Hürriyetle Esaretten Kaçınmak



«'Hürriyet, Allah Teâlâ'nın ve kulunun hukukunu korumakta serbest olmaktır; zıddı esarettir. Hürriyet ve esaret birbirlerine zıd olmak itibarıyla maddi ve manevi olmak üzere iki kısımdır:

a-Bedenin hareket ve fiilinde serbestiyet, maddi hürriyetle, b-Söz söylemek ve maksadların izahında serbestiyet de manevi hürriyetle ifade edilir. Her iki itibarla maddi hürriyet vücuda, manevi hür­riyet nefs ve ruha müteveccih olur. Çünkü mutlak hürriyet söz konusu değildir. Şu halde Hakk'a itaat etmekten ibaret hürriyet, ahirette ebedî serbestiyeti gerektiren bir vesile olduğu için hürriyet halihazırdaki mev­cudiyete değil binnetice ahirete nazarandır. Çünkü Hakk'ın veya halkın hakkına tecavüz etmek, ebedî veya muvakkat ahiretteki cezayı gerektir­diği için esarettir. Şu halde hürriyet ve esaret netice itibarıyla birbirinden farklı olur. Demek insan bir taraftan hür, diğer taraftan esirdir. Mesela kanun ve nizamlarla serbest bırakılan yerde insan hür, onun dışında esirdir. Zaten dünya kendisi bir kafestir. Ruh bu kafese girmekle esirdir. O halde mutlak hürriyet davası da yoktur. Şu halde hürriyet şöyle tarif edilir: Tam adalete riayetle hak ve hakîkate boyun eğmektir. Nitekim*“Hürriyet Allah'tan başkasıyla bağlı olmamaktır.” diye Şeyh-ul-Ekber tarif etmiştir. Binaenaleyh hürriyetin zıddı olan esaret, Allah'tan başka bir şeyle şartlanmak ve şartlandırılmaktır. Eğer şu altı şey varsa hürriyet vardır, aksi takdirde esaret vardır:

1-Hıfz-ı beden. Her insan bedenini darbe ve cerhten muhafaza etmeyi hak etmiştir.

2-Her insanın katiden korunması varsa hürriyet vardır. Doğrusu can güvenliği.

3-Nefsin güzelliklerinin korunmasıdır. Buna hıfz-ı namus, hıfz-ı vakar ve hıfz-ı şeref denilir.

4-İtikad olarak nefsin taarruzundan korunmaktır. Eğer bir insanın iti­kadına taarruz olunuyorsa hakkına müdahale olduğundan esaretle ifa­de edilir.

5-Maddi ve manevi ferd ve ümmetin mülkünün, meşru hakkının korunmasıdır. Eğer bir ferdin kazancına meşru hakkın dışında müdahale edilirse hürriyet yok demektir.

6-Din ve mezhebin korunmasından ibaret hürriyettir.

Bu altı haktan birine el koymak esaret ve zulümdür. Her müslüman kendi nefsini, hayatını, namusunu, itikad ve meşru mülkünü, dînin ah­kamına göre koruyabiliyorsa hürdür. Şu halde bir insanın, kendi hürriye­tini dava etmekle başkasının hakkında bunların birini ihlal etmeye hakkı yoktur. Bu itibarla hürriyeti tarif edenler şöyle demişlerdir: "Hürriyet, gay­ra her fedakârlığı yapmak ve meşru hakkını korumakta gayrına zarar vermemektir." Bu tarif ittifakîdir. Binaenaleyh insanın hürriyetinin dînin ahlakî ahkâmının elmas zincirleriyle bağlanması mutlak hürriyettir. Bi­naenaleyh din olmaksızın hürriyet söz konusu değildir. Çünkü dîne bağlı kalmak, şartlandırılmak değil, huzurdur. Zira insanın ruhunun en çok nefret ettiği şey dinsizlik, diğer ifadeyle ahlaksızlıktır. Eski felsefeciler bu manaya binaen "Hürriyet, ruhun meâlîden başka bir kaydı kabul ve hayrdan başka hiçbir kanuna itaat etmemesidir." diye tarif ettiler. Bu tarifi tahrif edenler "Hürriyet istibdaddan kurtuluştur." dediler. Halbuki hürri­yeti böylece tarif etmek, bir nev'î esareti tarif etmektir. Çünkü din hüküm­lerinin icra edilmesinde isdibdad söz konusu değildir. Çünkü dînî hü­kümleri icra etmek mutlak kurtuluştur. Bu manaya nazar hürriyetin en güzel tarifi şöyledir: "Hürriyet, Allah'ın hükmünden başkasına bağlanmamaktır."

*“Bir Arabın bir acemin üzerinde -takvâdan başkasıyla- üstünlüğü yoktur.”;

*“Hâlık ın isyanında hiçbir mahluka boyun eğmek yoktur.” mealinde­ki hadîs-i şeriflerle bu tarif teyid olunmaktadır. Büyük küçük, amir ve memur, efendi ve hizmetçi mü'minler, ferd ferd ve toptan hürdür ve birbi­rine kardeştirler.*“Mü'minler ancak birbirine kardeştirler...” [El-Hucurât 10] buyrulmuştur. Hiçbirisi diğerine esir değildir. Hepsi toptan Allah'a esirdir, O'na hizmetçidir, ahkâmına bağlıdır. Kendi nefsini koruduğu gibi mü'min kardeşini de korur. İşte hürriyet... Demek Hakk'a esir olduktan sonra insan ahiretteki kurtuluşa nazaran hürdür.

