Mir'ac Hadisleri



Mir'ac Hadisleri

Son senelerde Mi’râc gecesi yaklaştığı günlerde özellikle Mi’râc olayı ile ilgili rivayetler yani mi’râc hadisleri üzerinde değişik kesimlerde tartışmalar yaşanmaktadır. Bu tartışmalarda amacın gerçekten meseleyi kavramak mı yoksa farkında olmadan ya da bilinçli olarak, yaşanmış olan bu tarihi olay vesilesiyle peygamberlik kurumuna yönelik bazı tenkitler ve şüpheler geliştirmek mi olduğu kestirilememektedir. Pratikte hemen hiçbir faydası olmayan bu tartışmaların, Müslümanların ufkunu daralttığı, kişisel tecrübe imkânlarının dışında kalan gerçekleri algılayıp tefekkür etme şansını ortadan kaldırıcı etkiler yaptığı ortadadır.

Sünnet-i seniyyeye bakışı ve yaklaşımı yansıtan söz konusu tartışmalar sonucu, Mi’râc hadislerinin sıhhat durumunu merak eden Müslümanların, olayın içeriğinin bazı detayları konusunu akılla açıklamaya kalkan ve sonuçta o detayları inkâra yönelenlerin varlığı -acı ama- güncel toplum gerçeğimizdir. Giderek “tartışan toplum olma eğilimi”, kabul ve amel erdemlerinden uzaklaşmayı kamçılamaktadır. Kitle iletişim ve haberleşme araçlarının ve medyanın bu konudaki olumsuz etkisi de işin tuzu biberi olmaktadır.

Böylesi bir ortamda Mi’râc ile ilgili hadisleri ve kimi itiraz noktalarını açıklamak hem bir görev hem de “hakkı tavsiye” niteliğinde bir tebliğ olur ümidini taşımaktayım. Ancak önce olaydan başlayıp sonra deliller/hadisler üzerinde durmak uygun olacaktır.

Mi’râc Olayı ve Mi’râc Gecesi

Mi’râc, kelime olarak yükselme âleti, merdiven anlamına gelmektedir. Dinî terminolojide ise, Hz. Peygamber’in, Allah Teâlâ’ya yükseliş mucizesini anlatmak için kullanılır. Leyletü’l-Mi’râc (Mi’râc Gecesi), bu yükselişin cereyan ettiği gece demektir. Dilimizde öteki mübarek geceler: için olduğu gibi bu gece için de kandil (Mi’râc Kandili) kullanımı yaygınlaşmış bulunmaktadır. Aslında Peygamber Efendimiz Mi’râc ile ilgili hadîs-i şeriflerde “…عَرَجَ بِي إِلَى السَّمَاءِ beni semaya çıkardı” veya عُرِجَ بِي “ben çıkarıldım” buyurduğu için olaya Mi’râc adı verilmiştir.

Dikkatli İslâm Tarihi ve siyer yazarları, “İlâhi huzura yükselme” özünde ifadesini bulan Mi’râc olayının, Hz. Peygamber’in peygamber olarak gönderilmesinin 11. yılında (Hicretten bir buçuk sene önce) talihsizliklerle dolu Taif yolculuğu sonrasında, Akabe bey’atlarından önce cereyan ettiği görüşünü paylaşmaktadırlar. Olayın Recep ayının 27. Gecesi gerçekleştiği konusunda tam bir kesinlik olmamakla birlikte genel kabul bu yönde oluşmuştur.

Olay, cereyan tarzı bakımından iki aşamadan oluştuğu için kaynaklarımızda “İsrâ ve Mi’râc Olayı” diye yer alır. Olayın gece yürüyüşü demek olan İsrâ kısmı, ayetle belirlenmiş olduğu için [İsrâ suresi (17),1] kesin olup tartışma dışı kabul edilmiş ve bu kısmın inkâr edilmesi hâlinde küfre girileceğine hükmedilmiştir. Mi’râc kısmı ise hadis-i şerifler tarafından açıklanmıştır. Bu sebeple bu kısmın inkârı halinde dalâlet ve fısk (haktan uzaklaşma, gerçekten sapma) söz konusu olacağı bildirilmiştir.
Yaklaşımlar

İnsanların olayı kabullenmedeki farklılıkları, Allah Teâlâ’nın dilemesiyle gerçekleşmiş olağanüstü, harikulade bir durum (mucize) olmasına rağmen Mi’râc’ı, salt akılla anlamaya ve açıklamaya kalkışmaktan kaynaklanmaktadır. Olayın oluş biçimini ve içeriğini yorumlama ve açıklama çabaları, bu açıdan bakıldığında, gereksiz yorgunluktan öte bir anlam ifade etmemektedir.

Başlangıç yeri, zamanı, gerçekleşme şekilleri (ruh ile mi, ceset ile mi, uyanıkken mi uykuda mı), içeriğinin detayları hakkında bazı rivayet farklılıkları bulunmakla beraber, olayın yaşanmışlığı yani kendisi hakkında ihtilaf yoktur.

Söz konusu farklılıklar yerine, olayın özüne, mesajına ve neticelerine dikkat kesilmenin ve dini yaşantımız için ondan nasıl yararlanmamız lazım geldiği noktasına yoğunlaşmanın yararı ve isabeti ortadadır. Zira;

“Mucize”, peygamberlerin elinde zuhur etmekle beraber, onların irade ve isteğiyle meydana gelmez. Tamamen Allah Teâlâ’nın dilemesine bağlıdır.
Olağanüstülük mucize’nin olmazsa olmaz niteliğidir. Böyle olunca, olayın akıl sınırlarını zorlayan yapısal yanları elbette bulunacaktır.
O halde bir olaya hem “mucize” (olağanüstü) deyip sonra da onun içeriğinin bütününü veya belli kısımlarını akılla açıklamaya kalkmak, aslında çelişki içinde kıvranmak demektir. Ne yazık ki Mi’râc mucizesinin detaylarını anlatan hadis-i şeriflerin verdiği bilgiler, böylesi bir anlamsız muameleye konu yapılmakta, akılla açıklama zorlamasına tabi tutulmaktadır. Hatta kimi kendini ve haddini bilmez kimselerce, 45 sahâbîden nakledilmiş bulunan rivayetlere [1] “senaryo” deme cür’eti gösterilebilmektedir. Bu tür tavır sahiplerine, Necm Suresi’nde yer alan olayla ilgili bir ayet-i kerimeyi hatırlatmak yerinde olacaktır. اَفَتُمَارُونَهُ عَلَى مَا يَرٰى Onun gördükleri hakkında şimdi siz onunla tartışacak mısınız?” [2]

Öte yandan olayın belki en çok tereddütle karşılanan, elli vakit namazın beş vakte indirilmesi ile ilgili kısmını, [3] “çingene pazarlığı”na benzetebilen ünvanlı edepsizler bile görülmektedir.

Oysa bilinmelidir ki teklifler değil, haberler değişmez. Mi’râc mucizesinin bu kısmının Hz. Peygamber’e cehalet isnat etmek olduğu ve dolayısıyla bu kısmın İsrâiliyyattan sayılması gerektiği fikri, Şia yandaşı Mısırlı yazar Mahmud Ebû Reyye’nin otuzdan fazla reddiyeye muhatap olmuş Muhammedî Sünnetin Aydınlatılması adıyla Türkçeye çevrilmiş Advâ’ ale’s-sünneti’l-Muhammediyye isimli eserinde yer almaktadır.[4]

Özetle bir kez daha vurgulamak gerekirse, bir olay mucize ise, akıl dışı değil, akıl üstüdür. Akılla açıklanabiliyorsa, mucize değildir. Çünkü “Mucizede harikuladelik bir kayd-ı esasidir.” Bu sebeple onun aklen imkânından söz etmek, mucizenin harikalık niteliği karşısında asla doğru değildir. Mucizeler illetleri ve sebepleri bilinmeyen harikalardır.” [5] Detayları, olayın aslının önüne geçirecek polemiklere girmek, olayın aslına ve kahramanına yönelik açıklanamayan olumsuz bir yaklaşımın göstergesi olabilir. Ahmed Naim merhumun ifadesiyle, “Efendimizin mucize-i İsrâ ve Mi’râcını istiskâl edecek kimseler eksik değildir. Bu meselede ızhâr veya ızmâr edilecek şek ve yakîn-i asl, gaye-i nübüvvete râcidir.” [6]

Mucizeler peygamberlerin muhatapları tarafından peygamberin haklılığına delil olması için istenir. Mi’râc olayında da müşriklerin böyle bir mucize isteği söz konusudur. “أَوْ تَرْقَى فِي السَّمَاءِ = ya da gökyüzüne çıkmalısın” [7] demişlerdir. Fakat Müşrikler, olayı kendileri izleyememişler, Hz. Peygamber’in haber vermesiyle İsrâ ve Mi’râc’dan haberdar olmuşlardır. Çünkü Mi’râc, Allah Teâlâ’nın, resûlünü “kimi ayetlerini göstermek için” Beyt-i makdis’e oradan da katına davet etmesi ve çıkarması sonucu “özel iltifat ve ikram” olarak gerçekleşmiştir.

