Mir'ac Hadisleri



Mir'ac Hadisleri

Son senelerde Mi’râc gecesi yaklaştığı günlerde özellikle Mi’râc olayı ile ilgili rivayetler yani mi’râc hadisleri üzerinde değişik kesimlerde tartışmalar yaşanmaktadır. Bu tartışmalarda amacın gerçekten meseleyi kavramak mı yoksa farkında olmadan ya da bilinçli olarak, yaşanmış olan bu tarihi olay vesilesiyle peygamberlik kurumuna yönelik bazı tenkitler ve şüpheler geliştirmek mi olduğu kestirilememektedir. Pratikte hemen hiçbir faydası olmayan bu tartışmaların, Müslümanların ufkunu daralttığı, kişisel tecrübe imkânlarının dışında kalan gerçekleri algılayıp tefekkür etme şansını ortadan kaldırıcı etkiler yaptığı ortadadır.

Sünnet-i seniyyeye bakışı ve yaklaşımı yansıtan söz konusu tartışmalar sonucu, Mi’râc hadislerinin sıhhat durumunu merak eden Müslümanların, olayın içeriğinin bazı detayları konusunu akılla açıklamaya kalkan ve sonuçta o detayları inkâra yönelenlerin varlığı -acı ama- güncel toplum gerçeğimizdir. Giderek “tartışan toplum olma eğilimi”, kabul ve amel erdemlerinden uzaklaşmayı kamçılamaktadır. Kitle iletişim ve haberleşme araçlarının ve medyanın bu konudaki olumsuz etkisi de işin tuzu biberi olmaktadır.

Böylesi bir ortamda Mi’râc ile ilgili hadisleri ve kimi itiraz noktalarını açıklamak hem bir görev hem de “hakkı tavsiye” niteliğinde bir tebliğ olur ümidini taşımaktayım. Ancak önce olaydan başlayıp sonra deliller/hadisler üzerinde durmak uygun olacaktır.

Mi’râc Olayı ve Mi’râc Gecesi

Mi’râc, kelime olarak yükselme âleti, merdiven anlamına gelmektedir. Dinî terminolojide ise, Hz. Peygamber’in, Allah Teâlâ’ya yükseliş mucizesini anlatmak için kullanılır. Leyletü’l-Mi’râc (Mi’râc Gecesi), bu yükselişin cereyan ettiği gece demektir. Dilimizde öteki mübarek geceler: için olduğu gibi bu gece için de kandil (Mi’râc Kandili) kullanımı yaygınlaşmış bulunmaktadır. Aslında Peygamber Efendimiz Mi’râc ile ilgili hadîs-i şeriflerde “…عَرَجَ بِي إِلَى السَّمَاءِ beni semaya çıkardı” veya عُرِجَ بِي “ben çıkarıldım” buyurduğu için olaya Mi’râc adı verilmiştir.

Dikkatli İslâm Tarihi ve siyer yazarları, “İlâhi huzura yükselme” özünde ifadesini bulan Mi’râc olayının, Hz. Peygamber’in peygamber olarak gönderilmesinin 11. yılında (Hicretten bir buçuk sene önce) talihsizliklerle dolu Taif yolculuğu sonrasında, Akabe bey’atlarından önce cereyan ettiği görüşünü paylaşmaktadırlar. Olayın Recep ayının 27. Gecesi gerçekleştiği konusunda tam bir kesinlik olmamakla birlikte genel kabul bu yönde oluşmuştur.

Olay, cereyan tarzı bakımından iki aşamadan oluştuğu için kaynaklarımızda “İsrâ ve Mi’râc Olayı” diye yer alır. Olayın gece yürüyüşü demek olan İsrâ kısmı, ayetle belirlenmiş olduğu için [İsrâ suresi (17),1] kesin olup tartışma dışı kabul edilmiş ve bu kısmın inkâr edilmesi hâlinde küfre girileceğine hükmedilmiştir. Mi’râc kısmı ise hadis-i şerifler tarafından açıklanmıştır. Bu sebeple bu kısmın inkârı halinde dalâlet ve fısk (haktan uzaklaşma, gerçekten sapma) söz konusu olacağı bildirilmiştir.
Yaklaşımlar

İnsanların olayı kabullenmedeki farklılıkları, Allah Teâlâ’nın dilemesiyle gerçekleşmiş olağanüstü, harikulade bir durum (mucize) olmasına rağmen Mi’râc’ı, salt akılla anlamaya ve açıklamaya kalkışmaktan kaynaklanmaktadır. Olayın oluş biçimini ve içeriğini yorumlama ve açıklama çabaları, bu açıdan bakıldığında, gereksiz yorgunluktan öte bir anlam ifade etmemektedir.

Başlangıç yeri, zamanı, gerçekleşme şekilleri (ruh ile mi, ceset ile mi, uyanıkken mi uykuda mı), içeriğinin detayları hakkında bazı rivayet farklılıkları bulunmakla beraber, olayın yaşanmışlığı yani kendisi hakkında ihtilaf yoktur.

Söz konusu farklılıklar yerine, olayın özüne, mesajına ve neticelerine dikkat kesilmenin ve dini yaşantımız için ondan nasıl yararlanmamız lazım geldiği noktasına yoğunlaşmanın yararı ve isabeti ortadadır. Zira;

“Mucize”, peygamberlerin elinde zuhur etmekle beraber, onların irade ve isteğiyle meydana gelmez. Tamamen Allah Teâlâ’nın dilemesine bağlıdır.
Olağanüstülük mucize’nin olmazsa olmaz niteliğidir. Böyle olunca, olayın akıl sınırlarını zorlayan yapısal yanları elbette bulunacaktır.
O halde bir olaya hem “mucize” (olağanüstü) deyip sonra da onun içeriğinin bütününü veya belli kısımlarını akılla açıklamaya kalkmak, aslında çelişki içinde kıvranmak demektir. Ne yazık ki Mi’râc mucizesinin detaylarını anlatan hadis-i şeriflerin verdiği bilgiler, böylesi bir anlamsız muameleye konu yapılmakta, akılla açıklama zorlamasına tabi tutulmaktadır. Hatta kimi kendini ve haddini bilmez kimselerce, 45 sahâbîden nakledilmiş bulunan rivayetlere [1] “senaryo” deme cür’eti gösterilebilmektedir. Bu tür tavır sahiplerine, Necm Suresi’nde yer alan olayla ilgili bir ayet-i kerimeyi hatırlatmak yerinde olacaktır. اَفَتُمَارُونَهُ عَلَى مَا يَرٰى Onun gördükleri hakkında şimdi siz onunla tartışacak mısınız?” [2]

Öte yandan olayın belki en çok tereddütle karşılanan, elli vakit namazın beş vakte indirilmesi ile ilgili kısmını, [3] “çingene pazarlığı”na benzetebilen ünvanlı edepsizler bile görülmektedir.