*“Müslim müslimin kardeşidir. Ona zulmetmez ve (onu düşmanın eline) teslim etmez.” buyrulan hadîs-i şerîfe binaen mü'min, kardeşini yalnız bırakmaz. Efendi kölesini, o da onu, patron işçisini, o da onu, amir me­murunu terk edemez. Hülâsa her biri diğerinin dînine, hayatına, namus ve haysiyetine, itikad ve mülküne, mezheb ve fikrine bekçidir. Her biri diğerinden sorumludur. Her birisi kardeşinin hakkını kendi hakkından daha evvel tercih etmekle kardeşini serbest hayata kavuşturmaya çalı­şır. En takva insan bile son nefesinden haberdar olmadığı için takva sa­hibi olmayanı nefsinden daha üstün tutar. Bu tutumla gayrını hürriyete kavuşturur. Dolayısıyla kendisi mutlak serbestiyette bulunur. En güzel ifadeyle “Müslim müslimin kardeşidir. Ona zulmetmez, onu yalnız bırakmaz.” Vicdan hürriyeti de bununla meydana gelir. Aksi takdirde vicdan olmaz ki hürriyet söz konusu olabilsin. Demek kendi namusunu koruduğu gibi mü'min kardeşinin canını, namus ve malını korumayan vicdansızdır, zalimdir, fâsık ve âsidir ve bu nisbette esirdir.

Netice-i meram şu ki din olmaksızın insan hürriyet ve esaretin ara­larındaki inceliği kavrayamaz. Çünkü herkes kendi hissine göre bir hürriyeti ortaya koyar. Bu takdirde hürriyetsizlik meydana gelir. Öyleyse bir milletin hürriyeti din, silah ve ilme bağlıdır. Bunlardan birisinin yok­luğunda derhal esaret hâkim olur. Din birliği, ilim birliği, fikir birliği, güç ve ittifak birliği milleti hâkim kılar. Unutmuyoruz ki İslam dîni başka din mensublarını müslüman olmaya icbar etmez. Ancak onların İslam dînine karşı gelmelerini engeller. Cihad da buradan meydana gelir. Yani mü- cahid, müslüman, tecavüz eden gayrı müslime tebliğ eder. Tebliği kabul etmez ve İslam dînine saldırırsa bilmecburiyye el kaldırır. Bu şeref ve meziyet İslama mahsus bir şiardır. Bir milletin hürriyete kavuşabilmesi için beş şart var:

1-İ'tisamdır.“...Allah'a (fiilen İtikaden hükmüne) sarılın. O sizin Mevlâ'nızdır..” [El-Hacc 78] mealindeki ve benzeri  ayetlerden iktibas edilmiştir.

2-Fürû'da ihtilaf olsa bile usulde ittifak etmek ve tefrikadan korun­maktır. Demek fürû'daki ihtilaf değil, iftirak yasaklanmıştır. Bu hüküm şu ayetten anlaşılır.*"Hepiniz, toptan,sımsıkı Allah'ın ipine (hükmüne)sarılın parçalanmayın...” [Âl-i imran 103)

3-Özü, sözü ve fiili birleşmiş takva sahihleriyle beraber olmaktır. Yani onları vesile edinmektir. Bu hüküm de

*“Ey İman edenler, Allah'tan korkun ve sadıklarla beraber olun.” [Et -Tevbe 119) mealindeki ayet-i kerîmeden anlaşılır.

4- Büyük günahları terk etmek, farz ve vacibleri yerine getirmekten ibaret takva üzerinde bulunmaktır. Nitekim bu hüküm de*“...Binaenaleyh müslüman olmaktan başka hiçbir sûretle can ver­meyin.” [El- Bakara 132] mealindeki ayet-i kerîmeden anlaşılır.

5-Emr-i ma'rûfu bildirmek ve Allah'ın yasaklarından sakınmakla sakındırmaya çalışmaktır.

*“Kim şeriate muhalif hareketleri görürse eliyle onu değiştirsin.Eğer buna gücü yetmezse diliyle nasihat etsin. Eğer buna da gücü yetmezse (fiilen fısk ve isyanı ve âsi ve fâsıkları terk etmekle) kalbiyle nef­ret etsin. Bu da imanın en zayıf derecesidir.” ve *“Benden önce Allah'ın hiçbir ümmete gönderdiği bir peygamber yoktur ki, o peygamberin, ümmetinden havârîteri ve sünnetine tu­tunan ve emrine uyan ashabı olmasın. Kıssa şu ki, sonra onların ardından yapmadıklarını söyleyen ve emrolunmadıkları şeyleri yapan birtakım kötü nesiller meydana çıkar. İşte kim bunlara karşı eliyle mücahede ederse o mü'mindir. Kim onlara karşı diliyle mücahede ederse o da mü'mindir. Kim onlara karşı kalbiyle mücahe­de ederse o da mü'mindir. Amma bunun ötesinde imandan bir har­dal tanesi de yoktur.” buyrulan hadîs-l şeriflerde iyiliği emr ve yasak­lardan sakındırmaya çalışmak vazifesi beyan olunmuştur.

Hürriyet an­cak ve ancak bu beş esası tatbik etmekle meydana gelir. Çünkü bu beş vazifeyi görmekle ruh saflaşa saflaşa tamamen esaretten kurtulup ebedî hürriyete kavuşur. Binaenaleyh şeriate muhalif şeylerin işlenilmesini müşahede edip susan kimsenin dînî gayreti çokça zayıftır. Allah Teâlâ bizlere intibahlar versin.»