Özel davet yolculuğunun detaylarının da çok özel olması pek tabiidir. Bu sebeple Peygamber Efendimiz'in o gece yaşadıklarına ve tanık olduklarına dair verdiği bilgilerin her biri O'nun bildirdiği gibidir. Aklın araya girip kimi anlatımları kendi kuralları içinde yorumlamaya kalkışması boşuna yorgunluktur. Çünkü menkûlat naklin, ma’kulât aklın kurallarına göre yorumlanır. Mi’râc olayı ise, menkûlat’tandır. Öte yandan “Aklen müstahil olmadıkça şer’î nassları zahirleri üzere bırakmak vaciptir.” [8]

“Mu’cize anlamında ilahi ayetlerden olan bu hadiseyi tamamen aklî çerçeveye sokmak kolay değildir.” [9]

Mi’râc ile ilgili hadisler

Hakkında onlarca hadis bulunan Mi’râc olayını anlatan ana rivayet, Buhârî’nin Sahih’inde 9 ayrı bölümde [10] yer almaktadır. Müslim’in Sahih’inde ise, İman bölümünde 13 rivayet [11] olarak bulunmaktadır. Yani bu haliyle Mi’râc olayını anlatan hadisler, muttefun aleyh’tir. (Buhari ve Müslim’in birlikte rivayet ettiği hadislerdir. (Sahih hadislerin birinci derecesindedirler.)

İmam Buhârî meseleyi öncelikle fıkıhçı yaklaşımıyla ele almış ve Salat bölümünde namazın farz kılınmasının delili olarak, Hac ve Eşribe bölümlerinde Zemzem suyu ile ilgisi dolayısıyla zikretmiştir. Sonra Buhârî tarihçi yaklaşımıyla Enbiya bölümünde, Mekke dönemi olaylarının son kısmında Akabe Bey’atları öncesinde ve menâkıbu’l-ensar bölümünde nakletmiştir. Daha sonra Tefsir bölümünün İsrâ suresi’yle ilgili üçüncü babında bu rivayete yer vermiştir. Mütekellim niteliğiyle de kader ve tevhid bölümlerinde, meselenin ilahi ve imani yönünü ortaya koymak maksadıyla Mi’râc hadislerinin ilgili kısımlarını zikretmiştir.

İmam Müslim ise, “rivayetleri ilgili oldukları bir yerde topluca nakletme” usulüne uygun olarak, Mi’râc hadislerine Sahih’inin iman bölümünde 259-272. rivayetler olarak yer vermiştir.

Müslim bu yaklaşımıyla, Mi’râc’ın mucize oluşunu dikkate aldığını ve dolayısıyla olayın iman/kabul meselesi olduğunu ortaya koymuş olmaktadır. [12]

Muhaddis Kâdi Iyâz, Mi’rac olayını İmam Müslim’in 259 numaralı rivayetini esas alarak işlemiştir. Olayın detaylarıyla ilgi rivayetlerin ve kimi ravilerin değerlendirmesini görmek isteyenlerin, Şifâ-i Şerif Şerhi’ne [13] başvurmaları isabetli olacaktır.

Ayrıca hepsi güvenilir kaynaklar olmak üzere el-Mektebetü’ş-şâmile programında “hamsine salâten” ifadesinden bakıldığında 123 sonuçla karşılaşılmaktadır. İsra ve Mi’râc ile ilgili müstakillen yapılmış bir araştırmada [14] da olayın değişik yönleriyle ilgili olmak üzere, 20 sahâbiden, büyük çoğunluğu sahih ve hasen olan 75 rivayetin değerlendirildiği, bunlardan 28’inin zayıf olduğu, yine zayıf olmak kaydıyla bir de Hasen el-Basri’nin mürsel bir rivayetinin bulunduğu tespit edilmiş bulunmaktadır.

Konunun ana akışı ve anlatımı ile ilgili rivayetlerde verilen bilgiler, Buhari ve Müslim’deki rivayetin -takdir-tehir gibi- küçük farklılıklar dışında hemen hemen aynıdır. Olayın; ruh ile mi, ruh ma’al-cesed mi, uykuda mı, uyanıkken mi cereyan ettiği, bu kutlu yolculukta Hz. Peygamber’in Allah Teâlâ’yı baş gözüyle görüp görmediği gibi işin esasını etkimeyecek detaylara yönelik rivayetler de bazı farklılıklar bulunmaktadır. Konuyu etraflıca değerlendiren İslam bilginleri bu ayrıntılar üzerinde yeterince durmuş her bir farklılığı lehinde ve aleyhinde deliller getirmek suretiyle aydınlatmışlardır. İşin bu yönünü merak edenler merhum M. Hamidullah (v.2002) Bey’in İslâm Peygamberi adlı eserinin I, 119-148 (beşinci yayın) sayfalarını okuyabilirler.

Netice

Mi’râc, Hz. Peygamber’in peygamberlik süresinin tam orta yerinde hem kendisine hem de ümmetine yönelik büyük bir ikram-ı ilahîdir.

Mi’râc, kâinat kitabının ve ahiret hayatının Hz, Peygamber’e gerçek yönleri ve hikmetleriyle ta’limi/öğretilmesidir.

Bu öğretimin rivayetlere yansıyan yönlerini, -deneme ve denetleme imkânı olmadığına göre- o muhbir-i sadık Hz. Peygamber’e i’timad edip Hz. Ebu Bekir es-Sıddık gibi “o söylüyorsa doğrudur” diyerek gönlümüzü rahat tutmak ve imanımızı büyük bir teslimiyet içinde yaşamaya gayret etmek en doğru hareket tarzıdır.

“Haremgâh-ı visâle Ahmed’i tenha alup Mevlâ

O halvet oldu mahsus, hazret-i Sultan-ı kevneyn’e!”

* İ. L. Çakan, Hadis-Sünnet Üzerine tartışmalar ve değerlendirmeler, s.57-65 (İFAV yayınları)

1.Bk. M. Hamidullah, İslam Peygamberi, I, 134, İstanbul, 1990,

2.Necm suresi (53),12

3.Bk. Buhâri, Salât 1; Müslim, İman 259, 263

4.Bk. Muhammedî Sünnetin Aydınlatılması, s. 181-182

5.Bk. Kâmil Miras, Tecrid terçemesi, IX, 289-290

6.Tecrid Tercemesi, II, 262

7.El-İsra (17), 93

8.A. Davudoğlu, Sahihi Müslim Tercüme ve Şerhi, II, 107.

9.Elmalılı, Hak Dini , V, 3150

10.Bk. Salat 1; Hacc 76;Enbiya 5; Menâkıb 24; Menâkıbu’l-ensar 42; Tefsir sure (17),3; Eşribe 1,11,12; Kader 10; Tevhid 37

11.Bk. Müslim, İman 259-272

12.Bilgi için bk.A. Davudoğlu, SahihiMüslim Tercüme ve Şerhi, II, 88-146, İstanbul, 1974

13.Bk. M. Y. Kandemir, Şifâ-i Şerif Şerhi, I, 370 – 430 (İstanbul, 2012, Tahlil yayınları)

14.Bk.. Mahmud b. Ahmed Ebu Müsellem. El-İsra ve’l-mi’râc, dirase hadisiyye, 1434, yy.

http://www.sonpeygamber.info/mirac-hadisleri
Devamını Oku »

Hz.Peygamber'e Verilen Maddi Mucizeler Kuran'a Aykırı Mı ?



Hz.Peygamber'e Verilen Maddi Mucizeler Kuran'a Aykırı Mı ?

Özellikle günümüzde Kur'ânda Allâh’ın Hz. Peygamber’e mucize vermediğini ifade eden âyetleri ileri sürerek Hz. Peygamber’in tek  mucizesinin Kur'ân olduğunu iddia edenler vardır. Öyle anlaşılıyor ki,  bu konunun üzerinde biraz durmamız gerekir.