Oysa bilinmelidir ki teklifler değil, haberler değişmez. Mi’râc mucizesinin bu kısmının Hz. Peygamber’e cehalet isnat etmek olduğu ve dolayısıyla bu kısmın İsrâiliyyattan sayılması gerektiği fikri, Şia yandaşı Mısırlı yazar Mahmud Ebû Reyye’nin otuzdan fazla reddiyeye muhatap olmuş Muhammedî Sünnetin Aydınlatılması adıyla Türkçeye çevrilmiş Advâ’ ale’s-sünneti’l-Muhammediyye isimli eserinde yer almaktadır.[4]

Özetle bir kez daha vurgulamak gerekirse, bir olay mucize ise, akıl dışı değil, akıl üstüdür. Akılla açıklanabiliyorsa, mucize değildir. Çünkü “Mucizede harikuladelik bir kayd-ı esasidir.” Bu sebeple onun aklen imkânından söz etmek, mucizenin harikalık niteliği karşısında asla doğru değildir. Mucizeler illetleri ve sebepleri bilinmeyen harikalardır.” [5] Detayları, olayın aslının önüne geçirecek polemiklere girmek, olayın aslına ve kahramanına yönelik açıklanamayan olumsuz bir yaklaşımın göstergesi olabilir. Ahmed Naim merhumun ifadesiyle, “Efendimizin mucize-i İsrâ ve Mi’râcını istiskâl edecek kimseler eksik değildir. Bu meselede ızhâr veya ızmâr edilecek şek ve yakîn-i asl, gaye-i nübüvvete râcidir.” [6]

Mucizeler peygamberlerin muhatapları tarafından peygamberin haklılığına delil olması için istenir. Mi’râc olayında da müşriklerin böyle bir mucize isteği söz konusudur. “أَوْ تَرْقَى فِي السَّمَاءِ = ya da gökyüzüne çıkmalısın” [7] demişlerdir. Fakat Müşrikler, olayı kendileri izleyememişler, Hz. Peygamber’in haber vermesiyle İsrâ ve Mi’râc’dan haberdar olmuşlardır. Çünkü Mi’râc, Allah Teâlâ’nın, resûlünü “kimi ayetlerini göstermek için” Beyt-i makdis’e oradan da katına davet etmesi ve çıkarması sonucu “özel iltifat ve ikram” olarak gerçekleşmiştir.

Özel davet yolculuğunun detaylarının da çok özel olması pek tabiidir. Bu sebeple Peygamber Efendimiz'in o gece yaşadıklarına ve tanık olduklarına dair verdiği bilgilerin her biri O'nun bildirdiği gibidir. Aklın araya girip kimi anlatımları kendi kuralları içinde yorumlamaya kalkışması boşuna yorgunluktur. Çünkü menkûlat naklin, ma’kulât aklın kurallarına göre yorumlanır. Mi’râc olayı ise, menkûlat’tandır. Öte yandan “Aklen müstahil olmadıkça şer’î nassları zahirleri üzere bırakmak vaciptir.” [8]

“Mu’cize anlamında ilahi ayetlerden olan bu hadiseyi tamamen aklî çerçeveye sokmak kolay değildir.” [9]

Mi’râc ile ilgili hadisler

Hakkında onlarca hadis bulunan Mi’râc olayını anlatan ana rivayet, Buhârî’nin Sahih’inde 9 ayrı bölümde [10] yer almaktadır. Müslim’in Sahih’inde ise, İman bölümünde 13 rivayet [11] olarak bulunmaktadır. Yani bu haliyle Mi’râc olayını anlatan hadisler, muttefun aleyh’tir. (Buhari ve Müslim’in birlikte rivayet ettiği hadislerdir. (Sahih hadislerin birinci derecesindedirler.)

İmam Buhârî meseleyi öncelikle fıkıhçı yaklaşımıyla ele almış ve Salat bölümünde namazın farz kılınmasının delili olarak, Hac ve Eşribe bölümlerinde Zemzem suyu ile ilgisi dolayısıyla zikretmiştir. Sonra Buhârî tarihçi yaklaşımıyla Enbiya bölümünde, Mekke dönemi olaylarının son kısmında Akabe Bey’atları öncesinde ve menâkıbu’l-ensar bölümünde nakletmiştir. Daha sonra Tefsir bölümünün İsrâ suresi’yle ilgili üçüncü babında bu rivayete yer vermiştir. Mütekellim niteliğiyle de kader ve tevhid bölümlerinde, meselenin ilahi ve imani yönünü ortaya koymak maksadıyla Mi’râc hadislerinin ilgili kısımlarını zikretmiştir.

İmam Müslim ise, “rivayetleri ilgili oldukları bir yerde topluca nakletme” usulüne uygun olarak, Mi’râc hadislerine Sahih’inin iman bölümünde 259-272. rivayetler olarak yer vermiştir.

Müslim bu yaklaşımıyla, Mi’râc’ın mucize oluşunu dikkate aldığını ve dolayısıyla olayın iman/kabul meselesi olduğunu ortaya koymuş olmaktadır. [12]

Muhaddis Kâdi Iyâz, Mi’rac olayını İmam Müslim’in 259 numaralı rivayetini esas alarak işlemiştir. Olayın detaylarıyla ilgi rivayetlerin ve kimi ravilerin değerlendirmesini görmek isteyenlerin, Şifâ-i Şerif Şerhi’ne [13] başvurmaları isabetli olacaktır.

Ayrıca hepsi güvenilir kaynaklar olmak üzere el-Mektebetü’ş-şâmile programında “hamsine salâten” ifadesinden bakıldığında 123 sonuçla karşılaşılmaktadır. İsra ve Mi’râc ile ilgili müstakillen yapılmış bir araştırmada [14] da olayın değişik yönleriyle ilgili olmak üzere, 20 sahâbiden, büyük çoğunluğu sahih ve hasen olan 75 rivayetin değerlendirildiği, bunlardan 28’inin zayıf olduğu, yine zayıf olmak kaydıyla bir de Hasen el-Basri’nin mürsel bir rivayetinin bulunduğu tespit edilmiş bulunmaktadır.

Konunun ana akışı ve anlatımı ile ilgili rivayetlerde verilen bilgiler, Buhari ve Müslim’deki rivayetin -takdir-tehir gibi- küçük farklılıklar dışında hemen hemen aynıdır. Olayın; ruh ile mi, ruh ma’al-cesed mi, uykuda mı, uyanıkken mi cereyan ettiği, bu kutlu yolculukta Hz. Peygamber’in Allah Teâlâ’yı baş gözüyle görüp görmediği gibi işin esasını etkimeyecek detaylara yönelik rivayetler de bazı farklılıklar bulunmaktadır. Konuyu etraflıca değerlendiren İslam bilginleri bu ayrıntılar üzerinde yeterince durmuş her bir farklılığı lehinde ve aleyhinde deliller getirmek suretiyle aydınlatmışlardır. İşin bu yönünü merak edenler merhum M. Hamidullah (v.2002) Bey’in İslâm Peygamberi adlı eserinin I, 119-148 (beşinci yayın) sayfalarını okuyabilirler.

Netice

Mi’râc, Hz. Peygamber’in peygamberlik süresinin tam orta yerinde hem kendisine hem de ümmetine yönelik büyük bir ikram-ı ilahîdir.

Mi’râc, kâinat kitabının ve ahiret hayatının Hz, Peygamber’e gerçek yönleri ve hikmetleriyle ta’limi/öğretilmesidir.

Bu öğretimin rivayetlere yansıyan yönlerini, -deneme ve denetleme imkânı olmadığına göre- o muhbir-i sadık Hz. Peygamber’e i’timad edip Hz. Ebu Bekir es-Sıddık gibi “o söylüyorsa doğrudur” diyerek gönlümüzü rahat tutmak ve imanımızı büyük bir teslimiyet içinde yaşamaya gayret etmek en doğru hareket tarzıdır.