İsmail Çetin - Mufassal Medeni Ahlak,dilara yay.,syf.358-362
Devamını Oku »

Mükemmelleşmek İhtiyacı

Etrafımızdaki varlıkları idrak etmekle kalmayıp onların da en az bizim kadar âciz ve zavallı durumda olduklarını görürüz. Güneşler ve yıldızlar bile sınırlı ve esir birer parçacık durumundadırlar, işin garibi,imandan başkası da bu sınırlılığın, esirliliğin, fâniliğin, eksikliğin farkında da değil. Pırıl pırıl yanan güneş bile, insan şuurundaki bu aydınlıktan mahrumdur. Ancak, insandır ki, sonsuzluğun,hürriyetin,ebediyetin, mükemmelliğin özlemini en kavurucu bir susuzluk halinde yaşamaktadır. Bütün bu susuzluğun sebebi şuurumuzdur; bunları bize o, telkin ediyor. Sonsuzluğu, hürriyeti, ebediliği, mükemmelliği arıyoruz. Kendi aczimizden, esaretimizden, sınırlılığımızdan, eksikliğimizden adeta utanıyoruz. Bunlardan kurtulmak zorunluluğunu duyuyoruz, işte sorumluluk. Aciz olduğumuz halde güçlü, esir olduğumuz halde hür, sınırlı olduğumuz halde sonsuz, eksik olduğumuz halde mükemmel olmak ihtiyacını duyuyoruz. Bunları duyup da, bunlara sırt çevirmemiz bize azap veriyor, bunları duyupda inkâr etmek bizi karamsar yapıyor, insan olmak ümidini kaybediyoruz, kendimizi suçlamaktan kurtulamıyoruz. Öyle anlaşılıyor ki, şuurumuzdan kurtulamadıkça, sorumluluktan da kurtulamayacağız. İnsan, insan olmakla sorumluluğu yüklenmiş bulunuyor. O, mükemmelleşmek mecburiyetindedir. Mükemmelleşmek ihtiyacı, insanın iradesi haline gelmıştir. Şuur sahibi bir insan mükemmelleşmek iradesini de beraber getirir.  



S.Ahmed Arvasi
Devamını Oku »

Hürriyet, imânın bir özelliğidir



Sual: Nasıl hürriyet imânın hassasıdır?

Cevap: Zirâ, rabıta-i İmân ile Sultan-ı Kâinata hizmetkâr olan adam, başkasına tezellül ile tenezzül etmeye ve başkasının tahakküm ve istibdadı altına girmeye o adamın izzet ve şehamet-i imaniyesi bırakmadığı gibi; başkasının hürriyet ve hukukuna tecavüz etmeyi dahi, o adamın şefkat-i imaniyesi bırakmaz.

Evet, bir padişahın doğru bir hizmetkârı, bir çobanın tahakkümüne tezellül etmez. Bir biçareye tahakküme dahi o hizmetkâr tenezzül etmez. Demek İmân ne kadar mükemmel olursa, o derece hürriyet parlar. İşte Asr-ı Saâdet... (Münazarat)

Bediüzzaman Said Nursi
Devamını Oku »

Hürriyet

Hayatın gayesi, onu yaşanmaya değerli yapan şey, varlıklar basamağında ilerliyerek cansız maddeden bitkiye ve hayvana, ondan da insana yükselten evrimin insanlığı Allah’a yaranma sevgisine ulaştırmasıdır. Allah a yaranmayı hayatının gayesi yapan insan, faziletli insandır. Faziletli insanların bir arada yaşadıkları belde ise bahtiyar beldedir. Bizi Allaha götüren ruhçuluk, faziletli insanı yetiştirir.

Dâvamız, asrımızda hiç benzeri görülmemiş şekilde çiğnenen kul hakkı dâvasıdır. İnsanlar âleminde de Darvin’in bütün canlılar dünyası için anlattığı hayat savaşı hâkimdir. Kuvvetli zayıfı yok ediyor. Kuvvetin saltanatını koruyan, damarlarımızın yapısına aşılı olan ihtiraslarımızdır. Bu sebepten dünyamızda her zaman “insan insanın kurdu” olmuştur. İnsanları yeryüzündeyken birbirlerinin zulmünden koruyacak kuvvet, âdil devletin otorite-sidir.

Bu otorite, geçmişteki insanlara karşı zaman zaman zulüm vasıtası olarak kullanıldığından, insanlığı himayeden mahrum bırakmak için bu olayı fırsat bilen Yahudi cemaat tarafından, Fransa ihtilâlinden sonra Avrupa milletlerinde, asrımızın başında ise bizde tekmelendi ve milletler kendi içlerindeki hayat savaşına terk edildiler. Buna halkçılık ve hürriyet adını verdiler. Hürriyet, kuvvetini serbestçe kullanma yetisidir. Kuvvetin insanda bağlandığı şeyler çok ve çeşitlidir. Bedenin kuvveti vardır; pençe ve yumruk kuvveti vardır; paranın kuvveti vardır; kalem kuvveti, fikir kuvveti vardır; ruh kuvveti, ahlâk kuvveti vardır; din kuvveti, hakkın kuvveti vardır. Hürriyet bunların hangisinin hâkimiyetini sağlayan serbestliktir?

 

Nurettin Topçu,Yarınki Türkiye
Devamını Oku »

Bize Ait Olmayan Meseleler...



İslam ülkelerinde, bize ait olmayan meselelerle uğraşmaya başlamamız, aslında kendi kurumlarımızı yetersiz ve eksik görmekle ortaya çıkmış bir mesele değildir. Durum doğrudan, bu meselenin sahiplerinin, aynı meseleyi bizim meselemiz haline getirebilmelerinin sonucudur. Şunu demek istiyoruz: diyelim bir "hürriyet"meselesi, aslında İslâm dünyasının dışında oluşmuş bir olaydı. Bu olay, bu niteliği içinde değerlendirilebilmiş olsaydı, yani konuya illâ eğilmek gerekiyor idiyse bunun îslamdışı dünyaya ilişkin bir mesele olduğu bilinerek yaklaşılsaydı, Osmanlı devleti başına gelen gailelerin belki hiçbirine maruz kalmayacaktı. Fakat bu mesele (hürriyet meselesi) aynı zamanda Osmanlı devletinin de bir meselesi imiş gibi ortaya konulmuştur.

