Necm Suresi, İsra, Mirac ve Mealcilerin Çelişkileri

Necm Suresi, İsra, Mirac ve Mealcilerin Çelişkileri


Abdulaziz Bayındır – Bu konuyu anlatan ana ayet şudur:

“Kulunu bir gecede Mescid-i Haram’dan alıp, çevresini bereketli kıldığı ((Bir yazıda “Sen…” veya “Siz …” yerine “O…” veya “Onlar…” denmesine Arap edebiyatında iltifat denir. O, ifadeye güzellik katar. Burada da üçüncü tekil şahıstan ikinci çoğul şahsa geçilerek “bereketli kıldığımız” ifadesi kullanılmıştır. Türkçede iltifat sanatı olmadığından tercüme cümlenin akışına göre yapılmıştır.)) el-Mescid’ul-aksâ’ya götüren Allah, eksikliklerden uzaktır. Bu, ona bir kısım ayetlerimizi göstermek içindir. Allah işitir ve görür.” (İsrâ, 17/1)

el-Mescidu’l-aksâ, en uzak mescit demektir. Şu ayetler onun yerini bildirmektedir:

“O (Muhammed) Cebrail'i, onun bir başka inişinde daha görmüştü; Sidretü'l- Müntehâ'nın yanındaydı. Me'vâ Cenneti de oradadır. O gün Sidre'yi bürüyen bürüyordu. (Muhammed’in) gözü kaymadı; sınırı da aşmadı. Orada Rabbinin en büyük ayetlerinden bir kısmını gördü.” (Necm, 53/13-18)

Sidretü'l- Münteha yedinci kat semadadır. ((Buhârî, Bed’ul-halk 6.)) el-Mescidu’l-aksa ise oradaki Beyt-i Mamûr’dur. Allah’ın Elçisi (a.s.) bir gün ashabına:“Beyt-i Ma’mûr’un ne olduğunu biliyor musunuz?” diye sordu:“Allah ve Elçisi daha iyi bilir” dediler. “O, gökte olan bir mescittir, Kâbe tam altında kalır. O mescit aşağı düşse Ka’be’nin üzerine düşer. Orada her gün yetmiş bin melek namaz kılar. Oradan çıktılar mı artık sonuna kadar oraya dönmezler." dedi. ((Muhammed b. Cerîr et- Taberî, Camiu’l-Beyan fî Te’vîl’l-Kur’ân, Beyrut 1992, c: 11, s: 481)) (1)

İsrafil Balcı: Necm suresi ilk inen surelerdendir..Necm suresinde Peygamberimizin ilk vahiy tecrübesi anlatılır..Ama bizim gelenek getirmiş bunu İsra ayetiyle birleştirmiş..İsra ayetinde Peygamberimiz bir takım olağanüstülükler yaşıyor..Yaşadığı olağanüstülükleri getirip Necm Suresiyle ilişkilendiriliyor..Necm Suresi Risaletin 5. yılında da İsra suresi 10. yılda...Yani 10. yılda yaşanan İsra olayı 5. yılda nazil olan sure ile ilişkilendiriyor..(2)

Değerlendirme:
1-Görüldüğü gibi İsrafil Balcı Bayındır Hoca'nın itikadını tekzip etmiş oluyor..Bu arada rivayete derinden kuşkuyla bakan İsrafil Balcı'nın Kuran'da olmayan Necm Suresinin risaletin kaçıncı yılında olduğu, İsra olayının kaçıncı yılında gerçekleştiği bilgisini nereden bulduğu muamma..Eğer rivayetlerden gördüm aldım diyorsa tefsir amaçlı olarak rivayetleri ne zaman delil olarak alıp ne zaman almayacağınızın bir usulü var mıdır, yoksa bu iş sizin keyfinize göre mi cereyan ediyor?



2-Tefhim'de şu bilgi vardır: Nüzul Zamanı: Hz. Abdullah b. Mes'ud'dan rivayet olunduğuna göre, "Necm Suresi kendisinde secde ayeti bulunduğu halde nazil olan ilk suredir." (Buhari, Müslim, Ebu Davud, Nesaî). Bu hadisin Esved b. Yezid, Ebu İshak ve Zuhir b. Muaviye'nin İbn Mes'ud'dan rivayet ettikleri bölümünden anlaşıldığına göre "Necm Suresi, Hz. Peygamber'in (s.a) Kureyş'ten bir topluluk karşısında okuduğu ilk suredir." (İbn Merduye'nin rivayeti, surenin Harem-i Şerif'de okunduğunu göstermektedir.) Bu topluluk içinde, kafirler de mü'minler de bulunuyordu. Surenin sonunda Hz. Peygamber (s.a) secde ettiğinde, İslâm düşmanı Kureyşliler ve ileri gelenleri Müslümanlarla secde ettiler. İbn Mes'ud, "Ben orada secde etmeyen bir tek kafir olarak Umeyye b. Halef'i gördüm. O da secde etmediği gibi yerden bir avuç toprak almış ve alnına sürmüş, bu bana yeter", dedi. demiştir. "İbn Mes'ud bu sözüne ayrıca "Ben bu kafirlerin küfür hali üzerindeyken öldüğünü gördüm" diye ilavede bulunmuştur.

Bu olayın bir diğer şahidi de, o döneme kadar hâlâ İslâm'ı kabul etmemiş olan Muttalib b. Veda'dır. O bu olayla ilgili olarak şunları söylemektedir. "Resulullah (s.a), Necm Suresi'nin sonunda secde ettiğinde ben secde etmedim. Şimdi bu sure ne zaman okunsa, muhakkak surette secde eder ve o zaman secde etmemekle işlediğim hatayı telafi etmeye çalışırım." (Nesaî, Müsned-i Ahmed)

"Risaletin 5. yılında Şevval ayında küçük bir topluluk Habeşistan'a hicret etmişti. Aynı senenin Ramazan ayında Hz. Peygamber'in (s.a) Necm Suresi'ni tilaveti esnasında kafirlerle Müslümanların birlikte secdeye gitmeleri hadisesi vuku buldu. Bu hadise, Habeşistan'daki muhacirlere "Mekke'de kafirler İslâm'a girdi şeklinde ulaşınca, onlardan bazıları bu haberi duyar duymaz Şevval ayında Mekke'ye geri döndüler. Fakat Mekke'de Müslümanlara yapılan zulüm devam etmekteydi. Bu olaydan sonra Müslümanlar, birincisinden daha çok sayıda olmak üzere, ikinci kez Habeşistan'a hicret ettiler." (ibn Sa'd).

Yukarıdaki rivayetlerden bu surenin Risalet'in 5. yılında nazil olduğu kesinlik kazanmaktadır...



A.Bayındır'ın sitesi: Miraçta peygamberimizin hâşâ Allah ile buluşması diye bir şey yoktur. Onun oraya çıkması Allah’ın bazı ayetlerini, kudretini gösteren alametleri görmesi içindi. İlgili ayetler şunlardır:

“Bir kısım ayetlerimizi kendisine göstermek için, kulunu bir gece Mescid-i Haram’dan, çevresini bereketlendirdiğimiz el-Mescidül-Aksa’ya (yeryüzüne en uzak olan mescide) götüren O Allah her türlü noksanlıktan yücedir. Gerçekten O, işitendir görendir.” (İsra, 17/1)

“O (peygamber), Cebrail’i bir başka inişinde de görmüştü. Sidretü’l- Müntehâ’nın yanında. Ki Cennet’ül-Me’va da onun yanındadır. O zaman ki, o Sidre’yi bürüyen bürüyordu. Gözü kaymadı ve sınırı aşmadı. Andolsun o, Rabbinin en büyük ayetlerinden bir kısmını gördü.” (Necm, 53/13-18) Yolculuğun amacını “kendisine bir takım ayetlerimizi göstermek” (İsra, 17/1) olarak açıklayan Allah Teâlâ, bu ayetlerde peygamberimizin yolculuğunun amacına ulaştığını belirterek “Andolsun ki o, Rabbinin en büyük ayetlerinden bir kısmını gördü.” (Necm, 53/18) buyurmaktadır. İsra suresindeki ayetle Necm suresindeki bu ayetler karşılaştırıldığında aynı olaydan bahsettikleri görülmektedir. İsra suresindeki ayetler yolculuğun amacını, Necm suresindeki ayetler de yolculuğun yapıldığı mekânı, sonucunu ve bu yolculukta görülenleri anlatmaktadır. Necm suresindeki bu ayetler âlimlerin çoğuna göre mi’rac’ı anlatmaktadır.1 Demek ki Allah Teâlâ “kendisine bir takım ayetlerini göstermek için” (İsra, 17/1) peygamberini bir gece mi’rac’a çıkarmış ve bu amaca uygun olarak ona en büyük ayetlerinden göstermiştir. (Necm, 53/18) Bunlar gök katları, her katta orada bulanan peygamberlerle görüşme, Cebrail’in (as) asli suretinde görülmesi, Sidretü’l-Münteha, Cennet, Cehennem, Beyt-i Ma’mur vs. dir. (3)



Hakkı Yılmaz: Necm suresi, bazı iddiaların aksine “Miraç”ı anlatmaz. Tarihiyle, coğrafyasıyla [bir nevi koordinatlarıyla] vahyin ilk geliş şeklini Mekkelileri tanık tutarak anlatır. Gerçek ilah ile putların mukayese edildiği surede salihler övülür, yalanlayanlar kınanır ve herkesin yaptığının karşılığını göreceği bildirilir. (4)


Değerlendirme: Görüldüğü gibi Mealciler Necm suresinin miraçla ilgili olup olmadığı konusunda kendi aralarında hemfikir değiller..



İsrâ Ve Miraç Rivayetleri Üzerine



İzzet Derveze: Müfessirlerin çoğunluğu[34] bu ayetlerin. Peygamber (s)'in semaya yükselişi (miraç) olayına işaret ettiğini ifade etmişler, bununla İlgili olarak azı hariç çelişkili pek çok rivayete yer vermişlerdir. Bu rivayetlerden bir kısmi, miracın rüyada olduğunu ve Peygamber'in vücudunun bulunduğu yerden ayrılmadığını, bazıları bu olayın ruhani bir görüş olduğunu ifade etmektedir. Bazıları ise olayın uyku ile ve uyanıklık halinde meydana geldiğini anlatmaktadır. Bu bir. İkinci olarak, rivayetlerin çoğu, Miraç ve İsra olaylarını birbirine yaklaştırmakta ve her iki olayı da aynı zaman dilimine koy­makta, her iki olayda meydana gelen sahneleri bir zincir içerisinde anlatmakladır. Peygamber (s)'in, İsra olayında Mescid-i Aksa'ya ulaşmasından sonra, semaya yük­seltildiği zikredilmiştir. Bununla birlikle İsra olayına, Necm suresinden uzun bir devir sonra nazil olan İsra suresinde işaret edilmiştir. İsra suresinde sadece Mescid-i Haram'dan Mescid-i Aksa'ya yürüyüş (İsra) zikredilmiştir. Nitekim İsra 1. ayetin metninde de bu görülmektedir:

"Kulunu geceleyin Mescid-i Haram'don çevresini bereketli kıldığımız Mescid-i Ak­sa'ya götüren O Allah eksiklikten uzaktır." Bazı rivayetler var ki; bunlar, Miraç olayına yer vermeden, sadece Mescid-i Haram'dan Mescid-i Aksa'ya İsra /yürüyüşü belirtmekte, bazıları da var ki, İsra ve Miraç olaylarının bir defadan daha fazla olduğunu ifade etmektedir. Üçüncü olarak, rivayetler, olayın meydana geldiği vakit hakkında çelişkili haberler vermekledir. Bir rivayet îsra ve Miraç olaylarının bisetten 15 ay sonra birlikte meydana geldiğini zikretmekledir. Bu zaman dilimi Necm Sûresi'nin nüzul tarihiyle örtüşmekte ise de îsra suresinin nüzul ta­rihiyle örtüşmemektedir ki, İsra suresinin, Peygamber (s)'in Mekke döneminin ortala­rında nazil olduğu (görüşü) tercih edilmekledir. Bir diğer rivayet, her iki olayın da bisetten beş yıl sonra meydana geldiğini belirtmekledir. Bu ise İsra suresinin nüzul tari­hiyle uyuşmakla fakat Necm Suresinin nüzul tarihiyle uyuşmamaktadır. Zira Necm Sû­resi İsra'dan çok önceleri nazil olmuştur:

Başka rivayetlere göre, her iki olay hicretten beş veya bir yıl önce meydana gelmiş­tir. Bu zaman ise her iki surenin de iniş tarihleri ile uygunluk arz etmemekte. Dahası, çok tuhaf bir rivayet de iki olayın hicretten bir yıl önce olduğunu belirtmektedir. İsra ve Miraç olaylarının anlatıldığı rivayetlerde tuhaf bazı açıklamalar vardır:



- Mescid-i Haram'dan Mescid-i Aksa yolculuğu esnasında Peygambere seslenen yaşlı bir kadın;

- Allah'ın bütün Peygamberleri Mescid-i Aksa'da toplaması

- Ve Peygamberin göğe merdiven dayaması ve gök kapılarının birbiri arkasından açılması gibi gök hakkında doğru olmayan açıklamalar, Allah'ın peygamberlerden bir gurup ile göklerde buluşması,

- Arş. Levh, Kalem, Sidretül Münteha, gibi lafızların maddi şekillerde anlatımı

- Peygamber (s)'in Rabbini ve devasa şekilleriyle melekleri görmesi, cennet, cehen­nem, cehennem ehlinin azabı, cennet ehlinin ödüllendirilmesi.

- Beş vakit namazın farz olma şekli, Musa'nın uyarısı ile namazın hafifletilmesi için, Peygamber'in bir kaç kez Allah huzuruna inip-çıkması; bunun sonucu olarak da aslında 50 vakit olan namazın 5 vakte indirilmesi,

- Peygamber'in karnının yarılması ve kalbinin çıkartılıp yıkanması, vs.



Bütün bunlar gösteriyor ki, şu an konumuzu teşkil eden Necm suresi ayetleri ile İsra ve Miraç ile ilgili anlatılan ruhani-ilahi tablo irtibatlandırılmakta ve her iki olay tek bir satıhta birleştirilmek istenmektedir. Daha önce geçen ayetlerin izahını yaparken söylediklerimizin doğru olduğu görü­şündeyiz: Buradaki ayetler Tekvir suresinde anlatılan tablo ile alakalıdır ki bu ayetler bundan sonra vaki olan benzer bir olayı aydınlatmıştır. Biz olayın künhüne vakıf olama­yız. Elimizde olayı, özellikle de "sidretü'l-münteha" ve "cennetü'l-me'vâ"' boyutunu açıklığa kavuşturmaya yardım edecek kesin bir delil de bulunmamaktadır. Bir hususa daha dikkat çekmek istiyoruz ki, biz bu anlattıklarımız içerisinde İsra ve Miraç hadisesini, iki olay etrafında rivayetlerin anlattığı ayrıntıları tamamen reddet­tiğimizi söylemiyoruz. Bunları Allah'ın kudreti ve Peygamberi ile ilişkisi çerçevesine girdiği gaybi hususlar olarak değerlendirmek gerekir. Bunları sıradan akıl ile idrak ve maddi bakış açısıyla mukayese etmek imkansızdır. Kur'an nassı ve Rasulullah'ın söylediği sabit olan haberler, herhangi bir ilaveye ve tahmine gitmeden, nassın durduğu sınırda durulması gerekli imanî gerçeklerdir, Bununla birlikte biz Miraç konusuyla ilgili hâlin uykuda ve rüya halinde olduğunu belirten rivayeti tercih ediyoruz. Allahu Âlem. (Allah en iyisini bilir)[35] [36]

Dipnot:

[34] Necm ve İsra surelerinin tefsirleri hk. bkz. Taberi, İbn Kesir, Nisaburi Begavi, Tabresi, Hazin, İbn Kesir belki de bu rivayet, söz ve hadisleri en fazla cem'edendir.