“Haremgâh-ı visâle Ahmed’i tenha alup Mevlâ

O halvet oldu mahsus, hazret-i Sultan-ı kevneyn’e!”

* İ. L. Çakan, Hadis-Sünnet Üzerine tartışmalar ve değerlendirmeler, s.57-65 (İFAV yayınları)

1.Bk. M. Hamidullah, İslam Peygamberi, I, 134, İstanbul, 1990,

2.Necm suresi (53),12

3.Bk. Buhâri, Salât 1; Müslim, İman 259, 263

4.Bk. Muhammedî Sünnetin Aydınlatılması, s. 181-182

5.Bk. Kâmil Miras, Tecrid terçemesi, IX, 289-290

6.Tecrid Tercemesi, II, 262

7.El-İsra (17), 93

8.A. Davudoğlu, Sahihi Müslim Tercüme ve Şerhi, II, 107.

9.Elmalılı, Hak Dini , V, 3150

10.Bk. Salat 1; Hacc 76;Enbiya 5; Menâkıb 24; Menâkıbu’l-ensar 42; Tefsir sure (17),3; Eşribe 1,11,12; Kader 10; Tevhid 37

11.Bk. Müslim, İman 259-272

12.Bilgi için bk.A. Davudoğlu, SahihiMüslim Tercüme ve Şerhi, II, 88-146, İstanbul, 1974

13.Bk. M. Y. Kandemir, Şifâ-i Şerif Şerhi, I, 370 – 430 (İstanbul, 2012, Tahlil yayınları)

14.Bk.. Mahmud b. Ahmed Ebu Müsellem. El-İsra ve’l-mi’râc, dirase hadisiyye, 1434, yy.

http://www.sonpeygamber.info/mirac-hadisleri
Devamını Oku »

Hz.Peygamber'e Verilen Maddi Mucizeler Kuran'a Aykırı Mı ?



Hz.Peygamber'e Verilen Maddi Mucizeler Kuran'a Aykırı Mı ?

Özellikle günümüzde Kur'ânda Allâh’ın Hz. Peygamber’e mucize vermediğini ifade eden âyetleri ileri sürerek Hz. Peygamber’in tek  mucizesinin Kur'ân olduğunu iddia edenler vardır. Öyle anlaşılıyor ki,  bu konunun üzerinde biraz durmamız gerekir.

Şu bir gerçek ki, eskiden beri Hz. Peygamber’in (maddî) mucizeler gösterdiği hep kabul edilmiştir. Hatta Mu’tezile, Şia gibi fırkalar bile bu olguya itiraz etmemiştir. Bu konuda müstakil kitaplar da yazıl­mış, Hz. Peygamber'in bu yönü ortaya konulmuştur. Ne var ki günü­müzde Hz. Peygamber'in tek mucizesinin Kur’ân olduğu yönünde bir iddia ortaya atılmış ve maddî mucizelere yönelik hadîsler reddedilmiş­tir. Bunun dayanağının da Kur’ân olduğu ileri sürülmüştür. Kur’ân’a göre Hz. Peygamber’e maddî mucize verilmemiştir. Dolayısıyla Ay’ın yarılması vb. mucizeler Kur’ân’a aykırıdır.

Aşağıda dayanak olarak ileri sürülen âyetleri ele alacağız; ancak burada hemen belirtelim ki, Hz. Peygamber’in en önemli mucizesi­nin Kur'ân olması, onun başka mucizesinin olmadığı anlamına gelmez. Mu'tezile de -Kur'ân dışında- maddî mucizelerin nübüvvetin ispatına yönelik birer delîl olamayacağını kabul etmektedir. Çünkü maddî mu­cizeler, ancak bir peygamberin nübüvvetini tanıdıktan sonra bilinebilir.Bu bakımdan maddî mucizeler nübüvvetin ispatında temel değil, talî bir meseledir. Kısaca maddî mucizeler sadece peygamberliği kuv­vetlendirmek içindir. Burada dikkat edilirse, Mu’tezile mucizeleri inkâr etmemekte, maddî mucizelerin nübüvveti ispata yönelik kabul edilme­sini eleştirmektedir. Elbette bu da tartışılır, ama mucizelerin varlığı ka­bul edildikten sonra sonuç itibariyle onların hangi amaca matuf oldu­ğu o kadar da önemli değildir.

Kâdî Abdülcabbâr’ın mucizelerin varlığını kabul etmede daha sarih ifadeler kullandığı görülmektedir. Ona göre, Kur’ân dışında Hz. Pey­gambere verilen mucizeler zorunlu olarak bilinenler ve istidlal yoluy­la bilinenler olmak üzere ikiye ayrılır. Birinciler hissî mucizeler türün­den olup, az bir yemekle büyük bir topluluğu doyurmak, taşların da­vete iştirak etmesi, hurma kütüğünün inlemesi, elindeki çakıl taşları­nın Allâh’ı teşbihi, çağırdığında ağacın yanına gelmesi bunlara örnek olarak gösterilebilir. Bu durum Mu’tezile’nin de kendi içinde farklı düşündüğünü göstermektedir.

Mucize, sözlükte başkasını aciz bırakan demektir. Istılahta ise pey­gamber olduğunu iddia eden kişinin, doğruluğuna delâlet eden fiil anlamına gelir. Mucizenin bazı şartları vardır: Doğrudan Allâh’tan olması, peygamberlik iddia eden kişinin iddiasını müteakip olması, iddiaya uygun olması, olağanüstü olması gibi. Bu tanım ve şartların kelâmcılara ait olduğu özellikle vurgulanmalıdır.

Kelâmcıların ama­cı ise mucizeyi nübüvveti ispatın bir aracı olarak değerlendirmektir. Dolayısıyla her mucizede bu şartların birlikte bulunması zorunlu de­ğildir. Mesela, mü’minlere yönelik mucizeler, peygamberliği ispat et­mek için değildir. Onlar, mü’minlerin kalplerini te’yid etmek için­dir. Mü’minlere yönelik derken, mü’minlerin mucize talep ettiği sanılmamalıdır. Mü’minlere yönelik hiçbir mucizede onlardan bir ta­lep gelmemiştir. Zira onların mucizelerle îmân etmek gibi bir sorun­ları yoktur. Ama bu tür mucizeler Allâh’ın mü’minlere bir ikramıdır, bir hediyesidir, lütfudur.

Esas itibariyle bir fiilin Allâh’tan olup peygamberin elinde olağanüstü bir hal kazanması, onu mucize kılmaya yetmektedir. Bu durumda iki tür mucize ortaya çıkmaktadır:

Müşriklere yönelik mucizeler: Bunlar, nübüvveti isbat içindir Asr-ı Saadetteki örneklerine baktığımızda yok denecek kadar az oldukları görülür. Hatta, sadece örneğin Ay’ın yarılması olayı olduğu bile söylenebilir.

Mü’minlere yönelik mucizeler: Bunlar nübüvveti ispat etmek için değildir. Bunlar hidâyet ve kalbe itminan verme kabilinden olan mucizelerdir. Örnekleri de çoktur.

