırmasıyladır. Onların büyüklükleri ancak birbirilerine göredir. O'nun bir mahlûku olan insan aklı ne kadar büyüklük tasavvur ederse etsin ve yine insan hayali büyüklüğü nasıl hayal ederse etsin, bunların hepsi mahlûk büyüklüğüdür. Cenâb-ı Hakk'ın büyüklüğü, düşünülen ve hayal edilen bütün bu büyüklüklerden münezzehtir, yücedir.

Bilindiği gibi, matematik ilminde bir "sonsuz" kavramı vardır. Bütün rakamlar ona nisbetle kıyasa giremeyecek kadar küçük kalırlar. Onların büyüklükleri birbirilerine göredir. Sonsuz için bir ile bir milyarın farkı yoktur. Bu noktada sonsuza nisbeten büyük-küçük fark etmez. Bütün rakamlar, şuurlu kabul edilse, bunların hepsi sonsuzu kavramakta aynı derecede güçsüz ve noksan kalacakları gibi, Cenab-ı Hakk’ın sonsuz büyüklüğünü anlamakta da bütün akıllar aynı nisbette âciz kalırlar. O mutlak ve sonsuz büyüklük, bu sınırlı akla sığmaz.

Soruda sözü edilen o vehmi varlığın, mahlûk olacağı peşinen kabul edilmektedir. Bir mahlûk ise ne kadar büyük olursa olsun, büyüklüğü mahlûklara göredir ve o daire içinde düşünülür.

Sanatkârın sanatından büyük olduğu tartışma kabul etmez bir gerçektir. Meselâ, Selimiye Camii'ndeki bütün kemâlât ve güzellik hep mimarının kemâlâtından süzülmüş, ilminden dökülmüştür. O taşları bir şaheser hâline getiren, Mimar Sinan'ın ruhundaki incelik, düşüncesindeki derinlik, hissiyatındaki zerafet ve san'atındaki meharettir. Alkış Sinan'adır, takdir O'na gider. Faraza, Sinan'ın ömrü, ebedî olsaydı, daha nice camiler yapar, eserler vücuda getirirdi. O eserlerin hepsi de O'nun büyüklüğüne delil olurdu. Lâkin, onların büyüklükleri Mimar Sinan'ın büyüklüğüyle mukayeseye giremezdi.

Şu kâinat denilen büyük mescid, arşlar, ferşler, sema tabakaları, uçsuz bucaksız galaksiler de hep Allah’ın eseri, icadı ve mahlûkudur. Onlarda tecelli eden bütün güzellikler ve üstünlükler Esmâ-i İlâhiyye'ye aittir. Bütün mevcudat Cenâb-ı Hakk'ın kudretiyle, iradesiyle, hâkimiyetiyle ayakta durmaktadır. Atomlardan galaksilere kadar her şey, her haliyle ve tavriyle, her an O’nun hâkimiyeti ve gözetimi altındadırlar. O'nun hâkimiyeti karşısında her şey mahkûm, O'nun büyüklüğü karşısında her mahlûk zelildir.

İşte yukarıdaki soru, büyüklük mefhumunu bilmemek yanında, Hâlikıyet ve mahlûkıyeti de bilmemekten kaynaklanmaktadır.

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet


Mehmed Kırkıncı r.h
Devamını Oku »

Ayık Olan Dik Durur...



Ayık Olan Dik Durur, Dik Duran Yürür, Yürüyen Yol Alır

Yazan: İhsan Fazlıoğlu

Her bir insan ister farkında olsun ister olmasın içinde yaşadığı medeniyetin varlık – bilgi – değer çanağı içinde soluklanır. Medeniyetlerin kendilerine hâs hayat görüşü ile dünya resimleri arasındaki etkileşimlerinin bir hâsılası olan dünya tasavvurları, bu soluklanmanın hem derinliklerini hem de sınırlarını belirler. Diğer tüm beşerî etkinlikler bu çanak içinde varlığa gelirler ve kılcal damarlarına kadar var-oldukları ve varlıklarını idâme ettirdikleri çanaktaki havayı teneffüs ederler. Bu hâli, o medeniyetteki tüm maddî ve manevî izlerin/âsârın nefesinde koklamak mümkündür. O kadar ki ifâde ve istifâde için geliştirilen tüm nazarî dillerin kullandıkları mefhumlar bile muhtevalarını o çanak içindeki varlık – bilgi – değer terkibinden devşirirler. Bu içerik, o medeniyetin mensupları arasında anlamayı, anlaşmayı ve anlamlandırmayı mümkün kılan asgarî imkânları sağlar.

İşte İslâm temeddününün XIV. yüzyıldaki dünya tasavvuru içinde soluklanan Türk bilgini Cildekî (ö. 1361) [İzzuddin Ali b. Aydemir b. Ali b. Aydemir el-Cildekî], Envâr el-beyân ve esrâr el-burhân fî fehm evzân ilm el-mîzân adlı dört ciltlik simyevî-kimyevî felsefe kitabının Mukaddime’sinde bu zihniyetin Tanrı – insan – bilgi merkezli bir çözümlemesini yapar.

Bu yazıda, Cildekî’nin kendi özgün kavramsallaştırmasına sadık kalarak söz konusu çözümlemenin dayandığı temel kavramları dikkate alıp bir çerçeve çizme denemesinde bulunacağım. İmdi; İnsanî tüm bilme eylemlerinin en nihâî amacı, metafizik çanağın hem iç (düşünce) hem de dış (dil) ufku ve sınırı olan Tanrı’nın (varlık yayı), hayata ilişkin rubûbiyet ve tabiata ilişkin ulûhiyet cihetlerinden bilinmesidir (ma’rifet); ancak her iki cihetin bilgisinin imkânı, zorunlu olarak kişinin kulluk bi- linci–ile–kendini-bilmesine (ma’rifet el-nefs) bağlıdır.

Şimdiye değin Cildekî, bundan sonra dile getireceklerine metafizik/kavramsal bir zemin inşa eder; akabinde her türlü insanî atılımın en temelinde bulunan kulluk bilinci–ile–kendini-bilme eyleminin hem ne anlama geldiğini hem içeriğini hem de nasıl mümkün olabileceğini tasvir etmeye başlar…

İnsanın kulluk bilinci–ile–kendini-bilmesi ile buradan hareket ederek Tanrı’yı rubûbiyet ve ulûhiyet cihetlerinden bilmesi sadece ve sadece bilgi(ilm) ile mümkündür. Artık tam bu noktada kendilik ile Tanrı’nın bilgisi/bilinmesi yani ma’rifet, tanıma/tanımak, ilm ise bilgi/bilmek olarak çevrilebilir. Bu nedenle çoğulu bulunmayan ve alâmetlerin tekil bilgilerinin küllî birliği demek olan ilm(bilgi) kendini ve Tanrı’yı tanımanın olmaz-ise-olmaz koşuludur. Ancak küllî anlamda bilmek için daha temelde insanın sahip olması gereken bir özellik bulunmalıdır; öyle bir özellik ki küllî bilmeyi mümkün kılsın.

Bu özellik yakaza, yani ayık olmak, ayırdına varmaktır. Yakaza sözcüğü, aynı zamanda adım-adım kendini tanımak, azamî derecede dikkatli olmak, her şeye her şey-ile şuur kesilmek; fıtrî imkânların körlüğü, işlevsizliği anlamındaki gafletten sıyrılmak demektir. Ayık olmak (yakaza), dik-durmak (kıyâm) için şarttır; çünkü Cildekî’ye göre ancak ve ancak ayık olan dik-durur (kâme)…

Tam bu noktada İbn Abbâs’ın Beled suresindeki kebed sözcüğünü dik-durmak olarak tefsîr ettiği hatırlanmalıdır; yani insan olmanın en önemli özelliği… (Muhakkak ki biz, insanı, dik-durmak üzere yarattık.) Dik durmak ve bu nedenle de ufka bakmak, zaman kaygısı ile kuşanılmak, gelecek bilincinin eşlik ettiği bir eylem tarzına sahip olmak, sınırsızlığa, belirsizliğe, tanımsızlığa, bulanıklığa tutulmak ve tutunmak, işte tüm bunlar insan olmanın manevî mukavvim unsurlarıdır… Çünkü kıyâm; dikilmek, doğrulmak, tutunmak anlamlarına geldiği kadar, davranmak, kalkışmak, atılmak ve teşebbüs etmek de demektir. Cildekî için ayık olmak ve dik durmak daha önemli insanî bir eylemin asgarî koşuludur: Yürümek, yol almak… Cildekî’nin deyişiyle, “Kim ki, ayık olur (istaykaza) dik durur(kâme); kim ki, dik durur yürür(sâre)”.

Bu nedenle kişinin amacına(kasd) yürüme(mesîr) isteğine, arzusuna(taleb) ilişkin kararlılığının ilk boşandırıcısı, kalkış noktası, başlatıcısı dik-durmaktır. Ayıklık aklın bir tarzıdır; bir eyleme tarzıdır. Niçin? Tam bu noktada Cildekî insan ile zaman arasındaki ilişkiye geri döner ve zaman kaygısıyla kuşatılmış insanın bu kaygıyı aşmasının yegâne sebebi olarak uyanık-olmayı gösterir. Çünkü zaman, insana karşı keskin ve acımasızdır; zamana sahip olmanın, onu yönetmenin ve yönlendirmenin tek şartı ona karşı ayık durmaktır. Bu da ancak bir meşakkat olan insanın zamanı ihmal etmesine neden olan rahatlığın, konforun ve lüksün terk edilmesi; zaman ve zemini uygun şartların vaktinde değerlendirilm
esi ile mümkündür. Cildekî’ye göre insan ancak bu şekilde davranarak kendine verilen emâneti yani aklı vaktinde kuşanmış olur.Kuşanmak eylemi bize kılıcı hatırlatabilir… Cildekî’ye göre kuşanmak bir hak işidir; hak da ancak onu hak edene verilir. Öyleyse kılıcı kuşanmak sanıldığı gibi basit bir güç işi değildir. Başka bir deyişle, kaba güçle kılıç kuşanılmaz; tersine lâyık ve ehil olmak gerekir.