Şu bir gerçek ki, eskiden beri Hz. Peygamber’in (maddî) mucizeler gösterdiği hep kabul edilmiştir. Hatta Mu’tezile, Şia gibi fırkalar bile bu olguya itiraz etmemiştir. Bu konuda müstakil kitaplar da yazıl­mış, Hz. Peygamber'in bu yönü ortaya konulmuştur. Ne var ki günü­müzde Hz. Peygamber'in tek mucizesinin Kur’ân olduğu yönünde bir iddia ortaya atılmış ve maddî mucizelere yönelik hadîsler reddedilmiş­tir. Bunun dayanağının da Kur’ân olduğu ileri sürülmüştür. Kur’ân’a göre Hz. Peygamber’e maddî mucize verilmemiştir. Dolayısıyla Ay’ın yarılması vb. mucizeler Kur’ân’a aykırıdır.

Aşağıda dayanak olarak ileri sürülen âyetleri ele alacağız; ancak burada hemen belirtelim ki, Hz. Peygamber’in en önemli mucizesi­nin Kur'ân olması, onun başka mucizesinin olmadığı anlamına gelmez. Mu'tezile de -Kur'ân dışında- maddî mucizelerin nübüvvetin ispatına yönelik birer delîl olamayacağını kabul etmektedir. Çünkü maddî mu­cizeler, ancak bir peygamberin nübüvvetini tanıdıktan sonra bilinebilir.Bu bakımdan maddî mucizeler nübüvvetin ispatında temel değil, talî bir meseledir. Kısaca maddî mucizeler sadece peygamberliği kuv­vetlendirmek içindir. Burada dikkat edilirse, Mu’tezile mucizeleri inkâr etmemekte, maddî mucizelerin nübüvveti ispata yönelik kabul edilme­sini eleştirmektedir. Elbette bu da tartışılır, ama mucizelerin varlığı ka­bul edildikten sonra sonuç itibariyle onların hangi amaca matuf oldu­ğu o kadar da önemli değildir.

Kâdî Abdülcabbâr’ın mucizelerin varlığını kabul etmede daha sarih ifadeler kullandığı görülmektedir. Ona göre, Kur’ân dışında Hz. Pey­gambere verilen mucizeler zorunlu olarak bilinenler ve istidlal yoluy­la bilinenler olmak üzere ikiye ayrılır. Birinciler hissî mucizeler türün­den olup, az bir yemekle büyük bir topluluğu doyurmak, taşların da­vete iştirak etmesi, hurma kütüğünün inlemesi, elindeki çakıl taşları­nın Allâh’ı teşbihi, çağırdığında ağacın yanına gelmesi bunlara örnek olarak gösterilebilir. Bu durum Mu’tezile’nin de kendi içinde farklı düşündüğünü göstermektedir.

Mucize, sözlükte başkasını aciz bırakan demektir. Istılahta ise pey­gamber olduğunu iddia eden kişinin, doğruluğuna delâlet eden fiil anlamına gelir. Mucizenin bazı şartları vardır: Doğrudan Allâh’tan olması, peygamberlik iddia eden kişinin iddiasını müteakip olması, iddiaya uygun olması, olağanüstü olması gibi. Bu tanım ve şartların kelâmcılara ait olduğu özellikle vurgulanmalıdır.

Kelâmcıların ama­cı ise mucizeyi nübüvveti ispatın bir aracı olarak değerlendirmektir. Dolayısıyla her mucizede bu şartların birlikte bulunması zorunlu de­ğildir. Mesela, mü’minlere yönelik mucizeler, peygamberliği ispat et­mek için değildir. Onlar, mü’minlerin kalplerini te’yid etmek için­dir. Mü’minlere yönelik derken, mü’minlerin mucize talep ettiği sanılmamalıdır. Mü’minlere yönelik hiçbir mucizede onlardan bir ta­lep gelmemiştir. Zira onların mucizelerle îmân etmek gibi bir sorun­ları yoktur. Ama bu tür mucizeler Allâh’ın mü’minlere bir ikramıdır, bir hediyesidir, lütfudur.

Esas itibariyle bir fiilin Allâh’tan olup peygamberin elinde olağanüstü bir hal kazanması, onu mucize kılmaya yetmektedir. Bu durumda iki tür mucize ortaya çıkmaktadır:

Müşriklere yönelik mucizeler: Bunlar, nübüvveti isbat içindir Asr-ı Saadetteki örneklerine baktığımızda yok denecek kadar az oldukları görülür. Hatta, sadece örneğin Ay’ın yarılması olayı olduğu bile söylenebilir.

Mü’minlere yönelik mucizeler: Bunlar nübüvveti ispat etmek için değildir. Bunlar hidâyet ve kalbe itminan verme kabilinden olan mucizelerdir. Örnekleri de çoktur.

Acaba Kur’ân Hz. Peygamber’e her iki tür mucizenin verildiğini ifade etmekte midir? Yoksa hiçbir mucizenin verilmediğini mi söyle­mektedir? Ya da müşriklere yönelik mucize gösterme konusunda Allâh istekli değil midir? Dolayısıyla müşriklere ve mü’minlere gösterilecek mucize konusunda doğal olarak bir ayrım mı ortaya çıkmıştır? Bu so­rulara cevap verebilmek için önce ilgili âyetleri kaydedelim, ardından da onları değerlendirelim:

“Dediler ki: ‘Ona Rabbinden bir mucize indirilse ya! (Ey Mu­hammedi) De ki: ‘Şüphesiz, Allâhın, bir mucize indirmeğe gücü yeter. Fakat onların çoğu bilmiyor.”

“Bizi, (Kureyşin istediği) mucizeleri göndermekten, ancak ön­cekilerin onları yalanlamış olması alıkoydu. (Nitekim) Semûd kavmine o dişi deveyi açık bir mucize olarak verdik de onlar bu yüzden zâlim oldular. Oysa biz, mucizeleri sırf korkutmak için göndeririz.’’

Bu âyetler açıkça mucize gönderme konusunda bir isteksizliği ortaya koymaktadır. Yukarıdaki ilk âyete gelince, onlar müşriklerin gönülle­rine uygun tarzda mucizenin gönderilmeyeceğini vurgulamaktadır. El­malılı, En’âm Sûresi 37. âyet çerçevesinde bu durumu şöyle belirtmiştir:

“İnen âyetleri duymadılar, inkâr ettiler de Peygamber’e kendi gö­nüllerince bir âyet, bir mucize indirilmesini hor görür bir itiraz şeklinde talepte bulundular. Allâh, bir mucize indirmeye şüphesiz kadirdir, indirmezse, güçlüğünden değil, hikmetindendir.” Bu hikmeti S. Ateş şöyle açıklamaktaiyorsa, bu yine onlara acıdığından dolayıdır. Çünkü istedikleri gibi hemen mucize in­se inen mucizeyi de çeşitli bahanelerle kabul etmeyecek, ona büyü di­yecekler, hatta onu doğal görüp başka mucize isteyeceklerdir.” Allâh’ın mucize göndermeme isteksizliğinin bir başka sebebi daha vardır. Bu sebep, yukarıda belirtilen Allah’ın acımasını da izah etmek­tedir. Bu, “Bizi, âyetler (mucizeler) göndermekten alıkoyan tek şey, ön­cekilerin bu âyetleri yalanlamış olmasıdır.” şeklinde âyette geçen husus­tur. Müşriklerin Hz. Peygamber’den, Mekke’de dağları yürütüp ovalar açmasını, ırmaklar fışkırtmasını, bağlar bahçeÎer yaratmasını, gökten hazineler indirmesini istedikleri, Kur’ân’da anlatılmıştır. Allâh, âyette müşriklerin istedikleri mucizeleri neden göndermediğini açıklamıştır.

Daha önceki milletler de mucize istemişler, fakat mucizeleri gördük­ten sonra da yalanlamışlar ve bu yüzden de cezalandırılmışlardır. Allâh, mucizeleri, korkutup uyarmak için gönderir. Mucizeleri gördük­leri halde yalanlayanlar cezalandırılır.