Acaba Kur’ân Hz. Peygamber’e her iki tür mucizenin verildiğini ifade etmekte midir? Yoksa hiçbir mucizenin verilmediğini mi söyle­mektedir? Ya da müşriklere yönelik mucize gösterme konusunda Allâh istekli değil midir? Dolayısıyla müşriklere ve mü’minlere gösterilecek mucize konusunda doğal olarak bir ayrım mı ortaya çıkmıştır? Bu so­rulara cevap verebilmek için önce ilgili âyetleri kaydedelim, ardından da onları değerlendirelim:

“Dediler ki: ‘Ona Rabbinden bir mucize indirilse ya! (Ey Mu­hammedi) De ki: ‘Şüphesiz, Allâhın, bir mucize indirmeğe gücü yeter. Fakat onların çoğu bilmiyor.”

“Bizi, (Kureyşin istediği) mucizeleri göndermekten, ancak ön­cekilerin onları yalanlamış olması alıkoydu. (Nitekim) Semûd kavmine o dişi deveyi açık bir mucize olarak verdik de onlar bu yüzden zâlim oldular. Oysa biz, mucizeleri sırf korkutmak için göndeririz.’’

Bu âyetler açıkça mucize gönderme konusunda bir isteksizliği ortaya koymaktadır. Yukarıdaki ilk âyete gelince, onlar müşriklerin gönülle­rine uygun tarzda mucizenin gönderilmeyeceğini vurgulamaktadır. El­malılı, En’âm Sûresi 37. âyet çerçevesinde bu durumu şöyle belirtmiştir:

“İnen âyetleri duymadılar, inkâr ettiler de Peygamber’e kendi gö­nüllerince bir âyet, bir mucize indirilmesini hor görür bir itiraz şeklinde talepte bulundular. Allâh, bir mucize indirmeye şüphesiz kadirdir, indirmezse, güçlüğünden değil, hikmetindendir.” Bu hikmeti S. Ateş şöyle açıklamaktaiyorsa, bu yine onlara acıdığından dolayıdır. Çünkü istedikleri gibi hemen mucize in­se inen mucizeyi de çeşitli bahanelerle kabul etmeyecek, ona büyü di­yecekler, hatta onu doğal görüp başka mucize isteyeceklerdir.” Allâh’ın mucize göndermeme isteksizliğinin bir başka sebebi daha vardır. Bu sebep, yukarıda belirtilen Allah’ın acımasını da izah etmek­tedir. Bu, “Bizi, âyetler (mucizeler) göndermekten alıkoyan tek şey, ön­cekilerin bu âyetleri yalanlamış olmasıdır.” şeklinde âyette geçen husus­tur. Müşriklerin Hz. Peygamber’den, Mekke’de dağları yürütüp ovalar açmasını, ırmaklar fışkırtmasını, bağlar bahçeÎer yaratmasını, gökten hazineler indirmesini istedikleri, Kur’ân’da anlatılmıştır. Allâh, âyette müşriklerin istedikleri mucizeleri neden göndermediğini açıklamıştır.

Daha önceki milletler de mucize istemişler, fakat mucizeleri gördük­ten sonra da yalanlamışlar ve bu yüzden de cezalandırılmışlardır. Allâh, mucizeleri, korkutup uyarmak için gönderir. Mucizeleri gördük­leri halde yalanlayanlar cezalandırılır.

Burada mucizeler konusunda bir ayırımın ortaya çıktığı açıktır. Bu hususa Elmalılı dikkat çeker ve Allâh’ın kudretine delâlet eden mucizelerin üç kısım olduğunu belirtir:

“Mucizelerin bir kısmı her şeyi kapsar. Her şeyde O’nun bir ol­duğuna delâlet eden bir âyet vardır. Bir kısmı olağanüstüdür. Peygamberlerin mucizeleri böyledir... Mucizeler arasında inadına istek ve ıs­rar edilen bir kısım vardır ki, bunlara ‘âyât-ı mukteraha’ denilir. Bun­lar gösterildiği zaman inanmayanlar, Semûd kavmi gibi, kökleri kese­cek bir azap ile derhal yok edilmişlerdir.”

Öyle anlaşılıyor ki, Hz. Peygamber döneminde azabı gerektirecek bir mucize talebine karşılık verilmemiştir. Mucizelerin çeşitli kısımlara ayrıldığı bilinmektedir. Elmalılı’nm yaptığı tasnifin yanında başka tasnifler de vardır. Süleyman Nedvî’ye göre, mucizeler hidâyet, ilâhî yar-dım ve helâk mucizeleri şeklinde üçe ayrılır. Bu durum, en azından mucizelerin hepsinin eşit olarak değerlendirilemeyeceğini göstermektedir.Şimdi bu duruma göre mucizeleri değerlendirelim:

a- Allah, mucize gönderme konusunda isteksizdir. Zira geçmiş vimler sürekli bunları yalanlamış, akibetleri de kötü olmuşa Bu ümmetle ilgili olarak Allâh, maddî mucizelerle insanların îmân etmesini istememektedir. Bununla birlikte, Mekke döneminin ilk yıllarında mucize taleplerine Ay’ın yarılması olayıyla karşılık verilmiştir. Kamer Sûresi, Mekke döneminde inen  sûrelerdendir. En’âm Sûresi ise Mekke devrinin sonlarına doğru ve bir defada inmiştir. İsrâ Sûresi de Mekke döneminin sonlarında nâzil olmuştur. Mekkeli Müşrikler Kamer Sûresi’nde be­lirtildiği gibi Ay’ın yarılmasını “büyü” olarak değerlendirmişlerdir.

Müşriklerin bu yapısını bilen Yüce Allâh, muhtemelen on­ları maddî mucizelerle îmâna sevk etmeyi amaçlamamıştır. Bu durum maddî olarak hiç mucize gösterilmediğini değil, yok de­necek kadar az bir iki -belki de sadece Ay’ın yarılması- mucize gösterildikten sonra Allâh’ın rahmeti gereği mucize taleplerine karşılık verilmediğini ortaya koyar. Hatta Ay’ın yarılması ola­yında bile mucize göstermeye yönelik bir isteksizlik vardır. Zira olay, gece vuku bulmuştur. Çok kimse de buna muttali olama­mıştır. Bu da mucize gösterme konusundaki isteksizliğin başka bir delilidir. Ancak bu isteksizlik -dediğimiz gibi- bir tane dahi olsa, hiç mucize gösterilmediği şeklinde yorumlanmamalıdır.

b-Kur’ân’da mucize talepleriyle ilgili âyetlere baktığımızda hep sinin müşriklerle ilgili olduğunu görürüz. Dolayısıyla buralar da onlara yönelik hitaplarla Allâh’ın bir lütfü ve yukarıda geç tiği gibi İlâhî yardım olarak mü’minlerin karşılaştığı mucizele ri karıştırmamak gerekir. Kur’ân’da bu anlamda mucizeler bulunmaktadır. Mucizelerin illa da nübüvveti ispata ve meydan okumaya yönelik olması gerekmemektedir.