Bu hâldeki liyâkat ve ehliyet ise şimdiye değin dile getirildiği üzere hak-ile-dik durmak, bilgi, ayık olmak, sahih bir gayrete/kararlılığa sahip bulunmak demektir.

Ayıklıkta hak-ile-dik durmak, temkîn ve tedbîrden önce gelir. Çünkü temkîn ve tedbîr en nihâyetinde bir kader içerdiğinden Tanrı’nın inâyet ve fethine bağlıdır. Temkîn ve tedbîrin sebepler cihetinden gerçekleşmesi(tahakkuk) ise ancak ve ancak ayık olmak ve çalışmak ile mümkündür.

Ayıklık(yakaza)-ile-dik-durmanın(kıyâm) ve yol-almanın(seyr), hiç şüphesiz, yukarıda işaret edildiği üzere dönemin metafizik çanağı ile sıkı bir irtibatı vardır. Bu çanağın en dıştaki yayı tüm eylemlerin en nihâî ufkunu oluşturur.

Başka bir deyişle en üstteki kuşatıcı algoritma, elemanları olan iç algoritmaların tüm özelliklerini hem içerir hem de imkânlarını verir. Böylece Tüm ve Bütün olarak üyesi olan tekilin ve parçanın hem anlamını verir hem bilgisini mümkün kılar hem de meşruiyetini sağlar. Cildekî için en nihâyetinde Evren’deki var-olanların var-olma tarzlarına göre eylemeleri onların kulluğu anlamına gelir. Bu nedenle her eylem, O’nun-için, O’nun-ile ve O’ndandır. İnsan söz konusu olduğunda ayıklık(yakaza)-ile-dik-durmanın(kıyâm) O’nun-için yönünü iyi niyet, O’nun-ile yönünü meded ve inâyet, O’ndan yönünü ise i’tâʼ ve ri’âyet oluşturur.

İnsanın yapması gereken, Cildekî’ye göre, ayıklık ile gaflet ve fitne bataklığından sıyrılmak, uyanmak ve kalkmaktır… Bunu başarabilmenin ise tek yolu vardır: Çalışmak…

Burada bir çıkma yaparak işaret edelim ki kökleri kadîm Mısır’daki Hermetik geleneğe dayanan simyevî-kimyevî felsefe tarih boyunca bir çeşit i. Zanaat (teknik), bir tarz ii. felsefe ve nihâyet bir tür iii. mistik dinî yorum olarak, üç farklı şekilde anlaşılmıştır. İslâm temeddününde ayrıca nazarî bir etkinlik olarak simyevî-kimyevî felsefe tümün/bütünün birliğine ilişkin hem fizik hem de metafizik bir araştırmadır.

Bu çerçevede sanıldığı gibi basit bir ucuz metalleri maddî işlemlerle pahalı metallere dönüştürmek değildir; özellikle irfânî-sufî çevrelerde daha çok değersiz nefisleri muhtelif manevî işlemlerle değerli nefislere dönüştürme cehd ü gayretidir. Elbette hem nazarî tefekkür hem de nazarî tahayyül, her ikisi de insan aklının birer etkinliğidir. Zaten felsefe-bilim tarihinin, dikkatle bakıldığında, nazarî tefekkürün, önünde koşan nazarî tahayyülü yakalama, hatta fethetme ve anlama süreci olduğu görülebilir.

Tüm bunları idrâk etmenin yolu da Cildekî’nin dediği gibi, ayık olmak, dik durmak ve yürümek… ve dahi bilmektir. Hepsinin varlık koşulu ise çalışmak yani yola koyulmak, yol almak, hatta yol olmaktır…

Bu yazı Arka Kapak dergisinin 16. sayısında yayınlanmıştır.
Devamını Oku »

Risale-i Nur'da Hüsn ve Kubh



Beşerin iradesi ve sair sıfatları mevcudatın hüsn kubh, büyüklük küçüklük gibi ahvalinden müteessir olduğu gibi sıfât-ı İlahiye müteessir olamaz. Sıfât-ı İlahiyeye göre hepsi mütesavidir.(İşarat-ül İ'caz[Y] - 148)

----------

Evet Cenab-ı Hak, âlem-i kevn ü fesad denilen şu âlemde hüsün, kubh, nef', zarar gibi zıdları, çok hikmetlere binaen karışık bir tarzda yaratmıştır. Hem de izhar-ı izzet için, vesait ve esbabı vaz'etmiştir. Haşir ve kıyamette kâinat tasfiye ameliyatını gördüğü zaman, zıdlar birbirinden ayrılır ve esbab ile vesait de ortadan kalkar; ortadaki perde ve hicab kalktıktan sonra, herkes Sâni'ini görür ve hakikî Mâlikini bilir.(İşarat-ül İ'caz - 180)

----------

Ehl-i Sünnet ve Cemaat derler ki: Cenab-ı Hak bir şeye emreder, sonra hasen olur. Nehyeder, sonra kabih olur. Demek emir ile güzellik, nehy ile çirkinlik tahakkuk eder. Hüsün ve kubh mükellefin ıttılaına bakar ve ona göre takarrur eder. Şu hüsün ve kubh ise, surî ve dünyaya bakan yüzünde değil, belki âhirete bakan yüzdedir. (Sözler - 276)

----------

Binaenaleyh umum fünunun şehadetleriyle ve nazar-ı hikmetten neş'et eden istikra-i tâmmın tasdikıyla sabittir ki: Hilkat-i âlemde maksud-u bizzât ve galib-i mutlak, yalnız hüsün ve hayr ve hak ve kemaldir. Amma şer ve kubh ve bâtıl ise; tebaiye ve mağlube ve mağmuredirler. Eğer çendan savlet etseler de muvakkattır. (Muhakemat - 40)

----------

Şer, kubh, çirkinlik, bâtıl, fenalık hilkat-i kâinatta cüz'îdir. Maksud değil, tebaîdir ve dolayısıyladır. Yani meselâ çirkinlik, çirkinlik için kâinata girmemiş; belki güzelliğin bir hakikatı çok hakikatlara inkılab etmek için çirkinlik bir vâhid-i kıyasî olarak hilkate girmiş. Şer, hattâ şeytan dahi beşerin hadsiz terakkiyatına müsabaka ile vesile olmak için beşere musallat edilmiş. Bunlar gibi cüz'î şerler, çirkinlikler, küllî güzelliklere, hayırlara vesile olmak için kâinatta halkedilmiş.

İşte kâinatta hakikî maksad ve netice-i hilkat istikra-i tamme ile isbat ediyor ki; hayır ve hüsün ve tekemmül esastır ve hakikî maksud onlardır. (Hutbe-i Şamiye - 39)

----------

Kâinatta gerçi herşeyde bir güzellik ve iyilik ve hayır vardır; ve şerr ve çirkinlik gayet cüz'îdir ve vâhid-i kıyasîdirler ki, güzellik ve iyilik mertebelerini ve hakikatlarının tekessürünü ve taaddüdünü göstermek cihetiyle, o şerr ise hayır ve o kubh dahi hüsün olur.
(Lemalar - 331)

----------

Kâinatın iki ciheti var, âyinenin iki vechi gibi. Biri mülk, biri melekûtiyet. Mülk ciheti ezdadın cevelangâhıdır. Hüsn kubh, hayr şer, sıgar kibr gibi umûrun mahall-i tevarüdüdür. Onun için vesait ve esbab vaz'edilmiş, tâ dest-i kudret zahiren umûr-u hasise ile mübaşir olmasın. Azamet, izzet öyle ister. Hakikî tesir verilmemiş, vahdet öyle ister.

Melekûtiyet ciheti ise, mutlaka şeffafedir. Teşahhusat karışmaz. O cihet vasıtasız Hâlık'a müteveccihtir. Terettüb, teselsülü yoktur. İlliyet ma'luliyet giremez. İ'vicacatı yoktur. Avaik müdahale edemez. Zerre şemse kardeş olur.

Kudret hem basit, hem nâmütenahî, hem zâtî, mahall-i taalluk-u kudret hem vasıtasız, hem lekesiz, hem isyansızdır. Büyük küçüğe tekebbürü, cemaat ferde rüchanı, küll cüz'e nisbeten kudrete karşı fazla nazlanması olamaz.(Sünuhat - 20)

Said Nursi r.h

 

 
Devamını Oku »

Hayvanlar zemin yüzünü bir zikirhaneye çevirmişler



Bismillahirrahmanirrahim


Sonra, seyahat-i fikriyede bulunan o meraklı ve terakki ile zevki ve şevki artan dünya yolcusu, bahar bahçesinden bir bahar kadar bir güldeste-i marifet ve iman alıp gelirken, hayvanat ve tuyûr âleminin kapısı, hakikat-bîn olan aklına ve marifet-âşinâ olan fikrine açıldı. Yüz bin ayrı ayrı seslerle ve çeşit çeşit dillerle onu içeriye çağırdılar, “Buyurun” dediler. O da girdi ve gördü ki:

Bütün hayvanat ve kuşların bütün nevileri ve taifeleri ve milletleri, bil’ittifak, lisan-ı kàl ve lisan-ı halleriyle Lâ ilâhe illâ Hû deyip, zemin yüzünü bir zikirhane ve muazzam bir meclis-i tehlil suretine çevirmişler; herbiri bizzat birer kaside-i Rabbânî, birer kelime-i Sübhânî ve mânidar birer harf-i Rahmânî hükmünde Sânilerini tavsif edip hamd ü senâ ediyorlar vaziyetinde gördü. Güya o hayvanların ve kuşların duyguları ve kuvâları ve cihazları ve âzâları ve âletleri, manzum ve mevzun kelimelerdir ve muntazam ve mükemmel sözlerdir. Onlar, bunlarla Hallâk ve Rezzaklarına şükür ve vahdâniyetine şehadet getirdiklerine kat’î delâlet eden üç muazzam ve muhit hakikatleri müşahede etti.