Burada mucizeler konusunda bir ayırımın ortaya çıktığı açıktır. Bu hususa Elmalılı dikkat çeker ve Allâh’ın kudretine delâlet eden mucizelerin üç kısım olduğunu belirtir:

“Mucizelerin bir kısmı her şeyi kapsar. Her şeyde O’nun bir ol­duğuna delâlet eden bir âyet vardır. Bir kısmı olağanüstüdür. Peygamberlerin mucizeleri böyledir... Mucizeler arasında inadına istek ve ıs­rar edilen bir kısım vardır ki, bunlara ‘âyât-ı mukteraha’ denilir. Bun­lar gösterildiği zaman inanmayanlar, Semûd kavmi gibi, kökleri kese­cek bir azap ile derhal yok edilmişlerdir.”

Öyle anlaşılıyor ki, Hz. Peygamber döneminde azabı gerektirecek bir mucize talebine karşılık verilmemiştir. Mucizelerin çeşitli kısımlara ayrıldığı bilinmektedir. Elmalılı’nm yaptığı tasnifin yanında başka tasnifler de vardır. Süleyman Nedvî’ye göre, mucizeler hidâyet, ilâhî yar-dım ve helâk mucizeleri şeklinde üçe ayrılır. Bu durum, en azından mucizelerin hepsinin eşit olarak değerlendirilemeyeceğini göstermektedir.Şimdi bu duruma göre mucizeleri değerlendirelim:

a- Allah, mucize gönderme konusunda isteksizdir. Zira geçmiş vimler sürekli bunları yalanlamış, akibetleri de kötü olmuşa Bu ümmetle ilgili olarak Allâh, maddî mucizelerle insanların îmân etmesini istememektedir. Bununla birlikte, Mekke döneminin ilk yıllarında mucize taleplerine Ay’ın yarılması olayıyla karşılık verilmiştir. Kamer Sûresi, Mekke döneminde inen  sûrelerdendir. En’âm Sûresi ise Mekke devrinin sonlarına doğru ve bir defada inmiştir. İsrâ Sûresi de Mekke döneminin sonlarında nâzil olmuştur. Mekkeli Müşrikler Kamer Sûresi’nde be­lirtildiği gibi Ay’ın yarılmasını “büyü” olarak değerlendirmişlerdir.

Müşriklerin bu yapısını bilen Yüce Allâh, muhtemelen on­ları maddî mucizelerle îmâna sevk etmeyi amaçlamamıştır. Bu durum maddî olarak hiç mucize gösterilmediğini değil, yok de­necek kadar az bir iki -belki de sadece Ay’ın yarılması- mucize gösterildikten sonra Allâh’ın rahmeti gereği mucize taleplerine karşılık verilmediğini ortaya koyar. Hatta Ay’ın yarılması ola­yında bile mucize göstermeye yönelik bir isteksizlik vardır. Zira olay, gece vuku bulmuştur. Çok kimse de buna muttali olama­mıştır. Bu da mucize gösterme konusundaki isteksizliğin başka bir delilidir. Ancak bu isteksizlik -dediğimiz gibi- bir tane dahi olsa, hiç mucize gösterilmediği şeklinde yorumlanmamalıdır.

b-Kur’ân’da mucize talepleriyle ilgili âyetlere baktığımızda hep sinin müşriklerle ilgili olduğunu görürüz. Dolayısıyla buralar da onlara yönelik hitaplarla Allâh’ın bir lütfü ve yukarıda geç tiği gibi İlâhî yardım olarak mü’minlerin karşılaştığı mucizele ri karıştırmamak gerekir. Kur’ân’da bu anlamda mucizeler bulunmaktadır. Mucizelerin illa da nübüvveti ispata ve meydan okumaya yönelik olması gerekmemektedir.

Esas itibariyle bir başkasının benzerini yapmaktan aciz olduğu şey, mucizedir. Mucize esas itibariyle böyle olmakla birlikte, muhatapları açı­sından farklı manalar ifade edebilir. Müşrikler için bir nübüv­veti ispat ve meydan okuma; mü’minler için İlâhî bir lütuf, tak­viye ve te’yid olabilir. Kur’ân’da bu tür mucize, yani olağanüs­tü haller bulunduğuna göre hadîslerde bu tür mucizelerin var­lığı yadırganacak bir husus değildir. Normal insanlardan, yani kâmil bazı insanlardan olağan üstüne benzer bazı hallerin sudûr ettiği bir vakıadır. Bu tür halleri, Allâh’ın güç ve kudreti altında bulunan Hz. Peygamber’e çok görmemek gerekir.

c-Bununla birlikte belirtmekte fayda vardır ki, gerçekten hadîs lite­ratüründe Hz. Peygamber’e isnâd edilen mucizelerin sayısı hayli kabarıktır. Bunların hepsi sıhhat açısından aynı değerde değil­dir. Bu rivâyetlerin ilk planda sıhhat açısından değerlendirilme­leri gerekir. Zira bunlar bir bütün olarak kabul edildiğinde Hz. Peygamber’i tarih üstü bir varlık gibi göstermektedirler. Hatta öyle olmuştur ki, her peygamberin mucizesine ille de Hz. Pey­gamberin elinde zuhur eden bir nazire bulunmaya çalışılmıştır. Bundan dolayı muhakkak bu tür rivâyetlerin değerlendirilmesi lazımdır.

d-Son olarak şunu vurgulamalıyız ki, Hâtib el-Bağdâdî, el-Fâkih ve'l-mütefakkih adlı eserinde Hz. Peygamberin mucize göster­mesinin manevî mütevâtir derecesine ulaştığını belirtmiştir. Ona göre, çeşitli mucizelerle alakalı olarak gelen rivâyetler haber-i vâhid olabilir, ama onların toplamı, mucizenin manevî mütevâtir derecesine ulaştığını gösterir. Mesela, mi’râcı -öyle olmamak­la birlikte- haber-i vâhid bir mucize kabul edelim. Hz. Peygam­berin parmaklarından su akması da ayrı bir mucize olsun. Ağaç­ların Hz. Peygamber’e selâm vermesi, başka bir mucize olsun; Ay’ın yarılması da öyle. Bütün bunların, ayrı ayrı düşünüldüğün­de, haber-i vâhid olduklarını kabul edelim. Ancak bütün bunlar­da ortak bir nokta vardır. O da Hz. Peygamberin mucize gös­termesidir. İşte, mütevâtir olan nokta burasıdır. Zira bu kadar farklı olay, farklı zaman ve mekânlarda anlatan râvîlerin yalan- da birleşmeleri düşünülemez.

Yavuz Köktaş,Kurana Aykırı Görülen Hadisler

Devamını Oku »

Âhiret Ahvali



Mu'tezile ve Cehmiyye'nin hilafına, bize göre kabir azabı vardır.Onlar bunu kabul etmiyorlar ve şahidde de gaibde de görüp müşahede ettiğimize göre, ölü bizim kendisine verdiğimiz acıları hissetmemektedir, diyorlar; Onlara göre ölünün karnına bir tutam saç konsa ve bir süre bırakılsa, yerinden kıpırdamayacaktır. Azab veya başka bir şey sebebiyle kımıldamış olsa yeri değişmiş olacaktı. Bu anlayışlarından dolayı onlar, cansız varlıkların teşbihini, mizanı, sıratı, mü'minlerin ergeç cehennemden çıkacaklarını ve mi'racı inkâr etmektedirler. Biz mahiyetleri itibariyle aklın bunları kavramaktan aciz olduğunu söylüyoruz.

Peygamber (s. a.) "Allah'ın yaratıkları üzerinde düşününüz, yaratan (inzâtı) üzerinde düşünmeyiniz" buyurmuştur. Ya bu aklımızın aczi sebebiyle, demektir. Bana göre bu hadisin Peygamber'e ulaştığı sabit değildir. Bu İbn Abbas'ın (r.a.) sözlerindendir. Keza Hafız Ebu'l-Kasım el-Lalekaî ve diğerleri de bunu rivayet etmişlerdir. Akıl bu konuda aciz ise kişinin aklının idrakinden aciz olduğu şeyleri inkâra kalkışması yakışık almaz.

Siz ey Mu'tezile ve Cehmiyye topluluğu, aklımızın idrakinde kısır kaldığı bu gibi şeyleri inkâr etmeyiniz. Bunlar hakkında varid olan sahih rivayetleri tasdik ediniz. Kabir azabının varlığına delil Allah Teâlâ'nın "onlara iki kere azab edeceğiz"sözüdür. Yani bir kere kabirde, bir kere de kıyamette demektir. Keza "bundan başka bir azab olarak" yani kabir azabından başka bir azab olarak, ayrı "biz onlara en büyük azabın ötesinde yakın azabtan tattıracağız" yani onlara yakın olan kabir azabından tattıracağız, âyetleri de vardır. Bunlar kabir azabının varlığına delalet eden şeylerdir. Sahih hadiste, kabir azabından Allah'a sığınma vardır ki kabir azabının varlığı konusunda nastır.