Esas itibariyle bir başkasının benzerini yapmaktan aciz olduğu şey, mucizedir. Mucize esas itibariyle böyle olmakla birlikte, muhatapları açı­sından farklı manalar ifade edebilir. Müşrikler için bir nübüv­veti ispat ve meydan okuma; mü’minler için İlâhî bir lütuf, tak­viye ve te’yid olabilir. Kur’ân’da bu tür mucize, yani olağanüs­tü haller bulunduğuna göre hadîslerde bu tür mucizelerin var­lığı yadırganacak bir husus değildir. Normal insanlardan, yani kâmil bazı insanlardan olağan üstüne benzer bazı hallerin sudûr ettiği bir vakıadır. Bu tür halleri, Allâh’ın güç ve kudreti altında bulunan Hz. Peygamber’e çok görmemek gerekir.

c-Bununla birlikte belirtmekte fayda vardır ki, gerçekten hadîs lite­ratüründe Hz. Peygamber’e isnâd edilen mucizelerin sayısı hayli kabarıktır. Bunların hepsi sıhhat açısından aynı değerde değil­dir. Bu rivâyetlerin ilk planda sıhhat açısından değerlendirilme­leri gerekir. Zira bunlar bir bütün olarak kabul edildiğinde Hz. Peygamber’i tarih üstü bir varlık gibi göstermektedirler. Hatta öyle olmuştur ki, her peygamberin mucizesine ille de Hz. Pey­gamberin elinde zuhur eden bir nazire bulunmaya çalışılmıştır. Bundan dolayı muhakkak bu tür rivâyetlerin değerlendirilmesi lazımdır.

d-Son olarak şunu vurgulamalıyız ki, Hâtib el-Bağdâdî, el-Fâkih ve'l-mütefakkih adlı eserinde Hz. Peygamberin mucize göster­mesinin manevî mütevâtir derecesine ulaştığını belirtmiştir. Ona göre, çeşitli mucizelerle alakalı olarak gelen rivâyetler haber-i vâhid olabilir, ama onların toplamı, mucizenin manevî mütevâtir derecesine ulaştığını gösterir. Mesela, mi’râcı -öyle olmamak­la birlikte- haber-i vâhid bir mucize kabul edelim. Hz. Peygam­berin parmaklarından su akması da ayrı bir mucize olsun. Ağaç­ların Hz. Peygamber’e selâm vermesi, başka bir mucize olsun; Ay’ın yarılması da öyle. Bütün bunların, ayrı ayrı düşünüldüğün­de, haber-i vâhid olduklarını kabul edelim. Ancak bütün bunlar­da ortak bir nokta vardır. O da Hz. Peygamberin mucize gös­termesidir. İşte, mütevâtir olan nokta burasıdır. Zira bu kadar farklı olay, farklı zaman ve mekânlarda anlatan râvîlerin yalan- da birleşmeleri düşünülemez.

Yavuz Köktaş,Kurana Aykırı Görülen Hadisler

Devamını Oku »

Resûl-i Ekrem'in Mûcizeleri ve Mûcizenin Mânası



Peygamberlerin ortaya koyduğu olağanüstü hâdiselere mucize den­mesinin sebebi, peygamber olmayanların, bunların bir benzerini ortaya koyamadıkları içindir.

Mûcize iki kısımdır:

Biri, insanoğlunun yapabileceği hâlde yapamadığı mûcizeler. Allah Teâlâ peygamberinin hak olduğunu ve doğru söylediğini göstermek için, diğer insanları o mûcizenin bir benzerini meydana getirmekten âciz bırak­mıştır. Meselâ Yahudilerin ölümü temenni edemeyişleri, bazılarına göre müşriklerin Kur’ân-ı Kerîm’in bir benzerini meydana getiremeyişleri gibi olaylar böyledir.

Şerh:Yahudiler “Biz Allah’ın oğulları ve sevdikleriyiz”,(Maide,18) “Yahudi veya Hıristiyanlardan başkası Cennet’e girmeyecek”(Bakara,111) diye iddia ediyorlardı. Allah Teâlâ Peygamber Efendimize onlara şöyle demesini emretti: “Eğer âhiret yurdu başkalarına değil de, Allah katında sadece size ait ise ve siz de bu inancınızda samimi iseniz, hemen ölümü isteyin de görelim.”(Bakara,94)Ama onların böyle bir istekte bulunamayacakları âyetin devamında ve Cuma sûresinde şöyle belirtilmektedir: “Fakat onlar daha önce işledikleri günahlar yüzünden hiçbir zaman ölümü isteyemezler.Allah ise o zâlimleri iyi bilir.”

Mucizenin ikinci kısmı ise, insanoğlunun yapamayacağı, bir benzerini getirmeye gücünün yetmeyeceği mucizelerdir: Ölülerin diriltilmesi,' asânın yılan olması, kayadan devenin çıkması,ağacın konuşması,par­maklardan suyun akması, ayın ikiye bölünmesi gibi Allah'tan başka hiç­bir kimsenin yapamayacağı mucizeler böyledir. Bu mucizeler Resûlullah sallahu aleyhi ve sellemin (veya başka bir peygamberin) eliyle meydana gelse bile, gerçekte onları yaratan Cerıâb-ı Hak'tır. Peygamberin yaptığı ise, kendisini yalanlayanların bu mucizeleri göstermekten âciz olduğunu söyleyerek onlara meydan okumaktır.

En Çok Mucize Gösteren Peygamber

Peygamber Efendimiz’in eliyle meydana gelen mucizeler ile onun peygamber olduğunu ve doğru söylediğini gösteren deliller bu iki kısma da girmektedir. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem,ileride açıklayacağımız gibi, en çok ve en harikulade mûcizeleri gösteren peygamberdir. Onun mucizelerinden biri Kur’ân-ı Kerîm olup, Kur'andaki mucizelerin sayısını bin, iki bin veya daha fazla rakamla ifâde etmek mümkün değildir. Çün­kü Peygamber aleyhisselâm, müşriklerden Kur’ân-ı Kerîm’in bir sûresinin benzerini getirmelerini istediği hâlde, onlar bunu bile yapamamışlardır.

Kur’ân-ı Kerîm’in belagatı, yani etkili ve yerinde söz söylemesi konu­sunda, yetkili olan âlimler şöyle demişlerdir:

“Kur’ân-ı Kerim’in en kısa sûresi Kevser sûresidir; Kur’ân-ı Kerîrn in her bir âyeti veya âyetleri, Kevser sûresinin (âyetleri, kelimeleri ve harf­leri) sayısınca mûcize ihtiva etmektedir. Kevser sûresinin kendisinde de, aşağıda açıklanacağı üzere, pek çok mûcize vardır.”

Mucizeler Kaç Kısımdır?

Resul-i Ekrem aleyhi ve sellemin mucizeleri iki kısımdır;

Kesin olarak bilinen ve bize mütevâtir olarak nakledilen mücizelerdir. Kur’ân-ı Kerîm işte bu mûcizelerden biridir. Bu mucizelerin Pey­gamber Efendimiz tarafından meydana getirilip ortaya konduğunda ve Resulullah’m onları delil olarak kullandığında hiçbir şüphe ve bu ümmetin büyük âlimleri arasında herhangi bir ihtilâf yoktur. Bu tür mûcizeleri kabul etmeyen bir inkâra, Muhammed sallallahu aleyhi ve sellemin bu dünya­daki varlığını inkâr etmiş gibidir ki, bu olacak şey değildir.

İnkârcılar, Kur’ân-ı Kerîm’in Allah sözü olmasına ve onun delil kabul edilmesine itiraz etmişlerdir. Hâlbuki Kur an âyetlerinin ve sürelerinin sahip olduğu edebî mûcizeler inkâr edilemeyecek derecede ortadadır. As­lında o inkarcılar bunu kesinlikle biliyorlardı. Biz, bu mûcizeleri ileride açıklayacağız.