Birincisi: Hiçbir cihetle serseri tesadüfe ve kör kuvvete ve şuursuz tabiata havalesi mümkün olmayan, hiçten hakîmâne icad ve san’atperverâne ibdâ ve ihtiyarkârâne ve alîmâne halk ve inşa ve yirmi cihetle ilim ve hikmet ve iradenin cilvesini gösteren ruhlandırmak ve ihyâ etmek hakikatidir ki, zîruhlar adedince şahitleri bulunan bir burhan-ı bâhir olarak, Zât-ı Hayy-ı Kayyûmun vücub-u vücuduna ve sıfât-ı seb’asına ve vahdetine şehadet eder.

İkincisi:
O hadsiz masnularda birbirinden simaca farikalı ve şekilce ziynetli ve miktarca mizanlı ve suretçe intizamlı bir tarzdaki temyizden, tezyinden, tasvirden öyle azametli ve kuvvetli bir hakikat görünür ki, Kàdir-i Külli Şey ve Âlim i Külli Şeyden başka hiçbir şey, bu her cihetle binlerle harikaları ve hikmetleri gösteren ihatalı fiile sahip olamaz ve hiçbir imkân ve ihtimali yok.

Üçüncüsü:
Birbirinin misli ve aynı veya az farklı ve birbirine benzeyen mahsur ve mahdut yumurtalardan ve yumurtacıklardan ve nutfe denilen su katrelerinden o hadsiz hayvanların yüz binler çeşit tarzlarda ve birer mu’cize-i hikmet mâhiyetinde bulunan suretlerini, gayet muntazam ve muvazeneli ve hatasız bir hey’ette açmak ve fethetmek öyle parlak bir hakikattır ki, hayvanlar adedince senetler, deliller o hakikati tenvir eder.

İşte bu üç hakikatin ittifakıyla, hayvanların bütün envâı, beraber öyle bir Lâ ilâhe illâ Hû deyip şehadet getiriyorlar ki, güya zemin, büyük bir insan gibi, büyüklüğü nisbetinde Lâ ilâhe illâ Hû diyerek semâvât ehline işittiriyor mahiyetinde gördü ve tam ders aldı. Birinci Makamın Yedinci Mertebesinde bu mezkûr hakikatleri ifade mânâsıyla,

لاَۤ إِلٰهَ إِلاَّ اللهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الَّذِى دَلَّ عَلٰى وُجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ: إِتِّفَاقُ جَمِيعِ أَنَوَاعِ الْحَيَوَانَاتِ، وَالطُّيُورِ الْحَامِدَاتِ الشَّاهِدَاتِ بِكَلِمَاتِ حَوَاسِّهَا، وَقُوَاهَا وَحِسِّيَاتِهَا وَلَطَاۤئِفِهَا الْمَوْزُونَاتِ الْمُنْتَظَمَاتِ الْفَصِيحَاتِ وَبِكَلِمَاتِ اَجْهِزَتِهَا وَجَوَارِحِهَا وَاَعْضَاۤئِهَا وَآلاَتِهَا الْمُكَمَّلَةِ الْبَلِيغَاتِ، بِشَهَادَةِ عَظَمَةِ إِحَاطَةِ حَقِيقَةِ اْلاِيجَادِ وَالصُّنْعِ، وَاْلاِبْدَاعِ، بِاْلاِرَادَةِ، وَحَقِيقَةِ: اَلتَّمْيِيزِ وَالتَّزْيِينِ، بِالْقَصْدِ. وَحَقِيقَةِ: اَلتَّقْدِيرِ وَالتَّصْوِيرِ، بِالْحِكْمَةِ مَعَ قَطْعِيَّةِ دَلاَلَةِ حَقِيقَةِ: فَتْحِ جَمِيعِ صُوَرِهَا الْمُنْتَظَمَةِ الْمُتَخَالِفَةِ الْمُتَنَوِّعَةِ غَيْرِ الْمَحْصُورَةِ مِنْ بَيْضَاتٍ وَقَطَرَاتٍ مُتَمَاثِلَةٍ مُتَشَابِهَةٍ مَحْصُورَةٍ مَحْدُودَةٍ (*)
denilmiştir.

Bediüzzaman Said Nursi


(*)
Allah’tan başka ilâh yoktur. O Vâcibü’l-Vücud ki, mevzun ve muntazam ve fasih hasselerinin ve kuvvelerinin ve hissiyat ve lâtifelerinin kelimeleriyle ve mükemmel ve beliğ cihazat ve cevarih ve âlât ve âzâlarının kelimeleriyle hamd ve şehadet eden bütün hayvanat ve tuyur nevilerinin ittifakı, birbirinin misli ve benzeri, mahsur ve mahdut sayıda yumurta ve katrelerden muntazam, muhtelif, mütenevvi ve gayr-ı mahsur suretlerinin fethi hakikatinin kat’î delâletiyle beraber, iradeli icad ve sun’ ve ibdâ’ hakikatinin ve kasdî temyiz ve tezyin hakikatinin ve hikmetli takdir ve tasvir hakikatinin azamet-i ihatasının şehadetiyle, Onun vahdet içindeki vücub-u vücuduna delâlet eder. (Yedinci Şuâ-Âyetü'l-Kübra)
Devamını Oku »

Mü’minin mü’mine karşı en büyük yardımı dua iledir



Bismillahirrahmanirrahim

Hulûsi Beye hitaptır.

وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ


Aziz kardeşim,

Sizler sabah ve akşam duamda dahilsiniz. Siz dahi beni duanızda dahil ediniz. Şu âlemde mü’minin mü’mine karşı en büyük yardımı dua iledir. Eğer bir adam, dostundan emin ise ki gurura girmez; onu şükre sevketmek için, tahdis-i nimet nev’inden ona ait bir kısım ihsânât-ı Rabbaniyeyi bahsetse beis yoktur zannederim.

İşte, seni gurursuz bildiğim için bu sırrı sana açıyorum. Şöyle ki:

Ben Sözleri yazarken ihtiyarsız olarak ekser temsilâtı, şuûnât-ı askeriye nev’inde zuhur ediyordu. Ben hayret ediyordum, neden böyle yazıyorum? Sebebini bulamıyorum. Sonra hatırıma geldi ki, belki istikbalde şu Sözler’i hakkıyla anlayacak, kabul edip hırz-ı cân edecek en mühim talebeleri askerîyeden yetişecek. Onun için böyle yazmaya mecbur oluyorum, düşünüp o kahraman askerleri bekliyordum.

İşte mağrur olma, şükret; sen o askerlerden bahtiyar birisisin ki, evvel yetiştin. Yirmi dört adet Sözleri meşâgil-i dünyeviye içinde yazmaklığın, benim bu hüsn-ü zannımı teyid etti. Fakat bâki kalan Sözler çok mühimdirler. Hususan i’câz-ı Kur’ân ve Kader Sözleri… İnşaallah ötekileri sana yazdıran, bunları dahi yazdıracak. Şimdiye kadar yazdığın Sözleri bir vakit gönder, güzelce tashih edip göndereceğim.

Merhum Muallim Cudi’nin kasidesi mübarektir. Cenâb-ı Hak o zâtı şefâat-i Kur’ân’a mazhar etsin. Görmemiştim, görmesinden memnun oldum, Allah senden razı olsun. Yazdığın salâvat-ı şerife ise, onun hususunda birşeye rastgelmedim. Fakat ondaki letâfet ve nuraniyet gösteriyor ki, onun hakkında zikredilen sevaba ve fazilete lâyıktır.

İşittim ki, Onuncu Sözden sen kendi nüshanı pederinize göndermişsiniz. Ben ona mukabil bir nüshayı kardeşime hediye ediyorum. O nüshada, fehmi teshil edecek çok yerlerinde çizgi çekilmiş. Onu Şeyh Mustafa, Hakkı Efendi, Hüseyin Efendiye veriniz ve daha sair bildiğinize gösteriniz—tâ onlar nüshalarını onun gibi yapsınlar.

Kardeşim, şu gurbet, esaret, yalnızlık vahşetinde Şeyh Mustafa, Hakkı Efendi, sen ve Hüseyin Efendi gibi nurlu dostlarla ünsiyet edip tesellî buluyorum. Cenâb-ı Hak beni de, sizi de tarik-i Haktan şaşırtmasın. Âmin.

Şeyh Mustafa, Hakkı, Hüseyin ve Edhem Efendilere selâmla dua ederim.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى

Âhiret kardeşiniz
Said Nursî
Devamını Oku »

Resulullahın feyzi, bedevî feyziyle nasıl birleşir?



Bismillahirrahmanirrahim

Suâl:
"Dost dostuyla beraber Cennette bulunacaktır." (Hadîs-i şerif) Hâlbuki basit bir bedevî, bir dakikada, sohbet-i Nebeviyede, lillâh için bir muhabbet peydâ eder. O muhabbetle, Cennette Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâmın yanında bulunması lâzım gelir. Halbuki, gayr-i mütenâhî feyze mazhar Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın feyzi, bir basit bedevî feyziyle nasıl birleşir?

Elcevap: Bir temsil ile, şu ulvî hakikate şöyle bir işaret ederiz ki:

Meselâ, gayet güzel ve şâşaalı bir bağda, muhteşem bir zât, gayet büyük bir ziyâfet, gayet müzeyyen bir seyrangâh öyle bir sûrette ihzâr etmiş ki, kuvve-i zâikanın hissedecek bütün lezâiz-i mat'umâtı câmi', kuvve-i bâsıranın hoşuna gidecek bütün mehâsini şâmil, kuvve-i hayaliyeyi keyiflendirecek bütün garâibi müştemil, ve hâkezâ, bütün havâss-ı zâhire ve bâtınayı okşayacak ve memnun edecek herşeyi, içine koymuştur.

Şimdi, iki dost var; beraber o ziyâfete giderler; bir locada, bir sofrada oturuyorlar. Fakat, birisinin kuvve-i zâikâsı pek az olduğundan, cüz'î zevk alır; gözü de az görüyor, kuvve-i şâmmesi yok, sanâyî-i garîbeden anlamaz, hârika şeyleri bilmez. O nüzhetgâhın binden ve belki milyondan birisini kabiliyeti nisbetinde ancak zevk ederek istifade eder.