[35] İsra suresinin ilk ayet yorumuna bakınız.

[36] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 1/159.



İslamoğlu gönülsüz de olsa Miraçla İrtibatlandırıyor gibi:



18-) Lekad rea min âyâti Rabbihil Kübra hakikaten de o rabbinin en büyük ayetlerinden bazılarını, en büyük sembollerinden bir kısmını görmüş oldu.. Bir benzeri İsra suresinde yer alır bu ayetin. Subhanelleziy esra Bi abdihi leylen minel Mescidil Harami ilel Mescidil Aksalleziy barekna havlehu linüriyehu min âyâtina. (İsra/1) Evet, Min âyâti, O’nun ayetlerinden bir kısmını. Hepsini değil, altı çizilmesi gereken nokta burası. Yani O’nun mucizelerinin tamamını değil bir kısmını gördü. Razi; Allah’ı değil raa rabbeh değil Min âyâti rabbih, rabbinin ayetlerini gördü şeklinde açıyor bu ibareyi. Rabbini gördü ile rabbinin ayetlerini gördü çok farklı şeyler diyor. Onun için bazı müfessirlerin rabbini gördü diye algılamasını adeta metne zorla ve sonradan giydirilmiş bir algılama olarak görüyor. Efendimiz mirac hadisinde, daha doğrusu hadislerinden birinde öyle buyuruyor. “Öyle bir yere vardım ki kalemlerin cızırtısını işitiyordum ötelerden gelen.” Bu aslında maddi ve fiziki dünyanın bitip metafizik dünyanın başladığı sınır. Yani meleğin bile bir adım atarsam yanarım dediği bir sınır beklide bilmiyoruz. Hatta bu hadislerde Resulallah’ın ondan ötesinde Burak’a binip ötelere aldığını dile getirilir. Şah Veliyullah Dihlevi, Resulallah’ın miracta Burak’a bindiğini, binişini çok güzel biçimde te’vil eder. Der ki; Yani Burak bir hayvan olarak temsil edilir. Nefsi hayvaninin sırtına bindi, ona galip geldi ve onu aşarak nefsi ruhani ile mevlaya yüceldi. Yani kendi potansiyelinin sınırına nefsi ruhani ile yüceldi. Anlamını verir. Ki gerçekten hoş bir anlam. (5)



Bu yazısında daha net:

Peygamberimiz de davet sürecinin en zor yıllarında miracla ödüllendirildi. Bedenin bittiği an, ruhun önünde ufuklar açılırdı. Miraçla bu gerçek gösterildi. Onun son miracı, çevrenin baskısının en şiddetli anında yaşanmıştı. Allah Rasulünün miracı hakkında sorular sorup, cevaplarını Kur'an'dan alalım:

-Rasulullah bir kez mi miraç etti?

-Necm suresi bu soruya, birden fazla diyor .

-Rasulullah miracta ne gördü?

-"Rabbinin ayetlerinden bir kısmını" gördü (17:1). Gördüğü ayetlerin en büyüğü vahiy meleği idi (53:18). Onu, asli suretinde gördüğünü Allah Rasulü ifade etti. Yine miraçta müminlere vaat edilen cennet bir biçimde gösterildi (53:15). (6)

-----

Açıklama

Tefhimul Kur'an-Mevdudi, (Necm Suresi);

6- (Ki O,) Görünümüyle çarpıcı bir güzelliğe sahiptir. 6Hemen doğruldu.7

7- O, en yüksek bir ufuktaydı.

8- Sonra yaklaştı, derken sarkıverdi.

9- Nitekim (ikisi arasında uzaklık) iki yay kadar (oldu) veya daha da yakınlaştı.8

10- Böylece O'nun kuluna vahyettiğini vahyetti.9

11- Onun gördüğünü gönül yalanlamadı.10

12- Yine de siz görmüş olduğu üzerinde onunla tartışacak mısınız?

13- Andolsun, onu bir de diğer inişte görmüştü.

14- Sidretü'l-Münteha'nın yanında.

15- Ki Cennetü'l-Me'va 11onun yanındadır.

16- Sidreyi örten örtmekte iken,12



AÇIKLAMA

6-"zümarrete" İbn abbas ve Katade'ye göre "güzel ve şahane", Macahid, Hasan Basri İbn Zeyd ve Süfyan Sevri'ye göre 'kuvvetli', Said b. Müseyyeb'e göreyse, "hikmet sahibi"dir. Hz. Peygamber'den (s.a.) rivayet edilen bir hadiste "zu mirre", sağlam, sıhhatli anlamında kullanılmıştır. Lugatta bu kelime, sağlam akıllı ve akıl sahibi anlamına gelir. Allah Teâlâ burada, Cibril için çok yönlü bir kelime kullanarak, onun akıl ve beden bakımından kemale erişmiş bir varlık olduğunu vurgulamıştır. Urducada bu kelimenin tam karşılığı olmadığı için, biz bunu "hikmet sahibi" olarak tercüme ettik. Çünkü Cibril'in bedenî kuvvetlerinin kemali hakkında başka ayetlerde de izah yapılmıştır.



7-"Ufuk kelimesiyle, güneşin doğduğu ve gündüzün aydınlığının yayıldığı yer, yani gökyüzünün doğu tarafı kastolunmuştur. Aynı ifade Tekvir: 23'de, "Ufuk'ıl-Mübin" şeklinde geçmiştir. Bu iki ayetten de anlışıldığına göre, Cibril ilk kez Hz. peygamber'e (s.a) gökyüzünün doğu tarafında gözükmüştür. Çeşitli rivayetlere göre Cibril, o zaman Allah'ın kendisini yarattığı asıl suret üzre idi. İleride ilgili rivayetler zikrolunacaktır.



8-Yani, "Cibril, gökyüzünün doğu tarafında göründü ve Hz. Peygamber'e (s.a) yaklaşarak havada durdu. Sonra daha da yaklaştı, hatta o kadar yaklaştı ki, aralarındaki iki yay veya ondan daha az bir mesafe kaldı" Müfessirler genelde "" ifadesini iki yay ile karşılamışlardır İbn Mes'ud ve İbn Abbas "Kays" kelimesini "zir'a" şeklinde tercüme etmişlerdir. Yani aralarında iki zir'a mesafesinde bir uzaklık kalmıştır.

"Aralarındaki mesafe iki yay veya ondan daha az idi." şeklindeki ifadeden (neuzubillah) Allah'ın söz konusu mesafeyi hesaplamaktan aciz olduğu anlamı çıkarılamaz. Böyle bir izah tarzı, tüm yayların aynı uzunlukta olmayışındandır. Dolayısıyla bu mesafenin eksik ya da fazla olması mümkündür.



9-"Kuluna vahyettiğini vahyetti" şeklindeki ifadeyi iki şekilde de anlamak mümkündür. Birincisi, "O (Cibril) Allah'ın kuluna vahyettiğini vahyetti." İkincisi O (Allah) kendi kuluna vahyettiğini vahyetti." Birinci anlamı ele alırsak, Cibril'in Allah'ın kuluna vahyettiği anlaşılır. İkinci anlamı ele alırsak, Allah'ın Cibril vasıtasıyla kuluna vahyettiği anlaşılır. Müfessirler bu her iki anlamı da öne sürmüşlerdir. Ancak siyak ve sibak içinde bir değerlendirme yapıldığında, birinci anlamın daha uygun olduğu görülür. Nitekim Hasan Basri ve İbn Zeyd'in bu görüşte oldukları nakledilir. Burada "Hu" zamirinin (Abdihi), başlangıçtan beri isminin zikredilmemesine rağmen Allah'a nasıl izafe edilebileceği sorulacak olursa, şu şekilde bir cevap verilebilir. Şayet o izafe olunan, belli bir şahıs ise, onun zikri geçmese bile, zamir kendiliğinden ona işaret eder. Nitekim Kur'an da bu tür örnekler vardır. Örneğin, "Şüphesiz Allah onu Kadir Gecesi'nde indirdi" ayetinde, açıkça zikredilmemesine rağmen, ayetlerin siyakından (sonrasından) Kur'an'ın kastedildiği anlaşılmaktadır. Yine "Eğer Allah yaptıkları yüzünden insanları hemen cezalandıracak olsaydı, onun üstünde canlı bir yaratık bırakmazdı." (Fatır 45) ayetinde kendisi açıkça zikredilmemesine rağmen kastedilenin yeryüzü olduğu açıkça bellidir.

"Biz ona şiir öğretmedik, bu zaten ona yakışmaz" ayetinin ne öncesinde ne de sonrasında Hz. Peygamber'in (s.a) hiç zikri yoktur. Ama sözün gelişinden Hz. Peygamber'in (s.a) kastedildiği açıkça ortadadır. Rahman Suresi'nde de, "Üzerinde bulunan herşey yok olacaktır" denilirken, ayetin ne öncesinde ne de sonrasında zikri geçmemesine rağmen, yeryüzünün kastolunduğu bellidir. "Biz onları yeniden inşaa ettik." (Vakıa: 35) ayetinde, cennetteki kadınlardan bahsetmesine rağmen, onların ismi zikredilmemiştir. Bununla beraber, yukarıdaki ayetten de Cibril'in kendi kuluna vahyettiği anlamı çıkarılamaz. Dolayısıyla buradan, Cibril'in Allah'ın kuluna vahyettiği ya da Allah'ın Cibril vasıtasıyla kuluna vahyettiği anlaşılır.



10-Yani, Rasûlullah (s.a) O'nu gündüzün aydınlığında gördüğü için, bunun bir cin, şeytan, hayal ya da rüya olduğu şeklinde bir şüpheye kapılmamıştır. Net bir şekilde gördüğünden dolayı da O'nun Allah'dan vahiy getiren Cibril olduğu konusunda bir tereddüt duymamıştır.

Burada insan Hz. Peygamber'in (s.a) bu kadar istisnai bir vakıayı müşahede etmiş olmasına rağmen, gördüğü şeyin, hayal, cin veya şeytan olabileceği şeklinde neden bir şüpheye düşmediğini düşünebilir ve dolayısıyla bunun nedenini sorabilir. Bize göre bu sorunun beş şıkka dayanan bir cevabı vardır:

1-a) Rasûlullah (s.a) bu vakıayı gündüzün aydınlığında görmüştür. Yani, uyku esnasında bir rüya olarak veya yarı uykulu iken ya da derin düşüncelere daldığında değil, tıpkı insanın gündüzün aydınlığında etrafındakileri net bir şekilde gördüğü gibi görmüştür. İnsan bu şekilde her gördüğü şeyden (dağlar, nehirler, evler vs.) şüphe etmiyorsa, Hz. Peygamber (s.a) de apaçık bir hakikat olarak gördüğü bu manzaradan şüphe etmemiştir. Bunu dış (âfâkî) bir neden olarak öne sürebiliriz.

1-b) İçsel (enfusî) diye niteleyebileceğimiz diğer bir neden, içinde bulunduğu haleti ruhiye dolayısıyla, Hz. Peygamber'in (s.a) yanlış bir şey görmediğine inanmasıdır. Çünkü Hz. Peygamber (s.a) Cibril'i ruhen uyanık ve musait bir vaziyette görmüştür. Daha önceden zihninde bu tür hayaller kurmadığı için, gördüğü manzarayı hayal olarak nitelememiştir. Aksine O, şuuru yerinde iken O'nu görmüştür.

1-c) Ayrıca karşısındaki varlık, o kadar harikulede bir güzelliğe sahipti ki, Hz. Peygamber (s.a) böyle bir güzelliği tasavvur dahi etmemişti. Dolayısıyla Hz. Peygamber (s.a) gördüğü varlığın kendisinin hayallerinin bir ürünü olduğunu veya bu özelliklere sahip bir cinle karşılaştığını düşünmemiştir. İbn Mes'ud'un Rasûlullah'dan (s.a) rivayet ettiği bir hadise göre O, "Ben Cibril'i 600 kanatlı olarak gördüm" demiştir. (Müsned-i Ahmed). İbn Mes'ud'un izahına göre, Cibril'in bir kanadı bile o kadar büyüktü ki, adeta ufku kaplamıştı. Allah bunu "Şedid-ül Guva' ve 'Zu mirre" sıfatlarıyla ifade etmiştir.

1-d) Hz. Peygamber'e (s.a) vahyi aktarmak için görevli varlık, itimat telkin eden ve emin bir şahsiyete sahipti. Rasûlullah'a (s.a) kainatla ilgili öğrendiği ilmi anında aktarıyordu. Aktarılan bu bilgi, onun zan ve hayal sınırlarını aşmaktadır. Çünkü Hz. Peygamber'in (s.a) önceden edindiği böyle bir bilgi yoktu. Dolayısıyla O, zihninde kendisine bu bilgiyi aktaran varlığın, cin veya şeytan olabileceği ihtimalini düşünmemiş, hatta bu tür bir tereddüde kapılmamıştır. Zira şeytan, şirke rağmen Tevhid, cahiliyyeye rağmen yüksek ahlâk ve fazilet, zulüm ve haksızlığa rağmen ise Allah'ın birliği hakkında bilgi aktarmaz.

1-e) En önemli neden; Allah'ın Peygamberlik görevi gibi yüce bir makama seçtiği kimsenin kalp ve zihnini şek ve şüphelerden arındırmasıdır. Artık o kimse, Allah'ın tevfikiyle her gördüğü ve duyduğu hakikatı "şerh-i sadr" ve "itminan-ı kalb" ile tasdik eder. Kendisine vahiy ilham ve diğer yollarla gelen bilgiler hakkında kuşkuya düşmez. Çünkü Allah tarafından gönderilen mesaja, şeytanın müdahale edemeyeceğini çok iyi bilir. Allah'dan başkasının kelamı karışmış olsa bile, yine de geri çevirebilecek bir şuur ve hissiyat, tüm peygamberlere Allah tarafından verilmiştir. Faraza böyle bir şey olsa hemen fark ederler. Tıpkı balığın yüzmesinden, kuşun uçmasından ve insanın kendi varlığından şüpheye düşmediği gibi, bir peygamber de "Ben Allah'ın elçisi miyim?" şeklinde herhangi bir şüpheye düşmez.



11-Bu, Hz. Peygamber'in (s.a) kendisini asıl suretiyle gördüğü Cibril ile yaptığı ikinci görüşmeye işaret etmektedir. Bu görüşmenin vuku bulduğu yerin adı olarak, "Sidretu'l-Münteha" ifadesi kullanılmış ve yanında da "Cennet'ul- Me'va" olduğu bildirilmiştir.

"Sidretu'l-Münteha", bir sıra ağacın en sonundaki ağaca atfen kullanılır. Nitekim Allame Alusi, Ruhu'l-Meani adlı eserinde bu hususu şöyle açıklar: "Tüm ilimler orada son bulur ve ötede bulunan herşeyi Allah bilir." İbn Cerir de aynı açıklamayı hemen hemen kabul eder. İbn Esir ise, "En Nihaye fi Garibi'l-Hadis" adlı eserinde şöyle bir açıklama yapar: "Bu hususu anlamak, yani maddi dünyanın son sınırındaki "Sidre"nin keyfiyetini bilebilmek çok güçtür." Mahiyeti ne olursa olsun Allah Teâlâ, insanların lisanındaki "Sidre" kelimesini seçip kullanmıştır." Cennetu'l-Me'va' ise lugatte, barınılacak, oturulacak yer anlamına gelir. Hasan Basri'ye göre bu Cennet, mü'minlerin gireceği cennettir. O, bu ayetten yola çıkarak cennetin gökte olacağını söyler. Katede ise bu cenneti şehid ruhlarının gideceği cennet olarak kabul eder. Yani Ahirette verileceği vaad edilen cennet değildir. Nitekim İbn Abbas da aynı kanaattedir. O ayrıca şöyle der: "Ahirette va'd edilen cennet gökte değil, bu dünyada olacaktır."