Bazı imamlarımız, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin göster­diği bütün mucizelerin, geneli itibariyle, bize mütevâtir olarak geldiğini kabul etmişlerdir. Bu mûcizeler birer birer ele alındığında kesinlik derece­sine ulaşmasa bile, hepsi birden mânen ele alındığında kesinlik kazanır. Resûlullah’ın elinde herkesi hayrete düşüren şeylerin meydana geldiğin­de mü’min-kâfir hiçbir kimse ihtilâf etmiş değildir; inatçıların ihtilâfı, bu olağanüstü hâdiseleri Allah Teâlâ’nın yaratıp yaratmadığı hususundadır. Mûcizeleri Cenâb-ı Hakk’ın yarattığını ve bu mûcizeleri ''Ey kulum doğru söylüyorsun!” diye Cenâb-ı Hakk’ın peygamberini tasdik etmesi anlamı­na geldiğini yukarıda söylemiştik.

Şerh:’Kâdî Iyaz bu meseleyi, işlenmekte olan konunun baş tarafında şöyle ifâde etmişti: 'Çünkü mucize, peygam-berlerin kendilerine inanmayanlara meydan okuması anlamına geldiği gibi, Allah Teâlâ da o insanlara: ‘Ey i kullarım! Peygamberim doğru söylemektedir, ona İtaat edin ve ardından gidin; onun gösterdiği mucizeler sözlerinin de doğruluğunu isbat etmektedir' demiş olmaktadır.”

Peygamber aleyhisselâmın mûcizeleri hakkında nakledilen her bir ha­ber, tek başına kesin bilgi ifâde etmese bile, onun gösterdiği bütün mucizeler birbirini desteklediği için, Efendimizin mûcizeleri kesinlik kazan­maktadır. Câhiliye devrinin ünlü şahsiyetlerinden olan Hâtim-i Tâinin cömertliği, yine Câhiliye devrinde yaşayan Antere bin Şeddâd’ın yiğitliği, tâbiîn âlimlerinden Ahnef ibni Kays’ın hilim sahibi olduğu da aynı şekilde şüphe götürmeyen bir kesinlikle bilinmektedir. Çünkü bütün târihî bilgiler Hâtim-i Tâî’nin cömertliğini, Antere’nin yiğitliğini ve Ahnef bin hilim sahi­bi okluğunu ortaya koymaktadır.

Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellemin gösterdiği mucizelerden bir kısmı da, birinci kısımda zikredilenler kadar kesinlik kazanmayanlardır. Bu mûcizeler de ikiye aynlır:

Onların bir kısmı, çok yaygın olan; birçokları tarafından rivayet edi­len, muhaddisler, daha sonraki râviler, siyer ve tarihçiler arasında şöhret bulan mucizelerdir. Resûl-i Ekrem’in parmaklarının arasından suların kaynaması, az miktardaki bir yiyeceğin çoğalması gibi mûcizeler böyledir.

Diğer bir kısmı da, bir veya iki râvi gibi az sayıda insan tarafından nakledilen, bundan öncekiler derecesinde şöhret bulmayan, fakat bir ara ya toplandığında manen güçlenerek kesinlik derecesine ulaşan mûcizelerdir.

Mucizelerin Güvenilir Rivâyetlerle Geldiği

Ben şunu kesinlikle ifâde ederim ki, Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellemden meydana gelen bu tür mucizeler,mütevâtiren nakledildiği için kesin olarak bilinirler.

Ayın ikiye bölünmesi mûcizesine gelince, bunu Kur’ân-ı Kerim dile getirmiş, bu olayın meydana geldiğini haber vermiştir,(Kamer,1-2)Böyle bir şeyin Resûlullah zamanında olmadığı ancak delille reddedilebilir. Bu mucizenin, Peygamber Efendimiz zamanında gerçekleştiğine ve onu başka türlü yo­rumlamanın mümkün olmadığına dâir birçok sahih hadis vardır. Hadisler konusunda bilgisi bulunmayan, dine gereğince sarılmayan birtakım câhil­lerin sözüne bakarak bu konudaki kararımızı değiştirecek değiliz. İmanı yeterince güçlü olmayan, mü’minlerin kalbine şüphe düşürmeye çalışan zayıf akıllı bidatçıların sözlerine önem verilmez. Biz onların söylediklerini çürüterek câhil ve zayıf akıllı olduklarını ortaya koyacağız.

Resûl-i Ekrem’in parmaklarının arasından suların kaynaması, az yi­yeceğin çoğalması olayları da böyledir. Bu olayları güvenilir râviler çok sayıda tabiinden, onlar da pek çok sahâbîden rivayet etmiştir.

Bu tür rivayetlerden bir kısmını, büyük bir kalabalık yine öyle bir ka­labalıktan, onlar da olayların içinde bulunan çok sayıda ashâb-ı kiramdan sağlam bir senedle rivayet etmiştir. Bu mûcizeler, Hendek Gazvesi, Buvât Gazvesi,

Hudeybiye Umresi, Tebük Gazvesi gibi çok sayıda Müslüman veİslâm askerinin bulunduğu benzeri yerlerde meydana gelmiş ve şöhret bulmuştur. Ancak bu kıssaları anlatan râviye, o olayların içinde bulunan sahâbîlerden birinin karşı çıktığı, böyle bir olayın meydana gelmediğini söylediği duyulmamıştır. Bu olayları gözleriyle görmeyen sahabeler de görenlere itiraz etmemiş, duyduklarını bizzat görmüş gibi etme­lerdir. O sahâbelerin, duyduklarına itiraz etmeyip susması, 0 olayı  bizzat nakletmesi gibidir. Ashâb-ı kiramın, asılsız bir olay karşısında susması, bir yalanı idare yoluna gitmesi asla olacak şey değildir " Çünkü onların kimseden bir beklentileri olmadığı gibi, hiç kimseden korkuları da yoktu. Şâyet duydukları kıssa, onların kabul etmediği, bilmediği şey olsaydı mutlaka onu reddederlerdi. Nitekim ashâb-ı kiram, bilindiği üzere, iç­lerinden bir kısmının rivayet ettiği ahkâmla ilgili bazı hadislere, Resûl-i Ekrem’in şemailiyle ilgili bazı rivayetlere ve Allah’ın Elçisi'nden duyduk­larına aykırı olan Kur’an kıraatlerine itiraz etmiş, birbirinin içtihattaki hatâsını söylemiş, yanıldığı noktalan göstermişlerdir. Az sayıda râvinin naklettiği mûcizelerin tamamı, onları duyan sahâbelerin bu mücizeleri reddetmemesi sebebiyle, çok sayıda râvi tarafından rıvâyet edilmiş gibi kesinlik kazanmıştır.

Kötü niyetlerle uydurulan ve asılsız rivayetleri andıran «Özde mûcizeler, uzun zaman halk arasında söylenip durduktan sonra, yetkili hadis âlimleri, tıpkı diğer asılsız rivayetlerde yaptıkları gibi, bunların da sağlam bir şekilde rivâyet edilmediğini ortaya koymuşlardır.