Diğeri ise, bütün zâhirî ve bâtınî duyguları, akıl ve kalb ve his ve latîfeleri, o derece mükemmel ve o mertebe inkişaf etmiştir ki, o seyrangâhtaki bütün incelikleri, güzellikleri ve letâifi ve garâibi ayrı ayrı hissedip zevk ederek, ayrı ayrı lezzet aldığı halde o dost ile omuz omuzadır.

Mâdem, bu karma karışık, elemli ve daracık şu dünyada böyle oluyor; en küçük ile en büyük beraber iken, serâdan Süreyyâya kadar fark oluyor. Elbette, dâr-ı saadet ve ebediyet olan Cennette, bittarîkı'l-evlâ, dost dostu ile beraber iken, herbirisi istidadına göre sofra-i Rahmânirrahîmden, istidadları derecesinde hisselerini alırlar. Bulundukları Cennetler ayrı ayrı da olsa, beraber bulunmalarına mâni olmaz. Çünkü, Cennetin sekiz tabakası birbirinden yüksek oldukları halde, umumun damı Arş-ı âzamdır.Nasıl ki mahrûtî bir dağın etrafında, birbiri içinde, birbirinden yüksek, kaidesinden zirvesine kadar surlu daireler bulunsa; o daireler birbirinin üstündedir, fakat birbirinin güneşi görmelerine mâni olmaz, birbirinden geçebilir, birbirine bakar. Öyle de, Cennetler de buna yakın bir tarz ile olduğu, ehâdisin mütenevvi' rivâyâtı işaret ediyor. (Sözler)

Bediüzzaman Said Nursi
Devamını Oku »

Kur’ân-ı Kerim nedir ve tarifi nasıldır ?



Bismillahirrahmanirrahim

Kur’ân nedir, tarifi nasıldır?


Elcevap: On Dokuzuncu Sözde beyan edildiği ve sair Sözlerde ispat edildiği gibi Kur’ân;

•şu kitab-ı kebir-i kâinatın bir tercüme-i ezeliyesi,

•ve âyât-ı tekvîniyeyi okuyan mütenevvi dillerinin tercüman-ı ebedîsi,

•ve şu âlem-i gayb ve şehadet kitabının müfessiri,

•ve zeminde ve gökte gizli esmâ-i İlâhiyenin mânevî hazinelerinin keşşafı,

•ve sutûr-u hâdisâtın altında muzmer hakaikin miftahı,..

•ve âlem-i şehadette âlem-i gaybın lisanı,

•ve şu âlem-i şehadet perdesi arkasında olan âlem-i gayb cihetinden gelen iltifâtât-ı ebediye-i Rahmâniye ve hitâbât-ı ezeliye-i Sübhâniyenin hazinesi,

•ve şu İslâmiyet âlem-i mânevîsinin güneşi, temeli, hendesesi,

•ve avâlim-i uhreviyenin mukaddes haritası,

•ve Zât ve sıfât ve esmâ ve şuûn-u İlâhiyenin kavl-i şârihi, tefsir-i vâzıhı, burhan-ı kàtıı, tercüman-ı sâtıı,

•ve şu âlem-i insaniyetin mürebbîsi,

•ve insaniyet-i kübrâ olan İslâmiyetin mâ ve ziyası,

•ve nev-i beşerin hikmet-i hakikiyesi,

•ve insaniyeti saadete sevk eden hakikî mürşidi ve hâdîsi,

•ve insana hem bir kitab-ı şeriat,

•hem bir kitab-ı dua,

•hem bir kitab-ı hikmet,

•hem bir kitab-ı ubûdiyet,

•hem bir kitab-ı emir ve davet,

•hem bir kitab-ı zikir,

•hem bir kitab-ı fikir,

•hem bütün insanın bütün hâcât-ı mâneviyesine merci olacak çok kitapları tazammun eden tek, câmi’ bir kitab-ı mukaddestir.

•Hem bütün evliya ve sıddıkîn ve urefâ ve muhakkıkînin muhtelif meşreplerine ve ayrı ayrı mesleklerine, herbirindeki meşrebin mezâkına lâyık ve o meşrebi tenvir edecek ve herbir mesleğin mesâkına muvafık ve onu tasvir edecek birer risale ibraz eden mukaddes bir kütüphane hükmünde bir kitab-ı semâvîdir.

İKİNCİ CÜZ VE TETİMME-İ TARİF: Kur’ân Arş-ı Âzamdan, İsm-i Âzamdan, her ismin mertebe-i âzamından geldiği için, On İkinci Sözde beyan ve ispat edildiği gibi, Kur’ân;

•bütün âlemlerin Rabbi itibarıyla Allah’ın kelâmıdır;

•hem bütün mevcudatın İlâhı ünvanıyla Allah’ın fermanıdır;

•hem bütün semâvât ve arzın Hâlıkı namına bir hitaptır;

•hem rububiyet-i mutlaka cihetinde bir mükâlemedir;

•hem saltanat-ı âmme-i Sübhâniye hesabına bir hutbe-i ezeliyedir;

•hem rahmet-i vâsia-i muhîta nokta-i nazarında bir defter-i iltifâtât-ı Rahmâniyedir;

•hem Ulûhiyetin azamet-i haşmeti haysiyetiyle, başlarında bazan şifre bulunan bir muhabere mecmuasıdır;

•hem İsm-i Âzamın muhitinden nüzul ile Arş-ı Âzamın bütün muhâtına bakan ve teftiş eden hikmetfeşan bir kitab-ı mukaddestir.

Ve şu sırdandır ki, “Kelâmullah” ünvanı, kemâl-i liyakatle Kur’ân’a verilmiş ve daima da veriliyor. Kur’ân’dan sonra sair enbiyanın kütüp ve suhufları derecesi gelir. Sair nihayetsiz kelimât-ı İlâhiyenin ise, bir kısmı dahi has bir itibarla, cüz’î bir ünvanla, hususî bir tecelliyle, cüz’î bir isimle ve has bir rububiyetle ve mahsus bir saltanatla ve hususî bir rahmetle zahir olan ilhâmât suretinde bir mükâlemedir. Melek ve beşer ve hayvânâtın ilhamları, külliyet ve hususiyet itibarıyla çok muhteliftir.

ÜÇÜNCÜ CÜZ:

Kur’ân;


•asırları muhtelif bütün enbiyanın kütüplerini ve meşrepleri muhtelif bütün evliyanın risalelerini ve meslekleri muhtelif bütün asfiyanın eserlerini icmâlen tazammun eden,

•ve cihât-ı sittesi parlak ve evham ve şübehâtın zulümâtından musaffâ,

•ve nokta-i istinadı, bilyakîn, vahy-i semâvî ve kelâm-ı ezelî,

•ve hedefi ve gayesi, bilmüşahede, saadet-i ebediye,

•içi, bilbedâhe, hâlis hidayet,

•üstü, bizzarure, envâr-ı iman,

•altı, biilmilyakîn, delil ve burhan,

•sağı, bittecrübe, teslim-i kalb ve vicdan,

•solu, biaynilyakîn, teshir-i akıl ve iz’an,

•meyvesi, bihakkılyakîn, rahmet-i Rahmân ve dâr-ı cinân,

•makamı ve revacı, bilhads-i sâdık, makbul-ü melek ve ins ü cân bir kitab-ı semâvîdir.

Kur’ân’ın tarifine dair üç cüz’ündeki sıfatların herbiri başka yerlerde kat’î ispat edilmiş veya ispat edilecektir. Dâvâmız mücerret değil, herbirisi burhan-ı kat’î ile müberhendir. (Yirmi Beşinci Söz)

Bediüzzaman Said Nursi
Devamını Oku »

Dua ubûdiyetin ruhudur ve hâlis bir imanın neticesidir.



Bismillahirrahmanirrahim
Dua ubûdiyetin ruhudur ve hâlis bir imanın neticesidir. Çünkü dua eden adam duasıyla gösteriyor ki:

“Bütün kâinata hükmeden birisi var ki, en küçük işlerime ıttılaı var ve bilir. En uzak maksatlarımı yapabilir. Benim her halimi görür, sesimi işitir.Öyle ise, bütün mevcudatın bütün seslerini işitiyor ki, benim sesimi de işitiyor. Bütün o şeyleri O yapıyor ki,en küçük işlerimi de O'ndan bekliyorum, O'ndan istiyorum.”

İşte, duanın verdiği hâlis tevhidin genişliğine ve gösterdiği nur-u imanın halâvet ve sâfiliğine bak, قُلْ مَا يَعْبَؤُا بِكُمْ رَبِّى لَوْلاَ دُعآؤُكُمْ 1 sırrını anla ve وَقَالَ رَبُّكُمُ ادْعُونِۤى اَسْتَجِبْ لَكُمْ 2 fermanını dinle.

اَكَرْنَه خَواهِى دَادْ نَه دَادِى خَواهْ
denildiği gibi, eğer vermek istemeseydi, istemek vermezdi.3

سُبْحَانَكَ لاَعِلْمَ لَنَاۤ اِلاَّ مَاعَلَّمْتَنَاۤ اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ 4
اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ مِنَ اْلاَزَلِ اِلَى اْلاَبَدِ عَدَدَ مَا فِى عِلْمِ اللهِ وَعَلٰۤى اٰلِهِ وَصَحْبِهِ وَسَلِّمْ سَلِّمْنَا وَسَلِّـمْ دِينَنَاۤ اٰمِينَ وَالْحَمْدُ ِللهِ رَبِّ
الْعَالَمِينَ 5 (Yirmi Dördüncü Mektup)

Bediüzzaman Said Nursî

Dipnotlar:

1) “De ki: Eğer duanız olmasa Rabbim katında ne ehemmiyetiniz var?” Furkan Sûresi, 25:77.
2) “Rabbiniz buyurdu ki: Bana dua edin, size cevap vereyim.” Mü’min Sûresi, 40:60.
3) bk. Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, 3:263.
4) “Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Muhakkak ki Sen, ilmi ve hikmeti herşeyi kuşatan Alîm ve Hakîmsin.” Bakara Sûresi, 2:32.
5) Allahım! Efendimiz Muhammed’e, âline ve ashabına, ezelden ebede kadar Allah’ın ilmindeki varlıklar adedince salât ve selâm et; bize ve dinimize selâmet ver. Âmin. Her türlü hamd ve övgü, Âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur.
Devamını Oku »

Risalet-i Muhammediye nuru gitse, kâinat vefat edecek



Bismillahirrahmanirrahim


Hem hayatın sırr-ı mahiyeti, peygamberlere iman rüknüne bakıp remzen ispat eder. Evet, madem kâinat, hayat için yaratılmış ve hayat dahi Hayy-ı Kayyûm-u Ezelînin bir cilve-i âzamıdır, bir nakş-ı ekmelidir, bir san’at-ı ecmelidir. Madem hayat-ı sermediye, resullerin gönderilmesiyle ve kitapların indirilmesiyle kendini gösterir. (Evet, eğer kitaplar ve peygamberler olmazsa, o hayat-ı ezeliye bilinmez. Nasıl ki bir adamın söylemesiyle diri ve hayattar olduğu anlaşılır; öyle de, bu kâinatın perdesi altında olan âlem-i gaybın arkasında söyleyen, konuşan, emir ve nehyedip hitap eden bir Zâtın kelimâtını, hitâbâtını gösterecek, peygamberler ve nâzil olan kitaplardır.)