12-Yani, O'nun keyfiyetini ve niceliğini aktarmak mümkün değildir. İnsanın tasavvur edemeyeceği boyutlarda olduğu gibi izah etmekte mümkün değildir.



17- Göz kayıp-şaşmadı ve (sınırı) taşmadı.13



18- Andolsun, o, Rabbinin en büyük ayetlerinden olanını gördü.14



AÇIKLAMA



13-Yani, Hz. Peygamber (s.a) o kadar çok tahammül sahibi idi ki, orada tecelli eden olaylar, onun gözlerini kamaştırmadı, kendisini rahatsız etmedi ve sakin bir şekilde müşahede etmeye devam etti. Diğer yandan gayet teveccüh, kemal-i zabt ile dikkatini, çevresiyle hiç ilgilenmeden meleklerin çağırdığı maksat üzerinde toplamıştı. Bu meseleyi şöyle bir örnekle açıklamak mümkün: Büyük ve kuvvetli bir hükümdar tarafından, huzura çağrılan bir kimsenin, hükümdarın sarayında ömrü boyunca görmediği müthiş bir debdebe ve ihtişam ile karşılaştığını düşünelim.

Şayet bu kimse yüksek meziyetlere sahip değilse, şaşkınlık ve hayret içinde kalarak, sürekli sağa sola bakacaktır. Fakat yüksek meziyetleri olan ve edep sahibi bir şahıs, ne bir şaşkınlık içine düşer ne de orada gördüğü harikulede manzaradan etkilenir. Aksine vakar içinde, huzura niçin çağrılmışsa, dikkatini ona verir. İşte Rasûlullah'ın (s.a) aynı şekilde hasletleri bu ayette beyan edilmiştir.



14-Ayetten açıkça anlaşıldığı gibi, Hz. Peygamber (s.a) Allah'ı değil, O'nun büyük ayetlerini görmüştür. Siyak ve sibakdan bu olayın ikinci görüşmede vuku bulduğu anlaşılmaktadır. İlk kez onu Ufuku'l-Ala da görmüştü ve bu, Allah değildi. İkincisinde ise "Sidretu'l-Münteha"da görmüştü o da Allah değildi. Rasûlullah (s.a)her ikisinde de Cibril'i görmüşdü. Eğer Hz. Peygamber (s.a) Allah'ı görmüş olsaydı muhakkak bu kadar büyük bir hadiseyi açıkça anlatmış olması gerekirdi. Kur'an'da Hz. Musa, Allah'ı görmeyi arzu ettiğinde Allah Teâlâ kendisine, "sen beni göremezsin" demiştir. Yani Hz. Musa'ya böyle bir şeref verilmemiştir. Şayet bu şeref, Hz. Peygamber'e (s.a) verilmiş olsaydı, Allah onu açıkça beyan ederdi. Ayrıca Kur'an'da, miras hadisesiyle ilgili olarak aynı ifade kullanılmıştır: "O'na (Peygambere) ayetlerimizden bir kısmını gösterelim diye..." (İsra: 1) Söz konusu ayette ise, Hz. Peygamber'in (s.a) Sidret'ul-Münteha'da, Allah'ın büyük ayetlerini gördüğünden bahsedilerek aynı ifadeler kullanılmıştır.

Aslında Kur'an'ın bu ayetlerinden, Hz. Peygamber'in (s.a) Allah'ı değil, O'nun ayetlerini gördüğü açıkça ortadadır. Fakat bu ihtilaf, bir takım hadisler yüzünden meydana gelmiştir. Bunun için de, biz, çeşitli sahabelerden bu konuyla ilgili rivayet edilen hadisleri aşağıda nakletmeyi istedik:

1-a) Hz. Aişe (r.a)'dan gelen rivayetler.

Hz. Mesruk şöyle beyan etmiştir: "Bir defasında ben Hz. Aişe'ye, "Ya validemiz! Hz. Peygamber (s.a) Allah'ı gördü mü?" diye sorunca, o: "Senin bu sorun tüylerimi ürpertti" diye cevap verdi. "Şu üç şeyi iddia edenin yalan söylemiş olduğunu nasıl unutursunuz!" İlk olarak Hz. Peygamber'in (s.a) Allah'ı görmediğini söyleyip, şu ayetleri okumuştur. "Gözler onu görmez", "Allah bir insanla konuşmaz, ancak vahiyle yahut perde arkasından veya bir elçisini gönderip dilediğini vahyeder." Daha sonra da şöyle dedi: "Rasûlullah (s.a) Cibril'i iki kez asıl suretinde gördü." (Buhari, Kitabu'l-tefsir.)

Aynı hadisi, Buhari, "Kitabu't-Tevhid" ve "Kitab'u Bidau'l-Halk" bablarında yine Hz. Mesruk kanalıyla şöyle nakletmiştir: Hz. Aişe'nin bu cevabı üzerine kendisine "Sonra yaklaştı, sarktı" ayetinin anlamını sordum. Bunun üzerine o, "Bununla Cibril kastedilmektedir. O her zaman Rasûlullah'a (s.a) insan şeklinde geliyordu, ama bu sefer asıl suretinde gelmiş ve tüm ufku kaplamıştır" dedi.

İmam Müslim "Kitabul-İman Sidretu'l-Münteha'nın zikri" babında Hz. Aişe ile Hz. Mesruk arasındaki konuşmayı şu şekilde nakletmiştir. Ancak bu rivayette dikkat edilecek nokta, "Kim Allah'ı gördüğünü iddia ederse, o Allah'a iftira etmiştir." şeklindeki ifadedir. Nitekim Hz. Mesruk şöyle anlatıyor: "Ben arkama yaslanıyordum, aniden dik oturdum ve "Ey mü"minlerin annesi! acele etmeyin. Allah, "Onu yüksek ufukta iken gördü" ve "Andolsun onu bir kez daha inerken gördü" diye buyurmamış mıdır? dedim. Hz. Aişe şöyle cevap verdi: "Ümmetin içinde Hz. Peygamber'e (s.a) bu konuda ilk soruyu ben yönelttim. O da "Bununla Cibril kastolunuyor. Ben onu iki kez Allah'ın yarattığı asıl suretinde gördüm. İkisinde de gökten iniyordu. Öyle ki, görüntüsü tüm ufku kaplamıştı" diye cevap verdi bana.

İbn Merduye yine Hz. Mesruk kanalıyla, ilgili rivayeti şu şekilde nakletmiştir. "Hz. Aişe, herkesden önce Hz. Peygamber'e (s.a.) "Rabbini gördün mü?" diye ben sordum. O da, "Hayır, Ben Cibril'i gökten inerken gördüm" diye cevap verdi demiştir."

1-b) Abdullah b. Mes'ud'dan (r.a) gelen rivayetler:

Zir bin Humeyş'in, İbn Mes'ud'dan rivayet ettiğine göre, O "fe kâne kabe kavseyni ev edna" ayetini şöyle tefsir etmiştir: "Rasûlullah (s.a) Cibril'i 600 kanatlı olarak görmüştür" (Buhari, Kitabu't-Tefsir, Müslim, Kitabu'l-İman, Tirmizi, et-Tefsir).

İmam Müslim'in naklettiği başka bir rivayete göre, İbn Mes'ud "O'nun gördüğünü kalbi yalanlamadı" ayetini de aynı şekilde tefsir etmiştir.

Müsned-i Ahmed'te İbn Mes'ud'un bu tefsiri Zir b. Hubeyş'in dışında ayrıca Abdurrahman b. Yezid ve Ebu Vayl tarafından da rivayet edilmiştir. Ayrıca yine Zir bin Hubeyş'den nakledilen iki rivayet daha vardır. Hubeyş İbn Mes'ud'dan şöyle rivayet eder: "İbn Mes'ud, O'nu Sidret'ul-Münteha'nın yanında gördü. " ayetini tefsir ederken Rasullah. "Ben Cibril'i Sıdretu'l-Münteha'da 600 kanatlı olarak gördüm" dedi, demiştir" İmam Ahmed, aynı konudaki başka bir rivayeti, Şakik b. Seleme kanalıyla nakletmiştir. Bu rivayete göre İbn Mes'ud, "Rasûlullah, Cibril'i Sidretu'l-Münteha'da asıl suretinde gördü." demiştir.

1-c) Ata b. Ebi Rebiha, "Andolsun onu birkez daha inerken gördü." ayeti hakkında Ebu Hureyre'ye sorduğunda O, "Hz. Peygamber (s.a) Cibril'i görmüştü" diye cevap verdi (Müslim, Kitabu'l-İman)

1-d) İmam Müslim, Ebu Zer'den, Abdullah b. Şakik kanalıyla gelen iki rivayeti, Kitabu'l-İman'da şu şekilde nakletmiştir: 1) Ebu Zer, Hz. Peygamber'e (s.a) "Ya Rasûlullah, Rabbini gördün mü?" diye sormuş, O da "Ben O'nun nurunu gördüm" diye cevap vermiştir 2) "Ben sadece nur gördüm" demiştir. Bu hususu İbn Kayyım, Zadu'l-Mead'da şöyle izah eder. "Birinci ifadenin anlamı ", Ben Allah'ı değil, O'nun nurunu gördüm şeklindedir."

Nesei ve İbn Ebi Hatim, Ebu Zer'in sözünü, "Rasûlullah (s.a) Rabbini gözleriyle değil, kalbiyle gördü" şeklinde nakletmişlerdir.

1-e) İmam Müslim, Kitabu'l-İman'da, Ebu Musa el-Eşari'den bir rivayeti şu şekilde nakletmiştir: "Mahlukun gözleri Allah'a kadar ulaşamaz."

1-f) Hz. Abdullah İbn Abbas'dan gelen rivayetler:

İmam'ı Müslim'in İbn Abbas'dan naklettiği bir rivayete göre, "Rasûlullah (s.a) Rabbini iki defa kalbiyle görmüştür." (Aynı rivayet Müsned-i Ahmed'de de kayıtlıdır.)

İbn Merduye, Ata bin Ebi Rebiha kanalıyla İbn Abbas'ın şu sözünü nakletmiştir. "Rasûlullah (s.a) Rabbini gözleriyle değil, kalbiyle görmüştür."

Nesei, İkrime kanalıyla İbn Abbas'ın şu sözünü nakleder: "Niçin hayret ediyorsunuz? Allah, Hz. İbrahim'i dost edindi, Hz. Musa ile konuştu ve Hz. Muhammed'e kendini gösterdi." (Hakim de aynı sözü nakleder ve sahih olarak kabullenir.)

Tirmizi, Şa'bi kanalıyla İbn Abbas'ın bir mecliste şöyle söylediğini nakleder: "Allah, Ruyeti ve Kelamı Hz. Musa ile Hz. Muhammed (s.a) arasında taksim etmiştir. Hz. Musa iki kez Allah ile konuşmuş ve Hz. Muhammed de (s.a) iki kez Allah'ı görmüştür. Bu konuşmayı işittikten sonra Hz. Mesruk, Hz. Aişe'nin yanına giderek O'na, "Rasûlullah (s.a) Allah'ı gördü mü?" diye sormuştur. Hz. Aişe, "senin bu sorun tüylerimi ürpetti" dedikten sonra, aralarında yukarıda zikrettiğimiz konuşma geçmiştir.

Tirmizi, İbn Abbas'dan rivayet edilen üç görüşü şu şekilde nakleder.

1) Rasûlullah (s.a) Allah'ı görmüştür.

2) Allah'ı iki kez görmüştür.

3) Allah'ı kalbiyle görmüştür.

Müsned-i Ahmed'de İbn Abbas'dan bir-iki rivayet daha nakledilir. O, Rasûlullah'ın (s.a) "Ben Allah'ı gördüm" dediğini söyler. Diğer rivayette ise şöyle demiştir: "Rasûlullah (s.a) "Bu gece Rabbim bana en güzel şekilde geldi" diye buyurduğunda, ben, Rasûlullah'ın (s.a) Allah'ı rüyasında gördüğünü anladım."

Taberani ve İbn Merduye, İbn Abbas'tan başka bir rivayeti şu şekilde nakletmişlerdir: "Rasûlullah (s.a) Rabbini iki kez gördü. Birinde gözleriyle, diğerinde ise kalbiyle"

1-g) Muhammed b. Kaab el-Kurzî'nin nakline göre, bazı sahabiler Hz. Peygamber'e (s.a); "Ya Rasûlallah! Sen Allah'ı gördün mü?" diye sormuş ve o da "Ben O'nu iki kez gördüm" demiştir. (İbn Ebi Hatım) İbn Cerir ise aynı sözü şu şekilde nakleder: "Ben O'nu gözlerimle değil kalbimle gördüm."

1-h) Şerik bin Malik kanalıyla Hz. Enes b. Malik'den miraç hakkında şöyle bir rivayet bulunmuştur. "Rasûlullah (s.a) Sidretu'l-Münteha'ya ulaştığında, Allah O'na yaklaştı ve üstüne sarktı, hatta o kadar yakınlaştı ki aralarında iki yay veya ondan daha az bir mesafe kaldı. Ondan sonra emirlerden bir emirle 50 vakit namazı farz kıldı. Bu hadise, İmam Hattabi, Hafız b. Hacer, İbn Hazm ve el-Cami Beyne'l-Sahiheyn sahibi hafız Abdulhak, senet ve metin yönünden itiraz etmişlerdir. Onların itiraz ettikleri en önemli nokta, sözkonusu hadisin metninin Kur'an'ın açık ifadelerine ters düşmüş olmasıdır. Çünkü Kur'an her iki Ruyeti de zikreder ve ikisinin de, biri Ufuku'l Ala'da, diğeri Sidretu'l-Münteha'da olmak üzere ayrı zaman ve mekanlarda vuku bulduğunu söyler. Fakat yukarıdaki hadislerde her iki Ruyeti birbirine kavuşmuştur. Dolayısıyla bu hadisi kabul etmek mümkün değildir.

Son tahlilde yukarıda zikrettiğimiz rivayetlerin sıhhatli olanlarının İbn Mes'ud ve Hz. Aişe'den gelenler olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü bu iki kişi de, Rasûlullah'ın (s.a) Allah'ı değil, Cibril'i gördüğünü ittifak ile söylemişlerdir. Ayrıca bu rivayetler, Kur'an'ın ifadeleriyle de mutabakat arzetmektedir. Ayrıca Ebu Zer'den ve Ebu Musa el-Eşari'den nakledilen hadisler bu hususu teyid ediyorlar. Bunların aksine İbn Abbas'dan gelen rivayetler karma karışıktır ve çelişkilerle doludur. Nitekim bu rivayetlerin hiçbiri Hz. Peygamber'e (s.a) kadar ulaşmaz. Bu konudaki istisnalar içerisinde de, Kur'an'da zikredilen, "Ru'yet" hakkında bir açıklama yoktur. Ancak bir rivayette açıklama bulunuyor, onda da "Benim anladığıma göre Rasûlullah (s.a) Allah'ı rüyada görmüş" denilmektedir. Dolayısıyla bu rivayetlerin İbn Abbas'a ait olduğu şeklindeki iddialar güven verici değildir. Muhammed bin Ka'b el-Kurzi'nin naklettiği rivayete gelince, hangi sahabilerin soru yönelttikleri zikredilmemiştir. Yine o, Hz. Peygamber'in (s.a) Allah'ı gördüğü şeklindeki iddiayı reddeden başka bir rivayeti nakletmiştir.

***

(1) http://www.suleymaniyevakfi.org/roportajlar/isra-ve-mirac.html

(2) https://www.youtube.com/watch?v=5KcoZ4Y7Wl4&t=14&t=28m33s

(3) http://www.fetva.net/yazili-fetvalar/mirac-hadisesine-kuranda-yer-veriliyor-mu-bu-isin-asli-nedir.html

(4) http://www.istekuran.com/index.php?page=necm

(5) https://www.youtube.com/watch?v=rhe7ZByTSgo&t=41m30s

(6) http://www.mustafaislamoglu.com/yazar_487_8_mirac-ilerleme-mitine-karsi-yucelme-hakikati-.html
Devamını Oku »

Miracı Olmayanın Mevlidi Ne Mana İfade eder?