Resul-i Ekrem Efendimiz in peygamberliğini gösteren ve az sayıda insan tarafından rivayet edildiği içki mütevatir derecesine ulaşmayan rivayetler, zamanla birbirini desteklemek sûreüyle mütevatir derecesin­de güç kazanmıştır. Muhtelif zamanlarda çeşitli grupların bu mucizeleri kullanması, onları düşmanların tenkit edip asılsız olduğunu ileri sürmesi, inkarcıların gözden düşürmeye çalışması bu rivayetleri daha bir güçlendirmiş, onları yerenlerin üzüntüsünü ve öfkesini daha da arttırmıştır.

Resulullah sallallahu aleyhi ve sellemin gaybdan, eskiden olmuş, ile­ride olacak, âhiret hayatında meydana gelecek şeylerden haber vermesi, açıkça ve kesin bir şekilde onun peygamber okluğunu gösterir. Nitekim ünlü âlimlerimizden Kâdî Ebû Bekir el-Bâkıllânî (v. 403/1013), kelâm âlimi Ebû Bekir ibni Fûrek (v. 406/1015) ve daha başka âlimler de böyle söylemiş­lerdir. Allah hepsine rahmet eylesin.

İtirazcıların Hadîs Bilgisi

Resûl-İ Ekrem’in mûcizelerine dâir rivâyetlerin haber-i vâhid türün­den olduğu için kesin bilgi ifâde etmeyeceğini söyleyenlerin, hadisler ve onların rivâyeti konusunda yeterli araştırması bulunmadığını, daha çok hadis dışındaki konularla ilgilendiğini düşünüyorum. Yoksa hadislerin rivayet şekilleriyle, hadis ve şemâil kitaplarıyla ilgilenen bir kimse, daha önce de söylediğimiz gibi, mûcizelere dâir bu rivâyetlerin sahîh ve güve­nilir olduğunda şüphe etmez.

Bilindiği üzere bir muhaddisin mütevâtir dediği bir hadisi, bir başka muhaddis mütevâtir kabul etmeyebilir. Meselâ insanların çoğu, duydukları bilgi sâyesinde Bağdat şehrinin var olduğunu, onun büyük bir şehir ve hilâfet merkezi olduğunu bilir. Bazıları ise, onun bu özellikleri bir yana, adını bile duymamış olabilir. Aynı şekilde Mâlikî mezhebinin fakihleri, bu mezhebe göre, ister cemaatle kılınsın ister tek başına kılınsın, namazda Fâtiha sûresi’nin mutlaka okunacağını ve ramazan ayının ilk gecesinde oruca niyet etmenin diğer günler için de yeterli olacağını, kendilerine imâmlarından mütevâtir şekilde gelen bilgilerle tereddütsüz bilirler.

Öte yandan İmâm Şafiî, oruca her gece niyet etmeyi gerekli görür; abdest alırken başın bir kısmına meshetmeyi yeterli bulur;İmâm Mâlik de, İmâm Şâfiî de kılıç ve mızrak gibi ucu demirli veya demirsiz bir âletle yapılan öldürme olaylarında kısası, abdest alırken niyet etmeyi, nikahta velînin rızâsını şart koşarlar. İmâm Ebu Hanife ise bütün bu konularda her iki imâmın da görüşlerine katılmaz. Adı geçen mezhepleri incelemeyen ve onların görüşlerine katılmayan diğer mezheplerin âlimleri ve daha baş­kaları bu görüşlerin hiçbirini bilmezler.

Resûlullah Efendimiz'in gösterdiği mucizeleri birer birer ele aldığımız­da, inşallah bu konularda daha geniş bilgi vereceğiz.





Kadı İyaz-Şifa-i Şerif Şerhi,cild:1(Yaşar Kandemir)

Devamını Oku »

Miraç'ta Namaz Pazarlık Konusu mu Oldu?



Pazarı Pazartesiye bağlayan gece "mirac kandili" olarak idrak edilecek. (Bu konuda inşaallah bir yazı yayınlayacağım). Bu vesile ile miracta beş vakit namazın farz kılınmasına ilişkin zaman zaman kamuoyunda kimilerince dillendirilen bir itirazı ele alacağım.

GİRİŞ

Önce bir tespitte bulunalım:

Gerek miraca ilişkin rivayetler gerekse bu rivayetlerde yer alan beş vakit namazın farz kılınması meselesi mütevatir haberlerle değil haber-i vâhidler ile sabit olmuştur.

Şimdi bir usul kuralından söz edelim:

Âlimlerin çoğunluğuna göre haber-i vâhidler [yani mütevatir seviyesine ulaşmamış olan hadis rivayetleri] yüzde yüz kesinlik ifade etmez, zan ifade eder. Bu sebeple de inanca ilişkin konular haber-i vâhidlerle sabit olmaz ama amele [fıkha] ilişkin konular haber-i vâhidlerle sabit olur. Her ne kadar haber-i vâhidlerle inanç konuları sabit olmuyorsa da “senedi sahih olan”, “aklın gereklerine açıkça aykırı olmayan” ve “ümmet tarafından kabulle telakki edilmiş olan” haber-i vâhidleri tenkid edenlerin bu haberleri niçin reddettiklerine ilişkin güçlü gerekçeler ortaya koymaları elzemdir. Hele hele bu haberlerin “akla aykırı olduğunu” iddia etmek, onları kabulle telakki eden bütün ulemanın aklını ta’n etmekle eşdeğerdir.

1. MİRAÇTA BEŞ VAKİT NAMAZIN FARZ KILINDIĞINA İLİŞKİN RİVAYETLERE YÖNELİK ELEŞTİRİLER

Gelelim "miraçta namazın farz kılınışı" ile ilgili rivayetlere yönelik modern dönemdeki eleştirilere
Miraç ile ilgili senedi sahih olan ve ümmet tarafından kabulle telakki edilen bir takım rivayetler, tamamen düz “mantıkla” (!) ele alınarak kolayca reddedilebilmekte, bu rivayetler alay konusu yapılabilmekte, pejoratif bir dille bunları kabul edenlerin akıllarıyla dalga geçilebilmektedir.

Miraç hadislerinde en çok eleştirilen hususlardan birisi beş vakit namazın farz kılınışı ile ilgili bölümdür. Rivayetlere göre önce elli vakit olarak farz kılınan namaz, Hz. Peygamber’in (s.a.v.), Hz. Musa ile istişare etmesi sonucunda birkaç defa süren talepler sonucunda nihâyet beşe düşmüştür.

Burada şu hususlar eleştiri konusu yapılmıştır:

a) Elli vakit namaz yirmi dört saate bölündüğünde yaklaşık her yarım saate bir namaz düşmektedir. İnsanın günde ortalama 6-8 saat arasını uykuda geçirdiği düşünülürse bu zaman aralığı daha da azalmaktadır. Allah bir insanın gücünün bu kadar namazı kılmaya yetmeyeceğini bilmiyor muydu?

b) Peygamberimiz bu durumun ümmetine zor geleceğini bilmiyor muydu ki defalarca Hz. Musa kendisine bunun çok olacağını hatırlatarak indirim yapmasını istedi?

c) Allah, “benim katımda söz değiştirilmez!” derken, nasıl oldu da kısa bir zaman içinde birkaç defa hükmünü değiştirdi?

2. ELEŞTİRİLERİN ELEŞTİRİSİ

Sözün tam da burasında önemli bir hususa dikkat çekmek gerekir. “Sahih”, “ümmet tarafından kabul ile telakki edilen” hadislere yönelik tenkid yöneltenlerin en büyük sorunu, tenkitlerine gerekçe kıldıkları hususların aynen Kur’an hakkında da geçerli olmasıdır.