Elbette kâinattaki hayat, kat’î bir surette Hayy-ı Ezelînin vücûb-u vücuduna kat’î şehadet ettiği gibi; o hayat-ı Ezeliyenin şuââtı, celevâtı, münâsebâtı olan “irsâl-i rusül” ve “inzâl-i kütüb” rükünlerine bakar, remzen ispat eder. Ve bilhassa risalet-i Muhammediye (a.s.m.) ve vahy-i Kur’ânî hayatın ruhu ve aklı hükmünde olduğundan, bu hayatın vücudu gibi hakkaniyetleri kat’îdir denilebilir.

Evet, nasıl ki hayat bu kâinattan süzülmüş bir hülâsadır. Ve şuur ve his dahi hayattan süzülmüş, hayatın bir hülâsasıdır. Ve akıl dahi şuurdan ve histen süzülmüş, şuurun bir hülâsasıdır. Ve ruh dahi, hayatın hâlis ve sâfi bir cevheri ve sabit ve müstakil zâtıdır. Öyle de, maddî ve mânevî hayat-ı Muhammediye (a.s.m.) dahi, hayattan ve ruh-u kâinattan süzülmüş hülâsatü’l-hülâsadır ve risalet-i Muhammediye (a.s.m.) dahi, kâinatın his ve şuur ve aklından süzülmüş en sâfi hülâsasıdır. Belki maddî ve mânevî hayat-ı Muhammediye (a.s.m.) dahi âsârının şehadetiyle, hayat-ı kâinatın hayatıdır. Ve risalet-i Muhammediye (a.s.m.), şuur-u kâinatın şuurudur ve nurudur. Ve vahy-i Kur’ân dahi, hayattar hakaikinin şehadetiyle, hayat-ı kâinatın ruhudur ve şuur-u kâinatın aklıdır.

Evet, evet, evet! Eğer kâinattan risalet-i Muhammediyenin (a.s.m.) nuru çıksa, gitse, kâinat vefat edecek.

Eğer Kur’ân gitse, kâinat divâne olacak ve küre-i arz kafasını, aklını kaybedecek, belki şuursuz kalmış olan başını bir seyyareye çarpacak, bir kıyameti koparacak. (Onuncu Söz-Zeylin İkinci Parçası)


Bediüzzaman Said Nursî
Devamını Oku »

O sevgilinin maksudu, umumun da maksududur



Bismillahirrahmanirrahim

Bak, bu işler içinde görünüyor ki, o misilsiz zâtın pek büyük bir şefkati vardır. Çünkü her musibetzedenin imdadına koşturuyor. Her suale ve matluba cevap veriyor. Hattâ, bak, en ednâ bir hacet, en ednâ bir raiyetten görse, şefkatle kaza ediyor. Bir çobanın bir koyunu bir ayağı incinse, ya merhem, ya baytar gönderiyor.

Şimdi gel, gidelim; şu adada büyük bir içtima var. Bütün memleket eşrafı orada toplanmışlar. Bak, pek büyük bir nişanı taşıyan bir yâver-i ekrem bir nutuk okuyor. O şefkatli padişahından birşeyler istiyor.Bütün ahali, “Evet, evet, biz de istiyoruz” diyorlar, onu tasdik ve teyid ediyorlar. Şimdi dinle; bu padişahın sevgilisi diyor ki:

“Ey bizi nimetleriyle perverde eden sultanımız! Bize gösterdiğin nümunelerin ve gölgelerin asıllarını, menbalarını göster. Ve bizi makarr-ı saltanatına celb et. Bizi bu çöllerde mahvettirme. Bizi huzuruna al. Bize merhamet et. Burada bize tattırdığın leziz nimetlerini orada yedir. Bizi zevâl ve teb’îd ile tazib etme. Sana müştak ve müteşekkir şu muti’ raiyetini başıboş bırakıp idam etme” diyor ve pek çok yalvarıyor. Sen de işitiyorsun.


Acaba bu kadar şefkatli ve kudretli bir padişah, hiç mümkün müdür ki, en ednâ bir adamın en ednâ bir meramını ehemmiyetle yerine getirsin; en sevgili bir yâver-i ekreminin en güzel bir maksudunu yerine getirmesin? Halbuki, o sevgilinin maksudu, umumun da maksududur. Hem padişahın marzîsi, hem merhamet ve adaletinin muktezasıdır. Hem ona rahattır, ağır değil. Bu misafirhanelerdeki muvakkat nüzhetgâhlar kadar ağır gelmez. Madem nümunelerini göstermek için, beş altı gün seyrangâhlara bu kadar masraf ediyor, bu memleketi kurdu. Elbette, hakikî hazinelerini, kemâlâtını, hünerlerini makarr-ı saltanatında öyle bir tarzda gösterecek, öyle seyrangâhlar açacak ki, akılları hayrette bırakacak.Demek bu meydan-ı imtihanda olanlar başıboş değiller. Saadet sarayları ve zindanlar onları bekliyorlar. (Sözler-Onuncu Söz)

Bediüzzaman Said Nursî
Devamını Oku »

İnsanın bütün harekât ve ef’âli yazılıyor



Bismillahirrahmanirrahim

Ey arkadaş! İnsan da başıboş, serseri, sahipsiz bir hayvan değildir. Ancak, onun da bütün harekât ve ef’âli yazılıyor, tesbit ediliyor. Ve a’mâlinin neticeleri hıfzediliyor ki, muhasebe-i kübrâda ona göre derece alsın. Hülâsa, her güz mevsiminde yapılan tahribat, gelecek bahar mevsimlerinde gelen yeni misafirler için yer tedarik etmek ve bir nevi terhis ve izinlerdir.

Ve keza, bu âlemde tasarruf eden Sâniin öyle bir kitab-ı mübîni vardır ki, ne küçük ve ne büyük, o kitapta yazılıp hıfz edilmemiş hiçbir şey yoktur. O kitabın maddelerinden âlemde görünen yalnız nizam ve mizan maddelerine bak:

Evet, görüyoruz ki, herhangi muvazzaf bulunan birşey, vazifesinden terhis edilmekle daire-i vücuttan çıkarsa, Fâtır-ı Hakîm onun çok suretlerini levh-i mahfuzlarda tesbit eder. Ve tarih-i hayatını, tohumunda ve neticesinde nakşeder ve pek çok gaybî ayinelerde ibkà eder. Meselâ, bir şecere, meyvesiyle hâmile olduğu gibi, tohumu da meyveyle hâmiledir. Demek, ağacın bünyesinde semeresi mevcut olduğu gibi, tohumunda da semere mevcuttur. Ve keza, vücuttan çıkmış pek çok şeyler, insanın kuvve-i hâfızasında mevcut kalır.

İşte bu misallerden hıfz ve hafîziyet kanunu ne derece ihatalı olduğu anlaşıldı. Evet, bu mevcudatın sahibi pek büyük bir ihtimamla mülkünde cereyan eden herşeyi taht-ı hıfz ve muhafazasına almıştır. Ve hâkimiyetinin muhafazası için sonsuz bir dikkati vardır. Ve rububiyetinde tam bir intizam ve saltanat vardır ki, ednâ bir hadiseyi, âdi bir hizmeti yazar ve yazdırır.

İşte bu derece ihatalı, ihtimamlı bir hıfz kanunu, elbette âlem-i âhirette yapılacak bir divan-ı muhasebata bakar. Şu muhafaza kanunu, bütün eşyada câri olduğu gibi, mahlûkatın en eşrefi olan insana da şâmildir. Çünkü, insan Cenâb-ı Hakkın rububiyetine ait şuûnat ve ahvâline şahittir. Ve mahlûkatın cemaatleri içinde, Allah’ın birliğine dellâldır. Ve mevcudatın tesbihatına müşahit ve hilâfet-i kübrayla tekrim ve teşrif edilmiştir.

İnsan bu keramete, bu şerefe nail olduğu halde, kendisini başıboş ve gayr-ı mes’ul zannetmesin. Onun da divan-ı muhasebatta pek karışık hesapları vardır. Ondan kurtulduktan sonra, müstehak olduğu yere gidecektir.(Mesnevi-i Nuriye/Lâsiyyemalar)

Bediüzzaman Said Nursi
Devamını Oku »

Bir adam nasıl bin adam gibi günah işler?


Bismillahirrahmanirrahim


Birden ihtar edilen bir mesele:


Âhirzamanda bir şahsın hatiât ve günahlarının gayet dehşetli bir yekûn teşkil ettiğine dair rivayetler vardır. Eskide, “Acaba âdi bir adam, binler adam kadar günah işleyebilir mi?

Ve o âhirzamanda bildiğimiz günahlardan başka hangi günahlardır ki, kâinatın heyet-i mecmuasına dokunur, kıyametin kopmasına ve dünyaları başlarına harap olmasına sebebiyet verir?” diye düşünürdüm.
Şimdi bu zamanda müteaddit esbabını gördük.