Miracı Olmayanın Mevlidi Ne Mana İfade eder?
Sufiler arasında bir deyim yaygındır: “Allah’a giden yollar nefesler (enfas) sayısıncadır.” Deyimdeki kelime (enfas) bazen nefis (kişi) diye okunur ve her insanın Allah’a giden ‘hususi yolu’ vardır diye tefsir edilir.

Hz. Peygamber’e dair konuşmak, onun hayatını veya özelliklerini yazmak ‘ilahiyatçı’ olarak mesleğin en hoş yönlerindendir: insanlığın ideal örneği ve onun vasıflarından söz etmek bir imtiyaz ve lütuftur bütün ilahiyatçılara. Böyle bir konuşma hem kolay ve hem zor: kolaydır, çünkü bildiğiniz bütün hakikatleri ve insanı özellikleri anlatsanız hepsi Hz. Peygamber’e münasip düşer. Hz. Peygamber bu itibarla herkes tarafından ‘maruf’ ve herkese aşina olan kişidir. Müslümanların çocuklarına yaygın olarak Hz. Peygamber’in isimlerini vermiş olmalarının sebebi peygambere dair bu aşinalık ve marifettir.  Hz. Peygamber’deki vasıflara delalet eden isimler herkesin bildiği ve ahlak ilkesi olarak kabul ettiği vasıflardır; bu itibarla Hz. Peygamber ideal insanı temsil eder. İşin kolay tarafı bu. Hz. Peygamber hakkında söz söylemek zordur, çünkü her Müslümanın kendince aşina olduğu bir meseleyi anlatırken yeni ne söyleyebilirsiniz? Kolay ile güçlük arasında bir yol bulup Peygamber’in mevlidi hakkındaki düşüncelerimi paylaşmak istedim.

Benim için şu soru anlamlı bir sorudur ve bu soruyu herkesin sorma hakkına inanırım: Müslümanlar Hz. Peygamber’in doğumunu niçin kutluyor? Üstelik Müslümanların bir kısmı –ki niceliksel olarak değilse bile etkileri bakımından önemli bir kısmı- tepki gösterse ve din içerisinde sonradan çıkartılmış bir ‘bidat’ saysalar bile, geçmişten günümüze değin Hz. Peygamber’in doğumunu özel bir münasebetle kutlamaktan geri durmamışlardır. İslam dünyasının bilhassa Hicaz kısmının dışındaki bölgeler olmak üzere İran’da, Hint-Pakistan bölgesinde, Afrika’da ve Anadolu’da Hz. Peygamber’in doğumu vesilesiyle Kuran-ı Kerim’in tilavet edildiği, salavat-ı şerifelerin okunduğu, şiirlerin ve kasidelerin genellikle bestelenmiş olarak okunduğu geceler tertip edilir. Hiç biri 14. Asrın büyük mutasavvıf ve şairlerinden Süleyman Çelebi tarafından yazılmış Mevlid-i Şerif’i kadar tanınmamış olsa bile farklı dillerde ve lehçelerde yazılmış mevlitler İslam dünyasında geniş bir literatür teşkil eder. İslam düşünce geleneklerinde Hz. Peygamber’in yeri ve konumu üzerindeki tartışmaları dikkate aldığımızda Müslümanların bir kısmı için bu kutlamalar bir önem ifade etmeyebilir. Hz. Peygamber’in doğumu, yaşadığı hayat ve ahlaki vasıfları üzerinde geniş bir literatürün ortaya çıktığı bir vakıadır. Zamanla Hz. Peygamber’in yanında başka bazı büyük insanlar için benzer toplantılar tertip edilse bile esas itibarıyla mevlit Hz. Peygamber ile özdeşleşmiştir. Bu nedenle bütün öteki merasimlerin anlamlı olabilmesi için Hz. Peygamber’in mevlidinin niçin kutlandığı ve dikkatin niçin Hz. Peygamber’e teksif edildiği hakkında bir kanaatimiz olmalıdır ki ötekilerden söz ettiğimizde tutarsızlığa düşmeyelim.

Sufiler arasında bir deyim yaygındır: “Allah’a giden yollar nefesler (enfas) sayısıncadır.” Deyimdeki kelime (enfas) bazen nefis (kişi) diye okunur ve her insanın Allah’a giden ‘hususi yolu’ vardır diye tefsir edilir. Bazen deyimdeki kelime ‘nefesler’ anlamında alınarak -her nefes Allah’a giden bir imkân kabul edilerek- Allah’ın kula yakınlığını anlatmak için yorumlanır. Bu yorumda insan her nefeste Allah’a gidebilecek bir imkâna sahiptir. Başka bir anlatımla hayat sonsuz nefeslerden oluşurken her nefesin varlık sebebi Allah’ı anmak ve O’na dönmektir. Sözü aktaranlardan birisi Kübreviye’nin piri Necmeddin Kübra’dır. Onun aktarımıyla  ‘Allah’a giden yollar nefisler sayısı kadardır.’ Süleyman Çelebi’nin ‘bir kez Allah derse aşk ile lisan, dökülür cümle günah mislü hazan’ mısraını hatırlarsak ikinci yorum da muhtemeldir. Öte yandan sufilerin insanın uzun bir ömür olarak tahayyül ettiği hayatı ‘üç gün’ veya ‘üç nefes’ saydıklarını hesaba katarsak, deyimin yorumlanması gereken istikamet ortaya çıkar: ömür denilen şey, ‘alınmış, alınan ve alınmamış’ üç nefesten ibarettir. O kadar!

Öte yandan ‘Allah’a giden yol’ tabiri üzerinde durmak gerekir. ‘Allah’a gitmek’ tabiri bir vehim olabilir mi? Allah gidilen- gelinen bir mekân veya gaye midir ki? Her yerde ‘hazır ve her şeye nazır’ olan Allah’a gitmekten söz etmek bir çelişki değil midir? Naslarda Allah’a gitmek, Allah’a çağırmak gibi ifadeler yer alsa bile İbnü’l-Arabi’nin ısrarla dikkatimizi çektiği üzere, bu ifadeleri algımızı ters yüz edecek şekilde yorumlamak lazımdır. Bu itibarla ‘Allah’a davet’in ilk tesiri algının ters yüz edilmesiyle ortaya çıkar. Bu itibarla tashih edilmesi gereken ilk şey algının ta kendisidir. ‘Allah’a gitmek’ veya ‘Allah’a davet’ çağrısı herhangi birine veya bir mekâna gitmek şeklinde yorumlanmaktan’ tenzih’ edilmelidir ki maksada varmak mümkün olabilsin. Allah’a gitmek ile kastedilen şey, O’nun her yerde ve her zamanda var olan mutlak hakikat olduğuna ‘iman’ ve bunun sürekli olarak akılda tutulması anlamındaki ‘huzur’, her nefesi bu bilinçle almak-vermek demek olan İslam’dır.   İşte Süleyman Çelebi’nin “Bir kez Allah derse lisan, dökülür cümle günah mislü hazân” mısraı bu ilkenin bir yorumu olarak okunabilir.

Deyimdeki ‘enfâs’  kelimesinin ‘nefs’ kelimesinin çoğulu olabileceğini söylemiştik. Bu kez deyim herkesin Allah’a giden hususi bir yolu vardır demekti.  ‘Her insanın Allah’a giden bir yolu vardır’ cümlesi üzerinde durmak gerekir. Çünkü bu anlamıyla deyim - Allah’a giden yol olarak İslam’ı kabul ettiğimizde- yanlış anlamaya müsait olabilir. Sufiler deyim üzerinde durduklarında şöyle bir neticeye varmışlardır: Allah’a giden yollar çoktur, fakat yollar içerisinde en güvenli, en doğrudan ve tehlikelerden uzak yol sırat-ı müstakim’dir. Sırat-ı müstakim Allah’a giden kestirme yol demektir. Bu yorumda insanın sırat-ı müstakim’i takip etmesi, insan için başarısızlıkla neticelenebilecek yollardan vaz geçerek Allah’ın bildirdiği yolu takip etmesi demektir.  O yol Peygamber tarafından getirilmiştir ve insan sırat-ı müstakime uymakla hususi yolundan vaz geçmiş olur.

Peygamber’in bize getirdiği yol Allah’a giden sonsuz sayıdaki yol arasından en doğru ve en güvenli yoldur. Her insan için Allah’a varabilecek en doğrudan yol, sırat-ı müstakim, yani Hz. Peygamber’in yolu olan Muhammedilik olmalıdır. Artık ‘her yol Allah’a varır’ yerine ‘sırat-ı müstakim insanı Allah’a ulaştırır’ demek gerekir; bu durumda Allah’a giden yol nefisler sayışıncadır’ cümlesini sırat-ı müstakim kapsamında yeniden yorumlamak gerekir. İslamiyet içerisindeki bütün tarikatların üst başlığının Muhammedilik olması bunu anlatır.  Varlık sebebimiz ve maksadımız Allah’ı tanımak ise maksada götürecek yol sadece Muhammedilik olabilir. Binaenaleyh Allah’a Hz. Peygamber üzerinden gidilir. Artık her insan İslam’ı kabul etmekle vaz geçtiği Allah’a giden hususi yolunu sırat-ı müstakim içerisindeki ‘özel’ yolda bulacaktır. Bunu Konevi’nin isimlendirmesiyle ‘vech-i has’, yani Allah’a bakan özel yönümüz ve yüzümüz olarak isimlendirebiliriz. İslam bireysel farklılıkları bu şekilde muhafaza eder: büyük yol içerisindeki özel ve dar yollar. Başka bir ifadeyle Hz. Peygamber’in hakikatinin içerdiği özel hakikatler.

Öyle görünüyor ki, Hz. Peygamber’in mevlidi üzerindeki konuşmalarda ‘kırılma noktası’ tam burasıdır: Acaba biz tarihsel bir hadise ve bir kişiyi ilgilendiren –ki isterse Hz. Peygamber olsun- bir hadiseden mi söz etmekteyiz, yoksa her insan ferdini ilgilendiren bir hadiseden mi söz etmekteyiz?

İslam’ın bazı özellikleri vardır ki bunlar özellikle metafizikçi düşünürler tarafından ayrıntılı bir şekilde işlenmiş, İslam’ın zaman üstü ve kişilere münhasır olmayan yönü ortaya konulmuştur.  Bunlardan birisi bir kişiden söz ederken bütün insanları ilgilendiren imkândan söz edebilmemizdir. Bu özellik esas itibarıyla Kur’ân’ın icazından kaynaklanır. Kur’ân-ı Kerîm genellikle kişilerden ve somut hadiselerden söz etmez, daha çok belirsiz bir şekilde imandan, inkârdan, nifaktan vs. söz eder. Bu durum her insanı tekini hadiseye iştirak ettirme maksadı taşır. Kur’ân-ı Kerîm Firavun, Nemrut gibi olumsuz karakterlerden veya Hz. Musa, Hz. İsa vb. gibi olumlu misallerden söz ederken Müslüman düşünürler özel isimlerden genel durumlar çıkartarak ‘firavunluk’, ‘nemrutluk’, musalık’ gibi isim mastarlar türetir. Bu sayede tarihte yaşamış Mısırlı Firavun sadece bir örneğe döner; esas olan ise bir ahlak ve insani durum olarak Firavunluktur. Yukarıda zikrettiğimiz deyimi hatırlarsak, şöyle bir hüküm vermek mümkündür: Allah karşısında işlenmiş kibir ve kendini beğenme suçu olarak ‘nefisler/nefesler sayısınca Firavunluk vardır.’ Benzer yorumu öteki isimler ve ahlak için düşünebiliriz. Acaba Hz. Peygamber’in mevlidini bu çerçevede ele almak mümkün müdür?

Öyle görünüyor ki, Hz. Peygamber’in mevlidi üzerindeki konuşmalarda ‘kırılma noktası’ tam burasıdır: Acaba biz tarihsel bir hadise ve bir kişiyi ilgilendiren –ki isterse Hz. Peygamber olsun- bir hadiseden mi söz etmekteyiz, yoksa her insan ferdini ilgilendiren bir hadiseden mi söz etmekteyiz?  İslam’ın genel bakış açısını ve bu bakış açısıyla ortaya çıkan metafizik düşünceyi hesaba katarsak, bir kişinin mevlidini konuşmak anlamlı değildir. Hele ‘dini’ bir gayeyle tabii bir hadiseyi kutlamak makul bir iş olmasa gerekir. Bir şeyin ‘dini’ değerinin olabilmesi için naslarda karşılığının olması gerekir. Aksi halde tabii bir hadiseyi kutlamak niçin Hakka ‘kurbiyet’ vesilesi olsun ki?  Metafizikçi düşünürler bu paradoksu çözebilecek bir bakış açısı ortaya koymasalardı özel bir doğum ile her insanın doğumu arasındaki irtibatı anlayamaz, Hz. Peygamber’in mevlidi üzerindeki faaliyet anlamsız kalabilirdi. Öyleyse buradaki ana soru şudur: Bir tabii hadise olarak ‘mevlid’ veya ‘viladet (doğum)’ nedir ve Müslümanlıkta neye karşılık gelir? Sorunun cevabını bulduğumuzda artık mevlid üzerindeki konuşmalar bir bağlama yerleşir, mevlid kutlamaları bir kişiyi övmek veya anmaktan öteye geçerek hakiki manasını bulur.  Başka bir ifadeyle mevlidin ne olduğu hakkında bir fikrimiz yoksa Hz. Peygamber’in mevlidi üzerindeki konuşmanın da bir anlamı olmayacaktır.

İdeal insan Olarak Hz. Peygamber:

Bir insan Bütün İnsanlık Demektir!



Dedik ki Müslüman metafizikçiler Hz. Peygamber ile her bir insan bireyi arasındaki irtibatı gösterdiler. Bu sayede Hz. Peygamber hakkında konuşmak yabancı ve uzak birisinden konuşmak değil, her bir ferde yakın birisinden söz etmek anla­mına geldi. Bunu izah edebileceğimiz en iyi misallerden birisi onun mevlidi üzerinde konuşmaktır. Onun mevlidi üzerinde konuşmak, biraz daha ayrıntılı olarak ele alacağımız gibi, her insanın kendi doğum hadisesinden konuşmayı içerecek şekilde doğum-oluş hadisesi üzerinde konuşmak demektir. Biz Hz. Peygamber'in doğumunu kutlarken zımnen kendi doğumumu­zu kutlamış oluruz ve 'mevlit' üzerinde tefekkür etmiş oluruz. Tabii bir hadiseyi kurbiyete vesile olan ibadete dönüştürebilecek olan bu muhasebe ve tefekkürdür. Mevlidi daha iyi anlayabil­mek için mevlit ile yakın irtibatı olan başka bir misal olarak miracı düşünmek gerekir. İslam, Hz. Peygamber'in miracından

Söz ederken maksat Peygamber'i bir insan olarak yüceltmek değildir. Her insanın müşterek olabileceği bir imkândan söz edilir miraçtan söz edilirken! Hz. Peygamberin miracının çok hususi bir miraç olmuş olması durumu değiştirmez; miracın anlamı Hakkin huzuruna yükselmek ise -ki öyledir- her insa­nın ibadetlerindeki maksadı bu yükseliş olmalıdır. Bir hadis-i şerifte "Namaz müminin miracıdır" denilir. Müslümanlar Hz. Peygamber'in miracından söz ederken de kendilerine aşina bir işten söz ettiklerini bilirler, çünkü miraçta da maksat bir kişinin övülmesi değil, her Müslüman ferdin günde beş vakit iştirak ettiği bir hadisenin hakiki veçhesinin anlaşılmasından ibarettir.