Keza "Onu hamd ile teşbih etmeyen hiçbir şey yoktur"yani herşey onu tesbih eder. Burada "in" kelimesi "mâ" kelimesi mânasına gelen olumsuzluk edadıdır. Tıpkı "anneleri ancak onları doğuranlardır''"sizden cehenneme uğramayacak yoktur... " ''biz sadece iyilik yapmak istedik" "onlar Allah'ı bırakıp tanrıçalara taparlar... " "onlar sadece yalan söylerler" âyeti erindeki "in" gibidir. Bu âyet cansız varlıkların teşbih eder. Küçük taş parçalarının Mustafa'nın (s.a.) elinde tesbih ettiği sabittir.Herkes, bütün âlemin lisân-ı hâl ile tesbih ettiği konusunda ittifak etmiştir.

Herşeyde onun tek olduğunu gösteren bir delil vardır.Cansız varlıkların Allah'ı konuşma diliyle teşbih ettikleri konusunda ihtilaf vardır. Tercih edilen görüş herşeyin Allah'ı nutuk (düşünce) olarak teşbih ettiğidir. Çünkü aklen buna mani bir durum yoktur.

Bu âyet buna delalet eder. Keza şu âyetler de böyledir: "Doğrusu biz akşam-sabah onunla beraber teşbih eden dağları, kuşları da toplu halde onun buyruğu altına vermiştik" "Rahman'a çocuk isnad etmelerinden ötürü nerdeyse gökler paralanacak, yer yarılacak, dağlar göçecekti."

îbnMâce Peygamber'in (s.a.) şöyle dediğini rivayet etmiştir;

"Hiçbir cin, ins, ağaç, taş, kerpiç yoktur ki müezzinin sesini işitmesin de kıyamet gününde onun lehine şehadet etmesin".

Buhâri'de,Peygamberin huzurunda yemek yenirken o sırada onların, yemeklerin tesbihini işittikleri rivayeti vardır. Müslim'deki bir hadiste de Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur. "Ben Mekke'de bir taş tanıyorum ki peygamber olmadan önce bana selam veriyordu". Hurma ağacının haberi de sabit ve meşhurdur Bu konudaki hadisler çoktur. Bu eşyanın konuştuğu sabit olunca tesbih etmelerinin imkanı da sabit olur. Âyet buna delalet eder, yeter ki zahirine hamlolunsun.

Bizim âlimlerimizden imam Fahreddin er-Râzî ve Mu'tezile'nin çoğunluğu ise cansız varlıklar ile canlılar içinde mükellef olmayanların ancak lisanı hal ile teşbih edebileceklerine kaildirler. Bize göre bu reddedilmiş bir görüştür. Bir gurup ilim adamı tafsile gitmiş ve demişlerdir ki, başkaları dışında her canlı olan ve gelişen varlık teşbih eder. Onlar bu görüşü ibn Abbas'ın Peygamber'den rivayet ettiği şu hadisten istidlal etmektedirler. "Peygamber (s.a.) iki kabre uğramıştı şu söze kadar: "yaş bir çubuk istedi, onu ikiye böldü, her birini bir kabrin üzerine dikti,umulur ki bunlar kuruyana kadar Allah onların azabını hafifletir, buyurdu"." Bunda o çubukların kurumayıp yaş kaldıkları sürece tesbih edeceklerine işaret vardır. Bu görüş Ebu'l-Hasen ve İkrime'den naklolunan görüştür.

Mizanın varlığına şu âyet delalet eder: "Kıyamet günü doğru teraziler kurarız" Onun tartısının mânası, ya sahifelerinin tartışıdır, ya Allah Teâlâ amelleri cisim haline sokacak sonra onları tartacak demektir yahut da a'razlar hakikaten tartılırlar demektir. Gayb âleminde öyle işler vardır ki akla mani değildir. Lakin bunlar duyular âleminde bilinmezler ve kısır akıllar bunları muhal görür olurlar, halbuki bunlar aslında mümkin şeylerdir.

Sonra, hadise göre Ehl-i bid'at ve Ehl-i ehva' cehenneme gideceklerdir. Peygamber'in (s.a.) sözü şöyledir: "İsrailoğulları yetmiş iki fır-kaya ayrılmıştır. Benim ümmetim de yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır. Bunlardan, benim ve ashabımın yolunda olan biri müstesna diğerlerinin hepsi de cehennemdedir".Biz Ehl-i bid'atı tekfir etmeyiz. Tahâvî'nin Akide'sinde şöyle bir ifade vardır: "Ehl-i kıbleden hiçbirini işlediği bir günah sebebiyle tekfir etmeyiz" Şunu iyi bilmelisin ki günahkar olmalarını gerektiren bid'atları yüzünden Allah onları cehenneme koysa bile bizim kabul ettiğimiz prensiplere göre ebedî kalmayacaklardır.

Cennet ve cehennem yaratılmış durumdadırlar ve bugün mevcutturlar. Bu görüş Mu'tezile'nin aksinedir. Çünkü onlar el'an yaratılmamış olduğu görüşündedirler. Kaderiyye ve Cehmiyye'nin de aksinedir. Onlar da cennet ve cehennemin ehli ile beraber fani olduğuna kaildirler.

Mu'tezile şöyle demiştir: Bizim onların şu anda yaratılmış olduğunu inkârımız, Allah Teâlâ'nın cennet-cehennemi dilediği zaman yaratmaktan aciz olmaması sebebiyledir. Gerektiği zaman yaratır. Aksi takdirde ihtiyaçtan önce onların yaratılmasının bir mânâsı yoktur.

Biz buna karşı şöyle deriz: Onların hazırlanmış olmalarının hikmeti şudur: Sana itaat eden kuluna ikram edeceğin şeyi, sana isyan edeni de korkutacağın şeyi görmesi için hazır bulundurman iyidir. Nitekim en beliğ korkutma şekli hazırlanmış olanın karşısındakidir. Günlük hayatta bile şu tarz konuşmaları müşahede etmez misin? Biri diğerine, "şunu şöyle yap, elimin altındaki bu kurulu güzel ev senin içindir, yahut da, şu elimde gördüğün ve karşı geleni cezalandıracağım sopanın korkusuyla, şöyle yapma" der. Bu söyleyiş tarzı, "şöyle yap, ben de sana güzel bir ikram yapacağım, yahut da hazırlayıp cezalandıracağım sopanın korkusuyla şöyle yapma" şeklindeki söyleyiş tarzından daha beliğdir. Bu aklî delil olarak cennet ve cehenneme giriş vaktinin gelme- sinden önce onların yaratılmış olmasının iyi bir şey olduğunu gösterir.

Cennet ve cehennemin yaratılmış oldukları konusunda bir başka delilimiz de şu âyettir: "...sakınanlar için hazırlanmıştır "Onların görüşleri Allahın verdiği bu haberi yalanlama sonucuna götürür. Çün- kü yaratılmamış olsalar hazırlanmış olmazlar. Cennet ve cehennem bir "şey" dir. Yani mevcuttur. Kıyamet ise şey diye isimlendirilemez. Çünkü o henüz mevcut değildir. Bu,Mu'tezile'nin görüşü hilafmadır. Onlar kıyametin yaratılmış ve fakat henüz ortaya çıkmamış olduğu, insan öldüğü zaman ortaya çıkacağı ve o kişiye malum olacağı görüşünddirler. Çünkü Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Kira ölürse onun kıyameti kopmuştur". Keza Akide 'nin sahibi de bu hadisi merfu olarak zikretmiştir, ama ben öyle görmüyorum. Bize göre, ölenin kıyametinin kopması demek onun saadet veya şekavet halinin ortaya çıkması demektir.

Sonra, cennet ve cehennem onlara göre, yani Cehmiyye ve Kaderiyye'ye göre, fanidir. Çünkü her ikisi de bir maksad için konulmuşlardır. Bunlardan maksad ise, amellerin sevabıdır. Bu da sonludur. O halde cennet ve cehennem de sonludurlar. Nitekim her ikisi de amellerin mükafatı veya cezasıdır. O halde amellerin ölçüsündedirler.

