Şeytan'ın Halleri

Şeytan'ın Halleri

İkinci sultan şeytandır.


Nefis ise şeytanın vekilidir. Komutanları ise kibir, hased, buhl (cimrilik) açgözlülük, öfke, kahkaha ve maskaralıktır. Sözü geçen bu yedi fiil muhafızlardır. Bundan dolayı kalbin sağ tarafında yedi kale vardır. Her kalede bir muhafız görevlendirilmiştir. Her bir muhafızın yüz bin komutanı vardır. Şimdi, hased ve buhul, dünyayı terk etmekle; bunların tamamı sabr etmekle imana erer.


Ancak kibrin kaynağı şeytan, alçak gönüllülüğün ise Rahmân'dır. O halde ne zaman ki kibir gelse, alçak gönüllülüğü O'na havale eder. Ne zaman ki hased gelse, ilmi O'na havale eder. Buhlün aslı ise şeytandır, cömerdliğin aslı da Rahmân'dır. Ne zaman ki buhül gelirse, cömertliği O'na havale etmek gerkir.


Cömertlik dört çeşittir:


İlki, mal cömertliği, zenginlerindir.


İkinci, beden cömertliği, gâzilerindir.


Üçüncü, can cömertliği, âşıklarındır.


Dördüncü, gönül cömertliği, âriflerindir.


Şimdi esas yapılması gereken, kişinin yönünü Allah isteğine çevirmesidir. Zira edep dileyen korkuyu sever. Korku dileyen hata yapmaktan sakınmayı sever. Hata yapmaktan sakınmayı dileyen sabrı sever. Sabır dileyen utanmayı sever. Utanmayı dileyen cömertliği sever. Cömertliği dileyen miskinliği sever. Miskinliği dileyen ilmi sever. İlmi dileyen marifeti sever. Marifeti dileyen canı sever. Canı dileyen aklı sever ve aklı dileyen yüce Allah'ı sever. Allah buyruğuna müjde on iki çeşit nesnedir. Bu on iki çeşit nesne birbirine vekildir.Ve bunlar iman kumandanının önderleridir. Şimdi çok sakınmak gerekir ki eğer bu on iki türlü nesnenin birisi eksik olsa iman doğru olmaz. O halde en üst makam bunlardır. Bunları korumayan Allah'dan uzak olur, ve bilmekten dahi uzak olur. Allah'ın cemalini görmekten mahrum kalır.


Maskaralığı dileyen gülmeyi sever. Gülmeyi dileyen çekiştirmeyi sever. Çekiştirmeyi dileyen öfkeyi sever. Öfkeyi dileyen açgözlülüğü sever. Açgözlülüğü dileyen kıskançlığı sever. Kıskançlığı dileyen hased etmeyi sever. Hased etmeyi dileyen büyüklenmeyi sever. Büyûklenmeyi dileyen vücudunu sever. Vücudunu dileyen nefsin istek ve arzularını sever. Nefsin istek ve arzuları dileyen nefsini sever. Nefsini dileyen şeytanı sever ve şeytanı dileyen Yüce Allah'ı sevmez.


Zira zikredilen bu on iki fiil, işte bunlar birbirine vekildir. Bu on iki fiile de şeytan vekildir. Ne zaman ki bu on iki fiil yıkılıp yerine (iyi olan) on iki nesne yapılmayınca, kul olduğunu söyleyen kişiye Allah'tan yana yol yoktur. Çünkü bu on iki türlü fiil, hem marifetin ve hem imanın düşmanlarıdır. Akıl kumandanının şeytan kumandanını yendiği bunlarla bilinir. Bu nesnenin belirtisi odur ki, can, ruhânî işreti sever. Ruhânî işretin alameti serbest olmaktır.


Noksan sıfatlardan beri olan Yüce Allah buyurur ki: Üç kişi üç nesneye dayandı. Benlik davası güttü, sonunda helak oldu.