Hz. Peygamber'in miracını konuşmak her kişi için kendi kişisel miraç imkânına ve sorumluluğuna inanmak demektir. Bu bahisteki konuşmalarla da kendi sorumluluğumuzu ve önümüz­deki imkânı yeniden hatırlarız, miraç etmek için yola düşmek isteriz. Sadece miraç ve mevlit için değil! Hz. Peygamber in ahlakından söz ederken de zaman ve mekân itibarıyla uzaktaki bir inşam övdüğümüzü hiç düşünmeyiz. Onun ahlakı bizim için bir imkân ve gerçek insan olma yolculuğunda kaçınılmaz bir görevdir. Öyle ki biz görevi yerine getirmediğimizde kimse bizim adımıza onu yerine getiremeyecektir. Burada günahlardaki gibi ibadet ve ahlak alanında ferdiyetin tam olarak yüceltildi­ğini ve dinin bir insanın özne olarak yerine getirebileceği bir sorumluluk olduğunu görürüz: sen dindar değilsen bu iş olma­mış demektir, velev ki bütün insanlar dindar olsun! Müslümanlar kendi görevlerim konuşmak için Peygamberden söz ederler.

Bu nedenle Hz. Peygamber'in merhametinden, cömertliğinden, güvenilirliğinden, doğruluğundan söz ederiz. Bu sayede Müslümanlar –ki bu noktada aralarındaki görüş ayrılıkları artabilir-  Hz. Peygamber’i yaşayan bir varlık, yaşayan bir ruh, bir mana olarak överler ve övmenin pratik bir neticesi vardır: her bir insan onun gibi olabilir. Hz. Peygamber bir aynadır ve aynaya bakarak konuşuruz, aynaya bakarak istikamet buluruz. Öyleyse Peygamber’i övmek bir rehberi ve O’nun üzerinden insanlık hakikatini övmek/hatırlamak demektir. İnsanlık değerlerinden, insanlık erdemlerinden söz ederiz. Bazen bir kişiye tepkimizi ifade etmek üzere onun 'insan olma­dığı' hükmünü veririz. Hâlbuki ortada sureti itibarıyla insan olan biri vardır ve biz ona 'sen insan değilsin' deriz. Çünkü aklımızdaki 'insan kimdir?' sorusunun cevabı biyolojik bir cevap değildir. Bize göre insan ahlaki bir varlıktır ve iyi ahlak sahibi oldukça insan, insan haline gelir. Bunu Platon'un teorisiyle izah edersek, bir insanlık ideası vardır ve o idea bizim 'ahlaki değer­ler' dediğimiz değerlerle özdeştir. Üstelik Platon'un teorisinde bu değerler, zaman ve mekân dışıdır ve herkes 'insan' olmak itibarıyla bu değerlere sahip olmada müşterektir.

Ancak o zaman şöyle bir sorun ortaya çıkar: Acaba herkes tam olarak insan ise o zaman niçin insanlık değerlerinden söz etmekteyiz? Cümleyi tersinden kurarsak: 'İnsanlık değerleri' bazen kendimizi veya başkalarını eleştirmemize yol açan ideal bir kavram olduğuna göre insanlık henüz kat etmemiz gereken uzun bir yoldur. Bunun anlamı şudur: İnsan olmak için nefsin arzularıyla mücadele ve ahlaki değerler kazanmak yolunda 'emek' harcamamız gerekir. Cüneyd-i Bağdâdî tasavvufun -ki tam anlamıyla insan olma serüvenidir- sulhu olmayan bir savaş olduğunu söylerken meselenin bu yönünü bize öğretti. Peki, bu durum herkes için böyle midir? Yani tam olarak 'insan' adım alabilecek ve gerçekte insan olmuş birisi var mıdır, yok mudur?

Sorunun cevabı önemli, önemli olduğu kadar çetindir. Bir ideanın tam olarak bir kişide temessül ettiğini söyleyebilmek büyük bir iddiadır. Öte yandan temessül etmediğini söyler­sek, bu durumda o ideayı nereden bildiğimiz sorusu cevapsız kalır. Sofistlerin bilgi üzerindeki eleştirilerini dikkate alırsak, 'olmayan bir şeyi nereden bildik?' sorusu boşlukta kalır. Çünkü hiçbir şekilde görmediğimiz veya varlığına şahit olmadığımız bir şeyi bilmek mümkün değildir. Belki bir cevap olarak insanlık ideasını, içerdiği değerlerle bileşik bir kavram haline getirebi­liriz ki bu da tutarsızdır. Her hâlükârda insanlık ideasından bahsediyorsak iki şeyden söz edebilmemiz lazımdır: Birincisi o idea varlıkta tahakkuk etmiş (olmuş/bilinmiş) bir şeydir ve en azından bir kişi kamilen ve tam olarak 'insan' haline gelmiştir. İkincisi insanlık ideasından söz ettiğimize göre, öteki insanlar için de tam bir 'insan' olmak mümkündür ve insanlık idealine gidecek yol açıktır. Aksi halde insanlık ideasından her kim söz ediyorsa -metafizik veya din- abes bir şeyden söz ediyor de­mektir. Hâlbuki hem metafizik gerçekleşmiş ve var olmuş bir şeyden söz eder, hem din gerçek ve tahakkuk etmiş bir şeyden söz eder: insanlık ideali en azından bir kişide temessül etmiştir ve her bir insan için kapı açıktır.

Müslümanlar insanlık hakikatinin, kendisinde tahakkuk ettiği kişinin -bilâ itiraz ve ihtilaf- Hz. Peygamber olduğunda hemfikirdir. Bunun anlamı şudur: Gerçek bir insan varsa -ki Allah'ın âlemi yaratma maksadı odur- o kişi Hz. Peygamber'dir. İnsanlık değer ve ahlak demek ise -ki günlük dildeki kullanımı­mız da dâhil olmak üzere bütün felsefi mirasımıza göre bu böyledir- insanlık değerlerinin ölçüsü ve 'aynası' Hz. Peygamber'dir. Binaenaleyh Hz. Peygamber insanlık için sadece Allah'a giden bir yol değil, aynı zamanda insana ve insanlığa giden bir yoldur! "İnsan olmanın anlamı ve ölçüsü nedir?" sorusunun cevabı artık Hz. Peygamber olur. İbnü'l-Arabi'nin Hz. Peygamber'in hikmetinden söz ederken eş anlamlı olarak 'fert' (bir ve tam olmuş insan) demesi ile insanlık hakikati demesi aynı kapıya çıkan iki nitelemedir.

Daha çok sûfîlerin aktardığı bir ifadede şöyle denilir: "Ken­dini bilen Rabbini bilir." Bu ifade hakkıyla Hz. Peygamber'de tahakkuk etmiştir ve evvelemirde onda kendini bir insan olarak tanımanın -ki burada tanımak ile olmak eşitlenir- anlamıyla Rabbi bulmanın anlamı kesişir. Öyleyse mevlidini kutladığımız Hz. Peygamber bizim için 'gerçek insan' olan yegâne kişidir ve âlemde Allah'ın maksadı olan halife odur. Bütün insanlı­ğın öyküsü onun öyküsüyle yeni bir anlam kazandı ve büyük resmin bir parçası haline gelerek ona eklemlendi. Bizim varlık sebebimiz ise onda tahakkuk eden insanlık ideasının bizde de tahakkuk etmesidir. Bunun için ona dair olan her şey bizimle ilgilidir ve bizi bizzat ilgilendirir. Öyleyse şunu söyleyebiliriz: Nefisler sayısınca 'mevlit' vardır, fakat onların sadece bir kısmı kutlanmaya layıktır. Şimdi bunun üzerinde duralım.





İnsana Doğru Yaratılışın Seyri: Özel Bir Yaratılış Tarzı Olarak Mevlid

Hz. Peygamber üzerine pek çok kitap yazılmıştır. Bunların arasında Süleyman Çelebi’nin Mevlid’i, Muhammed Bîcan Efendi’nin Muhammediyye’sini zikredebiliriz. Bu eserleri incelerken en dikkati çekecek hadiselerden birisi şudur: Hz. Peygamber’in mevlidini ele alan bahislerin ardından veya öncesinde genellikle miraç bahsi ele alınır. Bu itibarla mevlit ile miraç arasında bir irtibat kurulur. Acaba mevlit niçin miraç ile ikmal olunur? Soruyu doğru cevapladığımızda Hz. Peygamber’e dair meseleleri daha iyi anlamış olmakla kalmayacağız, yukarıda da işaret ettiğimiz üzere, kendi mebde ve mead hikâyemiz hakkında kapsamlı bir cevap bulmuş olacağız.  Müslümanların Peygamber tasavvurundaki merkezi sorulardan birisi budur: mevlit ile miracın ilişkisi. Mevlid Hz. Peygamber’in doğumunu anlatırken öteki kısmı niçin miracından söz ediyor? Öyle görünüyor ki burada İslam marifetinin derin bir varlık tasavvuru ortaya çıkmaktadır. Bu ardışıklık bir varlık yorumuna dayanır ve mebde ve mead ekseninde kurulu varlık yorumu bir insan üzerinden ortaya konulmaktadır. Önce mevlitten söz edelim. Bu bahiste soracağımız ilk soru şudur: Evrenin yaratılışı içerisinde bir insan ferdinin doğumu ne anlam ifade eder? Veya soruyu şöyle de sorabiliriz: Evrenin yaratılmış olmasının herhangi bir insan ferdindeki karşılığı nedir? Bütün Müslümanlar Allah’ın âlemi yarattığını kabul eder ve yaratılışı açıklamak üzere arada bir takım görüş ayrılıkları olsa bile âlemin Allah gibi kadim olduğunu kabul eden herhangi bir Müslüman ekol yoktur.

Mesela İslam filozofları âlemin kadimliğinden söz etmiş olsalar bile, yine de Allah ile âlemin kıdem tarzını ayırt ederler. Her halükarda âlem Allah tarafından yaratılmıştır ve Allah hakkındaki en önemli delilimiz ve bilgimiz Yaratıcı olmasıdır. Allah’ın varlığı üzerindeki tartışmalarda delillendirme yaratılış (hudus) delili üzerinden yapılır, bazen ilk hareket ettirici, bazen âlemin ilkesi şeklinde bir tavsif ile Allah fikrini temellendirmek isteriz. İslam kelamcıları Allah’ın âlemi salt yokluktan yarattığını savunurken Allah’ın temel vasfı olarak yaratıcılık sıfatı üzerinde odaklanmışlardır. Onlar kudret ile yaratma arasında ilişki kurarken de yaratıcılık vasfının ilahi-mutlak kudreti açıklayan en önemli fiil ve nitelik olduğunu söylemişlerdir Kadir olmak evvelemirde yaratmak ve var etmek demektir.  Her halükarda yaratılmış olmak âlemi varlıkta ikincilliğe –ilk ve kadim ve ezeli Allah- indirirken Allah’ın Evvel ve Müteal olması O’nun yaratıcı olmasının gereğidir.

Öyleyse ‘Allah âlemi yarattı’ ve kadim olmayan bir âlemdeyiz ve onun bir parçasıyız. Bu bütün Müslümanların kabul ettiği bir ilkedir. Kur’ân-ı Kerîm’den nazil olan ilk ayet ‘Yaratan Rabbinin adıyla’ diye başlar. Hz. İbrahim’in Allah’a yönelmesini anlatan ayette ‘gökleri ve yeri yaratan Allah’a yüzümü döndürdüm’  denilir. Hz. Peygamber’e gelen ilk ayetten veya Hz. İbrahim’in zikredilen ifadesinden şunu anladık: Yaratıcı olmak Allah’a yönelmemizin en önemli sebebidir.  Bu noktada mesele şudur: Allah ‘yaratmak’ kelimesini kullanırken –ki en azından altı tane yaratma anlamıyla fiil zikredilir ve bunların farklı tarzları naslarda geçer- yeryüzünde biz türemeyi ve çoğalmayı anlatmak için başka kelimeler kullanırız. Mesela bir şey için ‘ortaya çıktı’ deriz, ‘sudur etti’ deriz, bir şey ‘doğdu’, ‘meyve verdi’, ‘neticelendi’ vs.

Bütün bu durumlarda bir şeyin başka bir şeyi meydana getirmesinden veya bir şeyin kendiliğinden husule gelmesinden söz etmiş oluruz. Aslında yaratılışı perdelediğimiz veya ihmal ettiğimiz dil tam da bu dildir: âlemde bir nedensellik kabul ederek nesneleri fiil sahibi kabul etmekle âlemdeki her bir şeyi yaratılış eyleminin dışında tutmak. Hâlbuki yaratılış teorisi hiçbir şeyin fiil ve güç sahibi olmadığını ve -âlemin bütünü gibi- içindeki nesnelerin ve hadiselerin de ilahi kudret tarafından halk edildiğini kabul etmeyi ilzam eder. Bilhassa Ehl-i sünnet kelamcıları ve daha sonra sufilerin savundukları temel görüş buydu. Bu anlamıyla yaratıcı olmak ile kelime-i tevhidin anlamı arasında zorunlu bir irtibat vardı. Allah’tan başka hakiki fail yoktur ve hiçbir şey müstakil bir varlığa ve güce sahip değildir. Âlem bir bütün olarak veya âlemdeki hiçbir şey ‘fail’ vasfını haiz olacak şekilde ‘sebep’ olarak görülemez.

Müslüman bilginlerin nedenselliğe yönelik eleştirileri bu yaratılış teorisini muhafaza etmek gayesinden kaynaklanmıştı.  Öyleyse günlük hayatta yaratılış fiilinden bağımsız ve kendi içinde müstakil bir fiil olarak kullandığımız bütün üreme ve çoğalma fiillerinin ‘halk teorisi’ istikametinde yeniden yorumlanması ve gerçek yerlerine yerleştirilmesi dini düşüncenin icbar ettiği zorunlu bir durumdur. Hiç kuşkusuz dilin ortaya çıkardığı sorunlar düşüncenin hakikatle yüzleşmesi önündeki en büyük engeledir ve dil terbiye edilmeksizin düşünce sahih olamayacaktır (bu meyanda dini olamayacaktır). Artık bir şeyin husule gelmesinden değil, sebebini bildiğimiz veya bilemediğimiz şekilde onun yaratılışından söz etmiş olacağız. Bir şeyin ebeveyn sebebiyle doğumundan değil, vesilelerle yaratılışından söz edeceğiz. Her birimiz için halk eylemi doğumla gerçekleşen bir hadisedir ve biz doğarak yaratılmış oluruz. Bu itibarla mevlit veya doğum bizim için yaratılış demektir.  Anne-baba ise bu doğuma vesile ve şahit olan kişidir. İslam’da anneliğin değeri yaratılış fiiline ‘vesile’ olmasından kaynaklanır. Anne ‘kün’ emriyle başlayan yaratılış sürecinin bizim açımızdan bize en yakın halkasından ibarettir. Müslümanlar için doğum hadisenin kutsiyeti buradan kaynaklanır: İnsan bir âlem demek ise bir insanın yaratılışı-doğumu bir âlemin –mesela bir galaksi- yaratılışı kadar hayret ve heyecan verici olmalıdır. Mevlit kutlamalarının ‘annelik-doğum-yaratılış’ vesilesi olarak da kutlanmaması büyük bir eksikliktir.

Bu itibarla halk kelimesinin kazandığı anlamlardan birisi ‘nüzul’ yani iniştir (Allah’tan geliş). Nüzul statü itibarıyla üstün olandan ayrılış demektir. İnsanın Hak tarafından yaratılışına ‘nüzul’ denilir ve bu nüzul bir kavis çizerek Allah’tan göreceli şekilde uzaklaşarak yeryüzünde ortaya çıkar. Bu itibarla âlem ile insan arasında sufi metafizikçilerin kurduğu irtibatı hatırlarsak aslında âlemin yaratılışı insanın nüzulü ile tamamlanır ve artık ‘âlem yaratıldı’ denilir. Öte yandan insanı ‘kelime’ sayan İbnü’l-Arabi ve takipçileri olan metafizikçilerde nüzul kelimesinin kullanımı sayesinde ayet-kelam ile insan arasında irtibat kurulur: Kur’ân nazil olurken insan da nazil olur. Sufilerin bu yaklaşımı çeşitli ayet ve hadislerin yorumundan hareketle insanı belirli bir gayeye istinaden eşref-i mahlûkat kabul etmelerinden kaynaklanır.