Durum, elbette, Müslümanların dışında olup bitenleri görmezlikten gelme tavsiyesini öngörmüyor. Müslümanların, kendi dışlarında olup bitenleri dikkatle hassasiyetle izlerken,bir yandan da onların kendi meselesi olmadığı hususunu gözden kaçırmayacak bir bilinç uyanıklığı içinde olmalarını gerektiriyor. Bize ait olan meseleyle bize ait olmayan meseleyi ayırmak için başvurulacak tek kıstas İslâm'dır. Bidatin ne demeye geldiği kavranırsa, Saadet Asrı'nda Müslüman olmayan topluluklara benzemek hususunda gösterilen hassasiyete, hatta asabiyete dikkat edilerek kendimize ait olan meseleyle kendimize ait olmayana daha berrak bir zihinle yaklaşma imkânı elde edilebilir, sanıyorum.

Rasim Özdenören,Müslümanca Yaşamak
Devamını Oku »

Büyük Zaferler

Büyük Zaferler

Sosyal bir ruh kazanmış cemiyette, hürriyet herkes içindir, kimsenin lütfü değil, Allahın yaradılışımızda gösterdiği hikmettir, hakkın sevgisidir, doymak bilmez insanların, doymıyan arzularının serbestliği değildir, rengini,kokusunu güzelliğini herkesin duyup görebileceği, herkesin bakıp ruhuna basabileceği, ama hiç kimsenin tahakkümüne alamıyacağı, hakları verdiği ve ancak ulu devletin koruyabileceği bir nimettir. Bu hürriyetin sınırlarını hak tayin eder. Viyana seferi dönüşünde, bağdaki asmalarından kopardıkları üzümlerin bedellerini, bir kese içinde, asmaların dalına asan asker hür değil miydi? Sabahın erken saatlerinde dükkânını açıp ilk müşterisine satış yaptıktan sonra, gelen ikinci müşterisini henüz siftah etmeyen komşusuna gönderen esnaf hür değil miydi?

Zaferi sadece ganimette, aşkı bedende, hizmeti menfaatle aramıyan bu ruh, pek mütevazi bir şekilde, hakka ve halka hizmette sükûn buluyordu. Bu ruh, çorak tepelerde, sürüsünün bekçisi ve tabiatın yoldaşı olan çobanı derviş, zaferlerinin sayısı pek kabarık hükümdarı adaletin sembolü yaparken, kâinat bayanda insanın hiçliğini ihtar ediyor. İsimsiz pekçok kahraman yetiştireli, sadece Allah için veren, onun için hizmet eden büyük bir millette sevgi, merhamet ve adalet bayraklarının, hak rüzgarları içinde dalgalanması cemaat ruhunun, en güzel şekliyle görünüşünden başka bir şey değildir. Bu ruhta, bu cemiyette insanların hakları pek yücedir, herşey Allah içindir.

Güzel ahlâk, üstün fezâet, doyulmıyan sevgi ve adaletin otoritesi ile kazanılan büyük şahsiyetler vardır. Mevkiler gayesi hizmet olduğu için birbirinden pek farklı değildir. Her vazife güzel ve mukaddestir.

Cemaat ruhunda yeşermiş büyük zaferler, büyük aşklar, erişilmez adalet ancak bunların fiilen birer ibadet haline gelmesiyle anlaşılabilir ve milli ruhun temelleri olabilirler. Aksi takdirde cemaatın unutkan dimağı süfli değerlerin neşvünema bulmasını sağlar. İnsan iradesinin hakkı ariyan mefhumlarına ise ancak ulu devletin kapısından girilerek varılır. O kapıda mihrabın önündeki gibi ruhumuzla secde etmenin ve dâvanın en çılgın bir neferi ortaya atılmanın tam zamanıdır.

 

Nurettin Topçu,Yarınki Türkiye
Devamını Oku »

Zulüm

Zulüm, başkalarının hürriyetlerini, yaşama hürriyetine varıncaya kadar, kendi üstün kuvvetine dayanarak ellerinden alma iradesidir. Hiç kimse hürriyetinden karşılıksız vazgeçmez. İste­meyerek verilen karşılık da zulmü ortadan kaldırmaz. Galile, "Dünya güneşin etrafında dönüyor” dediği için zamanın hâkimleri onu ölüm cezasına çarptırdılar. Bu, düşünme hürriyetine karşı en büyük zulümdü. Sonradan Galile’nin, hayatını kurtarmak için bu sözünü geri alması, zâlim mahkemeye sunulmuş bir karşılıktı Hakikat adamı, hayatı uğruna hürriyetini feda etti. Lâkin buna sebep de zâlimintehdidi idi. Zulüm ortadan kalkmış olmadı belki ikileşti. Bu hal gösteriyor ki toplum içinde hiçbir insan mutlak hürriyete, yani her istediğini yapma hürriyetine sahip değildir. Her ferdin hürriyeti başkalarının hürriyetiyle çatışabilir. Vatandaş  ve insan olarak herbirimizin başta gelen ödevi, vatandaşlarımızın  ve başka insanların hürriyetlerini yaşatabilmeleri için çalışmak  ve bunun için gerekirse kendi hürriyetimizden feda etmektir;  onların hür olması için, kendi hürriyetimizi yine kendi irademizle kısıtlamaktır.