Birincisi; şeytan - lanet ona - ateşe 'dostum' dedi. Allah katında zorlama yoktur; dostu dosttan ayırmaz. Sonunda şeytanı ateşte yaktı.(1) Yüce Allah şöyle buyurdu:


"... gözlerinizin önünde Firavun ailesini suda boğmuştuk,"(2)


İkincisi; Kârun malına dayandı. Sonuç: malıyla birlikte helak oldu. Üçüncüsü; Muhammed Mustafâ (a.s.) Allah dostluğuna dayandı. Öyle olunca yüce Allah "Dostu dostundan ayırmayayım" diye buyurdu.


Yüce Allah şöyle buyurdu:"... onları Allah'ı sever gibi severler. İman edenlerin Allah'a olan sevgileri ise (onlarınkinden) çok daha fazladır."(3) Sonra yüce Allah, lütuf ve kereminden buyurdu ki; "Ben sizinleyim; bana şükredin." Nitekim bir ayette yüce Allah şöyle buyurdu:


" Eğer şükrederseniz, elbette size (nimetimi) artıracağım."(4) Allah teâlâ bir başka âyette de şöyle buyurdu:


"... güzel davrananları da daha güzeliyle (mükâfatlandırması içindir)"(5) Bir başka ayette de şöyle buyurur: "... Kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa bir amel-i Sâlih işlesin ve Rabbine ibadette kimseyi ortak koşmasın."(6) Sonra insanın, kendisini bilmesi gerekir. Kendisini bilmesini hatırlatmasının sebebi şudur: Bir kimse Rahmân ile şeytan farkını bilmezse, kendini de bilmez. Şimdi her kim bu sözleri anlasa, kendisini dahi bilmiş olur. Ne zaman ki kişi kendini bilirse aşk gelip Allah'tan yana çağırır. Bu hususta ne kadar nasibi var ise o kadar ilerler.


Şimdi kim bu sözleri anlamadı, kendisini dahi bilmedi. Her ne kadar insan suretinde olsa da insan mertebesinde değildir. Henüz endişeleri ve malları çokluğu içinde boğulmuşlardır. Hayvanlar gibidirler. Lâkin bu konuda tasarruf sahipleri de vardır ki onlar bilirler. Yetmiş yıldır yaptığımız dedikodu bir saat münâcât ile eşit geldi. Zira halkın dedikodu etmesi şüpheden ileri gelir. Zahidin ibadeti, aslını bilmeden iş yapmasıdır. Arifin tefekkürü, Allah'ın İlâhî sanatına bakarak iş yapmasıdır. Muhibbin yalvarıp, yakarması ise, sevgiliyle muamele etmesidir. Ancak bütün bunları yaparken riya ve tamahkarlık kişiyi kendi hâline bırakmaz. Öyle olunca kişinin daima gönül şehrini araması, gafil olmaması gerekir.


Aklın üç koruması vardır; riyâ ile tamahı gönül şehrinden çıkarırlar. Aklın birinci koruması sabırdır. Aklın ikinci koruması utanmaktır. Aklın üçüncü koruması kanaattir. İşte şeytan bu üç korumadan korkar ve mağlup olduğu da bunlarla bilinir. Bunlar çok ulu kimselerdir ve aklın askerlerindendir. Ve insanların makamı üçtür. Yüce Allah şöyle buyurmuştur:


" Göklerdeki ve yerdeki her şeyi Allah'ın bildiğini görmüyor musun? Üç kişinin gizli konuştuğu yerde dördüncüsü mutlaka O'dur. Beş kişinin gizli konuştuğu yerde altıncısı mutlaka O'dur. Bunlardan az veya çok olsunlar ve nerede bulunurlarsa bulunsunlar mutlaka O, onlarla beraberdir."(7)


Ancak her kişi insan kabul edilmez. Her ne kadar görünüş olarak insan olsalar da onlar hayvanlardan daha aşağıdırlar. Bunlar hased edip kendilerini bilmeyenlerdir. Nitekim Hz. Peygamber hadisinde buyurur:


"Nefsini bilen, rabbini bilir."(8) Şu kadar ki, âbidlerin, zâhidlerin ve ariflerin ibadetleri ve durumları her biri katında uygun olmaz. Zira âbidler, zâ-hidler ve arifler dünyalık beklentileri olan topluluklardır; ancak muhibler ise mânâ kavimleridir. O halde ey azizim! Muhib olanların hallerini şerh etmek çok uzun iştir ve çeşitlidir; fakat akıl ermez, gönül tatmin olmaz ve insanın sûreti bunları kavramaz. Bu konuda bu kadar söz yeter. Burada biz bu kadarını hatırlatmış olduk; kalanın ne olduğunu ancak Allah bilir.