Ezcümle:
Müteaddit vücuhundan radyomla anlaşıldı ki, o birtek adam, birtek kelimeyle bir milyon kebairi birden işler. Ve milyonlarla insanı dinlettirmekle günahlara sokar.

Evet, küre-i havanın yüz binler kelimeleri birden söyleyen ve bir dili olan radyo unsuru, nev-i beşere öyle bir nimet-i İlâhiyyedir ki,küre-i havayı bütün zerratıyla şükür ve hamd ü senâyla doldurmak lâzım gelirken, dalâletten tevellüd eden sefahet-i beşeriye o azîm nimeti şükrün aksine istimal ettiğinden, elbette tokat yiyecek.

Nasıl ki havârık-ı medeniyet namı altındaki ihsanat-ı İlâhiyyeyi bu mimsiz, gaddar medeniyet hüsn-ü istimal ile şükrünü eda edemeyerek tahribata sarf edip küfran-ı nimet ettiği için öyle bir tokat yedi ki, bütün bütün saadet-i hayatiyeyi kaybettirdi.

Ve en medenî tasavvur ettiği insanları, en bedevî ve vahşî derekesinden daha aşağıya indirdi. Cehenneme gitmeden evvel, Cehennem azabını tattırıyor.

Evet, radyonun küllî nimetiyet ciheti küllî bir şükür iktiza eder; ve o küllî şükür de, Hâlık-ı Arz ve Semâvâtın kelâm-ı ezelîsinin şimdiki bütün muhataplarına birden yetiştirmek için, küllî yüz bin dilli semavî bir hâfız hükmünde, her vakit kâinatta Kur’ân’ı okumalıdır, tâ o nimetin küllî şükrünü edâ ve o nimeti idame etsin. (Kastamonu L. 42)

Bediüzzaman Said Nursî
Devamını Oku »

Madem eşya var sanatlıdır, elbette bir ustaları var



Bismillahirrahmanirrahim

Madem eşya var ve san’atlıdır. Elbette bir ustaları var.

Yirmi İkinci Sözde gayet kat’î ispat edildiği gibi, eğer herşey birinin olmazsa, o vakit herbir şey bütün eşya kadar müşkül ve ağır olur. Eğer herşey birinin olsa, o zaman bütün eşya bir şey kadar âsân ve kolay olur.

Madem zemin ve âsumânı birisi yapmış, yaratmış. Elbette, o pek hikmetli ve çok san’atkâr Zât, zemin ve âsumânın meyveleri ve neticeleri ve gayeleri olan zîhayatları başkalara bırakıp işi bozmayacak. Başka ellere teslim edip bütün hikmetli işlerini abes etmeyecek, hiçe indirmeyecek, şükür ve ibadetlerini başkasına vermeyecektir.

Bediüzzaman Said Nursî

(Yirmi Altıncı Söz)
Devamını Oku »

Hayrat ve hasenâtın hayatı niyet iledir.



Bismillahirrahmanirrahim

İ’lem eyyühe’l-aziz!

Hayrat ve hasenâtın hayatı niyet iledir. Fesadı da ucub, riyâ ve gösteriş iledir. Ve fıtrî olarak vicdanda şuur ile bizzat hissedilen vicdaniyatın esası, ikinci bir şuur ve niyet ile inkıtâ bulur.

Nasıl ki amellerin hayatı niyet iledir. Onun gibi, niyet bir cihetle fıtrî ahvalin ölümüdür. Meselâ, tevâzua niyet onu ifsad eder; tekebbüre niyet onu izâle eder; feraha niyet onu uçurur; gam ve kedere niyet onu tahfif eder. Ve hâkezâ, kıyas et.

Bediüzzaman Said Nursî

(Mesnevi-i Nuriye | Şemme)
Devamını Oku »

Kur'an öyle bir tazelik ve gençlik göstermiş ki



Bismillahirrahmanirrahim


Kur’ân öyle hakikatli bir halâvet göstermiş ki, en tatlı bir şeyden dahi usandıran çok tekrar, Kur’ân’ı tilâvet edenler için değil usandırmak, belki kalbi çürümemiş ve zevki bozulmamış adamlara tekrar-ı tilâveti halâvetini ziyadeleştirdiği, eski zamandan beri herkesçe müsellem olup darb-ı mesel hükmüne geçmiş.

Hem öyle bir tazelik ve gençlik ve şebâbet ve garabet göstermiş ki, on dört asır yaşadığı ve herkesin eline kolayca girdiği halde, şimdi nazil olmuş gibi tazeliğini muhafaza ediyor.

Her asır, kendine hitap ediyor gibi bir gençlikte görmüş. Her taife-i ilmiye, ondan her vakit istifade etmek için kesretle ve mebzuliyetle yanlarında bulundurdukları ve üslûb-u ifadesine ittiba ve iktida ettikleri halde, o, üslûbundaki ve tarz-ı beyanındaki garabetini aynen muhafaza ediyor.

Bediüzzaman Said Nursî

(Yirmi Beşinci Söz-Birinci Zeyl)
Devamını Oku »

Her şeyin yaradılış gayesi üçtür



Bismillahirrahmanirrahim
Evet, herşeyin vücudunun müteaddit gâyeleri ve hayatının müteaddit neticeleri vardır. Ehl-i dalâletin tevehhüm ettikleri gibi, dünyaya, nefislerine bakan gâyelere münhasır değildir; tâ, abesiyet ve hikmetsizlik içine girebilsin. Belki herşeyin gâyât-ı vücudu ve netâic-i hayatı üç kısımdır:

Birincisi ve en ulvîsi Sâniine bakar ki; o şeye taktığı hârika-i san'at murassaâtını Şâhid-i Ezelînin nazarına resm-i geçit tarzında arz etmektir ki, o nazara bir ân-ı seyyâle yaşamak kâfi gelir. Belki, vücuda gelmeden, bilkuvve niyet hükmünde olan istidadı yine kâfidir. İşte, serîü'z-zevâl latîf masnuâtı ve vücuda gelmeyen, yani sümbül vermeyen birer hârika-i san'at olan çekirdekler, tohumlar şu gâyeyi bitamamihâ verir. Faydasızlık ve abesiyet onlara gelmez. Demek herşey, hayatıyla, vücuduyla Sâniinin mu'cizât-ı kudretini ve âsâr-ı san'atını teşhir edip, Sultan-ı Zülcelâlin nazarına arz etmek birinci gâyesidir.

İkinci kısım gâye-i vücud ve netice-i hayat zîşuura bakar. Yani, herşey Sâni-i Zülcelâlin birer mektub-u hakâiknümâ, birer kasîde-i letâfetnümâ, birer kelime-i hikmetedâ hükmündedir ki, melâike ve cin ve hayvanın ve insanın enzârına arz eder, mütâlâaya dâvet eder. Demek, ona bakan her zîşuura ibretnümâ bir mütâlâagâhtır.

Üçüncü kısım gâye-i vücud ve netice-i hayat, o şeyin nefsine bakar ki, telezzüz ve tenezzüh ve bekâ ve rahatla yaşamak gibi cüz'î neticelerdir. Meselâ, azîm bir sefine-i sultaniyede bir hizmetkârın dümencilik ettiğinin gâyesi, sefine itibâriyle yüzde birisi kendisine, ücret-i cüz'iyesine âit, doksan dokuzu sultana âit olduğu gibi; herşeyin nefsine ve dünyaya âit gâyesi bir ise, Sâniine âit doksan dokuzdur.

İşte bu taaddüd-ü gâyâttandır ki, birbirine zıd ve münâfi görünen hikmet ve iktisad, cûd ve sehâ ve bilhassa nihayetsiz sehâ ile sırr-ı tevfîkı şudur ki:

Birer gâye nokta-i nazarında cûd ve sehâ hükmeder; ism-i Cevâd tecellî eder. Meyveler, hubûblar, o tek gâye nokta-i nazarında bigayr-i hisâbdır; nihayetsiz cûdu gösteriyor. Fakat, umum gâyeler nokta-i nazarında, hikmet hükmeder, ism-i Hakîm tecellî eder. Bir ağacın ne kadar meyveleri var, belki her meyvenin o kadar gâyeleri vardır ki, beyân ettiğimiz üç kısma tefrik edilir. Şu umum gâyeler, nihayetsiz bir hikmeti ve iktisadı gösteriyor. Zıd gibi görünen nihayetsiz hikmet, nihayetsiz cûd ile, sehâ ile içtimâ ediyor.

Meselâ, asker ordusunun bir gâyesi temin-i âsâyiştir. Bu gâyeye göre ne kadar asker istersen var ve hem pek fazladır. Fakat, hıfz-ı hudud ve mücâhede-i a'dâ gibi sâir vazifeler için, bu mevcud ancak kâfi gelir, kemâl-i hikmetle muvâzenededir. İşte, hükümetin hikmeti haşmet ile içtimâ ediyor. O halde, "O askerlikte fazlalık yoktur" denilebilir. (Sözler 10. Söz Sh. 74)

Bediüzzaman Said Nursi
Devamını Oku »

İnsanın vazife-i asliyesi İmân ve duâdır



Bismillahirrahmanirrahim


İmân, insanı insan eder; belki, insanı sultan eder. Öyle ise, insanın vazife-i asliyesi İmân ve duâdır.
Küfür, insanı gayet âciz bir canavar hayvan eder.

Şu meselenin binler delillerinden yalnız hayvan ve insanın dünyaya gelmelerindeki farkları, o meseleye vâzıh bir delildir ve bir bürhan-ı kâtidir.

Evet, insaniyet İmân ile insaniyet olduğunu, insan ile hayvanın dünyaya gelişindeki farkları gösterir. Çünkü hayvan, dünyaya geldiği vakit, âdetâ başka bir âlemde tekemmül etmiş gibi, istidadına göre mükemmel olarak gelir; yani gönderilir. Ya iki saatte, ya iki günde veya iki ayda bütün şerâit-i hayatiyesini ve kâinatla olan münâsebetini ve kavânîn-i hayatını öğrenir, meleke sahibi olur. İnsanın yirmi senede kazandığı iktidar-ı hayatiyeyi ve meleke-i ameliyeyi, yirmi günde serçe ve arı gibi bir hayvan tahsil eder; yani ona ilham olunur. Demek, hayvanın vazife-i asliyesi taallümle tekemmül etmek değildir; ve mârifet kesb etmekle terakkî etmek değildir; ve aczini göstermekle meded istemek, duâ etmek değildir. Belki vazifesi, istidadına göre taammüldür, amel etmektir, ubûdiyet-i fiiliyedir.