İrademizin hür isteklerine karşı koyan kuvvetler birtakım engellerdir. Bu engeller bizde korku doğurarak irademiz tarafın­dan aşılamaz olunca insan bu engellerin esiri oluyor ve onlara yaranmaya çalışıyor. Cemiyet içinde hür iradesini kullanamayan korkakların bu yaranma davranışına dalkavukluk ve riyakârlık denir. Bu engelleri aşarak onlara esir olmayan cesur insanlar, hazlarıyla menfaatlerinden fedakârlık yapmış olsalar bile, daima insanlık tarafından takdir ve hayranlıkla karşılanmışlardır. Bede­ne ve maddî varlıklara ait engeller önünde eğilmeyip onları aşan­lar madde alanında cesaretleriyle tanınmıştırlar. Harpte kahra­manlık gösterenler bunların başında gelmektedir. Ruhî ve mânevi alanda engelleri aşabilenlerse medenî cesarete sahip olarak tanı­nırlar ki, bunun değeri maddî cesaretin değerinden çok büyüktür. İnsanlığın tarihinde zâlimlere karşı başkaldıran kahraman ruhlar bunların örneğidir.

Kaynak:

Nurettin Topçu - Ahlak
Devamını Oku »

Hürriyet

Hürriyet

İnsan hür değildir; hür olan, eşek veya köpek...

Tam frensizlik ve alıkoyucu melekelerden yoksunluk mânâsına hayvanî hürriyet, hayvanda bile sınırlıdır ve ona pisliğini toprakla örttürecek kadar olsun, bir hicap zabıtası telkinedicidir!

İnsanda, aynı insan tarafından biri istiklâline kavuşturulacak ve başına taç konulacak, öbürü de zindana tıkılacak ve ayağına pranga vurulacak iki zıt hüviyet vardır: Ruh ve nefs... Ruh, hürriyeti, hakikate esir olmakta bulur, nefs ise onu her istediğini yapmak mânâsına alır.

Nefsin, tanrılık iddiasına kadar isteklerine pâyân yoktur. İnsan ruhunu, tek kum tanesini açıkta bırakmamış topoğrafyası diyebileceğimiz tasavvuf ölçülerine göre, insanda İlâhînura perde olarak yaratılan ve büyük marifete ermek için mutlaka yıkılması, eğilmesi, çiğnenmesi gereken nefs, nasıl fert plânında murakabe altına alınması zaruri bir nesne ise, misalimizin cemiyet plânına tatbikinde de, ma’şerî vicdana (toplum vicdanına) fertleri bağlayıcı bir mutlakiyet tanınması telkin edici bir keyfiyettir.

O halde, fert plânında ruha karşı nefs neyse, cemiyet plânında da ma’şeri vicdana karşı fert odur; ve mutlaka hakkı eksiksiz verilmek şartiyle sımsıkı bir disiplin cenderesi içinde kıskıvrak bağlı kalması, cemiyetinin bekası noktasından hilkat kanunu icabıdır.

Hürriyet için hürriyete talip milletler, kendi kendilerinin esiri olmaktan kaçarken, başkalarının esiri olmaya mahkûm...

Hürriyet bir gaye değil, vasıtadır ve gaye bir tarafa bırakılıp vasıta gayeleştirilemez. Demek ki, Allahın, Kur’anında «dinde ikrah yoktur» fermaniyle doğruladığı ve hakkını bahşettiği hürriyet, hakikate ermek için, canlıların havaya muhtaç olması gibi, vicdanlara vasıta kıymetinden ibarettir ve hakikate erilince, hürriyetin en büyük tecellisi, hakka esaretten başka bir şey değildir.

Hürriyetin tecelli ettiği her yerde hak bulunamada, hakkın tecelli ettiği hiçbir yerde hürriyet müdafaa dilemez. Hürriyetin –hak için- olmadığı yerdeki felâket, hürriyetin –sırf kendisi için- olduğu yerdeki felâketten büyük değildir. Yani zulme esaretle nefse esaret aynı belâ...

Her şeyle beraber hürriyetin de hakikati ve aslî kaynağı bizdeyken, tam bir vicdan istiklâli yolundan erilmiş, bir petek bal gibi mânası ve hendesesi içiçe, aslında muhteşem ve muazzam nizamımızı bozmak için bize hürriyet tuzağını kuranlar, hürriyetten anladıklarına zıt olarak başıboşluğumuzu sağlamaya bakmışlar; ve böylece, göğsümüze taktıkları, içyüzü gizli «hürriyet» madalyasiyle ruhumuzu esir etmeyi bilmişlerdir.
Devamını Oku »