Dinotlar:

(1)- Burada şöyle bir atlama vardır: "Beni ateşten, onu çamurdan yarattın. " (Maide, 5/12). İkinci Fir'avun, Kıptilere "dostum" dedi. Sonunda onların gözü önünde boğuldu. (M.Esad Coşan, a.g.e., s.52,53.)

(2) Bakara, 2/50.

(3)- Bakara, 2/165.

(4)- İbrahim, 14/7. 153 Necm, 53/31. 160 Kehf, 18/110.

(5)- Necm, 53/31.

(6)- Kehf, 18/110.

(7)-Mücâdele, 58/7.

(8) El-Acûnî, a.g.e., c. II  s. 262.


Kaynak: Makalat Hünkar Hacı Bektaş-ı Veli, Tercüme Prof. Dr. Ali Yılmaz, Prof. Dr. Mehmet Akkuş, Dr. Ali Öztürk, Şubat 2007 Ankara, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları

.
Devamını Oku »

Allah Teâlâ'nın Ahdi Ve Kulun Ahdi Hakkında Tafsilât



Bil ki Allah Teâlâ, senin O'na bir ahdin, O'nun da sana bir ahdi olduğunu beyân edip, sen ahdine riayet ettiğinde, kendisinin ahdini yerine getireceğini açıklayarak: "Bana olan ahdinizi (sözünüzü) yerine getirin, ben de size olan ahdimi yerine getireyim (Bakara. 40) buyurmuştur. Sonra Cenâb-ı Hak başka ayetlerde sadece senin ahdini, veya sadece kendi ahdini zikretmiştir. Senin ahdin hususunda şöyle buyurmuştur: "Bir söz verdikleri zaman sözlerinde (ahidlerinde) duranlar" (Bakara, 177); "(Onlar), emânetlerine ve ahdlerine riayet ederler" (Mü'minûn, 8); "Ey iman edenler, ahidlerinizi yerine getirin" (Mâide 1) ve: "Yapmadığınız şeyleri niçin söylüyorsunuz? Yapmadığınız şeyleri söylemeniz, Allah katında büyük bir kızgınlığa sebebiyet vermiştir" (Sad. 2-3).

Allah Teâlâ, kendi ahdi, (sözü, va'adi) hususunda ise şöyle buyurmuştur: "Sözünde Allah'dan daha vefakâr olan kimdir?" (Tevbe, 111). Sonra O, babamız Hz. Adem'e nasıl ahidde bulunduğunu beyân ederek: "Daha önce Adem'e andolsun kibir ahidde bulunmuştuk da, o bunu unuttu. Onda bir azim bulmadık (Ta-ha, 115) buyurmuş. Sonra bize nasıl ahidde bulunduğunu anlatarak: "Ey Ademoğulları, ben size ahdetmedim mi..?"(Yasin, 60); buyurmuştur. Daha sonra İsrailoğullarına nasıl ahidde bulunduğunu, "Allah, bize hiçbir peygambere... getirinceye kadar imân etmemizi bize emretti (ahdetti)" (al-i imran, 183) diye; daha sonra da Peygamberlere olan ahdini, "Biz İbrahim'e ve İsmail'e ahdettik..." (Bakara, 125)diye; bu tefsir etmekte olduğumuz ayette de: "Ahdim zalimlere ulaşmaz" diye, zalimlerin ahdine ulaşamayacağını beyan etmiştir. Bu muahede (ahidleşme) hususundaki bu derece itinâ, bunun hakikatini araştırmayı icab ettiriyor.