İnsan eşref-i mahlûkattır: yaratılış ona doğru bir seyir takip eder ve nihayetinde bir insanın doğumuyla yaratılış insanda karar kılar. Demek ki doğum (mevlid) yaratılışın son ve mükemmel halkasıdır ve insanın doğumuyla yaratılış tamamlanır veya yeni bir seyre intikal eder. Hz. Peygamber’in mevlidi özel yaratılışın bir tezahüründen ibaretti ve Hz. Peygamber doğduğunda sayısı ‘nefisler’ sayısınca olan ‘nüzul’ kavislerden bir kavis daha çizilmiş oldu. Hikâyenin tabii olan kısmı burasıdır. Bu kısmın kutlanmasının veya bundan dolayı birinin övülmesinin anlamı yoktur; belki yaratan Allah’a hamt etmek ve insanda neticelenen bu mükemmel yaratılış eylemi sebebiyle O’nu övmek doğumda yapılabilecek en yerinde iştir.

Şimdi tekrar sormamız lazımdır: Hz. Peygamber miladi 571 tarihinde herhangi bir insan gibi doğdu, altmış küsur yıla varan bir hayat yaşadı ve hayatının bir bölümünde kendisine nübüvvet geldi.  Nübüvvetin gayesini en iyi anlatan hadislerden birisi şu olsa gerekir: “Ben mekarim-i ahlakı ikmal üzere gönderildim.” Mekarim-i ahlak veya güzel ahlak değerleri ne demektir? Güzel ahlakın mahiyetini açıklarken şunu düşünmeliyiz: Hepimizin insanlık hakkında bir fikri vardır. Bundan daha önce söz etmiştik. Mesela bir insan yanlış bir iş yaptığında “yaptığı insanlıkla bağdaşmaz” deriz. Birisi zulmettiğinde “zülum insanlığa yakışmaz” deriz. Hepimizin kafasında insanlıkla ilgili bir fikir vardır ve buradan hareketle şu önermeleri kurarız: İnsan olan zulmetmez, insan olan merhametsizlik yapmaz vs. Buna mukabil insan olmakla merhametli olmak, âdil olmak, yardımsever olmak, diğerkâm olmak arasında irtibat vardır veya bunlar birbiriyle özdeştir.

Demek ki her insanda insanlıkla ilgili bir fikir var ve bu konuda aşağı-yukarı bütün insanlar hemfikirdir. İslam ahlakçıları ve düşünürleri bunu beyan etmiştir ve onlara göre bütün insanlar “insan olmak nedir” konusunda bir fikre sahiptir; bu fikirde aramızda bir görüş ayrılığı yoktur. Mekarim-i ahlak dediğimiz şey budur: insanlığın müşterek ahlaki değerleri.Ahlak insanlığın ortak dilidir ve bu dil ile birbirimizle anlaşırız.  Doğumunu hatırladığımız Hz. Peygamber şöyle buyurdu: “Ben güzel ahlakı tamamlamak için geldim.’  Her şeyden önce belirtmek gerekir ki, İslam metafizikçiler için bir şeyin tamamlanmasından söz etmek, o şeyin Allah’a bağlanmasından söz etmek demektir.  Her insan şu veya bu şekilde bir merhamet duygusu, cömertlik, iyilik vardır, yardımseverlik vardır. Dünyanın çeşitli yerlerinde insanlar dindar olmadıkları halde ahlak sahibi olurlar, iyi ahlaktan konuşurlar ve ahlakı müşterek insanlık değeri sayarlar. Bu hususta da haklıdırlar: ahlak insanlığın ortak dilidir.

Ahlak insanlığın ortak dili ise şu soru anlamlıdır: Hz. Peygamber neyi getirdi ve neyi tamamladı? Hz. Peygamber güzel ahlakı getirmedi, çünkü insanlar zaten güzel ahlakın ne olduğunu biliyordu. Bu anlamıyla neyin iyi ve neyin kötü olduğu sorunu üzerinde derin bir tahlile gerek olmadan, ‘insanın aşina olduğu maruf’ şeklinde bir ahlak tanımı yapmak en azından metafizikçi sufiler açısından geçerli bir çerçeve çizmek demektir ahlak için.  Hz. Peygamber ahlakı Allah’a bağlayarak onun istikametini değiştirdi. Ahlakı tamamlamak bu demektir: ahlak ile Allah arasındaki irtibatı ilahi isimler üzerinden kurarak insanı ahlak yoluyla Allah’a bağlamak. Hz. Peygamber insanlara cömertliği öğretmedi, çünkü insanlar cömertliği zaten biliyordu; Araplar cömertlikleriyle meşhur insanlardı. İnsanlara cesareti veya merhameti de öğretmedi, zaten herkes merhametin ne olduğunu biliyordu. Onlar güveni ve emniyeti de biliyorlardı ve bu nedenle Hz. Peygamber’e ‘emin’ diyenler müşriklerdi. Hz. Peygamber’e “sadık” diyenler yine müşriklerdi. Demek ki insanlar “emîn” ve “sadık” olmanın ne demek olduğunu biliyordu, kendileri bu vasfa sahip olmasalar bile. Hal böyleyken soruyu yeniden sorabiliriz: Hz. Peygamber ahlak bahsinde tam olarak ne yaptı?

Hz. Peygamber ‘ahlakı ikmal ederken’ iki şeyi yaptı: Birincisi içimizde dahili ve harici amillerin etkisiyle zayıflayabilecek bir ahlak çekirdeğinin açığa çıkması için şartların hazırlandığı bir ‘şehir’ oluşturdu. Merhametli olmak istiyoruz ama olamıyoruz, cömert olmak istiyoruz ama olamıyoruz, yardımsever olmak istiyoruz ama olamıyoruz.  Hz. Peygamber mazeretleri ortadan kaldıracak şekilde şartları oluşturdu. Buna dinin toplumsal yanı ve ‘şeriat’ getirmek diyebiliriz. Bu sayede içimizdeki nüvenin sağlıklı bir şekilde ortaya çıkabileceği bir şehir teşekkül etti ve insanın mazereti –ortadan kalkmasa bile- en azından azaldı.  İkincisi ve daha mühimi ise ahlakı Allah’a bağlayarak ahlak ile ilahi isimler arasındaki irtibatı gösterdi.

Hz. Peygamber insana Allah’ın Kerim, Rahman, Rahim, Aziz vb. olduğunu öğretti ve insan için ahlaklı olmanın gereğini en üst hakikat olarak ortaya koydu. Bunun anlamı şudur: İnsan olmak ahlaklı olmaya, ahlaklı olmak ise Allah’a ulaşmaya bağlıdır. Allah’a bağlanmayan ahlak ‘iyi ve yeterli’ bir ahlak olmadığı gibi insan da ahlaksız sadece sureta insan olabilir. Bu sayede artık ahlak yeryüzünde huzurlu bir bireysel ve toplumsal hayatın aracı olmaktan çıkarak gerçek bir insan olmanın ve her şeyden önemlisi Allah’a vuslatın sebebi haline geldi: Allah’ı ancak O’nun vasıflarıyla bulabiliriz-bilebiliriz. Başka bir ifadeyle merhamet sadece bireysel ve toplumsal huzurun vasıtası değil, Allah’a ermenin sebebi haline geldi.

Burada yanlış bir algıyı tashih etmek gerekir: “Her doğan insan iyidir, temizdir.” İslam ahlakçıları insan algısını ters yüz edecek bir önerme kurarak insan doğmak ile insan olmayı birbirinden ayır ettiler. Bu bahsin mevlit ile doğrudan irtibatı olduğu gibi Hz. Peygamber’in mevlidi için yapılan kutlamaların sebebini anlamamıza katkı sağlar. İslam ahlakçılarına göre “her doğan  -insan olarak değil- insan adayı olarak doğar.” Her doğan aslında bir çekirdek insandır. Çekirdeğin –kuvve- insan haline gelmesi önce hidayete, buna bağlı olarak emeğe, gayrete, kısaca ahlaklanmaya bağlıdır. İnsan biyolojik ve fizyolojik değil, bütünüyle ahlaki ve aklî bir kavramdır. Filozofların insanı ‘natık hayvan’ diye tanımlamaları ile sufi metafizikçilerin tanımları bu noktada örtüşür. Nazari ve ameli yetkinlik insanı insan kılar. Özel kabiliyet gerektiren bu ‘elit’ felsefi tanımlamayı Müslüman düşünürler ise her bir insanın ilkesel olarak dahil olabileceği Allah’a bağlanmak ve ahlak olarak tevcih etmişlerdir. Bu yaklaşım anlaşılmadığı sürece mevlid üzerinde konuşmanın bir anlamı olmaz.

Mevlidin anlamı ve maksadı miraçtır dedik. Miraç Hz. Peygamber’den bize miras kalmıştır ve nübüvvet olmasaydı biz miracı bilemeyecektik. Demek ki biz mevlit ile miraç edeni ve o bilgiyi getireni hatırlamış oluyoruz.  O miras Müslümanların hayatında namaz adını almıştır.

Her birimiz doğumla yaratılırız ve her doğumla yeni bir kavis çizilir. Bu itibarla kün (ol) emrinden itibaren yeryüzünde ‘nefisler sayısınca’ mevlit olmuş veya kavis çizilmiştir. Bir şey bu kadar genel ve tabii ise onu kutlamanın ne anlamı olabilir? Doğum dediğimiz hadise bir ağaçtan yeni bir fidanın çıkması veya bir hayvandan yeni bir hayvanın üremesi kadar basit ve tabii bir hadise. Bu sayede yeryüzünde tenasül devam ediyor, çoğalma devam ediyor, burada bir övgü yok. ‘Nefisler’ sayısınca olan doğum miraç ile gayesine varmışsa doğumdan konuşmanın anlamı olabilir. Başka bir ifadeyle mevlit ile bir insan değil insan adayı doğdu veya yaratıldı; miraç ile ise insan haline geldi.

Üzerinde durmamız gereken şey nüzul değil, uruc (miraç) olmalıdır. Doğum (nüzul) miracın sebebi iken miraç mevlidin maksadını teşkil eder. İnsan miraç etsin diye doğdu (nüzul uruc kavsi ile tamamlanarak daire haline gelince insan ‘insan’ olur). Bu sayede ikinci bir kavis çizmekle asla kavuşuruz. Bu durumda mevlit maksadına ulaşmış doğum haline gelecektir.   Mevlana’nın benzetmesini hatırlarsak, ‘her tohum toprağa düşer.’ Bir tohumun değeri fidan olmasına bağlıdır. Topum ürün vermeden çürürse o tohum üzerine konuşulmaz. İnsan için miraca ulaşmamış bir mevlit üzerine konuşulacak bir mevlit değildir. Hz. Peygamber’den bereketli bir ağaç çıktığı için O’nun mevlidi üzerine konuşuyoruz.

Mevlidin anlamı ve maksadı miraçtır dedik. Miraç Hz. Peygamber’den bize miras kalmıştır ve nübüvvet olmasaydı biz miracı bilemeyecektik. Demek ki biz mevlit ile miraç edeni ve o bilgiyi getireni hatırlamış oluyoruz.  O miras Müslümanların hayatında namaz adını almıştır. Güzel ahlak, öteki bütün ibadetler vs. hep miracın fraklı tezahür ve tarzlarıdır. Miracı yaptığımızda mevlit maksadını bulur. Mevlit ve miraç ilişkisini dinin başka bir kavramıyla anlatabiliriz: Kadir Gecesi Ramazan içindeki bir gecenin adı iken aynı zamanda bir ahlak terimidir. Bir zaman olarak Kadir gecesi Hz. Peygamber’e Kur’ân-ı Kerîm’in nazil olduğu gecedir.  Tasavvufta şöyle denilir: ‘Her insanın Kadir Gecesi Kuran’ın davetine cevap verdiği gecedir.” Mevlit ve miraç ilişkisi için aynı şeyi söyleyebiliriz.

Hz. Peygamber’in mevlidi kutlanmaya ve hakkında konuşulmaya değer bir mevlit idi, çünkü onun mevlidi miraç ile maksadına erdi. Her insanın mevlidi konuşulmaya değer mi? Benim mevlidim hakkında konuşmaya değer mi? Her doğum yeryüzüne ‘nüzul’ etmeye ve bir kavis çizmeye değdi mi, yoksa yeryüzünün taşıdığı bir yük mü oldu? Bunun cevabı miraçtır: Miracı olanın mevlidi maksadına ermiş oldu. Miracın anlamı insanın Allah’a dönerek ve O’nu hatırlayarak hayatın istikametini değiştirmesidir. Miraç ile insan merkezde olanın Allah olduğunu öğrenir, daha doğrusu hatırlar.  Allah’ın varlığın merkezinde olduğunu hatırlamak ahlakı ikmal etmek demek olduğu kadar dinin bütün temel kavramları bu istikamette yorumlanabilir. İslam kelimesi Allah’ın merkezdeki varlık olduğuna iman etmek iken iman, ihsan gibi dinin merkezindeki kavramlar da bu anlama işaret eder.

Netice-i kelam: Doğum günlerini kutlamak günümüzde yaygın bir toplumsal adet haline geldi. Doğrusu bu şekliyle doğum günü kutlamanın bir anlamı olamaz. Ancak miraç ile mevlitleri maksada ulaşanların doğum günü bir anlam ifade eder. Ötekilerin doğum günü yaşadıkları sürece miraç imkânı ortada durduğu için ‘kuvve halinde’ bir manayı içerir: bekleyeceğiz ve göreceğiz, o mevlit kutlamayı değer mi, değmez mi?

Prof.Dr.Ekrem Demirli - Şair Sufiler

Devamını Oku »

Miraç'ta Namaz Pazarlık Konusu mu Oldu?



Pazarı Pazartesiye bağlayan gece "mirac kandili" olarak idrak edilecek. (Bu konuda inşaallah bir yazı yayınlayacağım). Bu vesile ile miracta beş vakit namazın farz kılınmasına ilişkin zaman zaman kamuoyunda kimilerince dillendirilen bir itirazı ele alacağım.

GİRİŞ

Önce bir tespitte bulunalım:

Gerek miraca ilişkin rivayetler gerekse bu rivayetlerde yer alan beş vakit namazın farz kılınması meselesi mütevatir haberlerle değil haber-i vâhidler ile sabit olmuştur.

Şimdi bir usul kuralından söz edelim:

Âlimlerin çoğunluğuna göre haber-i vâhidler [yani mütevatir seviyesine ulaşmamış olan hadis rivayetleri] yüzde yüz kesinlik ifade etmez, zan ifade eder. Bu sebeple de inanca ilişkin konular haber-i vâhidlerle sabit olmaz ama amele [fıkha] ilişkin konular haber-i vâhidlerle sabit olur. Her ne kadar haber-i vâhidlerle inanç konuları sabit olmuyorsa da “senedi sahih olan”, “aklın gereklerine açıkça aykırı olmayan” ve “ümmet tarafından kabulle telakki edilmiş olan” haber-i vâhidleri tenkid edenlerin bu haberleri niçin reddettiklerine ilişkin güçlü gerekçeler ortaya koymaları elzemdir. Hele hele bu haberlerin “akla aykırı olduğunu” iddia etmek, onları kabulle telakki eden bütün ulemanın aklını ta’n etmekle eşdeğerdir.

1. MİRAÇTA BEŞ VAKİT NAMAZIN FARZ KILINDIĞINA İLİŞKİN RİVAYETLERE YÖNELİK ELEŞTİRİLER

Gelelim "miraçta namazın farz kılınışı" ile ilgili rivayetlere yönelik modern dönemdeki eleştirilere
Miraç ile ilgili senedi sahih olan ve ümmet tarafından kabulle telakki edilen bir takım rivayetler, tamamen düz “mantıkla” (!) ele alınarak kolayca reddedilebilmekte, bu rivayetler alay konusu yapılabilmekte, pejoratif bir dille bunları kabul edenlerin akıllarıyla dalga geçilebilmektedir.