İnsan ise, dünyaya gelişinde, her şeyi öğrenmeye muhtaç ve hayat kanunlarına câhil. Hattâ yirmi senede tamamen şerâit-i hayatı öğrenemiyor. Belki, âhir-i ömrüne kadar öğrenmeye muhtaç. Hem gayet âciz ve zayıf bir sûrette dünyaya gönderilip, bir iki senede ancak ayağa kalkabiliyor. On beş senede ancak zarar ve menfaati fark eder; hayat-ı beşeriyenin muâvenetiyle ancak menfaatlerini celb ve zararlardan sakınabilir.

Demek ki, insanın vazife-i fıtriyesi taallümle tekemmüldür, duâ ile ubûdiyettir. Yani, "Kimin merhametiyle böyle hakîmâne idare olunuyorum? Kimin keremiyle böyle müşfikâne terbiye olunuyorum? Nasıl birisinin lûtuflarıyla böyle nâzeninâne besleniyorum ve idare ediliyorum?" bilmektir. Ve binden ancak birisine eli yetişemediği hâcâtına dâir, Kâdiü'l-Hâcâta lisân-ı acz ve fakr ile yalvarmaktır; ve istemek ve duâ etmektir. Yani, aczin ve fakrın cenahlarıyla makam-ı âlâ-i ubûdiyete uçmaktır.

Demek, insan bu âleme ilim ve duâ vâsıtasıyla tekemmül etmek için gelmiştir. Mahiyet ve istidad itibâriyle her şey ilme bağlıdır. Ve bütün ulûm-u hakikiyenin esâsı ve mâdeni ve nuru ve ruhu, mârifetullahtır. Ve onun üssü'l-esâsı da imân-ı billâhtır. (Sözler)

Bediüzzaman Said Nursi
Devamını Oku »

Kulağını Kur’ân dinlemeye sarf et


Bismillahirrahmanirrahim


Orucun ekmeli ise;mide gibi bütün duyguları, gözü, kulağı, kalbi, hayali, fikri gibi cihazat-ı insaniyeye dahi bir nevi oruç tutturmaktır.

Yani, muharremattan, mâlâyâniyattan çekmek ve herbirisine mahsus ubûdiyete sevk etmektir.

Meselâ, dilini yalandan, gıybetten ve galiz tabirlerden ayırmakla ona oruç tutturmak; ve o lisanı, tilâvet-i Kur’ân ve zikir ve tesbih ve salâvat ve istiğfar gibi şeylerle meşgul etmek; meselâ gözünü nâmahreme bakmaktan ve kulağını fena şeyleri işitmekten men edip, gözünü ibrete ve kulağını hak söz ve Kur’ân dinlemeye sarf etmek gibi, sair cihazata da bir nevi oruç tutturmaktır. Zaten mide en büyük bir fabrika olduğu için, oruçla ona tatil-i eşgal ettirilse, başka küçük destgâhlar kolayca ona ittibâ ettirilebilir.

Bediüzzaman Said Nursi

(Yirmi Dokuzuncu Mektup)
Devamını Oku »

Elhamdülillâh, dağın kulağı mağarayı doldurur



Bismillahirrahmanirrahim

Elhamdülillâh gibi bir lâfz-ı Kur’ânî okunduğu zaman, dağın kulağı olan mağarasını doldurduğu gibi, aynı lâfız, sineğin küçücük kulakçığına da tamamen yerleşir.

Aynen öyle de, Kur’ân’ın mânâları, dağ gibi akılları işbâ ettiği gibi, sinek gibi küçücük, basit akılları dahi aynı sözlerle talim eder, tatmin eder. Zira Kur’ân bütün ins ve cinnin bütün tabakalarını imana davet eder. Hem umumuna imanın ulûmunu talim eder, ispat eder. Öyle ise, avâmın en ümmîsi, havassın en ehassına omuz omuza, diz dize verip beraber ders-i Kur’ânîyi dinleyip istifade edecekler.

Demek Kur’ân-ı Kerîm öyle bir mâide-i semâviyedir ki, binler muhtelif tabakada olan efkâr ve ukul ve kulûb ve ervah, o sofradan gıdalarını buluyorlar, müştehiyâtını alıyorlar, arzuları yerine gelir. Hattâ pek çok kapıları kapalı kalıp istikbalde geleceklere bırakılmıştır.

Bediüzzaman Said Nursi

(Yirmi Beşinci Söz-Birinci Şule)
Devamını Oku »

Bu alem Sahibinin kendisini tarif etmemesi muhaldir



Bismillahirrahmanirrahim

İ’lem eyyühe’l-aziz!


Bu güzel âlemin bir mâliki bulunmaması muhal olduğu gibi, kendisini insanlara bildirip târif etmemesi de muhaldir.

Çünkü, insan, Mâlikin kemâlatına delâlet eden âlemin hüsnünü görüyor. Ve kendisine beşik olarak yaratılan küre-i arzda istediği gibi tasarruf eden bir halifedir. Hattâ semâ-i dünyada dahi aklıyla çalışıyor ve küçüklüğüyle, zâfiyetiyle beraber harika tasarrufat-ı acibesiyle eşref-i mahlukat ünvanını almıştır. Ve elinde cüz-ü ihtiyarî bulunduğundan, bütün esbab içerisinde en geniş bir salâhiyet sâhibidir.

Binaenaleyh, Mâlik-i Hakikînin rusül vasıtasıyla böyle yüksek, fakat gafil abdlerine kendisini bildirip târif etmesi zarurîdir ki, o Mâlikin evâmirine ve marziyatına vakıf olsunlar.

Bediüzzaman Said Nursi

(Mesnevi-i Nuriye | Zeylü'l-Habbe)
Devamını Oku »

Hürriyet, imânın bir özelliğidir



Sual: Nasıl hürriyet imânın hassasıdır?

Cevap: Zirâ, rabıta-i İmân ile Sultan-ı Kâinata hizmetkâr olan adam, başkasına tezellül ile tenezzül etmeye ve başkasının tahakküm ve istibdadı altına girmeye o adamın izzet ve şehamet-i imaniyesi bırakmadığı gibi; başkasının hürriyet ve hukukuna tecavüz etmeyi dahi, o adamın şefkat-i imaniyesi bırakmaz.

Evet, bir padişahın doğru bir hizmetkârı, bir çobanın tahakkümüne tezellül etmez. Bir biçareye tahakküme dahi o hizmetkâr tenezzül etmez. Demek İmân ne kadar mükemmel olursa, o derece hürriyet parlar. İşte Asr-ı Saâdet... (Münazarat)

Bediüzzaman Said Nursi
Devamını Oku »

Dualar, tevhid ve ibadetin esrarına nümunedir



Bismillahirrahmanirrahim

İ’lem eyyühe’l-aziz!


Dualar, tevhid ve ibadetin esrarına nümunedir. Tevhid ve ibadette lâzım olduğu gibi, dua eden kimse de, “Kalbinde dolaşan arzu ve isteklerini Cenâb-ı Hak işitir” deyip Kadir olduğuna itikad etmelidir.

Bu itikad, Allah’ın herşeyi bilir ve herşeye kadir olduğunu istilzam eder.

Bediüzzaman Said Nursi

(Mesnevi-i Nuriye-Hubâb)
Devamını Oku »

Kur’ân’ın i’câzı, tahrifine bir settir



Bismillahirrahmanirrahim

İ’lem eyyühe’l-aziz!


Kur’ân’ın i’câzı, tahrifine bir settir. Evet, madem Kur’ân mu’cizedir, beşer onun taklidini yapamaz.

Âyetleri başka kelâmlarla tebdil edilmekle tahrif ve tağyiri mümkün değildir. Çünkü, müfessir, müellif, mütercim, muharref üslûplarını, kisvelerini âyâtın kisvesiyle iltibas ettiremezler.

Âyetlerde i’câz damgası vardır. O damganın altında olmayan kelâmlar âyet addedilemez. Öyleyse i’câz, tahrif ve tağyiri kabul etmez.

Bediüzzaman Said Nursi

(Mesnevi-i Nuriye-Hubâb)
Devamını Oku »

Rüyaya itimada ehl-i hakikat taraftar değiller



Bismillahirrahmanirrahim


Kur’ân ile tefe’üle ve rüyaya itimada ehl-i hakikat taraftar değiller. Çünkü, Kur’ân-ı Hakîm, ehl-i küfrü kesretle ve şiddetli bir tarzda vuruyor. Tefe’ülde, kâfire ait şiddeti, tefe’ül eden insana çıktığı vakit yeis veriyor, kalbi müşevveş ediyor.

Hem rüya dahi, hayır iken, bazı aks-i hakikatle göründüğü için şer telâkki edilir, ye’se düşürür, kuvve-i mâneviyeyi kırar, sû-i zan verir. Çok rüyalar var ki, sureti dehşetli, zararlı, mülevves iken, tabiri ve mânâsı çok güzel oluyor. Herkes rüyanın suretiyle mânâsının hakikati mabeynindeki münasebeti bulamadığı için, lüzumsuz telâş eder, meyus olur, keder eder.

İşte, yalnız bu cihet içindir ki, ehl-i hakikat gibi ve İmam-ı Rabbânî misillü, başta نَه شَبَمْ نَه شَبْ پَرَسْتَمْ (Ne geceyim, ne geceperestim) dedim.

Bediüzzaman Said Nursi

(Mektubat-Yirmi Sekizinci Mektup)
Devamını Oku »

Kainatı kim temizliyor?