Buna göre biz deriz ki: Senden alınan ahd (söz), ancak hizmet ve kulluk sözüdür. Cenâb-ı Allah'ın iltizam ettiği ahid ise ancak rahmet ve rubûbiyet sözüdür (ahdidir). Sonra akıllı kimse bu ahidleşme üzerinde düşündüğünde, kendisinin ahdini devamlı surette bozduğunu, Rabbininse devamlı olarak ahdine vefa gösterdiğini anlar. Şimdi biz, bu konunun temel noktalarına değinerek şöyle deriz:

a) Allah'ın sana olan ilk nimeti seni yaratmak, yoktan var etmek, diriltmek, akıl ve onu kullanacak aletler vermiş olması nimetidir. Bütün bunlardan maksat, senin Allah'a itaat, hizmet ve O'na kullukla meşgul olmandır. Nitekim "Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım" (Zariyat, 56) buyurmuştur. Yine Allah, kendisini boş yere bir şey yaratmaktan ve icad etmekten tenzih ederek: "Biz gökleri, yeri ve ikisi arasında bulunan şeyleri boş yere, oyalanmak için yaratmadık; biz onları ancak bir hak ile yarattık" (Duhan, 38-39); "Biz göğü, yeri ve bu ikisi arasındakileri boş yere yaratmadık. Bu, kâfirlerin zannıdır" (Sad, 27); ve: "Siz, sizi boş yere yarattığımızı ve bize dönmeyeceğinizi mi sandınız?" (Mü’minun, 115) buyurmuştur.

Sonra Cenâb-ı Hak, yaratmasındaki ve yoktan var etmesindeki hikmeti açıkça beyan ederek: "Ben cinleri ve insanları, ancak bana ibadet etsinler diye yarattım" (zariyat, 56)buyurmuştur. Böylece Allahu Teâlâ, seni yaratmış, diriltmiş; sana her türlü nimeti vermiş ve seni akıllı, iyiyi kötüyü ayırdeden bir varlık olarak yaratmış olmast bakımından rubûbiyyet ahdini yerine getirmiştir. Bu sebeple sen, O'na hizmet, itaat ve kulluk ile meşgul olmazsan, Allah'ın rubûbiyyet ahdini ifâ etmesine rağmen, sen kulluk ahdini bozmuş olursun.

b) Rubûbiyyet ahdi, muvaffak kılmayı ve hidâyete erdirmeyi gerektirir. Senden olan kulluk ahdi ise, amelinde ciddiyet ve gayretini gerektirir. Sonra Cenâb-ı Hak, rubûbiyyet ahdini bîhakkın yerine getirmiş, ner bir zerreyi seni hak yola iletecek bir hidâyet rehberi yapmıştır: "Hiçbir şey yoktur ki, Allah'ı teşbih ediyor olmasın " (İsra, 44).Sen ise, itaat ve kulluk ahdine kesinlikle vefa göstermedin.

c) Allah'ın verdiği iman nimeti nimetlerin en büyüğüdür. Bunun delili ise şudur: Bu nimeti kaçırdığında, sen ebedî ve devamlı olarak bedbahtların en bedbahtı olursun.. Sonra bu nimet, Allah tarafındandır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Sizde olan her bir nimet, ancak Allah'tandır" (Nahl. 53) buyurmuştur.

Bu nimet O'ndan olmasına rağmen, yine O sana teşekkür ve takdir ederek, "İşte bunlar yok mu, onların gayretleri makbuldür" (isra, 19) buyurmuştur. Allahu Te-âlâ bu nimete mukabil bu nimete teşekkür edince, senin O'nun tevfikine ve hidayetine haydi haydi teşekkür etmen gerekir... Sonra sen sadece küfrân-ı nimette bulundun. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Kahrolasıca insan, nedir onu küfre sevkeden?"(Abese, 17) buyurmuştur. Allah'u Teâlâ ahdini yerine getirdiği halde sen ahdinde durmadın..

d) Onun nimetleri rızası uğruna harcamandır. Buna göre, O'nun sana olan ahdi, sana çeşitli nimetlerini vermesidir ki, O da bu ahdini yerine getirmiştir. Senin O'na olan ahdin ise, O'nun nimetlerini rızası uğruna harcamandır; ama ne var ki sen bunu yapmadın. muhakkak ki insan, kendisini Allah'dan müstağni görmekle azmaktadır " (Alak, 6-7).