Allah Teâlâ'nın .şu âyetlerindeki ifadeler ise bizi destekler. "Onlara kesintisiz ecir vardır" "...bitip tükenmeyen ve yasak da edilmeyen... ". Onların "amellerin sevabıdır" sözü de doğru değildir.Doğru söyleyen ve doğruluğu da tasdik edilmiş olan Peygamber'in (s.a.) de ifade buyurduğu gibi hiçbir kimse (sadece) ameliyle cennete girmeyecektir.

Eğer, cennet ve cehennemin fani olmadığı görüşünün Allah'a beka konusunda ortaklık sonucuna götüreceği, yani sonsuz olan ebedî bekada cennet ve cehennemin Allah'a şerik olacağı sonucunu doğuracağı ifade edilirse şöyle deriz:

Bu sonucu doğurmaz. Bilakis cennet ve cehennem ile Allahın bekası arasında bariz bir fark vardır. Çünkü her ikisi de yok iken var ol-muşlardır. Allah'ın bekası ise ezelîdir, daimîdir.




M.Said Yeprem,Maturidi'nin Akide Risalesi ve Şerhi
Devamını Oku »

Hz.Peygamber'e Verilen Maddi Mucizeler Kuran'a Aykırı Mı ?



Özellikle günümüzde Kur'ânda Allâh’ın Hz. Peygamber’e mucize vermediğini ifade eden âyetleri ileri sürerek Hz. Peygamber’in tek mucizesinin Kur'ân olduğunu iddia edenler vardır. Öyle anlaşılıyor ki, bu konunun üzerinde biraz durmamız gerekir.

Şu bir gerçek ki, eskiden beri Hz. Peygamber’in (maddî) mucizeler gösterdiği hep kabul edilmiştir. Hatta Mu’tezile, Şia gibi fırkalar bile bu olguya itiraz etmemiştir. Bu konuda müstakil kitaplar da yazıl­mış, Hz. Peygamber'in bu yönü ortaya konulmuştur. Ne var ki günü­müzde Hz. Peygamber'in tek mucizesinin Kur’ân olduğu yönünde bir iddia ortaya atılmış ve maddî mucizelere yönelik hadîsler reddedilmiş­tir. Bunun dayanağının da Kur’ân olduğu ileri sürülmüştür. Kur’ân’a göre Hz. Peygamber’e maddî mucize verilmemiştir. Dolayısıyla Ay’ın yarılması vb. mucizeler Kur’ân’a aykırıdır.

Aşağıda dayanak olarak ileri sürülen âyetleri ele alacağız; ancak burada hemen belirtelim ki, Hz. Peygamber’in en önemli mucizesi­nin Kur'ân olması, onun başka mucizesinin olmadığı anlamına gelmez. Mu'tezile de -Kur'ân dışında- maddî mucizelerin nübüvvetin ispatına yönelik birer delîl olamayacağını kabul etmektedir. Çünkü maddî mu­cizeler, ancak bir peygamberin nübüvvetini tanıdıktan sonra bilinebilir.Bu bakımdan maddî mucizeler nübüvvetin ispatında temel değil, talî bir meseledir. Kısaca maddî mucizeler sadece peygamberliği kuv­vetlendirmek içindir. Burada dikkat edilirse, Mu’tezile mucizeleri inkâr etmemekte, maddî mucizelerin nübüvveti ispata yönelik kabul edilme­sini eleştirmektedir. Elbette bu da tartışılır, ama mucizelerin varlığı ka­bul edildikten sonra sonuç itibariyle onların hangi amaca matuf oldu­ğu o kadar da önemli değildir.

Kâdî Abdülcabbâr’ın mucizelerin varlığını kabul etmede daha sarih ifadeler kullandığı görülmektedir. Ona göre, Kur’ân dışında Hz. Pey­gambere verilen mucizeler zorunlu olarak bilinenler ve istidlal yoluy­la bilinenler olmak üzere ikiye ayrılır. Birinciler hissî mucizeler türün­den olup, az bir yemekle büyük bir topluluğu doyurmak, taşların da­vete iştirak etmesi, hurma kütüğünün inlemesi, elindeki çakıl taşları­nın Allâh’ı teşbihi, çağırdığında ağacın yanına gelmesi bunlara örnek olarak gösterilebilir. Bu durum Mu’tezile’nin de kendi içinde farklı düşündüğünü göstermektedir.

Mucize, sözlükte başkasını aciz bırakan demektir. Istılahta ise pey­gamber olduğunu iddia eden kişinin, doğruluğuna delâlet eden fiil anlamına gelir. Mucizenin bazı şartları vardır: Doğrudan Allâh’tan olması, peygamberlik iddia eden kişinin iddiasını müteakip olması, iddiaya uygun olması, olağanüstü olması gibi. Bu tanım ve şartların kelâmcılara ait olduğu özellikle vurgulanmalıdır. Kelâmcıların ama­cı ise mucizeyi nübüvveti ispatın bir aracı olarak değerlendirmektir. Dolayısıyla her mucizede bu şartların birlikte bulunması zorunlu de­ğildir. Mesela, mü’minlere yönelik mucizeler, peygamberliği ispat et­mek için değildir. Onlar, mü’minlerin kalplerini te’yid etmek için­dir. Mü’minlere yönelik derken, mü’minlerin mucize talep ettiği sanılmamalıdır. Mü’minlere yönelik hiçbir mucizede onlardan bir ta­lep gelmemiştir. Zira onların mucizelerle îmân etmek gibi bir sorun­ları yoktur. Ama bu tür mucizeler Allâh’ın mü’minlere bir ikramıdır, bir hediyesidir, lütfudur.

Esas itibariyle bir fiilin Allâh’tan olup peygamberin elinde olağanüstü bir hal kazanması, onu mucize kılmaya yetmektedir. Bu durumda iki tür mucize ortaya çıkmaktadır:

Müşriklere yönelik mucizeler: Bunlar, nübüvveti isbat içindir Asr-ı Saadetteki örneklerine baktığımızda yok denecek kadar az oldukları görülür. Hatta, sadece örneğin Ay’ın yarılması olayı olduğu bile söylenebilir.

Mü’minlere yönelik mucizeler: Bunlar nübüvveti ispat etmek için değildir. Bunlar hidâyet ve kalbe itminan verme kabilinden olan mucizelerdir. Örnekleri de çoktur.

Acaba Kur’ân Hz. Peygamber’e her iki tür mucizenin verildiğini ifade etmekte midir? Yoksa hiçbir mucizenin verilmediğini mi söyle­mektedir? Ya da müşriklere yönelik mucize gösterme konusunda Allâh istekli değil midir? Dolayısıyla müşriklere ve mü’minlere gösterilecek mucize konusunda doğal olarak bir ayrım mı ortaya çıkmıştır? Bu so­rulara cevap verebilmek için önce ilgili âyetleri kaydedelim, ardından da onları değerlendirelim:

“Dediler ki: ‘Ona Rabbinden bir mucize indirilse ya! (Ey Mu­hammedi) De ki: ‘Şüphesiz, Allâhın, bir mucize indirmeğe gücü yeter. Fakat onların çoğu bilmiyor.”

“Bizi, (Kureyşin istediği) mucizeleri göndermekten, ancak ön­cekilerin onları yalanlamış olması alıkoydu. (Nitekim) Semûd kavmine o dişi deveyi açık bir mucize olarak verdik de onlar bu yüzden zâlim oldular. Oysa biz, mucizeleri sırf korkutmak için göndeririz.’’

Bu âyetler açıkça mucize gönderme konusunda bir isteksizliği ortaya koymaktadır. Yukarıdaki ilk âyete gelince, onlar müşriklerin gönülle­rine uygun tarzda mucizenin gönderilmeyeceğini vurgulamaktadır. El­malılı, En’âm Sûresi 37. âyet çerçevesinde bu durumu şöyle belirtmiştir:

“İnen âyetleri duymadılar, inkâr ettiler de Peygamber’e kendi gö­nüllerince bir âyet, bir mucize indirilmesini hor görür bir itiraz şeklinde talepte bulundular. Allâh, bir mucize indirmeye şüphesiz kadirdir, indirmezse, güçlüğünden değil, hikmetindendir.” 