Mesela miraç hadislerinde Hz. Peygamber’in gök katlarından geçerek “Allah katına” ulaştığı yönündeki rivayetleri “Allah’a mekân izafe etme” gerekçesiyle reddedenlerin Kur’an’da da benzer tarzdaki şu âyet hakkında ne yorum yapacakları merak konusudur:

“Yükselme derecelerinin sahibi olan Allah katından…Melekler ve Rûh (Cebrail), oraya, miktarı (dünya senesi ile) ellibin yıl olan bir günde yükselip çıkar.” [Meâric, 3-4]

Tekrar konumuza dönerek şu soruları soralım:

1) Allah, Kur’an’da da ilk olarak koyduğu hükmü aradan çok kısa zaman geçince hafifletmiştir.

Örnek 1:

“Ey Peygamber! Müminleri savaşa teşvik et. Eğer sizden sabırlı yirmi kişi bulunursa, iki yüze (kâfire) galip gelirler. Eğer sizden yüz kişi olursa, kâfir olanlardan bin kişiye galip gelirler. Çünkü onlar anlamayan bir topluluktur.
Şimdi Allah, yükünüzü hafifletti; sizde zayıflık olduğunu bildi. O halde sizden sabırlı yüz kişi bulunursa, (onlardan) ikiyüz kişiye galip gelir. Ve eğer sizden bin kişi olursa, Allah'ın izniyle (onlardan) ikibin kişiye galip gelirler. Allah sabredenlerle beraberdir.” [Enfal, 65-66]

Bu âyetleri zâhir anlamıyla okumaya tabi tuttuğumuzda şu soruyu sormak kaçınılmazdır: “Allah, bizde zaaf olduğunu ilk hükmü koyarken bilmiyor muydu ki sonradan hafifletme yaptı?”

Örnek 2:

Bakara kıssasında Yahudiler, Hz. Musa’dan talepte bulundukça Allah daha önce mutlak bıraktığı hükme yeni yeni kayıtlar koymuştur.

Soru: Allah Yahudilerin emre uymakta isteksiz olacaklarını, ayrıntı isteyeceklerini bilmiyor muydu ki her defasında emrine yeni bir kayıt koydu?

Örnek 3:

Yüce Allah şöyle buyuruyor:

“Musa'ya otuz gece vade verdik ve ona on gece daha ilâve ettik; böylece Rabbinin tayin ettiği vakit kırk geceyi buldu.” (A’raf, 142)

Soru: Yüce Allah, -hâşâ-Musâ ile görüşmesinin toplamda 40 gece süreceğini bilmiyor muydu ki önce otuz geceliğine sözleşip sonra buna 10 gece ekledi.

Örnek 4:

Yüce Allah şöyle buyuruyor:

“[Ey Peygamber] O zaman sen, müminlere şöyle diyordun: İndirilen üç bin melekle Rabbinizin sizi takviye etmesi, sizin için yeterli değil midir? Evet, siz sabır gösterir ve Allah'tan sakınırsanız, onlar (düşmanlarınız) hemen şu anda üzerinize gelseler, Rabbiniz, nişanlı beş bin melekle sizi takviye eder.”[Âl-i İmran, 124-125]

Soru: Hz. Peygamber önce üç bin melekle müjdelediği halde sonradan sayı niçin beş bine çıkarılmıştır?

2. Yüce Allah, İblisi rahmetinden kovunca İblis kendisinden süre istemiş, Allah da kendisine süre tanımıştır.

Soru: Allah, -hâşâ- İblis’le pazarlığa mı girişti?

3. Yüce Allah şöyle buyuruyor:

“İbrahim'den korku gidip kendisine müjde gelince, Lût kavmi hakkında (adeta) bizimle mücadeleye başladı. İbrahim cidden yumuşak huylu, bağrı yanık, kendisini Allah'a vermiş biri idi. (Melekler dediler ki): Ey İbrahim! Bundan vazgeç. Çünkü Rabbinin (azap) emri gelmiştir. Ve onlara, geri çevrilmez bir azap mutlaka gelecektir!” [Hûd, 74-76]

Soru: Literal bir okumayla bu âyete baktığınızda bir Peygamber’in Rabbiyle ve O’nun gönderdiği meleklerle bir kavmin helak olmaması için pazarlığa giriştiğini söyleyebiliyor musunuz?

4. Yüce Allah, kullarını sınamak üzere dilediği hükmü koyar, dilediği hükmü yürürlükten kaldırır. O, kullarını imtihan etmek için önce ağır hükümler koyup sonradan bunları hafifletebilir.

Örnek:

“Eğer onlara, kendinizi öldürün yahut yurtlarınızdan çıkın, diye emretmiş olsaydık, içlerinden pek azı müstesna, bunu yapmazlardı. Eğer kendilerine verilen öğüdü yerine getirselerdi, onlar için hem daha hayırlı hem de (imanlarını) daha pekiştirici olurdu. O zaman elbette kendilerine nezdimizden büyük mükâfat verirdik. Ve onları dosdoğru bir yola iletirdik.” [Nisâ, 66-68]

Demek ki Allah dileseydi insanlara değli günde 50 vakit namazı farz kılmak “kendinizi öldürün”, “yurtlarınızı terk edin” gibi ağır hükümler de koyardı ve kulların bu hükümlere uyması halinde bu durum kendileri için daha iyi olurdu.

SONUÇ:

Bu maddeleri ve örnekleri çoğaltmak mümkündür. Ancak konuyu uzatmamak adına burada kesiyorum.

Bu yazı, zannî olan haber-i vâhidi savunayım diye hâşâ kat'î olan Kur'an'ı tehlikeye atmak, hakkında şüphe oluşturmak için yazılmış değildir. Sadece her şeye zâhir gözlüğüyle ve literal olarak bakan zihnin aynı çarpık bakış açısını -tıpkı züccaciyeci dükkânına giren fil gibi- bir süre sonra Kur'an'a da uygulayabileceğini ve bazı vahim sonuçları olabileceğini göstermek üzere yazılmıştır.

Yukarıdaki âyetlerin tümünün elbette sahih bir tevili söz konusudur. Ben bu yazıda, hadisleri reddedeceğiz diye getireceğimiz kriterlerin bir zaman sonra / birileri tarafından Kur'an'a da uygulanması tehlikesinden söz ediyorum. Rabbimizin kitabı elbette her türlü şüphe ve tereddütten berîdir.

Tekrar sözü başına bağlayayım: “Sahih”, “ümmet tarafından kabulle telakki edilmiş” hadisleri reddederken ortaya koyduğunuz gerekçelerin sağlam olması gerekir. Gerekçe diye ortaya koyduğunuz şeyler, Kur’an’ın da reddedilmesine yol açmamalı. Hadisler için ileri sürdüğünüz red gerekçesi Kur’an için de kullanılabiliyor ise bindiğiniz dalı kesiyorsunuz demektir.

Son bir söz: Hepsinden geçtim… Velev ki hadisi eleştireceksiniz, en azından üslubunuzu bozmayın… Şayet ümmet tarafından kabul görenleri bu üslupla ta’n etmek şiarınız olmuşsa ne diyelim?

“Şayet mümin iseniz imanınız size ne kötü şeyi emrediyor!” [Bakara, 93]

(Soner Duman /21.Nisan.2017/Cuma)
Devamını Oku »