Miraç hadislerinde en çok eleştirilen hususlardan birisi beş vakit namazın farz kılınışı ile ilgili bölümdür. Rivayetlere göre önce elli vakit olarak farz kılınan namaz, Hz. Peygamber’in (s.a.v.), Hz. Musa ile istişare etmesi sonucunda birkaç defa süren talepler sonucunda nihâyet beşe düşmüştür.

Burada şu hususlar eleştiri konusu yapılmıştır:

a) Elli vakit namaz yirmi dört saate bölündüğünde yaklaşık her yarım saate bir namaz düşmektedir. İnsanın günde ortalama 6-8 saat arasını uykuda geçirdiği düşünülürse bu zaman aralığı daha da azalmaktadır. Allah bir insanın gücünün bu kadar namazı kılmaya yetmeyeceğini bilmiyor muydu?

b) Peygamberimiz bu durumun ümmetine zor geleceğini bilmiyor muydu ki defalarca Hz. Musa kendisine bunun çok olacağını hatırlatarak indirim yapmasını istedi?

c) Allah, “benim katımda söz değiştirilmez!” derken, nasıl oldu da kısa bir zaman içinde birkaç defa hükmünü değiştirdi?

2. ELEŞTİRİLERİN ELEŞTİRİSİ

Sözün tam da burasında önemli bir hususa dikkat çekmek gerekir. “Sahih”, “ümmet tarafından kabul ile telakki edilen” hadislere yönelik tenkid yöneltenlerin en büyük sorunu, tenkitlerine gerekçe kıldıkları hususların aynen Kur’an hakkında da geçerli olmasıdır.

Mesela miraç hadislerinde Hz. Peygamber’in gök katlarından geçerek “Allah katına” ulaştığı yönündeki rivayetleri “Allah’a mekân izafe etme” gerekçesiyle reddedenlerin Kur’an’da da benzer tarzdaki şu âyet hakkında ne yorum yapacakları merak konusudur:

“Yükselme derecelerinin sahibi olan Allah katından…Melekler ve Rûh (Cebrail), oraya, miktarı (dünya senesi ile) ellibin yıl olan bir günde yükselip çıkar.” [Meâric, 3-4]

Tekrar konumuza dönerek şu soruları soralım:

1) Allah, Kur’an’da da ilk olarak koyduğu hükmü aradan çok kısa zaman geçince hafifletmiştir.

Örnek 1:

“Ey Peygamber! Müminleri savaşa teşvik et. Eğer sizden sabırlı yirmi kişi bulunursa, iki yüze (kâfire) galip gelirler. Eğer sizden yüz kişi olursa, kâfir olanlardan bin kişiye galip gelirler. Çünkü onlar anlamayan bir topluluktur.
Şimdi Allah, yükünüzü hafifletti; sizde zayıflık olduğunu bildi. O halde sizden sabırlı yüz kişi bulunursa, (onlardan) ikiyüz kişiye galip gelir. Ve eğer sizden bin kişi olursa, Allah'ın izniyle (onlardan) ikibin kişiye galip gelirler. Allah sabredenlerle beraberdir.” [Enfal, 65-66]

Bu âyetleri zâhir anlamıyla okumaya tabi tuttuğumuzda şu soruyu sormak kaçınılmazdır: “Allah, bizde zaaf olduğunu ilk hükmü koyarken bilmiyor muydu ki sonradan hafifletme yaptı?”

Örnek 2:

Bakara kıssasında Yahudiler, Hz. Musa’dan talepte bulundukça Allah daha önce mutlak bıraktığı hükme yeni yeni kayıtlar koymuştur.

Soru: Allah Yahudilerin emre uymakta isteksiz olacaklarını, ayrıntı isteyeceklerini bilmiyor muydu ki her defasında emrine yeni bir kayıt koydu?

Örnek 3:

Yüce Allah şöyle buyuruyor:

“Musa'ya otuz gece vade verdik ve ona on gece daha ilâve ettik; böylece Rabbinin tayin ettiği vakit kırk geceyi buldu.” (A’raf, 142)

Soru: Yüce Allah, -hâşâ-Musâ ile görüşmesinin toplamda 40 gece süreceğini bilmiyor muydu ki önce otuz geceliğine sözleşip sonra buna 10 gece ekledi.

Örnek 4:

Yüce Allah şöyle buyuruyor:

“[Ey Peygamber] O zaman sen, müminlere şöyle diyordun: İndirilen üç bin melekle Rabbinizin sizi takviye etmesi, sizin için yeterli değil midir? Evet, siz sabır gösterir ve Allah'tan sakınırsanız, onlar (düşmanlarınız) hemen şu anda üzerinize gelseler, Rabbiniz, nişanlı beş bin melekle sizi takviye eder.”[Âl-i İmran, 124-125]

Soru: Hz. Peygamber önce üç bin melekle müjdelediği halde sonradan sayı niçin beş bine çıkarılmıştır?

2. Yüce Allah, İblisi rahmetinden kovunca İblis kendisinden süre istemiş, Allah da kendisine süre tanımıştır.

Soru: Allah, -hâşâ- İblis’le pazarlığa mı girişti?

3. Yüce Allah şöyle buyuruyor:

“İbrahim'den korku gidip kendisine müjde gelince, Lût kavmi hakkında (adeta) bizimle mücadeleye başladı. İbrahim cidden yumuşak huylu, bağrı yanık, kendisini Allah'a vermiş biri idi. (Melekler dediler ki): Ey İbrahim! Bundan vazgeç. Çünkü Rabbinin (azap) emri gelmiştir. Ve onlara, geri çevrilmez bir azap mutlaka gelecektir!” [Hûd, 74-76]

Soru: Literal bir okumayla bu âyete baktığınızda bir Peygamber’in Rabbiyle ve O’nun gönderdiği meleklerle bir kavmin helak olmaması için pazarlığa giriştiğini söyleyebiliyor musunuz?

4. Yüce Allah, kullarını sınamak üzere dilediği hükmü koyar, dilediği hükmü yürürlükten kaldırır. O, kullarını imtihan etmek için önce ağır hükümler koyup sonradan bunları hafifletebilir.

Örnek:

“Eğer onlara, kendinizi öldürün yahut yurtlarınızdan çıkın, diye emretmiş olsaydık, içlerinden pek azı müstesna, bunu yapmazlardı. Eğer kendilerine verilen öğüdü yerine getirselerdi, onlar için hem daha hayırlı hem de (imanlarını) daha pekiştirici olurdu. O zaman elbette kendilerine nezdimizden büyük mükâfat verirdik. Ve onları dosdoğru bir yola iletirdik.” [Nisâ, 66-68]

Demek ki Allah dileseydi insanlara değli günde 50 vakit namazı farz kılmak “kendinizi öldürün”, “yurtlarınızı terk edin” gibi ağır hükümler de koyardı ve kulların bu hükümlere uyması halinde bu durum kendileri için daha iyi olurdu.

SONUÇ:

Bu maddeleri ve örnekleri çoğaltmak mümkündür. Ancak konuyu uzatmamak adına burada kesiyorum.

Bu yazı, zannî olan haber-i vâhidi savunayım diye hâşâ kat'î olan Kur'an'ı tehlikeye atmak, hakkında şüphe oluşturmak için yazılmış değildir. Sadece her şeye zâhir gözlüğüyle ve literal olarak bakan zihnin aynı çarpık bakış açısını -tıpkı züccaciyeci dükkânına giren fil gibi- bir süre sonra Kur'an'a da uygulayabileceğini ve bazı vahim sonuçları olabileceğini göstermek üzere yazılmıştır.

Yukarıdaki âyetlerin tümünün elbette sahih bir tevili söz konusudur. Ben bu yazıda, hadisleri reddedeceğiz diye getireceğimiz kriterlerin bir zaman sonra / birileri tarafından Kur'an'a da uygulanması tehlikesinden söz ediyorum. Rabbimizin kitabı elbette her türlü şüphe ve tereddütten berîdir.

Tekrar sözü başına bağlayayım: “Sahih”, “ümmet tarafından kabulle telakki edilmiş” hadisleri reddederken ortaya koyduğunuz gerekçelerin sağlam olması gerekir. Gerekçe diye ortaya koyduğunuz şeyler, Kur’an’ın da reddedilmesine yol açmamalı. Hadisler için ileri sürdüğünüz red gerekçesi Kur’an için de kullanılabiliyor ise bindiğiniz dalı kesiyorsunuz demektir.

Son bir söz: Hepsinden geçtim… Velev ki hadisi eleştireceksiniz, en azından üslubunuzu bozmayın… Şayet ümmet tarafından kabul görenleri bu üslupla ta’n etmek şiarınız olmuşsa ne diyelim?

“Şayet mümin iseniz imanınız size ne kötü şeyi emrediyor!” [Bakara, 93]

(Soner Duman /21.Nisan.2017/Cuma)
Devamını Oku »

Ebu Hanife - Fıkhu-l Ekber Tercümesi



Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla

Tevhidin aslı, buna îman etmenin en doğru yolu şudur: Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, öldükten sonra dirilmeye, kadere, hayrın ve şerrin Allah'tan olduğuna, hesap, mizan, cennet ve cehenneme inandım, bunların hepsi de haktır, demek gerekir.


Yüce Allah, sayı yönüyle değil, ortağı olmaması yönüyle birdir. O, doğurmamış ve doğurulmamıştır. O'na hiçbir şey denk değildir. O yarattıklarından hiç birine benzemez. İsimleri, zatî ve fiilî sıfatlarıyla daima var olmuş ve var olacaktır.

Allah'ın zatî sıfatları; hayat, kudret, ilim, semi, basar ve irâde sıfatlarıdır. Fiilî sıfatlar ise, tahlik (yaratma), terzik (rızık verme), inşa (yapma), ibda (örneksiz yaratma) ve sun' (san'atla yaratma) ve diğer fiilî sıfatlardır.

Allah, sıfatları ve isimleri ile var olmuş ve var olacaktır. O'nun isim ve sıfatlarından hiçbiri sonradan olma değildir. O ilmiyle daima bilir, ilim O'nun ezelde sıfatıdır. O kudretiyle daima kadirdir, kudret O'nun ezelde sıfatıdır. Kelâm ile konuşur, kelâm O'nun ezelde sıfatıdır. Yaratması ile daima haliktır, yaratmak O'nun ezelde sıfatıdır. Fiili ile daima faildir, fiil O'nun ezelde sıfatıdır. Fail Allah'tır, fiil ise O'nun ezelde sıfatıdır. Yapılan şey, mahlûktur. Yüce Allah'ın fiili ise mahlûk değildir. Allah'ın ezeldeki sıfatları mahlûk ve sonradan olma değildir. Allah'ın sıfatlarının yaratılmış ve sonradan olduğunu söyleyen, yahut tereddüt eden veya şüphe eden kimse Yüce Allah'ı inkâr etmiş olur.

Kur'ân-ı Kerîm, Allah kelâmı olup, mushaflarda yazılı, kalplerde mahfuz, dil ile okunur ve Hz. Peygamber'e indirilmiştir. Bizim Kur'ân-ı Kerîm'i telaffuzumuz, yazmamız ve okumamız mahlûktur fakat Kur'ân mahlûk değildir. Allah'ın Kur'ân'da belirttiği Musa ve diğer peygamberlerden, firavn ve İblis'ten naklen verdiği haberlerin hepsi Allah kelâmıdır, onlardan haber vermektedir. Allah'ın kelâmı mahlûk değildir, fakat Musa'nın ve diğer yaratılmışların kelâmı mahlûktur. Kur'ân ise Allah'ın kelâmı olup, kadîm ve ezelîdir

Allah bir şey (varlık)'dir, fakat diğer şeyler gibi değildir. O'nun varlığı cisim, cevher, araz, had, zıd, eş ve ortaktan uzaktır. O'nun Kur'ân'da zikrettiği gibi eli, yüzü ve nefsi vardır. Allah'ın Kur'ân'da zikrettiği gibi el, yüz ve nefs gibi şeyler, keyfiyetsiz sıfatlardır. O'nun eli, kudreti veya nimetidir denilemez. Zîra bu takdirde sıfat iptal edilmiş olur. Bu, Kaderiyye ve Mutezile'nin görüşüdür. O'nun elinin, keyfiyetsiz sıfat olması gibi, gazabı ve rızası da keyfiyetsiz sıfatlarından iki sıfattır.

Allah, eşyayı bir şeyden yaratmadı. Allah, eşyayı oluşundan önce, ezelde biliyordu. O, eşyayı takdir eden ve oluşturandır. Allah'ın dilemesi, ilmi, kazası, takdiri ve Levh-i Mahfûz'daki yazısı olmadan, dünya ve âhirette hiçbir şey vaki olmaz. Ancak onun Levh-i Mahfûz'daki yazısı, hüküm olarak değil, vasıf olarak yazılıdır. Kaza, kader ve dilemek, O'nun nasıl olduğu bilinemeyen sıfatlarındandır. Allah, yok olanı yokluğu halinde yok olarak bilir, onun yarattığı zaman nasıl olacağını bilir. Var olanı, varlığı halinde var olarak bilir, onun yokluğunun nasıl olacağını bilir. Allah ayakta duranın ayakta duruş halini, oturduğu zaman da oturuş halini bilir. Bütün bu durumlarda Allah'ın ilminde ne bir değişme, ne de sonradan olma bir şey hâsıl olmaz. Değişme ve ihtilâf, yaratılanlarda olur.

Allah'ın "Allah Musa'ya hitap etti.''(Nisa,164)âyetinde belirttiği gibi. Musa Allah'ın kelâmını işitti. Şüphesiz ki Allah, Musa ile konuşmasından önce de, kelâm sıfatı ile muttasıftı. Yüce Allah yaratmadan da ezelde yaratıcı idi. Allah, Musa'ya hitap ettiğinde, ezelde sıfatı olan kelâmı ile konuştu. O'nun sıfatlarının hepsi, mahlûkların sıfatlarından başkadır. O bilir, fakat bizim bildiğimiz gibi değil. O kadirdir, fakat bizim gücümüzün yettiği gibi değil. O görür, fakat bizim görmemiz gibi değil. O işitir, fakat bizim işittiğimiz gibi değil. O konuşur, fakat bizim konuşmamız gibi değil. Biz uzuvlar ve harflerle konuşuruz. Oysaki Allah, uzuvsuz ve harfsiz konuşur. Harfler mahlûktur, fakat Allah'ın kelâmı mahlûk değildir.

Allah insanları küfür ve îmandan hâli olarak yaratmış, sonra onlara hitap ederek emretmiş ve nehyetmiştir. Kâfir olan; kendi fiili, hakkı inkâr ve reddetmesi ve Allah'ın yardımını kesmesiyle küfre sapmıştır. İman eden de kendi fiili, ikrarı, tasdiki ve Allah'ın muvaffakiyet ve yardımı ile îman etmiştir.

Allah Âdem'in neslini, sulbünden insan şeklinde çıkarmış, onlara akıl vermiş, hitap etmiş, îmanı emredip, küfrü yasaklamıştır. Onlar da onun Rabb olduğunu ikrar etmişlerdir. Bu, onların îmanıdır. İşte onlar bu fıtrat üzerine doğarlar. Bundan sonra küfre sapan bu fıtratı değiştirip bozmuş olur. İman ve tasdik eden de fıtratında sebat ve devam göstermiş olur.

Allah, kullarının hiç birini îman veya küfre zorlamamış, onları mü'min veya kâfir olarak yaratmamıştır. Fakat onları şahıslar olarak yaratmıştır. İman ve küfür kulların fiilleridir. Allah, küfre sapanı, küfrü esnasında kâfir olarak bilir. O kimse daha sonra iman ederse, imanı halinde mü'min olarak bilir, ilmi ve sıfatı değişmeksizin onu sever.