Bu hikmeti S. Ateş şöyle açıklamakta iyorsa, bu yine onlara acıdığından dolayıdır. Çünkü istedikleri gibi hemen mucize in­se inen mucizeyi de çeşitli bahanelerle kabul etmeyecek, ona büyü di­yecekler, hatta onu doğal görüp başka mucize isteyeceklerdir.” Allâh’ın mucize göndermeme isteksizliğinin bir başka sebebi daha vardır. Bu sebep, yukarıda belirtilen Allah’ın acımasını da izah etmek­tedir. Bu, “Bizi, âyetler (mucizeler) göndermekten alıkoyan tek şey, ön­cekilerin bu âyetleri yalanlamış olmasıdır.” şeklinde âyette geçen husus­tur. Müşriklerin Hz. Peygamber’den, Mekke’de dağları yürütüp ovalar açmasını, ırmaklar fışkırtmasını, bağlar bahçeÎer yaratmasını, gökten hazineler indirmesini istedikleri, Kur’ân’da anlatılmıştır. Allâh, âyette müşriklerin istedikleri mucizeleri neden göndermediğini açıklamıştır.

Daha önceki milletler de mucize istemişler, fakat mucizeleri gördük­ten sonra da yalanlamışlar ve bu yüzden de cezalandırılmışlardır. Allâh, mucizeleri, korkutup uyarmak için gönderir. Mucizeleri gördük­leri halde yalanlayanlar cezalandırılır.

Burada mucizeler konusunda bir ayırımın ortaya çıktığı açıktır. Bu hususa Elmalılı dikkat çeker ve Allâh’ın kudretine delâlet eden mucizelerin üç kısım olduğunu belirtir:

“Mucizelerin bir kısmı her şeyi kapsar. Her şeyde O’nun bir ol­duğuna delâlet eden bir âyet vardır. Bir kısmı olağanüstüdür. Peygamberlerin mucizeleri böyledir... Mucizeler arasında inadına istek ve ıs­rar edilen bir kısım vardır ki, bunlara ‘âyât-ı mukteraha’ denilir. Bun­lar gösterildiği zaman inanmayanlar, Semûd kavmi gibi, kökleri kese­cek bir azap ile derhal yok edilmişlerdir.”

Öyle anlaşılıyor ki, Hz. Peygamber döneminde azabı gerektirecek bir mucize talebine karşılık verilmemiştir. Mucizelerin çeşitli kısımlara ayrıldığı bilinmektedir. Elmalılı’nm yaptığı tasnifin yanında başka tasnifler de vardır. Süleyman Nedvî’ye göre, mucizeler hidâyet, ilâhî yar-dım ve helâk mucizeleri şeklinde üçe ayrılır. Bu durum, en azından mucizelerin hepsinin eşit olarak değerlendirilemeyeceğini göstermektedir.Şimdi bu duruma göre mucizeleri değerlendirelim:

a- Allah, mucize gönderme konusunda isteksizdir. Zira geçmiş vimler sürekli bunları yalanlamış, akibetleri de kötü olmuşa Bu ümmetle ilgili olarak Allâh, maddî mucizelerle insanların îmân etmesini istememektedir. Bununla birlikte, Mekke döneminin ilk yıllarında mucize taleplerine Ay’ın yarılması olayıyla karşılık verilmiştir. Kamer Sûresi, Mekke döneminde inen sûrelerdendir. En’âm Sûresi ise Mekke devrinin sonlarına doğru ve bir defada inmiştir. İsrâ Sûresi de Mekke döneminin sonlarında nâzil olmuştur. Mekkeli Müşrikler Kamer Sûresi’nde be­lirtildiği gibi Ay’ın yarılmasını “büyü” olarak değerlendirmişlerdir. Müşriklerin bu yapısını bilen Yüce Allâh, muhtemelen on­ları maddî mucizelerle îmâna sevk etmeyi amaçlamamıştır. 

Bu durum maddî olarak hiç mucize gösterilmediğini değil, yok de­necek kadar az bir iki -belki de sadece Ay’ın yarılması- mucize gösterildikten sonra Allâh’ın rahmeti gereği mucize taleplerine karşılık verilmediğini ortaya koyar. Hatta Ay’ın yarılması ola­yında bile mucize göstermeye yönelik bir isteksizlik vardır. Zira olay, gece vuku bulmuştur. Çok kimse de buna muttali olama­mıştır. Bu da mucize gösterme konusundaki isteksizliğin başka bir delilidir. Ancak bu isteksizlik -dediğimiz gibi- bir tane dahi olsa, hiç mucize gösterilmediği şeklinde yorumlanmamalıdır.

b-Kur’ân’da mucize talepleriyle ilgili âyetlere baktığımızda hep sinin müşriklerle ilgili olduğunu görürüz. Dolayısıyla buralar da onlara yönelik hitaplarla Allâh’ın bir lütfü ve yukarıda geç tiği gibi İlâhî yardım olarak mü’minlerin karşılaştığı mucizele ri karıştırmamak gerekir. Kur’ân’da bu anlamda mucizeler bulunmaktadır. Mucizelerin illa da nübüvveti ispata ve meydan okumaya yönelik olması gerekmemektedir. Esas itibariyle bir başkasının benzerini yapmaktan aciz olduğu şey, mucizedir. Mucize esas itibariyle böyle olmakla birlikte, muhatapları açı­sından farklı manalar ifade edebilir. Müşrikler için bir nübüv­veti ispat ve meydan okuma; mü’minler için İlâhî bir lütuf, tak­viye ve te’yid olabilir. Kur’ân’da bu tür mucize, yani olağanüs­tü haller bulunduğuna göre hadîslerde bu tür mucizelerin var­lığı yadırganacak bir husus değildir. Normal insanlardan, yani kâmil bazı insanlardan olağan üstüne benzer bazı hallerin sudûr ettiği bir vakıadır. Bu tür halleri, Allâh’ın güç ve kudreti altında bulunan Hz. Peygamber’e çok görmemek gerekir.

c-Bununla birlikte belirtmekte fayda vardır ki, gerçekten hadîs lite­ratüründe Hz. Peygamber’e isnâd edilen mucizelerin sayısı hayli kabarıktır. Bunların hepsi sıhhat açısından aynı değerde değil­dir. Bu rivâyetlerin ilk planda sıhhat açısından değerlendirilme­leri gerekir. Zira bunlar bir bütün olarak kabul edildiğinde Hz. Peygamber’i tarih üstü bir varlık gibi göstermektedirler. Hatta öyle olmuştur ki, her peygamberin mucizesine ille de Hz. Pey­gamberin elinde zuhur eden bir nazire bulunmaya çalışılmıştır. Bundan dolayı muhakkak bu tür rivâyetlerin değerlendirilmesi lazımdır.

d-Son olarak şunu vurgulamalıyız ki, Hâtib el-Bağdâdî, el-Fâkih ve'l-mütefakkih adlı eserinde Hz. Peygamberin mucize göster­mesinin manevî mütevâtir derecesine ulaştığını belirtmiştir. Ona göre, çeşitli mucizelerle alakalı olarak gelen rivâyetler haber-i vâhid olabilir, ama onların toplamı, mucizenin manevî mütevâtir derecesine ulaştığını gösterir. Mesela, mi’râcı -öyle olmamak­la birlikte- haber-i vâhid bir mucize kabul edelim. Hz. Peygam­berin parmaklarından su akması da ayrı bir mucize olsun. Ağaç­ların Hz. Peygamber’e selâm vermesi, başka bir mucize olsun; Ay’ın yarılması da öyle. Bütün bunların, ayrı ayrı düşünüldüğün­de, haber-i vâhid olduklarını kabul edelim. Ancak bütün bunlar­da ortak bir nokta vardır. O da Hz. Peygamberin mucize gös­termesidir. İşte, mütevâtir olan nokta burasıdır. Zira bu kadar farklı olay, farklı zaman ve mekânlarda anlatan râvîlerin yalan- da birleşmeleri düşünülemez.

Yavuz Köktaş,Kurana Aykırı Görülen Hadisler
Devamını Oku »

Hz Peygamberin Mucizelerini Aklileştirmek



Hz Peygamberin mucizelerini aklileştirmek gibi bir temayül var;kerametlerin akli verileri araştırılıyor.Doğrusu bu çabaların tümüne baştan olumsuz yaklaşmamalıyız. Elbette ki niyet önemli, ancak niyetten önce ehliyete bakmak gerekiyor. İyi niyet, hatâyı o ortadan kaldırmaz. Bu çalışmaları yapanlar gerçekten ehiller mi, buna bakmak lazım. Avcının yüzündeki sineği öldürmek için koca taşı kullanan ayı da iyi niyetlidir, zirâ maksadı dostunu sinekten kurtarmaktır. Ayı iyi niyetli, ama ehil değil!