Hürriyet

Gerçek hürriyete sahip insanoğlunun yanına gidiyorsunuz ve ona bir başka insanı gösteriyorsunuz. Bu ikincinin elleri, kolları bağlanmıştır. Hür insana diyorsunuz ki: “Bu kolları bağlı hemcinsine vur, onu döv, onu ez, ona karşı istediğin gibi davran!” Hür insan geriliyor; “Ben bunu yapamam, hürriyetim manidir” diyor, insanlığının cevherinde bir şeyler var ki dediklerinizi yapmak isterken bana karşı geliyor, “ben zalim olamıyorum.” Yine hür insana bir başkasının mülkü olan toprağı gösteriyorsunuz ve “Bu toprağın sahibi kuvvetsizdir diyorsunuz, burasını sen kullan, bu mülk senin olsun.” Hür insan bu teklifi şiddetle reddediyor: “Ben bunu yapamam diyor, zira bu mülk benim değil, hürriyetim onu işgal etmeme müsaade etmiyor.” Aynı hür insana: “Sen hür değil misin? şu fikre hakaret et. Bu mazlumu tehdit et” diyorsunuz. Onun cevabı şöyle oluyor: “İçimde bir ilahi güç, bir ilahi kuvvet var ki yine ilahi cevher olan ruh meyvesine hakaretime izin vermiyor; mazlumu tehdit etmek isterken ağzımı kapatıyor. “Hür insanın şaşırtıcı hali karşısında son bir ümide bağlanan gerçek esir ona şu dilekle yaklaşıyor: “Yalan söyle bari, aldat, iftira et, izzetinefisler çiğne, namussuzu olsun teşhir et, nasıl olsa namuslu da ona karıştırılacaktır. Şu bedbaht ömrün intikamını insanlardan böyle al!” Hür insan, bu yeryüzünde kendisini inim inim inleten esir ve zalim fitnenin mutlaka kahretmek isteyen, insanlığı mutlaka çökertmek isteyen sesi karşısında: “Sefil diyor, hür olmasaydım belki sana uyardım. Tavsiye ettiğin zilletler ne seni, ne de insanlığı kurtaracak. Sen kendinle beraber her şeyi batırmak istiyorsun. Ben kendimle beraber herkesi kurtarmak istiyorum. Zira hürüm. Hürriyetim bana bunu emrediyor. Her türlü hesaplar, kurnazlıklar bu emrin karşısında aciz kalıyor. Senin yıkmak, devirmek istediğini ben kurtarmak isterken bu halime sen aciz diyeceksin. Evet hür olduğum için senin istediklerini yapmaktan acizim, yıkamam, iftira edemem, yalan söyleyemem, zulmedemem. İşte bende ki bu muhteşem aczin ilâhi adı hürriyettir.”Gerçek hürriyete sahip İnsan, görülüyor ki, birçok hareketleri yapma iktidarından sıyrılmış, kendini kurtarabilmiş insandır. Her şeyi yapabilen bir şaki, her türlü suçu işlemeye kabiliyetli bir psikopat hür değildir. Bilakis pek çok hareketleri yapmak kudretsizliğine irade ile sahip olan kimse hür olabilir. Zira hür olan irade, yalnız harekete sürükleyici kuvvetin harekete geçmesinden ibaret değildir. Onda iki kuvvet hakimdir: Biri harekete geçme kuvveti, yani itici kuvvet, öbürü yasak edici kuvvet, yani frenleme kuvveti. Bu iki kuvvetin tam ve mükemmel bir ahenk halinde işleyişi ancak insanı hür yapabiliyor. Harekete geçirici kuvvet her sahadan gelebilir.

Hayati hazlardan, iştahalardan, menfaat endişesinden, sempatiden ve alışkanlıktan, aşktan ve şöhretten, ilim ve sanat ideallerinden, hasta bir şuurun iptilalarından, cemiyetten, tahrikten, zafer sevgisinden, nihayet hayati otomatizmin ne şekilde olursa olsun hareket etme ihtiyacından. İnsan bu itici kuvvetlerden herhangi birisiyle harekete sürüklenebilir. Eğer itici kuvvet ulvi bir ideal, bir insani dava ise, hareket iyi meyve verebilir. Kötü ise ondan bir felâket veya sefâlet doğacaktır. Lâkin her iki halde de insan hür sayılmaz. Zira yalnız itici kuvvet, insanın iradesini temsil edemez. Onun karşısında bir de yasak edici kuvvet vardır ki, itici kuvvet harekete geçer geçmez, onu her adımda kontrol eder, yanılma anında frenler, doğru yolda freni gevşetir. Bir engel atlanacağı yerde durur, hesaplarını yapar, sonra kararını verir ve her adımda kararlarına kendi şahsiyetinin markasını vurur. İtici kuvvetin hareketi gibi mukavelesiz, kontrolsüz, yani şuursuz, kör bir yürüyüş değildir. Kalabalığı bağırtırken veya bir masum linç ettirirken, hayatın kör ve şuursuz akışından istifade edenler, hürriyetin asıl düşmanlarıdır. Onlar insanın kendi kendisiyle baş başa kalmasından korkarlar. İnsanın kendi ruhuna sığınmasına fırsat vermeden şaşırttıkları ruhun derinlerinde gözleri kör edici bir dumanlı yangın çıkartırlar. Kendi evimizi bize yaktırırlar. Hürriyetimizi gafletimize kurban ettirirler.

İktisadi, ahlâki, ilmi ve siyasi, çeşitli olaylar arasında yaşayan fert, bütün bunlardan kendi hissine ve menfaatlerine uygun olanları benimsiyor. Telkinlerle menfaatlerin, içtimai şartların kendi his aleminde bir örgüsünü yapıyor. Hükümlerini önce bir hisle veriyor. Hüküm verdikten sonra hükmüne deliller araştırıyor. Sebepler, bahaneler mahşeri olan dünyamızda kendi hükmüne uygun gelen destekler buluyor. Şu veya bu kanaatin mensubu oluyor, şu veya bu zümreye bağlanıyor, şu veya bu hareketlerin güya hür tercihçisi kesiliyor. Hakikatte o, telkinlerle menfaatlerin, içtimai şartların ve bütün bunların bir örgüsünden başka bir şey olmayan hislerinin esiridir. Onun hür sandığı kendi hareketlerinin hepsi de esaret eseridir. Nefsinin arzın, cemiyetin, herkesin ve her şeyin esiri olan insan, bütün bu şeylerin üstünde duran esaretinin esiridir. Zira üstelik onu takdis eder: Gururu ile nefsine itimadı bunun delilidir. Şu halde insan daima esir olabiliyor ve her şeyin esiri oluyor. Bu esaretlerden onu nasıl kurtarmalı?