Bismillahirrahmanirrahim

Bu kainat ve küre-i arz, daim işler ve büyük bir fabrika ve her vakit dolar boşalır bir han, bir misafirhanedir. Halbuki böyle işlek fabrikalar, hanlar ve misafirhaneler müzahrefatla, enkazlarla, süprüntülerle çok kirleniyorlar, bulaşık oluyorlar ve ufunetli maddeler her tarafında teraküm ediyorlar. Eğer pekçok dikkatle bakılmazsa ve tanzif edilmezse ve süpürülüp temizlenmezse, içinde durulmaz; insan onda boğulur.

Halbuki bu fabrika-i kainat ve misafirhane-i arz o derece pak, temiz ve naziftir ve o kadar kirsiz ve bulaşıksızdır ve ufunetsizdir ki, bir lüzumsuz şey ve bir menfaatsiz madde ve tesadüfi kir bulunmaz, Zahiri bulunsa da, çabuk bir istihale makinesine atılır, temizlenir.

Demek bu fabrikaya bakan Zat, çok iyi bakıyor. Ve bu fabrikanın öyle tanzifçi bir Sahibi var ki, o koca fabrikayı ve o büyük sarayı küçük bir oda gibi süpürtür, temizler, tanzim ve tanzif eder. Ve o pek büyük fabrikanın büyüklüğü nisbetinde muzahrafatı ve enkazından kalma kirli maddeleri, süprüntüleri bulunmuyor. Belki büyüklüğü nispetinde temizliğine ve nezafetine dikkat ediliyor.

***

Hem zeminin yüzünde her sene mevt ve hayatın değişmeleri ve döğüşmeleri yüzünden, yüz binler hayvânat milletlerinin cenazeleri ve iki yüz bin nebâtâtın taifelerinin enkazları, berr ve bahrin yüzlerini fevkalâde öyle kirleteceklerdi ki, zîşuur, o yüzleri değil sevmek, âşık olmak, belki öyle çirkinlikten nefret edip mevte ve ademe kaçacaklardı.

Bir kuş kolayca kanatlarını ve bir kâtip rahatça sayfalarını temizlediği gibi, bu tayyare-i arzın ve bu tuyur-u semâviyenin kanatları ve bu kitab-ı kâinatın sayfaları da öylece temizleniyor, güzelleşiyor ki, âhiretin hadsiz güzelliğini görmeyen ve imanla düşünmeyen insanlar, dünyanın bu temizliğine, bu güzelliğine âşık olurlar, perestiş ederler.

Demek bu saray-ı âlem ve bu fabrika-i kâinat, ism-i Kuddûs'ün bir cilve-i âzamına mazhardır ki, o tanzif-i kudsîden gelen emirleri, değil yalnız denizlerin âkilü'l-lâhm tanzifatçıları ve karaların kartalları, belki kurtlar ve karıncalar gibi, cenazeleri toplayan sıhhiye memurları dahi dinliyorlar.
Belki o kudsî evâmir-i tanzifiyeyi, bedende cereyan eden kandaki küreyvât-ı hamrâ ve beyzâ dahi dinleyip bedenin hüceyrâtında tanzifat yaptıkları gibi, nefes dahi o kanı tasfiye eder, temizler.

***

İşte bu tek fiil, yani, birtek hakikat olan tanzif, ism-i Kuddûs gibi bir İsm-i Âzamdan, kâinatın daire-i âzamında görünen bir cilve-i âzamdır ki, doğrudan doğruya mevcudiyet-i Rabbâniyeyi ve vahdâniyet-i İlâhiyeyi, Esmâ-i Hüsnâsıyla beraber, güneş gibi, geniş ve dürbün gibi olan gözlere gösterir.(Lemalar 30. Lema. Sh. 299)

Bediüzzaman Said Nursi
Devamını Oku »

O nimetleri yolda bulmuş gibi sahipsiz zannetme



Bismillahirrahmanirrahim

İ’lem eyyühe’l-aziz!


Cenâb-ı Hakkın insana verdiği nimetler, ister âfâkî olsun, ister enfüsî olsun, bazı şerait altında insana gelip vusul buluyor. Meselâ, ziya, hava, gıda, savt ve sadâ gibi nimetlerden insanın istifade edebilmesi, ancak göz, kulak, ağız, burun gibi vesaitin açılmasıyla olur. Bu vesait, Allah’ın halk ve icadıyla olur. İnsanın eli, kesb ve ihtiyarında yalnız o vesaiti açmaktır.

Binaenaleyh, o nimetleri yolda bulmuş gibi sahipsiz, hesapsız olduğunu zannetmesin.

Ancak Mün’im-i Hakikînin kastıyla gelir, insan da ihtiyariyle alır. Sonra ihtiyaca göre in’am edenin iradesiyle bedeninde intişar eder.

Bediüzzaman Said Nursi

(Mesnevi-i Nuriye-Hubâb)
Devamını Oku »

Tohum kudret kitaplarından küçük bir tezkeredir



Bismillahirrahmanirrahim

İ’lem eyyühe’l-aziz!


Çekirdek ağaç olmazdan evvel,
yumurta kuş olmazdan evvel,
habbe başak vermezden evvel binlerce imkân ve ihtimaller içerisinde
ve binlerce suret ve şekillere girmek kabiliyetinde iken,
o eğri büğrü ihtimaller, yollar içinden çekilip doğru ve müstakim müntic bir şekle, bir vaziyete sevk edilmelerinden anlaşılır ki,
o tohumlar, evvelce de Allâmü’l-Guyûbun terbiye, tedvir, tedbiri altında imişler.

Sanki o tohumların herbirisi, kudret kitaplarından istinsah edilmiş küçük bir tezkeredir. Yahut bir fihristedir, ilm-i ezelîden alınmıştır. Yahut kader kitaplarından yazılmış bazı düsturlardır.

Bediüzzaman Said Nursi

(Mesnevi-i Nuriye-Şule)
Devamını Oku »

Namaz ucuz ve az bir masrafla kazanılır



Bismillahirrahmanirrahim

Dördüncü Söz

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ
اَلصَّلاٰةُ عِمَادُ الدِّينِ


Namaz ne kadar kıymettar ve mühim, hem ne kadar ucuz ve az bir masrafla kazanılır; hem namazsız adam ne kadar divane ve zararlı olduğunu iki kere iki dört eder derecesinde kat'î anlamak istersen, şu temsîlî hikâyeciğe bak, gör:

Bir zaman, bir büyük hâkim, iki hizmetkârını, herbirisine yirmi dört altın verip, iki ay uzaklıkta has ve güzel bir çiftliğine ikamet etmek için gönderiyor. Ve onlara emreder ki: Şu para ile yol ve bilet masrafı yapınız. Hem oradaki meskeninize lâzım bazı şeyleri mübâyaa ediniz. Bir günlük mesafede bir istasyon vardır. Hem araba, hem gemi, hem şimendifer, hem tayyare bulunur. Sermayeye göre binilir.

İki hizmetkâr, ders aldıktan sonra giderler. Birisi bahtiyar idi ki, istasyona kadar bir parça para masraf eder. Fakat o masraf içinde, efendisinin hoşuna gidecek öyle güzel bir ticaret elde eder ki, sermayesi birden bine çıkar. Öteki hizmetkâr bedbaht, serseri olduğundan, istasyona kadar yirmi üç altınını sarf eder. Kumara mumara verip zayi eder. Birtek altını kalır. Arkadaşı ona der: Yahu, şu liranı bir bilete ver, ta bu uzun yolda yayan ve aç kalmayasın. Hem bizim efendimiz kerîmdir; belki merhamet eder, ettiğin kusuru affeder. Seni de tayyareye bindirirler; bir günde mahall-i ikametimize gideriz. Yoksa, iki aylık bir çölde aç, yayan, yalnız gitmeye mecbur olursun.

Acaba şu adam inat edip, o tek lirasını bir define anahtarı hükmünde olan bir bilete vermeyip muvakkat bir lezzet için sefahete sarf etse, gayet akılsız, zararlı, bedbaht olduğunu en akılsız adam dahi anlamaz mı?

İşte ey namazsız adam! Ve ey namazdan hoşlanmayan nefsim!

O hâkim ise, Rabbimiz, Hâlıkımızdır. O iki hizmetkâr yolcu ise: Biri mütedeyyin, namazını şevkle kılar; diğeri gafil, namazsız insanlardır. O yirmi dört altın ise, yirmi dört saat her gündeki ömürdür. O has çiftlik ise Cennettir. O istasyon ise kabirdir. O seyahat ise kabre, haşre, ebede gidecek beşer yolculuğudur. Amele göre, takvâ kuvvetine göre, o uzun yolu mütefâvit derecede kat ederler. Bir kısım ehl-i takvâ berk gibi, bin senelik yolu bir günde keser. Bir kısmı da hayal gibi, elli bin senelik bir mesafeyi bir günde kat eder. Kur'ân-ı Azîmüşşan şu hakikate iki âyetiyle işaret eder.

O bilet ise namazdır. Bir tek saat, beş vakit namaza abdestle kâfi gelir. Acaba yirmi üç saatini şu kısacık hayat-ı dünyeviyeye sarf eden ve o uzun hayat-ı ebediyeye bir tek saatini sarf etmeyen, ne kadar zarar eder, ne kadar nefsine zulmeder, ne kadar hilâf-ı akıl hareket eder! Zira, bin adamın iştirak ettiği bir piyango kumarına yarı malını vermek akıl kabul ederse -halbuki kazanç ihtimali binde birdir- sonra yirmi dörtten bir malını, yüzde doksan dokuz ihtimalle kazancı musaddak bir hazine-i ebediyeye vermemek ne kadar hilâf-ı akıl ve hikmet hareket ettiğini, ne kadar akıldan uzak düştüğünü, kendini âkıl zanneden adam anlamaz mı? Halbuki namazda ruhun, kalbin, aklın büyük bir rahatı vardır. Hem cisme de o kadar ağır bir iş değildir. Hem namaz kılanın diğer mübah, dünyevî amelleri, güzel bir niyetle ibadet hükmünü alır. Bu surette bütün sermaye-i ömrünü âhirete mal edebilir; fani ömrünü bir cihette ibkà eder.

Bediüzzaman Said Nursi

(Sözler)
Devamını Oku »