Bu yüzden, Hz. Peygamber'in mûcizelerini anlama noktasında akit okumalar yapanlar hem iyi niyet taşımalı, hem de ehil olmalıdırlar. Akit okumaya tâbi tuttuğu mûcizevi hadiseden çıkardığı sonucu genelleştirmemeleri lâzımdır. Mûcizeden anladığını mutlak hakikat olarak öne sürmemelidirler. Çünkü Kur'ân-ı Kerim'in mutlak hakikatini bilimsel sonuçların içine sığdıramayız. Mûcize haktır ve gerçektir. Ama aynı zamanda bir aşk hâlidir. Hz. Mevlânâ'nın buyurduktan gibi: “Aşk vadisinde akıl batağa düşmüş eşek gibidir. Çırpındıkça batar." Aklın ve dolayısıyla nefsin bataklığından kurtulmak ve yükselmek için aşktan kanat takmak lâzım.

Ömer Tuğrul İnançer - Muhabbet Peygamberi Hz.Muhammed
Devamını Oku »

Miraç gecesinin sabahında...

Bismillahirrahmanirrahim

Hem Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, nasıl ki arz ahâlisine inşikak-ı kamer mucizesini göstermiş; öyle de, semâvat ahalisine Miraç mucize-i ekberini göstermiştir. İşte, Miraç denilen şu mucize-i âzamı, Otuz Birinci Söz olan Miraç Risalesine havale ederiz. Çünkü o risale, o mucize-i kübrâyı, ne kadar nuranî ve âli ve doğru olduğunu kati bürhanlarla, hattâ mülhidlere karşı da ispat etmiştir. Yalnız, mucize-i Miracın mukaddimesi olan Beytü'l-Makdis seyahati ve sabahleyin Kureyş kavmi ondan Beytü'l-Makdisin tarifatını istemesi üzerine hasıl olan bir mucizeyi bahsedeceğiz. Şöyle ki:




Miraç gecesinin sabahında, miracını Kureyş'e haber verdi. Kureyş tekzip etti. Dediler: "Eğer Beytü'l-Makdise gitmişsen, Beytü'l-Makdisin kapılarını ve duvarlarını ve ahvâlini bize tarif et." Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman ediyor ki:

Yani, "Onların tekziplerinden ve suallerinden pek çok sıkıldım. Hattâ öyle bir sıkıntı hiç çekmemiştim. Birden, Cenâb-ı Hak, Beytü'l-Makdisi bana gösterdi. Ben de Beytü'l-Makdise bakıyorum, birer birer her şeyi tarif ediyordum." -1- İşte, o vakit Kureyş baktılar ki, Beytü'l-Makdisten doğru ve tam haber veriyor.

Hem Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Kureyş'e demiş ki: "Yolda giderken sizin bir kafilenizi gördüm. Kafileniz yarın filân vakitte gelecek." Sonra o vakit kafileye muntazır kaldılar. Kafile bir saat taahhur etmiş. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın ihbarı doğru çıkmak için, ehl-i tahkikin tasdikiyle, güneş bir saat tevakkuf etmiş. Yani, arz, onun sözünü doğru çıkarmak için, vazifesini, seyahatini bir saat tatil etmiştir ve o tatili güneşin sükûnetiyle göstermiştir.

İşte, Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâmın birtek sözünün tasdiki için, koca arz vazifesini terk eder, koca güneş şahit olur. Böyle bir zâtı tasdik etmeyen ve emrini tutmayanın ne derece bedbaht olduğunu ve onu tasdik edip emrine -2-diyenlerin ne kadar bahtiyar olduklarını anla,

-3-de.

Bediüzzaman Said Nursî
(Mektubat - On Dokuzuncu Mektup)


1- Buharî, Menâkıbu'l-Ensâr: 41; Tefsîru Sûre: 17; Müslim, İmân: 276, 278, Tefsîru Sûre: 17; Müsned, 1:309, 3:377; Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:191.
2- İşittik ve itaat ettik. (Bakara Sûresi: 285)
3- İman ve islam nimetinden dolayı Allah'a hamd olsun.
Devamını Oku »

Gece İzi

Gece İzi

Müslümanı öbür insanlardan ayıran özelliklerden biri de, bir gece yolculuğunun izini yüzünde taşıması­dır. Bu bir yorgunluk izi değil, bir sıhhat izidir. Miraç izidir bu...

 
Peygamber, Miracı bize sadece hâtıra olarak bı­rakmadı, bir gelenek olarak bıraktı. Her gün dönü­münde, namazın gelip kendisine ulvi bir çerçeve oldu­ğu yüce bir gelenektir miraç geleneği...

 
Muallâkatüsseba şairleri, kasidelerine, sevgilinin kabilesinin son konağından göç ederken bıraktığı izle­ri, son ateş kalıntısını, çadır kazıklarını, kararmış ocak taşlarını, kumaş parça ve kırıntılarını anmakla başlar. Müslümanı seçen cins bir göz de, her şeyden önce onun yüzünde miracının izlerini, bir gece yolculuğunun de­rin çizgilerini arar ve görür.

 
Bu yolculuğun kalk borusu, «Ey örtülere bürün­müş olan, kalk!» buyruğudur. Bu örtüler, yalnız yatak örtüleri değildir. Eşyanın hakikatla insan arasına giren örtüleri,, örtüleri, örtüleridir de. İnsanla Yaratıcı ara­sına giren örtüler, örtüler, örtülerdir de. Benzetmeyi sadece estetik alanda düşünelim: bu yolculuk, bir nevi âteş dansıdır. Her durakta, her figürde bir örtü, bir pelerin. bir şal atılır. Son durakta ruh, çırılçıplaktır. İşte orada, dünya örtülerinden soyunan ruha gök giyecekleri, ipekler giydirilir.

 
Müslümanlar, eşyanın ötesine sefer etmiş insanlar­dır. Bu yolculuklarından nice ulvi haberler getirmişler­dir. Peygamberlerin haberleri, bir Hz. Ebubekir haberi, bir Hz. Ali haberi, bir Muhyiddin-i Arabi haberi, bir îmam-ı Babbânî haberi...

 
«Tarikat» yol demektir. Fakat siz ona -gece yolu- diyebilirsiniz.

 
En kütlü kulunu, bir gece, Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksa'ya ulaştıran ve oradan da kendi katma yükselten Yaratıcımız, bu yolculuğu bize şart koştu. En «mahrem», en yakın mescitten, yani gönülden en «uzak» yâni en yabancısı olduğumuz ufuktaki mescide kadar, yâni enfüsten âfaka kadar bir gidiş-geliş, bir med ve cezir, yâni namaz, Peygamberin bu yolculuğu­nun bize dönük yüzünün bir geleneği olarak şart ko­şuldu. Ne mutlu bu şarta koşanlara, alınları bu ışıkla benekli koşu atlarına!

 

Bu yolculukta ay yarılır, gökler yarılır, cennet ve cehennem serilir ve toplanır. Peygamberlerin ve melek­lerin yeşil dünyasına girilir; ve ulaşan ulaşır Cebrail kanadınının yandığı son sınırlara!

 

İnsan toplulukları kervanlar gibi geçer aşağılar­dan. Konaklarlar, ateşler yakarlar, sofralar donatırlar;at kişnemeleri, haykırışlar, silâh sesleri, kılıç şakırtıla­rı, düşünceler içinde akıp giderler. Şanlı gece yolcusu bütün bunları da görmüştür, yüzlerce kere ta batıda kaynayan kızgın levhanın, güneşin batışını gördüğü gibi. *

 

Bırinci Cihan Savaşına her topluluktan insan katıldı. Ondan dönenlere sorunuz; size bir müslümanın anlattığını,ne bir fransız, ne bir İngiliz, ne bir alman, ne bir rus ,ne bir amerikalı anlatabilecektir. O, İkinci Cihan Savaşını bile birincisinde görmüş ve yaşamıştır. İçinden de en çok yaralanan odur. Dünya ve insan hesabına içi en çok kanayan odur. O, kendi ölçüsündeki miraç bilgisiyle bilir bunu.

 

Peygamberin iki büyük mucizesinin sim da müslümanlardadır. Ay'ın bölünmesi ve miraç mûcizesi. Şimdi insanlık sadece madde alanında bu iki mucize­nin sırrını arıyor, göğe çıkmak ve Ay’a ulaşmak istiyor. Müslümandaki bir gece yolculuğunun izlerini, miraç izlerini ilk ipucu olarak alsaydı, bu arayış, bir mutlu­luk olabilirdi.

Sezai Karakoç - Kıyamet Aşısırı
Devamını Oku »