e) Fakirlere lütufta bulunasın diye Allah sana, çeşitli nimetleri lütfetmiştir. Nitekim O, "Ve ihsan edin; muhakkak ki Allah ihsan edenleri sever" (Bakara, 195) buyurmuştur. Sonra sen bunu insanlara eziyyet etmek ve onları hayret içinde bırakmak için bir vasıta edindin. Nitekim (onlar, cimrilik yaparlar ve insanlara cimriliği öğütlerler" (Nisa, 37) buyurmuştur.

f) Hamdine yönelsin diye, O sana bu büyük nimetleri vermiştir; oysa ki sen, O'nu değil de başkasını översin.. Hele bir bak bakalım; büyük bir hükümdar, sana çok kıymetli bir elbise hediye etse.. Sonra sen de onun huzurundan yüz çevirip, alalâde kimselerin hizmetiyle meşgul olsan.. Söyle bakalım, sen te'dib edilip azarlanmayı hak etmez misin? Burada da böyledir. Şunu bilmek gerekir ki, biz Allah'ın ihsan ve rubûbiyyet ahdine nasıl vefa gösterdi-; -ı ve bizimse ihlâs ve ubûbiyyet ahdini nasıl ihlâl etmiş olduğumuzu açıklamaya kalkarsak, buna gücümüz yetmez. Çünkü biz, hayatımızın başından sonuna kadar O'nun zahir ve bâtınımızla ilgili çeşitli nimetleri bir an olsun, bizi bırakmaz. Bu nimetlerden herbiri, başlıbaşına bir şükrü ve başlıbaşına bir hizmeti gerektirir.

Sonra biz O'nun nimetlerinin şükrünü edâ etmemiz bir yana, O'nun nimetlerinin farkına varıp, onların keyfiyyet ve kemiyyetlerini bile hakkıyla tanıyamadık. Sonra, Allahu Teâlâ, bizim bu kadar kusur ve gafletimize rağmen, çeşitli nimet ve lütuftarını artırmaktadır. İşte böylece biz, hayatımızın başından sonuna kadar sadece noksanlık, kusur ve kınanmaya müstehak olma derecelerimizi fazlalaştırdık. Halbuki Allahu Teâlâ, ihsan, lütuf ve keremini; hamde ve övgüye müstehak olmasını arttırdı; çünkü bizim kusurumuz ne kadar çok olursa, bundan sonra O'nun bize olan nimeti daha fazla müessir olur. O'nun bize olan nimeti ne kadar çok olursa, O'na şükür hususundaki kusurumuz da o nisbette kötü ve çirkin otur. Buna göre bizim fiillerimizin çirkinlikleri artarken, O'nun fiillerinin güzellikleri ise, sona ermeyecek biçimde devam etmiştir.

Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/428-432.
Devamını Oku »

O nimetleri yolda bulmuş gibi sahipsiz zannetme



Bismillahirrahmanirrahim

İ’lem eyyühe’l-aziz!


Cenâb-ı Hakkın insana verdiği nimetler, ister âfâkî olsun, ister enfüsî olsun, bazı şerait altında insana gelip vusul buluyor. Meselâ, ziya, hava, gıda, savt ve sadâ gibi nimetlerden insanın istifade edebilmesi, ancak göz, kulak, ağız, burun gibi vesaitin açılmasıyla olur. Bu vesait, Allah’ın halk ve icadıyla olur. İnsanın eli, kesb ve ihtiyarında yalnız o vesaiti açmaktır.

Binaenaleyh, o nimetleri yolda bulmuş gibi sahipsiz, hesapsız olduğunu zannetmesin.

Ancak Mün’im-i Hakikînin kastıyla gelir, insan da ihtiyariyle alır. Sonra ihtiyaca göre in’am edenin iradesiyle bedeninde intişar eder.

Bediüzzaman Said Nursi

(Mesnevi-i Nuriye-Hubâb)
Devamını Oku »