İyi veya kötü, itici, harekete sürükleyici kuvvetlerin ferdi harekete geçirmesi anından başlayarak yasak edici frenleyici kuvveti de harekete geçirmesini bilen insan, hürriyetin sırrını yakalamış demektir. Şu halde hürriyet, ferdi harekete geçirici çok ve çeşitli kuvvetlerin karşısına frenleyici kuvveti çıkarmak demektir. Bu ikinci kuvvet, hareketi durdurmuyor, düzenliyor, kontrol ediyor; harekete kâfi şiddet, kâh hafiflik kazandırıyor; kendi kendisini tenkit ettiriyor; kendi hükümlerini kendine verdiriyor. Böylelikle hür hareketimiz, harekete sürükleyici kuvvetlerle frenleyici kuvvetlerin tam bir ahenginden ibaret oluyor.

Harekete geçirici kuvvetler çok ve çeşitlidir, dedik, frenleyici kuvvet de acaba öyle midir? Hayır. Zira o, insanın şahsiyetinden ibaret tek bir kuvvettir. Bu şahsiyetin örgüsünde ise merhamet ve adalet duyguları, şeref ve haysiyet hissi, hakikat aşkı ve insan sevgisi gibi yüksek ruhi unsurların hissesi vardır ve o, hepsinin birleşmesinden meydana gelen bir bütün kudrettir. Vicdan adını alır. İnsan olan ferdi başka fertlerden ayırt eder; insanları sürü olmaktan çıkarır. Sürü ile bağırmaktan, sürü halinde saldırmaktan kurtarır.

Hür vatandaş yetiştirmek isteyen, nesilleri sürü haline getirmekten korksun. Her sürü esir sürüsüdür. Ancak fert halinde hür olabiliyoruz. Kültür ve tecrübe ile, duygu ve bilgi ile yüklü olan vicdan, filozof Kant’ın pek iyi anlattığı gibi, bir Mutlak’tan emir aldığı, Mutlak Varlık tarafından hareket ettirildiği zaman ancak hür olabiliyor.

Hürriyetimizi yok edici düşmanlar, kinlerimiz, korkularımız, fani hesaplarımız ve etrafımızdan gelen sinsi tesirlerdir. Hürriyetini arayan fert, önce bütün bunlardan sıyrılabilmelidir. Her zaman kin ile korku, hakikatten uzaklaştırır. Sefaletimizin idraki nispetinde hür olabiliyoruz. Nelerin esiri olduğunu bilen fert, hangi kuvvetlerin esiri olduğunu idrak eden cemiyet, hürriyetinin eşiğinde demektir, ona pek yaklaşmıştır.

Nurettin Topçu, Var Olmak
Devamını Oku »

Müslümanla Kafirin Arasında Ki Hür Olma Farkı

Bizim özümüz Rabbimız tarafından bize verilmiş bir cevherdir. Eğer biz onun değerini bilir ve korursak gürleşir, özgür oluruz. Ama önce özümüzü tanımaz, tanıdıktan sonra da onun sağlığına elverişli tutumumuz olmazsa insan vasıflarımız zaafa uğrar, bundan kainat da zarar görür, biz de zararlı çıkarız, özümüzü kaybetmek ve onu yeniden bulmak mümkündür, ama birden fazla özümüz olamaz. Halbuki kâfirlerin hürriyet anlayışı böyle değildir. Eğer bir odada yaşamak zorunda iseler daha az hür, iki katlı müstakil evde daha fazla hür olduklarına inanırlar. Uçakla seyahat etmek onlar için at arabasıyla seyahat etmekten daha hür olmak demektir. Daha hür olabilmek için toprağın derinliklerine inmek gerektiğine, gökyüzünün ötesine geçmek gerektiğine inanırlar. Ne kadar alete hükümran iseler o kadar hürdürler. Köpek büyüklüğünde at yetiştirmek veya taneleri ceviz büyüklüğünde olan üzüm salkımları elde etmek onların en çok hür olduklarının delilidir. Kısacası kâfirlerin hürriyeti marjinal, sınıra ilişkin bir hürriyettir ama hangi sınırda durması gerekeceği hususunda onların da bir bilgisi yoktur.

Müslümanlar sınırları ne bir hürriyet, ne de bir özgürlük meselesi olarak anlarlar. Yani haram ve helâl bize sadece azgınlığımızı zaptetmek için konulmamıştır. Gerçi helâl içinde kalmak ve haramdan uzaklaşmak bizi yoldan çıkmaktan korur, bizi azgınlıktan kurtarır ama bu bizim elimizin erdiği alanın dışında bir sonuçtur. Biz, bize verilen sınırlar içinde kaldıkça bizim için sağlanan faydalara kavuşuruz. Helâl ve haram sınırlan biz yeryüzünde yaşadığımız hayatın anlamını kavrayalım diye, mevcudiyetimizin sebebine yaklaşalım diye vardır.

Eğer bu sınırları kaybedersek kimliğimizi, kişiliğimizi, varoluşumuzun anlamını kaybederiz. Ama bu bizim zalim, cahil, nankör ve günahkâr yaratıklar olmamızı önlemez. Ancak, biz kâinatta tuttuğumuz yerin değerini bize konulmuş sınırlarla kavrayabiliriz.