Kulların hareket ve sükûn gibi bütün fiilleri hakikaten kendi kesbleri (kazançları)'dir. Onların yaratıcısı ise Yüce Allah'tır. Onların hepsi Allah'ın dilemesi, ilmi, hükmü ve kaderi ile olur.

Taatların hepsi, Allah'ın emri, muhabbeti, rızası, ilmi, dilemesi, kazası ve takdiri ile vacip kılınmıştır. Masiyetlerin hepsi de Allah'ın ilmi, kazası, takdiri ve dilemesi ile olmakla beraber, rızası ve emri değildir.

Peygamberlerin hepsi de (salât ve selâm olsun) küçük, büyük günah, küfür ve çirkin hallerden münezzehtir. Fakat onların sürçme ve hataları vâki olmuştur. Hz. Muhammed, Allah'ın sevgili kulu, resulü, nebisi, seçilmiş tertemiz kuludur. O hiç bir zaman puta tapmamış, göz açıp kapayacak bir an bile Allah'a ortak koşmamıştır. O, küçük büyük hiç bir günah işlememiştir.

Peygamberlerden sonra insanların en faziletlisi, Ebû Bekr es-Sıddîk, sonra Ömer el-Fârûk, sonra Osman b. Affân Zû'n-Nûreyn, daha sonra Aliyyu'l-Murtaza'dır. Allah hepsinden razı olsun. Onlar doğruluk üzere, doğruluktan ayrılmayan, ibâdet eden kimselerdir. Hepsine sevgi ve saygı duyarız. Hz. Peygamber'in ashabının hepsini sadece hayırla anarız.

Bir müslümanı, helâl saymaması şartıyla, büyük günahlardan birini işlemesi ile kâfir sayamayız. Bu durumdaki bir kimseden îman ismini kaldıramayız, ona gerçek anlamda mü'min deriz. Bir mü'minin kâfir olmamakla beraber günahkâr olması caizdir.

Günahlar, mü'mine zarar vermez demeyiz. Keza günah işleyen kimse Cehennem'e girmez de demeyiz. Dünyadan mü'min olarak ayrılan kimse, fasık da olsa Cehennem'de ebedî kalacaktır, demeyiz.

Mürcie'nin dediği gibi, iyiliklerimiz makbul, kötülüklerimiz de affedilmiştir, demeyiz. Fakat kim bütün şartlarına uygun, müfsit ayıplardan uzak amel işler ve onu küfür ve dinden dönme gibi şeylerle boşa çıkarmaz ve dünyadan mü'min olarak ayrılırsa şüphesiz Allah onun amelini zayi etmez, bilakis kabul eder ve ondan dolayı sevap verir, deriz.

Allah'a ortak koşmak ve küfür dışında, büyük ve küçük günah işleyen, fakat tevbe etmeden mü'min olarak ölen kimsenin durumu Allah'ın dilemesine bağlıdır. Dilerse ona Cehennem'de azap eder, dilerse affeder ve hiç azaba uğratmaz.

Herhangi bir amele riya karıştığı zaman, o amelin ecrini yok eder. Keza ucüb (kendi amelini üstün görmek) de böyledir.

Peygamberlerin mucizeleri ve velîlerin kerametleri haktır. Ancak, haberlerde belirtildiği üzere İblis, Firavun ve Deccal gibi Allah düşmanlarına ait olan, onların şimdiye kadar vukua geliş ve gelecek hallerine mucize de, keramet de demeyiz. Bu, onların hacetlerini yerine getirmedir. Zîra, Allah, düşmanlarının ihtiyaçlarını, onları derece derece cezaya çekmek ve sonunda cezalandırmak şeklinde yerine getirir. Onlar da buna aldanarak azgınlık ve küfürde haddi aşarlar. Bunların hepsi de caiz ve mümkündür.

Yüce Allah, yaratmadan önce de yaratıcı, rızıklandırmadan önce de rızık verici idi. Allah, âhirette görülecektir. Mü'minler Allah'ı Cennet'te, aralarında bir mesafe olmaksızın, teşbihsiz ve keyfiyetsiz olarak baş gözleriyle göreceklerdir.

İman, dil ile ikrar, kalp ile tasdiktir. Gökte ve yerde bulunanların îmanı, îman edilmesi gereken şeyler yönünden artmaz ve eksilmez, fakat yakın ve tasdik yönünden artar ve eksilir. Mü'minler, îman ve tevhid hususunda birbirlerine müsavidirler. Fakat amel itibarıyla birbirlerinden farklıdırlar. İslâm, Allah'ın emirlerine teslim olmak ve itaat etmek demektir. Lügat itibariyle iman ve islâm arasında fark vardır. Fakat islâmsız îman, îmansız da islâm olmaz. Onların ikisi de bir şeyin içi ve dışı gibidirler. Din ise; iman, islâm ve şeriatlerin hepsine birden verilen isimdir.

Biz, Yüce Allah'ı kendisini kitabında tavsif ettiği bütün sıfatlarıyla gerçek olarak biliriz. Hiçbir kimse Allah'a, O'nun şanına lâyık şekilde hakkıyla ibâdet etmeye kadir değildir. Fakat insan ancak Allah'ın kitabında, Resulünün bildirdiği ölçüde Allah'a ibâdet eder.

Bütün mü'minler; marifet, yakîn, tevekkül, muhabbet, rıza, korku ve ümit ve iman konusunda birbirlerine müsavidirler. Bu konuda imanın dışındaki hususlarda birbirlerinden farklıdırlar.

Yüce Allah, kullarına karşı lütufkârdır, adildir, kulun hakettiği sevabı lütfuyla kat kat fazlasıyla verir. Kulunu, adaletinin icabı olarak işlediği günahtan dolayı cezalandırır. Keza kendisinden bir lütuf olarak bağışlar da.

Peygamberlerin (salât ve selâm olsun) şefaati haktır. Peygamberimizin (s.a.) şefaati, günahkâr mü'minler ve onlardan büyük günah işleyip cezayı haketmiş olanlar için hak ve sabittir.

Kıyamet günü amellerin mizanla tartılacağı hususu haktır. Hz. Peygamberi'in havzı haktır. Kıyamet günü hasımlar arasında iyilikler alınarak kısas ve hesaplaşma olması haktır. İyilikler bulunmadığı takdirde kötülüklerin atılması hak ve caizdir.

Cennet ve Cehennem hâlen yaratılmıştır, ebediyen de fâni olmayacaklardır. Huriler ebediyen ölmezler. Yüce Allah'ın cezası da, sevabı da ebedîdir.

Allah dilediğini kendisinin bir lütfü olarak hidâyete ulaştırır. Dilediğini de adaletinin gereği olarak sapıklığa düşürür. Allah'ın sapıklığa düşürmesi, hızlânıdır. Hızlanın mânâsı ise, Allah'ın razı olacağı şeylerde onu muvaffak kılmayıp, yardımını kesmesidir. Bu, Allah'ın adaleti gereğidir. Keza, Allah'ın günahkârları isyanları sebebiyle cezalandırması da adaleti icabıdır.

Şeytan, mü'min kuldan imanını baskı ve cebirle alır, dememiz doğru değildir. Fakat kul îmanı terkederse, Şeytan da onun imanını alır, deriz.

Kabirde Münker ve Nekir'in sualleri haktır. Kabirde ruhun cesede iade edilmesi haktır. Bütün kâfirler ve asi mü'minler için kabir sıkıntısı ve azabı haktır.

Âlimlerin, Allah'ın sıfatlarını Farsça (Arapça'dan başka bir dille) söylemeleri caizdir. Fakat yed=el kelimesi, Allah'ın sıfatı olarak Farsça söylenemez. Fakat Farsça olarak Rûyi Hüdâ=Allah'ın yüzü demek caizdir. Allah'ın yakınlık ve uzaklığı, mesafenin uzunluk ve kısalığı ile değil, keramet ve zillet mânâsındadır. İtaatli olan kul, Allah'a keyfiyetsiz olarak yakın, âsi kul ise keyfiyetsiz olarak Allah'tan uzak olur. Yakınlık, uzaklık ve yönelmek, yalvaran kula racidir. Keza Cennet'te komşuluk ve Allah'ın önünde bulunmak da keyfiyetsiz şeylerdir.

Kur'ân-ı Kerîm, Allah'ın Resulüne (s.a.) indirilmiş olup, mushaflarda yazılıdır. Kelâm mânâsında Kur'ân âyetlerinin hepsi de fazilet ve büyüklük bakımından birbirine müsavidir. Fakat bazısında zikir ve zikredilen fazileti bahis konusudur. Âyete'l-Kürsi buna misaldir. Burada zikredilen Allah'ın yüceliği, azameti ve sıfatlarıdır. Bu âyette hem zikir, hem de zikredilenin fazileti olarak iki fazilet bir araya gelmiştir. Bu kısmında ise sadece zikir fazileti vardır. Kâfirlerin kıssalarında olduğu gibi. Bu âyetlerde zikredilenin bir fazileti yoktur, çünkü zikredilenler kâfirlerdir. Keza Allah'ın isim ve sıfatlarının hepsi de azamet ve fazilette müsavidir, aralarında farklılık yoktur.

Hz. Peygamber'in anne ve babası İslâm gelmeden önce öldüler. Kasım, Tâhir ve İbrahim Allah Resulünün oğulları, Fâtıma, Rukiyye, Zeynep ve Ümmü Gülsüm de kızları idiler.

İnsan tevhid ilminin inceliklerinden herhangi birinde güçlükle karşılaşırsa, sorup öğreneceği bir âlim buluncaya kadar, Allah katında doğru olana inanması gerekir. Böyle bir kimseyi arayıp bulmakta gecikmesi caiz değildir. Bu hususta tereddüt edilerek beklemek mazur görülmez. Eğer tereddüt ederek beklerse, kâfir olur.

Mîrac haberi haktır. Onu reddeden sapık bir bid'atçi olur. Deccal'in, Ye'cüc ve Me'cüc'ün ortaya çıkması, güneşin batıdan doğması, Hz. İsa'nın gökten inmesi ve sahih haberlerde bildirilen kıyamet alâmetlerinin hepsi de haktır.

Yüce Allah, dilediğini doğru yola hidâyet eder.

Kaynak:Mustafa Öz - İmam Azam'ın 5 Eseri,

Marmara Üni.İlahiyat.Fak.Vakfı - 2 Mayıs 1981
Devamını Oku »

Miraç Yakıtı



Miracın sahibi Peygamber’in izleyicileri de bu miraçtan sürekli olarak pay sahibi olmak hak ve vazifesi doğrultusunu hiç yitirmemek borcundadırlar.

Miraç mucizesi onlara bu bilinci vermek ve bu sorumluluğu aşılamak için bağışlanmıştır. “Miraç ruhu”nu taşımak: Müslüman, bu psikolojiyle ayrılır öbür inanç ve inançsızlık adamlarından.

“Bir günü öbür gününe eş geçen kişi ziyandadır” kutlu sözü miraç mucizesinin ruh içi gerçeğine, özbenliğine yapışık hakikatine dokunmaktadır.

Allah’a tapınmada, insanlarla ilişkide, düşüncede ve estetikte, sürekli “mirac”ı yaşamak, ilerleme güven ve niyetini yitirmemek kıvamında olmalıdır mü’min ruhu.

Miracın hışırtısı, ruhumuzun kulaklarında olmalıdır daima. Ve iç gözümüz, Burak’ın izinde…

Alev alev yanan ruh, Refref’in kanatlarıyla aşmalıdır kanatsızlık bölgelerini.

Aşksız, kupkuru, donmuş akıl kişisi, müslümanlığın en alt derecesinden ileri gidemez.

Aşk uçuşu… Miraç budur.

Yılda bir kere kandiller bu aşkı somutlandırır; ama içimizin kandilleri günde bin kere miracın yakıtıyla yanmak ödevindedir.

Miraç, Mutlak’ın aşk yüzünü görme yolculuğudur. İç hacdır her mü’minde. Hacda da her Müslüman, miracı, gönlünün öncüsü ve gözcüsü yapabildiği ölçüde manevi hedefe ulaşacaktır.

Namaz, günün dönüm noktalarında miracın bize konuk oluşudur. Vaktin yakasını bırakmamasıdır namaz miracın. Vaktin hamuruna ilahi aşk mayasını ve boyasını durmamacasına katan Peygamber armağanıdır o.

Miraçtır açıp kapayan Cennet ve Cehennem’in pencerelerini; onlarla eğiten ruhumuzu.

Kadir gecesinin tohumudur o. Kur’ân, bu Tûba’nın dallarına asılıdır, gören gözler için.

Alın yazımızın hiyeroglifidir miraç. Mucizeyi kanımıza işleyen Peygamber iğnesi ve kalemidir. Ruh susayışını gideren kevser, onun bardağıyla sunulur inanmış gönüllere.

Zamanı, metafiziğin sınırlarına götürüp orada ruhun solmayan çiçeği yapan odur.

Sonsuzluğun, ebediliğin pınarında onu yıkayıp kirlerinden arındıran âb-ı hayat zemzemidir miraç.

Ruh, nerede katranlaşmışsa, ondan miraç çekilmiştir. Nerede elmaslaşmışsa ona miracın ışıkları düşer ve bin yöne yansır.

Dünyayı küçülten büyüten gök aynasıdır o. Bir hardal tanesine çevirir onu, ama bu tanede bütün dünyalar ve kâinatlar gizlidir.

Miraç mucizesi, paslanmış ruhun diriliş kalayı, delinmiş, özbenliğin lehim madenidir. Kopan ruhu, Mutlak’a kaynak yapar durur yeniden boyuna.

“Gözlerin kaymaması”nın güvencesidir.

“İki yay aralığı kadar yaklaşma”nın metodu.

Ruhtaki zehri, biriken zehri alan panzehirdir Miraç ruhu. Bir mucize med ve ceziriyle çekip alır içimizdeki kuşkuları, red ve inkâr taslaklarını. Onları eritir ve ummanında boğar. Kadavralar gibi yüzerler bu mucize denizinde; bilinmezliğin bağrına gömülmek üzere alınıp götürülürler.

Bir tanık gibi durur hep yanı başımızda, bir tanıklık meleği gibi durur miraç; inanç gücümüzün , sağlamlığımızın ve dayanıklılığımızın tanığı olarak.

Ruhun diriliş özlerindendir miraç. Namazla, oruçla, hacla, zekâtla bağıntı iplikçiklerini korumasını bile özlerden. Ruhun bayatlamaması, taptaze kalması onun görevidir. Enerjisi tükenen ruha, diriliş yakıtıdır o. Sönen ruh ışığına yalım vermesini bilmenin ustasıdır.

Bir Mekke gününü içimizde ışıldatıp duran avizedir, asılı ruhumuza.

İmanın küfre zaferinin dönüm noktasıdır. Gün dönümü noktası. Ama bu gün dönümü günün batıya doğru değil, ruhun doğusuna ve doğuşuna doğru döndüğünün işareti olan bir gün dönümüdür.

“Sıdk”ın gün dönümü.

“Aşk”ın gün dönümü.

Ter ve zaferin gün dönümü.

Başlarında yeniden Kutsal Kitaba, Kur’ân’a döndüğü bir olağanüstülük gün dönümünden bir an.

Yücelişin anlamından bir yaprak.

Mutlak’tan açılan bir sayfa.

Şeytanı zincirleme yolculuğu, Rahman nefesine doğru uzamış yolculuğundan bir kitap.

Evet! Başlı başına bir diriliş kitabıdır Miraç.

Baştan başa mucize olan diriliş kitabı.

Demiri yumuşatan Davut eli gibi.

Ölüyü dirilten İsa parmağı gibi.

Zaman ve mekânı aşan bir inanç meşalesidir o.

Sezai Karakoç, Gündönümü, s.91-94
Devamını Oku »