İşte çok benimsediğimiz örneğin ölçüsünde birer müslüman olamasak bile bizi özgür kılabilecek husus bizim doğru ve yanlış, helâl ve haram, meşrû ve gayr-i meşru olan hakkındaki şuurumuzdur. önce özgür olmalıyız, yani müslüman olduğumuz ve bizi müslim kılan ayrıcı vasıflar hakkında kesinliklere, sarahate ve vuzuha ulaşmalıyız. Bu bizim özümüzü gür, zihnimizi selim, bedenimizi küfrün tasallutundan bağımsız kılacaktır.

Kaynak:

İsmet Özel-Taşları Yemek Yasak
Devamını Oku »

Protein ve Hürriyet

Hıristiyan çileciliğine karşı çıkan lâik batı düşüncesi, önce hürriyeti övdü; insanın dünyada ahenkli ve birbirine zulmetmeden yaşamasını değil,onun kendi dışındaki hiç bir şeye boyun eğmeksizin"hür" olmasını, felsefi manâda kendini gerçekleştirmesini, bünyesinin ve çevresinin bütün iplerini eline alma kavgasını övdü. Ferdin hürriyet kavgası önce dünyevi yüksek idealler, kimilerinin burjuva değerler dediği idealler uğruna oldu. Pro-testan ahlâkı dünyevi idealler ile uhrevi idealleri aynı anlamda kullanmayı kolaylaştırdı. Bu dünyada zengin ve kuvvetli olmak Tanrı'nın o insanı öteki dünyada da "seçtiğinin" işaretiydi. Burjuva değerler zirvesine Napolyonla ulaştı. "Napoleon Bonaparte",imparatorluk tacını Papa'nın elinden giymedi.Napolyon Papa'nın elinden imparatorluk tacını alıp kendi elleriyle kendi başına kondurdu. Asalet benimle başlıyor dedi Napolyon. Bu hüküm Hıristiyanlığın yüzyıllar boyunca tutunduğu değer-lerin yerine "hür" insanın değerlerinin geçtiğinin nihai timsali idi.

Sonra sınıf kavgasının hürriyete giden yolu açtığını, yahut hürriyete sınıf kavgasından geç-meksizin varılamayacağını söyleyenler oldu. Ro-mantizmin açtığı sınır tanımaz atılımların disipline sokulması gayretiydi bu. Hürriyet adına ağzını açar açmaz zincir şakırtılarıyla ortalığı çınlattığı için gerçek ve tartışmasız bir siyasî temsilci bulamadı bu düşünce, ama geniş insan yığınları için küçük küçük Napolyonlar çıkardı. Lenin, Mussolini ve Hitler gibi isimler sayılabilir bu meyanda. Ama daha yüzlerce,hatta binlerce ufak Napolyon gördü son asırlar. Buufacık Napolyonlar dünyayı, kâinatı fethettikleri vehmine kapıldıkları oranda ruhlarının parti teşkilâtları, siyasi mafevkleri, teoriler, sosyal kuruluşlar tarafından gaspedilmesine gönüllüce rıza gösteriyorlardı.Dünya değişti. Dünya, yeryüzünde hüküm süren düzenlerin insan elinde öz itibariyle değişikliğe uğratılamayacağının anlaşılacağı kadar değişti.İnsanlar kendi niyetlerinden kalkarak hep aynı noktaya varacaklarını anladılar. Felsefi manadaki hürriyetin bir avuntu olduğunu bir çok acılardan maddi çerçevenin kendi üzerlerinde kurduğu zu-lümden, kişi putlarının onları sahte şafaklara ulaştırmasından sonra anladılar. İnsan hakları, in-sanın kaslarının güçlü ve sağlam olmasıyla aynı anlama gelmeye başladı.Üstelik bu anlamın ayrıca anlaşılacak bir tarafı yoktu. Doymak, protein almak, herkesin protein al-ması, çok protein almak meselesine geldi dayandı insanlık.

Bir tarafta iyi protein almış insanların başka iyi protein almış insanlarla olan mücadelesi sürerken öteki tarafta proteinsiz olanlar hangi protein almış kuvvetin yanında yer alırlarsa daha çok protein alabileceklerini hesaplıyorlar.Rönesansla hızını artıran insan övgüsü ve hürri-yet merakı insan aklının verimlerine karşı da heye-can uyandırıyordu. Bu dönemin kiliseye karşı ih-tilâlci düşünme tavrı gide gide düşünceyi bilgisa-yarların kesin ve kaçınılmaz emirlerine bıraktı.Artık hürriyet demek, sağlıklı olmak demek.Doğru yol, daha iyi beslenmiş olanın tuttuğu yoldur.Bundan böyle insanların kalitesini atlar gibi onlarında dişlerine bakarak anlayacaklar belki. Dün Hitler'in soya dayanan, metafizik bir ırkçılığı varidiyse şimdi de yine ırka dayanan ama ırk farkını gözetmeden materyalist temele sahip bir ırkçılık yaygın.

Beden sağlığının bütün manaları aşan kuv-vete sahip olduğuna dair itikat bütün insanları sardı.Düşünen insanlar hayatın bir ekmek kavgası ol-duğuna inandıklarını ifade ettikleri için hayatın bir ziyafet olması gerektiği düşüncesini kimse önleye-medi. Doymak daha çok doymak için kuvvet topla-mak demek. Hür olmak daha çok hür olmak için bir fırsat sayıldığı gibi, ya Avrupa'nın 16. yüzyıl insanı protein kelimesini bilmediği için işin başında ağzından sehven "hürriyet" kelimesini çıkardı, yahut günümüz insanı faydalı olan herşeyin adı ortaktır düşüncesinden kalkarak proteine hürriyet diyor

İsmet Özel, Taşları Yemek Yasak
Devamını Oku »